Manevi olarak kaç çeşit kalp vardır? Kalb-i selim, kalb-i münib ve kalb-i mutmain ne demektir? Kalplerin manevi hastalıkları nelerdir? Manevi kalp çeşitleri.
- Umûmî tasnif itibâriyle kalpleri;Yaratılış gâye ve haysiyetini muhâfaza eden kalpler,
- Mühürlenmiş ve ölü kalpler,
- Hastalıklı ve gâfil kalpler, şeklinde mânevî durumlarına göre üç kısımda mütâlaa etmek mümkündür.
MANEVİ KALP ÇEŞİTLERİ
Yaratılış Gaye ve Haysiyetini Muhafaza Eden Kalpler
Bunlar, zikir sâyesinde gafletten uyanmış zâkir kalplerdir. Nefse rûhâniyet hâkim olmuş, kalb, îman nûruyla dolmuştur. Böyleleri aşağıdaki âyet-i kerîmelerin muktezâsını edâ etmeye muvaffak olmuş kimselerdir:
“Ey îman edenler! Allâh’ı çok çok zikredin!..” (el-Ahzâb, 41)
“Rabbinin ismini zikret! Ve bütün varlığınla O’na yönel!” (el-Müzzemmil, 8)
“Öyle sâlih kimseler vardır ki, onları Allâh’ın zikrinden, namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten, ne ticâret alıkoyar ne de bir alışveriş. Onlar, kalblerin ve gözlerin dehşetten hâlden hâle döneceği bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)
Bu kıvâmdaki bir kalbe sahib olan kullarda, Hak Teâlâ’nın cemâlî esmâsının tecellîleri, celâlî tecellîlere gâlip gelmiştir. Yine böyle bir kalbe sâhib olanlar, Allah -celle celâlühû-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Kur’ân-ı Kerîm ahlâkı ile ahlâklanarak kemâle ermiş kimselerdir. Allah ve Rasûlü’ne duyulan aşk, vecd ve muhabbet bereketiyle nefsânî temâyüllerinden sıyrılmış, nezdinde mâsivânın değerini kaybettiği kalblerdir. Bu nevî kalbler, Kur’ân-ı Kerîm’de “kalb-i selîm”, “kalb-i münîb” ve “kalb-i mutmain” vasıflarıyla yâd olunmuştur.
Kalb-i Selîm Ne Demek?
Cenâb-ı Hak katında makbûl olan bu kalbler, kısaca şu şekilde îzâh edilebilir:
Kalb-i selîm, nefsânî temâyüllerden ve onların tasallutundan korunmuş veya arındırılmış kalbdir. Allah Teâlâ’nın, kuluna temiz fıtratıyla birlikte ihsân ettiği ve ondan muhâfazasını taleb ettiği kalbdir. Kalbin bu sâfiyet hâline ise, ancak tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb denilen tasavvufî usûllerle ulaşılabilir. Kul, bu sâyede kesâfetin galebesinden (günahların sıkletinden) kurtularak letâfetin hâkimiyetine nâil olur. İşte ilâhî nûrlara müstağrak olan böyle bir kalbde, bir merceğin üzerine düşen ışık huzmelerinin tek bir noktaya teksîfiyle ateş husûle geldiği gibi, rûhâniyetin tekâsüfü (yoğunlaşması) bütün nefsânî heves ve mâsiyetleri yakıp kül eder. Bu hâl, kalb-i selîme nâiliyettir ve Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda hüsn-i kabul görecek olan da böyle bir kalbdir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O gün, ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89)
Şâir Bağdadlı Rûhî bu nükteyi şöyle ifâde eder:
Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler
Yevme lâ-yenfeu’da kalb-i selîm isterler
“Ey tâcir! Mâl ve evlâdın bile fayda vermeyeceği hesap gününde, sanma ki senden altın ve gümüş isterler. Senden ancak kalb-i selîm isterler.”
Kalb-i Münib Ne Demek?
Kalb-i münîb ise, dâimâ Hakk’a yönelen kalbdir. Fânî alâkaların esâretinden kurtulup aşk ve şevk ile sermedî âlemin zevklerini mütelezziz bir hâldedir. Kalb, ilâhî kudret akışlarının ulvî heyecanları ile ürperiş hâlindedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İşte size vaad edilen cennet! Ki o, Allâh’a yönelen, emirlerine riâyet eden, göremediği hâlde Rahmân’dan korkan ve “kalb-i münîb” (Allâh’a yönelmiş bir kalb) ile gelen kimselere mahsustur.” (Kâf, 32-33)
Kalb-i Mutmain Ne Demek?
Kalb-i mutmain de, îman huzuru ile güzel ahlâkın kemâline doğru mesâfe almış kalbdir. İbâdetler, taklidden kurtulup tahkîkî hâle gelmiştir. Kalb, zikir ile nûrlanmış, nefse rûhâniyet hâkim olmuş; îman cevheri, hissiyât merkezi olan kalbde sarsılmaz bir sûrette mekân bulmuştur. “Tahkîkî îmân” ve “rızâ” hâlleriyle kalb, huzur, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuştur.
“Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle itmi’nâna erer!” (er-Ra’d, 28) âyetinde buyrulan hâl tahakkuk etmiştir. Bu âyetin mefhûm-ı muhâlifinden, Allâh’ın zikrinden uzak kalan kalblerin, tatminsizlik ıztıraplarından hiçbir zaman âzad olamayacağı ve hakîkî huzûra kavuşamayacağı anlaşılmaktadır.
Selîm, münîb ve mutmain vasıflarına sâhip kalbin alâmeti; rikkat (incelik), mahlûkâta merhamet, gözyaşı, hâle rızâ, hak ve hayra hizmet, şerden kaçma, nasîhat, irşâda koşma ve ilâhî aşkın hazzı ile dolu olmaktır.
Kalbe âit bu seviyenin sermâyesi, hâlisâne “duâ ve istiğfâr”la birlikte “helâl lokma”ya dikkat etmektir. Bu sermâyenin korunması ise ancak amel-i sâlihle mümkündür. İnsan olmak itibâriyle, günahlardan mutlak sûrette berî kalmak mümkün olmadığından ve günahlar da kalbin hassâsiyetini azaltıp onu hakîkate karşı mânen âmâ ve sağır hâle getirdiğinden, kalbin müsbet tecellîlere mazhar olabilmesi için, hâlisâne istiğfâr ile duâya sarılmak şarttır. Bu hikmete mebnîdir ki tasavvufî dersler, istiğfâr ile başlar. Çünkü Mecelle’nin meşhûr kâidesinde de ifâde edildiği gibi:
“Def-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.” Yâni kötülüklerin bertarâf edilmesi, iyiliklerin celbinden daha ehemmiyetlidir ve öncelikle temin edilmelidir. Helâl lokmaya gelince; bu hususta ehlullâh:
“Helâl yiyenin kalbini Allâh nurlandırır ve hikmet pınarlarını kalbinden lisânına akıtır.” buyurmuşlardır.
Amel-i sâlih ise, kalbin kazandığı seviyeyi muhâfaza ve elde tutabilmenin teminâtıdır. Hak Teâlâ’dan gelen husûsî iltifatlar, ancak böyle kalblerin sâhipleri için mevzubahistir.
Bir de bunların üstünde Allâh’ın nûruyla mücehhez diri kalbler vardır ki, onlar peygamberlerin ve büyük Allah dostlarının kalbleridir. Onların kalblerini muhabbet-i ilâhiyye ihyâ ettiğinden dolayı, her iki dünyâya da, iltifat sayılabilecek bir nazarla ve hattâ göz ucuyla bile bakmazlar. Allah Teâlâ, peygamberleri ve onların vârisleri durumundaki ulemâ ve evliyâyı; insanların kalb gözlerini örten gaflet perdelerini aralamak, güzel ahlâk ve hâlisâne ibâdetlere teşvik ile kalbleri ihyâ edip, onları vâsıl-ı ilâllâh edecek mârifetullâha sevketmek üzere, birer “dârüsselâm”[1] dâvetçisi kılmıştır.
Kalbî terbiye netîcesinde sâliklerin yükselmesi istenen seviye, kalbin sürekli Allâh ile berâber olma hâline (ihsâna) erişmesi ve bu sûretle “diri kalb” vasfını kazanmasıdır.
Mühürlenmiş ve Ölü Kalpler
Bu kısma giren kalbler, zâkir ve diri kalblerin tam zıddı olarak îmâna dâir nasib kapıları mühürlenmiş ölü kalplerdir. Böyle kalblerin, Cehennem çukurlarından bir çukur olan bâzı mezarlardan farkı yoktur. Bu kalbler, peygamber, velî ve sâlihlerin kalblerinin tam zıddı olan kalblerdir. Nefsânî iştihâlardan başka bir talebi kalmamış olan böyle kalblere sâhib olanların, dünyâda yemek, içmek, gelgeç sevdalarla ömür tüketmekten başka bir maksatları yoktur. Hayattaki gâyeleri hayvanlarınkinden daha seviyeli değildir. Bâzen onlardan bile daha aşağı derekelerdedir. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyurur:
“Muhakkak ki Allah, inanıp sâlih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise, (dünyâdan) faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacağı yer ateştir.” (Muhammed, 12)
Diğer bir âyet-i kerîmede ise şöyle buyurur:
“(Ey Rasûlüm!) Yoksa onların çoğunu, hakkı işitiyorlar veya anlıyorlar mı zannediyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler. Doğrusu gidişçe daha da aşağı mertebededirler.” (el-Furkan, 44)
Bütün hayâtî faâliyetleri, nefsânî emellere münhasır bulunan bu gibi kimselerin ömürleri, ebedî bir hüsrân içinde geçer. Âhiretteki hâlleri ise, tasvîre sığmaz bir fâciâ dehşetiyle sonsuza dek devâm edip gider.
Böyleleri, insan ve hayattaki sırlardan, kâinattaki ibretli nakışlardan habersizdirler. Kendileri dalâlete (sapıklığa) dûçâr oldukları gibi, tesiri altındaki kimselerin de -kudretleri nisbetinde- idlâline sebeb olurlar.
Onlar, dünyâda Allâh’ın mülkü ve nîmetleri içinde yaşadıkları hâlde, bu nîmetlerin sâhibini inkâr etmek, O’nun emir ve yasaklarını çiğnemek gibi büyük bir nankörlük içindedirler. Hak Teâlâ bu tip insanlar hakkında âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, (Rabbine) apaçık düşman kesilmiş.” (Yâsin, 77)
“Onlar, sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar gittikleri yoldan dönmezler.” (el-Bakara, 18)
“Elbette Sen ölülere duyuramazsın! Sırt çevirmiş giderlerken, (gerçeklere karşı kulakları mühürlenmiş) sağırlara o dâveti işittiremezsin!.. Sen (hakîkate âmâ olan) körleri de düştükleri dalâletten çıkarıp doğru yola getiremezsin! Sen ancak âyetlerimize inanıp da teslîm olanlara duyurabilirsin.” (en-Neml, 80-81)
Bu kimselerin kalblerinin kilitli ve mühürlü olduğu, âyetlerle sâbittir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakîkat:
“Allâh onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir. Ve onlar için büyük bir azap vardır.” (el-Bakara, 7) âyetiyle beyân buyrulmuştur.
Bu keyfiyet, bütün insanlığı korku ve haşyetle ürpertecek ilâhî bir sır ve hikmettir. Her insanda hem “Hâdî” ve hem de “Mudill” sıfatlarından bir nasîb bulunduğu için, daha dünyâda iken kalbin mühürlenip hidâyet kapılarının mutlak bir sûrette ve ilâhî irâdeyle kapanması düşünülemez. Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öldürmek gibi menhûs bir gâye ile yola çıkmış olan Hazret-i Ömer’e; Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşî’ye ve hattâ o mübârek sahâbînin cesedini tahrîb edip ciğerini hırsla ısıran Ebû Süfyân’ın karısı Hind’e bile bu hidâyet kapısı kapatılmamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de kalbleri mühürlenen kimselerden bahsedilmekle birlikte, bunları şahıs-be-şahıs tâyin etmek mümkün değildir. Çünkü âkıbet meçhuldür. Firavun’un sihirbazları misâli, dalâlet üzere yaşayıp âhir ömürlerinde hidâyete erenler olduğu gibi, Kârun ve Bel‘am bin Baura misâli, hidâyet üzere yürüyüp, sonunda defterini hüsranla kapatmış olanlar da mevcuttur.
Burada dikkat edilecek nokta, Kur’ân-ı Kerîm’de kalbleri mühürlenmiş olarak yâd edilenlerin; daha ziyâde “zulüm”, “küfür” ve “fısk” gibi cürümleri işleyenlerden bâzıları olduğu gerçeğidir. Bu vasıflara sâhib insanlara dâir Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi altı yerinde, “Allâh onları hidâyete erdirmez.” buyrulmuştur. Bu âyetlerin on ikisi zâlimler, sekizi kâfirler ve altısı da fâsıklar hakkında vârid olmuştur. Ancak bu günahlardan vazgeçerek samîmî bir gönülle Allâh’a yönelen kullara hidâyet kapısı açıktır.
Onlar, daha dünyâda iken kalblerinin mühürlenmesi sûretiyle en ağır cezâya çarptırılmış bedbaht kimselerdir. Hidâyetten mahrûmiyetin, bu üç cürmün arkasından zikredilmesi, bu mahrûmiyetin sebebi hakkında bir ipucu teşkîl edebilirse de, gerçeği Allâh’a havâle etmekten başka çâre yoktur. Buradan hareketle, bu üç çeşit günahtan korunmaya daha büyük bir hassâsiyet gösterilmesi gerektiği netîcesini çıkarabiliriz.
Diğer taraftan, birçok hikmete binâen kaderin meçhûl kalması ve onu kurcalamanın pek de câiz olmaması sebebiyle bu noktayı derinleştirmekten sarf-ı nazar ediyoruz.
Hikmeti ne olursa olsun, inkârı kâbil olmayan bir gerçek şudur ki, kalbleri böyle mühürlü ve kilitli olanlar, Hakk’a ve hayra karşı kapıları kapanmış, gerçek insanlıkla ve mânevî hayatla alâkaları kesilmiş kimselerdir. Kalblerindeki mühür ve kilitleri kaldırabilecek yegâne kudretin sahibi, unutmuş oldukları yüce Mevlâ’dır. Biz kullarını böyle bir gaflete düşmekten îkaz sadedinde Cenâb-ı Hak:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19) buyurmuştur. Âyette, Allâh’ı unutan kimselerin, kendilerini bile hatırlayabilecek bir şuur ve iz’ândan mahrum kaldıkları vurgulanmaktadır.
Hakîkate âmâ olan bu tip kalbler, enbiyâ ve evliyânın kendilerine sundukları kurtuluş reçetelerini ve hidâyet meş’alelerini, nefsânî ve behîmî arzularına ters düştüğü için îtirâz ile karşılar, yâhut bîgâne kalmak bahtsızlığına düşerler. Nefislerinin aldatıcı telkînleriyle ölüm ve âhireti olmayan bir hayal dünyâsı îmâr ederek, orada avunmaya çalışırlar.
Yarasaların, fıtrî temâyüllerinin îcâbı olarak karanlıklardan hoşlanması gibi, bunlar da şahsiyetlerinde meknûz olan menfîliklerin sultası altına girerek sefâletlerini saâdet sanmanın bedbahtlığı ve cesetlerinin hamallığı içinde yaşarlar. Yine onların bu hâli şâir Mehmet Âkif’in:
Îmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür!
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür!
beytini hatırlatmaktadır. Nefsâniyet ve îmansızlık batağına saplanmış olanlar, ölüm ânının korkunç zelzeleleri ve ölüm meleğinin ateşli darbeleri ile hakîkat âlemine uyanırlarsa da, artık bu uyanıştan hiçbir fayda elde edemezler. Çünkü Âdemoğlu için mükellefiyet, ölüm meleğini karşısında göreceği âna kadardır. O andan sonra fırsat, bir daha ele geçmemek üzere zâyî olmuş demektir. O zamandaki rücû ve nedâmet, tıpkı Firavun’un ölüm ânında geç kalmış tasdîki ve secdeye kapanışı gibi faydasızdır. Artık böylelerinin bundan sonraki âkıbeti, cesetleri yuttukça iştihâsı kabaran cehennem alevlerinin kucağı olacaktır.
Hastalıklı ve Gafil Kalpler
Bunlar, sıhhatli ve ölü olan kalbler arasında mutavassıt bir mevkîdedirler. Böylelerinin hâli, bedenen hasta insanların muzdarip hayâtına benzer. Ne dünyevî hayatlarında bir âhenk ne de içlerinde bir huzur vardır. İç âlemlerindeki belirsizlik dış âlemlerini, dış âlemlerindeki düzensizlik de iç âlemlerini menfî tesir altında bırakır. Dimağlarındaki karmaşa, bütün hâl ve hareketlerine sirâyet eder. Şüphe, kararsızlık ve tutarsızlık girdaplarında bocalayan bu tip hasta ve gâfil kalbler; cehâlet, şehevât ve ihtirasları sebebiyle bilumum ahlâksızlıklara düşme ihtimâliyle her an karşı karşıya bulunmak gibi mânevî illetlere mübtelâdırlar.
Âyet-i kerîmede bu zümre hakkında Cenâb-ı Hak:
“Onların kalblerinde hastalık vardır, Allâh da onların hastalıklarını artırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle, onlar için elîm bir azap vardır.” (el-Bakara, 10) buyurmuştur.
Kalplerin Manevi Hastalıkları
Şüphe; bir hakîkat dalına konamamak sûretiyle, feyizli bir rûhânî hayattan mahrum kalma hastalığıdır ki, kalblere mânen ölüm sancıları getirir. Yine kalbi tatmîn edecek îmânî istikrardan mahrûmiyet, onları dâimî bir huzursuzluk hastalığına mübtelâ kılar.
Cehâlet; hakîkatten mahrûmiyetin ıztırabını dahî bilemeyecek derecede körlük, zavallılık, acı ve karanlık dolu bir yoldur. Bu hâl kendilerini istîlâ ederek, onları sonu mutlak hüsrân ve felâket olan bir yolda yürütür.
Şehevât ve ihtiraslar; kalbin rikkatini kaybederek duyarsızlaşması netîcesinde, doymak bilmeyen arzuların tahakkümü altında bulunması hastalığıdır. Bir nevî emel çılgınlığıdır ki, sükûnet bulacağı ve karar kılacağı yegâne yer, selvilerin koyu gölgeleri altındaki kabristanların kara toprağıdır.
Ahlâksızlık; kalbin mânevî kanseridir. Vaktinde tedâvî görürse Allâh’ın izniyle şifâ bulunabilir.
Kalbin korkunç bir hastalığı da katılıktır ki zarîf ve latîf neşvelerin, insânî duyguların ve rûhânî akislerin nârin temaslarını duyamamak mahrûmiyetidir. Böyle kalbler, itaat tanımaz, irşâd sesi dinlemez, inilti-feryâd duymaz, merhamet ve şefkat nedir bilmezler. Taşlar bile bu kalblere nazaran daha yumuşak, daha sıcak ve sevimli kalır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakîkati şöyle ifâde buyurmuştur:
“...(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalbleriniz katılaştı. Artık kalbleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allâh korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (el-Bakara, 74)
Âyet-i kerîmeden anlaşılacağı üzere kalbin katılığı, Allâh’ı hatırlamamak ve ilâhî hakîkatlerle uzun bir süre ünsiyetten mahrum kalmanın tabiî bir netîcesidir. Diğer bir âyet-i kerîmede de Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış kimselere yazıklar olsun. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zümer, 22)
Hasta ve gâfil kalblerle yapılan ameller, Hak katında kıymetini kaybeder. Kalbler, Hak nûruyla aydınlanmadıkça körleşir ve hissizleşir. Kâinattaki ilâhî esrârı fâş eden binbir nakışı ve kevnî âyetleri göremez hâle gelir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“(Ey Habîbim! Sana karşı gelenler) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? (Şayet ibret nazarıyla dolaşmış olsalardı), düşünebilecekleri (hissedebilecekleri) kalbleri, işitebilecekleri kulakları olurdu. Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalbler kör olur.” (el-Hacc, 46) buyurmakla ibret nazarlarının kalbler için ihyâ edici bir uyarıcı mevkiinde bulunduğunu beyân etmektedir. Kalbin nûruyla bakmadıkça, göz penceresi bir işe yaramaz. Zîrâ buğulu bir camın arkasından net bir manzara seyretmek mümkün değildir.
Kalbin ihmâl edilen küçük hastalıkları dahî, telâfîsi mümkün olmayan büyük kayıplara ve hattâ onun mânen ölümüne sebebiyet verebilir. Bu sebeple kalblerin, büyük bir îman titizliği içinde muhâfaza edilerek, Allâh’ın irâdesine teslîm olması zarûrîdir. Cenâb-ı Hakk’a tam mânâsıyla teslîm olmuş bir insanı, Yaratan’ından başka sevk ve idâre edecek hiçbir güç yoktur. Şu hadîs-i şerîf, kalbi muhâfazanın zarûretini ne güzel ifâde eder:
“Haberiniz olsun ki, insanda bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur; o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o, kalpdir.” (Buhârî, Îmân, 39)
Bu dünyâ, Cenâb-ı Hakk’ın imtihan ve teklîf sahrâsıdır. Üzerinde türlü türlü imtihan rüzgarları esmekte ve insan kalbini çeşitli tesirler altında tutarak, bir o yana, bir bu yana sürüklemektedir.
Dünyânın imtihân mekânı olarak takdîr edilmesinin tabiî bir netîcesi olarak cereyân eden birbirine zıt vukûat fırtınalarının, kalbi, bir kuru yaprak gibi önüne katıp sürüklememesi için, onun bu tesirlerden muhâfaza edilmesi zarûrîdir. Bu itibarla da kalbi, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî nusret ve muâveneti cihetinden esen tatlı meltemlere teslîm etmek îcâb eder. Bu da ancak Allâh’a ilticâ etmek, O’nun emir ve nehiylerine itaat ve teslîmiyet göstermekle mümkündür.
Dipnot:
[1] Dârüsselâm: Cennet.