KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Yunus Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu sûre’i celîle, Kur’an’ı Kerim’in onuncu sûresidir, sahih görülen kavle göre bütün âyetleri Mekke’i Mükerreme’de nâzil olmuştur. (109) âyeti celîleden meydana gelmektedir. Bir rivâyete göre de (40 41) âyeti kerimesi ve diğer bir rivâyete göre de 94, 95 ve 96)’ıncı âyetleri Medine’i Münevvere’de inmiştir. Bu mübârek sûre de, birçok mühim meseleleri aydınlatmaktadır. Hz. Nuh’a, Hz. Musa’ya dâir de bilgi vermektedir. Fakat bu sûre’i celîlenin birçok âyetleri Allah’ın “ahmetinin azâbından daha fazla tecelli ettiğini bildirmektedir. Hz. Yûnus aleyhisselâm’ın kavmi hakkında da bu ilâhî rahmetin tecelli etmiş olduğunu bu sûre’i celîlede zikredildiğinden bu münasebetle buna “Yûnus Sûresi” adı verilmiştir. Nitekim Uz. Yûnus’a dair ileride verilecek bilgiler, bu hususu aydınlatacaktır.
1. Elif, Lâm, Ra. İşte onlar, hikmetli olan kitabın ayetleridir.
1. Bu mübârek âyetler, ilâhî âyetlerin yüceliğini bildirmektedir. İnsanları müjdelemek ve Allah’ın azâbından korkutmak için Yüce bir Peygamberin ilâhî vahye mazhar olmasının şaşılacak bir şey olmadığını ihtar ve kâfirlerin bâtıl iddialarını gözler önüne sermektedir. Şöyle ki: (Elif, lâm, ra) Müteşabihatdan olan bir mübârek kelimedir. Bunun mânâsını Allah’ın ilmine havâle ederiz. Buna dâir “Bakara sûresr’inde bilgi verilmiştir. Maamafih İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet edildiğine göre bunun mânâsı: “Ben Allah Teâlâ’yım, görürüm” demektir. Veya “Rab olan benim, benden başka Rab yoktur” meâlindedir. (İşte onlar) Bu sûredeki veya bundan evvelki sûrelerdekimuazzam âyetler (hikmetli olan kitabın ayetleridir.) Yani: Onlar, bütün hikmet dolu Kur’an’ın ayetleridir. Veya onlar dinî meselelere, Hz. Peygamber’in risaletindeki doğruluğuna hükmeden ve mânevî yönden hikmetli olan ilâhî kitabın ayetleridir. Veya onlar, nice hikmetleri, hakikatları içeren lâvh-ı mahfuzda sâbit olan ayetleridir. Artık bu mübârek kutsî, âyetleri kim inkâr edebilir?.
2. İnsanları uyar ve imân edenleri müjdele ki, şüphesiz onlar için rabbleri katında yüksek bir doğruluk makamı vardır, diye onlardan bir erkeğe vahyetmiş olmamız insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, kâfirler, bu şüphe yok ki bir apaçık sihirbazdır, dediler.
2. Vaktiyle Mekke ahalisi, Peygamber Efendimizin Peygamberliğini inkâr etmişler, Cenâb-ı Hak, başka birisini bulamadı mı ki. Ebû Tâlib’in yetimini insanlara Peygamber gönderdi, diye cahilce lâkırdılarda bulunmuşlardı. İşte onları red için buyruluyor ki: (İnsanları uyar) Onlara dünyevî ve uhrevî felâketleri bildirerek kendilerini uyanmaya davet et (ve imân edenleri) de maddî ve mânevî nice mükâfatlara kavuşacaklarını kendilerine bilirerek (müjdele ki: Şüphesiz onlar için) o imân sahiplerine mahsus (rableri katında) âhiret âleminde, Cenâb-ı Hak’kın mânevî katında (bir kademe sıdk vardır.) yani: Onlar için güzel amellerinden dolayı bir hayırlı son vardır veya yok olmayacak bir yüce makam vardır veyahut onların haklarında Rasûlullah’ın şefaat edeceği bildirilmiştir (diye onlardan) o Mekke ehlinden (bir erkeğe) onların seçkin bir grubundan olan Kureyş kabilesine mensup Hz. Muhammed’e (vahyetmiş olmamız) onu Peygamberlik şerefine kavuşturmamız (insanlar için şaşılacak birşey mi oldu ki) o hayrete düşen kâfirler, o mübârek Peygamberin risaletini uzak görerek inkâra cür’et ettiler. O (kâfirler) Hz. Muhammed Aleyhisselâm hakkında (bu) Peygamberlikiddiasında bulunan (apaçık bir sihirbazdır dediler!.) onun gösterdiği mucizeleri, Kur’an âyetlerini birer sihir sandılar, onda tecelli eden mükemmellikler! görmekten mahrum kaldılar. Halbuki: Kur’an’ı Kerim’in bir sihir eseri değil, bir mucize kitap olduğu parlayıp durmaktadır. O sihir değil, ilâhî bir vahyin neticesidir. Onun bütün beyanları, hikmete, fazîlete, insanlık âdâbına, sosyal ve siyasî hükümlere ve diğer hususlara aittir. Artık ona nasıl bir sihir denilebilir?. Onu tebliğ etmekle emrolunan zâta da nasıl sihirbaz vasfı verilebilir?
3. Muhakkak ki. Rabbiniz o Allah Teâlâ’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istiva buyurdu. Her işi idare ediyor. Hiçbir şefaat edici yoktur, ancak onun izninden sonra. İşte sizin Rabbiniz O’dur. Artık ona ibâdet ediniz, siz hiç düşünmez misiniz?
3. Bu mübârek âyetler, Kâinatın Yaratıcısının varlık alanına getirdiği eşsiz yaratılıştaki eserlerini insanlığın dikkatlerine sunuyor, bütün mahlûkatı hakkında yalnız onun emir ve takdirinin cereyan etmekte olduğunu bildiriyor, ve ebediyet âleminde mü’minlerin mükâfata kavuşacaklarını kâfirlerin de elem verici azaplara uğrayacaklarını haber veriyor. Allah’ın kudretiyle ne hârikaların meydana geleceğine işaret ederek ilâhî vahiyden dolayı hayrete düşmeye mahal bulunmadığını şöylece gösteriyor: (Muhakkak ki. Rabbiniz) Sizi yaratan, yaşatan, terbiye eden (o Allah Teâlâ’dır ki,) Yüce kudretiyle (gökleri ve yeri altı günde yarattı) yani: Dünya günlerinin altısına eşit bir zaman içinde meydana getirdi. Aslında Cenâb-ı Hak, dileseydi bunları bir anda da yaratabilirdi. Fakat bir takım hikmetlerden dolayı ve kısacası halka sağlam yapmayı ve yavaş davranmayı öğretmek için böyle altı günlük bir müddet içinde yaratmıştır ki, bunların herbiri o Yüce Yaratıcının varlığına, kudret ve yüceliğine birer delil makamındabulunmaktadır. (Sonra arş üzerine istiva buyurdu) Bütün bunların üstünde irâdesi ve kudreti hüküm sürüp durdu. O Hikmet Sahibi Yaratıcı (her işi) her dilediği şeyi (idare ediyor) bunların hakkında hikmetinin gereğine göre kudreti ve irâdesi hükümran oluyor. Göklerin ve yerin durumunu düzenliyor, bunlardan dilediğini meydana getiriyor, dilediğini de mahvediyor. Bütün kâinatın işlerinin idâresi o Yüce yaratıcıya ait bulunuyor, (hiçbir şefaat edici yoktur) Hiçbir kimse, başkası hakkında şefaate, onu kurtarmaya bizzat selâhiyetli değildir, (ancak onun) O Kâinatın Yaratıcısının (izninden) müsaadesinden (sonra) şefaat edebilir. Çünki bütün mahlûkat üzerinde müstakil olarak hâkimiyet, o Kâinatın Yaratıcısına aittir. Onun müsaadesi olmadıkça hiçbir kimse bir şeye kaadir ve selâhiyetli olamaz. Artık bir takım müşriklerin, putlarından şefaat urumaları nasıl doğru olabilir?. Bu âyeti celîle, o müşriklere karşı bir reddiye mahiyetindedir. Ancak Cenâb-ı Hak’kın salih kulları, Hak Teâlâ’nın müsaadesi şartiyle bazı günahkârlar hakkında şefâatte bulunabileceklerdir. Bu âyeti kerîme, buna da işaret buyurmaktadır. Çünki böyle bir şefâatin Allah’ın izni ile mümkün olacağını göstermektedir. (İşte sizin Rabbiniz o’dur) O ilahlık ve rablık sıfatiyle vasıflanmış, bütün Kâinatın Yaratıcısı bulunan o Yüce Mabuddur, (artık) Ey insanlar!. Hepiniz (ona) o Yüce yaratıcıya (ibâdet ediniz) onu birleyin ve tesbih edin, ona hiçbir kimseyi ortak koşmayın. (Siz hiç düşünmez misiniz?.) Ey gafil insanlar!. Gözlerinizin önündeki bu kadar yaratılış eserleri, Cenâb-ı Hak’kın varlığına, birliğine, kudret ve yüceliğine işaret edip dururken siz bu hususta hiç tefekküre dalmaz mısınız? Ondan başka Rablığa, mâbudluğa lâyık bir kimsenin bulunamayacağını anlayamaz mısınız ki, öyle bir takım putlara, insanlara tapınıp durmayasınız?. O Kerem Sahibi Yaratıcının Peygamberlerini, kitaplarını,ilâhî vahyini inkâra cür’et gösterip tasdik edesiniz.
§ Bu âyeti celîledeki istivadan maksat, lûgat anlamı itibariyle olan bir istiva, bir istikrar yani, birşey üzerinde yerleşmek, bir seviyede bulunmak demek değildir. Çünki Cenâb-ı Hak böyle bir istivadan uzaktır. Bütün mevcudat daha yaratılmamış iken O Yüce Yaratıcı yine var idi. Onun mekâna ihtiyaçtan uzak olduğu binlerce delil ile sabittir. O halde bu istivadan maksat, Hak Teâlâ’nın bütün kâinata sahip, onların üstünde hükmedici olması ve hepsi hakkında ilâhî kudretinin cereyan etmesi demektir.
§ Arş: Lûgatte, çardak, kubbe, taht gibi mânâları ifade eder. Şeriat dininde Arş: Göklerin üstündeki bir yüce âlemden ibarettir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyeti kerimedeki arştan maksat, bütün göklerin üstünde bulunan büyük ve yüce bir âlemden ibarettir. Cenâb-ı Hak’kın arş üzerine istivasından, maksat ise, böyle muazzam bir âlem üzerinde de ilâhî hükmün cereyan ettiğini beyandan, ilâhî hakimiyetin yüceliğini tasvirden ibarettir. Artık bunun aşağısındaki âlemlerde de o ilâhî hükmün geçerli olacağı pek edebî bir şekilde anlatılmış bulunmaktadır. Veyahut bu arştan maksat, mutlaka ilâhî mülktür ki, bütün bu kâinat, Cenâb-ı Hak’kın kudret ve hâkimiyeti altında bulunduğu için bunların üzerine istivadan maksat, bütün bunların üzerinde ilâhî hakimiyetin cereyan ettiğini beyandan ibarettir. Yoksa Allah Teâlâ Hazretleri ezelî ve ebedî olduğundan sonradan olan herhangi bir makam üzerinde bulunmak ihtiyacından uzaktır. Buna inancımız tamdır.
4. Dönüşünüz cümleten O’nadır. Bu, Allah Teâlâ’nın kesin olan vadidir. Şüphe yok ki, O mahlûkatı önce meydana getirir, sonra da geriye çevirir ki, imân etmiş ve salih amellerde bulunmuş olanları adâletle mükâfatakavuştursun. Kâfir olanlar için de küfretmekle oldukları şeyler sebebiyle kızgın sudan bir içki ve pek acıklı bir azap vardır.
4. Ey insanlar!. Bir kere düşününüz; şüphe yok ki: (Dönüşünüz cümleten o’nadır) Hepiniz öleceksiniz, hepiniz mahşere sevkedileceksiniz, Cenâb-ı Hak’kın muhakemesine tâbi olacaksınızdır. (Bu) O Yüce Mâbud böyle dönüşünüz (Allah Teâlâ’nın kesin olan vâdîdir) bu bir hakikattır, bunda bir yalan düşünülmüş değildir, (şüphe yokki, o) Yüce Yaratıcı (halkı önce meydana getirir) hayata kavuşturur (sonra da geri çevirir) öldürür, tekrar hayata erdirir (ki) dünyada iken Allah’a (imân etmiş ve salih amellerde bulunmuş olanları) bu dindarca hareketlerinden dolayı (adâletle) onları lâik oldukları sevaplarından birşey noksan etmeksizin (mükâfata nâil buyursun) kendilerini ebedî selâmete, saadete erdirsin (kâfir olanlar için de) dünyada iken Yüce Yaratıcıyı birlemek ve tasdik etmekten mahrum olarak (küfretmekte oldukları şeyler sebebiyle) âhirette (kızgın sudan) son derece hararetli, yakıcı (bir içki ve pek acıklı) fevkalâde tesirli (bir azap vardır) onlar herhalde bu azâba uğrayıp duracaklardır. Artık inkarcılar, o ilâhî vahyi garip bulup tasdik etmeyenler, bu pek korkunç akıbetlerini düşünmeli değil midirler?.
5. O, O Yüce Yaratıcıdır ki: Güneş’i bir ışık, Ay’ı da bir nur kıldı. Ve ona menziller tâyin etti ki, senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Allah Teâlâ bunları ancak hak ile yarattı. Bilen bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak beyan buyuruyor.
5. Bu mübârek âyetler de âlemin yaratıcısının kudret ve azametine pek parlak bir surette işaret eden bir kısım eserlerine dikkatleri çekmektedir. Kâinatın Yaratıcısının yaratmış olduğu bu eşsiz eserlerdeki hikmet ve menfaata işâret ederek insanlığı şöylece uyanmaya davet buyurmaktadır. Ey insanlar!,(o) ezelî ve kerem sahibi mabudunuz (o) Yüce Yaratıcı (dır ki) hergün ufukları aydınlatan (Güneşi bir ışık) bizzat parlak bir mahiyette yarattı. (Ay’ı da bir nur) güneşin ışığıyla yüzü nurlar içinde kalan bir parlak küre (kıldı) onunla geceleri aydınlattı. (Ve ona) O ay’a veya güneş ile aydan herbirine (menziller tâyin etti) heyet ilminde beyan olunduğu üzere güneşin çeşitli doğuş yerleri vardır. Vakit vakit doğarak yerküresinin muhtelif kısımlarını ışıklar içinde bırakır. Bir muhitte batarak diğer bir muhitte doğmaya başlar, böylece geceleri ve gündüzleri meydana getirir. Güneşin hareketiyle dört mevsim de meydana gelir. Ayın da gökte çeşitli menziller! konak yerleri vardır. Çeşitli yerlerden doğmaya başlar. Güneşle karşı karşı geldiği oranda ışık peyda eder. Yeryüzünde olanlara çeşitli şekilde yüzünü gösterir, kâh hoş bir hilâl şeklini alır, kâh tamamen yüzü ışıklar içinde kalır. Bu sayede insanlar ayların, haftaların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. Ayın görünen tarafı dâima muhtelif vaziyetlerde bulunduğundan bununla muhtelif vakitleri tâyin etmek şehir halkı için de, çöl halkı için de kolay bulunmaktadır. Ayın görünen kısmındaki değişiklik, vakitlerin miktarını bilmek için sonuç çıkarma vasıtasıdır. Bunun içindir ki, İslâm dininde ay yılı kabul edilmiştir. Omç gibi ibadetlerde, bayram gibi dinî günlerde hilalin görülmesine itibar edilir. Senelerin müddeti de şer’an oniki kamerî aydan ibarettir. Niteldm bir âyeti kerime de
Allah’ın katında ayların sayısı on ikidir… (Tevbe, 9/36)buyurulmuştur.
Kısacası: Cenâb-ı Hak güneş için ve özellikle ay için öyle çeşitli menziller, yaratmıştır. (ki senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz) Evet… İnsanlar bu sayede ayların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. (Allah Teâlâ bunları) Bu bildirilen gök cisimlerin! vesaireyi (hak ile yarattı) bunları boş yere yaratmadı, belki kullarının faideleri için yarattı. Kendi kudret ve azametini, birliğinin delillerini göstermek için meydana getirdi. İşte Cenâb-ı Hak (bilen bir kavim için) hak ve hakikatı düşünen, bu yaratılış alemindeki hikmet ve faydayı düşünebilen, zekâsını ilm ve irfan nurlariyle aydınlatmak isteyen bir insanlık cemiyetinin istifadesi için (âyetlerini) birliğine, azamet ve yüceliğine, şâhitlik eden açık delilleri, bu kâinattaki güzel eserleri (ayrıntılı olarak) açık, tafsilatlı, birbirini müteakip bir surette (beyan buyuruyor) artık insanların vazifesi de bu kutsî âyetleri, bu harikulâde eserleri nazarı İtibara alarak inançlarını amellerini güzelce tanzime çalışmaktan ibarettir.
6. Şüphe yok ki, gece ile gündüzün birbirini takib etmesinde ve Allah Teâlâ’nın göklerde ve yerlerde yaratmış olduğu şeylerde sakınan bir kavim için elbette âyetler vardır.
6. (Şüphe yok ki gece ile gündüzün) ihtîlâfında (birbirine takib etmesinde) gündüzlerin ve gecelerin devam etmeyip dâima değişip durmasında; müddetlerin azalıp çoğalmasında (ve Allah Teâlâ’nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylerde) kısacası gök kubbesini süsleyen binlerce ışıklı, aydınlık yüce cisimlerin varlığında, yeryüzündeki çeşitli denizlerin, ırmakların, dağların, sahrâların, madenlerin, bitkilerin, ağaçların, hayvanların varlıklarında (sakınanlar) Allah Teâlâ’dan korkan, kulluk vazifesini yerine getirmeye çalışan (bir kavim için elbette âyetler) Allah’ın kudretineişaretler, şahitlikler (vardır) takvâ sâhibi, hakikaten aydın olan zatlar elbette bunları görür, bunlardan yararlanırlar. Kalplerinde irfan nuru daha fazla parlamaya başlar durur.
7. O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümit etmezler ve dünya hayatına razı olmuşlar ve onunla mutmain olmuşlardır ve o kimseler ki onlar bizim âyetlerimizden gafillerdir.
7. Bu mübârek âyetler, âhireti inkâr edip dünya hayatına tutkun olan dinsizlerin nasıl felâketlere uğrayacaklarını bildirmektedir, İmân ve salih amel sahiplerinin de nasıl bir saadete ereceklerini, nasıl yüce bir tesbih ve tehlil ile kulluk lisanlarını süsleyeceklerini şöylece beyân buyurmaktadır: (O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümid etmezler) Ahiret âlemine sevkedilerek hesaba muhakemeye tâbi olacaklarına inanmazlar veyahut ilâhî azâbı düşünerek ondan korkmazlar (ve dünya hayatına razı olmuşlar) bu hayatın yok olmayacağına kanaat getirmiş gibi ona sarılmış durmuşlar, ebedî hayatı düşünmez bir hâle gelmişlerdir (ve onunla) dünya hayatı ile (mutmain bulunmuşlardır) bütün arzularına kavuşmuşlar gibi bir emniyet içinde gaflete dalmış durmuşlardır, (ve o kimseler ki, onlar bizim âyeücrimîzden gafillerdir) Cenâb-ı Hak’kın birliğine, mâbutluğuna, insanlığın O Yüce Yaratıcıya ibâdet ve itaatle mükellef olduğuna, dünya hayatının çabucak yok olup başka âlemlerin varlığına vesâireye ait olan ayrıntılı ilâhî âyetlerden, ihtarlardan gaflete dalmış, onları asla düşünmemişlerdir.
8. İşte onların varacakları yer, kendi kazanmış oldukları şey sebebiyle ateştir.
8. (İşte onların) O yukarıda dört türlü vasıfları bildirilen günahkâr, inkârcı, gafil kimselerin yarın âhirette (varacakları yer) onların bir daha ayrılamayacakları yurtları, karargâhları (kendi kazanmış oldukları şey) şirk ve isyanları (sebebiyle ateştir) cehennem azâbıdır. Artık dünyada iken ne kadar yanlış bir kanaatdebulunmuş olduklarını o zaman anlayacaklardır. Ne yazık ki artık yapacakları pişmanlık, kendilerine asla fâide vermeyecektir.
9. O kimseler ki, imân ettiler ve salih amellerde bulundular, muhakkak ki, onları imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir, nimet dolu cennetlerde altlarından ırmaklar akar.
9. Fakat (O kimseler ki) o düşünen: Aydın zatlar ki, daha dünyada iken (imân ettiler) Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, kudret ve azametini bilip tasdik eylediler, onun dinine kavuşup gafletten kaçındılar (ve salih amellerde bulundular) üzerlerine düşen namaz gibi oruç gibi kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalıştılar, dünya varlığına kalplerini bağlayarak ebediyet âlemini hiç hatırlamayan dinsizler gibi bir bâtıl kanaatde bulunmaktan sakındılar. (Muhakkak ki, onları) da öyle doğru, Allah’ın rızasına uygun bir şekilde (imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir) onları selâmet ve saadete kavuşturur, nice ebedî nimetlere kavuşturur. Özellikle (naim cennetlerinde) birer nimet, selâmet, hoş dirlik mahallerinde, gayet güzel bahçelerde, bostanlarda tahdlar üzerinde otururlar, önlerinden, alt taraflarından nehirlerin güzel güzel akıp gitmekte olduklarını görürler. Evet… Onların böyle (altlarından ırmaklar akar) gider, onlar da bu ırmakların öyle pek hoş, zevk veren akışlarını seyrederek bir büyük mânevî şevk ve zevk ile Cenâb-ı Hak’ka hamd ve şükr eder dururlar.
10. Orada duaları: Sübhanekâllahümme = Ya ilâhî! Seni tesbih ve tenzih ederiz’dir. Orada sağlık temennîleri de: “selâm = selâmette olunuz” dur. Dualarının sonu da: Elhamdülillâhî Rabbi lâlemîn = Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur.
10. Evet… Böyle cennetlere kavuşan mes’ud kulların (Orada) o cennet âleminde, o ebedî nimetlere kavuşmaları sırasında Kerem SahibiYaratıcıyı kutsamak için (duaları) kulluk arzında bulunmaları (Subhanekâllahümme) demeleridir. Yani: Ey Allah’ım!. Seni tespih ve tenzih ederiz, diye saygı göstermeye devam etmeleridir, lisanlarını böyle bir ilâhî zikr ile süslemeleri ve aydınlatmalarıdır. (Ve orada) O cennetler âleminde (sağlık temennileri de selâmdır) yani: Birbirine karşı ve melekler de onlara yönelerek selâmette olunuz, her türlü çirkin, hoş olmayan şeylerden selâmet içinde bulunarak ebedî bir saadet içinde yaşayınız, diye iltifatta bulunmaktır. Nitekim bir âyeti kerime de: Cennet ehlinin yanına meleklerin her bir kapıdan girerek “selâmün aleyküm” diye selâm vereceklerini beyan buyurmaktadır. Cennet ehlinin dualarının sonu da (Elhamdülilâhî Rabbilâlemin) demekten ibarettir. Yani: Cennetlere kavuşan zatlar, ulaştıktan sonsuz nimetlerden dolayı kerem ve merhamet sahibi olan Cenâb-ı Hak’ka karşı şükürlerini sunmaya çalışırlar, “hamd ve şükr âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ Hazretlerine mahsustur” diyerek kulluk lisanlarını süslerler. Binaenaleyh her mü’min için lâzımdır ki, kavuştuğu bütün maddî ve mânevî nimetlerden dolayı daima Cenâb-ı Hak’ka hamd ve şükre çalışsın, onun kutsî emirlerine, yasaklarına uymayı bir kutsal kulluk vazifesi bilsin.
11. Eğer Allah Teâlâ, insanlara hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de alelâcele verecek olsa idi elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Artık bize kavuşmalarını ummayanları kendi azgınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakırız.
11. Bu mübârek âyetler, bir’an evvel faideli şeylere kavuşmalarını aceleyle isteyen bir takım insanlara eğer lâyık oldukları cezaları da Cenâb-ı Hak, onların istemesi üzerine aceleyle verecek olsa idi hepsinin de derhal ölüp gitmiş olacaklarını hatırlatmaktadır. Ve insanların başlarına bir belâ gelince hemen Cenâb-ı Hak’ka yalvardıklarını ve bundan kurtulunca da hiç yalvarmamış gibi nankörce bir vaziyetalmakta olduklarını ve böyle beyinsizce bir vaziyetin ise kendilerince güzel bir hareket imiş gibi görünmekte olduğunu kınama makamında beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eğer Allah Teâlâ insanlara) Allah’a kavuşmayı ümid etmeyen cahil inkârcı kimselere (hayrı çarçabuk istedikleri gibi) hayır hakkındaki dualarının aceleyle kabulünü arzu eder oldukları gibi (şerri de alelâcele verecek olsa idi) yani: Onların şer ile, azap ile tehdit edildikleri zaman o şerrin azabın kendilerine hemen gelmesini bir alay yoluyla istemeleri üzerine Cenâb-ı Hak o şerri de derhal onların üzerine yöneltseydi (elbette onların ecellerini yitirivermiş) onları hemen helâk kılmış (olurdu.) Velâkin onlara bir müddet mühlet vermektedir, (artık bize kavuşmalarını urumayanları) Allah’a kavuşmayı ümit etmeyen, mahşer âlemine, uhrevî cezaya inanmayan fasıkları (kendi azgınlıkları içinde) öyle dikkafalılıkları, inatlan içinde (şaşkın) çapkın, şaşkın (bir halde bırakırız) artık o sapıklıktan asla kurtulmuş olamazlar.
§ Rivayete göre “Nadir İbnül Hırs” gibi bir takım müşrikler, Peygamberimizin risâletini inkâr etmişler ve “Allah’ım!. Eğer Muhammed’in -Aleyhisselâm- peygamberlik iddiasındaki sözü doğru ise üzerimize gökten hemen taş yağdır veya bize acıklı bir azap getir” demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Evet… Cenâb-ı Hak, onların üzerine o azâbı vermemiş, hikmet gereği sonraya bırakmış, bilahara lâyık oldukları felâketlere onları uğratmıştır.
12. Ve insana bir sıkıntı dokununca da yanı üzerine yatarken veya otururken veya ayakta iken bize dua eder. Fakat, ondan o sıkıntıyı kaldırınca sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte haddi aşanlar için yapmakta oldukları şeyler böyle süslenmiştir.
12. (Ve insana) Yani: Kâfir olan bir şahsa (birsıkıntı) hastalık, fakirlik gibi bir zarar, bir üzüntü (dokununca da) onun bertaraf olması için duaya başlar (yanı üzerine yatarken veyahut otururken veya ayakta iken) herhangi bir vaziyette bulunarak (bize dua eder) o zaman Cenâb-ı Hak’ka muhtaç olduğunu anlayarak o belânın giderilmesini ondan istirhamda bulunur. Bu sırf bir şahsî menfaat düşüncesiyle mecburiyet karşısında yapılmış bir istirhamdır. (Fakat ondan o sıkıntıyı kaldırınca) o uğramış olduğu musibeti giderince (sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider) yine küfr ve inkâr üzerine devam eder, başına gelen belâyı ve onun giderilmesi için Cenâb-ı Hak’ka yalvarmış olduğunu sanki unutmuş gibi bir vaziyet alır durur. (İşte haddi aşanlar için) Nefislerini bâtıla hizmetle zâyetmiş, mallarını gayrı meşrû yerlere, putlara sarfetmekle telef eylemiş kimseler için (yapmakta oldukları şeyler) Allah’ı zikirden kaçınmaları, hayvânî arzularına düşkün olmaları vesair ahlâkî olmayan hareketleri (böyle süslenmiştir.) Onlar bu çirkin hareketlerini insaniyet eseri, bir medeniyet alâmeti, bir yükselme örneği gibi görür dururlar. Bunlara o çirkin hareketlerinin öyle süslü gösterilmesi, ya kendilerinin kötü inançlarından, bâtıl hareketlerinden dolayı haklarında cezaya vesile olmak, kendilerini horluğa düşürmek, yardımdan mahrum bırakmak hikmetinden dolayı Allah tarafından vâki olmaktadır. Veyahut şeytan tarafından bir vesvese, bir yalan yere aldatma neticesi olarak vuku bulmaktadır.
13. Andolsun ki, biz sizden evvelki nice nesilleri zulümettikleri zaman helâk ettik. Halbuki, onlara Peygamberleri mucizeler ile gelmişlerdi. Onlar ise imân eder olmadılar. İşte günahkâr kavimleri biz böyle cezalandırırız.
13. Bu mübârek âyetler, geçmiş bir çok kavimlerin yapmış oldukları küfr ve zulm yüzünden helâk olup gitmiş olduklarını beyan ile müslümanları uyanmaya dâvet ediyor, onların yerlerine geçen Muhammed ümmetinin de artık o geçmiş ümmetler gibi hareket etmemelerini şöylece ihtar buyuruyor. (And olsun ki) Yüce zatıma and olsun ki, Ey Mekke ehli!. Ey Hz. Muhammed’in Peygamberliğini tasdik ile mükellef olan kimseler!. (Biz sizden evvelki nice nesilleri) Nuh kavmi, Âd kavmi ve benzerleri gibi bir çok eski kavimleri (zulmettikleri) Peygamberlerini yalanlayıp, sapıklıklarına devam edip durdukları (zaman helâk ettik) kendilerini lâyık oldukları cezalara mutlaka kavuşturduk, (halbuki onlara Peygamberleri mucizeler ile) sözlerinde doğru olduklarını gösterir açık ve parlak delillerle (gelmişlerdi) artık onlarca şüphe edilecek bir taraf kalmamıştı. Ona rağmen yine yalanlamalarında devam ediyorlardı. Evet… (Onlar ise) O helâke uğramış miletler ise (imân eder olmadılar) onlar kabiliyetlerini, yaratılışlarını kötüye kullanmış oldukları için imân edecek bir yetenekte değillerdi, onların küfr üzere ölecekleri Allah katında biliniyordu. (İşte günahkâr kavimleri) Peygamberlerini yalanlayan, küfr ve şirk üzere devamda bulunan herhangi bir topluluğu (biz böyle) eski kavimleri helâk ettiğimiz gibi (cezalandırırız) helâke uğratırız. Artık ey son Peygamberi inkâra cür’et eden, cahil guruplar!. Siz de bunu düşünüp de o inkânnıza nihâyet veriniz. Yoksa sizin âkıbetiniz de geçmiş kavimlerin akibeti gibi helâkten ibâret olacaktır.
14. Sonra onları müteakip sizi yeryüzünde halifeler yaptı ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.
14. Ey kendilerine Peygamberlerin en şereflisi gönderilmiş olan Muhammed Ümmeti!. (Sonra) O eski kavimleri helâk etmemizi müteakip (siziyeryüzünde halifeler yaptık) onların yerlerine sahip oldunuz, tarihî hallerini öğrendiniz. Sizi bu durumda bulundurdu (ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.) yeryüzünde hayır mı yoksa şer mi işleyeceğiniz meydana çıksın, hayat tarzınız görülsün, ona göre hakkınızda mükâfat veya ceza verelim. Yani: Hal ve tavırlarınıza bakıp gören bir zâtın vereceği hükm, yapacağı muamele gibi bir hükmde, bir muamelede bulunalım, tâki hiçbir mazeret, bir bahâne ileri sürmenize mahal kalmasın. Yoksa Kâinatın Yaratıcısı bütün mahlûklarının kabiliyetlerini, neler yapacaklarını daha meydana gelmelerinden evvel de bilmektedir. Şüphesiz buna inanıyoruz.
15. Onlara bizim açık ayetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşacaklarını ummayanlar dedi ki: Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir. De ki: Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için doğru olamaz. Ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum, başkasına değil. Şüphe yok ki, ben Rabbime isyan edersem büyük bir günün azâbından korkarım.
15. Bu mübârek âyetler, bir takım inkârcıların Kur’an’ı Kerim hakkındaki cahilce taleplerini red etmektedir. O Kitab-ı Kerim’in ilâhî vahye dayanmış olup kimse tarafından değiştirilemeyeceğini ve bozulamayacağını ve Rasûlü Ekrem’in hayat tarzı bilindiğinden onun gerçeğe aykırı bir iddiada bulunmayacağını bildirmektedir. Cenâb-ı Hak’ka ve onun âyeti celîlesine karşı iftiracı şekilde harekette bulunanların da en zalim, kurtuluş ve selâmetten en mahrum kimseler olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlara) O müşriklere, inkârcılara (bizim açık ayetlerimiz) Hz. Muhammed’e indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim (okunduğu zaman) Allah’ın birliğine, Muhammed peygamberliğinin doğruluğuna işaret ve şahitlik eden Kur’an âyetleri okununca (bize kavuşacaklarını urumayanlar)yani: Cenâb-ı Hak’kın azâbından korkmayanlar, sevâbına kavuşma arzusunda, ümidinde bulunmayanlar (dedi ki:) Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- (bundan) bize okuduğun Kur’ân’dan tertibi ve mânâsı itibariyle (başka bir Kur’an) kendi tarafından (getir) bize onu oku (veya bunu değiştir.) bunların mânâlarını başka başka lâfızlar ile bildir. Başka bir tarzda tebliğ et. Resûlüm!. Onlara (de ki: Onu) o Kur’an-ı Kerim’i (kendi tarafımdan değiştirmek) bozmak ve değiştirmek (benim için doğru olamaz) bu hiçbir şekilde düşünülmüş değildir, (ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum) Ben ona göre emir ve yasaklamada bulunurum, (başka değil) Ben hiçbir âyeti kendiliğimden değiştiremem ve yürürlükten kaldıramam. (şüphe yok ki) Öyle arzunuz doğrultusunda bir değiştirme ve bozmaya cür’et ile, (Rabbime isyan eder olursam büyük bir günün) kıyâmet âleminin (azâbından korkarım) ilâhî açıklamaların aksini iddiaya cür’et eden herhangi bir şahsın öyle büyük bir azâba uğrayacağına inanmış bulunmaktayım, artık öyle bir azâbı gerektirecek bir şeye nasıl cür’et edebilirim?.
16. De ki: Eğer Allah Teâlâ dilese idi onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Muhakkak ki, ben ondan evvel sizin aranızda bir ömür sürmüştüm. Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?
16. Resûlüm!. Senden Kur’an-ı Kerim’in değiştirilmesini isteyen müşriklere (De ki: Eğer Allah Teâlâ dileseydi onu) o Kur’an-ı Kerim’i (size okumazdım) onu bana indirmezdi, onu size okumakla beni mükellef kılmazdı (ve onu size bildirmezdi) o Kur’an-ı Kerim’in lisanımla, tebliğim ile size bildirmiş olmazdı. Binaenaleyh onun size bildirilmesi, bir ilâhî bir iradeye dayanmaktadır, (muhakkak ki, ben ondan evvel) o Kur’an’ı Kerim’in bana vahyinden önce (sizin aranızda bir ömür sürdüm) kırk sene beraber yaşamıştık, bu müddet içinde ben ne bir kitap mütalâa etmiş, ne bir kimseden birşey okumuş öğrenmiş değildim. Siz benim o halimi pekâlâ biliyordunuz. Şimdi böyle fevkalâde edebî, bir çok ilimleri, içeren, hikmetli bir kitabı size tebliğ edişim, bir harikadan, bir mucizeden başka neye yorumlanabilir?. (Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?.) bir tefekkür ve mülâhazada bulunmaz mısınız ki, böyle belâgat ve fesahati karşısında bütün âlimlerin, fasih beliğ ediplerin âciz kalmakta oldukları pek yüce bir kitabı, hayatı boyunca tahsil görmemiş bir kimse kendi tarafında tertip ve tanzim edemez. Artık öyle bir kutsal kitap nasıl inkâr edilebilir?. Onun değiştirilmesi ve bozulması, bir insandan nasıl istenilebilir?. Bu ne kadar cahilce bir iddia, bir temenni değil midir?.
17. Artık Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunandan veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Şüphe yok ki, suçlular kurtuluşa eremezler.
17. (Artık Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunan) Cenab’ı Hak’ka ortak veya evlât isnâdına cür’et eden ve o Yüce Mâbud a ait olmayan bir kitabı ona isnat eyleyen kimseden (veya onun âyetlerini yalanlayandan) o ezelî yaratıcının birliğine delâlet eden hârikaları, onların doğruluğunu kabul etmeyen bir şahıstan (daha zalim kim vardır) elbette ondan daha zalim kimse yoktur. Artık (şüphe yok ki,) öyle müşrik, inkârcı olan (suçlular) hiçbir şekilde (kurtuluşa) onlar ebedî olarak azap görüp duracaklardır. Ne büyük bir felâket!.
18. Ve onlar. Allah Teâlâ’yı bırakıp kendilerine ne zarar ve ne de fayda veremiyecek olanlara ibâdet ederler ve derler ki: Bunlar Allah Teâlâ’nın yanında bizim şefaatçilerimizdir. De ki: Allah Teâlâ’ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O Yüce Yaratıcı onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.
18. Bu âyeti kerime müşriklerin hiçbirşeyegüçleri yetmeyen bir takım putlara ne kadar ahmakça bir kanaatle tapınmakta olduklarını bildiriyor. Mevcut olmadıklarından dolayı Allah’ın ilminin teallukuna mahal olmayan asılsız şeyleri var sanarak ne yanlış lâkırdılarda, ne müşrikce hareketlere bulunduklarını teşhir ediyor. Şöyle ki: (Ve onlar) O müşrikler (Allah Teâlâ’yı bırakıp kendilerine ne) ibâdet edilmediği takdirde (zarar ve ne de) ibâdet edildiği takdirde (menfaat veremiyecek olanlara) bir takım putlara (ibâdet ederler) öyle ibâdete lâyık olmayanları mabut edinirler. (ve) O ibâdet ettikleri şeyler hakkında (derler ki, bunlar Allah Teâlâ’nın yanında bizim şefaatcilerimizdir.) Biz bunlara tapıyoruz ki, yarın âhirette bize şefaat etsinler. Resûlüm!. O cahillere (de ki: Allah Teâlâ’ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mî) yani: Hiç bir yerde mevcut olmayıp vehm edilmiş bulunan, asla vücudu bulunmayan bir şefaatçi mi (haber veriyorsunuz?.) o putlar öyle bir şefaate kaadir selâhiyetli değildirler ki, onların yapacakları şefaate ilâhî İlim lâyık olsun. Böyle bir şefaat asla olamaz, (o) Yüce Yaratıcı (onların) o müşriklerin Yüce Allah’a (ortak koştukları şeylerden) ve onların küfr ve şirkinden (uzaktır, yücedir.) Evet… Cenâb-ı Hak’kın o kendisine ortak kabul edilip şefaatleri beklenilen putlardan ve bütün noksanlık lekelerinden yüce olduğu apaçıktır. Onun bütün kâinattan yüce olduğu hakikatın kendisidir. Bütün insanların en önde gelen vazifesi de o Yüce Yaratıcı Hazretlerini böyle bilip böyle inanmaktadır, ondan başka hiç bir şeye ibâdet etmenin câiz olmadığını kesinlikle bilip ancak o ezelî ve kerem sahibi mâbuda ibâdet ve taatte bulunmaktır.
§ Tefsiri Kebirde ve Essiracül Münir’de bildirildiği üzere bir takım müşrikler, şu gibi bâtıl ihtimallerden dolayı putlara, heykellere tapmakta, onları kendileri için şefaatçi kabul eylemektedirler.
(1) Bir kısım müşriklere göre bu âlemin çeşitli iklimlerinden her biri için eflâk âleminin ruhlarından belirli bir ruh vardır. Artık bu ruh için bir put tayin etmişler, bu ruha ibâdet etmek maksadıyle o puta ibâdetle meşgul olmuşlardır. Sonra da şöyle inanırlar ki, o ruh, Yüce Allah’ın kuludur, ona ibâdette bulunur.
(2) Bir kısım müşrikler, yıldızların da Cenab’ı Hak gibi ilahlığa lâyık olduklarına kaani bulunmuşlar, sonra yıldızların doğduğu, battığı ve dâima karşılarında bulunmadıkları için yıldızlar için muayyen putlar yapmışlar, bu putlara ibâdet ederek bununla o yıldızlara ibâdet kasdinde bulunmuşlardır.
(3) Bir kısım müşrikler de yapmış oldukları putların üzerine tılsımlar = sihir nevinden kuruntu şeyler koymuşlar, sonra onlara bu şekilde yaklaşmak isteyerek tapınmışlardır.
(4) Bir takım müşrikler de putlarını kendi Peygamberlerinin, büyüklerinin birer sureti olmak üzere tertib etmişler ve iddia eylemişler ki, bu heykellere ibâdetle meşgul olurlarsa o büyükleri kendileri için Allah katında şefaatçi olurlar.
(5) Bir takım müşrikler de Cenâb-ı Hak’kın bir en büyük nur, meleklerin de birer nur olduklarına inanmışlar, artık Allah’ın zatı için en büyük bir put, meleklerin suretleri için de birer başka suretler vücude getirmişler, bunlara tapınmakta bulunmuşlardır.
(6) Bir kısım müşrikler de ihtimâl ki, Hululiye mezhebinde bulunmuşlar, Allah Teâlâ’nın bazı yüce, şerefli cisimlere girdiğine inanmışlar, o cisimler adına putlar yaparak onlara tapınıp durmuşlardır. Müslümanların bazı din büyüklerinden şefaat beklemeleri, onların kabirlerini ziyaret ve imar eylemeleri ise onlara bir ibâdet maksadıyle değildir. Allah’ın izni olmadıkça onların şefâatte bulunamıyacaklarını bilirler. Artık öyle din büyüklerine sadece sahip oldukları dinîfaziletten dolayı hürmet etmek, Cenâb-ı Hak’kın müsaadesi ile onların şefaatde bulunabilmelerini ümit eylemek, elbette ki putperestlerin o cahilce halleriyle mukayesesi asla mümkün değildir. Her müslüman bilir ki, hiçbir mahlûka karşı ibâdet maksadiyle saygıda bulumak asla câiz olamaz. Müşriklerin putlara, mahlûklara karşı ibâdette bulunmalarının ne kadar bâtıl bir kanaat neticesi olduğunu bu âyeti kerime göstermiş bulunuyor.
Şöyle ki:
(1) Putlar, heykeller bütün cansız varlıklar kabilinden şeylerdir. Bunlar bir kimseye ne fâide ve ne de zarar verecek bir mahiyette değildirler. Kendilerini parça parça edenlere karşı bile müdafaaya asla kaadir olamazlar. Artık bunlardan ne beklenir?.
(2) Mâbud olan, ibâdet edenden daha ziyade kudretli bulunmalıdır. Halbuki putlara tapanlar, o putlardan daha kudretlidirler. O putları kendileri yapıyorlar, kendileri yürütüyorlar, kendileri muhafaza ediyorlar. Kendileri böyle harekete, faaliyete, nefislerini muhafazaya kaadir oldukları halde taptıkları putlar bundan mahrumdurlar. Artık böyle âciz şeylerden ne beklenebilir?.
(3) İbâdet, saygı türlerinin en büyüğüdür. Böyle bir saygıya ise kendisinden en büyük nimetlerin sâdır olduğu zâttan başkası lâyık olamaz, insanlara hayatı, akıllı, kudreti, hayat ve âhirete ait faydalan ihsan eden ancak Allah Teâlâ Hazretleridir. Artık ondan başkasına öyle son derece bir saygı nasıl yapılabilir?. “Ondan başka ilâh yoktur…”
19. Ve insanlar bir ümmetten başka değildir. Sonra ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbin tarafından geçmiş bir kelime bulunmasa idi onların arasında ihtilâfa düştükleri şey husunda elbette ki derhal hükmolunurdu.
19. Bu âyeti kerime, insanların vaktiyle bir millet halinde olup daha sonra ihtilafa düşmüşolduklarını, bu ihtilâfın cezasına bir hikmet gereği derhal kavuşturulmayıp onlara bir müddet mühlet verilmiş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve insanlar) Vaktiyle (bir ümmetten) aralarında birlik bulunan bir cemaatden (başka değildi) yani: hepsi de İslâmiyetten ibaret olan hak bir din üzere idiler. Çünki Allah’ın birliği esasına sahip olan İslâmiyet, selim fıtrat gereğidir. İşte insanlar, başlangıçta bu yaratılış üzere idiler. Aralarındaki bu birlik Hz. Adem’den itibaren Habil’i, Kabil’in öldürdüğü zamana kadar devam etmiştir. Veya İdris veya tufandan sonra Nuh Aleyhisselâm’ın zamanında tahakkuk etmiştir. (Sonra ihtilâfa düştüler) yani: Bir kısmı dinde sebat etti, bir kısmı da küfre düştü. Selîm yaratılışa aykırı bir vaziyet aldı, (eğer Rab’bin tarafından geçmiş) ezel âleminde beri takdir buyurulmuş (bir kelime) ilâhî bi hüküm, bir kısım hadiseler, ihtilaflar hakkındaki mükâfatların ve cezaların tehirine, kıyâmet gününe bırakılmasına ait bir ilâhî takdir (bulunmasa idi) böyle bir tehir, hikmet gereği olmasa idi (onların) o insanların (arasında ihtilâfa düştükleri şey) ilâhî din (hususunda elbette ki) derhal (hükm olunurdu) sözlerinde, hareketlerinde doğru olanlar yaşatılır, bâtıl yapanlar da hemen helâke mâruz bırakılırdı. Fakat Cenâb-ı Hak’kın rahmeti gazabına sabk etmiştir. İnsanlara düşünüp hallerini ıslah edebilmeleri için bir yaşayış müddeti verilmektedir. Bu da bir ilâhî merahmet eseridir. Ve böyle bir müddet verilmesi, insanların bir mazeret ileri sürmelerine selâhiyetleri kalmamak hikmetini de içermektedir.
20. Ve derler ki: Ona Rabbi tarafından bir mucize indirilmeli değil midir? De ki: Gayıp ancak Allah içindir. Artık siz bekleyiniz, şüphe yok ki, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
20. (Ve) Mekke’deki müşrikler, (derler ki: Ona)yani peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed Aleyhisselâm’a (Rabbi tarafından bir mucize) bir harika (indirilmeli değil midir?.) o da diğer Peygamberlerin göstermiş oldukları âsâ, beyaz el, ölüleri diriltmek gibi bir harika meydana getirmelidir ki, peygamberliğini tasdik edelim. Resûlüm!. O inatçı inkârcılara (de ki: Gayıp ancak Allah içindir) insanlar için hikmet ve menfaat görülemeyecek hususları bilmek Cenâb-ı Hak’ka mahsustur. Bir takım hârikaların meydana getirilip getirilmemesi de O Yüce Yaratıcının iradesine, hükmüne aittir. Ben ona nasıl karışabilirim. Benim vazifem İslâm dinini tebliğdir. (Artık) Ey inkarcılar!, (siz bekleyiniz) Bakınız ki, sonunuz ne olacak, nasıl azaplara uğrayacaksınızdır, (şüphe yok ki, ben de, sizinle beraber) hakkınızda Cenâb-ı Hak’kın ne yapacağını (bekleyenlerdenim) bakalım ne gibi azaplara mâruz kalacaksınızdır?. Evet… Kur’an gibi bir eşsiz kelâm, bir ebedî mucize meydandadır. Bunun benzerini getirmekten âciz olduğunuz açıktır. Artık başka bir mucize istemenize ne lüzum var?. Sizin bu haliniz, en büyük bir cehalet eseridir, en açık bir inâdî küfürden başka değildir. Binaenaleyh bunun cezasını bekleyiniz, şüphe yok ki, ergeç bu cezaya kavuşacaksınızdır.
21. İnsanlara kendilerini kaplayan bir sıkıntıdan sonra bir rahmet taddırdığımız zaman bizim ayetlerimiz hakkında onların derhal bir kötü hareketleri vardır. De ki: Allah Teâlâ’nın tuzağı daha çabuktur. Şüphe yok ki, bizim elçilerimiz, kurduğumuz tuzakların hepsini yazarlar.
21. Bu âyeti kerime,mucizeler talebinde bulunan inkârcı bir kavmin ruh hallerini teşhir ediyor, işlediklerine nâil olsalar da yine inkârdan, inattan vazgeçmiyeceklerini bildiriyor, onlara o hilekârca, inkârcı hareketlerinin cezalarına kavuşacaklarını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (insanlara) Allah’ınnimetini takdir etmeyen, inkârcı bir kavme (kendilerini kaplayan bir sıkıntıdan) bir şiddetden, bir belâdan, bir kıtlık ve pahalılıktan (sonra bir rahmet) bir sıhhat, bir genişlik (tatdırdığımız zaman) ona şükr edecekleri yerde bilâkis (bizim ayetlerimiz hakkında onların derhal bir kötü hareketleri vardır) o mukaddes âyetleri yalanlamaya, onlar ile alaya cür’et ederler. Nâil oldukları nimetleri Cenab’ı Hak’tan bilmezler. Onları bir takım vehm edilen kuvvetlerin, putların kendilerine verdiğine kaani bulunurlar. Rivayete göre cahiliyet zamanında Mekke ahalisi yedi sene kıtlık ve pahalılığa uğramışlar, âdeta helâk olacak bir hâle gelmişlerdi. Sonra Cenâb-ı Hak, merhamet buyurmuş, yurtlarına bol bol yağmurlar yağdırmış, bolluk, ucuzluk ihsan etmişti. O ahali ise bundan bir öğüt almamış, yine küfr ve inada dönüvermişlerdi. Resûlüm!. Onlara (de ki: Allah Teâlâ’nın tuzağı daha çabuktur) yani: Hak Teâlâ Hazretlerinin azâbı, cezası ‘daha çabuk bir şekilde sizin üzerinize gelir, sizi dilediği dakikada mahvedebilir. (Şüphe yok ki, bizim Resûllerimiz!.) koruyucu meleklerimiz, sizin bütün söylediklerinizi, yaptıklarınızı kaydeden o ruhanî memurlar, siz (ne tuzak yaparsanız hepsini yazarlar) hiçbir hareketiniz gizli kalmaz, lâyık olduğunuz akıbete kavuşursunuz. Artık ey inkarcılar!. Ey hakka dine karşı düşmanca vaziyet alanlar, ey bir takım tuzak ve hile ile insanlar doğru yoldan ayırmak isteyen sapıklar!. Pek korkunç sonunuzu düşünmeli değil misiniz?.
22. O, o Yüce Yaratıcı dır ki, sizi karada ve denizde yürütür. Vaktaki gemilerde bulunursunuz, onlar da yolcular ile beraber lâtif bir rüzgâr ile akıp gider ve onunla ferahlanırlar, derken onlara şiddetli esen bir rüzgâr gelir ve onlara her taraftan dalgalar hücuma başlar ve kendilerinin bununla tamamen kuşatılmış olduklarını zan eder. Allah Teâlâ’ya dinde ihlaslı kimseler olarak duadabulunurlar “eğer bizi bundan kurtarır isen elbette biz şükredicilerden oluruz” derler.
22. Bu mübârek âyetler, bir nice üzüntülerdeR sonra bir ilâhî merhamet eseri olarak nimetlere, selâmetlere nâil olan bir takim insanların ne kadar inkârcı, kadir bilmezce hareketlerde bulunduklarına dair açık bir misâl göstermektedir, öyle dünyaya tapınarak nefislerine zulm eden kimselerin nasıl bir sorumluluğa mâruz kalacaklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. (O) Sizi yaratan, nimetlere nâil eden (o) Kerem Sahibi Yaratıcı (dir ki: Sizi karada ve denizde yürütür) sizi bir nice nakil vasıtalariyle her tarafa seyrisefere muvaffak kılar (vaktaki gemilerde bulunursunuz) deniz yoluyla bir yere gitmek istersiniz (onlar da) o gemiler de içlerindeki (yolcular ile beraber lâtif bir rüzgâr ile) mülâyim bir hava ile (akıp gider) cereyanda bulunur, (ve) İçlerinde bulunan yolcular (onunla) o rüzgâr ile, o akıp giden gemiler ile (ferahlamrlar) bir neş’e içinde yollarına devam ederler. Derken (onlara) o gemilere veya o hoş, lâtif rüzgârların yerine (şiddetli esen bir rüzgâr gelir) o yolcuları rahatsız eder. (ve onlara) O gemilerde bulunanlara (her taraftan dalgalar hücuma başlar) kalpleri heyecan içinde kalır, (ve kendilerinin bununla tamamen kuşatılmış) Kurtuluş yolu kalmayıp tamamen helâke mâruz kalmış (olduklarını zannederler) artık başka sığınacak bir makam bulunmadığını anlıyarak ancak (Allah Teâlâ’ya dinde ihlaslılar olarak) ona başkasını ortak koşmaksızın (duada bulunurlar) ve derler ki: Yarabbi!. (Eğer bizi bundan) Bu musibetten, bu boğulmak tehlikesinden (kurtarır isen elbette biz) sana imân ederek ibâdet ve itaatde bulunanlardan (şükr edicilerden oluruz) Evet… Evvelce nâil olmuş oldukları nimetleri ‘hiç düşünmeden küfür ve isyana devam edip duran bir nice kavimler, öyle hayatları büsbütün tehlikeye mâruz kalınca kendilerine hangi zatın yardımcı olabileceğini anlamayabaşlar, ona karşı yalvarma ve yakarmada bulunurlar. Hayfaki onların bu halleri geçicidir, o tehlikeden kurtuldular mı yine evvelki kâfirce hallerine dönerler.
23. Fakat onları kurtarınca onlar derhal yeryüzünde haksız yere taşkınlıklarda bulunurlar. Ey insanlar! Şüphe yok ki; sizin taşkınlığınız kendi şahıslarınızın aleyhinedir. Dünya hayatı bir meta’dır. Sonra dönüşünüz bizedir. Artık bizde size neler yapmış olduklarınızı elbette haber vereceğiz.
23. (Fakat onları) O dalgalar arasında helâk olup gideceklerini zannetmiş olan kimseleri Cenâb-ı Hak (kurtarınca) onları kurtuluşa: Selâmet sahiline kavuşturunca (onlar derhal yeryüzünde haksız yere taşkınlıklarda bulunurlar) yine bozgunculuğa çalışır, yine küfür ve isyan yolunda koşar dururlar, İşte onlar öyle inatçı dönek kimselerdir. Artık (Ey insanlar!.) Ey insanlık zümresi!. Bir kere düşününüz, (şüphe yok ki, sizin taşkınlığınız) zulmünüz, işlediğiniz gayri meşru hareketiniz (kendi şahıslarınızın aleyhinedir) onların sorumluluğu, kötü neticesi sizlere yönelecektir. Küfrünüzün, nankörlüğünüzün zararlarını siz çekeceksinizdir. (Dünya hayatı bir meta’dır) Geçici bir zaman içindir, çabucak yok olur, bundan dolayı haktan ayrılmak, zulme cür’et etmek nasıl uygun olabilir?. Şunu da düşününüz ki: (sonra da dönüşünüz bizedir) Kıyâmet günü mahşere sevkolunacak, muhakemeye tâbi olarak lâyık olduğunuz cezalara kavuşacaksınızdır. (Artık) O ebediyet âleminde (biz de sizlere) bu dünyada iken (neler yapmış olduklarınızı elbette haber vereceğizdir) ne gibi isyanlarda, hakka tecâvüzlerde bulunmuş olduğunuzu size bildirerek onlardan dolayı sizi cezaya uğratacağızdır. Artık bu sonu düşünmeli değil misiniz?. Öyle fanî bir hayat, geçici bir menfaat için ebedî hayatınızı, selâmetinizi tehlikeye mâruz bırakmanız nasıl muvafık olabilir?.
24. Şüphe yok ki, dünya hayatının durumu, bir su gibidir ki, onu biz gökten indirdik. Derken onunla insanların ve davarların yiyecekleri şeylerden olan yeryüzünün otları birbirine karışmış oldu. Vaktaki, yeryüzü ziynetini aldı ve bezendi ve onun ahalisi onun üzerine kadir olduklarını sandılar, hemen ona emrimiz geceleyin veya gündüzün geliverdi, onu sanki bir gün evvel yokmuş gibi kökünden biçilmiş bir halde kıldık. İşte âyetleri düşünen bir kavme böyle genişçe beyan ederiz.
24. Bu mübârek âyetler, parlak, faideli görülen dünya varlığını, büyüyüp çoğalan ve yeryüzünü süsleyen; az sonra da mahv-ı perişan olup giden, kendisinden istifâde edilemeyen bir yeşillik manzarasına benzetmektedir. Böyle geçici bir varlıktan ziyâde Cenâb-ı Hak’kın dâvet etmekte olduğu ebedî selâmet âlemine önem verilmesi lüzumuna şöylece işaret buyurmaktadır: (Şüphe yok ki, dünya hayatının durumu) beğenilen durumu, hızla yok olması ve insanlara yönelen nîmetlerinin devamsız oluşu, insanların da ona aldanması bakımından benzeri (bir su gibidir ki, onu biz gökten indirdik) onu bulutlar vâsıtasiyle yeryüzüne yağdırdık (derken onunla) o su sebebiyle (insanların ve davarların) hayat sahibi nice mahlûkların (yiyecekleri şeylerden) sebzeler, meyveler, yeşillikler gibi muhtelif bitkilerden ibaret (olan yeryüzünün otları birbirine karışmış) büyüyüp gelişmiş (oldu) böyle fâideli bir manzara teşkil etti. (Vaktaki, yeryüzü) O bitkilerden böyle (ziynetini aldı ve bezendi) hoşa gider bir vaziyet almış bulundu (ve onun) o yeryüzünün (ahalisi mim üzerine kaadir) o mahsulâttan istifadeye muktedir (olduklarını sandılar) iyle bir zanna düştüler. (Hemen ona) O yeryüzüne (emrimiz) ziyade bir derecede sıcak veya soğuk vesâire gibi hususa ait bir ilâhî hükmümüz (geceleyin veya gündüzün geliverdi) hemen (onu) o ekinleri, mahsulâtı (sanki birgün evvel yok imiş gibi)yeryüzünde hiç vücude gelmemiş gibi (kökünden biçilmiş bir lalde kıldık) mahv ve yok eyledik. (İşte âyetleri) Yüce Peygamber vasıtasiyle, ‘Cür’an lisanı ile (düşünen bir kavme) öyle istifadeye kabiliyete sahip olan mümtaz air zümreye (böyle) ürünler hakkındaki temsil ve teşbih gibi bir şekilde (genişçe tevân ederiz) çünki bunlardan istifâde edebilirler, bu misallerden bir uyanış dersi alabilenler ancak tefekkür kabiliyetine sahip olan zatlardır. Özet olarak: Dünya halatı, dünya varlığı ne kadar parlak, fâideli görünse de bir takım büyüyüp gelişen bitkilerin, çiçeklerin, meyvelerin varlığı gibidir ki, az sonra sona erecektir. Artık akıllı olan kimseler, yalnız bunlar ile meşgul olup da ebedî saadeti temin edecek vazifelerini unutmak mıdırlar?. Elbette öyle bir hareket muvafık değildir. Asıl ebedî hayatın selâmet ve saadetini temine çalışmalıdır.
25. Ve Allah Teâlâ selâmet yurduna dâvet ediyor ve dilediğini doğru bir yola hidâyet buyurur.
25. İşte dinimiz bize o ebedî saadet yolunu göstermektedir. (Ve Allah Teâlâ) Bizleri (selâmet yurduna) cennet âlemine, nice ebedî nimetlere sahip olan ve içinde bulunacak zatlar ile meleklerin birbirine selâm vererek rahmet okuyacakları bir yüce, ebedî ikametgâha (dâvet ediyor) öyle bir saadete kavuşmaya vesile olacak vazifeleri bize emir ve tavsiye buyuruyor. (Ve) O Hikmet Sahibi Yaratıcı (dilediğini) kullarından hidâyete kavuşma kabiliyetine sahip bulunan herhangi ferdi (doğru bir yola hidayet buyurur) ki, bu da İslâm dininden ibârettir, İşte ebedî bir nimete, yok olmayacak bir selâmet ve saadete ermek isteyen her insan, bu ilâhî dine sarılmalıdır.
26. İhsanda bulunanlar için güzellik ve bir ziyâdelik vardır ve onların yüzlerini ne karalık ve ne de bir alçaklık kaplamaz. İşte onlar cennet ehlidirler. Onlar orada ebediyenkalıcılardır.
26. Bu mübârek âyetler, güzelce amellerinden dolayı cennete nâil olacak zatların vasıflarını, vaziyetini bildirmektedir. Bir takım fenalıkları işleyenlerin de cehennemde ebediyen kalarak ne fena bir manzara teşkil edeceklerini ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (Ihsanda bulunanlar için) Yani: İmân ve salih ameller sahibi olanlar için, tam bir ihlas ile ibâdet ve itaatte bulunanlar için (güzellik) güzel mükâfat, güzelliklerin timsâli olan cennetler yurdu vardır, (ve bir fazlası) da (vardır) bu da güzel amellerinin kat kat mükafâtıdır veya bir ilâhî lûtuf olarak haklarında ilâhî rızânın tecellisidir veyahut Cemâli ilâhîyi görmeğe mazhâriyettir. (Ve onların) Öyle cennete nâil olan muhterem kulların (yüzlerini ne bir karalık) bir siyah perde (ve ne de bir alçaklık) kıymetlerini düşürecek bir hakâret eseri kaplamaz bu gibi korkunç, alçaltıcı arızalar ehli cennete değil, ehli cehenneme mahsustur. (İşte onlar) O seçkin vasıflara sahip olan muhterem kullar (cennet ehlidirler) onlar Allah’ın yardımı sayesinde cennetlere nâil olacaklardır. (Onlar orada) O cennet âleminde (ebediyen kalıcılardır.) oradan asla çıkarılmayacaklardır. Onların haklarındaki nimetler daimîdir, öyle dünya nimetleri gibi yok olacak değildir.
27. Ve o kimseler ki, kötülükleri kazandılar. Kötülüğün cezası da kendi misli iledir. Ve onları bir alçaklık kaplar. Onlar için Allah’tan koruyacak bir şey yoktur. Onların yüzleri sanki geceden karanlık bir parçaya bürünmüştür. İşte onlar ateşin yarân’ıdır. Onlar onun içinde ebedî surette kalacak kimselerdir.
27. (Ve) Bilâkis (o kimseler ki) o küfre düşmüş olanlar ki: (kötülükleri kazandılar) İslâm dinini inkâr, isyanlara cür’et eylediler. Onların öyle yaptıkları her (kötülüğün cezası da kendi misli iledir) her kötülüğün cezası, o kötülüğe müsavîdir. Ondan ziyâde değildir. Bu, bir ilâhî adâlet gereğidir. Fakat bir güzelliğin sevabıbir ilâhî lûtuf olarak o güzellikten kat kat ziyadedir. On kattân yedi yüz kata kadar ziyade olabilir, (ve onları) O kötülükleri yapan kâfirleri (bir alçaklık) da (kaplar) büyük bir zillete, hakarete, hüsrana mâruz kalmış olurlar. Küfür gibi en büyük bir cinayetin karşılığı olan bir cezada bunlardan ibarettir. (Onlar için Allah’tan koruyacak) Kendilerini muhafaza edip koruyabilecek (birşey) de (yoktur) onlara yüz gösteren azâbı hiç bir şey onlardan bertaraf edemiyecektir, onların haklarında bir şefaatçi bulunamıyacaktır. (Onların yüzleri) Son derece siyah ve karanlık olacağı için (sanki geceden karanlık bir parçaya bürünmüştür) gibi olacaktır. Böyle çirkin, zulmetti bir vaziyet, onların küfür ve sapıklık içinde yaşamış olmalarının bir neticesidir. (İşte onlar) O pek çirkin vasıfları taşıyan küfür ve nifak sahipleri (ateşin yarân’ıdır) cehennem ehlidirler, (onun içinde) O ateşin cehennem çukurlarında (ebedî olarak kalacak kimselerdir) artık onlar için o ateşten kurtulmak ümîdi asla yoktur. Küfür ve şirkin cezâsı, böyle kesindir, ebedîdir.
28. Ve o günü ki, hepsini mahşere toplarız. Sonra ortak koşmuş olanlara deriz ki: Siz de koştuğunuz ortaklar da yerlerinizde durunuz. Artık aralarını ayırmışızdır. Ve onların koştukları ortaklar der ki: Siz bizlere tapınır değil idiniz.
28. Bu mübârek âyetler, müşriklerin âhiret alemindeki diğer bir kısım rezil durumlarını bildirmektedir. Onlar ile taptıkları şeyler arasındaki ihtilâfı tasvir etmektedir. Ve mahşerde herkesin amellerinin ortaya çıkacağını ve müşriklere tapınmış oldukları şeylerden hiçbir fâide meydana gelmeyip hepsinin de birbirinden ayrılmış, lâyık oldukları cezaya kavuşmuş olacaklarını şöylece beyân buyurmaktadır: (Ve) Resûlüm!. Onlara hatırlat (o günü ki, hepsini) o kurtuluş bulacak zümreyi de, helâke mâruz kalacak taifeyi de(mahşere toplarız) onlardan hiç birini geri bırakmayız. (Sonra) Yüce Allah’a (ortak koşmuş olanlara deriz ki) ey müşrikler!, (siz de) Ve Cenab’ı Hak’tan başka kendilerine tapınmış olduğunuz (koştuğunuz ortaklar da yerlerinizde durunuz) bir tarafa ayrılmayınız, hakkınızda ne yapılacağını bekleyiniz. (Artık aralarını ayırmışızdır) O müşrikler ile Hak’ka ortak koştukları şeylerin aralarındaki münâsebet ve yakınlık kesilmiş bulunmaktadır, (ve onların koştukları ortaklar) Ve müşriklerin öyle kendilerine tapmış oldukları şeyler (der ki) Ey müşrikler! (Siz bizlere tapınır değil idiniz) siz şeytanların aldatmalarına kapılmış, onlara uymuş, o suretle onlara tapınmış idiniz.
§ Şeriklerden (ortaklardan) maksat, müşriklerin Cenâb-ı Hak’tan başka tapınmış oldukları herhangi bir mahluktur. Melekler, insanlar, cinler, aylar, yıldızlar, putlar bu cümledendir. Bunlara şerikler denilmesi, ya Cenab’ı Hak’kın kendilerine yönelteceği hitapta müşterek olmaları İtibâriyledir. Veyahut müşrikler dünyada iken mallarının bir kısmını bu taptıkları şeyler adına ayırırlar, onları kendi mallarında kendilerine bir nevi ortak tanırlardı. Bu itibarla o taptıkları şeyler kendilerine şerik sayılmıştır.
29. İmdi Allah Teâlâ, bizim aramızla sizin aranızda şahit olmak için yeter. Muhakkak ki, biz sizin tapınmanızdan elbette habersiz idik.
29. (İmdi) O kendilerine tapılan mahluklar, mahşer günü derler ki, (Allah Teâlâ, bizim aramızla) Ey müşrikler!, (sizin aranızda şahit olmak için yeter) çünki o Yüce Yaratıcı bütün mahlûkâtın hallerini bilicidir. (Muhakkak ki, biz sizin) bizlere (tapınmanızdan elbette habersiz idik) biz size böyle bir ibâdette bulunun demedik ve sizin bizlere karşı böyle bir harekette bulunduğunuza vâkıf da olmadık.
§ Evet… Bir kere melekler, Peygamberler hâşâ böyle bir şeyi kimseye emretmiş olamazlar. Bir takım putlar ve cisimler ise zâten sözsöylemek insanlara bir şeyi teklif eylemek kabiliyetine sahip değildirler. Bunlar kendilerine tapılmasını elbette kimseye emretmiş değildirler. Fakat Cenâb-ı Hak âhiret gününde o putlara ve cisimlere de bir konuşma kâbiliyeti vererek o kendilerine tapınmış olan müşriklerden uzak olduklarını söyleyebilecek, kendileri müdafaada bulunacaklardır. Cenâb-ı Hak herşeye kaadirdir. Buna inanmışızdır.
30. Orada her nefis, evvelce yapmış olduğundan haberdar olacaktır. Ve gerçek sahipleri olan Allah Teâlâ’ya döndürülmüş bulunacaklardır. İftira eder oldukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır.
30. Artık (Orada) o mahşer yerinde, o pek korkunç yerde (her nefis) mü’minler de, kâfirler de, mutlu olanlar da, bedbaht olanlar da (evvelce yapmış) ne gibi amel takdim etmiş (olduğundan haberdar olacaktır) dünyada iken yapmış olduğu amellerin kendisine fâideli mi, zararlı mı olduğunu anlayacaktır. O amelleri kendisini ya mutluluğa veya bedbahüığa sevk etmiş bulunacaktır. (Ve) O müşrikler (gerçek sahipleri) Rableri, mütevelli âmirleri (olan Allah Teâlâ’ya dondurulmuş) kendi amelerine göre, o Yüce Mabudun cezasına kavuşmuş (bulunacaklardır.) Ve dünyada iken kendilerine ibâdet ederek ilâhlığı isnadı sûretiyle, (iftira eder oldukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır) Öyle bir takım mahlukata “mâbudluk” isnadı, onlara karşı bu iftirâdan ibârettir. O müşriklerin öyle bâtıl bir inançta bulunmaları, o putlardan şefaat beklemeleri mahv ve perişan olup gidecektir. Kendilerine hiçbir fâide vermeyecektir. Bilâkis ebedî olarak azap çekmelerine sebep olmuş olacaktır. İşte küfür ve şirkin pek elem verici neticesi!.
31. De ki, sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ve o işitme kuvvetine ve gözlere sahip olan kimdir? Ve kimdir ki, ölüdendiriyi çıkarır ve diriden de ölüyü çıkarır. Ve kimdir işleri tedbir eden? Derhal diyeceklerdir ki: “Allah”. Artık de ki: Siz korkmaz mısınız?
31. Bu mübârek âyetler, cahilce halleri anlatılan müşriklerin ne kadar fasit bir yol takib ettiklerini bir takım deliller ile ortaya koymaktadır. Bütün kâinatta Cenâb-ı Hak’kın hâkim, tek tasarruf sahibi olduğunu itiraf ettikleri halde başkalarına da tapmak aptallığında bulunan müşriklerin Allah Teâlâ’dan korkmaz olduklarını teşhir eylemektedir. Artık öyle haklarında ilâhî hükmün kararlaşmış olduğu, kâfirlerin imâna nâil olamayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O halleri hikâye olunan müşriklere (De ki: Sizi gökten) yağmurlar ile, yayılan aydınlıklar ile (ve yerden) bitirilen çeşit çeşit mahsuller ile (kim rızıklandırıyor?.) Sizler yeryüzünde yaşayarak bunlardan istifâde edip duruyorsunuz. (Ve) Size ve diğer hayat sahiplerine verilmiş olan (o işitme kuvvetine ve gözlere sahip olan kimdir?) bunları yaratan, birer hayret verici yaratılış üzere tanzim eden ve bunları size verip muhafaza buyuran hangi zattır?. (Ve kimdir ki,) hangi kudret sahibidir ki, (ölüden diriyi) nutfelerden insanları, yumurtalardan kuşları (çıkarır) vücude getirir (ve dinden de ölüyü çıkarır) meselâ: insanlardan nutfeleri, kuşlardan yumurtaları var eder. (ve kimdir işleri tedbir eden?.) Bütün yüksek ve alçak âlemlerde ruhlar ve cesetler sahalarında mahlûkatın işlerini tedbir eden, hayatlarını tanzim, idarelerini temin, kendilerini faaliyete nâil buyuran hangi mukadddes zattır? Şüphe yok ki, o müşrikler (Derhal diyeceklerdir ki. Allah) bütün bunları yaratan, besleyen, idâre eyleyen muhakkak ki, Yüce Allah’tır. (Artık) O müşrikler, kibirlenmeye, inada kaadir olamayarak böyle bir itirafta bulunacaklardır. O halde Resûlüm!. Onlara (de ki: Siz korkmaz mısınız?.) karşınızda Allah’ın kudretine, birliğine ait bu kadar deliller parlayıpdururken, siz de bütün halk ve tedbirin, bütün dünya ve âhiretteki varlıkların Cenâb-ı Hak’ka aidiyyetini itiraf ederken artık öyle putlara tapınmanın cezasından hiç korkup endişede bulunmaz mısınız?. Nedir bu kadar gaflet ve cehâlet!.
32. İşte sizin hak olan Rabbiniz, o Allah Teâlâ’dır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır? O halde nasıl çevriliyorsunuz?
32. (İşte sizin hak olan) birliği, .rab oluşu kuşkusuz sâbit bulunan (Rabbiniz) Yaratanınız, işlerinizi yöneten, mabudunuz (o) kuvvet ve yüceliği, bütün kâinattaki yaratıcılık ve hâkimiyeti sâbit olan (Allah Teâlâ’dır) bunu her akıl sahibi anlayıp itiraf eder. (Artık haktan sonra) Batıldan (sapıklıktan başka ne vardır?.) elbette ki, hak ile bâtıl arasında başka bir vasıta yoktur. Binaenaleyh başkalarına tapanlar, hakkı bırakmış, bâtıla yönelmiş olurlar. (O halde) Ey müşrikler!, (nasıl çevriliyorsunuz?.) Cenâb-ı Hak’ka ibâdeti bırakıp da öyle bir takım putlara, mahlukata nasıl ibâdete cür’et ediyorsunuz?. Bu ne kadar fena, müşrikce bir hareket!.
33. İşte fıska düşmüş olanların aleyhine Rabbin kelimesi şöylece gerçekleşmiştir ki, şüphe yok onlar imân etmezler.
33. (İşte) Allah’ın rab oluşu tahakkuk etmiş, haktan başkasına ibâdetin bir sapıklık olduğu taayyün eylemiş bulunduğu gibi (fişka düşmüş olanların) mahlûkata tapmak sapıklığına düşmüş bulunanların (aleyhine Rabbin kelimesi) Cenâb-ı Hlak’kın ilmi, hüküm ve kazası, ezelî takdiri (şöylece) Allah’ın rablığının tahakkuku, maktan başkasına ibâdetin bir sapıklık olduğu gibi (tehakkuk etmiştir ki, şüphe yok onlar imân etmezler) ebediyen ilâhî azâba mâruz kalırlar. Bu husustaki ilâhî kelime ve ilâhî irâde artık muhakkaktır ki, asla değişmeyecektir. İşte açık delilleri inkâr eden, kendi vicdanî kanaatlerine de muhalefette bulunarak küfür üzere ölüpgidenlerin âkibetleri böyle ebedî bir felâkettir.
34. De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan halkı ilk kez var eden, sonra da onu iade eyleyen bir kimse var mıdır? Allah Teâlâ ise halkı ilk kez yaratır, sonra da onu iade eder. Artık siz nereden sapıttırılıyorsunuz?
34. Bu mübârek âyetler, Allah’ı birlemenin doğruluğu, ortak koşmanın bâtıl olduğu hakkında ayrıca delilleri kapsamaktadır. Cenâb-ı Hak’tan başka kâinatı var eden, dilediğini hidâyete nâil edebilen başka bir zatın bulunmadığını bildirmektedir. Artık öyle bir Yüce Mâbuddan başkalarına da tapınmakta bulunan müşriklerin hareketlerini kınamaktadır. Ve kuru bir zanna tâbi olup kesin ve doğru bir itikaddan mahrum olanların hakkı idrakten, hidâyete kavuşmaktan uzak bulunmuş olacaklarını da ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O müşriklere (de ki: Sizin koştuğunuz ortalardan) kendi ortaklarınız iddia ederek adlarına bir kısım mallarınızı ayırmış ve kendilerine tapınmakta bulunmuş olduğunuz putlarınızdan (halkı ilk kez var eden) yoktan vücude getiren (sonra da onu) öldükten, mahv olup izi kalmadıktan sonra (iade eyleyen) yeniden vücude getiren (bir kimse var mıdır?.) hangi bâtıl mabudunuz bunu yapabilir?, elbette muktedir olmadıklarını bilirsiniz?. (Allah Teâlâ ise halkı ilk kez yaratır) vücuda getirir (sonra da onu) öldürür, mahveder, dilediği zaman da yine onu (iade eder) tekrar hayata vücude kavuşturur. Bunu ey müşrikler!. Siz de itiraf edersiniz, (artık siz nereden) Ne sebeple (sapıttırıhyorsunuz?.) haktan bâtıla döndürülüyorsunuz?. Bu kadar deliller mevcut iken neden Cenâb-ı Hak’tan başkalarının mâbud olamayacağını anlamıyorsunuz da şirke, sapıklığa düşüyorsunuz?. Bu ne kadar cahilce bir hareket!.
35. De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan Hak’ka hidâyet edecek bir kimse var mıdır? Deki: Allah Teâlâ Hak’ka hidâyet eder. Artık Hak’ka hidâyet eden zat mı uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet olunmadıkça kendi kendine hidâyete eremiyecek kimse mi? Artık sizin için ne var? Nasıl hükmediyorsunuz?
35. Yüce Resûlüm!. O müşriklere (De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan) putlarınızdan insanları (hakka hidâyet edecek bir kimse var mıdır?.) Onların arasında deliller gösterecek, resuller gönderecek, hidâyetleri halk edecek bir fert mevcut mudur?. Elbette mevcut olmadığı muhakkaktır. Ey Yüce Peygamber!. O gafillere (de ki: Allah Teâlâ Hak’ka hidâyet eder) dilediğini hidâyete kavuşturmak, yalnız onun kudret elindedir, böyle bir kudret başkalarında mevcut değildir. (Artık) Düşününüz!, (hakka hidâyet eden zat mı uyulmaya) Kendisine ibâdet ve itaat edilmesine, ilâhî hükümlerine riâyet olunulmasına (daha haklıdır, yoksa) Allah tarafından (hidâyet olunmadıkça kendi kendine hidâyete <eremeyecek kimse mi?.) elbette ki, böyle kendisini bizzat hidâyete erdirmekten âciz bir kimse, başkalarını da asla hidâyete erdiremez. (Artık sizin için ne var?.) Ne gibi ruhî bir hastalığa mâruzsunuzdur, (nasıl hükmediyorsunuz?.) kendilerine uyulmaya lâyık olmayan şeylere tâbi olarak onları da birer mâbud ediyorsunuz. Bu kadar akla, hikmete aykırı bir şeyi neden düşünüp anlayamıyorsunuz?.
36. Onların ekserisi zandan başka bir şeye tâbi olmaz. Zan ise şüphe yok ki, hiçbir şey ile hakkın yerini tutmaz. Allah Teâlâ ise muhakkak ki, ne yaptıklarını tamamiyle bilicidir.
36. (Onların) O müşriklerin veya insanların (ekserisi) Cenâb-ı Hak’kın varlığını ikrar hususunda (zandan başka birşeye tâbi olmaz) onların ikrarları kesin bir inanca, kabüle şayan olacak şekilde bir delile dayanmış değildir. Bilâkis kum bir zanna, sâdece öncekilerden işitmiş olduklarına dayanmaktadır. (Zan iseşüphe yok ki,) sahibini (hiçbir şey ile hakkın) kesin bir şekilde bilip tasdik etmek gibi sahih bir inancın (yerini tutmaz) çünki inançla ilgili meselelerde zan kâfi değildir. Onları kesin olarak tasdik etmek lâzımdır. Meselâ; Peygamberimizin risâletini kesin olarak bilip tasdik etmek icabeder, onun peygamberliğini bir zan ve tahmine binaen kabul etmek dînen asla geçerli değildir. Bir mü’min, kendisinin kesin şekilde mü’min olduğunu bilip gerektiğinde itiraf etmekle mükelleftir. Bir zandan dolayı “inşaallah mü’minin)” demesi kâfi değildir. Fakat kesin olarak inandığı halde sırf Allah’ın adı ile teberrük için, veyahut âhirete ne suretle ölüp gideceğini bilmediği için güzel bir sona kavuşmak ümidiyle veya bir tevâzu, bir nefsi hazm maksadiyle “inşaallah ben mü’minim” demesi câiz, imâna aykırı değildir. Bir de İmamı Şafiî’ye göre imanın mahiyeti, inanmak ile ikrardan ve amelden ibârettir. Bir kimse Allah’ın emrine tam uygun bir şekilde amelde bulunabileceğini kestiremez. Bu itibarla “inşaallah mü’minim” demesi İmânına mâni değildir. Çünkü bir mahiyetin cüz’îlerinden böyle birinde şüphe edilmesi, o mahiyetin tamamında şüpheyi icab etmez. (Allah Teâlâ ise muhakkak ki,) O müşriklerin ve bütün mahlûkâtının (ne yaptıklarını) nasıl itikadda, amelde bulunduklarını ve bu cümleden olarak onların nasıl zanna tâbi olup yakîn derecesinde hak olan bir şeyi yalanladıklarını (tamamiyle bilicidir.) Artık şüphe yok ki, o müşrikleri de o kötü itikatlarından o yalanlamaya cür’etleri yüzünden ebediyen cezalandıracaktır.
37. Ve bu Kur’an, Allah’tan başkasına isnad edilerek iftirada bulunulamaz. Velâkin o kendisinden önce olanı bir tasdiktir ve kitabın bir açıklamasıdır. Onda bir şüphe yoktur. Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.
37. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in önceki kitapları tasdik edici, çok hakikatlarıaçıklamış olan bir ilâhî kitap olup başkalarına isnad edilmeden yüce bulunduğunu bildirmektedir. Kur’an-ı Kerim’in bir sûresinin bile benzerini getirmeğe insanlığın muktedir olmadığını beyân ve aksini iddia edenleri benzerini getirme meydanına dâvet etmektedir. Ve hikmet beyân eden Kur’an’ı yalanlayanların önceki kitapları yalanlayanlar gibi cahillerden olup ne elem verici âkibetlere mâruz kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. O inkârcılara de ki: (bu Kur’an) bu bir nice İlim ve fenleri içeren, hikmet ve belâgat mucizesi olan ilâhî kitap (Allah’tan başkasına isnat edilerek iftirada bulunulamaz.) bu bir ilâhî kelamdır, başkası tarafından Allah adına bir iftira olarak tanzim edilmiş değildir. Buna insan gücü yeterli değildir. Bunu Hz. Muhammed’in kendi tarafından Allah adına tertib etmiş olması nasıl iddia edilebilir?. (Velâkin o) Kur’an-ı Kerim (kendisinden önce olanı) Tevrat ve İncil gibi diğer Peygamberlere verilmiş olan hangi bir semavî kitabı (bir tasdiktir) o kitapların içeriklerini haber vermektedir, nice tarihte meçhul kalmış, eski hadiseleri hikâye etmektedir, Hz. Muhammed ise okuma yazma bilmezdi, önceki kitapların içeriğini bilmezdi. Artık Kur’an’ın onları haber vermesi, onun ilâhî vahye dayanan bir kitap olduğuna açık bir delildir. (Ve kitabın bir açıklamasıdır) dinî hükmlerin ve diğerlerinin bir açık beyânıdır. (Onda bir şüphe yoktur.) O muhakkak bir ilâhî kitaptır. (Âlemlerin Rabbi tarafından -indirilmiştir-) indirilmiş veya üstün kılınmış artık onu başkalarına isnat etmek asla doğru olmaz.
38. Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz, onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka gücünüz yettiği kimseyi de çağırınız.
38. (Yoksa onu) O Kur’an’ı Kerim Hz. Muhammed (uydurdu mu diyorlar?.) Evet… Omübârek Peygambere böyle bir iftirada bulunuyorlar. Ey Yüce Peygamber!. Onlara (De ki: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz) eğer gerçek durum, sizin dediğiniz gibi ise (onun benzeri bir sûre getirin) belâgat ve fesahat itîbariyle, onun o güzel, lâtif nazmı şekliyle bir sûre tertib ve tanzim ediniz (ve) bu hususta (Allah’tan başka gücünüz yettiği) kendisinden yardım dilemeğe muktedir olduğunuz hangi bir (kimseyi de çağırınız) size yardım etsin, hep birlikte çalışarak öyle bir sûre vücude getiriniz. Heyhat!. Bu kabil mi?.
39. Hayır… Onlar ilmini kuşatamadıkları ve daha tevili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan evvelkiler de böylece yalanlamada bulunmuşlardı. Artık bak ki, zalimlerin sonu nasıl olmuştur.
39. (Hayır) Onların Kur’an hakkındaki sözleri cahilce bir iddiadan ibârettir (onun ilmini kuşatamadıkları) daha ilk işitip âyetlerinin ihtiva ettiği hakikatleri anlamış bulunmadıkları (ve daha tevili) gayıplara, geleceklere, vaad ve tehdide ait verdiği haberler henüz (kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar) onu bir iftira eseri kabul ettiler, onu Allah nâmına yalan yere isnat edilmiş bir eser sanıverdiler. Evet… (Onlardan) O peygamber asrındaki müşriklerden (evvelkiler de böylece) o müşrikler gibi (yalanlamada bulunmuşlardı) kendilerine gönderilmiş olan peygamberleri ve kitapları inkâra cür’et eylemişlerdi, sonra da o inkârları yüzünden Allah’ın kahrına uğramışlardı. (Artık) Habibim!. (Bak ki, zalimlerin) O Peygamberleri yalanlamakla kendi nefislerine zulm etmiş olan münkirlerin (akibeti nasıl olmuştur) ne kadar müthiş bir felâketten ibâret bulunmuştur. İşte seni inkâr edenlerin âkibetleri de öyle helâkten, hüsrandan ibâret olacaktır.
§ Bu ilâhî beyân, Rasûlü Ekrem için bir tesellidir, bütün insanlık için de bir uyanma dersidir. Her insan, zalimlerin, mükirlerin,mâruz kalmış oldukları pek dehşetli sonlan düşünerek zulümden, hakka tecavüzden; inkârcı hareketlerden nefsini korumaya çalışmalıdır.
40. Ve onlardan kimisi ona imân eder ve onlardan kimisi de ona imân etmez. Ve Rabbin bozguncuları pek ziyâde bilendir.
40. Bu mübârek âyetler, İslâm dininin kabule dâvet edilen kimselerin bir kısmı İslâmiyet’i kabul edip bir kısmının da kabul etmiyeceğini ve böyle imândan mahrum olanların mes’uliyetleri kendilerine ait bulunacağını beyân buyurmaktadır. İslâmiyeti kabul etmeyenlerin de iki kısma ay rızıklarını, bir kısmı, peygamberin beyanlarını, Kur’ânî tebliğleri işittikleri halde mânen sağır oldukları için bunlardan istifâde edemeyeceklerini, diğer bir kısmı da İslâmiyetin hak olduğuna ait delilleri gördükleri halde mânen kör oldukları için bunları tasdikten mahrum bulunacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!, (onlardan) o senin kavminden, kendilerini İslâmiyet’e dâvet eylediğin kimselerden (kimisi ona) o Kur’an-ı Kerim’e, kendilerine tebliğ edilen İslâmî hükümlere (imân eder) güzelce bir düşünce neticesinde bu hakikatı anlar, kabul ederek İslâmiyet şerefine, nâil olur. (ve onlardan) Kur’an-ı Kerim’i inkâr edenlerden (kimisi de ona) o Kur’an-ı Kerim’e, onun tebliğ ettiği dinî hükmlere (imân etmez) onun ilâhî bir kitap olduğunu güzelce düşünmez, dinî hükmleri kabul etmiyerek küfür içinde kalır gider, (ve Rab’bin) İşe öyle (bozguncuları) küfrlerinde inat edip duranları (pek ziyade bilendir) onların bütün o kâfirce halleri Allah katında tamamen bilinmektedir. Artık onun cezasına hazırlansınlar. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.
41. Ve eğer seni yalanlarlarsa artık de ki: Benim amelim banadır, sizin ameliniz de sizedir. Siz benim işleyeceğîmden berisiniz, ben de sizin işleyeceğiniz şeylerden beriyim.
41. (Ve) Resûlüm!, (eğer seni yalanlarlarsa) Kendilerine gösterilen delillere rağmen yine inkârlarından ayrılmazlarsa (artık) onlara (de ki: Benim amelim banadır) benim ibâdet ve itaatimin sevabı mükâfâtı bana aittir, (sizin amelleriniz de sizedir) siz de kendi küfür ve isyanınızın cezâsına kavuşacaksınızdır. Ben sizden uzak bulunmaktayım. (Siz benim işleyeceğimden uzaksınız) Siz benim fiil ve hareketlerimle alâkadar olacak değilsinizdir. (ben de sizin işleyeceğiniz şeyleren uzağım) sizin inkârcı ve bozguncu şekildeki amellerinizden dolayı ben mes’ul olmayacağımdır. Evet… Rasûlü Ekrem’in vazifesi, ilâhî hükümleri tebliğ ve tavsiyedir. Bu vazifeyi ise tamamen yapmıştır. Hatta insanlık hakkında pek fazla şefkat ve merhametinden dolayıdır ki, ehli küfrü imâna dâvet hususunda en büyük fedakârlıklarda bulunmuştur. Artık Rasûlü Ekrem hakkında bir sorumluluk düşünülemez.
42. Ve onların içinde senin sözlerini işitmek isteyenler de vardır. Fakat sağırlara mı işittireceksin? Eğer akılları da kesmez kimseler bulunmuş ise.
42. (Ve) Resûlüm!, (onların) O müşriklerin (içinde senin sözlerini işitmek) okuduğun Kur’an’ı Kerim’i dinlemek (isteyenler de vardır) onlar Hz. Peygamber’in beyanlarını zâhiri bir kulakla dinlerler, (fakat) Onlar aşırı düşmanlıklarından dolayı mânen sağır kimselerdir, peygamberin tebliğlerini can kulağıyle dinleyip kabul etmek kâbiliyetinden mahrumdurlar. Artık Habibim!. Sen tebliğlerini öyle (sağırlara mı İşittireceksin?.) bu mümkün mü? Özellikle onlar, bu sağırlıkları ile beraber (eğer akılları da kesmez kimseler bulunmuşlar ise) işte bu inkarcılar, o kabildendirler. Akıllı olan bir sağır, yine bazı şeyleri anlar, kabul edebilir. Fakat akılsız olunca artık bir hakikatı işitip kabul etmeğe kaadir olamaz. Onlar o kötü inkârcı hareketlerinden dolayı bir ilâhîkahır olmak üzere güzelce anlamak özelliğinden mahrum kalmışlardır.
43. Ve onlardan sana bakanlar da vardır. Ya sen körlere göremez kimselerde olsalar doğru yolu gösterebilir misin?
43. (Ve onlardan) O müşriklerden (sana bakanlar da vardır) senin Peygamberliğine, sözlerinin doğruluğuna ait delilleri görüp muayene ederler. Bununla beraber yine imândan, tasdikten kaçınırlar. Onlar mânen kör kimselerdir. Kendi kötü hareketlerinin bir cezası olmak üzere hakikatları görmek kâbiliyetinden mahrum bırakılmışlardır. Artık Resûlüm!. Onları hidâyete nâil etmeğe sen kâdir olamazsın. Evet. (Ya sen körlere) Göremez kimselere öyle (göremez kimselerde olsalar da) kalp gözleri kör, kendileri basîretten mahrum bulunsalar da onlara (doğru yolu) tariki müstakîmi (gösterebilir misin?.) elbette gösteremezsin. Çünki onlar maddî ve mânevî kabiliyetlerini yitirmişlerdir. Artık onları Cenab’ı Hak’tan başkası ıslah edemez, hidâyete kavuşturamaz. “Bir göz ki, anın olmaya ibret nazarında” “Ol düşmanıdır sahibinin baş üzerinde.”
§ Malumdur ki: Cenab’ı Hak insanlara kuvve-i sâmia = işitme kuvveti ve kuvve-i bâsira = görme kuvveti vermiştir. Bunlar birer büyük ilâhî lütuftur. Bu iki kuvvetten hangisinin daha efdal, daha şerefli olduğunda ise ihtilâf vardır. Şöyle ki: Bazı zatlara göre işitme kuvveti efdaldir. Çünki: İnsanlar diğer hayvanlardan söz söylemek suretiyle ayrılırlar. Sözlerden ise işitme kuvveti vasıtasıyla istifâde olunur. Bir insan işitme gücü sayesinde gözü önünde söylenmeyen şeyleri de işitir. Kör olsa da ilm tahsilinde bulunabilir. Yüce Peygamberlerden bazılarına âmâlık ariz olmuştur, fakat sağırlık ârız olmamıştır. Böyle bir arıza onların haklarında câiz değildir. Peygamberlik vazifesini yerine getirmeye mânidir.Fakat diğer bazı zatlara göre de görme kuvveti daha efdaldir, daha şereflidir. Zira idrâk vasıtalarının en mükemmeli, görme gücüdür. İnsan göz vasıtasiyle en uzaklardaki kudret eserlerini, meselâ göklerdeki nûranî cisimleri müşâhede edebilir. Sonra görmek kuvvetinin âleti, nurdan ibârettir, işitmek kuvvetinin âleti ise ancak havadır. Nur havadan şerefli olduğundan artık görme gücü de işitme gücünden üstündür. Bir de yaratılış bakımından gözlerde tecelli eden hikmeti ilâhî hârikaları kulaklardaki hârikalardan daha fazladır. Gözler sahiplerine daha fazla bir güzellik verir, körlük ise bu güzelliği azaltır, sağırlık ise sâhibi için bir ayıp sayılmaz. Hatta deniliyor ki: Hz. Musa, dünyada iken Cenâb-ı Hak’kın kelâmını işitmiş olduğu halde Allah’ın cemâlini görmek temennisinde bulunmuş iken bu şerefe nâil olamamıştı. Bu da gösteriyor ki, görmek nimeti, işitmek, nimetinin üstündedir. “Essiracülmünir” de deniliyor ki: Zâhir olan da budur.
44. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara hiç bir şey ile zulümetmez. Velâkin insanlar kendi nefislerine zulüm ederler.
44. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’i yalanlayan müşriklerin başlarına gelen felâketlerin hâşâ bir ilâhî zulüm olmayıp yalnız kendi kötü hallerinin bir neticesi olduğunu bildimektedir. Ahiret hayatını inkâr edenlerin o ebedî âlemdeki fecî vaziyetlerini ve dünya hayatının ne kadar geçici, çabucak yok olucu olduğunu o zaman anlâmış olacaklarını haber veriyor. Ve o inkârcıların korkutulmakta oldukları felâketlerin bir kısmına daha dünyadalarken de kavuşacaklarını şöylece ihtar buyuruyor: (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Bir mutlak âdildir, bütün mahlûkatı hakkında lûtuf ve ihsanı bolcadır. (insanlara hiç bir şey ile zulm etmez) Allah hakkında zulm düşünülemez. O bütün kâinatın yaratıcısıdır, sahibidir. Mülkünde dilediği şekilde tasarrufakaadirdir. Bununla beraber onun bütün tasarrufları adâlet ve ihsâna dayanmaktadır. (Velâkin insanlar kendi nefislerine zulm ederler) Cenâb-ı Hak insanlara hikmet gereği bir kazanma kuvveti vermiştir. İnsanlar hayrı da, şerri de kazanabilirler. Fakat şerri kazanmalarına Cenâb-ı Hak razı değildir. Buna rağmen şerri işlerlerse, yani sahip oldukları kuvveklerini şer tarafına yöneltirlerse Hak Teâlâ da onların haklarında şerri yaratır, çünki ondan başkası yaratıcı yoktur. Bazı hadiseleri insanların arzularına, işlemelerine göre yaratmak ise bu imtihan âleminin muktezasıdır.
45. O gün ki onları mahşere toplayacaktır. Sanki dünyada gündüzün bir saat kadar kalmış gibi olacaklardır. Birbirlerini tanıyacaklardır. Allah Teâlâ’ya çıkacaklarını yalan sayanlar, muhakkak ki hüsrana uğramışlardır. Ve doğru yola ermiş olmamışlardır.
45. (Ve) Resûlüm!. O nefislerine zulmeden inkârcılara hatırlat, (o gün ki, onları) Cenâb-ı Hak, yurtlarından, kabirlerinden çıkararak mahşere o hesap yerine (toplayacaktır) onlar (sanki) dünyada (gündüzün bir saat kadar kalmış gibi olacaklardır.) o mahşerin pek korkunç vaziyetine göre dünyadaki, kabirdeki kalmış oldukları müddet, kendilerince pek az bir müddet gibi görülecektir. Ve onlar (Birbirlerini tanıyacaklardır) yani: Onlar kabirlerinden kalkıp mahşere sevkedilecekleri zaman aralarında bir mvarefe, bir tanışma meydana gelecektir. Fakat sonra mahşerin korkunç vaziyeti tesiriyle aralarındaki bu tanışma yok olacak, herbiri kendi derdine düşecektir. Artık dünyada iken âhiret hayatına inanmamış olanlar (Allah Teâlâ’ya) onun mânevî huzuruna, mahkeme’i kübrasına (çıkacaklarını yalan sayanlar) bu husustaki dinî haberleri yalanlayanlar (muhakkak ki, hüsrana uğramışlardır) geçici dünya karşılığında ebedî, yüce âhiret nimetlerini fedâederek en büyük zararlara mâruz kalmışlardır. (Ve doğru yola) kurtuluş yoluna (ermiş olmamışlardır) en büyük bir sapıklığa uğrayarak ebedî bir azâba kavuşmuşlardır.
46. Onlara vâd ettiğimiz şeyin bazısını sana göstersek de veya henüz göstermeden senin ruhunu alsak da herhalde onların dönüşü bizedir. Sonra Allah Teâlâ onları ne yapacakları üzerine şahittir.
46. Resûlüm!. (Onlara) O müşriklere, o seni inkâr edenlere (vâd ettiğimiz şeyin) azap ve felâketin onlara kavuşacak olan (bazısını) bir gönül rahatlığı için (sana) daha hayatta iken (göstersek de veya) henüz dünyada iken sana göstermeden (senin ruhunu alsak da) onların o fecî hallerini elbetteki, âhirette göreceksindir. Çünkü (herhalde onların dönüşü bizedir) onlar kabirlerinden kaldırıldıktan sonra mahşere azap yurduna sevkedileceklerdir. Rasûlü Ekrem de onların o felâketlere mâruz kaldıklarını tamamen görmüş, anlamış olacaktır, (sonra Allah Teâlâ onların) o inkârcıların dünyadalarken (ne yapacakları üzerine şahittir) onların bütün fiil ve hareketlerini görmektedir. Ona göre onları cezaya uğratacaktır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!.
47. Her ümmet için bir Peygamber vardır. Artık onlara Peygamberleri geldiği vakit aralarında adâletle hükmedilmiş olur ve onlar zulüm olunmazlar.
47. Bu mübârek âyetler, Son Peygamber Hazretlerinden evvel de her ümmet için bir Peygamber gönderilmiş; o vâsıta ile ilâhî adâlet tecelli etmiş, Allah’ın delili tamam olmuş, o ümmetlere zulm edilmemiş olduğunu bildirmektedir. Hakkı kabul etmeyenlerin uğrayacakları azapların zamanını tâyin ise Peygamberlere ait olmayıp Allah’ın ilmine ait bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Ve her ümmetin mukadder olan bir hayat dönemi olup bu hayatın bir dakika bile öne geçmeyeceğini ve geri kalmayacağını ihtar eylemektedir.Şöyle ki: Resûlüm!. Senden evvel gelip geçmiş (Her ümmet için) de (bir Peygamber vardır) onları Allah’ın dinine dâvet etmiş, hallerine münasip hükmleri, şer’î hükmleri kendilerine tebliğ eylemişlerdir. (Artık onlara Peygamberleri geldiği) yani: Onlara Peygamberleri dinî vazifelerini tebliğ edip onlardan bir kısmı kabul ve tasdik, diğer bir kısmı da red ettiği ve yalanladığı (vakit aralarında adâletle hükmedilmiş olur) onlardan mü’min olanlar, kurtuluşa erer, ilâhî lütuflara kavuşmuş olur. İnkârcı olanlar da helâk olup ebedî azâba mâruz bulunurlar, (ve onlar zulm olunmazlar) Haksız yere bir cezaya çarpılmazlar. Bilâkis amellerine göre mükâfat ve cezâ görürler. Allah’ın adâleti bunu gerektirir.
§ O kavimler arasında adâletle hükmedilmesi iki şekilde düşünülebilir. Birisi: Onlar daha dünyada iken içlerinden mü’min olanlar, kurtuluşa, selâmete nâil olurlar. Küfrlerinde devam edenlerde helâk olup giderler. Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi hakkında olduğu gibi. Ikinci şekilde: O kavimlerin haklarındaki ilâhî hüküm en çok âhirette tecelli eder. Kıyâmet günü toplandıkları zaman onların haklarında Peygamberleri de şahitlikte bulunurlar. Mü’min olarak ölmüş olanlar, cennetlere, nimetlere nâil olurlar. Kâfir olarak hayatı terk etmiş olanları da lâyık oldukları ebedî azaplara kavuşurlar.
§ Her ümmete vaktiyle bir Peygamber gelmiş, Allah’ın şeriatını kendilerine tebliğ etmiş ve onların arasında bir ilâhî kitabı yaymıştır. Artık o Peygamberin vefatından sonra da o dinî hükmler kavmi arasında devam etmekte bulunmuştur. Artık o kavmin fertleri biz Peygamberi görmedik diye bir mazeret dermeyan edemezler. Peygamberler birer mübârek ilâhî elçilerdir,’ Allah’ın hükümlerini tebliğ vazifesini yapmış, bu hükmler kavimleri arasında yürürlükte bulunmuştur. Artıkbunlara riâyet etmeyenler, bunları değiştirmeye, bozmaya cür’et edenler bunun mes’diyetinden kurtulamazlar.
48. Ve derler ki: Eğer siz doğru kimseler iseniz bu vâd ne zamandır?
48. (Ve) Her kavim kendi Peygamberine dediği gibi, Muhammed ümmeti arasındaki inkârcı kimseler de (derler ki) Ey Peygamberlik iddiasında bulunan zat!. (Siz) Sen ve sana tâbi olan mü’minler (doğru kimseler iseniz) bizi kendisiyle korkutmakta olduğunuz şeyler hususunda doğru sözlü bulunuyorsanız, (bu vâd) bizi tehdit ettiğiniz azap (ne zamandır?.) bize haber ver bakalım!. O inkarcılar, bir yalanlama ve inkâr maksadiyle böyle bir sualde bulunurlar.
49. De ki: Ben kendi nefisim için Allah Teâlâ’nın dilediğinden başka ne bir zarara ve ne de bir faideye mâlik olamam. Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiği vakit artık ne bir saat geri kalabilirler ve ne de ileri gidebilirler.
49. Resûlüm!. Onlara (De ki: Ben kendi nefsim için Allah Teâlâ’nın dilediğinden) hakkımda takdir buyurmuş olduğundan (başka ne bir zarara ne de bir faideye sahip değilim) Cenab’ı Hak bana neyi ki bildirirse ben ancak onu bilirim. Ehli küfrün nihâyet azâba uğrayacaklarını da yine Cenâb-ı Hak’kın bildirmesiyle bilmekteyim. Artık o azabın size ne zaman yöneleceğini, kıyâmetin ne zaman kopacağını ben kendiliğimden bilip size haber veremem. (Her ümmet için bir ecel vardır) Muayyen bir hayat müddeti mukadderdir. (Ecelleri geldiği vakit) son bulduğu zaman (ne bir saat geri kalabilirler ve ne de ileri gidebilirler.) mukadder olan ne ise o mutlaka meydana gelir, geriye kalmaya ve öne geçmeye imkân yoktur.
50. De ki: Bana haber verîniz! Eğer size onun azâbı geceleyin veya gündüzün gelirsegünahkârlar ondan neyi acele ediveriyorlar?
50. Bu mübârek âyetler, Allah’ın azabının meydana gelme zamanını soran dinsizlere ikinci bir cevap mahiyetinde bulunmaktadır, o azabın zamanını öğrenmekten kendilerine bir fâide hâsıl olamayacağını ihtar etmektedir. O azabın ortaya çıkması anındaki bir imân ise Allah katında makbul olamayacağından o zamana kadar küfürlerinde sebat edip nefislerine zulmetmiş olanların ebedî bir azâba tutulacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O müşriklere yine (de ki: Bana haber veriniz) siz ne yapabilirsiniz?. (eğer size onun) Cenâb-ı Hak’kın (azâbı) takdir edilmiş olan cezası (geceleyin) ansızın (veya gündüzün) işlerinizle uğraşıp dururken (gelirse) artık haliniz ne olur?, (günahkârlar) O suçlu müşrikler (ondan) Hak Teâlâ’nın azâbından (neyi acele ediveriyorlar?.) onlara böyle acele etmenin faidesi vardır?. Onlara lâzım olan, o ilâhî azaptan korkarak bir an evvel hallerini ıslah etmektir.
51. O azap, vâki olduktan sonra mı ona imân etmiş olacaksınız? Şimdi mi? Halbuki, siz onu acele ediveriyordunuz ya.
51. Ey günahkârlar!. (O azap vâki olduktan) Sizin üzerinize gelip göçtükten (sonra mı ona) Cenabı Allah’a ve o gelmiş olan azâba (imân etmiş olacaksınız?.) O, ümitsizlik zamanıdır, artık imanınız kabul edilmez. Ve onlara o vakit denilir ki, (şimdi mi?) imân ediyorsunuz?, (halbuki, siz onu) O azâbı (acele istiyordunuz.) Ya!. Yalanlama ve alay yoluyla onun gelmesini hemen istiyordunuz. İşte geldi, artık görünüz cezanızı.
52. Sonra zulüm etmiş olanlara denilecektir ki, İmdi ebedî azâbı tadınız. Siz başkasıyle değil, ancak kazanmış olduğunuz şey sebebiyle cezalandırılırsınız.
52. (Sonra zulmetmiş olanlara) Öyle küfür ve şirk içinde yaşayarak ilâhî azâbı gördüktensonra imân edenlere âhiret gününde (denilecektir ki: İmdi ebedî) sürekli elem verici (azâbı) cehennem ateşini (tadınız) içinde sürekli bir şekilde kalınız, (siz başkasıyle değil) Bugün başka bir sebeple değil (ancak) siz dünyada iken (kazanmış olduğunuz şey sebebiyle) küfür ve isyan yüzünden bugün bu ebediyet âleminde (cezalandırılırsınız) bu sizin dünyadaki amellerinizin bir karşılığıdır. Bu cümleden olarak ilâhî azâbı acele istemenizin bir neticesidir, İşte küfür ve şirkin sonu böyle sonsuz bir azaptan, bir felâketten ibârettir.
53. Ve senden haber almak istiyorlar ki, o doğru mudur? De ki: Evet.. Ve Rabbime and olsun ki, doğru bir hakikattir ve siz onu bertaraf edecek kimseler değilsinizdir.
53. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in haber verdiği bir gerçeği, bir ilâhî vadi tasdik etmiyerek onun mevcut, gerçeğe uygun olup olmadığını soran kâfirlere karşı Cenâb-ı Hak’kın kudret ve büyüklüğünü, bütün mahlûkatı üzerindeki malikiyet ve hakimiyetini beyan ederek onlara kesin cevap vermektedir. Ve o hakikatın tecellisi zamanında artık inkarcılar için bir kurtuluş çaresi bulunamıyacağını bildirmektedir. Ve bütün kâinat, Cenâb-ı Hak’kın mülkü olup onlarda dilediği gibi tasarrufta bulunacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!, (senden) Bir inkâr ve alay yoluyla tekrar (haber almak istiyorlar ki o) bizi korkutmakta olduğun azap, o kıyâmetin kopması veya senin peygamberliğin, bize tebliğ ettiğin Kur’an ve o dinî hükmler, cezalar (doğru mudur?.) bu gerçeğe uygun mudur, meydana gelecek midir?. Bize haber ver bakalım!. Resûlüm!. O inkârcılara cevap olarak (de ki: Evet..) o doğrudur, (ve Rab’bime and olsun ki) o (doğru bir hakikattır) o hak sabit bir haberdir. Onun ne kadar bir hakikat olduğunu âkıbet anlayacaksınızdır. (Ve siz onu) O hakikatı, o başınıza gelecek olan azâbı (yok edecekkimseler değilsinizdir) sizin gibi âciz yaratıklar, kendilerine yönelecek bir belâyı nasıl saymaya kaadir olabilirler?. Herhalde ona tutulacaksınızdır, ondan kaçıp kurtulamayacaksınızdır.
54. Eğer zulümetmiş olan her şahıs için bütün yerde bulunanlar olsa idi elbette onları feda ederdi ve azâbı gördükleri zaman için için pişmanlıkta bulunmuş oldular. Ve onların arasında adâletle hükmolunmuş olur ve onlar zulüm olunmazlar.
54. Evet.. Kâfirler için kurtuluş yoktur. (Eğer) Öyle nefislerine (zulmetmiş olan her şahıs) diyelim ki (bütün yerde bulunanlar) dünyasının bütün malları, hazineleri, menfaatleri (olsa idi) bunların hepsine sahip bulunsa idi (elbette) kendisini o azaptan, o felâketten kurtarabilmek için (onları) o sahip olduğu şeylerin tamamını (feda ederdi) heyhat!. Bu ne mümkün!. (Ve) Onlar (azâbı gördükleri zaman) Nasıl bir felâkete uğradıklarını anlar, dilleri tutulur, apışıp kalmış bir hâle düşer, söz söylemeğe, ağlamaya, bağırıp çağırmaya güçleri kalmaz (için için pişmanlıkta bulunmuş olurlar) hayfaki, artık pişmanlık kendilerine bir fâide vermez (ve onların) o müşriklerin ve diğer insanların (arasında adâletle hükmolunmuş olur) herbirisi lâyık olduğuna kavuşur (ve onlar zulm olunmazlar) o kâfirler, o nefislerine zulmetmiş olanlar, kıyâmet gününde haksız yere bir zulme uğratılmazlar. Belki onlar kendi kâfirce hareketlerinin gereği olan azâba mâruz kalırlar. Ve dünyada iken birbirine zulmetmiş oldukları takdirde de aralarında mahkeme ve hesap icra edilerek kimin kimde bir alacağı var ise o tamamen alınarak hiçbirinin hakkı zâyedilmek suretiyle şahsına zulmedilmiş olmayacaktır.
55. Uyanınız! Şüphe yok ki, göklerde de ve yerde de her ne var ise Allah Teâlâ’nındır. Uyanık olunuz! Allah Teâlâ’nın vadi elbette ki, gerçektir, fakat onların çoğu bilmezler.
55. Ey insanlar!. Ey inkarcılar!. (Uyanınız) Gafletinize son veriniz, (şüphe yok ki, göklerde de ve yerde de her ne var ise Allah Teâlâ’nındır) O Yüce Yaratıcı bütün kâinata hâkim ve sahiptir. Binaenaleyh kullarına lâyık oldukları mükâfatları, cezaları vermeğe de kaadirdir. Ey inkarcılar!, (uyanık olunuz) inkânnıza son vererek aklınızı başınıza toplayınız!. (Allah Teâlâ’nın vâdi) mü’minleri mükâfata nâil edeceğine, kâfirleri mücazata uğratacağına dair olan ilâhî kelâmi (elbetteki, hakikattır) sabittir, gerçeğe uygundur. Ne için onda şüphe ediyorsunuz?. Onun hak olup olmadığını sormak cür’etinde bulunuyorsunuz?, (fakat onların) insanların (eksîrîsi) bu hakikatı (bilmezler) akıllarını kötüye kullanarak bu gibi hakikatları bilip tasdik etapek nimetinden mahrum bulunurlar.
56. O diriltir ve öldürür ve ona döndürüleceksinizdir.
56. (O) Bütün göklere, yerlere sahip olan Yüce Yaratıcı (diriltir ve öldürür) diriltmeye de öldürmeye de kaadirdir. O Hikmet Sahibi Yaratıcı hak edenlere mükâfat ve ceza vermeğe de amenna kaadirdir. (Ve) Ey insanlar, hepiniz (ona) Yüce Yaratacıya (döndürüleceksinizdir.) hepiniz de öldükten sonra mahşer âlemine sevkedilecek, mahkeme edilmeye tâbi tutulacaksınızdır. O kerem ve merhamet sahibi olan ezelî mâbud, kullarına böyle vâd ve tehdidini kapsayan âyetleri bildiriyor, kullarına öğütler verimiş oluyor ki, uyanarak kulluk vazifelerini yapsınlar, ebedî bir âlemde selâmet ve saadete ersinler. Ne büyük bir ilâhî lûtuf!.
57. Ey insanlar! Muhakkak ki, size Rabbinizden bir öğüt ve gönüllerden olana bir şifa ve mü’minler için bir hidayet ve bir rahmet geliştir.
57. Bu mübârek âyetler, insanlığı irşad ve aydınlatmak için indirilmiş olan Kur’an’ı Kerim’in sahip olduğu pek yüce vasıflarıbildirmektedir, İnsanlık hakkında Cenâb-ı Hak’ın bir lûtfu, bir rahmeti olan böyle kutsî bir kitaptan istifade edilmesi lüzumuna işaret etmektedir. Hak Teâlâ’nın helâl ve haram kılmış olduğu şeyleri değiştirme ve bozmaya cür’et etmenin, Allah Teâlâ’ya karşı bir iftira mahiyetinde olacağını ihtar ile bunun uhrevî cezasına dikkatleri çekmektedir. Ve bütün mahlûkatı hakkında lûtuf ve keremi pek bol olan Yüce Yaratıcı Hazretlerine karşı birçok kimselerin şükran vazifesini yerine getirmekten mahrum bulunduklarını bir uyanma vesilesi olmak üzere beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey insanlar!. Muhakkak ki, size Rab’binizden bir öğüt) bir nasihat sizi uyandırıp aydınlatacak bir kitap gelmiştir. (Ve gönüllerde olana) Kalplerdeki cehaleti, çirkin huyları, bozuk inançları giderecek olan (bir şifa) bir deva, gelmiştir. Kur’an’ı Kerim’in tavsiye ettiği faziletlere, güzel hareketlere uyulduğu takdirde mânevî hastalıklar, ruhî üzüntüler yok olup gider. (Ve mü’minler için bir hidayet) sapıklıktan kurtaracak bir saadet rehberi gelmiştir, (ve bir rahmet) Pek büyük bir ikram, bir merhamet eseri (gelmiştir) artık bunlardan hakkiyle istifadeye çalışmalı değil midir?.
§ İşte Kur’an-ı Kerim, bu dört yüce mahiyeti, vasıfları, mübârek gayeyi toplar bulunmaktadır. Evet… Şüphe yok ki: Kur’an-ı Kerim, bütün faziletleri, ahlâk dışı halleri bildirmektedir, insanları faziletleri kazanmaya teşvik, gayrı ahlâk dışı şeylerden men etmektedir. Bu ise en yüksek bir öğüt, bir nasihattır. Yine Kur’an’ı Kerim, gönülleri mânevî hastalıklar içinde bırakacak olan küfür ve nifaktan insanları men edip güzel inançlar ile ruhları tedavide bulunmaktadır. Bu da insanlara mânen hayat veren bir şifadır. Yine Kur’an’ı Kerim, imân sahipleri için saadet yollarını, en kuvvetli deliller ile göstererekonları hak ve hakikat yoluna irşat edip durmaktadır. Bu da en büyük bir hidâyettir. Yine Kur’an’ı Kerim, kendisindeki kutsî emirlere yasaklara riâyet edenleri küfür ve nifak karanlıklarından çıkararak imân nuruna nâil etmektedir. Onları ebedî azaplardan kurtararak sürekli nimetlere, cennetlere kavuşturmaktadır. Bu da şüphe yok ki: En büyük bir rahmettir.
58. De ki: Allah Teâlâ’nın lûtfu ile ve rahmeti ile. İşte yalnız onunla ferahlansınlar. O, onların topladıklarından daha hayırlıdır.
58. Resûlüm!. İnsanlara hitaben (De ki) ey insanlar!. (Allah Teâlâ’nın lûtfu ile) onun Kur’an-ı Kerim’i ile veya İslâm dinî ile (ve) O Yüce Yaratıcının (Rahmeti ile) sizi öyle bir kitaba kavuşturmuş ve sizin kalplerinizi onunla aydınlatmış ve bezemiş olmasiyle veya Peygamber’inizin mübârek sünnetleriyle ferahlanınız. Öyle büyük nimetlere kavuşmanızdan dolayı bir mânevî zevk içinde yaşayınız. Evet. İnsanlar (İşte yalnız onunla) o nâil oldukları ilâhî bir lûtuf ve rahmet ile (ferahlansınlar) onun kıymetini, yüceliğini düşünerek ruhanî neşeler içinde kalsınlar. (O) Kutsal fazl ve rahmet (onların topladıklarından) o dünyevî faidelerden, fanî servetlerden, lezzetlerden (daha hayırlıdır) sahipleri için ebedî selâmet ve saadete vesiledir. Artık öyle ebedî nimetlere kavuşmak için daha ziyade çalışmak icabetmez mi?.
59. De ki: Bana haber veriniz! Allah Teâlâ sizin için rızktan neler indirdi ve siz ondan bir haram birde helâl kıldınız. De ki: Allah Teâlâ mı size izin verdi, yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?
59. Resûlüm!. O kâfirlere (De ki: Bana haber veriniz) söyleyiniz bakalım (Allah Teâlâ sizin için rızktan neler indirdi) sizin için neleri takdir buyurdu, semadan yaydığı ışıklar ile, yağdırdığı yağmurlar ile neleri meydana getiripsize nasib etti. (de siz ondan) Kendi iddianızla (Bir haram birde helâl kıldınız!.) buna nasıl cür’et eylediniz?. Bir takım hayvanları haram sandınız, bir takım hayvanların da kadınlara haram, erkeklere helâl olduğuna inandınız. Maide sûresindeki (lOSlüncü âyete de bakınız!. Resûlüm!. Onlara (De ki: Allah Teâlâ nil size izin verdi) de siz böyle bir takım şeylerin helâl ve haram olduğuna inandınız, (yoksa siz Allah’a iftira mı ediyorsunuz?.) Evet.. Siz böyle bir iftirada bulunuyorsunuz. Siz kendi kendinize bazı şeylerin helâl, bazı şeylerin de haram olduğuna hükmediyorsunuz. Halbuki: Cenâb-ı Hak, size bu hususta bir izin, bir selâhiyet vermiş değildir.
60. Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunanların kıyâmet günü hakkındaki zanları neden ibarettir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara karşı elbette lûtuf sahibidir, velâkin onların çokları şükretmezler.
60. Ey kendi kendilerine hükm veren cahiller!. (Allah Teâlâ’ya karşı yalan yere iftirada bulunanların) Kendi hükmlerini yalan yere ilâhî birer hüküm gibi göstermek isteyenlerin (kıyâmet günü hakkındaki zanları neden ibarettir?.) Hak Teâlâ onları bu iftiralarından dolayı âhiret âleminde cezalandırmayacak mı sanıyorlar?. Ne yanlış bir zan!. Yahut onlar kıyâmet gününde olacak şeyler hakkında ne düşünüyorlar?. O iftiralarından dolayı mes’ul, cezaya mâruz olmayacaklarını mı zannediyorlar?. Hayır hayır. Onlar en şiddetli azaplara uğrayacaklardır. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ insanlara karşı elbette fazl sahibidir) Onlara akıl vermiştir, onlara Peygamberler, kitaplar göndermiştir, onlara dünyevî ve uhrevî nice şeyleri bildirmiştir. (Velâkin) Bu nimetlere rağmen (onların çokları şükretmezler) akıllarını güzelce kullanmazlar, Peygamberlerin davetini kabul etmezler, ilâhî kitaplardan istifade etmek istemezler, Cenâb-ı Hak’kın bildirdiklerini bırakarak kendikendilerine hükm vermeğe kalkışırlar, Hak Teâlâya iftirada bulunurlar, nimete nankörlükte bulunup dururlar. Artık öyle kimseler azâbı hak etmiş olmazlar mı?.
61. Ve sen bir işte bulunmazsın ve ondan, Kur’ân’dan birşey okumazsın ve sizler de amelden birşey yapmazsın ki, illâ biz sizin üzerinize o işe daldığınız zaman şahitleriz. Ve Rab’bİnden ne yerde ve ne de gökte zerre ağırlığınca birşey gaip bulunmaz ve ondan ne daha küçük ve ne de daha büyük birşey yoktur ki, illâ apaçık olan bir kitapta yazılıdır.
61. Bu âyeti kerime Cenab’ı Hak’kın bilgisi dairesinden hiç bir şeyin dışarda olmadığını ve binaenaleyh kullarının da bütün yaptıklarını veya yapacaklarını tamamen bildiğini beyan ederek itaatkâr kulları sevindirmekte, âsi olanları da korkutmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. (Ve sen bir işte) Hangi bir işte, bir muamelede (bulunmazsın ve ondan) o sana nâzil olandan yani (Kur’ân’dan birşey) hangi bir âyeti (okumazsın) ki (ve) Ey ümmet fertleri!, (sizler de amelden) hangi bir hususa dair (birşey yapmazsınız ki illâ biz) ben şanı Yüce Yaratıcı (sizin üzerinize o işe daldığnız) onunla meşgul olduğunuz (zaman şahitleriz.) o amelleri görmekte, tesbit etmekteyiz. (Ve) Resûlüm Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- (Rab’binden ne yerde ve ne de gökte zerre ağırlığınca birşey gaip bulunmaz) Buna inanmışızdır. Allah Teâlâ kullarının bütün işlerini ve bütün âlemlerdeki olayları tamamen bilir. Çünki ondan başka Yaratıcı, bütün klıainatı bilen yoktur. Bütün mahlûkatının zahirî ve batınî amelleri onca tamamen bilinmektedir. (Ve onan) O zerre aağırlığı şeyden yani: En küçük, kırmızı karınca miktarındaki bir varlıktan (ne daha küçük ve ne de daha büyük birşey) de (yoktur ki, illâ apaçık olan bir kitapta) lâvh-ı mahfuzda yazılı bulunmakta (dır.) Artık her mükellef kul, bunu bilerek buna göre hareketlerini tanzimetmelidir ki, yarın ceza gününde mes’ul, mahcup bir durumda bulunacak olmasın, korkudan, kederden emin bulunsun.
62. Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah Teâlâ’nın dostları için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
62. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın dostları için, yani: Mü’min ve takva sahibi olan kulları için bir korku, bir keder bulunmadığını müjdelemektedir. Onların dünyada da, âhirette de teveccühe nâil, en büyük bir kurtuluşa ermiş olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Cenâb-ı Hak’kın kulları!. (Haberiniz olsun ki: Muhakkak Allah Teâlâ’nın dostları içîn) Sevgili, muhterem, değerli Allah’ın korumasına nâil kulları için gelecekte (bîr korku yoktur) onlar korkulardan emin buunacaklardır. (Ve onlar mahzun da olmayacaklardır) Onlar âhiret âleminde ebedî nimetlere nâil olacaklardır. Kendilerine mahsus hangi bir nimetin yok olmasından dolayı bir üzüntü ve kedere uğramayacaklardır. Onların bütün nimetleri devam edip duracaktır.
63. Onlar ki, imân etmişlerdir ve sakınır olmuşlardır.
63. Cenab’ı Hak’kın dostları ise (Onlar ki) o zatlardır ki, onlar (imân etmişlerdir) bütün dinî hükmleri kabul ve tasdik eylemişlerdir, (ve sakınır olmuşlardır) Kendilerinden kaçınılması dînen icabeden şeylerden, gayrı meşrû hareketlerden çekinerek temiz, pak bir halde yaşamakta bulunmuşlardır. İşte o zatlar, birer Allah dostudur. Işte o zatların gelecekleri böyle teminat altındadır.
64. Onlar için dünya hayatında da ve âhirette de tam bir müjde vardır. Allah Teâlâ’nın kelimeleri için değişmek yoktur. İşte en büyük kurtuluş budur.
64. Evet… (Onlar için) Allah Teâlâ’nın o muhterem velileri için (dünya hayatında da ve âhirette de) tam, mükemmel (bir müjde vardır)onlar dünyada iken de ilâhî lütuflara kavuşaaklarına dair müjdelere nâildirler. Ahirette de cennetlere, Allah’ın cemâlini görme şerefine nâil olacakları kendilerine melekler tarafından müjde edilecektir. (Allah ‘Teâlâ’nın kelimeleri içîn) Bütün ilâhî beyanları için ve o cümleden olan böyle bir ilâhî vâdi için (değişmek yoktur) elbetteki, o cümleden olan bu ilâhî vâdi de tamamen gerçekleşecektir. O muhterem veliler bu ilâhî vâd gereğince her türlü endişelerden emin, en büyük nimetlere nâil olacaklardır, (işte en büyük kurtuluş budur) Bu velilerin böyle dünya ve âhirette müjdelenmiş olmahndır. Artık bunun üstünde nasıl bir kurtuluş düşünülebilir?.
§ Bir yoruma göre dünyadaki müjdeden maksat, salih rüyâdır. Hak Teâlâ’nın sevgili kulları dünyada iken kendilerine sevinç verecek salih rüyaları ya bizzat görürler, veya onların hakkında başkaları görmüş olurlar. Nitekim bir hadis-i şerifte:
Artık peygamberlik devresi sona ermiştir. Bundan sonra kimse peygamberliğe nâil olamayacaktır. Fakat müjdeci olan şeyler baki kalmıştır ki, salih rüyalar da bu cümledendir. Bu rüyalar gün gibi parlak bir şekilde zuhur eder, sahiplerinin kalplerine neş’e verir. Bu müjdeden maksat, bir yoruma göre de velilerin cennete kavuşmalarına dair olan Allah’ın vâdîdir. Diğer bir yoruma göre de bu müjdeden maksat, Cenâb-ı Hak’kın velileri hakkında mü’minlerin kalplerinde bir muhabbetin parlayıp durmasıdır. Daha diğer bir yoruma göre de bu müjdeden maksat, veli olan zatları vefatları halinde korku ve tasadan emin, cennetlere nâil olacaklarına dair meleklerin müjdelemeleridir. Ahiretteki müjdelere gelince bundan maksat dameleklerin veli olan zatlara kitaplarını sağ taraflarından verip kendilerini kurtuluş ve başarı ile, izzet ve ikrama kavuşmakla müjdelemeleridir. Veya o muhterem velilerin kalplerine gelen keşiflerdir. Velhasıl Allah Teâlâ’nın velileri hakkında böyle bir ilâhî vâdi tecelli etmiştir. Bu mutlaka gerçekleşecektir. Ne büyük bir ilâhî lûtuf!.
65. Ve onların lâkırdıları seni üzmesin. Şüphe yok ki, bütün izzet, Allah Teâlâ’nındır. O kemâlile işiticidir ve bilicidir.
65. Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in ilâhî koruma altında olduğuna işaret iderek üzüntülü ve kederli olmasına mahal bulunmadığını müjdelemektedir. Ve Kâinatın Yaratıcısının kudret ve yüceliğini, eserlerindeki yaratılış gayesini göstererek bunların hakikatları gören, işiten zatlar için birer âyet olduğunu bildirmektedir. Müşriklerin de bâtıl zanlarını, yalan sözlerini çirkin görmektedir. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. Ya Muhammed -Aleyhisselâm- (onların) o müşriklerin, inkârcıların (lâkırdıları) aleyhindeki sözleri, kâfirce yalanlama ve tehditleri (seni mahzun etmesin) o lâkırdılardan dolayı kalben gamlı ve kederli olma (şüphe yok ki, bütün izzet) kuvvet ve hâkimiyet (Allah Teâlâ’nındır) onun iradesi hilâfına hiçbir kimse bir şey yapmaya güç yetiremez. O kudret ve azamet sahibi olan Allah Teâlâ sana zafer verir, seni düşmanlarından korur. Artık senin için üzülmeye mahal yoktur. Nitekim de bu ilâhî müjde gerçekleşmiş, Rasûlü Ekrem Efendimiz düşmanlarına karşı galibiyeti elde etmiştir.
66. İyi bilin ki, göklerde kim var ise ve yerde kim var ise şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nındır. Allah Teâlâ’dan başkasına tapanlar da ortakların ardına düşmüş olmazlar. Onlar zandan başka birşeyin ardına düşmüş olmuyorlar ve onlar yalan söyleyen kimselerden başkası değildirler.
66. Ey insanlar!. (İyi bilin ki) Uyanın, güzelce düşünün ki (göklerde kim var ise) yani: Bütün melekler (ve yerde kim var ise) yani bütün insanlar, cinler (şüphe yok ki. Allah Teâlâ’nındır) bütün onun mahlûkudur. Bütün onun mülkü, hâkimiyeti altında bulunmaktadırar. Bütün bunlar, o Yüce Yaratıcının izzetine, kudretine birer şahitdir. Bazı mahlûklarına vermiş olduğu bir izzet, bir kuvvet de yine o Kerem Sahibi Yaratıcının bir lûtf ve ihsanından ibarettir, haddizatında o izzet ve kuvvet de Cenâb-ı Hak’ka aittir, İstediği zaman kullarını o izzet ve kuvvetten mahrum bırakabilir. (Allah Teâlâ’dan başkasına) Bir takım putlara, mahlûklara (tapanlar da) gerçekte bir takım (ortakların) Allah Teâlâ’nın ortaklarının (ardına düşmüş olmazlar) çünki Allah Teâlâ ortaktan uzaktır. Onların öyle Cenab’ı Hak’ka ortak koştukları şeyler, haddizatında öyle bir ortaklığa asla sahip değildirler. (Onlar) O putlara, o mahlûklara tapanlar (zandan) kuru bir kuruntudan (başka bir şeyin ardına düşmüyorlar) Evet.. O putları, mahlûkatı öyle bir ilâh sanarak onlardan şefaat bekleyenler, onların vasıtalariyle Cenab’ı Hak’ka yaklaşacaklarını ümid edenler, asılsız bir kuruntuya tutulmuş kimselerdir. (Ve onlar) O Cenab’ı Hak’ka ortak koşan kimseler, o kuruntuları hususunda (yalan söyleyen kimselerden başkası değildirler) onların o iddiaları, zanları hususunda dayanacakları bir delilleri yoktur. Onlar kuruntuya kapılmış, din hususunda hakikata muhalif şeyleri iddiada bulunmuş cahil kimselerden ibarettirler.
67. O, o zattır ki, sizin için geceyi kılmıştır ki, onda istirahat edesiniz. Gündüzü de gösterici aydınlık kılmıştır. Şüphe yok ki, bunda işiten bir kavim için elbette âyetler vardır.
67. (O) İzzet ve hâkimiyete sahip olan Kâinatın Yaratıcısı Allah (o zattır ki) Ey insanlar!. (Sizin için geceyi) meydana gelir(kılmıştır ki, onda) o gece vaktinde (istirahat edesiniz) o sayede sizden yorgunluklar, bezginlikler gidiversin. Sonra yine çalışmaya güç yetirebileşiniz. O, Hikmet Sahibi Yaratıcı (gündüzü de gösterici) ışıklı, etrafı aydınlatıcı (kılmıştır) ki, işlerinizi görüp takib edebilesiniz. (Şüphe yok ki, bunda) böyle gecelerin, gündüzlerin biri biri adınca gelişinde, bunların varlıklarındaki hikmetlerde (işiten) Cenab’ı Hak’kın beyanlarını düşünerek akıllı bir şekilde duyup bilenlerin bulunduğu (bir kavim için elbette âyetler vardır) bunları güzelce düşünenler, Hak Teâlâ’nın izzet ve kuvvet sahibi olduğunu pek güzel anlar, onun yaratıcılık ve mâbutlukta ortak ve benzerden uzak olduğuna kanaat eder, her hususta o Yüce Yaratıcıya sığınarak ve dayanarak dinsiz kimselerden korkmaz, onlardan kendisine bir zarar geleceğini düşünüp mahzun olmaz. Onların bâtıl sözlerinden, gayrimeşru hareketlerinden dolayı kendilerinin sorumlu olup hesaba çekileceklerini düşünerek teselli bulur.
68. Dediler ki: Allah Teâlâ kendisine çocuk edindi. Hâşâ, o bundan münezzehtir. O’nun ihtiyacı yoktur. Göklerde olanlar da ve yerde olanlar da onundur. Sizin yanınızda buna dair hiçbir delil yoktur. Allah Teâlâ’ya karşı bilmeyeceğiniz birşeyi mi söylersiniz?
68. Bu mübârek âyetler, müşriklerin diğer bir bâtıl iddialarını reddetmekte ve çirkin görmektedir. Bütün kâinatın Allah’ın bir mülkü olduğunu ve bütün alemlerden zengin olan Cenab’ı Hak’ka iftirada buunanların geçici bir hayattan sonra âhirete sevkedilerek şiddetli bir azâba tutulacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Hz. Uzeyre Allah’ın oğludur diyen bir kısım Yahudiler, Hz. İsa’ya Allah Teâlâ’nın oğlu diye kendisine tapınan hıristiyanlar, ve melekleri Cenâb-ı Hak’kın kızları zanneden bir takım gruplar (dediler ki: Allah Teâlâ) kendisine (veled ittihaz etti) evlât edindi(hâşâ o) Yüce Yaratıcı (bundan) böyle kendisine evlât edinmekten (münezzehtir) ve (o) ezelî mabudun böyle evlâd edinmeye (ihtiyacı yoktur) o Kerem Sahibi Yaratıcı, herşeyden her kimseden ganidir. Evlâdı ancak evlada muhtaç olan kimseler talepte bulunurlar. Evet… Evlât sayesinde kuvvet bulmaya, nesillerini, isimlerini devam ettirmeye, servet kazanmaya muhtaç olanlar evlada muhtaç bulunurlar. Cenâb-ı Hak ise bu gibi şeylere hâşâ muhtaç değildirler. Hepsinden zengindir şüphesiz inanıyoruz. Evet.. (Göklerde olanlarda ve yerde olanlar da onundur.) Bütün hayat ve konuşma sahibi olanlar da olmayanlar da o Yüce Yaratıcının mahlûkudur, kuludur. Sonra Ey cahiller, ey gafiler!. Bir kere düşününüz, (sizin yanınızda buna dair) öyle Cenâb-ı Hak’a isnat ettiğiniz evlât mes’elesi hususuna ait (hiçbir hüccet yoktur.) hiçbir sultan, yani: Akıllar üzerine tesir edecek kuvvetli bir delil, bir kanıt mevcut değildir. Artık öyle bir kanıta, bir delile dayanmayan bir isnada nasıl cür’et ediyorsunuz?. Ey beyinsizler!. Siz (Allah Teâlâ’ya karşı bilmiyeceğiniz birşeyi) hakikatine, doğruluğuna vâkıf bulunmadığınız hangi bir lâkırdıyı (söyler misiniz?.) o Kâinatın Yaratıcısı’na öyle uzak olduğu şeyleri isnada cür’et eder misiniz?. Bu ne cehalet!. İşte böyle bir sual, bir soru, o cahiller hakkında büyük bir kınama içindir.
69. De ki: O kimseler ki. Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylemek kasdında bulunurlar. Şüphe yok ki, kurtuluşa eremezler.
69. Resûlüm!. Cenâb-ı Hak’ka karşı yalan yere iftirada, isnatda bulunan o kavimlere, taifelere (de ki: O kimseler ki, Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylemek kasdında bulunurlar) o Yüce zâtın evlâd sahibi olduğunu iddia eder dururlar, onlar artık (şüphe yok ki, felâh bulamazlar) onların koşup durmaları kendilerini kurtuluşa erdirmeyecektir. Onlar istediklerinekavuşamayacaklardır. Onlar cennete değil, cehennemlere sevkedileceklerdir, orada ebediyen azap görüp duracaklardır.
70. Onlar için dünyada cüz’i bir varlık, (olabilir) sonra dönüşleri bizedir. Sonra onlara, inkâr etmekte oldukları şeylerden dolayı şiddetli azâbı tattıracağızdır.
70. İşte Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (Onlar için) Öyle bâtıl iddialarda, kanaatlerde bulunan şahıslar için (dünyada cüz’î bir varlık) olabilir. Onlar dünyada bir az yaşayabilirler, geçici bir zaman için bir servete, bir mevkle kavuşabilirler. Veyahut o bâtıl kanaatleri kendileri için dünyada bir geçim, bir fâide gibi görünebilir, bununla fanî birşeye ulaşmalar! mümkün bulunabilir. Fakat bunların ne kıymeti var!. Böyle çabuk kaybolan, mes’uliyeti gerektiren ve yok olan bir gölgeden ibaret bir varlık yok hükmündedir, (sonra) Onların ölünce (dönüşleri bizedir) dünyadaki o kötü inançlarının, hareketlerinin artık cezasına kavuşacaklardır.. (Sonra onlara) dünyada iken (küfrettiklerinden dolayı) öyle kâfirce itikatları, amelleri sebebiyle (şiddetli azâbı) cehennem ateşini, o ebedî cezayı (tattıracağızdır) onlar İslâm dininin güzel telkinlerini bırakarak öyle yanlış itîkatlarda bulunduklarından dolayı sonsuz azaplara uğrayacaklardır. Bununla beraber onların birçokları daha dünyada iken de Allah’ın kahrına uğrayacaklardır. Nitekim de birçok eski kavimlerin dinsizlikleri yüzünden ne kadar azaplara, felâketlere daha dünyada iken de uğramış oldukları tarihen sabittir. Kur’an-ı Kerim’de bizlere bir uyanma vesilesi olmak üzere onlardan bir kısmını haber vermektedir.
71. Ve onlara Nuh’un haberini oku. Hani: Kavmine demişti: Ey kavmim! Eğer sizin üzerinize benim aranızda duruşum ve Allah’ın âyetleriyle size öğüt verişim ağır geliyorsa imdi ben Allah Teâlâ’ya tevekkül ettim, artık işinizi ve ortaklarınızı toplayınız. Sonra sizinüzerinize işiniz gizli kalmasın. Sonra hakkımda hükmünüzü veriniz ve bana göz açtırmayınız.
71. Bu mübârek âyetler, asr-ı saadetteki ve onlardan sonraki inkârcılara bir ibret ve uyanma dersi olmak üzere Nuh Aleyhisselâm ile kavmi arasında cereyan etmiş olan tarihî vak’aları beyan etmektedir. Hak dine davet eden ve onlara tâbi olan zatların emellerinin gayesini, selâmet ve hilâfete ulaşmalarını bildiriyor, onlara muhalefet etmiş olanların da pek korkunç âkibetlerini hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (ve) Resûlüm!. (onlara) Kureyş kabilesinden vesaireden olan müşriklere (Nuh’un haberini oku) yani: Onun ile kavmi arasındaki haberi, önemli tarihî vak’ayı anlat, Peygamberlerine muhalefet eden kavimlerin ne dehşetli âkibetlere uğramış olduklarını düşünüp de ibret alsınlar. (Hani) Nuh Aleyhisselâm (kavmine) Kâbil’in çocukları ve torunları bulunan bir guruba (demişti) şöyle hitab etmişti ki: (Ey kavmim!. Eğer sizin üzerinize benim) aranızda (duruşum) sizin içinizde yaşayıp bin seneden elli sene kadar noksan bir müddet sizi hak dine davet ediverişim (ve Allah’ın âyetleriyle) delilleriyle, kânıtlarıyla (size öğüt verişim ağır geliyorsa) yani meşakkatli bulunuyorsa, siz de beni öldürmeğe, aranızdan kovmaya kasdetmiş bulunuyorsanız (İmdi ben Allah Teâlâ’ya tevekkül ettim) o bana yeter, beni muhafaza buyurur (artık işinizi ve ortaklarınızı toplayınız) hakkımda yapmak istediğiniz şeye başlayınız, kendilerinden yardım urumakta olduğunuz o âciz putlarınızı da size yardıma çağırınız (sonra üzerinize işiniz gizli kalmasın) bana karşı kasdetmekte bulunduğunuz, kötülüğü, açıkça yapmağa başlayınız, onu alenî yapınız. (Sonra hakkımda hükmünüzü veriniz) içinizdeki kuruntuları dökünüz, boşaltınız, imza ediniz ve elinizden geliyorsa (bana göz açtırmayınız) yapacağınız şeyleri bana bildirdikten sonra geriye bırakmayınız.
§ Hz. Nuh, Cenâb-ı Hak’kın koruma ve himayesinde olduğunu bildiği için düşmanlarına karşı hiç ehemmiyet vermediğini, aldırışta bulunmadığını göstermek, onların âczini göstemek için kendilerine böyle bir teklifte bulunmuştur.
72. Artık siz, yüz çevirir iseniz, zaten ben sizden bir mükâfat istemiş değilim. Benim mükâfatını ancak Allah Teâlâ’ya aittir. Ve bana Müslümanlardan olmam emrolundu.
72. (Artık) Ey kavmim!, (siz yüz çevirir iseniz) benim size verdiğim hayrı tavsiye edici öğütleri dinlemez, onlardan kaçınır iseniz, neticesini siz düşününüz!. (zaten ben sizden bir mükâfat istemiş değilim) Yapmış olduğum peygamberlik vazifesinden dolayı sizden bir ücret, bir karşılık istemişde değilim ki, sizin nefretinizi gerektirmiş olsun, öyle bir bedel karşılığında size nasihatta bulunduğumu söyleyerek bana suç isnat edebilesiniz, ben sırf Allah rızası için bu vazifeyi yapmaktayım. (Benim mükâfatını ancak Allah Teâlâ’ya aittir) Bu, âhirette kavuşacağım sevaptan, Allah’ın rızâsına ulaşmaktan ibarettir. (Ve ben müslümanlardan olmaklığımla emir olundum) yani: Ben, Cenâb-ı Hak’kın hükmüne boyun eğen ve itaat edenlerden veya İslâm dinine bağlı bulunan zatlardan olmakla emrolundum, onun tersini yapamam. Siz ister kabul ediniz, ve ister etmeyiniz, ben vazifemi yapmaya çalışırım, ben emrolunduğum dinî bir hizmeti terkedemem.
§ Bu âyeti celîlede işaret vardır ki: Her din âlimi, üzerine düşen dinî vazifeleri sırf Allah rızası için yapmaya çalışsın. Halktan bir lûtf ve ihsan beklemesin, bir şöhret sevdasında bulunmasın, güzel hizmetlerinin mükâfatını Cenâb-ı Hak’tan beklesin. İşte insanlığın hakikî önderleri olan mübârek Peygambelerin hareket tarzları bizim için uyulması gereken en mükemmel bir örnektir.
73. Yine onu yalanladılar. Biz de onu veonunla beraber gemide bulunanları kurtuluşa erdirdik ve onları halifeler kıldık. Bizim âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk. Artık bak! Uyarılanların âkıbetleri nasıl oldu.
73. Hz. Nuh, o kadar güzel nasihatlarda bulundu, kuvvetli deliller gösterdi. Buna rağmen onun kavmi (yine onu yalanladılar) küfrlerinde israr ederek o mübârek zatın peygamberliğini kabul etmeyerek inkâra devam eylediler. Cenâb-ı Hak’da buyuruyor ki: (Biz de onu) Hz. Nuh’u (ve onunla beraber gemide bulunanları) ona imân etmiş olan seksen kadar zatı (kurtuluşa erdirdik) boğulmaktan kurtardık (ve onları) o kendilerini selâmet sahiline erdirmiş olduğumuz mü’min zatları yeryüzünde (halifeler kıldık) suların içinde boğulup gidenlerin yerlerine geçirdik, onların yurtlarına sahip bulundular. (Bizim âyetlerimizi yalanlayanları da) tufanın dalgaları arasında (boğduk) mahveyledik. (Artık) Ey insan!, (bak) Kendilerine Peygamberleri tarafından öğütler verilmiş, Allah’ın azâbından (korkutulmuş) buna rağmen yine küfrlerinde, isyanlarında devam edip durmuş (olanların âkibetleri nasıl oldu?.) ne kadar müthiş bir azap dalgaları içinde mahvolup ve silinip gittiler. İşte bu bir tarihî hakikattır. Bütün inkarcılar, bu gibi âkibetleri düşünüp de uyanmalı değil midirler?.
§ Bu Kur’ânî açıklamalar, Rasûlü Ekrem Efendimiz hakkında bir teselliyi, onu inkâr edenler hakkında da bir tehdit ve tehlike haberini içermektedir. Bunca şuunatı feciüleser, Âdem için mucibi ibret yeter.
74. Sonra onu müteakip kavimlerine Peygamberler gönderdik. Onlara mucizeler getirdiler. Onlar ise evvelce yalanlamış oldukları şeylere imân eder olmadılar. İşte haddi aşanların kalplerini biz böylecemühürleriz.
74. Bu mübârek âyetler, Nuh Aleyhisselâm’dan sonra gönderilmiş olan Peygamberlere de kavimlerinin imân etmeyip yalanlamaya devam etmiş olduklarını bildirmektedir. Ve Hz. Musa ile Hz. Harunu da Firavun ile kavminin tasdik etmeyip onların gösterdikleri mucizeleri birer sihir sanmış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sonra onu müteakip) yani: Bilahara Nuh Aleyhisselâm’ın peygamberlik döneminin ardından (kavimlerine Peygamberler gönderdik) bu zatlar, Hud, Salih, İbrahim, Lût ve Şuayb Aleyhimüsselâm gibi kıssaları Kur’an’ı Kerim’de anlatılan yüce peygamberlerdir. Bu muhterem Peygamberler (onlara) o kendi kavimlerine (beyyîneler ile) kendilerini doğruluklarını gösteren açık mucizeler ile (geldiler) bu kadar kuvvetli delillere, kanıtlara rağmen (onlar ise) o kavimler ise cahiliyet ehlinden olup (evvelce) daha kendilerine o mübârek Peygamberler gelmeden evvel (yalanlamış oldukları şeylere) dinî hakikatalara, ilâhî hükmlere yine (imân eder olmadılar) yine kendilerine tebliğ edilen o gibi hakları, esasları inkâra devam edip bâtıl ıtikatlarından ayrılmadılar, (işte) O kavimler gibi (haddi aşanların kalplerini) her zaman (böylece mühürleriz.) Evet.. Kendi kazançlarını, kabiliyetlerini kötüye kullanarak hakkı kabule yanaşmayanların kalbleri Allah’ın kudretiyle mühürlenir kasavet bağlar, imân nurunun aksettiği yer olamayarak dalâlet karanlıkları içinde kalır.
§ Bu âyeti kerime gösteriyor ki: insanların ihtiyarî fiilleri, kendi kesbleri ve Allah Teâlâ’nın kudreti ile meydana gelmektedir, bunda bir zorlama yoktur.
75. Sonra onların ardından Musa’yı ve Harun’u Firavun’u ve onun toplumuna mucîzelerimîzle gönderdik. Fakat böbürlendîler ve günahkârlar olan bir kavim oldular.
75. (Sonra onların ardından) Evvelce insanlığıhak dine davet etmekle emrolunan Peygamberleri müteakip (Musa’yı ve Harun’u Firavun’a ve onun) Firavun’un (cemaatine) kavminin ileri gelenlerine vesaireye (ayetlerimiz ile) A’raf sûresinde ayrıntılı olarak açıklanan mucizelerle, dokuz nevi harikulâde şeylerle (gönderdik) Firavun ile onun kavmi ise bunlaran istifade etmediler, kendi sapıklıklarını bırakmadılar (fakat böbürlendiler) kendilerini büyük gördüler, yani: Hak etmedikleri halde kibir = büyüklük iddiasında bulunmaya cür’et ettiler, imândan kaçındılar, (ve günahkârlar olan) pek büyük günah sahibi bulunan kâfirler takımından (bir kavim oldular) inkârlarında, cehaletlerinde sebat gösterdiler.
76. Vaktaki onlara bizim tarafımızdan hak geldi, şüphe yok ki: Bu elbette apaçık bir sihirdir dediler.
76. (Vaktaki, onlara) Yani: Firavun ile kavmine (bizim tarafımızdan) Allah katında (hak geldi) bir takım mucizeler ortaya çıktı, asâ gibi, yedi beyzâ gibi hârikalar görülmeğe başladı (şüphe yok ki, bu) meydana konulan harika, bu fevkalâde durum (elbette apaçık bir sihirdir dediler) o inkarcılar, öyle apaçık parlak mucizelerin o yüksek mahiyetlerini düşünmediler, onları hemen inkâra, onları sihir kabilinden şeyler sanmaya başladılar.
77. Musa dedi ki: Size geldiği zaman hak için bu sihirdir, der misiniz? Bu bir sihir midir? Halbuki, sihirbazlar kurtuluşa eremezler.
77. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa’nın Firavun’a ve kavmine karşı onların sihir iddialarını red eylediğini bildirmektedir. Firavun ile kavminin de Hz. Musa ile Hz. Harun hakkındaki kötü zanlarını ve küfr üzere israr edeceklerini göstermektedir. Şöyle ki: Hz. Musa’nın ortaya koyduğu hârikaları sihir telâkki eden Firavun ile kavmini red için (Musa dedi ki:) Ey inkârcı topluluk!. (Size) Bizim doğruluğumuzu isbat (geldiği zaman hak için) açık bir harika, bir mucize için (bu sihirdir dermisiniz?.) Böyle cahilce bir iddiyaa nasıl cür’et gösterebilirsiniz?. (Bu bir sihir midir) hak, sahibini başarılara ulaştırır, sihir ise sürekli olmaz, mahiyeti meydana çıkar yok olur gider. (Halbuki, sihirbazlar felâh bulamazlar) kurtuluşa, başarıya kavuşamazlar. Nitekim daha sonra da sihirbazların sihirleri yok olarak mucize ile sihir arasındaki fark meydana çıkmıştır.
78. Dediler ki: Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çevresinde yeryüzünde ululuk ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanacak değiliz.
78. Firavun ile kendisine tâbi olanlar, Hz. Musa’ya hitaben (Dediler ki:) Ya Musa!, (babalarımız” üzerinde bulduğumuz şeyden) putlara tapmaktan, onların dinlerinden (bizi çeviresin) döndüresin (de yerde) Mısır diyarında (ululuk) mülk ve saltanat (ikinize) seninle kardeşin Harun’a (olsun diye mi bize geldin?.) Sizin maksadınız bu mudur?. Halbuki, biz sizi tasdik etmeyiz (biz ikinize de inanacak değiliz) sizin getirdiklerinizi, bizlere tebliğ ettiğiniz şeyleri biz kabul etmeyiz.
79. Ve Firavun dedi ki: Bütün bilgin sihirbazları bana getiriniz.
79. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa’ya karşı Firavun’un, aldığı vaziyeti bildirmektedir. Başına topladığı sihirbazların hezimete uğrayarak sihirlerinin ibtâl edildiğini, hakkında tecelli eylediğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Firavun ile kavmi Hz. Musa’nın tebliğatını kabul etmediler. (Ve Firavun) kavmine (dedi ki: Bütün bilgin) sihir ilminde usta, maharetli olan (sihirbazlar! bana getiriniz) Musa’ya ve kardeşine karşı cephe alsınlar, onlar ile münazarada bulunsunlar, onları sustursunlar.
80. Vaktaki: Sihirbazlar geliverdiler. Onlara Musa: “Siz ne atacak iseniz atınız” dedi.
80. Firavun’un adamları hemen koştular, her taraftan sihirbazları toplayıp, meydanaçıkarmağa çalıştılar. (Vaktaki: Sihirbazlar geliverdiler) Hz. Musa’yı da kendileri gibi sihirbaz zannederek “Sen mi evvelâ atacaksın, biz mi atalım, maharetimizi meydana koyalım” dediler. (Onlara Musa) Aleyhisselâm (siz ne atacaksınız atınız) sihirlerinizi göstermek için ne gibi bir tedbir alacaksanız alınız (dedi) onlara karşı metanetini gösterdi. Hz. Musa’nın onlara böyle bir emîrde bulunması, onların âcizliklerini meydana çıkarmak, gösterecekleri sihirleri ibtâl etmek, meydana getirecekleri şeylerin fâsit birer şey olduğunu insanlara göstermek içindi. Yoksa onlara sihir yapmalarını teklif için değildi. Sihir haram olduğundan Yüce bir Peygamber onun yapılmasını emretmez.
81. Vaktaki onlar atıverdiler, Musa dedi ki: Sizin getirmiş olduğunuz şey, sihirdir. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ onu iptâl edecektir. Muhakkak ki. Allah Teâlâ bozguncuların işini düzeltmez.
81. (Vaktaki onlar) O sihirbazlar, ellerindeki iplerini, değneklerini meydana (atıverdiler) bunları hareket eder gibi bir surette göstererek insanları korkutmaya başladılar, büyük bir sihir meydana getirmiş oldular, o sihirbazlara (Musa) Aleyhisselâm (dedi ki: Sizin) meydana (getirmiş olduğunuz şey, sihirdir) o haram bir harekettir, yok olmaya mahkumdur, hakka galip gelecek bir kuvvete sahip değildir, (Allah Teâlâ onu ibtâl edecektir) Benim elimde göstereceği bir mucize ile onu mahvedecek ve izini silecektir. inkârcıların, müşriklerin ayıplarını meydana çıkaracaktır. (Muhakkak ki. Allah Teâlâ bozguncuların işini düzeltmez) binaenaleyh sihir gibi bozguncuların gösterecekleri şeyleri de mahvedecektir.
82. Ve Allah Teâlâ, Hakkı sözleriyle açığa çıkarır, isterse günahkârlar hoşlanmasınlar.
82. (Ve Allah Teâlâ, hakkı) ilâhî dinini,Peygamberlerinin galibiyetini (sözleri ile) kazası ve kaderi ile veya peygamberlerine yaptığı ilâhî vâdi ile (gösterir) isbat eyler, takviye buyurur, (isterse) bu hakkın böyle ortaya çıkmasını ve galibiyetini, sihir gibi vesaire gibi haram şeyler ile uğraşan (günahkârlar hoşlanmasınlar) onlara rağmen hak tecelli edecektir. Nitekim de etmiştir, sihirbazlar mağlûp olarak Hz. Musa’nın mucizesi tahakkuk eylemiştir.
83. Artık Musa’ya imân etmedi, ancak kavminden bir zürriyet kendilerinin Firavun’dan ve onların cemaatinden bir belâya uğrayacaklarından korkar oldukları halde imân etmiş oldular. Firavun ise muhakkak ki, o yerde ululuk taslayan (biri) idi ve şüphe yok ki, o haddi aşanlardan idi.
83. Bu mübârek âyetler, birçok muazzam mucizeler göstermiş olduğu halde Musa Aleyhisselâm’a pek az kimselerin imân etmiş olduklarını bildirmektedir. Bu suretle de Rasûlü Ekrem Efendimize teselli vermektedir. Musa Aleyhisselâm’ın o imân eden zatlara yapmış olduğu tavsiyeyi o zatlarında bu tavsiyeyi kabul ederek Cenâb-ı Hak’ka ne gibi niyazlarda bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Peygamber Efendimiz, kavminden birçoklarının İslâmiyeti kabul etmeyip küfr üzere sebat ettiklerini gördükçe üzülüyor, hüzn ve keder içinde kalıyordu. Cenâb-ı Hak ise Rasûlü Ekrem’ine bu gibi âyetlerle teselli veriyor, Hz. Musa ile kavminin hallerini bildiriyor. Evet… Hz. Musa, o kadar mucizeler gösterdiği halde kavminden pek az kimse imân etmiş idi, diğerleri küfrlerinde devam edip durmuşlardı. Evet.. (artık Musa’ya) O Yüce Peygambere, hak dine davet ettiği kimseler (imân etmedi) dinsizliklerinde sebat ettiler (ancak kavminden) Hz. Musa’nın kavmi alan İsrail oğullarından (bir zürriyet) bir taife, bir takım gençler (kendilerinin Firavun’dan veonların cemaatinden) o Firavun ile onun kavminin ileri gelenleri tarafından (bir belâya) bir imtihana (uğrayacaklarından korkar oldukları halde) yine metanet göstererek (imân etmiş oldular) nice kimselerde bu korku sebebiyle imândan mahrum kalmışlardı. (Firavun ise muhakkak ki, o yerde) Mısır diyarında (ululuk taslayan biri idi) kendini beğenmiş bir diktatör idi. (Ve şüphe yok ki, o) lânete uğramış Firavun (haddi aşanlardan idi) ancak bir kul olduğu halde rablık iddiasında bulunuyordu. Beni İsrail’den nice kimseleri öldürmüş, yeryüzünde ne bozguncu hareketlerde bulunmuştu.
84. Musa da dedi ki: Ey kavmim! Eğer Allah’a imân etmiş iseniz eğer O’na teslim olmuş iseniz artık O’na itimad ediniz.
84. (Musa) Aleyhisselâm (da) kavmine (dedî ki: Ey kavmim!. Eğer allah’a imân etmiş) Cenâb-ı Hak’ki ve onun âyetlerini tasdik eylemiş (iseniz) ve siz hakikaten (eğer teslim olmuş iseniz) yani: Cenâb-ı Hak’kın kazasına razı oImuş veya siz kalben imân etmiş görünürde de müslüman olduğumuzu söylemiş ve ıtirafta bulunmuş kimseler iseniz (artık ona itimad ediniz) o Yüce Yaratıcıya tevekkül edin, sığının başkalarından korkmayın, dininizi güzelce muhafazaya çalışın.
85. Onlar da dediler ki: Allah Teâlâ’ya itimat ettik. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu kılma.
85. (Onlar da) O imân eden zatlar da Hz. Musa’ya cevap olarak (dediler ki) gvet biz (Allah Teâlâ’ya itimad ettik) ona tevvekkül edip boyun eğdik. Sonra da DU zatlar, Cenâb-ı Hak’ka dua ve niyâz ederek dediler ki: (Ey Rab’bimizî. Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu kılma) onları bize musallat etme ki, olzi bir belâya düşürmesinler, bizlere eza ve cefada bulunarak dinimizdeki sebatımıza mâni olamasınlar.
86. Ve rahmetin ile bizi o kâfirler olan kavimden kurtar.
86. (Ve) Hz. Musa’ya imân eden zatlar şöyle de bir duada bulundular. Ey Rabbimiz!, (rahmetinile bizi o kâfirler olan kavimden) O Firavun ile ona tâbi Dlan müşrik topluluktan (kurtar) onların esaretinden; meşakkatli işlerinden, zalimce l’ıâkimiyetlerinden bizi kurtar. Bu mü’min zatlar, samimi bir imâna nâil olmuşlardı Cenâb-ı Hak da dualarını kabul buyurdu. Düşmanları, olan Firavun ile yardakçılarını hıelâk etti, kendilerini ise kurtuluşa erdirerek düşmanlarının yurtlarına sahip ve hâkim kıldı. İşte samimi imânın ve duanın mükâfatı!.
87. Ve Musa ile kardeşine vahy ettik ki. Mısır’da kavminiz için evler hazırlayınız ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapınız ve namazı dosdoğru edâ ediniz ve mü’minleri müjdele.
87. Bu mübârek âyetler, mü’minlerin evlerini mescid edinmelerine dâir Hz. Musa ile kardeşine yönelmiş olan ilâhî vahyi ve mü’minlerin muvaffakiyetle müjdelendiklerini bildirmektedir. Ve Hz. Musa’nın inkârcı ve nankör olan kavminin aleyhindeki duasını ve bu duanın kabul edilmiş olduğunu, ifâde etmekte ve cahillerin yollarına tâbi olmayıp doğruluk üzere devam edilmesini emretmektedir. Şöyle ki: (Ve Musa ile kardeşine) Kendisine yardımcı olmak üzere peygamber olmasını niyâz etmiş olduğu Harun Aleyhisselâm’a (vahy ettik) emir eyledik (ki: Mısır’da kavminiz için) mü’min olan zatlar için (evler hazırlayınız) onlarda oturur, ibâdete devam edersiniz. (Ve evlerinizi) o yapacağınız hanelerinizi (namaz kılınacak yerler yapınız) birer namaz kılınacak yer, birer mescid edininiz, oralarda kıbleye, yani: Kâbe’i Muazzamaya yönelerek namazlarınızı kılmaya çalışınız (ve) yerine getirmekle mükellef olduğunuz (namazı dosdoğru) şartlarına verükunlarına uyarak (edâ ediniz.) Artık dışarda namaz kılarak düşmanların ezâ ve cefâsına, belâlarına mâruz kalmayınız (ve mü’minleri müjdele) Allah’ın dinini kabul edenleri dünyada zafer ile, âhirette de cennet ile müjdele. İşte bu muvaffakiyet, dindarlığın mükafâtıdır.
§ Rivâyete göre Hz. Musa ile ona tâbi olanlar, ilk zamanlarında kendi evlerinde kâfirlerden gizlice olarak namaz kılmakla mükellef bulunmuşlardı. Tâki: Kâfirler, onları öyle ibâdetle meşgul görerek kendilerine eza ve cefada bulunmasınlar. Nitekim müslümanlar da İslâm’ın başlangıcında Mekke’i Mükerreme’de böyle evlerinde namaz kılarlardı. Şöyle deniliyor ki: Musa Aleyhisselâm, Firavun’u dine dâvet etmekle emrolununca Firavunun emriyle Beni İsrail’e ait mescidler tahrip edilmişti, kendileri namazdan men olunmuşlardı. Bunun üzerine evlerinde kılmaları kendilerine Allah tarafından emredilmişti. Bir de deniliyor ki: Musa Aleyhisselâm’a karşı Firavun şiddetli bir düşmanlık gösterince Hak Teâlâ Musa Aleyhisselâm ile ona imân edenlere emretmiştir ki: Firavun gibi düşmanlara rağmen siz evlerinizi mescid edinerek oralarda namazlarınıza devam ediniz, Hak Teâlâya itimatda, tevekkülde bulununuz, o Yüce Mâbud sizi korur. Âkıbet zafer, muvaffakiyet, sizin için takdir edilmiştir. Ne büyük bir müjde.
88. Musa da dedi ki: Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki, sen Firavun’a ve onun cemaatine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye. Ey Rabbimiz! Onların mallarını mahvet ve kalplerinin üzerini şiddetle mühürle. Tâki: Onlar acıklı azâbı görünceye kadar imân etmesinler.
88. Firavun ile kavminin o küfr ve düşmanlıkta devamları sebebiyle (Musa da) Cenâb-ı Hak’ka niyâz ederek (dedi ki: Ey Rab’bimiz!. Şüphe yok ki, sen Firavun’a ve onun cemaatine) onunkavminin eşrâfına, ileri gelenlerine (dünya hayatında ziynet) süslenecekleri elbiseler, nakil vasıtaları vesaire verdin (ve mallar verdin) onları çeşitli servetlere sahip klıdın. Deniliyor ki: Mısır’daki eski bir beldeden Habese diyarına kadar dağlarda altın, gümüş, zebercet, yakut mâdenleri var idi. Firavun ile yardakçıları bunlardan istifade ederlerdi. Hz. Musa, onların bu nimetlerden istifâde etmelerindeki gayelerine işaret için diyordu ki: (Ey Rab’bimîz!.) Sen onlara bu nimetleri verdin (senin yolundan saptırsınlar diye) kendilerini de başkalarını da sapıklığa düşürsünler için. Bu, onların haklarında bir imtihandır, yavaş yavaş azâba yaklaştırmaktır, nimete karşı nankörlükte bulunarak ebedî azaplara uğramalarına bir sebeptir. (Ey Rab’bimiz!. Onların mallarını mahvet) Değiştir, başkalaştır ve helâk eyle (ve) onların (kalplerinin üzerini şiddetle mühürle) kasvete uğrasınlar, imân için açık bir halde bulunmasınlar. (Tâki, onlar acıklı; azâbı görünceye kadar imân etmesinler) O zamandaki bir imân ise bir ümitsizlik imânı olacağından kendilerine asla fâide vermeyecektir.
89. (Allah) Buyurdu ki, ikinizin de duası kabul olunmuştur. Artık doğruluğa devam ediniz ve bilmez olanların yoluna tâbi olmayınız.
89. Hz. Musa’nın bu duası ve niyâzı üzerine Allah Teâlâ da vahy ederek (buyurdu ki:) Ya Musa!. (Ikinizin de) Senin de, kardeşin Harunun da (duası kabul olunmuştur.) Hz. Musa, dua ederken Hz. Harun da âmin diyormuş, böyle âmin demek de bir duadır, yapılan duanın kabulünü niyâzdır. Maamafih Harun Aleyhisselâm da ayrıca dua etmiş olabilir. (Artık doğrulukta devam ediniz) insanları dine dâvet etme peygamberlik vazifesini yerine getirmesi, inkârcıları deliller ile susturma hususunda sebat eyleyiniz (ve bilmez olanların yoluna tâbi olmayınız) yani: Dine ibâdet ve itaate, ilâhî fiillerdeki hikmet vefaydaya akılları ermeyen, câhil kimseler gibi düşünmeyiniz. Bir takım cahiler vardır ki: Bir dua yapıldı mı onun hemen kabul edilip isteğin derhal karşılanacağını zanneder, karşılanmadı mı ümitsizliğe düşer. Böyle acele istemek ve ümitsizlik ancak cahillerden şudur eder. Halbuki: Bir duanın kabul edilmiş olası için istenilen şeyin hemen meydana gelmesi icabetmez. Onun hikmet gereği muayyen bir zamanı olabilir, o zaman gelmedikçe meydana gelmez. Bir de var ki, bazı istenilen şeylerin meydana gelmesi, hikmet ve faydaya aykırı olur. Artık onun herhalde meydana gelmesini istemek bir cehalet eseridir. Fakat meşru, hikmete uygun bir dua kabul edilir. Dua eden bunun meyvesini dünyada olmasa da âhirette görür. İşte Yüce Peygamberlerin duaları da vakitleri gelince kabul edilmiştir. Meselâ: Hz. Musa’nın duasiyle inkârcı olan kavmin servetleri yok olmuş, malları, ekinleri, mâdenleri, cevherleri taş kesilmiş, daha sonra Nil nehrinde boğularak dünya hayatları sona ermiş, uhrevî azaplara kavuşmuşlardır. İşte Kur’an’ı Kerim, onların bu akıbetlerini de beyan buyurmaktadır.
90. Ve İsrail oğullarını denizden geçirdik. Firavun ile askerleri ise zulümetmek ve saldırmak üzere onların arkalarına düşmüşlerdi. Nihayet ona boğulmak yetişince dedi ki: Ben İsrail oğullarının imân etmiş olduklarından başka ilâh olmadığına muhakkak ki, imân ettim ve ben de Müslümanlardanım.
90. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa’nın dualarının kabul edilip kendisine tâbi olanlar ile beraber selâmet sahasına kavuşmuş olduğunu, onu inkâr eden Firavun ile ordusunun ise sular içinde boğulup gittiklerini bildirmektedir. Firavunun boğulacağı sırada Allah’ın birliğini tasdik etmiş ise de bu bir ümitsizlik imânı olduğundan kabul edilmeyerek kendisinin boğulduğunu ve başkalarına bir ibret olmak üzere cesedinin sahile atılmışolduğunu beyân etmektedir. Ve bu gibi Allah’ın kudretine şahitlik eden hârikalardan insanların çoğunun gafil bulunduklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Firavun, Hz. Musa ile ona imân eden İsrail oğulları kabilelerine pek çok ezâ ve cefâya başlamıştı. Hz. Musa’nın duası kabul olundu, kendisiyle kardeşi Hz. Harun’un ve onlara tâbi olan İsrail oğullarının Mısırdan çıkıp gitmelerine Allah tarafından müsaade verildi. Bunun üzerine toplanarak ansızın Mısır’dan çıkıp gitmeğe başladılar. Bunların bu hareketlerinden haberdar olan Firavun’un, pek çok kuvvetli bir ordusu ile bunları takibe başladı, İsrail oğulları, Bahri Ahmer = Bahri Kulzüm denilen Süveyş denizi kenarına gelmişlerdi. Düşmanları ise kendilerini takib edip duruyorlardı. Korkunç bir vaziyet!. Fakat Hz. Musa, aldığı ilâhî bir vahiyden dolayı âsasını denize vurdu, bir harika olarak İsrail oğullarının oniki kabilesi için oniki yol açıldı, oralardan geçerek selâmet sahiline eriştiler. İşte Cenâb-ı Hak, bu hadiseyi bir ibret ve uyanma vesilesi olmak üzere şöylece beyân buyuruyor: (Ve İsrail oğullarını denizden geçirdik) onları koruyarak denizin sahiline çıkardık (Firavun ile askerleri ise) sırf küfrlerinden dolayı (zulmetmek ve saldırmak üzere) tecavüzde bulunmak için (onların) o Hz. Musa’ya tâbi olan İsrail oğullarının (arkalarına düşmüşlerdi) bu düşmanlar binlerce suvâri askerlerden ibâret idiler, denizdeki yolların açılmış olduğunu gördüler, öyle bir hârikanın hikmetini anlayamadılar, İsrail oğullarını tepelemek için hemen o açık yollara atıldılar, bir kudret ile, onları böyle bir felâkete sevketmişti, onlar ise bundan gafil bulunuyorlardı. Sular tekrar birleştiler, yolları kapadılar. Firavun ile ordusu sular içinde kaldı, (nihayet ona) Firavun’a (boğulmak yetişince) boğulup gideceğini anlayınca lisanı ile veya kalben (dedi ki: Ben, İsrail oğullarının imân etmiş olduklarından başka ilâh olmadığına muhakkak ki, imân ettim.) Artık kendisininküfrünü anlamış, kurtulabilmesi için İsrail oğullarının imân etmekte oldukları kâinatın ilâhına imândan başka çare olmadığına kanaat getirmiş idi. Fakat bu, bir ümitsizlik imânı idi, bu haldeki bir imân, muteber değildir. O vakte kadar görmüş olduğu birçok mucizelere rağmen küfründe israr edip durmuştu. Şimdi öyle bir azabın ortaya çıktığını anlayınca imân etmiş (ve ben de müslümanlardanım) yani: Nefsimi Cenâb-ı Hak’ka teslim eden İsrail oğulları gibi samimi mü’minlerdenim, demişti. Ne yazık ki: Artık vakti geçmişti. Böyle bir imân kabule lâyık değildi. Özellikle Allah Teâlâ’ya imân ettiğini söylemiş ise de Hz. Musa’nın Yüce bir Peygamber olduğunu yine itiraf etmemiş gibi bulunuyordu. Yüce Allah’ın herhangi bir Peygamberini tasdik etmemek ise Cenab’ı Hak’ka imân etmemek hükmündedir.
91. Şimdi mi? Ve sen muhakkak ki, evvelce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuş idin.
91. Firavun öyle boğulmak korkusuyla Allah Teâlâ’ya imân edince kendisine bir azarlama ve red olmak için denildi ki: (Şimdi mi?) İmân ediyorsun?. Şimdiye kadar aklın nerede idi?. Ne için âcizliğini düşünmedin de rablık iddiasına cür’et gösterdin?. Ne için o mucizeleri inkâr ediyor, Hz. Musa’yı tasdik etmeyip bilâkis hayatına kasdetmek istiyordun?. (Ve sen muhakkak ki, evvelce) bu boğulma hâdisesinden önce senelerce (isyan etmiş) günahkâr bulunmuş, hakkı kabulden kaçınmış, Yüce bir Peygamberin ve ona imân edenlerin hayatlarına kasteylemiş, (ve) müslümanlardan değil (bozgunculardan olmuş idin) başkalarını saptırarak kendine taptırmak alçaklığını işlemiştin, artık senin böyle ölümünü görüp durduğun bir sırada imân etmenin ne ehemmiyeti olabilir?, ki, seni Allah’ın azâbından kurtarsın, senin mânevî hayatını temin edebilsin!.
92. Artık bugün senin cesedini kurtaracağız, tâki, senden sonra geleceklere bir ibretolasın. Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları bizim âyetlerimizden elbette gafillerdir.
92. Ey Firavun!. (Artık) Senin helâkin kaçınılmazdır. (Bugün) Ancak (senin cesedini kurtaracağız) yani: Senin cismini ruhsuz olarak denizden çıkarıp sahile alacağız, yahut seni elbisenden soyulmuş bir halde dışarı çıkaracağız, veyahut Firavun, altundan yapılmış bir zırh giyinmiş idi, onunla beraber sahile atılarak onun kendisi olduğu bu suretle de görülüp anlaşılacaktı. (Tâki) Ey Firavun sen (senden sonra geleceklere de bir ibret olasın) gerek İsrail oğullarına ve gerek daha sonra dünyaya gelecek milletlere senin bu felâkete uğramış olman bir uyanma vesilesi olsun, İşte Allah Teâlâ’yı vaktiyle tasdik etmeyen, kendisine rablık rütbesi vererek halkı kendisine taptırmak isteyen herkesin ahlâkına, mukaddesatına engel olmak sevdasında bulunan bozguncu kimselerin âkibetleri böyle felâkettir. Artık bu gibi bozguncu kimseler için Firavun’un ve benzerlerinin uğramış oldukları korkunç âkıbetler birer ibret levhası, birer uyanma vesilesi bulunmaktadır. (Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları bizim âyetlerimizden elbette gafildirler) Cenâb-ı Hak’kın varlığına, kudret ve büyüklüğüne, ilâhî dinin yüceliğine ve gerçek oluşuna açıkça şahitlik eden nice delilleri, hârikaları, güzelce tefekkür etmezler, dinsizlik, ahlâksızlık yüzünden nice kimselerin, kavimlerin helâk olup gittiklerini, onların o müthiş, tarihî hallerini nazarı dikkate almazlarda cehâlet ve sapıklık içinde yaşar dururlar. Halbuki, Yüce Allah, öyle dinsiz, ahlâksız şahısların, cemiyetlerin başlarına gelmiş olan felâketleri insanlara böyle kutsî âyetleriyle haber vermektedir ki, bunları güzelce düşünerek kendi hayatlarını, İtikatlarını, ahlâklarını düzeltsinler ve tanzim edebilsinler, bu da insanlık hakkında Allah’ın rahmetinin bir eseridir. Allah Teâlâ cümlemize uyanıklıklar nasip buyursun Âmin.. Sûre’i Bakaredeki (40 – 42 – 47 – 56) ıncı âyetlereA’raf sûresindeki (132 – 137)ncı âyetlere de bakınız!.
93. Ve and olsun ki. İsrail oğullarını salih = doğru bir yurda yerleştirdik. Ve onlara tertemiz şeylerden rızık verdik. Sonra kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Şüphe yok ki, Rabbin onların arasında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü hükmedecektir.
93. Bu âyeti celile, İsrail oğullarının kavuştukları nîmetlerden ve mâlûmattan sonra ihtilâfa düşmüş olduklarını ve bu yüzden âhirette muhakemeye tâbi olacaklarını şöylece bildirmektedir: (Ve and olsun ki. İsrail oğullarını salih) doğru, seçkin, hayır ve bereket sahası olan (bir yurda) Mısır’a ve Şam’a veya Şam, Fürs ve Ürdün diyarına (yerleştirdik) öyle razı olacakları, istifâde edecekleri yerlere indirdik. (Ve onlara temiz şeylerden rızık verdik) yani: Onları helâl, lezzetli meyvelere, sebzelere, sütlere, ballara vesaireye kavuşturduk. Firavun ile kavminin elleri altında olan yerlere İsrail oğullarını mirasçı kıldık. (Sonra kendilerine ilm gelinceye kadar) Tevrat’daki hükmler kendilerine tebliğ edilinceye değin o İsrail oğulları dinlerinde (ayrılığa düşmediler) Ne zaman ki, Tevrat nâzil oldu, onu okudular, ondaki hükmleri öğrendiler, onu müteakip dinlerinde ihtilâfa düştüler. Yahut İsrail oğulları, Son Peygamber’in dünyayı şereflendireceğini kendi kitaplarında görmüş, okumuşlar idi, onun ortaya çıkacağına inanıyorlardı. Vaktaki, o Yüce Peygamber, gelip insanları İslâmiyete dâvet etti, onun peygamberlik iddiasındaki doğruluğu, mucizeler ile sâbit oldu, bunu görüp bildikten sonra İsrail oğulları ihtilâfa düştüler, Abdullah İbni Selâm ile ashâbı gibi zatlar imân ettiler, bir çokları da sadece haset ve boş olma sevgisi nedeniyle o Yüce Peygamberi inkâra cür’et eylediler. (Şüphe yok ki, Rab’bin onların arasında ihtilâfa düştüklerişeyler hakkında) kısaca Hz. Muhammed’in peygamberliği hususunda (kıyâmet günü hükmedecektir.) Hakkı yerine getirenlerle iptal edenleri mü’min olanlar ile olmayanları seçip ayıracaktır.
94. Eğer sen, sana indirmiş olduğumuz şeylerden kuşkuda isen senden evvel kitap okumakta olanlardan sor. And olsun ki, sana hak Rabbinden gelmiştir. Artık şüphe edenlerden olma.
94. Bu mübârek âyetler de Rasûlü Ekrem’in ilâhî vahye mazhar bir Yüce Peygamber olduğunun önceki kitaplarda zikredilmiş olduğunu, bunda bir şüpheye mahal bulunmadığını, bu hakikatı yalanlayanların ise hüsrana uğrayanlardan olacağını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Eğer sen, sana indirmiş olduğumuz şeylerden) kıssalardan, tarihî olaylardan, İsrail oğulları ile Firavun’a ve kavmine ait hâdiselerden faraza (şüphede olmuş isen) yani: Etrafında bulunanların içinde böyle bir şüphe ve tereddütde bulunanlar var ise bu şüpheyi gidermek için (senden evvel kitap okumakta) Tevrat ve İncil gibi ilâhî kitapları okuyup içindekileri öğrenmiş (olanlardan sor) o şüphe edilen şeylerin birer hakikat olduğu o kitaplarda sabit, kendilerince muhakkaktır. (And olsun ki, sana hak) şüpheye ve tereddüde mahal bulunmayan kesin âyetler, ilâhî haberler sana (Rab’binden gelmiştir.) o şeyler sana hakkıyla bildirilmiştir. (Artık şüphe edenlerden olma) sahip olduğun kesin karar ve kanaatten ayrılma, o kat’î inancın üzerinde devam et.
95. Ve sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olma. Sonra ziyana uğramışlardan olursun.
95. (Ve) Ey Yüce Peygamber!, (sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan olma) öyle inkârcıların sözlerine iltifat etme, öyle çirkin dinî hükmlere aykırı bir durumun,peygamberliğin şânıyla uzlaştırılması mümkün olamaz. Faraza o inkârcılara uyacak olsan, (sonra hüsrana uğramışlardan olursun) nefislerini zarar ve ziyâna, felâkete mâruz bırakmış olanlara katılmış bulunursun. Halbuki, haddizatında mâsum olan Yüce bir Peygamberde böyle bir noksanlık düşünülmüş değildir. Binaenaleyh Peygamber Efendimize böyle bir hitap, onun ümmetine hitap demektir. Bu gibi hitaplar, karşılıklı konuşmalarda cereyan eder. Meselâ: Bir hükümdar, bir vezirinin idâresi altındaki birçok kimselere bir muamelenin yasaklandığını anlatmak için o vezirine hitaben; “Sen şu muameleyi yaparsan hakkında şöyle bir ceza gerekir.” der, bununla bütün o kimselere hitab etmiş olur. Çünki böyle bir hitap, daha fazla tesirlidir. Bununla beraber böyle bir hitap, bazen birşeyin mümkün veya vâki olmadığını başkalarına göstermek maksadına dayanmış olur. Meselâ: Hz. İsa’nın ilahlık dâvasında bulunmadığı Cenâb-ı Hak’ca bilinmektedir. Öyle olduğu halde: Ona hitaben: “Sen mi insanlara dedin ki? Beni ve vâlidemi iki ilâh edinin” diye buyurulması, Hz. İsa’nın böyle bir iddiada bulunmadığını açıklayarak ona öyle bir isnatta bulunanları yalanlamak içindir.
96. Muhakkak o kimseler ki, aleyhlerinde Rabbin sözü tahakkuk etmiştir, onlar imân etmezler.
96. Bu mübârek âyetler, kendi kötü irâdelerinden dolayı haklarında imansızlık takdir edilen kimselerin ne kadar deliller, mucizeler ortaya çıksa da kendilerine açık bir azap yönelmedikçe imân edemiyeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Muhakkak o kimseler) o nefislerini zarara uğratmış, kendi irâdelerini, ihtiyarlarını kötüye kullanmış kâfirler (ki, aleyhlerinde Rab’bin kelimesi) hüküm ve kazası, levh-ı mahfuzdaki yazısı (tahakkuk etmiştir.) onların imân etmiyeceklerimeleklere haber verilmiştir. (Onlar imân etmezler) kâfir olarak ölürler. Çünki Allah’ın takdiri bozulamaz, ilâhî haber hakikate aykırı olamaz.
97. İsterse, onlara her âyet gelsin. Pek acıklı azâbı görünceye kadar küfrlerinde devam ederler
97. (Velev ki, onlara) Öyle küfr üzere ölmeleri, takdir edilen kimselere (Her âyet gelsin) kendilerine birçok deliller, mucizeler gösterişin, onlar yine küfr üzerine ısrar eder dururlar. Çünki onların Cenâb-ı Hak’ca ezelde bilinen kötü irâde ve kesblerinden dolayı imân etmemeleri hakkında ilâhî irâde tecelli etmiştir. Onların imanları hakkında ilâhî bir irâde bulunmadıkça yanlızca deliller, hârikalar onları hidâyete sevkedemez. Onlar (pek acıklı azâbı) ölüm sarhoşluğunu, cehenneme ait alâmetleri (görünceye kadar) küfrlerinde devam ederler. O azâbı gördükten sonraki bir imân ise, bir ümitsizlik imânı olacağından makbul olamaz. Öyle bir imân, sahibine fâide veremez. Nitekim Firavun’a boğulduğu zamandaki imânı faydalı olamamıştı.
98. Hiç bir şehir ahalisi yoktur ki, ümitsizlik halinde imân etmiş olsun da bu imânı ona fâide versin. Yunus kavmi ise müstesnâ. Ne zaman ki imân ettiler, onlardan dünya hayatında rüsvaylık azâbını kaldırdık ve kendilerini bir müddete kadar faydalandırdık.
98. Bu mübârek âyetler, ümitsizlik halindeki imanların kabul edilmeyeceğini, ancak Yunus kavminin imânı takdir edilmiş olduğundan azap alâmetlerini görür görmez imâna kavuştuklarını bildirmektedir. Ve hiç bir kimsenin Allah’ın takdirine yaklaşmadıkça imâna nâil olamayacağını ve binaenaleyh bir kimseyi cebir ve zorlama ile imâna sevketmeye yer olmadığını, ve akıllarını güzelce kullanmayanların cezalara uğrayacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Küfr üzere yaşamış (hiçbir şehir ahalisi yoktur ki) kendisineAllah’ın azâbı yönelip de öyle bir (ümitsizlik halinde imân etmiş olsun da bu imânı ona fâide versin) onu o azaptan kurtarsın. Bu vâki olmamıştır. Bu andaki imân kendilerine fâide vermez. (Yunus) Aleyhisselâm’ın (kavmi ise müstesnâ) onlar daha azap alâmetlerini görür görmez tam bir samimiyetle Cenâb-ı Hak’ka yalvardılar, samimî surette tövbe ettiler. Onlar (vaktaki) bu şekilde derhal (imân ettiler) Hz. Yunus’un Peygamberliğini kabul ve Allah’ın birliğini tasdik eylediler. (Onlardan dünya hayatında rüsvaylık azâbını açıverdik) onları kendilerine gelecek felâket ve helâkten kurtardık (ve kendilerini bir müddete kadar) ömürlerinin sonuna değin (yararlandık) nimetlere kavuşturduk.
§ Yunus Aleyhisselâm: Musul tarafında bulunan “Ninova” beldesi ahalisine Peygamber gönderilmişti. Bu ahali, Hz. Yunus’un davetini kabul etmediler, müşrikce yaşamaya devam ettiler. Hz. Yunus onların üzerine kırk güne, diğer bir rivayete göre üç güne kadar bir azap geleceğini haber verdi. Onlar da Hz. Yunus’un yalan söylediğini bilmiyoruz, bakalım içimizden çıkar giderse başımıza bir azap geleceği muhakkaktır demişler. Gerçekte Hz. Yunus bir gece içlerinden çıkıp gitmiş, onu müteakip hava kararmış, her tarafı duman sarmış, beldeleri karanlık içinde kalmağa başlamış, büyük bir felâketin kendilerine geleceğini anlamışlar, Hz. Yunus’u aramışlar ise de bulamamışlar, Cenâb-ı Hak onların kalplerine tövbe hissini düşürmüş, hemen erkekleri, kadınları, çocukları, hayvanları toplayarak bir sahraya çıkmışlar, hazin hazin ağlamışlar, yakarışta bulunmuşlar, birbirlerinden helâllik almaya çalışmışlar, hatta içlerinden birisi başkasına ait bir taş üzerine yaptırmış olduğu evini yıkarak o taşı çıkarmış, sahibine iade eylemiş, kısacası Hz. Yunus’un bir Peygamber olduğunu tasdik ederek pek samimi bir şekilde imân eylemişler, Cenâb-ı Hak’ta merhamet buyurmuş, onların dualarını kabul edereküzerlerine gölgesi düşmekte bulunan azâbı onlardan kaldırmıştır. Bu hâdise, âşûra gününe tesadüf eden bir cuma gününde meydana gelmişti. Bu kavim, bizzat azâbı görmeyip onun yanlızca alâmetlerini görmüş ve pek samimî şekilde tevbe edip af diledikleri için Cenâb-ı Hak kendilerini bu azaptan kurtarmıştır. Firavun ise bizzat azâbı görmüş, sırf bir korku sebebiyle imân iddiasında bulunmuş olduğu için onun imânı tam bir ümitsizlik imânı olduğundan kabul edilmemiştir. Hz. Yunus, kavminden ayrıldıktan sonra deniz kenarına gitmiş, bir gemiye binmiş fakat gemi hareket etmemiş, bu gemide efendisinden kaçmış bir köle bulunmalıdır ki, böyle yürümez oldu. Kur’a atalım kime isâbet ederse onu gemiden çıkaralım demişler. Hz. Yunus da o köle benim ki, Rab’bimin daha müsaadesini almadan kavmimin arasından çıktım, ayrıldım diyerek kendisini denize atmış, derhal büyük bir balık tarafından yutulmuş, fakat, kendisi çokca tesbih ve tehlilde bulunur bir zat olduğu için Cenâb-ı Hak kendisini o felâketten kurtarmış, balık o mübârek zâtı sahile atmıştı. Vücudu pek ziyade zedelenmiş bulunuyordu. Nihayet o arıza da yok olmuş, yine kavminin yanına dönmüş, onlar da yüz binden daha ziyâde bulunuyorlardı. Hepsi de Hz. Yunus’a imân ederek kendileri için takdir edilen zamana kadar yaşamışlardı, İsrail oğullarından olan Hz. Yunus, bilahara Ninova şehrini terkederek uzlete çekildiği bir yerde vefat etmiştir. Daha sonra da Ninova şehrini düşmanları kuşatarak harab etmişlerdir. Oraya hâkim olan Asuriye devleti de tarih sahnesinden silinmiştir.
99. Ve eğer Rabbin dilese idi elbette yeryüzünde kim varsa hepsi de cümleten imân ederlerdi. Artık o halde inanmaları için sen mi insanları zorlayacaksın?
99. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (Eğer Rab’bîn dilese idi elbette yeryüzünde kim varsa) hiçbiri geri kalmamak üzere (hepsi de cümleten imân ederlerdi) senin peygamberliğini tasdik ederek hiçbir muhalefette bulunmazlardı. Halbuki, onların hepsi hakkında öyle bir mutluluk irâdesi ezelî âlemde tecelli etmemiştir. Onların kendi irâdelerine, kesiblerine göre haklarında hikmet gereği ne ise o takdir edilmiştir. (O halde) Öyle imanları takdir edilmiş olmadığı halde (inanmaları için sen mi insanları zorlayacaksın?.) Yani: Ey Yüce Resûl!. Sen bütün insanlar imân etsinler diye çalışıyorsun, üzülüyorsun, küfrlerinden üzüntü duyuyorsun. Halbuki, kendi kusurlarından dolayı imanları takdir edilmiş olmayan kimseler artık imân edemiyeceklerdir. Sen onlardan mes’ul değilsin. Kendini öyle hüzn ve kedere mâruz bırakma. Binaenaleyh bu âyeti kerime de Rasûlü Ekrem hakkında bir teselliyi içermektedir.
100. Hiçbir şahıs için Allah Teâlâ’nın izni olmaksızın imân etmek mümkün değildir. Ve murdarlığı, akıllıca düşünmez kimselerin üzerine kılar.
100. Evet.. (Hiçbir şahıs için Allah Teâlâ’nın izni) irâdesi, takdiri (olmaksızın) hiçbir vakit (imân etmek mümkün değildir) yani: Hiç bir kimse, kabiliyeti olmayan bir şahsı zoru zoruna hakikî bir şekilde imân şerefine kavuşturmuş olamaz. Ancak Cenab’ı Hak, iradesini, ihtiyarını güzelce kullanan hangi bir kulunu imâna muvaffak kılar. (Ve) O Hikmet Sahibi Yaratıcı (murdarlığı) azâbı, hakarete sebep olan herhangi bir zelilliği (akıllıca düşünmez) Cenâb-ı Hak’kın kendisine verdiği aklı, fikri, irade kuvvetini güzelce kullanmayarak ihtiyarını küfr ve isyan yönüne sarfeden (kimselerin üzerine kılar) onları hidayetten mahrum bırakır, onları ebedî azaplara uğratır, lâyık oldukları cezalara kavuşturur, İşte bu imtihan âleminin gereği budur.
101. De ki: Bakınız! Göklerde ve yerde olanlarnelerdir? Fakat inanmayan bir kavim için âyetler ve uyarıcılar bir fâide vermez.
101. Bu mübârek âyetler, insanların dikkatlerini Allah’ın varlığının birer muazzam delili olan göklerdeki ve yerdeki yaratılış eşsizliklerini celbetmektedir. Asr-ı saadetteki inkârcılarında daha evvelki asırlardaki inkârcıların başlarına gelmiş olan felâketlerini mislini beklemekte olduklarını bildirmektedir. Öyle felâketlerden Peygamberler ile onlara imân edenlerin kurtulup inkârcıların o yüzden mahv ve helâk olacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. Cenâb-ı Hak’kın varlığına birliğine dair senden delil isteyen dinsizlere, müşriklere (de ki: Bakınız) tefekkür ediniz (göklerde ve yerde olanlar nelerdir?.) ne garip, eşsiz ve bir Yüce Yaratıcının varlığına şahit şeyler vardır. Bir kere üzerimizdeki âlemlere bakmalı, nedir o muazzam varlıklar?. Güneşin, ay’ın, yıldızların parlak varlıkları, gecelerin, gündüzlerin, muhtelif mevsimlerin birbirini muntazaman takip edip durması ne büyük birer ilâhî kudret eseridir?. Bir kere de yeryüzüne bakmalı, bundaki muhtelif hayat sahipleri, çeşit çeşit ekinler, meyveler, madenler, dereler, denizler ne kadar çeşitli ve birer gayeye yönelik bulunmaktadır?. Artık insanlar, bunları güzelce düşünmeli, bunlar ile bir Yüce Yaratıcı’nın varlığına delil getirerek güzel bir inanca kavuşmak değil midirler? (Fakat imân etmez bir kavim için) kendi yaratılışlarını kötüye kullanacakları cihetle küfrleri takdir edilen bir topluluk için (âyetler) hârikalar ne kadar açık olursa olsun (ve uyarıcılar) Cenab’ı Hak’kın azâbını bildirerek insanları imâna, takvâya dâvet eden Peygamberler ve onların mirasçıları (bir fâide vermez) onlar yine küfrlerinde ve isyanlarında devam eder dururlar. Evet.. Böyle dinsizlikleri takdir edilen kimseleri hangi muazzam bir eser, mübârek bir zat imâna kavuşturabilir?. Elbette edemez. Çünki onlar kendi kabiliyetlerini kendileri zâyi etmişlerdir.
102. Artık onlar beklemezler, ancak kendilerinden evvel geçmiş olanların günlerinin benzerlerini beklerler. De ki: Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
102. (Artık onlar) O Peygamberin risâletini inkâr eden Mekke müşrikleri ve benzerleri (beklemezler) gözetip durmazlar (ancak kendilerinden evvel geçmiş olanların) Nuh kavmi gibi, kıptiler gibi dinsiz, helâke uğramış kimselerin (günlerinin benzerini) onların başlarına gelmiş olayların, korkunç felâketlerin birer benzerini (beklerler) kendilerinin de başlarına öyle felâketlerin geleceğini gözetir dururlar. Resûlüm!. Onlara (de ki: Bekleyiniz) âkıbetinizi gözetiniz, azâbı bekleyiniz (ben de sizinle beraber) üzerinize azabın gelmesini (bekleyenlerdenim) elbette ki, sizlere böyle bir azap, bir felâket gelecektir.
103. Sonra biz Peygamberlerimizi ve imân etmiş olanları kurtarırız. Böylece bizim üzerimize bir hakdır ki, mü’minleri kurtarırız.
103. (Sonra) Öyle geçmiş kavimlerden itibaren (biz Peygamberlerimizi ve) onlara tâbi olup (imân etmiş olanları) onların muhitlerine yönelen azaptan (kurtarırız) onları kurtuluş sahasına kavuştururuz. (Böylece) Peygamberleri ve onlara tâbi olan mü’minleri kurtardığımız gibi (bizim üzerimize bir hakdır ki) yani, Yüce zahmin vâdi ve hükmü gereğidir ki, (mü’minleri) bütün imân ehlini ve bilhassa Hz. Muhammed ile ona tâbi olanları (kurtuluşa erdiririz) onları helâkten, azaptan koruruz. İşte imânın yüce mükâfatı!.
104. De ki: Ey insanlar! Eğer siz benim dinimden şüphede iseniz, haberiniz olsun ki ben Allah Teâlâ’dan başka taptığınız şeylere ibâdet etmem. Ve lâkin ben o Allah Teâlâ’ya ibâdet ederim ki, sizlerin canlarını alıverir ve ben emrolunmuşumdur ki, mü’minlerden olayım.
104. Bu mübârek âyetler, İslâm dininin yüksek mahiyetini ve Rasûlü Ekrem’in neler ile mükellef ve ne suretle ibâdet ve itaade devam edici olduğunu bildirmektedir. Cenab’ı Hak’kın takdir etmiş olduğu bir zararı veya hayrı yok etmeye ve var etmeye, değiştirmeye ve bozmaya kimsenin kaadir olamayacağını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber!. Senin kendilerini İslâm dinine dâvet etmeye emrolunduğunda şek ve şüphede bulunarak imân etmeyenlere (de ki: Ey insanlar!. Eğer siz benim dinimde) sizi kendisine dâvet etmekte bulunduğum İslâmiyette (bir şüphede iseniz) haberiniz olsun ki, o hak bir dindir. Sizlerse öyle bir dini kabul etmeyip ondan kaçınıyorsunuz, putlara tapınıyorsunuz, İslâm dini ise buna asla müsaade etmez. Binaenaleyh (ben Allah Teâlâ’dan başka) sizin (taptığınız şeylere) putlara, öyle hiçbir şeyi yaratmaya kudretleri olmayan mahlûklara (ibâdet etmem) onları asla mâbud tanımam (velâkin ben o Allah Teâlâ’ya ibâdet ederim ki, sizlerin canlarını alıverir) ruhlarınızı alarak sizi lâyık olduğunuz azaplara kavuşturur. (Ve ben) Allah tarafından (emrolunmuşumdur ki, mü’minlerden olayım) Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini ve onun tarafından gelen hükmleri tasdik edici olarak inancı temiz zatlardan bulunayım; sizin gibi akıla, nakile, ilâhî vahye aykırı itîkatlarda bulunan inkârcılardan kaçınayım.
105. Ve yüzünü İslâmiyet’te sâbit olarak dine doğrult ve müşriklerden olma.
105. (Ve) Bana Allah tarafından emrolunmuştur ki: (Yüzünü) Hânif olduğun halde, yani: (İslâmiyet’te sâbit) Hakka yönelici, doğrulukla vasıflanmış, dini vazifelerini yerine getirmeye kabiliyetli (olarak dine) İslâmiyet’e (doğrult) bâtıl dinlerden uzak ol, ruhen, bedenen hak dine dondurulmuş bulun. (Ve müşriklerden olma) Allah’ın birliği inancını yaymaya çalış, insanlığı irşada devamet. Gerek itikat ve gerek amel yönüyle gayri müslimlerden kaçın.
§ Rasûlü Ekrem Hazretleri, bilindiği üzere mâsumdur, ondan İslâmiyet’e aykırı hareketin çıkması düşünülemez. Binaenaleyh bu gibi Rasûlullah’a yönelik olan emirler, yasaklar onun vasıtasiyle ümmetinin fertlerine yöneliktir. Artık bütün müslümanlar, îslâm dini üzere devamda bulunmakla emrolunmuşlardır.
§ Hânif eğrilikten uzak olandır veya evvelki yaramazlıktan geri dönüp hakka kavuşan kimse demektir. Müslim olan bir zata da “hânif” denilir. Çoğulu hünefadır. îbrahim Aleyhisselâm’a da “hânif” denilmiştir. Çünki kavminin, babalarının ibâdet ettikleri bâtıl putlardan kaçınıp hakka ibâdette bulunduğu için bu ismi almıştır.
106. Ve Allah’tan başka sana ne fâide ve ne de zarar veremiyecek olanlara ibâdet etme. Şayet edecek olursan şüphe yok ki, sen o takdirde zalimlerden olmuş olursun.
106. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Sen yani: Ey Muhammed ümmeti!. (Allah’tan başka) onun gayrı olup (sana ne) kendisine ibâdet etsen (fâide ve ne de) kendisine ibâdet etmesen (zarar vcremiyecck olanlara) putlara, insanlara veşâir mahlûklara (ibâdet etme) onlara tapınmak gibi bir harekette bulunma (şayet) onlara böyle bir ibâdet (edecek olursan şüphe yok ki, o takdir de) öyle mâbutluk sıfatına sahip olmayan fâni şeylere tapınmış olduğun surette (zalimlerden olmuş) kendi nefsine zulm etmiş (olursun.) Çünki o takdirde ibâdet, yerine konulmuş olmaz, âciz, menfaat vermeğen kudretsiz bir şeye boş yere ibâdette bulunulmuş olur ki, bu en büyük bir zulmdur, ve Allah’ın hukukuna bir saldırıdır.
107. Ve eğer Allah Teâlâ sana bir zarar dokundurursa artık ondan başka onu bir giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse artık onun lütfunu red edecek deyoktur. Bunu kullarından dilediğine eriştirir ve o bağışlayandır, esirgeyendir.
107. (Ve eger Allah Teâlâ sana bir zarar) Fakirlik gibi, hastalık gibi bir musibet (dokundurursa artık ondan başka) O Yüce Yaratıcıdan gayrı (onu) o zararı (bir açacak) giderecek (yoktur) hiçbir kimse buna güç yetiremez (ve eger sana bir hayır) bir bolca rızk, güzelce bir sıhhat (dilerse) o da senin hakkında ilâhî bir lûtuf demektir, (artık onun) Öyle (fazlını) lûtf ve keremini (red edecek yoktur) hiçbir kimse ona mâni olamaz (bunu) bu hayrı, bu lûtuf ve keremi (kullarından dilediğine eriştirir) bu, O Yüce Yaratıcının iradesine, takdirine aittir. (Ve o) Kerem Sahibi Yaratıcı (gafurdur) dilediği kullarının günahlarını fazlasıyla örter ve o (rahîmdir) kullarına lûtf ve keremi pek ziyadedir. Artık öyle bir Yüce Mâbud var iken başkalarına ibâdette bulunmak nasıl câiz ve uygun olabilir?.
108. De ki: Ey insanlar! Muhakkak ki, Rabbiniz tarafından size hak gelmiştir. Artık her kim hidâyeti kabul ederse kendi nefisi için hidâyete ermiş olur. Ve her kim sapıklığa düşerse şüphe yok ki, kendi nefisi aleyhine sapıklığa düşmüş olur. Ve ben sizin üzerinize bir vekil değilim.
108. Bu mübârek âyetler, insanlar için hidâyet yolunu gösteren ve sırf hakikat olan Kur’an’ı Kerim’in inişini müjdelemektedir. Artık hidâyeti seçenlerin kendi lehlerine, seçmeyenlerin de kendi aleyhlerine hareket etmiş olacaklarını ihtar eylemektedir. Yüce Peygamberin de kendisine vahy olunan ilâhî emirlere tâbi olup ilâhî hükmün tecellisine kadar sabr ile yükümlü bulunmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamberlerin sonuncusu!. Kendilerine Peygamber gönderilmiş olduğun kimselere (de ki: Ey insanlar!.) Ey Allah Teâlâ’nın mükellef kulları!. (Muhakkak ki Rabbiniz tarafından size hak gelmiştir) yani:Kur’an’ı Kerim nâzil olmuştur. Sizin için yükümlü olduğunuz vazifeler hakkıyla bildirilmiştir, bir özür ileri sürmenize mahal kalmamıştır. (Artık) Sizden (her kim hidâyeti kabul ederse) yani: Peygambere imân eder, Allah’ın kitabı ile amelde bulunursa (kendi nefsi için hidâyete ermiş olur) çünkü Hak’ka tâbi olmuş, bâtılı terk eylemiş, nefsini azaptan kurtararak cennete aday bulunmuş olur. (Ve) Bilâkis (her kim sapıklığa düşerse) hakkı kabul etmezse, meselâ: Dinî hükmlerden birini inkâr eylerse (şüphe yok ki, kendi nefsi aleyhine sapıklığa düşmüş olur) çünkü böyle bir sapıklığın vebali, mes’uliyeti kendi aleyhine yönelir, kendi nefsini azâba lâyık kılmış bulunur. (Ve ben) Ey insanlar!, (sizin üzerinize bir vekil değilim) yani: Ben bir Peygamberim, dinî hükmleri size tebliğ ile emrolunmuş bir müjdeci ve uyarıcıyım, yoksa sizin hareketlerinizi fiilen korumak ve düzenlemekle emrolunmuş değilim. Ben vazifemi yerine getirmiş bulunmaktayım. Artık siz kendi vazifelerinizi düşününüz!. Artık siz kendi âkıbetinizi düşünmeli, hakka tâbi olmalı, batıldan kaçınmalı değil misiniz?.
109. Ve sana vahy olunana tâbi ol ve Allah Teâlâ hükmedinceye kadar sabret. Ve o, hükmedenlerin en hayırlısıdır.
109. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Sen (sana vahy olunana tâbi ol) Kur’an-ı Kerim’in açıklamaları doğrultusunda hareket et, onu ümmetine tebliğ eyle (ve Allah Teâlâ hükmedinceye kadar) yani: Düşmanlarına karşı sana zafer verinceye değin, senin dinini ortaya çıkarıncaya değin veya cihad için sana emir eyleyinceye kadar (sabret) onları İslâm dinine dâvet hususunda, onların eza ve cefalarına tahammül hususunda sabırlı bulun, metanetten ayrılma. Sabrın sonu selâmettir, mükâfattır. (Ve o) hikmet sâhibi Yaratıcı; şüphe yok ki, (hükmedenlerin en hayırlısıdır) çünki onun hükmünde asla hata düşünülmüşdeğildir. O Âlim Mâbud, bütün mahlûklarının gizli ve açık bütün hallerini hakkıyla bilicidir. Artık her akıllı, düşünceli insan için lâzımdır ki; hayatını güzelce tanzim etsin, Hak Teâlâ Hazretlerinin kudretini, azametini, ilâhî hükmünü düşünerek mes’uliyeti gerektirecek hareketlerden kaçınsın, Allah’ın rızasını kazanmaya vesîle olacak güzel amellerde bulunarak hakikî istikbalini temine muvaffak olsun. Ve başarı Allah’tandır.