KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Yasin Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, Cin sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Seksen üç âyeti kerimeden meydana gelmektedir. ” Yasin” tabiriyle başladığı için kendisine bu isim verilmiştir. Mamafih kendisine: “Kalp”, “Dafia”, “Kaziye” “Muammime” ismi de verilmiştir. Çünkü i’tikada vesâireye ait birçok esasları içine aldığı ve okuyanların kalplerini aydıntattığı için kendisine “Kur’anın kalbi” denilmiştir.
Birçok yanlış inançları bertaraf ve İslâmiyet’i müdafaa ettiği için de “Dafia” adını almıştır. Ve birçok gâfilleri ikaz ederek haklarındaki ilâhi hükmü bildirdiği için de “Kaziye” ismiyle hatırlanmıştır. Kendisini tam bir samimiyetle okuyanların bütün dünyevî ve uhrevî nimetlere kavuşmalarına vesile olacağı ve okunarak sevabının bütün müslüman ölülerine hediye edileceği cihette de kendisine “Muammime” adı verilmiştir. Bu sûrei mubârekenin başlıca içeriği şöyle özetlenebilir:
(1): Son Peygamber Hz. Muhammed’in risâletini tasdik ve teyit etmek, onun peygamberlik vazifelerini belirlemek, ona muhalefette bulunanları da sakındırmak ve tehdit etmek.
(2): Eski kavimlerin inkârcı hâllerinden dolayı başlarına gelen felâketleri beyân ile sonraki cemiyetleri uyanmaya dâvet etmek ve Resûli Ekrem’e teselli vermek.
(3): Yüce Yaratıcının bir kısım kudret eserlerine dikkat nazarlarını çekerek akıllı kimseleri tefekküre sevketmek ve o Kerem Sahibi Mâbud’u nasıl birleyeceklerini ve tesbihte bulunacaklarını bildirmek.
(4): Ahiret hayatını inkâr edenlerin bilâhare nasıl pişmanlıklara tutulacaklarını hatırlatmak, müminlere de ne kadar güzel uhrevî mükâfatlara nâil bulunacaklarını müjdelemek.
(5): İnsanların mükeltef oldukları dinî vazifelere işaret, görünen ve görünmeyen âlemlerdeki eşsiz yaratılışlara dikkatleri çekmekle bütün insanlığı Cenab-ı Hak’kın kudret ve yüceliğini tasdike davet etmek ve bütün insanların ahirette hesaba çekilmek için Allah Teâlâ’nın manevî huzuruna götürüleceklerini beyan etmek.
1. Yâsîn.
1. Bu mübârek âyetler, Son Peygamber’in cehalet içinde kalmış bir kavmi ikâz ve irşâd için Allah tarafından indirilmiş olan hikmetli Kur’an ile gönderilmiş Yüce bir Peygamber olduğunu bildiriyor. O Yüce Peygamber’in hidayet yolu üzere bulunduğuna azabı hak etmiş olan birçok kimselerin ise imândan mahrum kaldıklarını beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki:
( Yasin ) bu tabir, hurufi mukattadandır. Benzerlerine dair izahat verilmiştir. Bunun “elâ” ve “yâ” harfleri gibi tenbih edatı olduğu beyân olunuyor. Mamafih deniliyor ki: Bu tâbir İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet olunduğuna göre Tayy lisanınca “Ey insan!.” Demektir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre de bu tâbir, Peygamber Efendimize hitaptır, “Ey Muhammed!.” “Ey insanlığın efendisi” Aleyhisselâm makamındadır.
Velhâsıl:
Böyle bazı sûrelerin evvelinde zikredilen harflerin, tâbirlerin asıl manâsını, Allah’ın ilmine havale ederiz. Bunlar birer hikmetten uzak değildir. Bu hikmetler insanlık tamamen bilemez. Fakat bunların asıl manâlarını bilmediği halde bunları bir müminin kutsayarak ve yücelterek okuması, bunlar ile lisanını tezyin etmesi, kendisini inanç yönünden sağlamlığını gösterir, ruhunun yücelmesine vesile olur, Allah’ın emrine olantam itaat ve bağlılığına işaret ve şehadet eder.
2. Kur’an’ı Hakim’e yemin ederim.
2. Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (Kur’an-ı Hakim’e yemin ederim) Yani: Hikmeti içeren ve nazım yönünden pek sağlam olan ve nice eşsiz, ince ve nasihat verici mânâları kapsayan ve semavi kitapların sonuncusu ve mükemmeli bulunan Kur’an’a O apaçık kitaba yemin ederim ki, sen yüce bir Peygambersin.
3. Şüphe yok ki, sen, elbette Peygamber gönderilmiş olanlardansın.
3. Evet.. Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (şüphe yok ki, sen elbette) Bütün insanlığa Allah tarafından Peygamber (gönderilmiş olanlardansın) Evet.. Sen de insanlığı Allah’ın dininden haberdar etmekle, onları hidayet yoluna dâvet buyurmakla emrolunmuş bir Peygambersin, sen de Peygamberler gibi mâsum, melekler gibi nurani kuvvetlere sahip, ilm ve hikmetle vasıflanmış bulunmaktasın.
4. Doğru yol üzere bulunmaktasın.
4. Ve ey Yüce Peygamber!. Sen (Dosdoğru bir yol üzere) bulunmakta (sin) Evet.. Sen pek açık, hidayete kavuşturucu bir yolu tâkibetmekte ve o inkârcıları o doğru yola dâvet buyurmaktasın, ki: O da Allah’ı birleme yoludur, dinî hükmleri kapsayan İslâmiyet yoludur.
5. O Kur’an üstün ve çok merhametli olan Allah Teâlâ tarafından indirilmiştir.
5. Evet.. Ey Yüce Peygamber!. O apaçık Kur’an (Aziz) bütün celâl sıfatlariyle vasıflanmış ve (rahim) bütün ikram ve ihsan sıfatlarına toplamış (olan Allah) Teâlâ (tarafından indirilmiştir.) senin vasıtanla bütün insanlığa öyle bir hidayet rehber verilmiştir.
6. Tâki, bir kavmi korkutasın ki, onların ataları korkutulmamıştır. Artık onlar gâfil kimselerdir.
6. Evet.. Ey Peygamberlerin Sonuncusu!. O hikmetli Kur’an Allah tarafından sana ihsan buyurulmuştur. (Tâki bir kavmi) O apaçık kitabın hükmlerini tebliğ ederek (korkutasın ki, onların ataları korkutulmamıştır) o atalar fetret zamanında yaşamışlar, dinî tebliğlerden mahrum kalmışlar, kendilerine Peygamberler gönderilmemiş, dine muhalif hareketlerinin korkunç neticeleri kendilerine ihtar edilmemiş idi. O atalar, Hz. İsa ile Resûl-i Ekrem arasındaki asırlarda yaşamış olan cahil kimseler bulunuyorlar idi. (Onlar gafil kimselerdir) Gerek Peygamber zamanındaki kavimler ve gerek onların ataları gaflet içinde kalmış, hakiki istikbâllerini düşünmekten mahrum bulunmuş şahıslardır.
7. Andolsun ki, onların birçokları üzerine o söz o azap emri hak olmuştur. Artık onlar imân etmezler.
7. (Andolsun ki,) Muhakkaktır ki, (onların birçokları üzerine o söz) o azab emri, onların cehenneme atılacaklarına dair olan ilâhi hüküm, Allah’ın takdiri (hak olmuştur.) vacip ve sabit bulunmuştur. (Artık onlar imân etmezler) Güzelce tefekkür ederek imân nimetine kavuşmazlar. Çünki onlar, temiz yaratılışlarını zayi etmiş, Allah’ın birliğine aykırı inançlarda bulunmuş, akıllıca düşünmeyip kendi iradelerini kötüye kullanmış kimselerdir. Cenab-ı Hak da onların böyle istikbâldeki hallerini kendi ezeli ilmiyle bildiği için haklarındaki ilâhi takdiri ona göre tecelli buyurmuştur.
Artık onları Yüce Peygamber Allah’ın azabı ile korkutsa da, korkutmasa da onlar uyanıp imân nimetine kavuşmazlar. “Allah Teâlâ, beyan buyurduğu bir kısım hakikatları kuvvetlendirmek için yemin buyurmaktadır. Bu yemin, bir kısım hikmetlere ve menfaatlara dayanmaktadır ve konuşmanın gereğidir. Kısacası beyân buyurulan hakikatları gösteren, isbat eden deliller zikrediliyor. Buna karşı inkârcılar ise yineinkârlarında devam ediyorlar. Artık kendilerine kanaat vermek için “yemin” tarafı da tercih edilmiş oluyor.
Çünki o inkârcılar, o bildirilen delillere karşı “bunlar haddizatında doğru değilse de biz bunlar redde, müdafaaya kâdir bulunmuyoruz.” diyebilirlerdi. Artık o deliller yemin ile de kuvvetlendirilmiş oluyor. Zira o inkârcılar da yalan yere yemin edilmesinin pek fena neticeler vereceğine kani idiler. Yalan yere yemin edenler, elbette bir felâkete tutulurlar demekte idiler. Nitekim bir hadisi şerifte de (
) buyurulmuştur. Evet.. “Yalan yere yapılan çirkin yemin âlemin harap olmasını icâbeder”. Halbuki, Resûl-i Ekrem onların putları, kanaatleri aleyhinde beyanatta bulunuyor, bu beyanatını yeminler ile kuvvetlendirmeye çalışıyordu, bundan dolayı bir zarara uğramıyordu, bilâkis şeref ve şânı günden güne yükselip duruyordu. Binaenaleyh Resûl-i Ekrem’in Kur’an lisanıyla yeminlerde bulunduğu hâlde bundan asla bir zarar görmemesi de onun pek doğru sözlü bir zât olduğuna ayrıca kuvvetli bir delil teşkil etmektedir. İşte bu gibi hikmetlerden dolayıdır ki, Kur’an-ı Kerim’de böyle yeminler tercih edilmiştir.
8. Şüphe yok ki, biz onların boyunlarına kelepçeler geçirmişizdir tâki onların çenelerine kadar dayanmıştır. Artık onlar başlarını yukarı kaldırılmış, gözleri aşağıya çevrilmiş kimselerdir, birşey görüp anlayamazlar.
8. Bu mübârek âyetler, temiz yaratılışlarını zâyi ederek imândan mahrum kalmış kimselerin pek ibret verici vaziyetlerini tasvir ediyor. Onların nasihatlardan yararlanacak bir durumda bulunmadıklarını bildiriyor. Yüce Peygamber’in irşâd ve ikazından kimlerin faydalanıp kimlerin faydalanamayacaklarınıhaber veriyor ve bütün hâlleri, eserleri yazılan ve Allah tarafından bilinen insanları öldüklerinden sonra Cenab-ı Hak’kın tekrar hayata kavuşturacağını beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki:
Cenab-ı Hak, imândan mahrum kalmış olan kimselerin zelilce vaziyetlerini misâl yoluyla şöylece tasvir buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz onların) O küfrü tercih eden kimselerin (boyunlarına kelepçeler geçirmişizdir) onların boyunları demir bağlar, kelepçelerle bağlanılmış bulunmaktadır. (Tâki) O kelepçeler (onların çenelerine kadar dayanmıştır.) boyunlarını doğru bir tarafa döndürebilecek bir vaziyette değildirler.
(Artık onlar başları yukarı kaldırılmış, gözleri aşağıya çevrilmiş kimselerdir) Gözleri etrafa bakacak bir kabiliyette bulunmamaktadır, onlar birşeyi güzelce görüp anlayamaz bir hâldedirler. “Bu âyeti kerime, Ebu Cehl gibi kâfirlerin hakkında nâzil olmuştur. Buyurulmuş oluyor ki, o kâfirler, kendi yaratılışlarını zâyetmiş, iradelerini kötüye kullanmış oldukları için onların boyunlarına öyle mânevi demir kelepçeler vurulmuştur. Onları hidayet yolunu görüp takibedemezler.
§ A’nak; Boyun manâsına olan “Unk”un çoğuludur.
§ Ağlâl; Esirlerin, suçluların ellerini boyunlarına başlayan demir bağ ve kelepçe manâsına gelen “Gul” kelimesinin çoğuludur.
§ Ezkân; İki çenenin biriktiği yer manâsına olan “Zekan” lâfzının çoğuludur.
§ İkmâh; da başı yukarıya kaldırmak, gözü bakmaktan men etmek demektir. Başlarını yukarıya kaldırıp gözlerini yere dikip duranlara da “mukmehûn” denilir.
9. Ve biz onların önlerinde bir sed ve arkalarında bir sed meydana getirdik, öylece onları sarıverdik. Artık onlar göremezler.
9. (Ve biz onların) O kabiliyetlerini zâyetmiş olan inkârcıların (önlerinde bir sed vearkalarında bir sed vücude getirdik) yani: Onların kalp gözlerini kör ettik, onları dosdoğru yolu görmek kabiliyetinden mahrum bıraktık, onlar ne şu andaki durumlarını ve ne de geleceklerini nazarı itibara alabilecek bir durumda değildirler. (Öylece onları sarıverdik.) Onları her taraftan kuşattık, onları cehâlet ve sapıklık içinde bıraktık (Artık onlar göremezler) onlar Cenab-ı Hak’kın birliğine, kudret ve yüceliğine şahadet edip duran âyetleri, delilleri görüp anlayamazlar. Hidayet yolunu görüp takibedemezler.
Onlar öyle mânen kör kimselerdir. Rivâyet olunuyor ki: Bu iki âyeti celîle, Beni Mahzûm kâfirleri hakkında nâzil olmuştur. Bunlar mânen kör oldukları gibi maddeten de kör âciz bir halde kalmışlardır. Ebu Cehl yemin etmiş ki: Muhammed -Aleyhisselâm-ı namaz kılarken görünce başına taş atacağım, sonra Hz. Peygamber namaz kılarken, Ebu Cehl eline bir taş alarak gelmiş, elini kaldırıp taşı atmak isteyince eli boynuna sarılmış, taş da eline yapışmış, o taşı elinden zorlukla çekip koparabilmiş, kavmine dönerek bu keyfiyeti haber vermiş, beni Mahzûm’dan başka bir kişinin de onu ben bu taş ile öldüreyim diye gitmiş, hemen gözleri kör kesilmiş. İşte Allah’ın Peygamberine suikastte bulunanların bu bir dünyevî cezaları, onların uhrevî cezaları ise elbette ki, her türlü düşüncemiz üstünde şiddetlidir.
10. Ve onları korkutmuş olsan da, korkutmasan da onlar için birdir, imân etmezler.
10. Evet.. O kâfirler, mânen kör kimselerdir, onları hidayet yolunu görüp takibedemezler. (Ve) Ey peygamberlerin sonuncusu!. Sen (onları) o kâfirleri, öyle kötü iradelerinden, amellerinden dolayı hidayetten mahrum kalan kimseleri (korkutmuş olsan da) onları uyandırmak için dünyevî ve uhrevî azapları onlara ihtar etsen de, onları (korkutmasan daonlar için birdir.) Onlar uyanıp hakkı kabul ve takdir edecek bir kabiliyette bulunmuyorlar. Onlar (İman etmezler) onları öyle küfrlerinde ısrar ederek öyle inkârcı bir halde ölür giderler, lâyık oldukları cezalara kavuşurlar.
11. Sen ancak zikire uyan ve rahmandan henüz görmeksizin korkan kimseyi korkutursun. Artık onu bir mağfiret ile ve pek şerefli bir mükâfat ile müjdele.
11. Ey Yüce Peygamber!. (Sen ancak zikre tâbi) Kur’an-ı Kerim’i kabul ederek onun hükümlerine razı olup boyun eğenleri (ve rahmandan) rahmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak’kın azabından (henüz görmeksizin) ölüp o ahiret azabını müşahede etmeden önce (korkan kimseyi) müminleri (korkutursun) öyle bir kimse senin nasihatlarından, ihtarlarından yararlanır, gayrı Allah’ın yolları tâkibetmez. (Artık onu) öyle imân sahibi (bir yarlıganma ile) mağfiretine kavuşmakla (ve pek şerefli bir mükâfat ile) cennet ile, Allah’ın cemalini müşahede gibi en yüce bir uhrevî bir lütuf ile (tebşir et) kendisini müjdele. O, gelecekte öyle bir mutluluğa nâil olacaktır.
12. Şüphe yok ki, biz ölüleri diriltiriz ve onların yaptıkları her işi ve eserlerini yazarız. Ve zâten herşeyi pek apaçık bildirilen bir levh-i mahfuzda yazmışızdır.
12. Evet.. Allah Teâlâ herşeye kâdirdir. Kâfirlere azap edeceği gibi, müminleri de öyle ebedî, muazzam nimetlere eriştirecektir. İşte buna şöylece işaret buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz) Ben Yüce Yaratıcı (ölüleri diriltiriz.) her ölen kimseyi bir gün yeniden hayata kavuştururuz.
Dünyada da tevbe eden, af dileyen kulları yeniden mânevi bir hayata nâil buyururuz. (Ve onları önden göndermiş olduklarını) Daha dünyada iken yapmış oldukları sâlih ve sâlih olmayan amellerini (ve eserlerini) hayra ve şerre ait yazmış oldukları şeyleri faideli ve zararlı müesseseleri (yazarız) onlar tamamen tesbit edilmiş bulunur, hiçbiribilinmez ve karşılıksız kalmaz. (ve zaten berşeyi) Dünyaya ve ahirete ait her olayı (pek açık bildiren bir levh-i mahfuzda yazmışızdır.) bütün o hâdiseler, olaylar, Cenab-ı Hak’kın ezeli ilmince bilindiği için daha meydana gelmelerinden evvel öyle levh-i mahfuz denilen bir yüce kitapta hikmet gereği yazılmış, tesbit edilmiş bulunmaktadır. Artık herkes kendi amellerine göre mükâfat veya cezaya kavuşturulacaktır. Dünya tarihi de bunu kısmen olsun göstemektedir.
§ İhsa; kelimesi lügatte saymak manasınadır. Mecazen beyân etmek ve korumak manâsında kullanılmaktadır.
13. Ve onlara O inkârcılara o şehir ahalisini bir misâl olarak zikred, o vakit ki onlara o gönderilmiş olan elçiler gelmişti.
13. Bu mübârek âyetler, inkârcıları uyandırmak için kendilerine başka bir kavmin ibret verici olan yaşam tarihini anlatıyor. Kendilerini Allah’ın dinine dâvet için gönderilmiş olan elçileri o kavmin nasıl inkâr etmiş ve o elçilerin de kendilerini nasıl müdafaada bulunmuş olduklarını bildiriyor. O kavmin o hayrı tavsiye edici elçiler ile uğursuzlukta bulunarak onları tehdide cür’et göstermiş olduklarını, o elçilerin de o yakıştırmayı reddederek o kavmin ne mahiyette kimseler olduklarını kendilerine ihtar eylemiş bulunduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Son Peygamber!. (onlara) O senin peygamberliğini inkâr edenlere (o şehir ahalisini bir misâl) bir ibret vesilesi (olarak anlat) ahalinin tarihi hallerini hikâye buyur (O vakit ki, onlara) O şehir ahalisine (o gönderilmiş olan elçiler gelmişti) o ahaliyi dine dâvette bulunmuşlardı. O şehirden maksat, rivâyete göre “Antakya” şehridir. Onun ahalisi putperest bulunuyorlarmış.
§ Darbı mesel; Garip bir hali diğer garip bir hale benzetmekten ibarettir.. Bazan da böylebir benzetiş maksadiyle olmaksızın bir garip hali bir ibret verici tarihi olayı insanlara hikâye etmekten ibâret bulunur.
14. O vakit ki, onlara iki elçi yi göndermiştik. Hemen onları yalanlayıverdiler. Sonra bir üçüncü ile kuvvetlendirdik. Dediler ki: Muhakkak biz sizlere gönderilmiş elçileriz.
14. (O vakit ki, onlara) O şehir ahalisine (iki) elçi (yi) iki zâtı (göndermiştik) o ahaliyi gidip ilâhi dine dâvette bulundular. O ahali ise (hemen onları) o gönderilen iki zâtı (yalanlayıverdiler.) onların gösterdikleri âyetlere, mucizelere iltifatta bulunmadılar (Sonra) o gönderilen iki zâtı (bir üçüncü ile kuvvetlerdirdik) bu üçüncü zât da o ahaliyi aynı surette tevhid dinine dâvet etti, o diğer iki zâtı destekledi ve tasdik etti.
Artık bu üç zât, o şehir ahalisine (dediler ki: Muhakkak biz sizere gönderilmiş elçileriz) artık bize tâbi olun, putlara ibâdeti bırakın, tevhid dinini kabul eyleyiniz ki, selâmete, hidayete erişesiniz. “Bu gönderilen elçilerden maksat, önde gelen âlimlere göre Hz. İsa’ya birer yardımcı durumunda olmak üzere Allah tarafından kendilerine peygamberlik verilmiş, ve İsa Aleyhisselâm’ın şeriatiyle görevlendirilmiş üç Peygamberdir.
Cenab-ı Hak’kın: “İz erselnâ” o vakit ki biz gönderdik diye buyurması da bunu gösteriyor. Nitekim Musa Aleyhisselâm ile beraber Hârun Aleyhisselâm da Peygamber gönderilmişti. Fakat müfessirlerce meşhur olan görüşe göre bu elçiler, Hz. İsa tarafından gönderilmiş ve Havârilerden bulunmuş zâtlar idi. Bunların evvelki ikisi “Yuhanna” ile “Bulus” adında bulunuyordu. üçüncüsü de “Şemun” ismindeki zât idi. Bu zâtlar, Cenab-ı Hak’kın Peygamberi tarafından on yardımcı olmak üzere gönderilmiş oldukları için bu gönderilişi Hak Teâlâ yüce zatına izâfe ederek “biz gönderdik” diye buyuruyor.
15. O inkarcılar da dediler ki: Siz bizim gibi birinsandan başka birşey değilsiniz. Ve rahman hiçbir şey indirmedi. Siz başka değil, ancak yalan söyliyenlersiniz.
15. O mübârek zâtlar, o şehir ahalisini tevhid dinine dâvet edince o inkârcılar da (Dediler ki: Siz bizim gibi bir insandan başka birşey değilsiniz) bize karşı sizin özelliğiniz; bir üstünlüğünüz yoktur. (ve Rahman hiç bir şey indirmedi) Öyle iddia ettiğiniz gibi size bir vahy indirmedi ve Peygamberlik ihsan etmedi, sizi bize tercih buyurmadı. Binaenaleyh (siz başka değil, ancak yalan söyleyenlersiniz) öyle risâlet iddianız, hakikate aykırıdır. O ahalinin “Rahman birşey indirmedi” demelerinden bir işâret var ki, onlar ilahlığı itiraf ediyorlarmış, fakat putlara tapıyorlar, peygamberliği inkâr ediyorlarmış.
16. O elçiler de dediler ki: Rabbimiz bilir ki, muhakkak bizler sizin için elbette gönderilmiş elçileriz.
16. O elçiler de o ahalinin inkârını reddederek (Dediler ki: Rabbimiz bilir ki, muhakkak bizler sizin için elbette) Allah tarafından âyetlerle (gönderilmiş elçileriz) biz birer din memuruyuz, size Allah’ın dinini tebliğ ediyoruz. Eğer biz hakikate aykırı bir iddiada bulunursak elbette ki, o Yüce Yaratıcı bizi kahreder, bizden şiddetle intikamını alır. Bu zâtlar, “Rabbimiz bilir ki,” demekle bir nevi yeminde bulunmuş, iddialarını yemin ile kuvvetlendirmeye çalışmışlardır.
17. Bizim üzerimize gereken ise apaçık bir tebliğden başka birşey değildir.
17. Ve o zâtlar, ahaliye hitaben dediler ki: (Bizim üzerimize) Allah tarafından gelen vazife ise (apaçık bir tebliğden başka birşey değildir) Evet.. Bizim vazifemiz, iddlarımızı kat’i deliller ile mucizeler ile kuvvetlendirerek sizi tevhid dinine davetten ibârettir. Kabul etmez iseniz vebali, mes’uliyeti size âittir.
18. O inkarcılar da dediler ki: Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. And olsun ki, eğer vazgeçmez iseniz elbette sizi taşlayacağızdır. Ve elbette ki, bizim tarafımızdan size pek acıklı bir azap dokunacaktır.
18. O zatların o kadar doğru ve iyilik sever ifâdelerine rağmen o inkârcılar da (Dediler ki:) ey bizi tevhid dinine dâvet eden zâtlar!. (Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz) Sizin bu dâvetiniz yüzünden bir fitneye düştük, aramızda ayrılık meydana geldi. Bir görüşe göre bir müddet yağmurdan mahrum kalmışlardı. (andolsun ki, eğer vaz geçmez iseniz) Bizi tevhid dinine dâvet eder durursanız, (elbette sizi taşlayacağız) sizi taşlayarak öldüreceğiz (ve elbette ki, bizim tarafımızdan size pek acıklı bir azap dokunacaktır.) sizi öldürmesek bile yine pek şiddetli bir cezaya mâruz bırakacağızdır, siz elimizden kurtulamayacaksınızdır.
19. Elçiler de dediler ki: Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Siz öğüt verildiğiniz halde de mi? Bunu uğursuzluk sayıyorsunuz? Hayır.. Siz aşırı giden bir kavimsiniz.
19. O mübârek elçiler de (Dediler ki: Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir) sizin başınıza gelen ve gelecek belâlar, felâketler, sizin için amellerinizin birer neticesidir, sizin şirk ve küfrünüzün birer cezasıdır. (Siz öğüt verildiğiniz halde de mi) uhrevî azaptan kurtulmanız için hafifletilerek hakkınızda hayırlı ihtar yapıldığından dolayı da mı öyle uğursuz sayıyorsunuz, bize karşı düşmanca bir vaziyet alıyorsunuz?.
Bizi tehdide cür’et gösteriyorsunuz?. Bu ne kadar cehâlet, ne kadar nankörlük!. (Hayır.. Siz aşırı giden bir kavimsiniz) Sizin âdetiniz, israftır, isyândır, haddi tecavüzdür. Ondan dolayıdır ki, kendilerine karşı şükür borçlu olmanız icabeden kimselere karşı düşmanlık gösteriyorsunuz. Onların selâmet ve saadetinize vesile olacak ihtarlarını birerfelâket sebebi sanarak onları uğursuz sayıyorsunuz.
Bu ne kadar aksiliktir?. “Alusî merhum tefsirinde diyor ki: Böyle uğursuz sayma, cahillerin adetidir. Onlar kendi şehvetlerine -nefsani arzularına- uygun olan şeyleri uğurlu sayarlar, isterse, o şeyler bütün kötülüklere yol açmış olsun. Kendi şehvetlerine uygun görmedikleri şeyleri de uğursuz sayarlar. İsterse, o şeyler her hayrı gerektirmiş olsun.
20. O şehrin en uzak bir tarafından bir er, koşar bir halde geldi, dedi ki: Ey kavmim! O gönderilmiş olanlara tâbi olun.
20. Bu mübârek âyetler de o kendisine elçiler gönderilmiş olan şehre bir zatın koşarak gelip o fedakâr elçilere tâbi olmalarını ahaliye tavsiye eylemiş olduğunu bildiriyor. Ve o zâtın o ahaliyi pek hikmetli bir tarzda uyandırmaya çalıştığını, o taptıkları putların kendilerine bir fâide veremiyeceğini ihtar buyurmuş olduğunu hikâye buyuruyor. Ve onun âlemlerin Rabbine îman edip cennete, Allah’ın affına, ilâhi ikrama kavuşmuş olduğunu beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki: (O şehrin) O ahalisine elçiler gönderilmiş olan beldenin (en uzak bir tarafından bir er) bir dindar zât, o elçilerin gelip o ahaliyi tevhid dinine dâvet ettiklerini ve o ahalinin de muhalif bir cephe aldıklarını haber alınca (koşarak bir hâlde geldi) o ahaliye nasihat vermeğe başladı da (dedi ki: Ey kavmim!. O) size (gönderilmiş olanlara) o muhterem elçilere (tâbi olun) onların tebliğleri doğrultusunda ibâdet ve itaatte bulunun, Allah’ın birliğini tasdik ederek putlara tapmaktan vaz geçiniz.
21. O zâta tâbî olunuz ki, sizden bir ücret istemiyor. Onlar doğru yola ermiş kimselerdir.
21. Ey Ahali!. (O zâta tâbi olunuz ki,) Sizi Allah’ın dinine dâvet eden, sizi selâmete kavuşturmak isteyen muhterem bir zâtı kendinize rehber ittihaz ediniz ki, o zat sizdenbir mükâfat beklemiyor. (sizden bir ücret istemiyor) Sırf Allah rızası için sizi irşâda çalışıyor. (onlar) öyle hak rızası için çalışan zâtlar (doğru yola ermiş kimselerdir) onlar insanları hakka kavuşturan dosdoğru yolu bilen zâtlardır, onlara tâbi olanlar, hidayete ererler.
22. Ve bana ne mâni var ki, beni yaratmış olana ibadette bulunmayayım? Ve halbuki, O’na döndürüleceksinizdir.
22. Ve o gelen zat, o putperest kavmi uyandırmak için pek yumuşak ve hikmetli bir tarzda hitab ederek dedi ki: (Ve bana ne) Mâni (var ki, beni yaratmış olana ibâdette bulunmayayım?.) yani: Bütün insanlar için gerekir ki, hepsi de Alemin Yaratıcısına ibadette bulunsunlar, O’ndan başkasını mâbut edinmesinler. Sağlam akıl da bunu gerektirir. Peygamberler de bunu ümmetlerine tebliğ etmekte bulunmuşlardır. Artık ne için bunun hilâfına hareket edilsin?. Ey putperest kavim!. Siz bu hakikati hiç düşünmez misiniz?. (ve halbuki, O’na) O ortak ve benzerden uzak olan Kâinatın Yaratıcısının mânevi huzuruna (döndürüleceksinizdir) dünyadaki amellerinizden dolayı muhakemeye tâbi tutulacaksınızdır, hiç bu âkibeti düşünmez misiniz?.
23. Ben hiç O’ndan başta tanrılar edinir miyim ki, eğer o Rahman benim için bir kötülük dilese onların şefaatleri benim için fayda verici olamaz ve onlar beni aslâ o kötülükten kurtaramazlar.
23. Bir kere düşününüz!. (Ben, hiç O’ndan) O kâinatı yaratmış olan yüce mâbuttan (başka Tanrılar edinebilir miyim?.) öyle yaratılmış, âciz, fâni şeylere tapar mıyım (ki, eğer o rahman) o Kerem Sahibi Yaratıcı (benim için bir kötülük irade buyursa) beni bir derde, bir musibete, bir azaba uğratacak olsa (onların o putların şefaatleri benim için bir fâide verici olamaz) yani: Onlar faraza şefaat edecekolsalar bile o şefaate asla iltifat olunmaz. Halbuki, onlar şefaat edecek bir kabiliyete bir selâhiyete asla sahip değildirler. (onlar) O bâtıl mâbutlar (beni asla) bana yönelecek bir fenâlıktan, bir ilâhi azaptan (kurtaramazlar) bana yardımları dokunamaz. Artık öyle âciz şeyler nasıl mâbut edinilebilir?. Ey kavmim!. Siz bunu hiç düşünmez misiniz?. Nedir o kadar gaflet!.
24. Muhakkak ki, ben o vakit apaçık bir sapıklıkta bulunmuş olurum.
24. Evet.. (Muhakkak ki, ben o vakit) öyle Allah Teâlâ’dan başka herhangi bir mahlhuka tapacak olsam (apaçık bir sapıklıkta bulunmuş olurum) çünki, hiçbir mahlûkun yaratıcılık ve mâbudluk vasfına sahip olmadığı aklen ve naklen sâbittir. Artık bunun hilâfına hareket eden kendisini bile ölmekten, mahvolmaktan, felâkete uğramaktan koruyamayacak olan herhangi bir mahlûka tapmak, onu Kâinatın Yaratıcısı’na ortak edinmek, şüphe yok ki, en büyük bir sapıklıktır, en hayret verici bir cehâlet eseridir.
25. Şüphe yok ki, ben sizin Rabbinize imân ettim. Artık bunu benden işitiniz.
25. Bu muhterem zât, o elçilere veya o konuşma esnasında bütün orada bulunanlara yönelerek dedi ki: (Şüpbe yok ki, ben sizin Rab’binize imân ettim) Ben de o âlemlerin Rabbinin birliğini, ortak ve benzerden münezzeh olduğunu tasdik edici bulunmaktayım. (Artık bunu benden işittiniz) benim bu imânıma sizler de şâhit olunuz. Ben Allah’ın birliğini tasdik eden bir müminim. Elhamdülillâh..
26. Denildi ki: Cennete giriver. Dedi ki: Keşke kavmim bilselerdi.
26. O zât, böyle Allah’ın birliğini tasdik edip kavminin şirk ve küfr içinde kalmış olduklarına işâret edince o kâfir kavim, hücum ederek o muhterem zâtı şehit etmişlerdi. Bunun üzerineo zâta Allah tarafından (Denildi ki, cennete giriver) yani: Onun cennete girmesi muhakkak bulundu. O böyle bir ilâhi lütfa erişmiş oldu. Ve bir görüşe göre o zât, şehit edileceği zaman onu Cenab-ı Hak, cennete kaldırdı, orada yaşayarak rızıklandırılmaktadır. Böyle fevkalâde bir nimete nâil olan o zât da (dedi ki: Keşke, kavmim bilselerdi) hakkımda tecelli eden ilâhi korumadan haberdar olsalardı.
27. Rabbimin beni mağfirete eriştirdiğini ve beni ikram edilmişlerden kıldığını.
27. (Rabbim’in beni mağfirete nâil buyurduğunu) Bir görüp anlasalardı (ve beni ikram edilmişlerden kıldığını) bilip düşünselerdi de, öyle küfr içinde yaşamasalar idi ve ilâhi dine mensup olanların ne kadar ilâhi korumaya ve ilâhi lütfa mazhar olduklarından haberdar bulunsalardı, kendilerinin ne kadar kötü bir kanaatte, helâk edici bir durumda bulunduklarını anlasa idiler!.
Bu muhterem zât, hayatta iken de şehit edildikten sonra da kavmi hakkında hayrı tavsiye etmiş, onların da bu hakikatten haberdar olarak tevhid dinine sarılmaların temennide bulunmuş demektir. İşte hakiki müminler, böyle umum halk hakkında hayrı tavsiye edici olurlar. Ne yazık ki, bunu birçok kimseler takdir edemezler. “Rivâyete göre bu zâttan maksat, “Habib-i Neccar” adında marangozluk yapan bir mümindir.
Bu zât, semavi kitapları okumuş, Allah’ın birliğini tasdik etmiş, hatta Peygamber Efendimizin vasıflarını o kitaplarda görmüş olduğu için O’nun Peygamberliğine dünyaya gelmeden altıyüz sene evvel imân etmiş bulunuyordu. Bir rivâyete göre bu zât bir mağara içinde yaşayarak Cenab-ı Hak’ka ibâdette bulunuyormuş, o elçilerin şehre geldiklerini haber alınca yanlarına giderek onları tasdik etmiş, takviyeye çalışmıştır. Allah’ın rahmeti hepsine olsun..
28. Ve onun kavmi üzerine ondan sonra gökten hiçbir ordu indirmedik ve biz indirecekde olmadık.
28. Bu mübârek âyetler de o elçileri takviye eden zâtın şehit edilmesi üzerine o şehir ahalisinin başına gelen ilâhi azabı bildiriyor. Peygamberleri inkâr eden, onlar ile alay eden kimselerin ne kadar pişmanlık içinde kalacaklarını ihtar ediyor.
Peygamber zamanındaki inkârcıların da o eski helâk olan kavimlerden ibret almadıklarına işaret ve hepsinin de ahirette bir muhakemeye tâbi tutulacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve onun) O elçileri takviye için gelen üçüncü zâtın (kavmi üzerine ondan sonra) o zâtın şehit edilmesini veya cennete kaldırılmasını müteakip o kavmi helâk etmek için (gökten hiçbir ordu indirmedik) öyle bir vasıtaya lüzum bulunmamıştır (ve biz indireceklerden olmadık) onları helâk etmek için bir semâvi ordunun gönderilmesinde bir hikmet görülmemişti. Onları mahv ve perişan etmek için öyle büyük bir kuvvete ihtiyaç da yok idi.
29. O bir korkunç sesten başka birşey olmadı. O anda onlar hemen sönüvermiş kimseler oldular.
29. (O) Helâk vasıtası, o kavmin mahv ve perişan olmalarına meydana getiren hâdise (korkunç bir sesten başka birşey olmadı) Cibril-i Emin tarafından müthiş bir ses vuk’u buldu (o anda onlar hemen sönüvermiş kimseler oldular.) sönmüş bir âteş gibi hayat sıcaklığından mahrum kaldılar, ölümün pençesine tutulup cezalarına kavuştular.
§ Humûd; Ateşin sönmesi, parıltısının gitmesi, sükûnet bulmasıdır.
§ Hâmidûn; da sönmüşler, yani ölmüş, hayattan mahrum kalmış kimseler demektir.
30. Ey o kullar üzerine yönelecek hasret! Tam zamanın Onlara bir Resûl gelmezdi ki illâ onunla alay etmeye kalkışırlardı.
30. (Ey kullar) O Peygamberleri yalanlayankâfirler (üzerine) gelecek olan (hasret!.) pişmanlık ve felâket!. Gel tam zamanın, onları yakala. Çünki (Onlara) kendilerini selâmete, hidayete eriştirmek isteyen (bir Resûl gelmezdi ki, illâ onunla alay etmeye kalkışırlardı) onlar kendi haklarındaki o kadar iyiliksever zâtlara karşı inkârcı ve düşmanca bir vaziyet almış olduklarından dolayı böyle bir hasrete, pişmanlığa uğramış olacaklardır. O nankörlere karşı Allah tarafından veya melekler ile diğer müminler tarafından böyle bir hitap yöneltilecektir. Hasret; pişmanlık, birşeyin elden çıkmasından dolayı çok fazla hüzn ve keder içinde kalmak demektir.
31. Görmediler mi ki, onlardan evvel ne kadar kavimleri helâk ettik. Şüphe yok ki, onlar, bunlara dönüp gelmiyorlar.
31. Son Peygamber’i inkâr eden Mekke-i Mükerreme’deki müşrikler vesâirede (Görmediler mi ki,) görmüş gibi bilip haberdar almadılar mı ki, (onlardan evvel) o Yüce Peygamber’i inkâr edenlerden önce (ne kadar kavimleri helâk ettik) Ad ve Semud kavimleri gibi nice inkârcı cemaatleri çeşit çeşit felâketlere uğrattık. Bu sonraki inkârcılar, onların o tarihi hâllerinden bir ibret almalı değil midirler?. (Şüphe yok ki, onları) O evvelce helâk olan kavimler (bunlara) bu şimdiki inkârcı kavimler arasına (dönüp gelmiyorlar.) Artık onlar dünyaya dönecek değillerdir. Onlar ahiret azabından yakalarını kurtaramıyacaklardır. Materyalist ve diğerleri gibi ruhun bir bedenden diğerine geçtiğine inanan kimselerin kuruntuları ve ölmüş insanların tekrar bu dünyaya geleceklerine dâir lâkırdıları birer cahilce, temelsiz iddiadan başka birşey değildir.
32. Ve hepsi de bizim katımızda hesap vermek için topluca huzura getirilmişlerdir.
32. (Ve hepsi de) Geçmiş ve şu anda vegelecekte ortaya çıkacak insanların, kavimlerin herbiri de kıyamet günü (bizim katımızda) muhasebeye tâbi olmak için (mecmuan) toptan birlikte (huzura getirilmişlerdir) yani: Onların o kıyamet âleminde mahşere sevk edilmeleri, bir muhakemeye tâbi tutulmaları Allah’ın takdiri ile gerçekleşmiştir, gerçekte vuku bulmuş gibi kesin bir emirdir. Elbette ki, birgün kıyamet kopacak, herkes dünyadaki amellerine göre mükâfat veya ceza görecektir. Bunu dikkate alıp ona göre hazırlanmalıdır.
33. Ve onlar için ölmüş yer bir ibrettir. Onu hayata kavuşturduk ve ondan daneler meydana çıkardık da ondan yiyiverirler.
33. Bu mübârek âyetler de her yönüyle mukaddes, noksanlardan münezzeh olan âlemin Yaratıcısı bir kısım yaratılış eserlerine dikkatleri çekiyor. Yeryüzüne vakit vakit yeni bir hayat vererek orada birçok faydalı mahsulâtı yaratışını ve bunlardan insanların yararlandıklarını ve daha nice çiftler, eşsiz eserler yarattığını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kerem Sahibi Yaratıcı kendi kudretine ve öldükten sonra dirilmenin vukuuna delil olmak üzere buyuruyor ki: (Ve onlar için) İnsanların öldükten sonra hayata kavuşturulup ahiret âlemine sevkedileceklerini inkâr eden gâfiller için (ölmüş yer, bir ibrettir) Allah’ın kudretine ait yüce bir alâmettir.
(Onu hayata kavuşturduk) Bir nice yerler vardır ki, öteden beri bitirme kuvvetinden mahrum iken bilâhara bu kuvvete sahip olarak üzerinde nice çeşitli bitkiler meydana gelir. Birçok yerlerde görülmektedir ki, kış gelince bitirme kuvvetinden mahrum kalırlar, üzerlerinde bitkilerden, hayati izlerinden birşey görülmez.
Sonra bahar olur, yağmurlar yağar, o yerlerde çeşit çeşit bitkiler, ekinler, çicekler meydana gelir, o yerler yeniden hayata kavuşmuş olurlar. (Ve ondan) Yer sahasından (bir dane) buğday, arpa, pirinç gibi bir çeşit ürün meydana (çıkardık da) artık insanlar vesâire(ondan yiyiversinler.) geçimlerini te’min ederler.
İşte öyle öIu bir hâlde bulunan yeryüzünün vakit vakit yeniden hayat bulmuş gibi olarak üzerinde binlerce çeşit bitkinin vücude gelmesi, bir kudretin eseridir, Cenab-ı Hak’kın yoktan var ettiği Adem Aleyhisselâm’ı ve O’nun zürriyetleri olan diğer insanları da öldüklerinden sonra tekrar hayata kavuşturacağına pek açık bir örnektir. Artık uhrevî hayat nasıl inkâr edilebilir ve imkânsız görülebilir?.
§ Hab; Dane demektir, bir cins isim olduğundan aza da, çoğa da denilebilir. Tekili “habbe”dir, çoğulu da “hubub” ve “hububat”dır.
34. Ve orada hurmalıklardan ve üzüm bağlarından nice bostanlar vücuda getirdik ve orada su kaynaklarından suları akıtıverdik.
34. Kerem Sahibi Yaratıcı yine buyuruyor ki: (Ve orada) Yeryüzünde (hurmalıklardan ve üzüm başlarından nice bostanlar vücude getirdik) bu pek fâideli, bol meyvelerden herkes istifade etmektedir. (ve orada) Yeryüzünde (su kaynaklarından suları akıtıverdik) her taraftan sular fışkırarak yeryüzüne yayılmakta, insanlar için, vesâir hayvanlar ve bitkiler için birer hayat kaynağı bulunmaktadır. Bunlar da ne büyük birer kudret eseridir, birer ilâhi nimettir.
35. Tâki, onun mahsulünden ve kendi ellerinin imal ettiklerinden yiyiversinler. Hâlâ şükretmeyecekler midir?
35. Evet.. O kadar çeşitli kudret eserleri meydana getirilmiştir. (Tâki) İnsanlar (O’nun) ve zikredilen bostanların (mahsulûnden ve kendi ellerinin imal ettiklerinden) ektikleri ekinlerin, diktikleri ağaçların meyvelerinden ve imâl ettikleri çeşitli yiyeceklerden (yiyiversinler) bunları kendilerine ihsan buyuran Yüce Yaratıcıyı kutsamaya ve yüceltmeye çalışsınlar, üzerlerine düşen şükürvazifesini yerine getirsinler. O bir takım inkârcı kavimler ise, (Hâlâ şükretmiyecekler midir?.) hala bu nimetleri kendilerine ihsan buyuran Kerem Sahibi Yaratıcının birliğini, kudret ve büyüklüşünü düşünerek ona şükürlerini sunmayacaklar mıdır?. Bu ne kadar gaflet!. Ne derece büyük bir nankörlük!.
36. O ilâhî zât noksanlardan münezzehtir ki, yerin bitirdiklerinden ve insanların kendi nefislerinden ve bilmedikleri şeylerden nice çiftleri, onların hepsini yaratmıştır.
36. Evet.. Bu kadar muazzam hilkat âsârını yaratan ve yaratmakta olan Yüce Yaratıcı, Evet.. (O Yüce zât) Bütün kudret ve hikmetlere sahiptir, bütün noksanlardan (münezzehtir ki,) buna bütün kudret eserleri şahitlik etmektedir. O ezeli mâbud, kudretine işaret ve şehadet eden nice eşsiz eserleri meydana getirmiştir ve kısacası (yerin bitirdiklerinden) yeryüzündeki bütün ağaçlardan, madenlerden, su kaynaklarından nice çeşitli ve mükemmel eserleri yaratmıştır. (ve) İnsanların (kendi nefislerinden) erkek ve dişi nev’ilerini yaratmış ve yaratmakta bulunmuştur. (ve) İnsanların (bilmedikleri şeylerden) de daha nice (çiftleri) vücude getirmiştir.
Evet.. (onların) O çeşitli yaratılış eserlerinin (hepsini) de o Yüce Yaratıcı (yaratmıştır) ondan başka bir yaratıcı yoktur. Bütün bu görülüp duran eserler, eşsiz varlıklar o kudretli Yaratıcının ahiret hayatını da yaratmaya kâdir olduğunu pek açık ve kat’i surette göstermektedir. Ve o Kerem Sahibi Yaratıcının daha nice kudret eserleri de bakışlara çarpıp durmaktadır.
37. Ve onlar için gece de bir ibrettir. Ondan gündüzü yüzüp ayırırız. Hemen onlar, karanlıklara girmişler olurlar.
37. Bu mübârek âyetler de Cenab-ı Hak’kın kudret ve hikmetine şahitlik eden gök cisimlerine, onların hareket tarzlarına ve geceler ile gündüzlerin birbirini ne kadar muntazam bir surette takibedip durduğunadikkatleri çekmektedir. Şöyle ki: (Ve onlar için) O ahiret hayatını, Allah’ın kudretinin herşeye fazlasıyle kâfi bulunduğunu takdir edemeyen kimseler için (gecede bir ibret vardır) o da birşeyin yok olduktan sonra yeniden yaratılmasına bir delil, bir örnektir.
(O’ndan) O geceden (gündüzü yüzüp; ayırırız,) gündüzü gidererek gecenin karanlığını meydana çıkarmış oluruz. (hemen onlar) İnsanlar (karanlıklara girmişler olurlar.) gündüzün ziyâsından mahrum kalırlar. Bu, bir nev’i ölüm demektir. Sonra gündüz olunca gece vakti ışıklar içinde kalır. Adeta yeniden hayat bulmuş gibi olur. Bu ne eşsiz bir kudretin eseridir.
Bu âyeti kerime’de işaret vardır ki, bu dünyada asl olan yokluk mahiyetinde bulunan karanlıklardır, nur ise arızîdir. İşte insanlar da esasen yok iken bilâhara Allah’ın kudreti ile meydana gelmiş, hayat ışığına kavuşmuşlardır. Binaenaleyh tekrar hayattan mahrum kalıp öleceklerdir. Sonra da tekrar hayata kavuşacaklardır. Nasıl ki, gündüzleri geceler, geceleri de gündüz takibediyorsa insanları da öldükten sonra bir ebedî hayat takibedecektir. Allah’ın kudretine göre bu her şekilde mümkündür. Buna şüphesiz inanıyoruz.
§ Selh; Lügatte soymak, bir hayvanın derisini soyup kendisini o deriden ayırmaktır. Ve her ay’ın son gününe de selh denilir. Burada bu selh kelimesi, bir istiâre kabilinden olarak gündüzun ışığını gidererek gecenin karanlığını ortaya çıkarmak manâsında kullanılmaktadır.
38. Güneş de kendisine mahsus karargâhında akar gider. İşte bu, O azîz, alîm’in takdiridir.
38. (Güneş de kendisine mabsus karargâhında akar gider) Hergün doğarak kendi yörüngesinde belirli vakte kadar yürümesine devameder. Akşam olunca batıp görünmez bir hale gelir, kendisi için bir sene içinde üçyüz batış ve doğuş olmuş olur. (İşte bu) Güneşin öyle enteresan doğması ve batması, böyleufuklara ışık yayar bir vaziyette bulunuşu (O aziz) herşeye kâdir, galip olan ve (alîmin) herşeyi ilmen kuşatan Yüce Yaratıcının (takdiridir.) O’nun dilemesinin yaratmasının bir eseridir. Bu ne kadar büyük bir kudret alametidir. Bu, güzelce düşünülmeli
39. Biz ay’a da menziller takdir ettik. Nihayet hurma salkımının eski kurumuş eğri dalı gibi bir hâle dönmüş olur.
39. Evet.. Alemlerin Rabbi buyuruyor ki: (Biz aya da menzillen takdir ettik) O da güneş gibi semada kendisine tâyin edilmiş olan yörüngelerde, alanlarda dolaşmasına devameder durur. Her ay içinde ay için yirmi sekiz konak vardır. Ay otuz gün olunca kamer iki gece gizlenir, görünmez ve eğer ay yirmi dokuz gün olursa kamer bir gece görünmez bir hâlde bulunur. (nihayet hurma salkımının eski kurumuş eğri dalı gibi bir hale dönmüş olur) Bir ay içindeki dolaşması neticesinde görülen tarafı incelerek git gide gözden kaybolur.
§ Urcun; Hurma salkımının kuruyup yay gibi eğilmiş olan dalı =çöpü demektir.
40. Ne güneş için lâyık olur ki, o ay’a yetişmiş olsun. Ne de gece için lâyıkdır ki, gündüzü geçmiş bulunsun ve hepsi de birer felekte yüzerler.
40. Gerek güneş için ve gerek ay için belirli alanlar, belirli doğuş ve batış vakitleri tâyin buyurulmuştur. Artık (Ne güneş için lâyık olur ki,) yani: Sâhih bulunur ki, (o) güneş (ay’a yetişmiş olsun) onunla beraber gece vaktinde birleşmiş bulunsun. (ne de gece için lâyıktır ki) hikmet ve menfaata uygundur ki, (gündüzü geçmiş bulunsun) daha gündüz vakti tamam olmadan gece vakti girmiş olsun, herbirinin takdir edilmiş birer zamanı vardır, o zaman düzgün sekilde devam eder (ve hepsi de birer felekte yüzerler.)
Güneş de, ay da kendilerine tahsis edilmiş olan semada, daire dahilinde (yüzerler) dolaşır dururlar, mükemmel birkolaylık ve rahatlıkta hareketlerine devam eder giderler. “Eski Astroloji bilginleri, yıldızların, ay ile güneşin göklerde saplanmış, çakılı olduklarına inanırlardı. Kur’an-ı Kerim ise onların birer felekte, batıkların sular içinde yüzüp gittikleri gibi dönmekte olduklarını haber vermektedir. Nitekim sonraki astronomi ve astroloji alimleri de bu görüştedirler. Bu da Kur’an-ı Kerim’in nasıl hakikatleri beyan eden bir kitap olduğuna bir delildir.
41. Ve onlar için bir alâmettir, onların çoluk çocuklarını dolmuş bir gemiye muhakkak bizim yükletmiş olmamız.
41. Bu mübârek âyetler de Allah Teâlâ’nın kulları hakkındaki diğer bir büyük nimetini bildiriyor. Onlant bir rahmet eseri ve bir uyanma vesilesi almak üzere takdir edilen vakte kadar yaşatıp faydalandırmış olduğunu ihtar ediyor. Bir kısım insanların ise bu kavuştukları nimetleri takdir ve kendilerini Allah’ın birliğinden haberdar eden delileri kabul etmeyip onlardan kaçınır olduklarını teşhir buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Ve onlar için) İnsanlara mahsus (bir alâmettir) Cenab-ı Hak’kın kudretine ve kulları hakkındaki rahmet ve yardımına işaret eden bir delildir. (Onların evlat ve iyalini) İnsanların çoluk ve çocuklarını (dolmuş bir gemiye muhakkak bizim yükletmiş olmamız) Evet.. Cenab-ı Hak, denizlerde cereyan eden ve birçok insanları, hayvanları, eşyayı içine almış bulunan gemileri insânların emnine vermiştir. İnsanlar, ticaret için, seyahat için o gemilere birer, denizlere açılırlar.
İnsanları öyle gemilere kavuşturan ve koruyan şüphe yok ki, Allah Teâlâ’dır. Aksi durumda böyle bir hareket mümkün olamaz. Gemiler, parçalanırlar, içindekiler de mahvolur giderler. “Bir görüşe göre buradaki zürriyetten maksat, önceki babalardır. Gemiden maksat da, Nuh Aleyhisselâm’ın gemisidir. O gemiye binenler,tufandan kurtulmuş, selâmet sahiline ermişlerdi. Zürriyet tâbiri, evlat ve torunlar için kulanıldığı gibi baba ve dedeler için de kullanılır.
42. Ve onlar için bunun gibi binecekleri şeyleri de yarattık.
42. (Ve onlar için) İnsan nev’ine mahsus almak üzere (bunun gibi) gemi gibi nakil vasıtası olacak şeylerden insanların (binecekleri şeyleri de, yarattık) karalarda yürümek için develer, atlar mandalar gibi şeyleri de meydana getirdik. Ve Hz. Nuh’un gemisi gibi bilâhare nice gemiler de Cenab-ı Hak’kın verdiği bir kuvvet, bir kabiliyet ile meydana getirilmiştir.
“Bu âyeti kerime, yeryüzünde ve havalarda gidiş-gelişi temin eden otomobilleri, trenleri, uçakları da kapsamaktadır. Çünki bunların asıl maddelerini yaratan, bunlara o hareket ve sür’ati veren, onları muhafaza eden de yine Âlemlerin Yaratıcısı’dır. Bunları meydana getirmeğe çalışan, muvaffak olan insanları da yaratan, onlara o kabiliyeti veren de yine o Yüce Yaratıcı’dır. Eğer O’nun yaratması kabiliyet vermesi olmasa idi hiçbir şey ne meydana gelebilirdi ve ne de başka birşeyi meydana getirebilirdi.
43. Ve eğer dilersek onları boğarız, artık onlar için ne bir imdada koşan vardır ve ne de onlar kurtarılabilirler.
43. İşte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Ve eğer dilesek onları boğarız) Onları içinde bulundukları nakil vasıtaları muhafaza etmiş olamaz. (artık onlar için) O boğulmaları takdir edilen yolcular için (ne bir imdada koşan vardır) onların imdadına koşup onlara yardım edecek bir kimse bulunabilir (ve ne de onlar kurtarılabilir) onları içine düştükleri suların içinden dışarıya çıkarıp kurtaracak bir kimse de bulunamaz. Nitekim vakit vakit öyle fecî hâdiseler vuk’u buluyor. Gemiler batıyor,uçaklar düşüyor, ecelleri tamam olmuş olanlar ölüp gidiyorlar, imdatlarına koşacak bir kimse bulunmuyor. Böyle bir felâketin meydana gelmesinde insanları Cenab-ı Hak’tan başkası kurtaramaz.
44. Ancak bizden bir rahmet olarak ve bir zamana kadar yararlandırmak için dilersek onları kurtarırız.
44. İşte o Kerim Yaratıcı buyuruyor ki: (Ancak) Dilersek (bizden bir rahmet olarak) onları o felâketten muhafaza ederiz (ve bir zamana kadar) ecelleri nihayet buluncaya değin onları yaşatıp (yararlandırmak için) o felâketten kurtarırız. Evet.. Birçok kere gemiler denizlerde parçalanırlar, sular içinde kalırlar ve yine birçok kere uçaklar vesâir nakil vasıtaları düşer, bir yere çarpar. Bununla beraber içinde olanlar kısmen veya tamamen ölmeyip hayatta kalırlar. Bütün bunlar birer ilâhi takdir eseridir. Herhalde Allah’ın korumasına sığınılmalıdır, bu gibi hâdiselerden ibret alarak Hak Teâlâ’nın varlığına, kudretine güzelce itikat edilmelidir.
45. Onlara belki merhamet olunursunuz, önlerinizde olandan ve arkanızda olandan sakınınız, denildiği zaman onlar yüz çevirirler
45. Maalesef öyle insanlar da vardır ki, Cenab-ı Hak’kın yaratıcılığını, kudretini güzelce düşünmezler, ona tam bir samimiyetle inanmazlar. (Onlara belki merhamet olunursunuz) Cenab-ı Allah’ın korumasına, lütf ve yardımına erişmiş bulunursunuz (önlerinizde ve arkalarınızda olandan sakınınız) dünya ve ahiret azabın düşününüz de onu gerektirecek şeylerde bulunmayınız, sizden evvelki kavimlerin başlarına gelmiş olan belâlara ve gelecekte ortaya çıkması düşünülen felâketlere düşmeğe sebebiyet vermeyiniz (denildiği zaman..) onlar yüz çevirirler, arkalarını dönerler, böyle iyiliksever bir tenbihi güzelce karşılayarak ona riâyette bulunmazlar.
46. Ve onlara Rablerinin ayetlerinden bir âyet gelmez ki, illâ ondan yüz çevirmişlerdir.
46. Evet.. Onlar nasihat kabul etmez, kendi âkibetlerini düşünmezler. (Ve onlara Rab’lerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki) O müşriklere, inkârcılara Allah’ın birliğini bildiren bir delil, bir ilâhi emir gelip tebliğ edildi mi, onu kabul etmezler, onlar (illâ O’ndan yüz çevirmişlerdir.) onları öyle delilleri inkâr eder, hakkı kabulden yüz çevirir dururlar. Onlar, Kur’an-ı Kerim’in yüce beyanlarını kabul edip de İslâm şerefine nâil olmak istemezler. Onlar aslî yaratılışlarını öyle zâyetmiş kimselerdir.
47. Ve onlara “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfediniz” denildiği vakit kâfir olanlar, imân edenlere dediler ki: Biz mi doyuracağız, o kimseyi ki, eğer Allah dilese idi onu doyururdu. Siz başka değil, ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.
47. Bu mübârek âyetler de o inkârcıların fakirlere şefkat göstermekten, insaniyete hizmetten mahrum olduklarını bildiriyor, onların ne kadar cahilce, cimrice iddialarına ve bir alay yoluyla kıyametin kopma vaktini sual eder olduklarını hikaye buyuruyor. Ve onların nihayet nasıl korkunç bir ses ile Allah’ın kahrına uğrayarak her türlü muameleden mahrum kalacaklarını ihtar buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Ve onlara) O Cenab-ı Hak’kın ayetlerini inkâr eden müşriklere (Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden infak ediniz) Allah’ın bir lütfu olarak nâil olduğunuz mallarınızdan bir şükür vazifesi olarak fakirlere, zayıflara yardımda bulununuz (denildiği vakit) o (kâfir olanlar) Mekke-i Mükerreme’de bulunup âlemlerin Yaratıcısını inkâr eden zındıklar (imân edenlere) alay etme maksadiyle (dediler ki: Biz mi doyuracağız) tavsiyeniz doğrultusunda yedirip içireceğiz (o kimseye ki,) sizin iddianıza göre (eğer Allah dilese idi onu doyururdu.) onu yiyeceğe, nimete kavuştururdu, bize muhtaç kılmazdı.
(Sizbaşka değil, ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz) Ey bize infak ile emr edenler!. Bu emriniz doğru değildir. Siz bir lüzumsuz teklifte bulunuyorsunuz, Allah’ın rızık vermediğine biz nasıl verebiliriz?. Bu inkârcılar, kendi cimriliklerini göstermemek için böyle bir ifadede bulunmuş oluyorlardı. Nitekim her asırdaki cimriler, böyle söylemektedirler.
Bunların maksatları pek yanlıştır. Evet.. Kerem Sahibi Yaratıcı bazı kullarını fakirlik ve ihtiyaç içinde bırakır. Bu bir ilâhi imtihandır, bilmediğimiz bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Bu ilâhi takdire kimse itiraz edemez. Fakat o gibi muhtaç kimselere hali, vakti yerinde olanların yardım etmelerini de emr etmiştir. Bu da bir hikmet gereğidir. Bu emre uyanlar, Cenab-ı Hak’ka olan itaatlerini göstermiş, sevaba, mükâfata aday olmuş olurlar. Bu vesile ile de insanlar arasında dayanışma, şefkat ve merhamet duyguları meydana gelmiş ve sosyal bir fazilet tecelli etmiş bulunur.
48. Ve derler ki: O tehdit ne zaman? Eğer siz sadıklar oldunuz iseniz.
48. (Ve) O inkârcılar, alay etme yoluyla sual ederek (derler ki, o tehdit) o kıyamet saati (ne zaman?.) dir, onu bize haber veriniz. (eğer gerçekten doğru söylüyorsanız) Eğer öyle bir mükâfat ve ceza zamanı var ise o ne vakit meydana gelecektir?. Haydi ona dair bize malûmat veriniz bakalım?.
49. Onlar, birbirleri ile çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak olan korkunç bir sesten başkasını gözetmezler.
49. Allah Teâlâ da o alaycıları red etmek ve onların bu alçak durumlarını ilân etmek için buyuruyor ki: (Onlar, birbirleriyle çekişip dururlarken) Onlar dünyevî muamelelerinde, geçimliklerine ait işlerde birbiriyle çekişmede, düşmanlıkta bulunurlarken (kendilerini yakalayacak korkunç bir sesten başkasını görmezler) onlar nefhai ula ile yani İsrafilAleyhisselâm’ın Sûr’a ilk üfürmesiyle hemen hayattan mahrum kalırlar, kırk sene sonra da ikinci sûr vuku bularak hepsi de yeniden hayat bulup mahşere sevkedilirler, lâyık oldukları cezalara kavuşurlar.
50. Artık ne bir vasiyet yapmaya güç yetirebilirler ve ne de ailelerine. dönebilirler.
50. (Artık) Öyle bir ilk sûra üfürüldü mü, bütün insanlar, hayatlarından mahrum kalırlar (ne bir vasiyet yapmaya) malları ve canları hakkında bir vasiyette, bir tavsiyede bulunmaya kâdir olabilirler (ve ne de âilelerine dönebilirler) eğer evleri, yurtları dışında bulunmuşlar ise hemen orada ölmüş olurlar, aileleriyle dünyada bir daha görüşmeğe muvaffak alamazlar. Artık bu korkunç âkibeti bir düşünmeli değil midirler?.
51. Ve Sûr’a üfürülmüş olacakdır. Artık onlar o zaman kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşarak giderler.
51. Bu mübârek âyetler, kıyametin ne şekide vuku bulacağını ve insanların kabirlerinden kaldırılarak mahşere ne şekilde sevkedileceklerini bildiriyor. Artık ilâhi va’din gerçekliğini ve Peygamberlerin sözlerinde sadık olduklarını inkârcıların itiraf edeceklerini ve bütün insanların asla bir zulme uğramaksızın lâyık oldukları âkibetlere kavuşacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Büyük kıyamet vuk’u bulunca (Sûr’a üfürülmüş) olacak (dır) yani: İkinci sûra üfürülmüş olacaktır.
Bu hâdisenin vukuu, muhakkak olduğu için mazi sigasiyle “Nüfiha = üfürülmüştür” diye beyan buyuruluyor. (Artık) öyle ikinci defa sûra üfrülünce (onlar) o bütün ölmüş gitmiş olan kimseler (o zaman kabirlerinden) defnedildikleri yerlerdeki bedenlerinin parçaları bir araya getirilip yeni bir hayat bularak (kalkıp Rablerine doğru) Kerem Sahibi Yaratıcının tâyin buyurmuş olduğu mevkie, ilâhi mahkemeye (koşarak giderler) öyle bir muhasebe, ve muhakememevkiine ister istemez sevkedilmiş olurlar.
§ Ecdâs; Cedesin çoğulu olup kabirler mânâsınadır. “Yensilûn” da mecbur tutularak sür’atle, kuvvetle koşarlar demektir.
52. Demiş olurlar ki, eyvah bize! Bizi kim uyuduğumuz yerden kaldırdı? İşte bu Rahman’ın vaadettiğidir ve gönderilmiş olanlar, doğru söylemişler.
52. Azaba uğrayacak şahıslar (Demiş olurlar ki) yani: Kıyamet günü muhakkak ki, diyeceklerdir. (eyvah bize!.) Ey helâk neredesin, gel imdadımıza yetiş!. (Bizi kim uyuduğumuz yerden kaldırdı?.) Orada böyle bir azaba mâruz bulunmuyorduk. (işte bu) Bizim böyle kabirlerimizden kaldırılmamız (rahmanın vâd ettiğidir) ki, gerçekleşmiş oldu (ve gönderilmiş olanlar) Allah’ın Peygamberleri (doğru söylemiş)ler.
Bu kıyamete dâir bizlere verdikleri bilgiler, doğru imiş. Eyvah ki, biz onları tasdik etmemiştik de şimdi böyle bir felâkete uğramış bulunmaktayız. Rivâyete göre ilk sûra üfürülme ile ikinci defa üfürülme arasındaki kırk sene içinde kabir azabı kaldırılacak, ölüler uykuya dalmış gibi bir hâlde bulunacaklardır. Artık yeniden hayata erip cehennem azabına mâruz kalacaklarını anlayınca öyle feryat ve figanda bulunacaklardır.
Bazı zatların beyanına göre de her ne kadar kâfirler ve isyankârlar, kabirlerinde azap göreceklerse de bu azap, cehennem azabına nazaran pek hafif görüleceği cihetle kabirdeki vaziyet, bir uyku vaziyeti gibi sayılarak bundan ayrılıp da, öyle müthiş bir azaba tutulacaklar: Eyvah bize!. Diye feryat ve figana başlayacaklardır.
53. Olan müthiş bir sesten ibarettir, hemen onlar o anda huzurumuzda hazır bulunurlar.
53. O beyan olunan “nefhai saniye”, İsrâfil Aleyhisselâm’ın ikinci defa Sûr’a üfürmesi ki onunla bütün insanlar yeniden hayata ereceklerdir. (olan müthiş bir sesten ibaret)tir.Nasıl ki, korkunç bir ses ile hepsi birden öleceklerdir, ikinci bir ses ile de hepsi birden hayata kavuşacaklardır, (hemen onlar o anda) öyle yeniden hayata erince (huzurumuzda hazır bulunurlar.) yani: Muhasebeye tâbi tutulmak üzere hepsi de Cenab-ı Hak’kın tâyin buyurduğu mevkide hazır bulunacaklardır, hiçbiri geri kalamıyacaktır.
54. Artık bugün hiçbir şahıs birşey ile zulüme uğratılmaz ve sizler de, yapmış olduğunuz şeylerden başkasıyla cezalandırılmazsınız.
54. (Artık bu gün) Bu kıyamet günü (hiçbir şahıs) gerek sâlih ve gerek günahkâr olsun (zulme uğratılmaz) hiçbir şahıs hakkında hak etmediği bir ceza verilmez. (ve sizler de) Ey mükellef insanlar!. (yapmış olduğunuz şeylerden başkasiyle cezalandırılmazsınız) Kendi amelleriniz güzel ise güzel cezaya, mükâfata nâil olursunuz. Bilakis amelleriniz çirkin ise ona göre cezaya, azaba uğrarsınız. Herkes dünyadaki amellerinin karşılığına kavuşmuş olur, ilâhi adâlet daima tecelli edip durmaktadır.
55. Şüphe yok ki, o gün cennetlikler bir eğlence içinde safâ sürerler.
55. Bu mübârek âyetler de cennet ehli olan müminlerin orada ne kadar rahat edeceklerini ve çeşitli nimetlere kavuşacaklarını bildiriyor ve onların özellikle Allah’ın selâmına erişmekle en yüce bir ilâhi iltifata mazhar olacaklarını müjdelemektedir.
Şöyle ki: Kıyamet günü kâfirler öyle hasret ve pişmanlık içinde kalarak cehenneme atılacaklardır. Fakat (Şüphe yok ki, o gün) o kıyamet ânında (cennet ashabı) olan müminler ise (bir eğlence içinde) bir zevk ve sevinç ile meşgul olarak (zevkiyâb olanlardır) o müminler, çeşitli, ve lezzetli nimetlere kavuşup duracaklardır. Artık o kâfirler de müminlerin bu pek mutlu hâllerini görerek bundan dolayı da ayrıca hasretler pişmanlıklar içinde çırpınıp kalacaklardır.
§ Şugul; Bir kimseyi ehemmiyetinden dolayı başka birşey ile uğraşmaktan geri bırakan hal ve durum demektir ki, onunla ya büyük bir sevinç veya mühim bir hüzn ve keder meydana gelir.
§ Fahikûn; Varlık içinde ve olan lezzet olan kimseler demektir. meyvelere de kendileriyle lezzet alındığı için “fevâkıh” denilmiştir. Tekili Fâkihe’dir.
56. Onlar ve eşleri gölgeler içinde tahtlar üzerine dayanıp durmuşlardır.
56. (Onlar) O cennete erişen müminler (ve) kendileriyle beraber îman şerefine ulaşmış bulunan (eşleri) o cennette son derece istirahatı temin eden (gölgeler içinde) yani: Kendilerini rahatsız edecek ışıklara, sıcaklıklara maruz kalmaksızın (tahtlar üzerine dayanıp durmuşlardır) evet.. O cennet ehli, öyle fevkalade rahati, huzuru, zevk ve neş’eyi temin eden bir vazifeye kavuşmuş olacaklardır.
§ Erâik; Bir mahalde bulunan süslü taht ve koltuk manâsına olan “Erike”nin çoğuludur.
§ Mütteki; İttikâ eden, yani: Bir kere dayanıp itimat eyleyen kimse demektir.
57. Onlar için orada taze yemişler vardır ve onlar için ne isterlerse vardır.
57. (Onlar için) O cennet ehline mahsus (orada) o cennette (taze yemişler vardır) hiç nihayet bulmaz bir surette o leziz, hoş meyveler devameder onların yiyilmesi; büyük bir zevke vesile olur. Gerçekten de cennet ehli için acımak, yemeğe ihtiyaç hissetmek düşünülmüş değildir. Onların öyle meyyeler ile rızıklanmaları sırf lezzet almak içindir, zevk almak içindir. (ve onlar için ne isterlerse vardır) Onlar her temenni ettikleri şeye kavuşurlar, maddî ve mânevi zevkler içinde yaşar dururlar.
58. Merhametli olan Rabbin söylediği bir selâmda vardır.
58. Özellikle o mes’ut cennet ehli için (Rabim olan) Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan kulları hakkında lütf ve ihsanı sonsuz bulunan (Rab’den) o Kâinatın terbiyecisi olan Yüce Yaratıcı tarafından (söz olarak bir selâm..) da vardır ki, bu cennetlerdeki bütün nimetlerin, lütufların üstünde ilâhi bir ihsandır. Bu ilâhî selâm, ya melekler vasıtasiyle olur veya fazladan bir ikram olmak için bizzat Cenab-ı Hak tarafından vuk’u bulur.
“Allah Teâlâ Hazretleri cennette kullarına ilâhi cemalini kendi şânına lâyık bir şekilde göstermek lütfunda bulunacaktır ve onlara hitaben selâm vererek onların değerıni, mânevi zevkini kat kat arttırmış olacaktır. Hz. Câbir Radiallâhü Anh’dan birçok zâtların rivâyet ettikleri bir hadis-i Nebevi’de beyan buyurulduğu üzere cennet ehli, nimetler içinde bulunurken kendilerine karşı bir nur parlamaya başlayacak, başlarını yukarıya kaldırınca yukarılarından Allah’ın cemalini görmeğe muvaffak olacaklar, Yüce Allah onlara “Esselâm-ü Aleyküm ya ehlel cennet Selam üzerinize olsun ey cennet ehli” diye hitap buyuracak ve onlara lütfuyla bakacak, onlar da Hak Teâlâ’ya bakıp durdukça başka hiçbir nimete iltifatta bulunmayacaklar, sonra o tecelli onlardan ayrılınca onun nuru, bereketi onların ikametgâhlarında bâki kalacaktır. Ne büyük bir muvaffakiyet!. Sirac-ül Münîr, Tefsir-i Alûs’î.”
§ Selâm; Her çirkin şeyden emin olmaktır, her istenen şeye kavuşmaktır. Allah’ın Selâmı ise bütün ruhani ve cismani nimetlerin üstünde yüce bir lütuftur. Cenab-ı Hak cümlemize nasip buyursun. Amin..
59. Ve ey günahkârlar! Bugün siz ayrılıp yalnız kalınız.
59. Bu mübârek âyetler de sâlih müminlerin kavuşacakları nimetlerin hilâfına olarakgünahkârların yalnız başlarına kalarak hem âteş, hem de yalnızlık azabına tutulacaklarını bildiriyor. Yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet edip şeytana tapmamaları emr edildiği halde aksine hareket ettikleri için cehennem ateşi içinde kalacaklarını haber veriyor. Kıyamet gününde o günahkârların ağızları mühürlenerek yaptıklarını ellerinin söyleyeceğini ve onlara ayaklarının şahitlik edeceğini ihtar ediyor.
Ve eğer Cenab-ı Hak dilemiş olsaydı o günahkârları dünyada da görmekten, kuvvetten mahrum ederek kendilerini pek müşkül bir durumda bırakmış olacağını ve onları çokça da yaşatacak olsa idi yine doğru yolu takip edemeyip acz ve miskinlik içinde kalmış olacaklarını beyan ile kendilerini akıllıca düşünmeye dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: Kıyamet günü Allah tarafından kâfirler cehenneme sevkedilir (ve) kendilerine hitaben denilir ki: (ey günahkârlar!.) Ey dünyada iken imândan mahrum kalanlar!. (Bugün siz ayrılıp yalnız kalınız) Artık sizin müminler ile beraber bulunmaya asla selâhiyetiniz kalmamıştır, siz dağılınız, cehennemdeki yerlerinize gidiniz.
60. Ey Âdem oğulları!, size tavsiye etmedim mi ki, şeytana ibadet etmeyiniz. Şüphe yok ki, o sizin için apaçık bir düşmandır.
60. Ve Allah tarafından şöyle bir hitap da yönelecektir. (Ey Adem oğulları!. Size) Dünyada bulunduğunuz zaman (tavsiye etmedik mi ki,) Peygamberler ve samavi kitaplar vasıtasiyle bildirmiş olmadık mı ki, (şeytana ibadet etmeyiniz) onun vesveselerine uymayınız, ona itaatte bulunmayınız, siz kendinize Allah tarafından gösterilen selâmet ve saadet yolunu takibedin, ondan ayrılmayınız (Şüphe yok ki, o) şeytan (sizin için apaçık bir düşmandır.) Soy kökünüz olan Hz. Adem hakkındaki düşmanlığını bilmiyor musunuz?. Onun ne kadar aldatıcı, kötülük isteyen bir mel’un olduğunu anlamış değil mi idiniz?. Hiç aklıbaşında olan kimse, öyle hakka muhalif, ahlâka aykırı olan şeytani sözlere, propagandalara kıymet verir mi?. Onların tesirleri altında kalmak ister mi. Bu şekilde olan bir hitap, kınama ve susturmak içindir.
61. Ve bana ibadet ediniz. İşte doğru yol budur.
61. (Ve) Ey insan oğulları. Size emr etmedik mi ki: (bana ibadet ediniz) Benim emirlerime itaatte bulunun ve yasakladığım şeylerden kaçının (işte doğru yol budur) işte sizi selâmete, hidayete erdirecek yol, yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet etmenizdir, onun emirlerine ve yasaklarına riayette bulunmanızdır. Artık nasıl olur da şeytana uyarsınız?. Onun aldatmalarına kıymet verirsiniz?.
62. Andolsun ki, sizden birçok toplulukları sapıklığa düşürdü. Siz akıl erdiriyor olmadınız mı?
62. Evet.. (Andolsun ki,) Muhakkak bir gerçektir ki, ey insan oğulları!. O şeytan (sizden birçok toplulukları sapıklığa düşürdü) doğru yoldan çıkardı. Küfre, isyana uğrattı. Yeryüzünde nice kavimler, Allah’ın birliğine inanmıyorlar, bir takım mahlûkata yaratıcılık, mâbutluk isnadına cür’et ediyorlar, akl ve mantığa muhalif iddialarda bulunuyorlar. Bütün bunlar birer şeytani vesvesenin neticesidir. Artık Ey gafiller!. (siz akıllıca düşünür olmadınız mı?.) O şeytanın size olan düşmanlığını anlamadınız mı?. Nedir sizdeki bu gaflet!.
§ Cibil; Büyük cemaat demektir.
63. Bu sizin o vâd olunmuş olduğunuz cehennemdir.
63. Artık o şeytana uyup kâfirce bir hâlde ölüp gidenlere ahirette bir ihanet, bir hakaret için denilecektir ki: (Bu) İçine atıldığınız ateşli mahal (o) dünyada iken Peygamberler vasıtasiyle (vâd olunmuş olduğunuzcehennemdir) şimdi anladınız mı?. Vaktiyle bunu inkâr ediyordunuz. Artık lâyık olduğunuz bu ebedî azaba kavuşmuş oldunuz. Bu kendi kötü hareketlerinizin bir neticesidir.
64. O inkâr eder olduğunuzdan dolayı bugün ona giriveriniz.
64. Ve o kâfirleri kınamak için şöyle de denilecektir: (O) Dünyada iken (inkâr eder olduğunuzdan dolayı) yapılan tenbihlere, ihtarlara rağmen bu ahiret âlemi, bu cehennem azabını inkâr edip şeytana tâbi olduğunuz için şimdi (bugün ona) o cehennemin ateşi içine (giriveriniz) onun pek acıklı, yakıcı azabını tadınız, o ebedî azaba yaslanarak yanıp yakılınız.
§ Isla; Ateşte kızdırmak, âteşe yakmak, sıcaklığı arttırıp şiddetlendirmek manasınadır.
65. Bugün onların ağızları üzerine mühür basarız ve bize elleri söyler ve neler kazanır olduklarına dâir ayakları şahitlikte bulunur.
65. Hak Teâlâ Hazretleri o kâfirlerin başlarına gelecek olan pek şiddetli azabı şöylece haber veriyor: (Bugün) Bu kıyamet gününde (onların) o kâfirlerin (ağızları üzerine mühr basarım) onları söz söyleyebilmekten âciz bırakırız (ve bize elleri söyler) onlar dünyadaki küfrlerini inkâra cür’et gösterirler, fakat buna rağmen onların elleri onların dünyada iken neler yapmış olduklarını söyler, haber verir (ve neler yaptıklarına dair ayakları şahitlikte bulunur) ayakları dile gelerek onların neler yapmış olduklarına şahitlik ederek aleyhlerinde konuşmakla onların inkârlarını çürütmüş olur. Evet.. Yüce Yaratıcı, herşeye kâdirdir.
Bu dünyada bile insanların sözleri bir alet vasıtasiyle zapt ediliyor, parmakların, ayakların izleriyle onların yaptıkları şeyler anlaşılarak mahkemelere gösteriliyor. Bunları böyle yaratan Cenab-ı Hak, yarın ahirette de onların bütün uzuv ve organlarını konuşturabilir, onların dünyadaki amellerini osuretle meydana çıkararak onları susturabilir. Allah’ın kudreti yanında bunlar pek kolay şeylerdir. Şüphesiz inanıyoruz…
66. Ve eğer dilese idik gözlerini büsbütün mahvederdik de yola koşar dururlardı. Artık nereden görebilecekler?
66. İşte Cenab-ı Hak, kudretinin mükemmelliğini ve mahlûkatıi üzerindeki tasarruflarının pek geniş olduğunu bildirmek için buyuruyor ki, (ve eğer dilese idik) o kâfirlerin daha dünyada iken (gözlerini büsbütün mahvederdik de) onlar o boş gözleri ile de hiç bir şey göremez olurlardı, şaşkın bir halde (yola koşar dururlardı) evvelce gidip geldikleri bir yolu yine tâkibetmek isterlerdi.
(Artık nereden görebileceklerdi?.) Elbette göremeyecekler, zarar ve ziyana uğramış bir halde kalacaklardı. Halbuki, Allah Teâlâ onları bu dünyada öyle bir körlüğe uğratmadı. Onlar kudret eserlerini görüyor, yollarını takibedebiliyorlardı. Binaenaleyh bunun şükrünü ifa etmeli, bu kuvveti kendilerine veren Kerem Sahibi Yaratıcıya kullukta bulunup durmalı değil mi idiler?.
§ Tams; Ber eseri gidererek mahvetmek demektir.
67. Ve eğer dilese idik onları en kuvvetli bulundukları yerde mahvederdik. Artık ne geçip gitmeğe ve ne de geri dönmeğe güç yetiremezlerdi.
67. Evet.. O Yüce Yaratıcı, kulları hakkındaki lütf ve ihsanına işaret ve o gibi inkârcıları tehdit için buyuruyor ki: (Ve eğer dilese idik onları) O inkârcıları (en kuvvetli bulundukları yerde) en genç ve dinç bulundukları bir çağlarında (mahvederdik) kendilerini âciz, miskin felç olmuş bir hale getirirdik (artık ne geçip gitmeğe ve ne de geri dönmeğe güçleri yetmezdi) hiçbir tarafa kımıldanmaya güçleri yetmezdi. Hattâ Cenab-ı Hak dilese idi onları maymunlara, domuzlara çevirir veya onlarıtaşlar gibi bir hale getirirdi. O Yüce Yaratıcının sonsuz kudreti hepsine fazlasıyle kâfidir.
§ Mesh; Bir sureti başka bir çirkin surete dönüştürmek manâsınadır.
68. Ve her kimi de çokca yaşatıyor isek onu yaratılışda baş aşağı ediyoruz. Daha akıllıca düşünemiyorlar mı?
68. Hikmet Sahibi Yaratıcı, bir takım kâfirlerin: “Eğer biz dünyada daha çok yaşamış olsa idik aklımızı başımıza toplar, Cenab-ı Hak’kı bilip tasdik ederdik” gibi bir şekilde ahirette ileri sürecekleri mazaretlerine mahal bulunmadığına işâret için de buyuruyor ki: (Ve her kimi de) Bu dünyada (çokça yaşatıyor isek) ihtiyarlık çağına girmiş oluyor ve duygularına, kuvvetlerine zayıflık geliyor, artık geçici olan dünya hayatının gereği olmak üzere (onu baş aşağı ediyoruz) eski kuvvetinden, bilgisinden, kabiliyetinden eser kalmamaya başlamış oluyor. Binaenaleyh o inkârcılar da dünyada öyle kendi iddiaları gibi daha ziyade yaşamış olsalar idi, daha mı iyi düşünebilecek bir halde bulunacaklardı?.
Ne için onları daha ziyâde kuvvete, faaliyete, hayat kabiliyetine sahip bulundukları sırada hâllerini düzeltmeye çalışmamış bulunuyorlar?. Onlar (daha akıllıca düşünemiyorlar mı?) nedir o kadar gaflet!. O kadar yanlış düşünce!. Onlar, kâfi miktar yaşadıklarını ve kendilerini irşada çalışan zâtların kendilerine gönderilmiş olduğunu bir kere dikkate almalı değil midirler?.
§ Neks; Baş aşağı etmek, birşeyi kuvvetini gidererek zayıflığa düşürmek demek
69. Ve biz ona şiiri öğretmedik ve onun için lâyık da olmaz. O, başka değil bir ögüttür ve apaçık bir Kur’an’dır.
69. Bu mübârek âyetler, şairliğin peygamberliğin şânına lâyık olmadığını Kur’an-ı Kerim’in ise ilâhi bir öğüt olup ne gibi hikmetlerden dolayı indirilmiş bulunduğunu bildiriyor. Kerem Sahibi Yaratıcının yaratmışolduğu birçok hayvanlardan vesâireden yararlandıkları halde nankörlükte bulunan ve bir takım âciz, yardıma muhtaç şeyleri o Yüce Yaratıcı’ya ortak tanıyan ve onlardan yardım bekleyen müşriklerin o pek cahilce hâllerini kınıyor ve teşhir buyuruyor.
O gibi inkârcıların bütün açıkladıkları ve gizledikleri şeyleri o Yüce zâtın bilmekte olduğunu ve onların lakırdılarından Resûl-i Ekrem’in üzülmemesini beyan ile o Yüce Peygamberi teselli etmiş bulunmaktadır. Şöyle ki: (Ve biz O’na) Muhammed Aleyhisselâm’a (şiiri öğretmedik) O’nun beyanları, O’nun tebliğ ettiği Kur’an âyetleri asla şiir kabilinden değildir. (ve onun için) O Yüce Peygamber hakkında şiir ile uğraşmak ve şairce sözler (lâyık olmaz) O’nun peygamberlik vazifesi, O’nun değerinin yüceliği böyle bir uğraşıya mânidir.
Bilindiği gibi şiir,
vezinli, kâfiyeli ve çoğu kere zanna, hayâle dayanan zorluktan uzak olmayan bir beyan şeklidir. Şâirlerin birçoklarıyla kendilerini veya başkalarını gerçeğe aykırı olarak meth eden ve övenler veyahut başkalarını haksız yere veya aşırı bir şekilde kötülemeye ve hicve cür’et gösterirler.
Gerçekten de pek kıymetli, hakikata tercüman olan şâirler de vardır, fakat bunlar bir müddet ilm ile, edebiyat ile meşgul olmuş kimselerdir, yazdıkları manzumelerde bir düşünce ve çalışma eseridir, birer gayretin neticesidir. Resûl-i Ekrem’in mübârek hayatı ise bilinmektedir.
Kırk yaşına kadar asla ilm ile, edebiyat ile uğraşmamıştır ve kendisinden ahlâksız, gerçeğe aykırı birşey çıkmamıştır. Kavmi arasında “Muhammed-ül emin güvenilir” ünvanına sahip bulunuyordu. Bilâhara ilâhi vahye mazhar oldu, hiç çalışmadığı’ halde bir nice dinî hakikatları öğrendi, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini Cibril-i Emin vasıtasiyle vakit vakit alarak hemen ashab-ı kiram’ına tebliğ etti. Kur’an-ı Kerim’in bütün ayetleri ise sırf hakikattir, birer söz mucizesidir, asla şiir kabilinden sayılamaz.
Gerçekte bir kısa âyeti celil veya bir hâdis-i şerif manzum gibi görülebilir,
mesela:
Peygamber Efendimizin “Enen nebiyyû Lâkezib” “Ene İbnû Abdilmuttalip” hadis-i şerif’i manzum görülmektedir. Fakat bu, bir şiir söylemek kasdıyla ilgili olmaksızın ani bir doğuş kabilinden bulunduğu için asla şiir sayılamaz, bu ittifakla vâki olan beyanat kabilindendir.
Bununla beraber bu gibi Peygamberi beyanatları, pek nadirdir. (O) Kur’an-ı Kerim ise (başka değil bir mevizedir) insanlığı irşâda, aydınlatmaya hidayet yoluna sevke vesile olan pek şerefli bir ilâhi öğüttür, (ve apaçık bir Kur’an’dır.) bir semavi kitaptır, bir nice hikmetleri toplayıcıdır, hak ile bâtılın arasını ayırıp tayin etmektedir, daima okunmasıyla sevap kazanılmaktadır.
Artık öyle yüce, mucize bir ilâhi kitap, nasıl şiir sayılabilir?. Nitekim Resûl-i Ekrem’e karşı muhalif cephe alanlar, savaşları bile göze aldıkları halde o Kur’an-ı Kerim’in bir sûresine bile nazire yazmaktan, O’nun aleyhine bir delil, bir kanıt getirmekten âciz kalmışlardır. Şuara sûresinin 224’üncü âyetinin izahına da bakınız.
“Dünyada bütün sühna veranın”
“Yazdıkları en bedî’ eserler”
“Kur’an-ı meâli iktiranın”
“Bir sûresine nazire olmaz”
70. Hayat sahibi olan kimseyi korkutması ve kâfirler üzerine de azabın gerçekleşmesi için O Kur’an’ı indirdik.
70. Evet.. Kur’an-ı Kerim, asla şiir kabilinden değildir, O bir ilâhi kitaptır, bir ilâhi öğüttür. İşte Allah Teâlâ, bu hakikatı beyan için buyuruyor ki: (Hayat sahibi olan kimseyi korkutması) için Yani: Kalben hayatta olan akıllı, düşünen kimseyi ilâhi azab ile korkutup hidayet yoluna sevk için o Kur’an-ı Kerim’i inzâl ettik (ve kâfirler üzerine de) manen ölü sayılan dinsizler hakkında da (azabıngerçekleşmesi) vacip ve sabit olması (için) O Kur’an-ı Kerim’i indirdik. O’nun nüzulü, bu gibi hikmetlere dayanmaktadır. O öyle hayallere, şahsi düşüncelere dayanan bir şiirler mecmuası değildir. Buna inancımız tamdır..
71. Görmediler mi ki, muhakkak biz onlar için kudret ellerimizin yaptıklarından dörder ayaklı hayvanlar yarattık artık onlar bunlara sahiptirler.
71. O putlara tapınan, Kur’an’ın ilâhi bir lütuf olduğunu takdir edemeyen müşrikler, inkârcılar (Görmediler mi ki?.) görmüş gibi bilmediler mi ki, (Muhakkak biz onlar için) kudret (ellerimizin yaptıklarından) yani: Kimsenin bir yardımı olmaksızın sırf kendi kudretimizle varlık alanına getirdiklerimizden (dörder ayaklı hayvanlar yarattık) develeri, sığırları, koyunları vücude getirdik. Artık (onları) o insanlar (bunlara) bu çeşitli cinsteki hayvanlara (sahiptirler) bunları disipline etmeye kâdirdirler, bunlardan istedikleri gibi istifâde edip duruyorlar.
72. Ve onlara bunları musahhar itaatkâr kıldık. Artık bunlardan onların binecekleri Hayvanlar vardır ve bunlardan yiyiverirler.
72. (Ve onlara) O insanlara (bunları) bu çeşit çeşit hayvanları, (müsehhar) boyun eğici, itaatkar (kıldık) onlardan diledikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlar (artık bunlardan) bu hayvanlardan (onların) o insanların (binecekleri) hayvanlar (vardır) atlar gibi, develer gibi hayvanlara binerler, onlara yüklerini yüklerler, onlar ile istedikleri yerlere çıkar giderler. (ve) O insanlar (bunlardan) bu hayvanların deve, sığır, koyun gibi bir kısmının etlerinden, yağlarından (yiyiverirler) bu suretle de istifade ederler, geçimlerini temine muvaffak olurlar.
73. Ve onlar için bunlar da menfaatler ve içilecekler vardı. Hâlâ şükretmiyecekler mi?
73. (Ve) Maamafih (onlar için) o insanlaramahsus olmak üzere (bunlarda) bu çeşitli hayvanlar da başkaca da (menfaatler) vardır. Onların tüylerinden, yünlerinden, derilerinden ve yavrularından da istifade ederler. (Ve) Bunlar da, insanlar için (içilecekler) de (vardır) onların bir kısmının sütlerinden de içip yararlanırlar. Bütün bunlar, insanların hakkında birer büyük ilâhi ihsandır. (HâIâ) Bir kısım insanlar (şükretmiyecekler mi?.) bunları kendilerine ihsan buyuran Kerem Sahibi Yaratıcının birliğini, yaratıcılığını tasdik ederek kendisine ibadette, ve şükürde bulunmayacaklar mıdır?. Nedir onlardaki, o gaflet, o cehalet!
74. Onlar, belki yardım olunurlar diye Allah’tan başkasını mabut edindiler.
74. O bir kısım insanların cehaletine, pek divânece düşüncelerine bakınız ki: (Onlar, belki yardım olunurlar diye Allah’tan başkasını mabût edindiler) Bir takım putlara tapmakta bulundular, o putlardan bir şefaat, bir faide beklemektedirler. Hiç öyle mahlûk ve kendilerini bile bilip korumaktan âciz şeyler, Mâbut olabilirler mi?. Onlardan bir faide beklenilebilir mi?.
75. Onlara yardım etmeğe güçleri yetmez. Onlar ise bunlar için hazırlanmış yardımcı erlerdir.
75. Şüphe yok ki, o taptıkları şeylerin (Onlara) o tapanlara (yardım etmeğe güçleri yetmez) o putlar, haddizatında âciz, zelil şeylerden başka birşey değildir. (Onlar ise) O putperest kimseler ise (bunlar için) bu putları, bu bâtıl ilahları için (hazırlanmış yardımcı erlerdir) o müşrikler, bu taptıkları putları müdafaaya çalışırlar, onların aleyhinde bulunanlara düşman kesilirler, öyle fâidesiz, kendilerini koruyamaz şeylerden bir faide beklerler. Bu ne kadar ahmaklık!.
76. İmdi onların lâkırdıları seni üzmesin. Şüphe yok ki, biz, onların neleri gizlediklerinive neleri açığa vurduklarını biliyoruz.
76. (İmdi) Ey Peygamberlerin Sonuncusu teselli bul (onların) o müşriklerin öyle ahmak kimselerin (lâkırdıları seni üzmesin) onların sana şair, şihirbaz demelerinden, senin peygamberliğini inkâr etmelerinden dolayı müteessir olma. Onların artık ne kadar akılsız, cahil kendi fâidelerini, zararlarını takdirden âciz kimseler oldukları meydanda. Öyle ehemmiyetsiz kimselerin ne kıymetleri vardır ki, onların dedikodularından dolayı senin için endişeye mahal bulunsun!.
(Şüphe yok ki, biz) Ben Yüce Yaratıcı (onların neler gizlediklerini) nasıl yalanladıklarını, düşmanlık beslediklerini (ve neler açığa vurduklarını) lisanlariyle neler söylediklerini, ne gibi bâtıl isnatlarda, lâkırdılarda bulunduklarını (biliyoruz) onların hiçbir hal ve hareketi Allah katında meçhul değildir. Onlar elbette ki, lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Onlar Yüce Yaratıcının mahlûkatı üzerindeki kudretini tasarruflarını bir kere düşünmeli değil midirler?. Kâfirler ve münafıklar hakkında ne büyük bir ilâhi tehdit!.
77. İnsan görmedi mi ki, muhakkak biz onu bir nutfeden yarattık, sonra o, bir apaçık düşman kesilmiştir.
77. Bu mübârek âyetler de Allah Teâlâ’nın yüce kudretine işaret eden insanlığın yaratılmasını dikkat nazarlarına sunuyor. Ölülerin tekrar hayata kavuşturulacağını inkâr eden cahillerin iddialarını açık bir şekilde reddediyor ve hatalarını teşhir buyuruyor. Ölüleri tekrar hayata kavuşturmanın imkânına ait, ibret verici, yaratılış harikasını örnek olarak gösteriyor.
Bütün kâinat levhalarını yoktan yaratmış olan hikmet sahibi Yaratıcının dilediği şeyleri hemen yaratıp vücude getireceğini bir misal ile izahta bulunuyor. Bütün varlıklara tamamen sahip, hepsi üzerinde hakkıyla hükmeden ve tasarrufta bulunan ve bütün insanları ahirette manevihuzuruna toplayacak olan Yüce Yaratıcının kutsiyyetini, ve bütün noksanlardan uzak bulunduğunu beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki: O kıyamet hayatını inkâr eden (İnsan görmedi mi ki,) hiç göz ile görülmüşcesine bilmedi mi ki (muhakkak biz) yani: Ben Yüce Yaratıcı, kudret ve takdirimle (onu) o insanı ve onun benzerlerini (bir nutfeden yarattık) öyle bir damla su mesabesinde olan ehemmiyetsiz bir sıvıdan meydana getirdik.
(Sonra o) İnkarcı, o kadar Allah’ın kudretine şahitlik eden yaratma olayını bilip dururken (bir apaçık mücadeleci) kesilmiş (dir.) Cenab-ı Hak’ka karşı âdeta düşmanca bir vaziyet almış, O’nun yüce kudretini inkâr etmekte bulunmuştur. Bu ne kadar cahilce bir cür’et!.
78. Ve kendi yaradılışını unuttu da bize bir misâl getirmeye kalkıştı, dedi ki: Kemikleri kim diriltebilir ki, onlar çürümüşlerdir.
78. (Ve) O inkârcı (kendi yaradılışını unuttu da,) kendisinin de öyle bir damla sudan vücude getirilmiş olduğunu düşünmez oldu da (bize bir misâl getirmeye kalkıştı) kendi iddiasınca ölüleri tekrar hayata erdirmenin mümkün olmayacağına dair bir acaip örnek göstermeğe cür’et etti. (Dedi ki: Kemikleri kim diriltebilir ki, onlar çürümüşlerdir) Onlar toprak kesilmiş, her tarafa savrulmuştur.
Artık onlar yeniden nasıl hayata erdirebilir?. İşte kendisinin başlangıçta nasıl yaratılmış olduğunu düşünmeyen, âlemin Yaratıcısının sonsuz olan kudretini takdir edemeyen bir cahil, böyle yanlış bir kanaatte bulunur. Rivayete göre “As bini Vail” elinde bir çürümuş kemik olduğu halde Peygamberin huzuruna gelerek o kemiği ufatmış, “Bu kemiği mi Allah Teâlâ böyle ufalandıktan sonra diriltecektir?.” diye söylenmiş..
Resûl-i Ekrem de: Evet.. Allah Teâlâ bunu diriltecektir, sonra seni öldürecek, sona seni diriltecek, daha sonra da seni cehennem ateşine girdirecektir. Diye buyurmuş, bunun üzerine bu âyetler, busurenin nihayetine kadar nâzil olmuştur. Diğer bir rivayete göre de Peygamberin huzuruna gelip bu inkârda bulunan “Übey-ibni Helef”dir ki, bu inkârcıyı, Resûl-i Ekrem Hazretleri Uhud gazvesinde bir darbe ile öldürmüştür.
79. Deki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecektir. Ve o, bütün yaratılmışları tamamiyle bilendir.
79. Artık sen de ey Yüce Peygamber!. O gibi inkârcılara (De ki: Onları) o kemikleri (ilk defa yaratmış olan) Yüce Yaratıcı (onları tekrar diriltecektir) onları yeniden hayat sahasına çıkaracaktır. (Ve) şüphe yok ki, (o) âlemin Yaratıcısı (bütün yaradılmışları tamamiyle bilendir) o kemiklerin de nasıl parçalanmış, nasıl darmadağın olarak etrafa savrulmuş ve nerelerde kalmış olduklarını tamamen bilir.
Onları takdir edilen vakit gelince yüce kudretiyle tekrar toplar, tekrar hayata nâil eder. Özellikle bir damla sudan vücude gelmiş olan bir insan, yine kendisinin bir zerre miktarı olan aslî bir parçasının bâki kılınması ve iadesiyle tekrar teşekkül ederek varlık alanına çıkarılmış olur. Allah’ın kudreti karşısında böyle bir yaradılış asla inkâr edilemez.
80. O Yüce Yaratıcı ki: Sizin için yemyeşil ağaçtan bir âteş vücuda getirmiştir de şimdi siz ondan yakıveriyorsunuz.
80. Ey inkârcı insanlar!. Bir kere de şunu düşününüz (O) Yüce Yaratıcı, (ki, sizin için) insanlar istifade etsinler diye (yemyeşil ağaçdan bir âteş vücude getirmiştir,) Evet.. Birçok ağaçlar rutubetlidir, kendilerinden suların çıkıp damlayacağı bir mahiyettedir. Buna rağmen kendilerinden bir ateş meydana gelir (de şimdi siz onda yakıveriyorsunuz) o kuru bir mahiyetteki ağacı yakıp ondan istifade edersiniz, öyle rutubetli birşey, büsbütün ateşli bir durum almış olur. Bütün bunlar, Cenab-ı Hak’kın kudretiyle meydanagelmiş pek garip birer yaratılış eserleridir. Artık insanların kemiklerinin de Allah’ın kudretiyle tekrar büyüyüp gelişerek teşekkül etmesi, nasıl imkânsız görülebilir?.
81. Gökleri ve yeri yaratmış olan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. Ve o hakkıyla bilen yaratandır.
81. Bir kere düşünmeli!. (Gökleri ve yeri yaratmış) Bu büyük âlemleri yoktan meydana getirmiş (olan) bir kudret sahibi Yaratıcı (onların mislini) o gökleri ve yeri mahvetikten sonra onların birer benzerini (yaratmaya kâdir değil midir?.) bu nasıl inkâr edilebilir?. (elbette kâdirdir) Onların benzerlerini vücude getirebilir. O halde o muazzam âlemleri yeniden yaratmaya kâdir olan Yüce Yaratıcı, insanları öldürdükten sonra tekrar iade edemez mi?. Bu nasıl inkâr edilebilir?. (Ve O) ezeli Yaratıcı elbette ki, herşeyi hakkıyla (bilen) ve herşeyi yoktan (yaratan) bir Yüce Yaratıcı (dır) artık insanları da tekrar hayata kavuşturacağı asla imkânsız görülemez.
82. O’nun emri, birşeyi istediği zaman ancak O’na “ol” demesidir ki, o da hemen oluverir.
82. Evet.. (O’nun) O kâinatın Yaratıcısının (emri) ilahlık şânı ve rablık vasfı şöyledir ki, O (birşeyi murat ettiği zaman) çeşitli mahiyetteki şeylerden herhangi birini yaratmak dilediği vakit (O’na ancak ol demesidir ki,) yani: Vücude gelmesini dilemesidir ki, (o da hemen oluverir) o da derhal varlık sahasına gelir. “Böyle bir kün = ol!” emrinden maksat, bir misâlden, yani: Allah’ın kudretinin yöneldiği şeyde hemen tesirini göstererek o şeyin derhal vücuda gelmesinden ibarettir. Binaenaleyh Yüce Yaratıcı ölmüş insanların da tekrar hayat bulmalarını istediği vakit, hepsi de hemen yeniden teşekkül eder, hayata ererek varlık alanına atılmış olurlar.
83. Hakikaten noksanlardan münezzeh tesbihve takdise lâyıkdir. O Yüce Yaratıcı ki, herşeyin tam mülkü O’nun kudret elindedir ve siz de ancak O’na O’nun mânevî huzuruna döndürüleceksinizdir.
83. (Hakikaten noksanlardan münezzeh) Tesbih etmeye ve kutsamaya lâyık (dır O) Kerem Sahibi Yaratıcı (ki, herşeyin tam mülkü, O’nun kudret elindedir.) bütün varlıklara sahip, hepsinin üzerinde hükmü açık ve gizli cereyan eden, ancak O Yüce Yaratıcı’dır. O’nun ilâhi hükmü, bütün mahlûkat üzerinde cereyan etmektedir. (ve siz de) Ey insanlar!. (ancak O’na) O Yaratıcınızın mânevi huzuruna, O’nun tâyin edeceği muhasebe ve muhakeme alanına (döndürüleceksinizdir.) bu dünya hayatı nihayet bulacak, bütün insanlar lâyık oldukları âkibetlere kavuşacaklardır. Artık daha dünyada iken o istikbali düşünmelidir, Yüce mâbudun mânevi huzuruna gidip ilâhi tecellilerine kavuşmaya vesile olacak güzel amellerde bulunmaya çalışmalıdır. Kur’an-ı Kerim’in bu yüce irşadını, tenbihlerini güzelce düşünerek doğru bir inanca sarılmalıdır, ilâhi lütf o erişmeyi istirham ederek ilâhi korumaya sığınmalıdır. Başarı, Allah’tandır.
§ Melekût;
Tam bir mülk manâsınadır. Birşey hakkında tam bir tasarrufa, bir hâkimiyete sahip olan zât, onun melekûtuna, yani tam mülkiyetine sahip demektir. Yasin sure-i celîlesi, pek mukaddes bir Kur’an sûresidir, okunması pek çok sevaba vesiledir. Tefsir-i Kebir’de vesâirede işâret olunduğu üzere mübârek Yasin sûresini ölmek üzere bulunan bir müminin yanında okumakta birçok fayda vardır.
Öyle bir zamanda o müminin bedeni kuvveti zayıf bulunur, lisanı söz söylemekten âciz bir halde kalır, artık günahlardan ayrılarak kalben Cenab-ı Hak’ka yönelmiş olur. Binaenaleyh böyle bir sırada onun başı yanında bu mübârek sure okununca onun kalbi kuvveti artar, güzel itikadı kuvvetlenir, mânen şifa bulmuş olur.
Maamafih böyle mukaddes âyetlerin okunması bereketiyle o müminin inşaallah ölümü kolaylaşır, kabrinde de istirahate erer. Bir hadis-i şerif şu meâldedir: “Bir kimse Yasin suresi ni Allah’ın rızasını taleb ederek okursa -küçük günah kabilinden olan- geçmiş günahı kendisi için bağışlanır. Artık onu ölülerinizin yanında okuyunuz.” Bu sahih bir hadistir. Fakat şu meal de iki hadiste rivâyet olunuyor.
“Şüphe yok ki, herşey için bir kalp vardır, Kur’an’ın kalbi ise Yasin’dir, kim Yasin’i okursa onun okunması sebebiyle kendisi için Kur’an’ı on defa okuma -sevabı- yazılır.” “Kim Yasin’i bir defa okursa Kur’an’ı sanki iki defa okumuş olur. Bu iki hâdisin rivâyeti ise zayıftır. Bunlar sahih rivâyetler kabilinden değildir. Şüphe yok ki: Bir mükâfata erişmek, tercih edilen zahmet miktarıncadır.
Bir mübârek sureyi okumakla bütün Kur’an’ı okumak elbetteki, aynı olamaz. Bir de birşey diğer birşeye bir açıdan benzetilmekle, bu iki şeyin her yönden eşit olmasını gerektirmez. Belki bunlar arasında bir açıdan bir eşitlik bulunduğuna işaret edilmiş olur.
Bu husus Elcami-üs Sağîr’de ve onun şerh-i Feyz-ül Kadîr’de gösterilmiştir. Kısacası: Biz, kerim, rahim yaratıcımızın daima iltifatını istirham eder, O’nun Yüce rahmetinden ümidimizi asla kesmeyiz. Velhamdülillâh-i Rabbil’âlemin vessalâtü vesselâmü ala seyyidina muhammedin ve âlâ âlihi ve eshabi-hi acmaîn.
Yasin Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, Cin sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Seksen üç âyeti kerimeden meydana gelmektedir. ” Yasin” tabiriyle başladığı için kendisine bu isim verilmiştir. Mamafih kendisine: “Kalp”, “Dafia”, “Kaziye” “Muammime” ismi de verilmiştir. Çünkü i’tikada vesâireye ait birçok esasları içine aldığı ve okuyanların kalplerini aydıntattığı için kendisine “Kur’anın kalbi” denilmiştir.
Birçok yanlış inançları bertaraf ve İslâmiyet’i müdafaa ettiği için de “Dafia” adını almıştır. Ve birçok gâfilleri ikaz ederek haklarındaki ilâhi hükmü bildirdiği için de “Kaziye” ismiyle hatırlanmıştır. Kendisini tam bir samimiyetle okuyanların bütün dünyevî ve uhrevî nimetlere kavuşmalarına vesile olacağı ve okunarak sevabının bütün müslüman ölülerine hediye edileceği cihette de kendisine “Muammime” adı verilmiştir. Bu sûrei mubârekenin başlıca içeriği şöyle özetlenebilir:
(1): Son Peygamber Hz. Muhammed’in risâletini tasdik ve teyit etmek, onun peygamberlik vazifelerini belirlemek, ona muhalefette bulunanları da sakındırmak ve tehdit etmek.
(2): Eski kavimlerin inkârcı hâllerinden dolayı başlarına gelen felâketleri beyân ile sonraki cemiyetleri uyanmaya dâvet etmek ve Resûli Ekrem’e teselli vermek.
(3): Yüce Yaratıcının bir kısım kudret eserlerine dikkat nazarlarını çekerek akıllı kimseleri tefekküre sevketmek ve o Kerem Sahibi Mâbud’u nasıl birleyeceklerini ve tesbihte bulunacaklarını bildirmek.
(4): Ahiret hayatını inkâr edenlerin bilâhare nasıl pişmanlıklara tutulacaklarını hatırlatmak, müminlere de ne kadar güzel uhrevî mükâfatlara nâil bulunacaklarını müjdelemek.
(5): İnsanların mükeltef oldukları dinî vazifelere işaret, görünen ve görünmeyen âlemlerdeki eşsiz yaratılışlara dikkatleri çekmekle bütün insanlığı Cenab-ı Hak’kın kudret ve yüceliğini tasdike davet etmek ve bütün insanların ahirette hesaba çekilmek için Allah Teâlâ’nın manevî huzuruna götürüleceklerini beyan etmek.
1. Yâsîn.
1. Bu mübârek âyetler, Son Peygamber’in cehalet içinde kalmış bir kavmi ikâz ve irşâd için Allah tarafından indirilmiş olan hikmetli Kur’an ile gönderilmiş Yüce bir Peygamber olduğunu bildiriyor. O Yüce Peygamber’in hidayet yolu üzere bulunduğuna azabı hak etmiş olan birçok kimselerin ise imândan mahrum kaldıklarını beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki:
( Yasin ) bu tabir, hurufi mukattadandır. Benzerlerine dair izahat verilmiştir. Bunun “elâ” ve “yâ” harfleri gibi tenbih edatı olduğu beyân olunuyor. Mamafih deniliyor ki: Bu tâbir İbni Abbas Hazretlerinden rivâyet olunduğuna göre Tayy lisanınca “Ey insan!.” Demektir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre de bu tâbir, Peygamber Efendimize hitaptır, “Ey Muhammed!.” “Ey insanlığın efendisi” Aleyhisselâm makamındadır.
Velhâsıl:
Böyle bazı sûrelerin evvelinde zikredilen harflerin, tâbirlerin asıl manâsını, Allah’ın ilmine havale ederiz. Bunlar birer hikmetten uzak değildir. Bu hikmetler insanlık tamamen bilemez. Fakat bunların asıl manâlarını bilmediği halde bunları bir müminin kutsayarak ve yücelterek okuması, bunlar ile lisanını tezyin etmesi, kendisini inanç yönünden sağlamlığını gösterir, ruhunun yücelmesine vesile olur, Allah’ın emrine olantam itaat ve bağlılığına işaret ve şehadet eder.
2. Kur’an’ı Hakim’e yemin ederim.
2. Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (Kur’an-ı Hakim’e yemin ederim) Yani: Hikmeti içeren ve nazım yönünden pek sağlam olan ve nice eşsiz, ince ve nasihat verici mânâları kapsayan ve semavi kitapların sonuncusu ve mükemmeli bulunan Kur’an’a O apaçık kitaba yemin ederim ki, sen yüce bir Peygambersin.
3. Şüphe yok ki, sen, elbette Peygamber gönderilmiş olanlardansın.
3. Evet.. Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (şüphe yok ki, sen elbette) Bütün insanlığa Allah tarafından Peygamber (gönderilmiş olanlardansın) Evet.. Sen de insanlığı Allah’ın dininden haberdar etmekle, onları hidayet yoluna dâvet buyurmakla emrolunmuş bir Peygambersin, sen de Peygamberler gibi mâsum, melekler gibi nurani kuvvetlere sahip, ilm ve hikmetle vasıflanmış bulunmaktasın.
4. Doğru yol üzere bulunmaktasın.
4. Ve ey Yüce Peygamber!. Sen (Dosdoğru bir yol üzere) bulunmakta (sin) Evet.. Sen pek açık, hidayete kavuşturucu bir yolu tâkibetmekte ve o inkârcıları o doğru yola dâvet buyurmaktasın, ki: O da Allah’ı birleme yoludur, dinî hükmleri kapsayan İslâmiyet yoludur.
5. O Kur’an üstün ve çok merhametli olan Allah Teâlâ tarafından indirilmiştir.
5. Evet.. Ey Yüce Peygamber!. O apaçık Kur’an (Aziz) bütün celâl sıfatlariyle vasıflanmış ve (rahim) bütün ikram ve ihsan sıfatlarına toplamış (olan Allah) Teâlâ (tarafından indirilmiştir.) senin vasıtanla bütün insanlığa öyle bir hidayet rehber verilmiştir.
6. Tâki, bir kavmi korkutasın ki, onların ataları korkutulmamıştır. Artık onlar gâfil kimselerdir.
6. Evet.. Ey Peygamberlerin Sonuncusu!. O hikmetli Kur’an Allah tarafından sana ihsan buyurulmuştur. (Tâki bir kavmi) O apaçık kitabın hükmlerini tebliğ ederek (korkutasın ki, onların ataları korkutulmamıştır) o atalar fetret zamanında yaşamışlar, dinî tebliğlerden mahrum kalmışlar, kendilerine Peygamberler gönderilmemiş, dine muhalif hareketlerinin korkunç neticeleri kendilerine ihtar edilmemiş idi. O atalar, Hz. İsa ile Resûl-i Ekrem arasındaki asırlarda yaşamış olan cahil kimseler bulunuyorlar idi. (Onlar gafil kimselerdir) Gerek Peygamber zamanındaki kavimler ve gerek onların ataları gaflet içinde kalmış, hakiki istikbâllerini düşünmekten mahrum bulunmuş şahıslardır.
7. Andolsun ki, onların birçokları üzerine o söz o azap emri hak olmuştur. Artık onlar imân etmezler.
7. (Andolsun ki,) Muhakkaktır ki, (onların birçokları üzerine o söz) o azab emri, onların cehenneme atılacaklarına dair olan ilâhi hüküm, Allah’ın takdiri (hak olmuştur.) vacip ve sabit bulunmuştur. (Artık onlar imân etmezler) Güzelce tefekkür ederek imân nimetine kavuşmazlar. Çünki onlar, temiz yaratılışlarını zayi etmiş, Allah’ın birliğine aykırı inançlarda bulunmuş, akıllıca düşünmeyip kendi iradelerini kötüye kullanmış kimselerdir. Cenab-ı Hak da onların böyle istikbâldeki hallerini kendi ezeli ilmiyle bildiği için haklarındaki ilâhi takdiri ona göre tecelli buyurmuştur.
Artık onları Yüce Peygamber Allah’ın azabı ile korkutsa da, korkutmasa da onlar uyanıp imân nimetine kavuşmazlar. “Allah Teâlâ, beyan buyurduğu bir kısım hakikatları kuvvetlendirmek için yemin buyurmaktadır. Bu yemin, bir kısım hikmetlere ve menfaatlara dayanmaktadır ve konuşmanın gereğidir. Kısacası beyân buyurulan hakikatları gösteren, isbat eden deliller zikrediliyor. Buna karşı inkârcılar ise yineinkârlarında devam ediyorlar. Artık kendilerine kanaat vermek için “yemin” tarafı da tercih edilmiş oluyor.
Çünki o inkârcılar, o bildirilen delillere karşı “bunlar haddizatında doğru değilse de biz bunlar redde, müdafaaya kâdir bulunmuyoruz.” diyebilirlerdi. Artık o deliller yemin ile de kuvvetlendirilmiş oluyor. Zira o inkârcılar da yalan yere yemin edilmesinin pek fena neticeler vereceğine kani idiler. Yalan yere yemin edenler, elbette bir felâkete tutulurlar demekte idiler. Nitekim bir hadisi şerifte de (
) buyurulmuştur. Evet.. “Yalan yere yapılan çirkin yemin âlemin harap olmasını icâbeder”. Halbuki, Resûl-i Ekrem onların putları, kanaatleri aleyhinde beyanatta bulunuyor, bu beyanatını yeminler ile kuvvetlendirmeye çalışıyordu, bundan dolayı bir zarara uğramıyordu, bilâkis şeref ve şânı günden güne yükselip duruyordu. Binaenaleyh Resûl-i Ekrem’in Kur’an lisanıyla yeminlerde bulunduğu hâlde bundan asla bir zarar görmemesi de onun pek doğru sözlü bir zât olduğuna ayrıca kuvvetli bir delil teşkil etmektedir. İşte bu gibi hikmetlerden dolayıdır ki, Kur’an-ı Kerim’de böyle yeminler tercih edilmiştir.
8. Şüphe yok ki, biz onların boyunlarına kelepçeler geçirmişizdir tâki onların çenelerine kadar dayanmıştır. Artık onlar başlarını yukarı kaldırılmış, gözleri aşağıya çevrilmiş kimselerdir, birşey görüp anlayamazlar.
8. Bu mübârek âyetler, temiz yaratılışlarını zâyi ederek imândan mahrum kalmış kimselerin pek ibret verici vaziyetlerini tasvir ediyor. Onların nasihatlardan yararlanacak bir durumda bulunmadıklarını bildiriyor. Yüce Peygamber’in irşâd ve ikazından kimlerin faydalanıp kimlerin faydalanamayacaklarınıhaber veriyor ve bütün hâlleri, eserleri yazılan ve Allah tarafından bilinen insanları öldüklerinden sonra Cenab-ı Hak’kın tekrar hayata kavuşturacağını beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki:
Cenab-ı Hak, imândan mahrum kalmış olan kimselerin zelilce vaziyetlerini misâl yoluyla şöylece tasvir buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz onların) O küfrü tercih eden kimselerin (boyunlarına kelepçeler geçirmişizdir) onların boyunları demir bağlar, kelepçelerle bağlanılmış bulunmaktadır. (Tâki) O kelepçeler (onların çenelerine kadar dayanmıştır.) boyunlarını doğru bir tarafa döndürebilecek bir vaziyette değildirler.
(Artık onlar başları yukarı kaldırılmış, gözleri aşağıya çevrilmiş kimselerdir) Gözleri etrafa bakacak bir kabiliyette bulunmamaktadır, onlar birşeyi güzelce görüp anlayamaz bir hâldedirler. “Bu âyeti kerime, Ebu Cehl gibi kâfirlerin hakkında nâzil olmuştur. Buyurulmuş oluyor ki, o kâfirler, kendi yaratılışlarını zâyetmiş, iradelerini kötüye kullanmış oldukları için onların boyunlarına öyle mânevi demir kelepçeler vurulmuştur. Onları hidayet yolunu görüp takibedemezler.
§ A’nak; Boyun manâsına olan “Unk”un çoğuludur.
§ Ağlâl; Esirlerin, suçluların ellerini boyunlarına başlayan demir bağ ve kelepçe manâsına gelen “Gul” kelimesinin çoğuludur.
§ Ezkân; İki çenenin biriktiği yer manâsına olan “Zekan” lâfzının çoğuludur.
§ İkmâh; da başı yukarıya kaldırmak, gözü bakmaktan men etmek demektir. Başlarını yukarıya kaldırıp gözlerini yere dikip duranlara da “mukmehûn” denilir.
9. Ve biz onların önlerinde bir sed ve arkalarında bir sed meydana getirdik, öylece onları sarıverdik. Artık onlar göremezler.
9. (Ve biz onların) O kabiliyetlerini zâyetmiş olan inkârcıların (önlerinde bir sed vearkalarında bir sed vücude getirdik) yani: Onların kalp gözlerini kör ettik, onları dosdoğru yolu görmek kabiliyetinden mahrum bıraktık, onlar ne şu andaki durumlarını ve ne de geleceklerini nazarı itibara alabilecek bir durumda değildirler. (Öylece onları sarıverdik.) Onları her taraftan kuşattık, onları cehâlet ve sapıklık içinde bıraktık (Artık onlar göremezler) onlar Cenab-ı Hak’kın birliğine, kudret ve yüceliğine şahadet edip duran âyetleri, delilleri görüp anlayamazlar. Hidayet yolunu görüp takibedemezler.
Onlar öyle mânen kör kimselerdir. Rivâyet olunuyor ki: Bu iki âyeti celîle, Beni Mahzûm kâfirleri hakkında nâzil olmuştur. Bunlar mânen kör oldukları gibi maddeten de kör âciz bir halde kalmışlardır. Ebu Cehl yemin etmiş ki: Muhammed -Aleyhisselâm-ı namaz kılarken görünce başına taş atacağım, sonra Hz. Peygamber namaz kılarken, Ebu Cehl eline bir taş alarak gelmiş, elini kaldırıp taşı atmak isteyince eli boynuna sarılmış, taş da eline yapışmış, o taşı elinden zorlukla çekip koparabilmiş, kavmine dönerek bu keyfiyeti haber vermiş, beni Mahzûm’dan başka bir kişinin de onu ben bu taş ile öldüreyim diye gitmiş, hemen gözleri kör kesilmiş. İşte Allah’ın Peygamberine suikastte bulunanların bu bir dünyevî cezaları, onların uhrevî cezaları ise elbette ki, her türlü düşüncemiz üstünde şiddetlidir.
10. Ve onları korkutmuş olsan da, korkutmasan da onlar için birdir, imân etmezler.
10. Evet.. O kâfirler, mânen kör kimselerdir, onları hidayet yolunu görüp takibedemezler. (Ve) Ey peygamberlerin sonuncusu!. Sen (onları) o kâfirleri, öyle kötü iradelerinden, amellerinden dolayı hidayetten mahrum kalan kimseleri (korkutmuş olsan da) onları uyandırmak için dünyevî ve uhrevî azapları onlara ihtar etsen de, onları (korkutmasan daonlar için birdir.) Onlar uyanıp hakkı kabul ve takdir edecek bir kabiliyette bulunmuyorlar. Onlar (İman etmezler) onları öyle küfrlerinde ısrar ederek öyle inkârcı bir halde ölür giderler, lâyık oldukları cezalara kavuşurlar.
11. Sen ancak zikire uyan ve rahmandan henüz görmeksizin korkan kimseyi korkutursun. Artık onu bir mağfiret ile ve pek şerefli bir mükâfat ile müjdele.
11. Ey Yüce Peygamber!. (Sen ancak zikre tâbi) Kur’an-ı Kerim’i kabul ederek onun hükümlerine razı olup boyun eğenleri (ve rahmandan) rahmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak’kın azabından (henüz görmeksizin) ölüp o ahiret azabını müşahede etmeden önce (korkan kimseyi) müminleri (korkutursun) öyle bir kimse senin nasihatlarından, ihtarlarından yararlanır, gayrı Allah’ın yolları tâkibetmez. (Artık onu) öyle imân sahibi (bir yarlıganma ile) mağfiretine kavuşmakla (ve pek şerefli bir mükâfat ile) cennet ile, Allah’ın cemalini müşahede gibi en yüce bir uhrevî bir lütuf ile (tebşir et) kendisini müjdele. O, gelecekte öyle bir mutluluğa nâil olacaktır.
12. Şüphe yok ki, biz ölüleri diriltiriz ve onların yaptıkları her işi ve eserlerini yazarız. Ve zâten herşeyi pek apaçık bildirilen bir levh-i mahfuzda yazmışızdır.
12. Evet.. Allah Teâlâ herşeye kâdirdir. Kâfirlere azap edeceği gibi, müminleri de öyle ebedî, muazzam nimetlere eriştirecektir. İşte buna şöylece işaret buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz) Ben Yüce Yaratıcı (ölüleri diriltiriz.) her ölen kimseyi bir gün yeniden hayata kavuştururuz.
Dünyada da tevbe eden, af dileyen kulları yeniden mânevi bir hayata nâil buyururuz. (Ve onları önden göndermiş olduklarını) Daha dünyada iken yapmış oldukları sâlih ve sâlih olmayan amellerini (ve eserlerini) hayra ve şerre ait yazmış oldukları şeyleri faideli ve zararlı müesseseleri (yazarız) onlar tamamen tesbit edilmiş bulunur, hiçbiribilinmez ve karşılıksız kalmaz. (ve zaten berşeyi) Dünyaya ve ahirete ait her olayı (pek açık bildiren bir levh-i mahfuzda yazmışızdır.) bütün o hâdiseler, olaylar, Cenab-ı Hak’kın ezeli ilmince bilindiği için daha meydana gelmelerinden evvel öyle levh-i mahfuz denilen bir yüce kitapta hikmet gereği yazılmış, tesbit edilmiş bulunmaktadır. Artık herkes kendi amellerine göre mükâfat veya cezaya kavuşturulacaktır. Dünya tarihi de bunu kısmen olsun göstemektedir.
§ İhsa; kelimesi lügatte saymak manasınadır. Mecazen beyân etmek ve korumak manâsında kullanılmaktadır.
13. Ve onlara O inkârcılara o şehir ahalisini bir misâl olarak zikred, o vakit ki onlara o gönderilmiş olan elçiler gelmişti.
13. Bu mübârek âyetler, inkârcıları uyandırmak için kendilerine başka bir kavmin ibret verici olan yaşam tarihini anlatıyor. Kendilerini Allah’ın dinine dâvet için gönderilmiş olan elçileri o kavmin nasıl inkâr etmiş ve o elçilerin de kendilerini nasıl müdafaada bulunmuş olduklarını bildiriyor. O kavmin o hayrı tavsiye edici elçiler ile uğursuzlukta bulunarak onları tehdide cür’et göstermiş olduklarını, o elçilerin de o yakıştırmayı reddederek o kavmin ne mahiyette kimseler olduklarını kendilerine ihtar eylemiş bulunduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Son Peygamber!. (onlara) O senin peygamberliğini inkâr edenlere (o şehir ahalisini bir misâl) bir ibret vesilesi (olarak anlat) ahalinin tarihi hallerini hikâye buyur (O vakit ki, onlara) O şehir ahalisine (o gönderilmiş olan elçiler gelmişti) o ahaliyi dine dâvette bulunmuşlardı. O şehirden maksat, rivâyete göre “Antakya” şehridir. Onun ahalisi putperest bulunuyorlarmış.
§ Darbı mesel; Garip bir hali diğer garip bir hale benzetmekten ibarettir.. Bazan da böylebir benzetiş maksadiyle olmaksızın bir garip hali bir ibret verici tarihi olayı insanlara hikâye etmekten ibâret bulunur.
14. O vakit ki, onlara iki elçi yi göndermiştik. Hemen onları yalanlayıverdiler. Sonra bir üçüncü ile kuvvetlendirdik. Dediler ki: Muhakkak biz sizlere gönderilmiş elçileriz.
14. (O vakit ki, onlara) O şehir ahalisine (iki) elçi (yi) iki zâtı (göndermiştik) o ahaliyi gidip ilâhi dine dâvette bulundular. O ahali ise (hemen onları) o gönderilen iki zâtı (yalanlayıverdiler.) onların gösterdikleri âyetlere, mucizelere iltifatta bulunmadılar (Sonra) o gönderilen iki zâtı (bir üçüncü ile kuvvetlerdirdik) bu üçüncü zât da o ahaliyi aynı surette tevhid dinine dâvet etti, o diğer iki zâtı destekledi ve tasdik etti.
Artık bu üç zât, o şehir ahalisine (dediler ki: Muhakkak biz sizere gönderilmiş elçileriz) artık bize tâbi olun, putlara ibâdeti bırakın, tevhid dinini kabul eyleyiniz ki, selâmete, hidayete erişesiniz. “Bu gönderilen elçilerden maksat, önde gelen âlimlere göre Hz. İsa’ya birer yardımcı durumunda olmak üzere Allah tarafından kendilerine peygamberlik verilmiş, ve İsa Aleyhisselâm’ın şeriatiyle görevlendirilmiş üç Peygamberdir.
Cenab-ı Hak’kın: “İz erselnâ” o vakit ki biz gönderdik diye buyurması da bunu gösteriyor. Nitekim Musa Aleyhisselâm ile beraber Hârun Aleyhisselâm da Peygamber gönderilmişti. Fakat müfessirlerce meşhur olan görüşe göre bu elçiler, Hz. İsa tarafından gönderilmiş ve Havârilerden bulunmuş zâtlar idi. Bunların evvelki ikisi “Yuhanna” ile “Bulus” adında bulunuyordu. üçüncüsü de “Şemun” ismindeki zât idi. Bu zâtlar, Cenab-ı Hak’kın Peygamberi tarafından on yardımcı olmak üzere gönderilmiş oldukları için bu gönderilişi Hak Teâlâ yüce zatına izâfe ederek “biz gönderdik” diye buyuruyor.
15. O inkarcılar da dediler ki: Siz bizim gibi birinsandan başka birşey değilsiniz. Ve rahman hiçbir şey indirmedi. Siz başka değil, ancak yalan söyliyenlersiniz.
15. O mübârek zâtlar, o şehir ahalisini tevhid dinine dâvet edince o inkârcılar da (Dediler ki: Siz bizim gibi bir insandan başka birşey değilsiniz) bize karşı sizin özelliğiniz; bir üstünlüğünüz yoktur. (ve Rahman hiç bir şey indirmedi) Öyle iddia ettiğiniz gibi size bir vahy indirmedi ve Peygamberlik ihsan etmedi, sizi bize tercih buyurmadı. Binaenaleyh (siz başka değil, ancak yalan söyleyenlersiniz) öyle risâlet iddianız, hakikate aykırıdır. O ahalinin “Rahman birşey indirmedi” demelerinden bir işâret var ki, onlar ilahlığı itiraf ediyorlarmış, fakat putlara tapıyorlar, peygamberliği inkâr ediyorlarmış.
16. O elçiler de dediler ki: Rabbimiz bilir ki, muhakkak bizler sizin için elbette gönderilmiş elçileriz.
16. O elçiler de o ahalinin inkârını reddederek (Dediler ki: Rabbimiz bilir ki, muhakkak bizler sizin için elbette) Allah tarafından âyetlerle (gönderilmiş elçileriz) biz birer din memuruyuz, size Allah’ın dinini tebliğ ediyoruz. Eğer biz hakikate aykırı bir iddiada bulunursak elbette ki, o Yüce Yaratıcı bizi kahreder, bizden şiddetle intikamını alır. Bu zâtlar, “Rabbimiz bilir ki,” demekle bir nevi yeminde bulunmuş, iddialarını yemin ile kuvvetlendirmeye çalışmışlardır.
17. Bizim üzerimize gereken ise apaçık bir tebliğden başka birşey değildir.
17. Ve o zâtlar, ahaliye hitaben dediler ki: (Bizim üzerimize) Allah tarafından gelen vazife ise (apaçık bir tebliğden başka birşey değildir) Evet.. Bizim vazifemiz, iddlarımızı kat’i deliller ile mucizeler ile kuvvetlendirerek sizi tevhid dinine davetten ibârettir. Kabul etmez iseniz vebali, mes’uliyeti size âittir.
18. O inkarcılar da dediler ki: Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. And olsun ki, eğer vazgeçmez iseniz elbette sizi taşlayacağızdır. Ve elbette ki, bizim tarafımızdan size pek acıklı bir azap dokunacaktır.
18. O zatların o kadar doğru ve iyilik sever ifâdelerine rağmen o inkârcılar da (Dediler ki:) ey bizi tevhid dinine dâvet eden zâtlar!. (Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz) Sizin bu dâvetiniz yüzünden bir fitneye düştük, aramızda ayrılık meydana geldi. Bir görüşe göre bir müddet yağmurdan mahrum kalmışlardı. (andolsun ki, eğer vaz geçmez iseniz) Bizi tevhid dinine dâvet eder durursanız, (elbette sizi taşlayacağız) sizi taşlayarak öldüreceğiz (ve elbette ki, bizim tarafımızdan size pek acıklı bir azap dokunacaktır.) sizi öldürmesek bile yine pek şiddetli bir cezaya mâruz bırakacağızdır, siz elimizden kurtulamayacaksınızdır.
19. Elçiler de dediler ki: Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Siz öğüt verildiğiniz halde de mi? Bunu uğursuzluk sayıyorsunuz? Hayır.. Siz aşırı giden bir kavimsiniz.
19. O mübârek elçiler de (Dediler ki: Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir) sizin başınıza gelen ve gelecek belâlar, felâketler, sizin için amellerinizin birer neticesidir, sizin şirk ve küfrünüzün birer cezasıdır. (Siz öğüt verildiğiniz halde de mi) uhrevî azaptan kurtulmanız için hafifletilerek hakkınızda hayırlı ihtar yapıldığından dolayı da mı öyle uğursuz sayıyorsunuz, bize karşı düşmanca bir vaziyet alıyorsunuz?.
Bizi tehdide cür’et gösteriyorsunuz?. Bu ne kadar cehâlet, ne kadar nankörlük!. (Hayır.. Siz aşırı giden bir kavimsiniz) Sizin âdetiniz, israftır, isyândır, haddi tecavüzdür. Ondan dolayıdır ki, kendilerine karşı şükür borçlu olmanız icabeden kimselere karşı düşmanlık gösteriyorsunuz. Onların selâmet ve saadetinize vesile olacak ihtarlarını birerfelâket sebebi sanarak onları uğursuz sayıyorsunuz.
Bu ne kadar aksiliktir?. “Alusî merhum tefsirinde diyor ki: Böyle uğursuz sayma, cahillerin adetidir. Onlar kendi şehvetlerine -nefsani arzularına- uygun olan şeyleri uğurlu sayarlar, isterse, o şeyler bütün kötülüklere yol açmış olsun. Kendi şehvetlerine uygun görmedikleri şeyleri de uğursuz sayarlar. İsterse, o şeyler her hayrı gerektirmiş olsun.
20. O şehrin en uzak bir tarafından bir er, koşar bir halde geldi, dedi ki: Ey kavmim! O gönderilmiş olanlara tâbi olun.
20. Bu mübârek âyetler de o kendisine elçiler gönderilmiş olan şehre bir zatın koşarak gelip o fedakâr elçilere tâbi olmalarını ahaliye tavsiye eylemiş olduğunu bildiriyor. Ve o zâtın o ahaliyi pek hikmetli bir tarzda uyandırmaya çalıştığını, o taptıkları putların kendilerine bir fâide veremiyeceğini ihtar buyurmuş olduğunu hikâye buyuruyor. Ve onun âlemlerin Rabbine îman edip cennete, Allah’ın affına, ilâhi ikrama kavuşmuş olduğunu beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki: (O şehrin) O ahalisine elçiler gönderilmiş olan beldenin (en uzak bir tarafından bir er) bir dindar zât, o elçilerin gelip o ahaliyi tevhid dinine dâvet ettiklerini ve o ahalinin de muhalif bir cephe aldıklarını haber alınca (koşarak bir hâlde geldi) o ahaliye nasihat vermeğe başladı da (dedi ki: Ey kavmim!. O) size (gönderilmiş olanlara) o muhterem elçilere (tâbi olun) onların tebliğleri doğrultusunda ibâdet ve itaatte bulunun, Allah’ın birliğini tasdik ederek putlara tapmaktan vaz geçiniz.
21. O zâta tâbî olunuz ki, sizden bir ücret istemiyor. Onlar doğru yola ermiş kimselerdir.
21. Ey Ahali!. (O zâta tâbi olunuz ki,) Sizi Allah’ın dinine dâvet eden, sizi selâmete kavuşturmak isteyen muhterem bir zâtı kendinize rehber ittihaz ediniz ki, o zat sizdenbir mükâfat beklemiyor. (sizden bir ücret istemiyor) Sırf Allah rızası için sizi irşâda çalışıyor. (onlar) öyle hak rızası için çalışan zâtlar (doğru yola ermiş kimselerdir) onlar insanları hakka kavuşturan dosdoğru yolu bilen zâtlardır, onlara tâbi olanlar, hidayete ererler.
22. Ve bana ne mâni var ki, beni yaratmış olana ibadette bulunmayayım? Ve halbuki, O’na döndürüleceksinizdir.
22. Ve o gelen zat, o putperest kavmi uyandırmak için pek yumuşak ve hikmetli bir tarzda hitab ederek dedi ki: (Ve bana ne) Mâni (var ki, beni yaratmış olana ibâdette bulunmayayım?.) yani: Bütün insanlar için gerekir ki, hepsi de Alemin Yaratıcısına ibadette bulunsunlar, O’ndan başkasını mâbut edinmesinler. Sağlam akıl da bunu gerektirir. Peygamberler de bunu ümmetlerine tebliğ etmekte bulunmuşlardır. Artık ne için bunun hilâfına hareket edilsin?. Ey putperest kavim!. Siz bu hakikati hiç düşünmez misiniz?. (ve halbuki, O’na) O ortak ve benzerden uzak olan Kâinatın Yaratıcısının mânevi huzuruna (döndürüleceksinizdir) dünyadaki amellerinizden dolayı muhakemeye tâbi tutulacaksınızdır, hiç bu âkibeti düşünmez misiniz?.
23. Ben hiç O’ndan başta tanrılar edinir miyim ki, eğer o Rahman benim için bir kötülük dilese onların şefaatleri benim için fayda verici olamaz ve onlar beni aslâ o kötülükten kurtaramazlar.
23. Bir kere düşününüz!. (Ben, hiç O’ndan) O kâinatı yaratmış olan yüce mâbuttan (başka Tanrılar edinebilir miyim?.) öyle yaratılmış, âciz, fâni şeylere tapar mıyım (ki, eğer o rahman) o Kerem Sahibi Yaratıcı (benim için bir kötülük irade buyursa) beni bir derde, bir musibete, bir azaba uğratacak olsa (onların o putların şefaatleri benim için bir fâide verici olamaz) yani: Onlar faraza şefaat edecekolsalar bile o şefaate asla iltifat olunmaz. Halbuki, onlar şefaat edecek bir kabiliyete bir selâhiyete asla sahip değildirler. (onlar) O bâtıl mâbutlar (beni asla) bana yönelecek bir fenâlıktan, bir ilâhi azaptan (kurtaramazlar) bana yardımları dokunamaz. Artık öyle âciz şeyler nasıl mâbut edinilebilir?. Ey kavmim!. Siz bunu hiç düşünmez misiniz?. Nedir o kadar gaflet!.
24. Muhakkak ki, ben o vakit apaçık bir sapıklıkta bulunmuş olurum.
24. Evet.. (Muhakkak ki, ben o vakit) öyle Allah Teâlâ’dan başka herhangi bir mahlhuka tapacak olsam (apaçık bir sapıklıkta bulunmuş olurum) çünki, hiçbir mahlûkun yaratıcılık ve mâbudluk vasfına sahip olmadığı aklen ve naklen sâbittir. Artık bunun hilâfına hareket eden kendisini bile ölmekten, mahvolmaktan, felâkete uğramaktan koruyamayacak olan herhangi bir mahlûka tapmak, onu Kâinatın Yaratıcısı’na ortak edinmek, şüphe yok ki, en büyük bir sapıklıktır, en hayret verici bir cehâlet eseridir.
25. Şüphe yok ki, ben sizin Rabbinize imân ettim. Artık bunu benden işitiniz.
25. Bu muhterem zât, o elçilere veya o konuşma esnasında bütün orada bulunanlara yönelerek dedi ki: (Şüpbe yok ki, ben sizin Rab’binize imân ettim) Ben de o âlemlerin Rabbinin birliğini, ortak ve benzerden münezzeh olduğunu tasdik edici bulunmaktayım. (Artık bunu benden işittiniz) benim bu imânıma sizler de şâhit olunuz. Ben Allah’ın birliğini tasdik eden bir müminim. Elhamdülillâh..
26. Denildi ki: Cennete giriver. Dedi ki: Keşke kavmim bilselerdi.
26. O zât, böyle Allah’ın birliğini tasdik edip kavminin şirk ve küfr içinde kalmış olduklarına işâret edince o kâfir kavim, hücum ederek o muhterem zâtı şehit etmişlerdi. Bunun üzerineo zâta Allah tarafından (Denildi ki, cennete giriver) yani: Onun cennete girmesi muhakkak bulundu. O böyle bir ilâhi lütfa erişmiş oldu. Ve bir görüşe göre o zât, şehit edileceği zaman onu Cenab-ı Hak, cennete kaldırdı, orada yaşayarak rızıklandırılmaktadır. Böyle fevkalâde bir nimete nâil olan o zât da (dedi ki: Keşke, kavmim bilselerdi) hakkımda tecelli eden ilâhi korumadan haberdar olsalardı.
27. Rabbimin beni mağfirete eriştirdiğini ve beni ikram edilmişlerden kıldığını.
27. (Rabbim’in beni mağfirete nâil buyurduğunu) Bir görüp anlasalardı (ve beni ikram edilmişlerden kıldığını) bilip düşünselerdi de, öyle küfr içinde yaşamasalar idi ve ilâhi dine mensup olanların ne kadar ilâhi korumaya ve ilâhi lütfa mazhar olduklarından haberdar bulunsalardı, kendilerinin ne kadar kötü bir kanaatte, helâk edici bir durumda bulunduklarını anlasa idiler!.
Bu muhterem zât, hayatta iken de şehit edildikten sonra da kavmi hakkında hayrı tavsiye etmiş, onların da bu hakikatten haberdar olarak tevhid dinine sarılmaların temennide bulunmuş demektir. İşte hakiki müminler, böyle umum halk hakkında hayrı tavsiye edici olurlar. Ne yazık ki, bunu birçok kimseler takdir edemezler. “Rivâyete göre bu zâttan maksat, “Habib-i Neccar” adında marangozluk yapan bir mümindir.
Bu zât, semavi kitapları okumuş, Allah’ın birliğini tasdik etmiş, hatta Peygamber Efendimizin vasıflarını o kitaplarda görmüş olduğu için O’nun Peygamberliğine dünyaya gelmeden altıyüz sene evvel imân etmiş bulunuyordu. Bir rivâyete göre bu zât bir mağara içinde yaşayarak Cenab-ı Hak’ka ibâdette bulunuyormuş, o elçilerin şehre geldiklerini haber alınca yanlarına giderek onları tasdik etmiş, takviyeye çalışmıştır. Allah’ın rahmeti hepsine olsun..
28. Ve onun kavmi üzerine ondan sonra gökten hiçbir ordu indirmedik ve biz indirecekde olmadık.
28. Bu mübârek âyetler de o elçileri takviye eden zâtın şehit edilmesi üzerine o şehir ahalisinin başına gelen ilâhi azabı bildiriyor. Peygamberleri inkâr eden, onlar ile alay eden kimselerin ne kadar pişmanlık içinde kalacaklarını ihtar ediyor.
Peygamber zamanındaki inkârcıların da o eski helâk olan kavimlerden ibret almadıklarına işaret ve hepsinin de ahirette bir muhakemeye tâbi tutulacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve onun) O elçileri takviye için gelen üçüncü zâtın (kavmi üzerine ondan sonra) o zâtın şehit edilmesini veya cennete kaldırılmasını müteakip o kavmi helâk etmek için (gökten hiçbir ordu indirmedik) öyle bir vasıtaya lüzum bulunmamıştır (ve biz indireceklerden olmadık) onları helâk etmek için bir semâvi ordunun gönderilmesinde bir hikmet görülmemişti. Onları mahv ve perişan etmek için öyle büyük bir kuvvete ihtiyaç da yok idi.
29. O bir korkunç sesten başka birşey olmadı. O anda onlar hemen sönüvermiş kimseler oldular.
29. (O) Helâk vasıtası, o kavmin mahv ve perişan olmalarına meydana getiren hâdise (korkunç bir sesten başka birşey olmadı) Cibril-i Emin tarafından müthiş bir ses vuk’u buldu (o anda onlar hemen sönüvermiş kimseler oldular.) sönmüş bir âteş gibi hayat sıcaklığından mahrum kaldılar, ölümün pençesine tutulup cezalarına kavuştular.
§ Humûd; Ateşin sönmesi, parıltısının gitmesi, sükûnet bulmasıdır.
§ Hâmidûn; da sönmüşler, yani ölmüş, hayattan mahrum kalmış kimseler demektir.
30. Ey o kullar üzerine yönelecek hasret! Tam zamanın Onlara bir Resûl gelmezdi ki illâ onunla alay etmeye kalkışırlardı.
30. (Ey kullar) O Peygamberleri yalanlayankâfirler (üzerine) gelecek olan (hasret!.) pişmanlık ve felâket!. Gel tam zamanın, onları yakala. Çünki (Onlara) kendilerini selâmete, hidayete eriştirmek isteyen (bir Resûl gelmezdi ki, illâ onunla alay etmeye kalkışırlardı) onlar kendi haklarındaki o kadar iyiliksever zâtlara karşı inkârcı ve düşmanca bir vaziyet almış olduklarından dolayı böyle bir hasrete, pişmanlığa uğramış olacaklardır. O nankörlere karşı Allah tarafından veya melekler ile diğer müminler tarafından böyle bir hitap yöneltilecektir. Hasret; pişmanlık, birşeyin elden çıkmasından dolayı çok fazla hüzn ve keder içinde kalmak demektir.
31. Görmediler mi ki, onlardan evvel ne kadar kavimleri helâk ettik. Şüphe yok ki, onlar, bunlara dönüp gelmiyorlar.
31. Son Peygamber’i inkâr eden Mekke-i Mükerreme’deki müşrikler vesâirede (Görmediler mi ki,) görmüş gibi bilip haberdar almadılar mı ki, (onlardan evvel) o Yüce Peygamber’i inkâr edenlerden önce (ne kadar kavimleri helâk ettik) Ad ve Semud kavimleri gibi nice inkârcı cemaatleri çeşit çeşit felâketlere uğrattık. Bu sonraki inkârcılar, onların o tarihi hâllerinden bir ibret almalı değil midirler?. (Şüphe yok ki, onları) O evvelce helâk olan kavimler (bunlara) bu şimdiki inkârcı kavimler arasına (dönüp gelmiyorlar.) Artık onlar dünyaya dönecek değillerdir. Onlar ahiret azabından yakalarını kurtaramıyacaklardır. Materyalist ve diğerleri gibi ruhun bir bedenden diğerine geçtiğine inanan kimselerin kuruntuları ve ölmüş insanların tekrar bu dünyaya geleceklerine dâir lâkırdıları birer cahilce, temelsiz iddiadan başka birşey değildir.
32. Ve hepsi de bizim katımızda hesap vermek için topluca huzura getirilmişlerdir.
32. (Ve hepsi de) Geçmiş ve şu anda vegelecekte ortaya çıkacak insanların, kavimlerin herbiri de kıyamet günü (bizim katımızda) muhasebeye tâbi olmak için (mecmuan) toptan birlikte (huzura getirilmişlerdir) yani: Onların o kıyamet âleminde mahşere sevk edilmeleri, bir muhakemeye tâbi tutulmaları Allah’ın takdiri ile gerçekleşmiştir, gerçekte vuku bulmuş gibi kesin bir emirdir. Elbette ki, birgün kıyamet kopacak, herkes dünyadaki amellerine göre mükâfat veya ceza görecektir. Bunu dikkate alıp ona göre hazırlanmalıdır.
33. Ve onlar için ölmüş yer bir ibrettir. Onu hayata kavuşturduk ve ondan daneler meydana çıkardık da ondan yiyiverirler.
33. Bu mübârek âyetler de her yönüyle mukaddes, noksanlardan münezzeh olan âlemin Yaratıcısı bir kısım yaratılış eserlerine dikkatleri çekiyor. Yeryüzüne vakit vakit yeni bir hayat vererek orada birçok faydalı mahsulâtı yaratışını ve bunlardan insanların yararlandıklarını ve daha nice çiftler, eşsiz eserler yarattığını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kerem Sahibi Yaratıcı kendi kudretine ve öldükten sonra dirilmenin vukuuna delil olmak üzere buyuruyor ki: (Ve onlar için) İnsanların öldükten sonra hayata kavuşturulup ahiret âlemine sevkedileceklerini inkâr eden gâfiller için (ölmüş yer, bir ibrettir) Allah’ın kudretine ait yüce bir alâmettir.
(Onu hayata kavuşturduk) Bir nice yerler vardır ki, öteden beri bitirme kuvvetinden mahrum iken bilâhara bu kuvvete sahip olarak üzerinde nice çeşitli bitkiler meydana gelir. Birçok yerlerde görülmektedir ki, kış gelince bitirme kuvvetinden mahrum kalırlar, üzerlerinde bitkilerden, hayati izlerinden birşey görülmez.
Sonra bahar olur, yağmurlar yağar, o yerlerde çeşit çeşit bitkiler, ekinler, çicekler meydana gelir, o yerler yeniden hayata kavuşmuş olurlar. (Ve ondan) Yer sahasından (bir dane) buğday, arpa, pirinç gibi bir çeşit ürün meydana (çıkardık da) artık insanlar vesâire(ondan yiyiversinler.) geçimlerini te’min ederler.
İşte öyle öIu bir hâlde bulunan yeryüzünün vakit vakit yeniden hayat bulmuş gibi olarak üzerinde binlerce çeşit bitkinin vücude gelmesi, bir kudretin eseridir, Cenab-ı Hak’kın yoktan var ettiği Adem Aleyhisselâm’ı ve O’nun zürriyetleri olan diğer insanları da öldüklerinden sonra tekrar hayata kavuşturacağına pek açık bir örnektir. Artık uhrevî hayat nasıl inkâr edilebilir ve imkânsız görülebilir?.
§ Hab; Dane demektir, bir cins isim olduğundan aza da, çoğa da denilebilir. Tekili “habbe”dir, çoğulu da “hubub” ve “hububat”dır.
34. Ve orada hurmalıklardan ve üzüm bağlarından nice bostanlar vücuda getirdik ve orada su kaynaklarından suları akıtıverdik.
34. Kerem Sahibi Yaratıcı yine buyuruyor ki: (Ve orada) Yeryüzünde (hurmalıklardan ve üzüm başlarından nice bostanlar vücude getirdik) bu pek fâideli, bol meyvelerden herkes istifade etmektedir. (ve orada) Yeryüzünde (su kaynaklarından suları akıtıverdik) her taraftan sular fışkırarak yeryüzüne yayılmakta, insanlar için, vesâir hayvanlar ve bitkiler için birer hayat kaynağı bulunmaktadır. Bunlar da ne büyük birer kudret eseridir, birer ilâhi nimettir.
35. Tâki, onun mahsulünden ve kendi ellerinin imal ettiklerinden yiyiversinler. Hâlâ şükretmeyecekler midir?
35. Evet.. O kadar çeşitli kudret eserleri meydana getirilmiştir. (Tâki) İnsanlar (O’nun) ve zikredilen bostanların (mahsulûnden ve kendi ellerinin imal ettiklerinden) ektikleri ekinlerin, diktikleri ağaçların meyvelerinden ve imâl ettikleri çeşitli yiyeceklerden (yiyiversinler) bunları kendilerine ihsan buyuran Yüce Yaratıcıyı kutsamaya ve yüceltmeye çalışsınlar, üzerlerine düşen şükürvazifesini yerine getirsinler. O bir takım inkârcı kavimler ise, (Hâlâ şükretmiyecekler midir?.) hala bu nimetleri kendilerine ihsan buyuran Kerem Sahibi Yaratıcının birliğini, kudret ve büyüklüşünü düşünerek ona şükürlerini sunmayacaklar mıdır?. Bu ne kadar gaflet!. Ne derece büyük bir nankörlük!.
36. O ilâhî zât noksanlardan münezzehtir ki, yerin bitirdiklerinden ve insanların kendi nefislerinden ve bilmedikleri şeylerden nice çiftleri, onların hepsini yaratmıştır.
36. Evet.. Bu kadar muazzam hilkat âsârını yaratan ve yaratmakta olan Yüce Yaratıcı, Evet.. (O Yüce zât) Bütün kudret ve hikmetlere sahiptir, bütün noksanlardan (münezzehtir ki,) buna bütün kudret eserleri şahitlik etmektedir. O ezeli mâbud, kudretine işaret ve şehadet eden nice eşsiz eserleri meydana getirmiştir ve kısacası (yerin bitirdiklerinden) yeryüzündeki bütün ağaçlardan, madenlerden, su kaynaklarından nice çeşitli ve mükemmel eserleri yaratmıştır. (ve) İnsanların (kendi nefislerinden) erkek ve dişi nev’ilerini yaratmış ve yaratmakta bulunmuştur. (ve) İnsanların (bilmedikleri şeylerden) de daha nice (çiftleri) vücude getirmiştir.
Evet.. (onların) O çeşitli yaratılış eserlerinin (hepsini) de o Yüce Yaratıcı (yaratmıştır) ondan başka bir yaratıcı yoktur. Bütün bu görülüp duran eserler, eşsiz varlıklar o kudretli Yaratıcının ahiret hayatını da yaratmaya kâdir olduğunu pek açık ve kat’i surette göstermektedir. Ve o Kerem Sahibi Yaratıcının daha nice kudret eserleri de bakışlara çarpıp durmaktadır.
37. Ve onlar için gece de bir ibrettir. Ondan gündüzü yüzüp ayırırız. Hemen onlar, karanlıklara girmişler olurlar.
37. Bu mübârek âyetler de Cenab-ı Hak’kın kudret ve hikmetine şahitlik eden gök cisimlerine, onların hareket tarzlarına ve geceler ile gündüzlerin birbirini ne kadar muntazam bir surette takibedip durduğunadikkatleri çekmektedir. Şöyle ki: (Ve onlar için) O ahiret hayatını, Allah’ın kudretinin herşeye fazlasıyle kâfi bulunduğunu takdir edemeyen kimseler için (gecede bir ibret vardır) o da birşeyin yok olduktan sonra yeniden yaratılmasına bir delil, bir örnektir.
(O’ndan) O geceden (gündüzü yüzüp; ayırırız,) gündüzü gidererek gecenin karanlığını meydana çıkarmış oluruz. (hemen onlar) İnsanlar (karanlıklara girmişler olurlar.) gündüzün ziyâsından mahrum kalırlar. Bu, bir nev’i ölüm demektir. Sonra gündüz olunca gece vakti ışıklar içinde kalır. Adeta yeniden hayat bulmuş gibi olur. Bu ne eşsiz bir kudretin eseridir.
Bu âyeti kerime’de işaret vardır ki, bu dünyada asl olan yokluk mahiyetinde bulunan karanlıklardır, nur ise arızîdir. İşte insanlar da esasen yok iken bilâhara Allah’ın kudreti ile meydana gelmiş, hayat ışığına kavuşmuşlardır. Binaenaleyh tekrar hayattan mahrum kalıp öleceklerdir. Sonra da tekrar hayata kavuşacaklardır. Nasıl ki, gündüzleri geceler, geceleri de gündüz takibediyorsa insanları da öldükten sonra bir ebedî hayat takibedecektir. Allah’ın kudretine göre bu her şekilde mümkündür. Buna şüphesiz inanıyoruz.
§ Selh; Lügatte soymak, bir hayvanın derisini soyup kendisini o deriden ayırmaktır. Ve her ay’ın son gününe de selh denilir. Burada bu selh kelimesi, bir istiâre kabilinden olarak gündüzun ışığını gidererek gecenin karanlığını ortaya çıkarmak manâsında kullanılmaktadır.
38. Güneş de kendisine mahsus karargâhında akar gider. İşte bu, O azîz, alîm’in takdiridir.
38. (Güneş de kendisine mabsus karargâhında akar gider) Hergün doğarak kendi yörüngesinde belirli vakte kadar yürümesine devameder. Akşam olunca batıp görünmez bir hale gelir, kendisi için bir sene içinde üçyüz batış ve doğuş olmuş olur. (İşte bu) Güneşin öyle enteresan doğması ve batması, böyleufuklara ışık yayar bir vaziyette bulunuşu (O aziz) herşeye kâdir, galip olan ve (alîmin) herşeyi ilmen kuşatan Yüce Yaratıcının (takdiridir.) O’nun dilemesinin yaratmasının bir eseridir. Bu ne kadar büyük bir kudret alametidir. Bu, güzelce düşünülmeli
39. Biz ay’a da menziller takdir ettik. Nihayet hurma salkımının eski kurumuş eğri dalı gibi bir hâle dönmüş olur.
39. Evet.. Alemlerin Rabbi buyuruyor ki: (Biz aya da menzillen takdir ettik) O da güneş gibi semada kendisine tâyin edilmiş olan yörüngelerde, alanlarda dolaşmasına devameder durur. Her ay içinde ay için yirmi sekiz konak vardır. Ay otuz gün olunca kamer iki gece gizlenir, görünmez ve eğer ay yirmi dokuz gün olursa kamer bir gece görünmez bir hâlde bulunur. (nihayet hurma salkımının eski kurumuş eğri dalı gibi bir hale dönmüş olur) Bir ay içindeki dolaşması neticesinde görülen tarafı incelerek git gide gözden kaybolur.
§ Urcun; Hurma salkımının kuruyup yay gibi eğilmiş olan dalı =çöpü demektir.
40. Ne güneş için lâyık olur ki, o ay’a yetişmiş olsun. Ne de gece için lâyıkdır ki, gündüzü geçmiş bulunsun ve hepsi de birer felekte yüzerler.
40. Gerek güneş için ve gerek ay için belirli alanlar, belirli doğuş ve batış vakitleri tâyin buyurulmuştur. Artık (Ne güneş için lâyık olur ki,) yani: Sâhih bulunur ki, (o) güneş (ay’a yetişmiş olsun) onunla beraber gece vaktinde birleşmiş bulunsun. (ne de gece için lâyıktır ki) hikmet ve menfaata uygundur ki, (gündüzü geçmiş bulunsun) daha gündüz vakti tamam olmadan gece vakti girmiş olsun, herbirinin takdir edilmiş birer zamanı vardır, o zaman düzgün sekilde devam eder (ve hepsi de birer felekte yüzerler.)
Güneş de, ay da kendilerine tahsis edilmiş olan semada, daire dahilinde (yüzerler) dolaşır dururlar, mükemmel birkolaylık ve rahatlıkta hareketlerine devam eder giderler. “Eski Astroloji bilginleri, yıldızların, ay ile güneşin göklerde saplanmış, çakılı olduklarına inanırlardı. Kur’an-ı Kerim ise onların birer felekte, batıkların sular içinde yüzüp gittikleri gibi dönmekte olduklarını haber vermektedir. Nitekim sonraki astronomi ve astroloji alimleri de bu görüştedirler. Bu da Kur’an-ı Kerim’in nasıl hakikatleri beyan eden bir kitap olduğuna bir delildir.
41. Ve onlar için bir alâmettir, onların çoluk çocuklarını dolmuş bir gemiye muhakkak bizim yükletmiş olmamız.
41. Bu mübârek âyetler de Allah Teâlâ’nın kulları hakkındaki diğer bir büyük nimetini bildiriyor. Onlant bir rahmet eseri ve bir uyanma vesilesi almak üzere takdir edilen vakte kadar yaşatıp faydalandırmış olduğunu ihtar ediyor. Bir kısım insanların ise bu kavuştukları nimetleri takdir ve kendilerini Allah’ın birliğinden haberdar eden delileri kabul etmeyip onlardan kaçınır olduklarını teşhir buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Ve onlar için) İnsanlara mahsus (bir alâmettir) Cenab-ı Hak’kın kudretine ve kulları hakkındaki rahmet ve yardımına işaret eden bir delildir. (Onların evlat ve iyalini) İnsanların çoluk ve çocuklarını (dolmuş bir gemiye muhakkak bizim yükletmiş olmamız) Evet.. Cenab-ı Hak, denizlerde cereyan eden ve birçok insanları, hayvanları, eşyayı içine almış bulunan gemileri insânların emnine vermiştir. İnsanlar, ticaret için, seyahat için o gemilere birer, denizlere açılırlar.
İnsanları öyle gemilere kavuşturan ve koruyan şüphe yok ki, Allah Teâlâ’dır. Aksi durumda böyle bir hareket mümkün olamaz. Gemiler, parçalanırlar, içindekiler de mahvolur giderler. “Bir görüşe göre buradaki zürriyetten maksat, önceki babalardır. Gemiden maksat da, Nuh Aleyhisselâm’ın gemisidir. O gemiye binenler,tufandan kurtulmuş, selâmet sahiline ermişlerdi. Zürriyet tâbiri, evlat ve torunlar için kulanıldığı gibi baba ve dedeler için de kullanılır.
42. Ve onlar için bunun gibi binecekleri şeyleri de yarattık.
42. (Ve onlar için) İnsan nev’ine mahsus almak üzere (bunun gibi) gemi gibi nakil vasıtası olacak şeylerden insanların (binecekleri şeyleri de, yarattık) karalarda yürümek için develer, atlar mandalar gibi şeyleri de meydana getirdik. Ve Hz. Nuh’un gemisi gibi bilâhare nice gemiler de Cenab-ı Hak’kın verdiği bir kuvvet, bir kabiliyet ile meydana getirilmiştir.
“Bu âyeti kerime, yeryüzünde ve havalarda gidiş-gelişi temin eden otomobilleri, trenleri, uçakları da kapsamaktadır. Çünki bunların asıl maddelerini yaratan, bunlara o hareket ve sür’ati veren, onları muhafaza eden de yine Âlemlerin Yaratıcısı’dır. Bunları meydana getirmeğe çalışan, muvaffak olan insanları da yaratan, onlara o kabiliyeti veren de yine o Yüce Yaratıcı’dır. Eğer O’nun yaratması kabiliyet vermesi olmasa idi hiçbir şey ne meydana gelebilirdi ve ne de başka birşeyi meydana getirebilirdi.
43. Ve eğer dilersek onları boğarız, artık onlar için ne bir imdada koşan vardır ve ne de onlar kurtarılabilirler.
43. İşte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Ve eğer dilesek onları boğarız) Onları içinde bulundukları nakil vasıtaları muhafaza etmiş olamaz. (artık onlar için) O boğulmaları takdir edilen yolcular için (ne bir imdada koşan vardır) onların imdadına koşup onlara yardım edecek bir kimse bulunabilir (ve ne de onlar kurtarılabilir) onları içine düştükleri suların içinden dışarıya çıkarıp kurtaracak bir kimse de bulunamaz. Nitekim vakit vakit öyle fecî hâdiseler vuk’u buluyor. Gemiler batıyor,uçaklar düşüyor, ecelleri tamam olmuş olanlar ölüp gidiyorlar, imdatlarına koşacak bir kimse bulunmuyor. Böyle bir felâketin meydana gelmesinde insanları Cenab-ı Hak’tan başkası kurtaramaz.
44. Ancak bizden bir rahmet olarak ve bir zamana kadar yararlandırmak için dilersek onları kurtarırız.
44. İşte o Kerim Yaratıcı buyuruyor ki: (Ancak) Dilersek (bizden bir rahmet olarak) onları o felâketten muhafaza ederiz (ve bir zamana kadar) ecelleri nihayet buluncaya değin onları yaşatıp (yararlandırmak için) o felâketten kurtarırız. Evet.. Birçok kere gemiler denizlerde parçalanırlar, sular içinde kalırlar ve yine birçok kere uçaklar vesâir nakil vasıtaları düşer, bir yere çarpar. Bununla beraber içinde olanlar kısmen veya tamamen ölmeyip hayatta kalırlar. Bütün bunlar birer ilâhi takdir eseridir. Herhalde Allah’ın korumasına sığınılmalıdır, bu gibi hâdiselerden ibret alarak Hak Teâlâ’nın varlığına, kudretine güzelce itikat edilmelidir.
45. Onlara belki merhamet olunursunuz, önlerinizde olandan ve arkanızda olandan sakınınız, denildiği zaman onlar yüz çevirirler
45. Maalesef öyle insanlar da vardır ki, Cenab-ı Hak’kın yaratıcılığını, kudretini güzelce düşünmezler, ona tam bir samimiyetle inanmazlar. (Onlara belki merhamet olunursunuz) Cenab-ı Allah’ın korumasına, lütf ve yardımına erişmiş bulunursunuz (önlerinizde ve arkalarınızda olandan sakınınız) dünya ve ahiret azabın düşününüz de onu gerektirecek şeylerde bulunmayınız, sizden evvelki kavimlerin başlarına gelmiş olan belâlara ve gelecekte ortaya çıkması düşünülen felâketlere düşmeğe sebebiyet vermeyiniz (denildiği zaman..) onlar yüz çevirirler, arkalarını dönerler, böyle iyiliksever bir tenbihi güzelce karşılayarak ona riâyette bulunmazlar.
46. Ve onlara Rablerinin ayetlerinden bir âyet gelmez ki, illâ ondan yüz çevirmişlerdir.
46. Evet.. Onlar nasihat kabul etmez, kendi âkibetlerini düşünmezler. (Ve onlara Rab’lerinin âyetlerinden bir âyet gelmez ki) O müşriklere, inkârcılara Allah’ın birliğini bildiren bir delil, bir ilâhi emir gelip tebliğ edildi mi, onu kabul etmezler, onlar (illâ O’ndan yüz çevirmişlerdir.) onları öyle delilleri inkâr eder, hakkı kabulden yüz çevirir dururlar. Onlar, Kur’an-ı Kerim’in yüce beyanlarını kabul edip de İslâm şerefine nâil olmak istemezler. Onlar aslî yaratılışlarını öyle zâyetmiş kimselerdir.
47. Ve onlara “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfediniz” denildiği vakit kâfir olanlar, imân edenlere dediler ki: Biz mi doyuracağız, o kimseyi ki, eğer Allah dilese idi onu doyururdu. Siz başka değil, ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.
47. Bu mübârek âyetler de o inkârcıların fakirlere şefkat göstermekten, insaniyete hizmetten mahrum olduklarını bildiriyor, onların ne kadar cahilce, cimrice iddialarına ve bir alay yoluyla kıyametin kopma vaktini sual eder olduklarını hikaye buyuruyor. Ve onların nihayet nasıl korkunç bir ses ile Allah’ın kahrına uğrayarak her türlü muameleden mahrum kalacaklarını ihtar buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Ve onlara) O Cenab-ı Hak’kın ayetlerini inkâr eden müşriklere (Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden infak ediniz) Allah’ın bir lütfu olarak nâil olduğunuz mallarınızdan bir şükür vazifesi olarak fakirlere, zayıflara yardımda bulununuz (denildiği vakit) o (kâfir olanlar) Mekke-i Mükerreme’de bulunup âlemlerin Yaratıcısını inkâr eden zındıklar (imân edenlere) alay etme maksadiyle (dediler ki: Biz mi doyuracağız) tavsiyeniz doğrultusunda yedirip içireceğiz (o kimseye ki,) sizin iddianıza göre (eğer Allah dilese idi onu doyururdu.) onu yiyeceğe, nimete kavuştururdu, bize muhtaç kılmazdı.
(Sizbaşka değil, ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz) Ey bize infak ile emr edenler!. Bu emriniz doğru değildir. Siz bir lüzumsuz teklifte bulunuyorsunuz, Allah’ın rızık vermediğine biz nasıl verebiliriz?. Bu inkârcılar, kendi cimriliklerini göstermemek için böyle bir ifadede bulunmuş oluyorlardı. Nitekim her asırdaki cimriler, böyle söylemektedirler.
Bunların maksatları pek yanlıştır. Evet.. Kerem Sahibi Yaratıcı bazı kullarını fakirlik ve ihtiyaç içinde bırakır. Bu bir ilâhi imtihandır, bilmediğimiz bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Bu ilâhi takdire kimse itiraz edemez. Fakat o gibi muhtaç kimselere hali, vakti yerinde olanların yardım etmelerini de emr etmiştir. Bu da bir hikmet gereğidir. Bu emre uyanlar, Cenab-ı Hak’ka olan itaatlerini göstermiş, sevaba, mükâfata aday olmuş olurlar. Bu vesile ile de insanlar arasında dayanışma, şefkat ve merhamet duyguları meydana gelmiş ve sosyal bir fazilet tecelli etmiş bulunur.
48. Ve derler ki: O tehdit ne zaman? Eğer siz sadıklar oldunuz iseniz.
48. (Ve) O inkârcılar, alay etme yoluyla sual ederek (derler ki, o tehdit) o kıyamet saati (ne zaman?.) dir, onu bize haber veriniz. (eğer gerçekten doğru söylüyorsanız) Eğer öyle bir mükâfat ve ceza zamanı var ise o ne vakit meydana gelecektir?. Haydi ona dair bize malûmat veriniz bakalım?.
49. Onlar, birbirleri ile çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak olan korkunç bir sesten başkasını gözetmezler.
49. Allah Teâlâ da o alaycıları red etmek ve onların bu alçak durumlarını ilân etmek için buyuruyor ki: (Onlar, birbirleriyle çekişip dururlarken) Onlar dünyevî muamelelerinde, geçimliklerine ait işlerde birbiriyle çekişmede, düşmanlıkta bulunurlarken (kendilerini yakalayacak korkunç bir sesten başkasını görmezler) onlar nefhai ula ile yani İsrafilAleyhisselâm’ın Sûr’a ilk üfürmesiyle hemen hayattan mahrum kalırlar, kırk sene sonra da ikinci sûr vuku bularak hepsi de yeniden hayat bulup mahşere sevkedilirler, lâyık oldukları cezalara kavuşurlar.
50. Artık ne bir vasiyet yapmaya güç yetirebilirler ve ne de ailelerine. dönebilirler.
50. (Artık) Öyle bir ilk sûra üfürüldü mü, bütün insanlar, hayatlarından mahrum kalırlar (ne bir vasiyet yapmaya) malları ve canları hakkında bir vasiyette, bir tavsiyede bulunmaya kâdir olabilirler (ve ne de âilelerine dönebilirler) eğer evleri, yurtları dışında bulunmuşlar ise hemen orada ölmüş olurlar, aileleriyle dünyada bir daha görüşmeğe muvaffak alamazlar. Artık bu korkunç âkibeti bir düşünmeli değil midirler?.
51. Ve Sûr’a üfürülmüş olacakdır. Artık onlar o zaman kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşarak giderler.
51. Bu mübârek âyetler, kıyametin ne şekide vuku bulacağını ve insanların kabirlerinden kaldırılarak mahşere ne şekilde sevkedileceklerini bildiriyor. Artık ilâhi va’din gerçekliğini ve Peygamberlerin sözlerinde sadık olduklarını inkârcıların itiraf edeceklerini ve bütün insanların asla bir zulme uğramaksızın lâyık oldukları âkibetlere kavuşacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Büyük kıyamet vuk’u bulunca (Sûr’a üfürülmüş) olacak (dır) yani: İkinci sûra üfürülmüş olacaktır.
Bu hâdisenin vukuu, muhakkak olduğu için mazi sigasiyle “Nüfiha = üfürülmüştür” diye beyan buyuruluyor. (Artık) öyle ikinci defa sûra üfrülünce (onlar) o bütün ölmüş gitmiş olan kimseler (o zaman kabirlerinden) defnedildikleri yerlerdeki bedenlerinin parçaları bir araya getirilip yeni bir hayat bularak (kalkıp Rablerine doğru) Kerem Sahibi Yaratıcının tâyin buyurmuş olduğu mevkie, ilâhi mahkemeye (koşarak giderler) öyle bir muhasebe, ve muhakememevkiine ister istemez sevkedilmiş olurlar.
§ Ecdâs; Cedesin çoğulu olup kabirler mânâsınadır. “Yensilûn” da mecbur tutularak sür’atle, kuvvetle koşarlar demektir.
52. Demiş olurlar ki, eyvah bize! Bizi kim uyuduğumuz yerden kaldırdı? İşte bu Rahman’ın vaadettiğidir ve gönderilmiş olanlar, doğru söylemişler.
52. Azaba uğrayacak şahıslar (Demiş olurlar ki) yani: Kıyamet günü muhakkak ki, diyeceklerdir. (eyvah bize!.) Ey helâk neredesin, gel imdadımıza yetiş!. (Bizi kim uyuduğumuz yerden kaldırdı?.) Orada böyle bir azaba mâruz bulunmuyorduk. (işte bu) Bizim böyle kabirlerimizden kaldırılmamız (rahmanın vâd ettiğidir) ki, gerçekleşmiş oldu (ve gönderilmiş olanlar) Allah’ın Peygamberleri (doğru söylemiş)ler.
Bu kıyamete dâir bizlere verdikleri bilgiler, doğru imiş. Eyvah ki, biz onları tasdik etmemiştik de şimdi böyle bir felâkete uğramış bulunmaktayız. Rivâyete göre ilk sûra üfürülme ile ikinci defa üfürülme arasındaki kırk sene içinde kabir azabı kaldırılacak, ölüler uykuya dalmış gibi bir hâlde bulunacaklardır. Artık yeniden hayata erip cehennem azabına mâruz kalacaklarını anlayınca öyle feryat ve figanda bulunacaklardır.
Bazı zatların beyanına göre de her ne kadar kâfirler ve isyankârlar, kabirlerinde azap göreceklerse de bu azap, cehennem azabına nazaran pek hafif görüleceği cihetle kabirdeki vaziyet, bir uyku vaziyeti gibi sayılarak bundan ayrılıp da, öyle müthiş bir azaba tutulacaklar: Eyvah bize!. Diye feryat ve figana başlayacaklardır.
53. Olan müthiş bir sesten ibarettir, hemen onlar o anda huzurumuzda hazır bulunurlar.
53. O beyan olunan “nefhai saniye”, İsrâfil Aleyhisselâm’ın ikinci defa Sûr’a üfürmesi ki onunla bütün insanlar yeniden hayata ereceklerdir. (olan müthiş bir sesten ibaret)tir.Nasıl ki, korkunç bir ses ile hepsi birden öleceklerdir, ikinci bir ses ile de hepsi birden hayata kavuşacaklardır, (hemen onlar o anda) öyle yeniden hayata erince (huzurumuzda hazır bulunurlar.) yani: Muhasebeye tâbi tutulmak üzere hepsi de Cenab-ı Hak’kın tâyin buyurduğu mevkide hazır bulunacaklardır, hiçbiri geri kalamıyacaktır.
54. Artık bugün hiçbir şahıs birşey ile zulüme uğratılmaz ve sizler de, yapmış olduğunuz şeylerden başkasıyla cezalandırılmazsınız.
54. (Artık bu gün) Bu kıyamet günü (hiçbir şahıs) gerek sâlih ve gerek günahkâr olsun (zulme uğratılmaz) hiçbir şahıs hakkında hak etmediği bir ceza verilmez. (ve sizler de) Ey mükellef insanlar!. (yapmış olduğunuz şeylerden başkasiyle cezalandırılmazsınız) Kendi amelleriniz güzel ise güzel cezaya, mükâfata nâil olursunuz. Bilakis amelleriniz çirkin ise ona göre cezaya, azaba uğrarsınız. Herkes dünyadaki amellerinin karşılığına kavuşmuş olur, ilâhi adâlet daima tecelli edip durmaktadır.
55. Şüphe yok ki, o gün cennetlikler bir eğlence içinde safâ sürerler.
55. Bu mübârek âyetler de cennet ehli olan müminlerin orada ne kadar rahat edeceklerini ve çeşitli nimetlere kavuşacaklarını bildiriyor ve onların özellikle Allah’ın selâmına erişmekle en yüce bir ilâhi iltifata mazhar olacaklarını müjdelemektedir.
Şöyle ki: Kıyamet günü kâfirler öyle hasret ve pişmanlık içinde kalarak cehenneme atılacaklardır. Fakat (Şüphe yok ki, o gün) o kıyamet ânında (cennet ashabı) olan müminler ise (bir eğlence içinde) bir zevk ve sevinç ile meşgul olarak (zevkiyâb olanlardır) o müminler, çeşitli, ve lezzetli nimetlere kavuşup duracaklardır. Artık o kâfirler de müminlerin bu pek mutlu hâllerini görerek bundan dolayı da ayrıca hasretler pişmanlıklar içinde çırpınıp kalacaklardır.
§ Şugul; Bir kimseyi ehemmiyetinden dolayı başka birşey ile uğraşmaktan geri bırakan hal ve durum demektir ki, onunla ya büyük bir sevinç veya mühim bir hüzn ve keder meydana gelir.
§ Fahikûn; Varlık içinde ve olan lezzet olan kimseler demektir. meyvelere de kendileriyle lezzet alındığı için “fevâkıh” denilmiştir. Tekili Fâkihe’dir.
56. Onlar ve eşleri gölgeler içinde tahtlar üzerine dayanıp durmuşlardır.
56. (Onlar) O cennete erişen müminler (ve) kendileriyle beraber îman şerefine ulaşmış bulunan (eşleri) o cennette son derece istirahatı temin eden (gölgeler içinde) yani: Kendilerini rahatsız edecek ışıklara, sıcaklıklara maruz kalmaksızın (tahtlar üzerine dayanıp durmuşlardır) evet.. O cennet ehli, öyle fevkalade rahati, huzuru, zevk ve neş’eyi temin eden bir vazifeye kavuşmuş olacaklardır.
§ Erâik; Bir mahalde bulunan süslü taht ve koltuk manâsına olan “Erike”nin çoğuludur.
§ Mütteki; İttikâ eden, yani: Bir kere dayanıp itimat eyleyen kimse demektir.
57. Onlar için orada taze yemişler vardır ve onlar için ne isterlerse vardır.
57. (Onlar için) O cennet ehline mahsus (orada) o cennette (taze yemişler vardır) hiç nihayet bulmaz bir surette o leziz, hoş meyveler devameder onların yiyilmesi; büyük bir zevke vesile olur. Gerçekten de cennet ehli için acımak, yemeğe ihtiyaç hissetmek düşünülmüş değildir. Onların öyle meyyeler ile rızıklanmaları sırf lezzet almak içindir, zevk almak içindir. (ve onlar için ne isterlerse vardır) Onlar her temenni ettikleri şeye kavuşurlar, maddî ve mânevi zevkler içinde yaşar dururlar.
58. Merhametli olan Rabbin söylediği bir selâmda vardır.
58. Özellikle o mes’ut cennet ehli için (Rabim olan) Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan kulları hakkında lütf ve ihsanı sonsuz bulunan (Rab’den) o Kâinatın terbiyecisi olan Yüce Yaratıcı tarafından (söz olarak bir selâm..) da vardır ki, bu cennetlerdeki bütün nimetlerin, lütufların üstünde ilâhi bir ihsandır. Bu ilâhî selâm, ya melekler vasıtasiyle olur veya fazladan bir ikram olmak için bizzat Cenab-ı Hak tarafından vuk’u bulur.
“Allah Teâlâ Hazretleri cennette kullarına ilâhi cemalini kendi şânına lâyık bir şekilde göstermek lütfunda bulunacaktır ve onlara hitaben selâm vererek onların değerıni, mânevi zevkini kat kat arttırmış olacaktır. Hz. Câbir Radiallâhü Anh’dan birçok zâtların rivâyet ettikleri bir hadis-i Nebevi’de beyan buyurulduğu üzere cennet ehli, nimetler içinde bulunurken kendilerine karşı bir nur parlamaya başlayacak, başlarını yukarıya kaldırınca yukarılarından Allah’ın cemalini görmeğe muvaffak olacaklar, Yüce Allah onlara “Esselâm-ü Aleyküm ya ehlel cennet Selam üzerinize olsun ey cennet ehli” diye hitap buyuracak ve onlara lütfuyla bakacak, onlar da Hak Teâlâ’ya bakıp durdukça başka hiçbir nimete iltifatta bulunmayacaklar, sonra o tecelli onlardan ayrılınca onun nuru, bereketi onların ikametgâhlarında bâki kalacaktır. Ne büyük bir muvaffakiyet!. Sirac-ül Münîr, Tefsir-i Alûs’î.”
§ Selâm; Her çirkin şeyden emin olmaktır, her istenen şeye kavuşmaktır. Allah’ın Selâmı ise bütün ruhani ve cismani nimetlerin üstünde yüce bir lütuftur. Cenab-ı Hak cümlemize nasip buyursun. Amin..
59. Ve ey günahkârlar! Bugün siz ayrılıp yalnız kalınız.
59. Bu mübârek âyetler de sâlih müminlerin kavuşacakları nimetlerin hilâfına olarakgünahkârların yalnız başlarına kalarak hem âteş, hem de yalnızlık azabına tutulacaklarını bildiriyor. Yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet edip şeytana tapmamaları emr edildiği halde aksine hareket ettikleri için cehennem ateşi içinde kalacaklarını haber veriyor. Kıyamet gününde o günahkârların ağızları mühürlenerek yaptıklarını ellerinin söyleyeceğini ve onlara ayaklarının şahitlik edeceğini ihtar ediyor.
Ve eğer Cenab-ı Hak dilemiş olsaydı o günahkârları dünyada da görmekten, kuvvetten mahrum ederek kendilerini pek müşkül bir durumda bırakmış olacağını ve onları çokça da yaşatacak olsa idi yine doğru yolu takip edemeyip acz ve miskinlik içinde kalmış olacaklarını beyan ile kendilerini akıllıca düşünmeye dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: Kıyamet günü Allah tarafından kâfirler cehenneme sevkedilir (ve) kendilerine hitaben denilir ki: (ey günahkârlar!.) Ey dünyada iken imândan mahrum kalanlar!. (Bugün siz ayrılıp yalnız kalınız) Artık sizin müminler ile beraber bulunmaya asla selâhiyetiniz kalmamıştır, siz dağılınız, cehennemdeki yerlerinize gidiniz.
60. Ey Âdem oğulları!, size tavsiye etmedim mi ki, şeytana ibadet etmeyiniz. Şüphe yok ki, o sizin için apaçık bir düşmandır.
60. Ve Allah tarafından şöyle bir hitap da yönelecektir. (Ey Adem oğulları!. Size) Dünyada bulunduğunuz zaman (tavsiye etmedik mi ki,) Peygamberler ve samavi kitaplar vasıtasiyle bildirmiş olmadık mı ki, (şeytana ibadet etmeyiniz) onun vesveselerine uymayınız, ona itaatte bulunmayınız, siz kendinize Allah tarafından gösterilen selâmet ve saadet yolunu takibedin, ondan ayrılmayınız (Şüphe yok ki, o) şeytan (sizin için apaçık bir düşmandır.) Soy kökünüz olan Hz. Adem hakkındaki düşmanlığını bilmiyor musunuz?. Onun ne kadar aldatıcı, kötülük isteyen bir mel’un olduğunu anlamış değil mi idiniz?. Hiç aklıbaşında olan kimse, öyle hakka muhalif, ahlâka aykırı olan şeytani sözlere, propagandalara kıymet verir mi?. Onların tesirleri altında kalmak ister mi. Bu şekilde olan bir hitap, kınama ve susturmak içindir.
61. Ve bana ibadet ediniz. İşte doğru yol budur.
61. (Ve) Ey insan oğulları. Size emr etmedik mi ki: (bana ibadet ediniz) Benim emirlerime itaatte bulunun ve yasakladığım şeylerden kaçının (işte doğru yol budur) işte sizi selâmete, hidayete erdirecek yol, yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet etmenizdir, onun emirlerine ve yasaklarına riayette bulunmanızdır. Artık nasıl olur da şeytana uyarsınız?. Onun aldatmalarına kıymet verirsiniz?.
62. Andolsun ki, sizden birçok toplulukları sapıklığa düşürdü. Siz akıl erdiriyor olmadınız mı?
62. Evet.. (Andolsun ki,) Muhakkak bir gerçektir ki, ey insan oğulları!. O şeytan (sizden birçok toplulukları sapıklığa düşürdü) doğru yoldan çıkardı. Küfre, isyana uğrattı. Yeryüzünde nice kavimler, Allah’ın birliğine inanmıyorlar, bir takım mahlûkata yaratıcılık, mâbutluk isnadına cür’et ediyorlar, akl ve mantığa muhalif iddialarda bulunuyorlar. Bütün bunlar birer şeytani vesvesenin neticesidir. Artık Ey gafiller!. (siz akıllıca düşünür olmadınız mı?.) O şeytanın size olan düşmanlığını anlamadınız mı?. Nedir sizdeki bu gaflet!.
§ Cibil; Büyük cemaat demektir.
63. Bu sizin o vâd olunmuş olduğunuz cehennemdir.
63. Artık o şeytana uyup kâfirce bir hâlde ölüp gidenlere ahirette bir ihanet, bir hakaret için denilecektir ki: (Bu) İçine atıldığınız ateşli mahal (o) dünyada iken Peygamberler vasıtasiyle (vâd olunmuş olduğunuzcehennemdir) şimdi anladınız mı?. Vaktiyle bunu inkâr ediyordunuz. Artık lâyık olduğunuz bu ebedî azaba kavuşmuş oldunuz. Bu kendi kötü hareketlerinizin bir neticesidir.
64. O inkâr eder olduğunuzdan dolayı bugün ona giriveriniz.
64. Ve o kâfirleri kınamak için şöyle de denilecektir: (O) Dünyada iken (inkâr eder olduğunuzdan dolayı) yapılan tenbihlere, ihtarlara rağmen bu ahiret âlemi, bu cehennem azabını inkâr edip şeytana tâbi olduğunuz için şimdi (bugün ona) o cehennemin ateşi içine (giriveriniz) onun pek acıklı, yakıcı azabını tadınız, o ebedî azaba yaslanarak yanıp yakılınız.
§ Isla; Ateşte kızdırmak, âteşe yakmak, sıcaklığı arttırıp şiddetlendirmek manasınadır.
65. Bugün onların ağızları üzerine mühür basarız ve bize elleri söyler ve neler kazanır olduklarına dâir ayakları şahitlikte bulunur.
65. Hak Teâlâ Hazretleri o kâfirlerin başlarına gelecek olan pek şiddetli azabı şöylece haber veriyor: (Bugün) Bu kıyamet gününde (onların) o kâfirlerin (ağızları üzerine mühr basarım) onları söz söyleyebilmekten âciz bırakırız (ve bize elleri söyler) onlar dünyadaki küfrlerini inkâra cür’et gösterirler, fakat buna rağmen onların elleri onların dünyada iken neler yapmış olduklarını söyler, haber verir (ve neler yaptıklarına dair ayakları şahitlikte bulunur) ayakları dile gelerek onların neler yapmış olduklarına şahitlik ederek aleyhlerinde konuşmakla onların inkârlarını çürütmüş olur. Evet.. Yüce Yaratıcı, herşeye kâdirdir.
Bu dünyada bile insanların sözleri bir alet vasıtasiyle zapt ediliyor, parmakların, ayakların izleriyle onların yaptıkları şeyler anlaşılarak mahkemelere gösteriliyor. Bunları böyle yaratan Cenab-ı Hak, yarın ahirette de onların bütün uzuv ve organlarını konuşturabilir, onların dünyadaki amellerini osuretle meydana çıkararak onları susturabilir. Allah’ın kudreti yanında bunlar pek kolay şeylerdir. Şüphesiz inanıyoruz…
66. Ve eğer dilese idik gözlerini büsbütün mahvederdik de yola koşar dururlardı. Artık nereden görebilecekler?
66. İşte Cenab-ı Hak, kudretinin mükemmelliğini ve mahlûkatıi üzerindeki tasarruflarının pek geniş olduğunu bildirmek için buyuruyor ki, (ve eğer dilese idik) o kâfirlerin daha dünyada iken (gözlerini büsbütün mahvederdik de) onlar o boş gözleri ile de hiç bir şey göremez olurlardı, şaşkın bir halde (yola koşar dururlardı) evvelce gidip geldikleri bir yolu yine tâkibetmek isterlerdi.
(Artık nereden görebileceklerdi?.) Elbette göremeyecekler, zarar ve ziyana uğramış bir halde kalacaklardı. Halbuki, Allah Teâlâ onları bu dünyada öyle bir körlüğe uğratmadı. Onlar kudret eserlerini görüyor, yollarını takibedebiliyorlardı. Binaenaleyh bunun şükrünü ifa etmeli, bu kuvveti kendilerine veren Kerem Sahibi Yaratıcıya kullukta bulunup durmalı değil mi idiler?.
§ Tams; Ber eseri gidererek mahvetmek demektir.
67. Ve eğer dilese idik onları en kuvvetli bulundukları yerde mahvederdik. Artık ne geçip gitmeğe ve ne de geri dönmeğe güç yetiremezlerdi.
67. Evet.. O Yüce Yaratıcı, kulları hakkındaki lütf ve ihsanına işaret ve o gibi inkârcıları tehdit için buyuruyor ki: (Ve eğer dilese idik onları) O inkârcıları (en kuvvetli bulundukları yerde) en genç ve dinç bulundukları bir çağlarında (mahvederdik) kendilerini âciz, miskin felç olmuş bir hale getirirdik (artık ne geçip gitmeğe ve ne de geri dönmeğe güçleri yetmezdi) hiçbir tarafa kımıldanmaya güçleri yetmezdi. Hattâ Cenab-ı Hak dilese idi onları maymunlara, domuzlara çevirir veya onlarıtaşlar gibi bir hale getirirdi. O Yüce Yaratıcının sonsuz kudreti hepsine fazlasıyle kâfidir.
§ Mesh; Bir sureti başka bir çirkin surete dönüştürmek manâsınadır.
68. Ve her kimi de çokca yaşatıyor isek onu yaratılışda baş aşağı ediyoruz. Daha akıllıca düşünemiyorlar mı?
68. Hikmet Sahibi Yaratıcı, bir takım kâfirlerin: “Eğer biz dünyada daha çok yaşamış olsa idik aklımızı başımıza toplar, Cenab-ı Hak’kı bilip tasdik ederdik” gibi bir şekilde ahirette ileri sürecekleri mazaretlerine mahal bulunmadığına işâret için de buyuruyor ki: (Ve her kimi de) Bu dünyada (çokça yaşatıyor isek) ihtiyarlık çağına girmiş oluyor ve duygularına, kuvvetlerine zayıflık geliyor, artık geçici olan dünya hayatının gereği olmak üzere (onu baş aşağı ediyoruz) eski kuvvetinden, bilgisinden, kabiliyetinden eser kalmamaya başlamış oluyor. Binaenaleyh o inkârcılar da dünyada öyle kendi iddiaları gibi daha ziyade yaşamış olsalar idi, daha mı iyi düşünebilecek bir halde bulunacaklardı?.
Ne için onları daha ziyâde kuvvete, faaliyete, hayat kabiliyetine sahip bulundukları sırada hâllerini düzeltmeye çalışmamış bulunuyorlar?. Onlar (daha akıllıca düşünemiyorlar mı?) nedir o kadar gaflet!. O kadar yanlış düşünce!. Onlar, kâfi miktar yaşadıklarını ve kendilerini irşada çalışan zâtların kendilerine gönderilmiş olduğunu bir kere dikkate almalı değil midirler?.
§ Neks; Baş aşağı etmek, birşeyi kuvvetini gidererek zayıflığa düşürmek demek
69. Ve biz ona şiiri öğretmedik ve onun için lâyık da olmaz. O, başka değil bir ögüttür ve apaçık bir Kur’an’dır.
69. Bu mübârek âyetler, şairliğin peygamberliğin şânına lâyık olmadığını Kur’an-ı Kerim’in ise ilâhi bir öğüt olup ne gibi hikmetlerden dolayı indirilmiş bulunduğunu bildiriyor. Kerem Sahibi Yaratıcının yaratmışolduğu birçok hayvanlardan vesâireden yararlandıkları halde nankörlükte bulunan ve bir takım âciz, yardıma muhtaç şeyleri o Yüce Yaratıcı’ya ortak tanıyan ve onlardan yardım bekleyen müşriklerin o pek cahilce hâllerini kınıyor ve teşhir buyuruyor.
O gibi inkârcıların bütün açıkladıkları ve gizledikleri şeyleri o Yüce zâtın bilmekte olduğunu ve onların lakırdılarından Resûl-i Ekrem’in üzülmemesini beyan ile o Yüce Peygamberi teselli etmiş bulunmaktadır. Şöyle ki: (Ve biz O’na) Muhammed Aleyhisselâm’a (şiiri öğretmedik) O’nun beyanları, O’nun tebliğ ettiği Kur’an âyetleri asla şiir kabilinden değildir. (ve onun için) O Yüce Peygamber hakkında şiir ile uğraşmak ve şairce sözler (lâyık olmaz) O’nun peygamberlik vazifesi, O’nun değerinin yüceliği böyle bir uğraşıya mânidir.
Bilindiği gibi şiir,
vezinli, kâfiyeli ve çoğu kere zanna, hayâle dayanan zorluktan uzak olmayan bir beyan şeklidir. Şâirlerin birçoklarıyla kendilerini veya başkalarını gerçeğe aykırı olarak meth eden ve övenler veyahut başkalarını haksız yere veya aşırı bir şekilde kötülemeye ve hicve cür’et gösterirler.
Gerçekten de pek kıymetli, hakikata tercüman olan şâirler de vardır, fakat bunlar bir müddet ilm ile, edebiyat ile meşgul olmuş kimselerdir, yazdıkları manzumelerde bir düşünce ve çalışma eseridir, birer gayretin neticesidir. Resûl-i Ekrem’in mübârek hayatı ise bilinmektedir.
Kırk yaşına kadar asla ilm ile, edebiyat ile uğraşmamıştır ve kendisinden ahlâksız, gerçeğe aykırı birşey çıkmamıştır. Kavmi arasında “Muhammed-ül emin güvenilir” ünvanına sahip bulunuyordu. Bilâhara ilâhi vahye mazhar oldu, hiç çalışmadığı’ halde bir nice dinî hakikatları öğrendi, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini Cibril-i Emin vasıtasiyle vakit vakit alarak hemen ashab-ı kiram’ına tebliğ etti. Kur’an-ı Kerim’in bütün ayetleri ise sırf hakikattir, birer söz mucizesidir, asla şiir kabilinden sayılamaz.
Gerçekte bir kısa âyeti celil veya bir hâdis-i şerif manzum gibi görülebilir,
mesela:
Peygamber Efendimizin “Enen nebiyyû Lâkezib” “Ene İbnû Abdilmuttalip” hadis-i şerif’i manzum görülmektedir. Fakat bu, bir şiir söylemek kasdıyla ilgili olmaksızın ani bir doğuş kabilinden bulunduğu için asla şiir sayılamaz, bu ittifakla vâki olan beyanat kabilindendir.
Bununla beraber bu gibi Peygamberi beyanatları, pek nadirdir. (O) Kur’an-ı Kerim ise (başka değil bir mevizedir) insanlığı irşâda, aydınlatmaya hidayet yoluna sevke vesile olan pek şerefli bir ilâhi öğüttür, (ve apaçık bir Kur’an’dır.) bir semavi kitaptır, bir nice hikmetleri toplayıcıdır, hak ile bâtılın arasını ayırıp tayin etmektedir, daima okunmasıyla sevap kazanılmaktadır.
Artık öyle yüce, mucize bir ilâhi kitap, nasıl şiir sayılabilir?. Nitekim Resûl-i Ekrem’e karşı muhalif cephe alanlar, savaşları bile göze aldıkları halde o Kur’an-ı Kerim’in bir sûresine bile nazire yazmaktan, O’nun aleyhine bir delil, bir kanıt getirmekten âciz kalmışlardır. Şuara sûresinin 224’üncü âyetinin izahına da bakınız.
“Dünyada bütün sühna veranın”
“Yazdıkları en bedî’ eserler”
“Kur’an-ı meâli iktiranın”
“Bir sûresine nazire olmaz”
70. Hayat sahibi olan kimseyi korkutması ve kâfirler üzerine de azabın gerçekleşmesi için O Kur’an’ı indirdik.
70. Evet.. Kur’an-ı Kerim, asla şiir kabilinden değildir, O bir ilâhi kitaptır, bir ilâhi öğüttür. İşte Allah Teâlâ, bu hakikatı beyan için buyuruyor ki: (Hayat sahibi olan kimseyi korkutması) için Yani: Kalben hayatta olan akıllı, düşünen kimseyi ilâhi azab ile korkutup hidayet yoluna sevk için o Kur’an-ı Kerim’i inzâl ettik (ve kâfirler üzerine de) manen ölü sayılan dinsizler hakkında da (azabıngerçekleşmesi) vacip ve sabit olması (için) O Kur’an-ı Kerim’i indirdik. O’nun nüzulü, bu gibi hikmetlere dayanmaktadır. O öyle hayallere, şahsi düşüncelere dayanan bir şiirler mecmuası değildir. Buna inancımız tamdır..
71. Görmediler mi ki, muhakkak biz onlar için kudret ellerimizin yaptıklarından dörder ayaklı hayvanlar yarattık artık onlar bunlara sahiptirler.
71. O putlara tapınan, Kur’an’ın ilâhi bir lütuf olduğunu takdir edemeyen müşrikler, inkârcılar (Görmediler mi ki?.) görmüş gibi bilmediler mi ki, (Muhakkak biz onlar için) kudret (ellerimizin yaptıklarından) yani: Kimsenin bir yardımı olmaksızın sırf kendi kudretimizle varlık alanına getirdiklerimizden (dörder ayaklı hayvanlar yarattık) develeri, sığırları, koyunları vücude getirdik. Artık (onları) o insanlar (bunlara) bu çeşitli cinsteki hayvanlara (sahiptirler) bunları disipline etmeye kâdirdirler, bunlardan istedikleri gibi istifâde edip duruyorlar.
72. Ve onlara bunları musahhar itaatkâr kıldık. Artık bunlardan onların binecekleri Hayvanlar vardır ve bunlardan yiyiverirler.
72. (Ve onlara) O insanlara (bunları) bu çeşit çeşit hayvanları, (müsehhar) boyun eğici, itaatkar (kıldık) onlardan diledikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlar (artık bunlardan) bu hayvanlardan (onların) o insanların (binecekleri) hayvanlar (vardır) atlar gibi, develer gibi hayvanlara binerler, onlara yüklerini yüklerler, onlar ile istedikleri yerlere çıkar giderler. (ve) O insanlar (bunlardan) bu hayvanların deve, sığır, koyun gibi bir kısmının etlerinden, yağlarından (yiyiverirler) bu suretle de istifade ederler, geçimlerini temine muvaffak olurlar.
73. Ve onlar için bunlar da menfaatler ve içilecekler vardı. Hâlâ şükretmiyecekler mi?
73. (Ve) Maamafih (onlar için) o insanlaramahsus olmak üzere (bunlarda) bu çeşitli hayvanlar da başkaca da (menfaatler) vardır. Onların tüylerinden, yünlerinden, derilerinden ve yavrularından da istifade ederler. (Ve) Bunlar da, insanlar için (içilecekler) de (vardır) onların bir kısmının sütlerinden de içip yararlanırlar. Bütün bunlar, insanların hakkında birer büyük ilâhi ihsandır. (HâIâ) Bir kısım insanlar (şükretmiyecekler mi?.) bunları kendilerine ihsan buyuran Kerem Sahibi Yaratıcının birliğini, yaratıcılığını tasdik ederek kendisine ibadette, ve şükürde bulunmayacaklar mıdır?. Nedir onlardaki, o gaflet, o cehalet!
74. Onlar, belki yardım olunurlar diye Allah’tan başkasını mabut edindiler.
74. O bir kısım insanların cehaletine, pek divânece düşüncelerine bakınız ki: (Onlar, belki yardım olunurlar diye Allah’tan başkasını mabût edindiler) Bir takım putlara tapmakta bulundular, o putlardan bir şefaat, bir faide beklemektedirler. Hiç öyle mahlûk ve kendilerini bile bilip korumaktan âciz şeyler, Mâbut olabilirler mi?. Onlardan bir faide beklenilebilir mi?.
75. Onlara yardım etmeğe güçleri yetmez. Onlar ise bunlar için hazırlanmış yardımcı erlerdir.
75. Şüphe yok ki, o taptıkları şeylerin (Onlara) o tapanlara (yardım etmeğe güçleri yetmez) o putlar, haddizatında âciz, zelil şeylerden başka birşey değildir. (Onlar ise) O putperest kimseler ise (bunlar için) bu putları, bu bâtıl ilahları için (hazırlanmış yardımcı erlerdir) o müşrikler, bu taptıkları putları müdafaaya çalışırlar, onların aleyhinde bulunanlara düşman kesilirler, öyle fâidesiz, kendilerini koruyamaz şeylerden bir faide beklerler. Bu ne kadar ahmaklık!.
76. İmdi onların lâkırdıları seni üzmesin. Şüphe yok ki, biz, onların neleri gizlediklerinive neleri açığa vurduklarını biliyoruz.
76. (İmdi) Ey Peygamberlerin Sonuncusu teselli bul (onların) o müşriklerin öyle ahmak kimselerin (lâkırdıları seni üzmesin) onların sana şair, şihirbaz demelerinden, senin peygamberliğini inkâr etmelerinden dolayı müteessir olma. Onların artık ne kadar akılsız, cahil kendi fâidelerini, zararlarını takdirden âciz kimseler oldukları meydanda. Öyle ehemmiyetsiz kimselerin ne kıymetleri vardır ki, onların dedikodularından dolayı senin için endişeye mahal bulunsun!.
(Şüphe yok ki, biz) Ben Yüce Yaratıcı (onların neler gizlediklerini) nasıl yalanladıklarını, düşmanlık beslediklerini (ve neler açığa vurduklarını) lisanlariyle neler söylediklerini, ne gibi bâtıl isnatlarda, lâkırdılarda bulunduklarını (biliyoruz) onların hiçbir hal ve hareketi Allah katında meçhul değildir. Onlar elbette ki, lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Onlar Yüce Yaratıcının mahlûkatı üzerindeki kudretini tasarruflarını bir kere düşünmeli değil midirler?. Kâfirler ve münafıklar hakkında ne büyük bir ilâhi tehdit!.
77. İnsan görmedi mi ki, muhakkak biz onu bir nutfeden yarattık, sonra o, bir apaçık düşman kesilmiştir.
77. Bu mübârek âyetler de Allah Teâlâ’nın yüce kudretine işaret eden insanlığın yaratılmasını dikkat nazarlarına sunuyor. Ölülerin tekrar hayata kavuşturulacağını inkâr eden cahillerin iddialarını açık bir şekilde reddediyor ve hatalarını teşhir buyuruyor. Ölüleri tekrar hayata kavuşturmanın imkânına ait, ibret verici, yaratılış harikasını örnek olarak gösteriyor.
Bütün kâinat levhalarını yoktan yaratmış olan hikmet sahibi Yaratıcının dilediği şeyleri hemen yaratıp vücude getireceğini bir misal ile izahta bulunuyor. Bütün varlıklara tamamen sahip, hepsi üzerinde hakkıyla hükmeden ve tasarrufta bulunan ve bütün insanları ahirette manevihuzuruna toplayacak olan Yüce Yaratıcının kutsiyyetini, ve bütün noksanlardan uzak bulunduğunu beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki: O kıyamet hayatını inkâr eden (İnsan görmedi mi ki,) hiç göz ile görülmüşcesine bilmedi mi ki (muhakkak biz) yani: Ben Yüce Yaratıcı, kudret ve takdirimle (onu) o insanı ve onun benzerlerini (bir nutfeden yarattık) öyle bir damla su mesabesinde olan ehemmiyetsiz bir sıvıdan meydana getirdik.
(Sonra o) İnkarcı, o kadar Allah’ın kudretine şahitlik eden yaratma olayını bilip dururken (bir apaçık mücadeleci) kesilmiş (dir.) Cenab-ı Hak’ka karşı âdeta düşmanca bir vaziyet almış, O’nun yüce kudretini inkâr etmekte bulunmuştur. Bu ne kadar cahilce bir cür’et!.
78. Ve kendi yaradılışını unuttu da bize bir misâl getirmeye kalkıştı, dedi ki: Kemikleri kim diriltebilir ki, onlar çürümüşlerdir.
78. (Ve) O inkârcı (kendi yaradılışını unuttu da,) kendisinin de öyle bir damla sudan vücude getirilmiş olduğunu düşünmez oldu da (bize bir misâl getirmeye kalkıştı) kendi iddiasınca ölüleri tekrar hayata erdirmenin mümkün olmayacağına dair bir acaip örnek göstermeğe cür’et etti. (Dedi ki: Kemikleri kim diriltebilir ki, onlar çürümüşlerdir) Onlar toprak kesilmiş, her tarafa savrulmuştur.
Artık onlar yeniden nasıl hayata erdirebilir?. İşte kendisinin başlangıçta nasıl yaratılmış olduğunu düşünmeyen, âlemin Yaratıcısının sonsuz olan kudretini takdir edemeyen bir cahil, böyle yanlış bir kanaatte bulunur. Rivayete göre “As bini Vail” elinde bir çürümuş kemik olduğu halde Peygamberin huzuruna gelerek o kemiği ufatmış, “Bu kemiği mi Allah Teâlâ böyle ufalandıktan sonra diriltecektir?.” diye söylenmiş..
Resûl-i Ekrem de: Evet.. Allah Teâlâ bunu diriltecektir, sonra seni öldürecek, sona seni diriltecek, daha sonra da seni cehennem ateşine girdirecektir. Diye buyurmuş, bunun üzerine bu âyetler, busurenin nihayetine kadar nâzil olmuştur. Diğer bir rivayete göre de Peygamberin huzuruna gelip bu inkârda bulunan “Übey-ibni Helef”dir ki, bu inkârcıyı, Resûl-i Ekrem Hazretleri Uhud gazvesinde bir darbe ile öldürmüştür.
79. Deki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecektir. Ve o, bütün yaratılmışları tamamiyle bilendir.
79. Artık sen de ey Yüce Peygamber!. O gibi inkârcılara (De ki: Onları) o kemikleri (ilk defa yaratmış olan) Yüce Yaratıcı (onları tekrar diriltecektir) onları yeniden hayat sahasına çıkaracaktır. (Ve) şüphe yok ki, (o) âlemin Yaratıcısı (bütün yaradılmışları tamamiyle bilendir) o kemiklerin de nasıl parçalanmış, nasıl darmadağın olarak etrafa savrulmuş ve nerelerde kalmış olduklarını tamamen bilir.
Onları takdir edilen vakit gelince yüce kudretiyle tekrar toplar, tekrar hayata nâil eder. Özellikle bir damla sudan vücude gelmiş olan bir insan, yine kendisinin bir zerre miktarı olan aslî bir parçasının bâki kılınması ve iadesiyle tekrar teşekkül ederek varlık alanına çıkarılmış olur. Allah’ın kudreti karşısında böyle bir yaradılış asla inkâr edilemez.
80. O Yüce Yaratıcı ki: Sizin için yemyeşil ağaçtan bir âteş vücuda getirmiştir de şimdi siz ondan yakıveriyorsunuz.
80. Ey inkârcı insanlar!. Bir kere de şunu düşününüz (O) Yüce Yaratıcı, (ki, sizin için) insanlar istifade etsinler diye (yemyeşil ağaçdan bir âteş vücude getirmiştir,) Evet.. Birçok ağaçlar rutubetlidir, kendilerinden suların çıkıp damlayacağı bir mahiyettedir. Buna rağmen kendilerinden bir ateş meydana gelir (de şimdi siz onda yakıveriyorsunuz) o kuru bir mahiyetteki ağacı yakıp ondan istifade edersiniz, öyle rutubetli birşey, büsbütün ateşli bir durum almış olur. Bütün bunlar, Cenab-ı Hak’kın kudretiyle meydanagelmiş pek garip birer yaratılış eserleridir. Artık insanların kemiklerinin de Allah’ın kudretiyle tekrar büyüyüp gelişerek teşekkül etmesi, nasıl imkânsız görülebilir?.
81. Gökleri ve yeri yaratmış olan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. Ve o hakkıyla bilen yaratandır.
81. Bir kere düşünmeli!. (Gökleri ve yeri yaratmış) Bu büyük âlemleri yoktan meydana getirmiş (olan) bir kudret sahibi Yaratıcı (onların mislini) o gökleri ve yeri mahvetikten sonra onların birer benzerini (yaratmaya kâdir değil midir?.) bu nasıl inkâr edilebilir?. (elbette kâdirdir) Onların benzerlerini vücude getirebilir. O halde o muazzam âlemleri yeniden yaratmaya kâdir olan Yüce Yaratıcı, insanları öldürdükten sonra tekrar iade edemez mi?. Bu nasıl inkâr edilebilir?. (Ve O) ezeli Yaratıcı elbette ki, herşeyi hakkıyla (bilen) ve herşeyi yoktan (yaratan) bir Yüce Yaratıcı (dır) artık insanları da tekrar hayata kavuşturacağı asla imkânsız görülemez.
82. O’nun emri, birşeyi istediği zaman ancak O’na “ol” demesidir ki, o da hemen oluverir.
82. Evet.. (O’nun) O kâinatın Yaratıcısının (emri) ilahlık şânı ve rablık vasfı şöyledir ki, O (birşeyi murat ettiği zaman) çeşitli mahiyetteki şeylerden herhangi birini yaratmak dilediği vakit (O’na ancak ol demesidir ki,) yani: Vücude gelmesini dilemesidir ki, (o da hemen oluverir) o da derhal varlık sahasına gelir. “Böyle bir kün = ol!” emrinden maksat, bir misâlden, yani: Allah’ın kudretinin yöneldiği şeyde hemen tesirini göstererek o şeyin derhal vücuda gelmesinden ibarettir. Binaenaleyh Yüce Yaratıcı ölmüş insanların da tekrar hayat bulmalarını istediği vakit, hepsi de hemen yeniden teşekkül eder, hayata ererek varlık alanına atılmış olurlar.
83. Hakikaten noksanlardan münezzeh tesbihve takdise lâyıkdir. O Yüce Yaratıcı ki, herşeyin tam mülkü O’nun kudret elindedir ve siz de ancak O’na O’nun mânevî huzuruna döndürüleceksinizdir.
83. (Hakikaten noksanlardan münezzeh) Tesbih etmeye ve kutsamaya lâyık (dır O) Kerem Sahibi Yaratıcı (ki, herşeyin tam mülkü, O’nun kudret elindedir.) bütün varlıklara sahip, hepsinin üzerinde hükmü açık ve gizli cereyan eden, ancak O Yüce Yaratıcı’dır. O’nun ilâhi hükmü, bütün mahlûkat üzerinde cereyan etmektedir. (ve siz de) Ey insanlar!. (ancak O’na) O Yaratıcınızın mânevi huzuruna, O’nun tâyin edeceği muhasebe ve muhakeme alanına (döndürüleceksinizdir.) bu dünya hayatı nihayet bulacak, bütün insanlar lâyık oldukları âkibetlere kavuşacaklardır. Artık daha dünyada iken o istikbali düşünmelidir, Yüce mâbudun mânevi huzuruna gidip ilâhi tecellilerine kavuşmaya vesile olacak güzel amellerde bulunmaya çalışmalıdır. Kur’an-ı Kerim’in bu yüce irşadını, tenbihlerini güzelce düşünerek doğru bir inanca sarılmalıdır, ilâhi lütf o erişmeyi istirham ederek ilâhi korumaya sığınmalıdır. Başarı, Allah’tandır.
§ Melekût;
Tam bir mülk manâsınadır. Birşey hakkında tam bir tasarrufa, bir hâkimiyete sahip olan zât, onun melekûtuna, yani tam mülkiyetine sahip demektir. Yasin sure-i celîlesi, pek mukaddes bir Kur’an sûresidir, okunması pek çok sevaba vesiledir. Tefsir-i Kebir’de vesâirede işâret olunduğu üzere mübârek Yasin sûresini ölmek üzere bulunan bir müminin yanında okumakta birçok fayda vardır.
Öyle bir zamanda o müminin bedeni kuvveti zayıf bulunur, lisanı söz söylemekten âciz bir halde kalır, artık günahlardan ayrılarak kalben Cenab-ı Hak’ka yönelmiş olur. Binaenaleyh böyle bir sırada onun başı yanında bu mübârek sure okununca onun kalbi kuvveti artar, güzel itikadı kuvvetlenir, mânen şifa bulmuş olur.
Maamafih böyle mukaddes âyetlerin okunması bereketiyle o müminin inşaallah ölümü kolaylaşır, kabrinde de istirahate erer. Bir hadis-i şerif şu meâldedir: “Bir kimse Yasin suresi ni Allah’ın rızasını taleb ederek okursa -küçük günah kabilinden olan- geçmiş günahı kendisi için bağışlanır. Artık onu ölülerinizin yanında okuyunuz.” Bu sahih bir hadistir. Fakat şu meal de iki hadiste rivâyet olunuyor.
“Şüphe yok ki, herşey için bir kalp vardır, Kur’an’ın kalbi ise Yasin’dir, kim Yasin’i okursa onun okunması sebebiyle kendisi için Kur’an’ı on defa okuma -sevabı- yazılır.” “Kim Yasin’i bir defa okursa Kur’an’ı sanki iki defa okumuş olur. Bu iki hâdisin rivâyeti ise zayıftır. Bunlar sahih rivâyetler kabilinden değildir. Şüphe yok ki: Bir mükâfata erişmek, tercih edilen zahmet miktarıncadır.
Bir mübârek sureyi okumakla bütün Kur’an’ı okumak elbetteki, aynı olamaz. Bir de birşey diğer birşeye bir açıdan benzetilmekle, bu iki şeyin her yönden eşit olmasını gerektirmez. Belki bunlar arasında bir açıdan bir eşitlik bulunduğuna işaret edilmiş olur.
Bu husus Elcami-üs Sağîr’de ve onun şerh-i Feyz-ül Kadîr’de gösterilmiştir. Kısacası: Biz, kerim, rahim yaratıcımızın daima iltifatını istirham eder, O’nun Yüce rahmetinden ümidimizi asla kesmeyiz. Velhamdülillâh-i Rabbil’âlemin vessalâtü vesselâmü ala seyyidina muhammedin ve âlâ âlihi ve eshabi-hi acmaîn.