Bâzı kimselerin, mensub oldukları mânevî yola muhabbette haddi aşarak; “kendi yolunun en günahkârının bile, kırk kişiye şefaat edeceği, âhirette kendi mürşidinin eteğine tutunanların doğrudan Cennet’e gidecekleri” şeklinde, şer’î esaslarla aslâ te’lif edilemeyecek tarzda, asılsız, mesnedsiz, hezeyana dönüşmüş heyecan taşkınlıklarına da rastlanmaktadır.
Evvelâ şunu ifâde edelim ki, şefaat haktır. Rabbimiz dilerse, dilediği kullarına bu salâhiyeti bahşedebilir. Lâkin kimin kime şefaat edeceği, ancak Rabbimiz’in bileceği bir husustur. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;
“…İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir?..” (el-Bakara, 255)
Ayrıca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sevgili kızı Hazret-i Fâtıma’ya yaptığı şu îkaz da çok ibretlidir:
“Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Allah katında makbul olan sâlih ameller işle! (Aksi hâlde, babanın peygamber olduğuna güvenme!) Çünkü ben, (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)
Dolayısıyla, sâlih kullara duyulan muhabbet, hürmet, âidiyet, mensûbiyet ve hüsn-i zan duygularını, ebedî kurtuluş hususunda şer’î bir nass kat’iyyetinde görmek, kişiye mânen zarar verir.
AŞIRI İLTİFATLAR ZARAR VERİR
Evliyâullâh’ın rakik kalplerini titreten en mühim hususlardan biri de, kendilerine yapılan aşırı iltifatlar sebebiyle Hakk’ın huzurunda hesaba çekilme endişesidir. Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu anh- birinin övgüsüne muhâtap olunca, derhâl Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ederek:
“Allâh’ım, Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allâh’ım, beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatâlarımı mağfiret eyle, söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesaba çekme!” demiştir.1
Aynı endişe sebebiyle Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, mezar taşına övgü ve iltifat ifâdeleri yazılmamasını vasiyet etmiştir. İşte gerçek mânâda tasavvuf ehli olanlar, yürekleri bu hassâsiyetlerle titreyen mü’minlerdir.
Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, Peygamber’lerini yüceltmede haddi aşmaları sebebiyle Hristiyanlar, dînin tevhid akîdesini bozmuşlar, Cenâb-ı Hakk’a ortak koşmuşlardır. Bu bakımdan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini bu nevî aşırılıklardan sakındırarak;
“Hakkımda, hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’ya yaptıkları aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben, Allâh’ın bir kuluyum. Benim için; «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48) “Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ, beni Rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” îkazlarında bulunmuştur. (Hâkim, III, 197/4825; Heysemî, IX, 21)
HER KUL ÂCİZ VE KUSURLUDUR
Şunu da unutmamak îcâb eder ki, peygamberler dışında her kul, âciz ve kusurludur. Hattâ peygamberler bile, beşer olmak hasebiyle, “zelle” işlerler. Fakat ilâhî te’yîde mazhar oldukları için, tashih edilirler. Bunun hikmetlerinden biri de; peygamberlere dahî âciz olduklarını hatırlatmak; ümmetlerine de, peygamberlerine ulûhiyet izâfe edercesine aşırı yüceltmelerde bulunmamalarını telkin etmektir.
Dolayısıyla mâneviyat büyüklerine muhabbet ve hürmet ne kadar gerekliyse de, onları yüceltmede şer’î hudutlara riâyet etmek de son derece zarûrîdir. Aksi takdirde, bu hususta haddi aşanlar; hem kendi istikâmetlerine zarar vermiş, hem de mensubu oldukları mânevî yolun sâfiyetini lekelemiş olurlar.
HAKK'A KUL OLABİLMEK
Her hususta olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman istismarcılar ortaya çıkmıştır. Bugün de gerek benlik, gerekse de rûhî bir hastalık sebebiyle birileri kalkıp; “Ben zamanın kutbuyum, gavsıyım!..” gibi iddiâlarla gerçek tasavvufun rûhundan tamamen uzak bir büyüklük iddiâsı ve şöhret arayışı içinde olabilirler. Tarih boyunca bu tip istismarcıları en başta gerçek tasavvuf ehli tenkit etmiştir.
Unutmayalım ki bu imtihan âlemine, birbirimize karşı övünmek için gelmedik. Hepimiz; hiçlik, fânîlik ve acziyetimizi idrâk ederek Rabbimiz’e kulluğumuzu arz etmek üzere bu dünyaya gönderildik. Bu fânî âlemde en büyük pâye, Hakk’a kul olabilmektir. Hepimiz, hatâsıyla-sevâbıyla, âciz birer kuluz. Âkıbetimiz hakkında da, elimizden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra, yalnızca Rabbimiz’in rahmet, mağfiret ve inâyetine sığınırız.
Dipnot: 1) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 104.