Vakıa Suresi Tefsiri

Vakıa Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ÖMER NASUHİ BİLMEN

Vakia Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek sûre de Mekke-i Mükerreme’de Taha sûresinden sonra nâzil olmuştur. Doksan altı âyet-i kerîmeyi kapsamaktadır. İlk âyetinde büyük hâdise, yâni: kıyamet mânâsına olan “vakıa” tâbiri bulunduğu için kendisine bu “Vakıa sûresi” adı verilmiştir.

Vakıa sûresi ile Errahmân sûresi arasında büyük bir münâsebet vardır, İkisinde de ehl-i Cennet ile ehl-i Cehennem hakkında malûmat verilmiştir, bu mübârek Vakıa sûresi, kıyamete dair malûmat veriyor, diyanet ve muhasebe bakımından insanların üç sınıf üzere bulunduğunu bildiriyor ki, bunlar Sabikun (ileri geçenler) denilen Allah’a en yakın olanlar ile, defteri sağından verilen zâtlardan ve defteri solunda verilen suçlulardan ibarettir.

Yaratıcısının Âlem’in varlığına, büyüklük ve kudretine ve kıyametin kopacağına dair birçok delilleri de câmi bulunmaktadır, inkârcıları da kınamakta ve yermektedir. Ve müminleri Allah’ı birlemeye ve tesbîhe dâvet buyurmaktadır.

1. Kıyamet hâdisesi meydana geldiği zaman.

1. Bu mübârek âyetler, kıyametin şüphesiz kopacağını bildiriyor. Bâzı tâifeleri alçaltıp bâzı zümreleri yükselteceğini haber veriyor. O gün de yer küresinin ne gibi değişikliklere uğrayacağını ihtar ediyor. İnsanların da o gün sağ ehli, sol ehli ve ileri geçenler adıyla üç sınıfa ayrılacaklarını ve ileri geçenler vasfına sâhip olanların Allah’a en yakın kimseler olup Naîm cennetlerine nâil olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Kıyamet hâdisesi vâki olduğu zaman) Yâni İkinci üfleme ile kıyamet koptuğu, o pek müthiş hâdise meydana geldiği vakit artık kıyamet gerçekleşmiş olur.

2. Onun oluşu için bir yalan yoktur.

2. O hâlde (Onun) o kıyametin (oluşu için bir yalan yoktur.) o hakikaten meydana gelmiş, dünya âlemi sona ermiş bulunur, bunda şüphe yoktur. Yâhut artık o zaman, kıyametin kopmasını inkâr edecek bir nefis bulunamaz, herkes de onun koptuğunu görmüş, anlamış olur.

3. O kıyamet alçaltıcıdır, yükselticidir.

3. O kıyamet (Alçaltıcıdır) bir nice kavimleri zillete, hakarete, azaba uğratır ve yine o kıyamet (yükselticidir) mümin kulları da izzete, saadete kavuşturur. Onların kadrini yüceltir. Yâni: Bedbahtları cehennemlerin aşağı derecelerine atar, bahtiyar olanları da cennetlerin yüksek derecelerine kavuşturur.

4. O zaman yer, şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmıştır.

4. (O zaman) O kıyamet koptuğu an (yer şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmıştır.) Yâni: Kıyamet koptuğu vakit yer küresi müthiş bir sarsıntıya tutulmuş olacaktır.

5. Ve dağlar parçalanmakla parçalanmıştır.

5. (Ve) O zaman (dağlar parçalanmakla parçalanmıştır.) yâni: Yer yüzündeki dağlar parça parça olmuş, mahv ve yok olmuş bir hâle gelmiş bulunacaktır. Artık binalardan, kal’alardan vesâireden hiçbiri varlığını koruyabilmiş olmayacaktır.

6. Artık dağlar dağılmış, toz hâline gelmiştir.

6. (Artık) gün bütün dağlar (dağılmış, toz hâline gelmiştir.) yâni: O kıyamet sebebiyle bütün yeryüzündeki en kuvvetli varlıklar da darmadağın olmuş, rüzgârların çarpıp savurdukları toz ve duman gibi bir hâle gelmiş bulunacaklardır.

7. Ve o gün siz de üç sınıf olmuşsunuzdur.

7. (Ve) Ey insanlar!. O gün (siz de üç sınıf olmuşsunuzdur) dünyadaki inancınıza, amellerinize göre üç zümreye ayrılmış bulunacaksınızdır.

8. İmdi biri Ashab-ı Meymene’dir, nedir Ashab-ı Meymene?

8. (İmdi) Biri (Ashab-ı Meymene’dir.) yâni Kitapları kendilerine sağ taraflarından verilecek olan müminlerdir, (nedir Ashab-ı Meymene?.) Onlar ne kadar mutlu zâtlardır. Onların hâl ve şanları bizim takdirimizin üstünde güzeldir.

9. Ve ikincisi Ashab-ı Meş’eme’dir, nedir Ashab-ı Meş’eme?

9. (Ve) İkincisi (Ashab-ı Meş’emedir.) kıyamette kitapları kendilerine sol tarafından verilecek olan inkârcılardır (nedir Ashab-ı Meş’eme?.) onların hâl ve şanları da ne kadar korkunçtur, onlar cehenneme sevk edilecek olan pek kötü hâl sâhibi kimselerdir.

10. Ve üçüncüsü de ileri geçenlerdir, ileri geçenlerdir.

10. (Ve) Üçüncü zümreyi teşkil eden zâtlar ise (ileri geçenlerdir) yâni: Yüce peygamberlerdir. Muhacirler ve Ensâr-ı Kirâm’dır, hayır ve iyiliklerde yarışan mü’minlerdir, güzel hâlleriyle şöhret bulmuş, fâziletleri ve güzel davranışları bilinmiş olan mü’minlerdir. Bunlara “Sabikun” (ileri geçenler) denilmiştir. Hz. Âişe, Radiyallâhü Teâlâ Anha’nın rivâyet ettiği bir hâdis-i şerife göre sabikun, Hak Teâlâ’nın rahmet gölgesine ilk koşup nâil olacak zâtlardır ki, kendilerine hak verildiği zaman kabul ederler, ve kendilerinden hak istenildiği zaman onu bolca verirler ve insanlar için, kendi şahısları için hükmettikleri gibi hükmederler.

11. İşte Allah’a en yakın olanlar, onlardır.

11. (İşte mukarreb olanlar) mânevî yakınlığa nâil, yüce Arş’a tâyin olanlar, yüce mertebelere sâhip olup “mukarrebin” adını alanlar (onlardır.) o Sabikun zümresini teşkil eden temiz ruhlar, tertemiz bir hayat sâhibi bulunan zâtlardır.

12. Naîm cennetlerinde nimetler içinde olacaklardır.

12. O Allah’a yakın olan zâtlar (Naîm cennetlerinde) bulunacaklardır. Onlar, o pek yüksek cennetlerde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve bir insanın aklına gelmediği nîmetler ile nîmetlenmiş olacaklardır. Ne yüce bir mazhariyet!.

13. O öne geçenler evvelkilerden bir cemaattir.

13. Bu mübârek âyetler ileri geçenlerin kimlerden ibaret olduklarını bildiriyor. Onların âhirette nasıl şanlı vaziyetlere, çeşitli nîmetlere, seçkin hizmetçilere ve pek güzel eşlere nâil olacaklarını müjdeliyor. Onların boş lâkırdılardan uzak olup birbirlerine selâm vereceklerini beyan ve aralarındaki samimiyete, ahlâki temizliğe işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: O mukarrebîn denilen ileri geçenler (Evvelkilerden bir cemaattir.) Hz. Âdem’den beri son peygamber Hazretlerine kadar olan ümmetler arasında bulunmuş olan pek seçkin, sâlih, takva sâhibi bir zümredir.

14. Ve biraz da sonrakilerdendir.

14. (Ve) O ileri geçenler adını alan zâtlar (biraz da sonrakilerdendir.) bunlar da Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a ümmet olan bir kısım seçkin zâtlardır. Gerçekten bu ümmet arasında da pek çok mukarrebîn bulunmaktadır. Fakat yüz yirmi binden ziyade olduğu rivâyet edilen geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin çokluğuna göre hu müslümanların nispeten az bulunduğu kabul edilen bir gerçektir.

15. Altundan örülmüş tahtlar üzerindedirler.

15. O ileri geçenlerden zâtlar, yarın âhirette (Altundan örülmüş) inciler ile, yakutlar ile süslenmiş gâyet süslü (tahtlar üzerindedirler.) öyle kıymetli istirahat vasıtalarına sâhip olacaklardır.

16. Onların üzerine karşı karşıya olarak yaslanıcılardır.

16. (Onların) O güzel tahtların (üzerine karşı karşıya olarak yaslanıcılardır.) birbirlerine tam bir hürmetle bakar birbirlerine karşı muhalif, cephe almayarak, güzel bir şekilde geçinmeye devamda bulunurlar. Ne kadar güzel edep ile, güzel ahlâk ile vasıflanmış oldukları ortaya çıkmış olur.

17. Onların üzerlerine daima aynı halde kalan genç hizmetçiler dolaşır.

17. (Onların üzerlerine) O ileri geçmişlerden bulunan mü’minlere hizmet için (dâima aynı hâlde kalan) ihtiyarlamayan, değişme ve bozulmaya uğramayan (genç hizmetçiler dolaşır.) onlara hizmet etmekte bulunurlar.
Bu gençlerden maksat, İmam-ı Ali’den ve Hasan-ı Basrî’den rivâyet edildiğine göre müslümanların daha çocuk iken vefat etmiş, ne iyilikleri ve ne de kötülükleri bulunmamış olan evlâtlarıdır. Selman-ı Farisîye göre de bunlar, müşriklerin çocuklarıdır. Çünkü bunların güzel amelleri yoktur ki, ondan dolayı mükâfata ersinler, günahları da yoktur ki, onunla cezalandırılsınlar. Bununla beraber bir hâdis-i şerifte de “kâfirlerin çocukları, cennet ehlinin hizmetçileridir.” diye buyurulmuştur. “Sirac-i münir, tefsir-i ebissuud.”

18. Çeşmelerden akan şuruplar ile dolu testiler ile ve ibrikler ile ve bardaklar ile.

18. O hizmetçiler, (Çeşmelerden) su kaynaklarından (akan) fışkıran (şuruplar ile) pek lezzetli içilecek sular ile dolu (testiler ile ve ibrikler ile ve bardaklar ile.) dolaşırlar, o muhterem zâtlara onları sunarlar.

19. Onlardan baş ağrısına uğramazlar ve akıllarını da gidermiş olmazlar.

19. (Onlardan) O içilecek lezîz şuruplardan dolayı içen zâtlar (baş ağrısına uğramazlar.) ondan aslâ bir zarar görmezler, (ve) O şuruplar, kendilerine içenlerin (akıllarını da gidermiş olmazlar) onlar, dünyadaki sarhoşluk veren zararlı meşrûbata aslâ benzemezler. Bilakis onlar, içenlerin zevk ve neşvelerini arttırmaya sebep olur.

20. Ve O hizmetçiler ehli Cennet’in tercih ettikleri meyveler ile dolaşırlar.

20. (Ve) O hizmetçiler, ehl-i cennetin (tercih ettikleri meyveler ile dolaşırlar.) çeşit çeşit, lezîz lezîz meyveleri ehl-i cennete takdim ederler..

21. Ve canlarının çektiği kuş eti ile dolaşırlar.

21. (Ve) O hizmetçiler, cennet ehlinin (canlarının çektiği kuş eti ile) de dolaşırlar. Çeşitli tatlı kuş etlerini onlara ikram için takdim eylerler.

22. Ve orada pek güzel gözlü huriler de vardır.

22. Maamafih o cennet âleminde (Pek güzel güzel huriler de) vardır. Beyaz ve iri, parlak gözlü kadınlar da mevcuttur.

23. Saklı inci emsali gibi pek güzeldirler.

23. O huriler, sedefler içinde (Saklı inci emsâli gibi) pek güzeldirler, bir temizlik ve güzelliğe sâhiptirler.

24. İşler oldukları güzel amellerine mükâfat olarak bu nimetlere nail olacaklardır.

24. O muhterem cennet ehli, dünyadalarken (işler oldukları güzel amellerine mükâfat olarak.) bu çeşitli nîmetlere nâil olacaklardır.

25. Orada ne bir boş lâf ve ne de günaha sokacak bir şey işitmezler.

25. O cennet ehli (Orada ne bir boş lâf) işitirler (ne de) kendilerini (günaha sokacak bir şey işitirler.) cennetlerde öyle fâidesiz zararlı lâkırdılardan, bir şey işitilemez.

26. Ancak bir söz işitirler ki, oda selâm selâmdan ibarettir.

26. Cennetlerde (Ancak bir söz) işitirler (ki) o da en iyi, en güzel bir söz olan (selâm selâm) dan ibarettir. Yâni: Birbirlerine selâm ile selâmlaşmada bulunurlar veya kendilerine melekler böyle selâm verirler. Veyâhut Allah tarafından kendilerine böyle bir selâmette devamlı olacakları tekrar tekrar müjdelenir. Ne muazzam bir selâmet ve saadet!.

27. Ashabı yemin ise, nedir ashabı yemin.

27. Bu mübârek âyetler de defteri sağından verilenlerin yüksek kadrine işârette bulunuyor. Onların cennetlerde nasıl nîmetlere, bâkire eşlere nâil olacaklarını haber veriyor ve onların geçmiş ümmetlerden ve sonraki ümmetlerden birer cemaat bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ashab-i yemîn ise) yâni: Yukarıda Ashab-i mey’mene adıyla anlatılmış olan o seçkin zevata gelince (nedir Ashab-i yemîn?.) onlarda ne kadar yüce, yüksek bir mertebeye sâhiptirler.
Arap lisânında böyle soru usulünü kullanmak, ya övme veya yerme hususunda mübalağayı ifade içindir. Burada ise medh ve övmeyi kapsar bulunmuştur.

28. Dikensiz kiraz ağaçları altındadırlar.

28. O muhterem zâtlar da cennetlerde (Dikensiz kiraz ağaçları altındadırlar.) o ağaçlar, dünyadaki “Sidr”, “nabk” denilen dikenli kiraz ağaçları gibi değildirler, gâyet
nefis, faydalı bulunmaktadırlar.

29. Ve meyveleri kat kat olmuş muz ağaçları altındadırlar.

29. (Ve) O mutlu zâtlar, cennetlerde (meyveleri kat kat olmuş muz ağaçları altındadırlar.) onların da meyvelerinden müstefit olacaklardır. O ağaçlar ve onların meyveleri dünya ağaçlarının ve meyvelerinin adıyla anılmakla beraber mahiyetleri, lezzetleri itibariyle dünya ağaçlarının ve meyvelerinin pek çok fevkindedirler.

30. Ve yayılmış gölgededirler.

30. (Ve) O cennet sâhipleri (yayılmış gölgede) dirler. Yâni: Devam edip duran, güneş gibi bir şeyin doğmasıyla yok olmayan güzel, rahatlatıcı bir gölgeye de nâil bulunacaklardır. Nitekim tan yerinin ağarması ile güneşin doğması arasındaki gölgede sâkin ve sûreklidir. Cennetteki o gölge Rahmân’ın Arşının gölgesi olacağı gibi bâzı ağaçların harikulâde gölgeleri de olabilir.

31. Ve çağlayıp akar bir subaşındadırlar.

31. (Ve) O mutlu cennet ehli (çağlayıp akan bir su) başın (da) dırlar. Kendi ikâmetgâhları etrafından sular cereyan eder, o sulardan pek kolaylıkla yararlanırlar, onları öteden, birden getirmeye muhtaç olmazlar.

32. Ve pek çok meyveli bir yerdedirler.

32. (Ve) O cennetlere nâil olan zâtlar, türleri ve cinsleri itibariyle (pek çok meyve) li bir yer (de) dirler. Onlar, diledikleri bu meyvelerden bol bol yer, zevk alırlar.

33. Ne kesilmiş ve ne de men edilmiş, bulunmayan meyveler arasındadırlar.

33. Evet.. O zâtlar (Ne kesilmiş) son bulmuş (ve ne de men edilmiş) bulunmayan meyveler arasındadırlar. Onların meyveleri aslâ kesilmez ve kendilerinden men edilmez.

34. Ve yükseltilmiş yataklardadırlar.

34. (Ve) O defteri sağından verilenler (yükseltilmiş yataklardadırlar.) onlar, kadri pek yüce, pek rahatlatıcı döşeklere de nâildirler. Diğer bir yoruma göre de bundan maksat, cennet kadınlarıdır ki, onlar yüksek bir mahiyette, pek güzel ahlâka sâhip, kocalariyle birlikte bulunacaklardır.

35. Şüphe yok ki, biz onları bir yaradılış ile yarattık.

35. Ve Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (şüphe yok ki, biz onları) O cennetteki kadınları, o kocalariyle aynı yatakta olacak eşleri (bir yaradılış ile yarattık) onları yeni bir yaratılışla meydana getirdik veya onları ilk kez yaratılmış kadınlar kıldık. Cennetlerdeki kadınların bir kısmı, yeniden ehl-i cennet için yaratılmış hurîlerden, pek güzel, bâkire kadınlar tâifesinden ibarettir. Bir kısmı da dünyadaki îman sahibesi olan kadınlardır ki, dünyadalarken ihtiyar bulunmuş olsalar da cennetlerde yeniden genç bir hâlde bulunmuş olacaklardır.

36. İşte onları bakireler kıldık.

36. (İşte onları) O cennet kadınlarını (bâkireler kıldık) kocaları onları dâima bâkire bir hâlde bulacaklardır. Onlardan maksat, ya hûrül’ayn denilen kadınlardır ki, onlar doğmaksızın yaratılmışlardır.

37: Kocalarına düşkün, hep bir yaşıt yaptık.

37. Ve o kadınları (kocalarına düşkün) onları ziyâdesiyle sever bir yaratılışta yarattık. Ve onları (hep bir yaşıt yaptık.) Yaşları eşit bulunacaktır. Kendileri de, kocaları da otuz üçer yaşlı gibi bir vaziyet alacaklardır.

38. Ashabı yemin için böyle yaratılmışlardır,

38. O güzel kadınlar, böyle seçkin bir şekilde (ashabı yemîn için) yaratılmışlardır, hilkat alanına çıkarılmışlardır. Onlar, ashabı yemîne verileceklerdir.

39. O Ashab-ı yemin evvelkilerden bir cemaattir.

39. O defteri sağından verilenler (Evvelkilerden bir cemaattir) geçmiş ümmetlerin mümin olanlarından bir cemaat teşkil etmektedirler.

40. Ve sonrakilerden bir cemaattir.

40. (Ve) O defteri sağından verilenler (sonrakilerden) de (bir cemaattir.) bu ümmeti Muhammediye’nin mü’minlerinden de bir cemaat hâlinde bulunmaktadırlar. Son peygamber Hazretlerine mahsus bir ilâhî lütuf olmak üzere onun ümmeti arasında ashabı yeminden olmak şerefine sâhip olanlar, pek çok bulunacaktır. Cennet ehlinin büyük bir kısmını bu müslümanların teşkil edeceğine dair hâdis-i şerifler vardır.

41. Ashab-ı şimâl ise ne Ashab-ı şimâldir?

41. Bu mübârek âyetler de defteri solundan verilen ve ikinci sınıfı teşkil eden uğursuz kimselerin pek müthiş âkıbetlerini ve bunun sebeplerini tasvîr buyuruyor. Onların evvelce nâil oldukları nîmetleri kötüye kullanıp büyük günahlara devam etmiş olmalarının cezasına kavuşmuş olduklarını ihtar ediyor. Ve onların âhiret hayatını inkâr eder bulunmuş olduklarını teşhîr buyurmaktadır. Şöyle ki: Kendilerine “Ashab-i Meş’eme” denilen veya onların en aşağı derecesinde bulunan (Ashab-i şimal ise) ne uğursuz bir hâlde bulunan kimselerdir?. Onlar (ne Ashab-i şimaldir?.) onlara kitaplara sol taraflarından verilecektir, onların durumlarının uğursuzluğunu tasvir ne kadar mühimdir?.

42. Mesamelere kadar nüfuz eden bir sıcaklık ve son derece hararetli bir su içindedirler.

42. Onlar, yarın kıyamette (gözeneklere kadar nüfuz eden bir sıcaklık) içinde kalacaklardır, (ve son derece hararetli
bir su içindedirler.) O su, onların etlerini eritecek derecede şiddetli bulunacaktır.

43. Ve pek siyah bir dumandan bir gölge içindedirler.

43. (Ve) Onlar (pek siyah bir dumandan bir gölge içindedirler.) öyle muhtelif şeyler ile dâima muazzep olup duracaklardır.

44. O gölge ne soğuktur, ne de fâidelidir.

44. O gölge ise (Ne soğuktur) ki, ruhlara biraz ferahlık versin. (ne de fâidelidir.) ki, kendisinden biraz istifâde olunsun. Kendisinden hiçbir hayır beklenemez, kendisine aslâ alışılamaz.

45. Çünki, şüphe yok onlar, bundan evvel nimetlere zevklerine düşkünler idiler.

45. O kitapları soldan verilenler, böyle badirelere uğrayacaklardır. Bunun sebebine gelince (Çünkü şüphe yok, onlar bundan evvel) daha dünyadalarken çeşitli (nîmetlere) servetlere, mevkilere, sâhip, zevklerine, şehvetlerine (düşkünler idiler.) üzerlerine düşen kulluk vazîfelerini îfaya çalışmıyorlardı.

46. Ve büyük günah üzerine ısrar eder olmuşlardır.

46. (Ve) Onlar (büyük günah üzerine ısrar eder olmuşlardı.) küfür ve şirke düşmüşlerdi, nice büyük günahları işledikleri hâlde onlardan aslâ tevbe ve istiğfar etmemişlerdi.

47. Ve demekte olmuşlardı ki: Biz öldüğümüz ve toprak ve kemikler olduğumuz vakit mi mutlaka bizler mi elbette diriltilip kaldırılmış kimseleriz?

47. (Ve) O suçlu şahıslar (demekte olmuşlardı ki: Biz öldüğümüz ve biz bir toprak) kesildiğimiz (ve kemikler olduğumuz vakit mi?.) tekrar hayata ereceğiz?, (mutlaka bizler mi elbette diriltilip) kabirlerimizden (kaldırılmış kimseleriz?.) Bu ne mümkün!.

48. Ve bizlerin evvelce geçmiş atalarımız da mı?

48. (Ve) Şöyle de demekte idiler ki: (bizlerin evvelce geçmiş atalarımız da mı?.) tekrar hayat bularak kabirlerinden kalkacaklar?. Bu nasıl olabilir?, işte o inkârcılar, böyle şehvetlerine, gafletlerine dalmış, âhiret âlemini inkâr etmiş oldukları için âhirette öyle müthiş azaplara çarpılacaklardır.

49. De ki: Şüphe yok evvelkiler de, sonrakiler de:

49. Bu mübârek âyetler de kıyameti inkâr eden defterleri soldan verilenlere bir cevap teşkîl ediyor. Onların herhâlde mahşere sevk edileceklerini, orada ne müthiş şekilde cezalara uğrayacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Yüce Allah, Resûl-i Ekrem’ine emr ediyor ki: Resûlüm!. O inkârcıların inkârlarını red için (de ki: Şüphe yok evvelkiler de) tarihe karışmış olan bir nice eski kavimler de (sonrakiler de) bilâhare dünyaya gelmiş olan ey inkârcılar!. Sizin gibi insanlar da tamamen mahvolup gitmiş olmayacaktır.

50. Elbette belli bir günün belirli bir vaktinde toplanılmış olacaklardır,

50. (Elbette ki,) Allah katında (belli bir günün) bir kıyamet gününün (belirli bir vaktinde) kabirlerinden kaldırılıp mahşere (toplanılmış) olacak (lardır.) bu, muhakkaktır. Bu, nasıl inkâr edilebilir?.

51. Sonra şüphe yok ki, sizler, ey sapıklar, tekzîb ediciler!

51. (Sonra şüphe yok ki, sizler) Ey kıyametin kopacağına inanmayan dinsizler!, (ey sapıklar!.) Hidâyet yolunu kaybetmiş olanlar!. Ve ey (tekzib ediciler!.) haşr ve neşri inkâra cür’et gösterenler!.

52. Elbetteki, zakkumdan olan bir ağaçtan yiyecek kimselersiniz.

52. (Elbette ki,) Siz o küfrünüzün bir cezası olmak üzere âhirette (zakkumdan olan bir ağaçtan yiyecek kimselersiniz) o vasıta ile de derin bir azaba uğramış olacaksınızdır.

53. Artık karınlarınızı ondan doldurucularsınızdır.

53. (Artık) Sizler, ey inkârcılar!, (karınlarınızı ondan) O zakkum ağacından, onun zehirli meyvelerinden (doldurucularsınızdır.) ister istemez ondan yemek mecburiyetinde kalacaksınızdır.

54. Sonra onun üzerine o pek kaynar sudan içicilersinizdir.

54. (Sonra onun üzerine) Sizlerde meydana gelen pek şiddetli bir susuzluk etkisiyle (o pek kaynar sudan içicilersinizdir) ne yazık ki, o su sizin hararetinizi azaltmış değil, bedenî ızdıraplarınızı arttırmış olacaktır.

55. Artık kendisine bir nevi hastalık ârız olmuş devenin içişi gibi içicilersinizdir.

55. Evet.. O suyu alışılmış bir şekilde içmiş olmayacaksınız, (artık) o zaman (kendisine bir nevî hastalık ârız olmuş devenin içişi gibi içicilersinizdir.) siz öyle gayrı tabiî bir vaziyette, şiddetli bir hararetin tesiriyle onu içmiş olacaksınızdır. Fakat ondan bir menfaat değil, büyük bir zarar görmüş bulunacaksınızdır.

§ Hiym; Bir devedir ki: Kendisine “Hüyam” denilen istiska (su istediği) gibi bir hastalık ârız olmuş olur da ölünceye kadar su içer içer de yine kanmaz.

56. İşte bu, onların o cezâ günündeki ziyafetleridir.

56. (İşte bu,) Bildirilen zakkum vesâir çeşitli azaplar (onların) o sapık, inkârcı kimselerin (o ceza günündeki ziyâfetleridir.) yâni: Misafirler için ilk takdim edilen yemek vesâire kabilindendir. Onlar ancak böyle bir ziyâfete lâyık bulunmuşlardır.

Bu ifade, bir alay etme ve kınamayı gerektirir bulunmaktadır. Artık onlar, cehennemde kalacaklarına dair karar verildiği zaman ne kadar çeşit çeşit azaplara uğrayacaklarını düşünsünler!.

57. Biz sizi yarattık, artık tasdik eder olmalı değil mi idiniz!

57. Bu mübârek âyetler de inkârcıları red için Cenab-ı Hak’kın ilâhlığına, yaratıcılığına, âlemin rızkını verici olduğuna ait delilleri getiriyor, insanları da ölümden sonra tekrar hayata erdirmeğe ve kıyameti de, o ceza gününü de vücuda getirmeğe kaadir olduğuna işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey âhiret hayatını inkâr edenler!. (Biz sizi yarattık) Sizden hiçbir eser yok iken sizi kudret ve azametle vücuda getirdik (artık) sizi öldürdükten sonra da tekrar hayata kavuşturacağımızı (tasdik eder olmalı değil mi idiniz?.) bir şeyi yoktan icat etmek, onu tekrar diriltmekten daha mühim değil midir?. Sizi icada kaadir olan Yüce Yaratıcı, sizi, tekrar diriltmeye kaadir olamaz mı?. Neden siz âhiret hayatını inkâra cür’et ediyorsunuz?.

58. Rahimlere döktüğünüz meniyi gördünüz mü?, haber veriniz!

58. Bir kere kâinatı yaratanın kudretinin etkisini düşünmeli değil misiniz? Kısaca (Rahimlere döktüğünüz meniyi gördünüz mü?.) onu bir ibret için göz önüne aldınız mı?. Bana haber veriniz.

59. Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcılar biz miyiz?

59. (Onu siz mi yaratıyorsunuz?.) O meniye muhtelif şekiller vererek sonunda onu bir insan olarak siz mi vücuda getiriyorsunuz?, (yoksa) Onu öyle yaratılışı tam olarak (yaratıcılar biz miyiz?.) elbette onu öyle mükemmel, hayat sâhibi bir şekilde yaratan, kudret ve azamet sâhibi olan Kâinatın Yaratıcısı Hazretleridir. Elbette bunun aksini iddia edemezsiniz. O hâlde sizi bilâhare tekrar hayata kavuşturmasını nasıl uzak görebilirsiniz?.

60. Sizin aranızda ölümü biz takdir ettik ve biz önüne geçilmiş olanlar değiliz.

60. Şunu da düşününüz ki, ey insanlar!. (Sizin aranızda ölümü biz takdîr ettik) her birinizin vefatı için belirli bir zaman tahsis eyledik. Bu, bir hikmet gereğidir ki, bunu hiçbir kimse değiştiremez ve bozamaz, (biz önüne geçilmiş olanlar değiliz) bizi âciz bırakacak bir kimse tasavvur edilemez, biz aslâ âcizler, mağlûplar değiliz.

61. Sizin emsâlinizi değiştirmek ve sizi bilmediğiniz bir neş’ette yaratmak üzere kadiriz

61. Ey insanlar!. (Sizin emsâlinizi değiştirmek) Sizin şekillerinizi, huylarınızı değiştirmek (ve sizi bilmediğiniz bir neş’ettte yaratmak) şahsiyetlerinizi değiştirdikten sonra yeni bir şekil ve sûrette yaratıp iadede bulunmak (üzere) kaadiriz. Bizi bundan âciz bırakacak bir kudret sâhibi tasavvur olunamaz. Bütün kâinatta istediği gibi tasarruf edici olan, ancak yaratıcınızın zati kutsiyyet sıfatıdır.

62. Ve muhakkak ki, siz ilk yaradılışı bildiniz, o halde düşünmez misiniz?

62. (Ve muhakkak siz ilk yaradılışı bildiniz) İlk babanız Hz. Âdem’in nasıl bir kudret hârikası olarak vücuda getirilmiş olduğundan haberdarsınız, kendinizin de bir nice kuvvetlere özelliklere sâhip olmak üzere birer damla meniden yaratılmış olduğunuzu bilmektesiniz, (o hâlde düşünmez misiniz?.) Sizleri ilk kez böyle yaratmış olan bir Yüce Yaratıcı, sizleri öldürdükten sonra tekrar yaratamaz mı?. Bunu nasıl olur da düşünüp tasdik etmiyorsunuz?.

63. Şimdi ektiğiniz tohumu gördünüz mü? haber veriniz.

63. Bir kere de şu eser-i kudreti düşünmeli değil misiniz?. (Şimdi ektiğiniz tohumu gördünüz mü?.) Birer daneden ne kadar çok daneler, başaklar, çiçekler vücuda geliyor. Artık haber veriniz bakalım!.

64. Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler biz miyiz?

64. (Onu) O ekeni (sizler mi bitiriyorsunuz?.) onu öyle mükemmel bir hâlde geliştirip artırmaya siz mi kaadir oluyorsunuz?, (yoksa) Onu öyle mükemmel bir tarzda (bitirenler biz miyiz?.) şüphe yok ki, insanların o hususta hiçbir kabiliyeti yoktur, o tohumları topraklar içinde gelişip çoğaltmaya nâil eden, bir daneden nice daneler vücuda getiren ancak Yüce Yaratıcı Hazretleridir, bunu kim inkâr edebilir?.

65. Eğer dilese idik onu elbette bir ot kırıntısı yapardık. Artık siz, şaşırır dururdunuz.

65. İşte o Yüce Yaratıcı buyuruyor ki: (Eğer dilese idik onu) O ekini (elbette bir ot kırıntısı yapardık.) öyle güzelce gelişip çoğalarak kendisinden istifâde edilecek bir tarzda meydana çıkarmazdık, onun o fâideli varlığından bir eser görülmezdi. (artık siz şaşırır dururdunuz) ekinlerinizin en hâle geldiğini görüp hayretler içinde kalırdınız, istifâdeden mahrûm bulunur idiniz.

66. Şüphe yok ki, biz çok ziyana uğramışlarız, derdiniz.

66. (Şüphe yok ki, biz çok ziyana uğramışlarız.) Malımız, karşılıksız zayi olduğundan büyük bir azaba, helâke mâruz kalmışız derdiniz.

67. Belki biz mahrum kimseleriz, diye söylenirdiniz.

67. (Belki biz mahrûm kimseleriz.) Bize rızkımız men edilmiş bulundu, bizim bu ziraatımızdan bir nasibimiz yok imiş diye söylenirdiniz. Binaenaleyh ey inkârcılar!. Sizi de, sizin rızkınızı da yaratan, besleyen ancak Allahü Teâlâ’dır. Artık o Yüce Yaratıcı, sizleri daha sonra tekrar yaratamaz mı?. Neden bunu inkâr cehâletinde bulunuyorsunuz?.

68. Şimdi gördünüz mü, içer olduğunuz suyu?

68. Bu mübârek âyetler de başka bir hüccet olmak üzere Yüce Yaratıcı’nın bu âlemdeki diğer bir kısım tasarruflarını bildiriyor. İnsanların uyanmasına, istifâdesine vesîle olan bir parlak kudret eserine dikkatleri çekiyor. Bunları yaratan âlemlerin Rabbi’nin tesbîh ve takdis edilmesini emretmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar!, (şimdi gördünüz mü?.) Haber veriniz (içer olduğunuz suyu) kendisiyle hararetinizi gidermek, hayatınızı devam ettirdiğiniz o büyük nîmeti.

69. Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiriciler bizler miyiz?

69. Evet.. (Onu) O pek fâideli suyu (buluttan siz mi indirdiniz?.) o su ile yeryüzünü vakit vakit siz mi hayat suyu içinde bıraktınız?, (yoksa) o suyu (indiriciler bizler miyiz?.) o suların sırf ilâhî kudret ile yeryüzüne indirilmiş olduğunu hiç düşünmez misiniz?.

70. Eğer dilese idik onu acı bir su yapardık, artık şükretmeli değil misiniz?

70. Evet.. O suları öyle şeffaf, lezîz, faydalı bir tarzda yeryüzüne indiren ancak kerem sâhibi Yüce Yaratıcımızdır. (Eğer dilese idik onu acı bir su yapardık.) ondan istifâde edemezdiniz. (artık şükretmeli değil misiniz?) Size o kadar tatlı suları veren, sizi o kadar kıymetli nîmetlere nâil buyuran Yaratıcınıza dâima kullukta, şükrü îfada bulunmalı değil misiniz?.

71. Sonra gördünüz mü o ateşi ki, çakıverirsiniz?

71. (Sonra) Ey insanlar!. Şunu da düşününüz: (gördünüz mü) haber veriniz bakalım (o ateşi ki, çakıverirsiniz?) bir yeşil ağaçtan çıkarmakta bulunursunuz.

72. Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratanlar, biz miyiz?

72. (Onun) O ateşin (ağacını) o yaş, yeşil, ateşfeşan hârika ağacı (siz mi yarattınız) onu öyle garip, güzel bir şekilde vücuda getirdiniz (yoksa) onu (yaratanlar, biz miyiz?.) elbette şüphe yok ki, onu da sâir eşyayı da yaratan, meydana getiren, çeşitli özelliklere nâil buyuran, ancak Yüce Yaratıcı Hazretleridir.

73. Biz onu o ateşi bir ibret verici çöle konup göçenler için bir menfaat kıldık.

73. İşte O Yüce Yaratıcı buyuruyor ki: (Biz onu) O ağaçtan alınan ateşi (bir muhtıra) ilâhî kudret ile ne garip, hayret verici şeylerin vücuda gelebileceğini düşünmek için ve cehennem ateşini hatırlamak için bir ibret vesîlesi olarak vücuda getirdik, (ve sahraya konup geçenler için bir menfaat’ kıldık.) o ağaçtan çıkarılan ateş ile yolcular istifâde eder dururlar.

Çöllerde gezip duran Arap’lar “Merh” denilen bir yeşil ağacı “Afar” denilen diğer bir yeşil ağaca sürterek bunlardan bir su çıkar, ondan bir ateş meydana gelir. İşte soğuk, akıcı bir şeyden, öyle kızgın bir ateşin çıkması, ne büyük bir kudret eseridir. Nitekim çakmak taşlarından, elektriklerden ateşlerin çıkması da böyle birer yaratılış hârikasıdır. Artık bu hârikaları vücuda getiren Yüce Yaratıcı, insanları da öldürdükten sonra tekrar diriltemez mi?. Bunu hangi akıllı, insaflı bir kimse inkâr edebilir?.

74. Artık azim Rabb’inin ismiyle tesbihte bulun.

74. (Artık) Ey Yüce Peygamber!. Ve Ey kabiliyet sâhibi olan herhangi bir insan!. Bu kadar fâideli şeyleri kudretiyle yaratmakta olan kerem sâhibi (azim Rab’binin ismiyle tesbihte bulun.) O Yüce Yaratıcı’nın her türlü acz lekelerinden, ilâhlık şanına lâyık olmayan şeylerden yüce tutmaya devam et. İşte insanları öldürdükten sonra tekrar hayata erdireceği de muhakkaktır. O Yüce Yaratıcınızın böyle bir iadeye kaadir olduğunu da bilip itirafa devam etmeniz icabeder.

75. Artık hayır.. O yıldızların mevkilerine yemin ederim.

75. Bu mübârek âyetler de ilâhlık hakkındaki, delillerden sonra Kur’an-ı Kerim’in ilâhî bir kitap olduğunu kesin olarak bildiriyor. Kur’an-ı Kerim’in yüce vasıflarına işaret buyuruyor. O mukaddes kitaba karşı nasıl hürmette bulunulacağını gösteriyor. O Kur’an-ı Kerîm’e karşı hürmete aykırı, tekzîb eder hareketleri red etmekte ve kınamaktadır. Şöyle ki: (Artık hayır.) Muhakkaktır ki, (o yıldızların mevkilerine) onların gökteki akıp gittikleri, battıkları yerlere (yemîn derim.) yâni: O ibret verici yerlere, hâdiselere dikkatleri çekerek beyan olunacak şeyin bir hakikat olduğunu size telkîn eylerim.

76. Ve şüphe yok ki, o, eğer bilseniz, elbette pek büyük bir yemindir.

76. (Ve şüphe yok ki, o) Pek mühim yemîn (eğer bilseniz elbette ki.) onun büyüklüğünü ve ehemmiyetini itiraf edersiniz. Çünkü o, (pek büyük bir yemindir.) o yemîn edilen şey, uyanmak için dikkat çekecek bir hâdisedir, Cenab-ı Hak’kın kudretine, hikmetine, rahmetinin sonsuzluğuna delâlet eden bir vakıadır. Öyle bir nice yıldızların doğup sonra batmaları, bir hikmet sâhibi müessirin, bir kudret sâhibi yaratıcının varlığına büyük bir delildir. Binaenaleyh böyle muazzam kudret eserlerine Cenab-ı Hak’kın yemîn etmesi, bir olan zâtının kudretine, azametine dikkatleri çekmek hikmetini vesâire içermektedir.

Diğer bir yoruma göre de yıldızlardan maksat, Kur’an-ı Kerim’in zaman zaman parça parça nâzil olan âyetlerdir. Onun mevkilerinden maksat da, nâzil olduğu vakitlerdir. Şüphe yok ki, Kur’an-ı Kerim’in her âyeti de bir ilâhî rahmettir, bir ilâhî delildir.
İmam Kuşeyrî diyor ki: Bu, bir yemindir. Allah Teâlâ ise dilediği şeye kasem=yemîn eder. Fakat bizim için Allah Teâlâ’dan ve O’nun kadîm sıfatlarından başka bir şeye yemîn etmek selâhiyeti yoktur. “Sirac-i Münîr.”

77. Muhakkak ki o, elbette değerli bir Kur’an’dır.

77. (Muhakkak ki, o) Hakkında yemîn edilen, muksemmün aleyh bulunan şey, (elbette bir değerli Kur’an’dır) fâideleri pek çok olan, insanlığa selâmet ve saadet yollarını gösteren, en mühim ilmlerin esasını içeren bir ilâhî kitaptır.

78. Bir korunmuş kitaptadır.

78. O Kuranı Kerîm, (Bir korunmuş kitaptadır.) yâni: Levh-i mahfuzda yazılmıştır. Onun âyetleri Cenab-ı Hak’kın koruması ve himâyesindedir. Onu orada Allah’a en yakın olan melâike-i kirâmdan başkası bilemez, başkalarına karşı kapalıdır.

79. Ona tamamen temiz olanlardan başkası el süremez.

79. (Ona) O mushaf-ı şerife (tamamen temiz olanlardan başkası el süremez.) binaenaleyh tam bir taharet hâlinde bulunmayan bir şahıs, Kur’an-ı Kerîm’i eline alamaz, yâni: Alması dînen yasaklanmıştır.
Cumhur-i ulemâya göre taharetsiz olan bir kimse, Kur’an-ı Kerîm’e dokunamaz, eline alamaz. Velev ki, bir kılıf, bir sandık içinde bulunsun. Fakat bir cemaate göre taharetsiz bir kimsenin Kur’an-ı mes etmesi câiz değilse de onu kendisine bitişik olmayan bir zarf, bir sandık içinde olarak eline alması câizdir.

İmam-ı Şafiî’ye göre bir cünüp, Kur’an-ı Kerîm’i okuyamaz, fakat bir abdestsiz müslüman, ezber olarak okuyabilir.
Çocukların Kur’an-ı Kerîm’i elerine alarak okumaları, bir zarurete binaen mübah bulunmuştur. Çünkü onlar, Kur’an-ı okuyup öğrenmek mecburiyetindedirler ve onlar mükellef değildirler. Fukahanın beyanatında işaret vardır ki: Kıraat hükmü, maksada göre değişir. Binaenaleyh cünüp için zikr, tesbîh ve dua câizdir. Yâni: Bunların Kur’an okumak kasdiyle olmaksızın yapılması, mübahtır. Haiz ve nüfesa da bu gibi ahkâm hususunda cünüp gibi sayılırlar.

“Rühülbeyan, Sirac-i Münîr.”
Bu âyet-i kerîm’e şöyle de yorumlanmıştır: O levh-i mahfuza günahlardan tertemiz olanlardan başkası, yâni: Meleklerden başkası dokunamaz.

80. Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.

80. O Kur’an-ı Kerim (âlemlerin Rabbi tarafından) müneccemen, yâni: Sûre sûre, âyet âyet olarak (indirilmiştir.) O öyle kutsiyyete sâhiptir. O hâşâ bir sihir, bir kehanet, bir şiir kabilinden değildir, onun şanı bu gibi şeylerden yücedir, artık ona her bakımdan hürmet lâzımdır.

81. Şimdi siz mi bu kelâma ehemmiyet vermeyicilersiniz?

81. (Şimdi siz mi?) Ey bir takım inkârcılar!. (Bu kelâma ehemmiyet vermeyicilersiniz?.) Bu ilâhî kelâmı hor gören, buna yağ sürmek isteyen, bunu lekedar etmeğe cür’et gösteren sizler misiniz? Ne aşağılık ki, böyle bir cür’ette bulunuyorsunuz?.

§ İdhan; Lügâtte yağ sürmek demektir. Bir hususta küçümseme, mülayenet göstermek yerinde kullanılır. Binaenaleyh “müdhin” de, mütehavin mânâsına dır ki, bir şeye hor bakan, hakir gören demektir.

82. Ve rızkınızı siz muhakkak kendinizin yalanlamanızdan ibaret mi kılacaksınız?

82. (Ve) Ey inkârcılar!, (rızkını) Haz ve nasibinizi, Kur’an’dan istifâde etmenizi (yalanlamanızdan) o apaçık kitabı tekzîb etmenizden (ibaret mi kılacaksınız?.) öyle bir nîmete nâil olmanızdan dolayı şükretmeniz lâzım gelirken, sizin onu inkâr etmeniz, ne kadar bir cehâlet eseridir. Bu inkârınızdan ne istifâde edeceksiniz?.

Şuna da işaret vardır ki: Ey inkârcılar!. Siz dünyada bir rızka, bir servete nâiliyet için dinsizliği, Kur’an-ı Kerim gibi ilâhî bir kitabı tekzîb etmeyi bir vesîle mi ediniyorsunuz?. Öyle inkârcı bir hâlde yaşamanızı dünyalığa nâilliyete bir sebep mi sanıyorsunuz?. Bu ne kadar yanlış bir düşünce!. Ne kadar kâfirce bir hareket?. Şüphe yok ki, rızkı da, ebedî selâmet ve saadeti de kullarına ihsân eden, ancak Allahü Teâlâ’dır. Onun dinine, onun kitabına sarılanlar, daimî şekilde hakikî nîmetlere, saadetlere nâil olurlar. O Yüce Yaratıcı’nın dinine, kitabına muhalefet edenler de ebedî mahrûmiyetlere mâruz kalırlar.

83. Artık, değil mi ki, can boğaza geldiği vakit.

83. Bu mübârek âyetler de kâinatı yaratanı inkâr edenleri kınıyor. Eğer onlar, Yüce Yaratıcıyı inkâr edip de kendilerinde bir yaratıcılık sıfat görüyorlarsa ölmek üzere olan bir şahsın tekrar hayata kavuşturulmasını temin etmelerini kendilerine teklif ile onların acz ve cehâletlerini teşhîr buyuruyor. Allah’a yakınlardan olan zâtlar ile defteri sağından verilen zâtlara da âhirette nâil olacakları nîmetleri ve iltifatları müjdeliyor. İnkârcı, sapık şahısların da âhirette ne kadar ceza çekeceklerini gösteriyor. Bu verilen haberlerin bir kesin hakikat olduğunu bildiriyor ve Yüce Yaratıcı’nın tesbîh ve tenzîh edilmesini emretmektedir. Şöyle ki: (artık değil mi ki?.) can (boğaza geldiği vakit) sizden birinin ölümü anında ruhu boğazına dayanıp çıkmak üzere bulunduğu zaman.

84. Ve siz o zaman bakar durursunuz.

84. (Ve) Halbuki, (siz) ey öyle ölüm hâlinde bulunan kimsenin yanında bulunanlar!. (O zaman) Ona (bakar durursunuz) elinizden bir şey gelmez, bir seyirci vaziyetinde bulunmuş olursunuz.

85. Ve biz o can çekiştirene sizden daha yakınız. Velâkin siz göremezsiniz.

85. (Ve) Halbuki, (biz) yâni: Ruhları almaya memur olan melekler ve ilim ve kudret ve tasarruf itibariyle bir olan zatım, o can çekiştirene (sizden daha yakınız.) siz onun zahirî hâlini görürsünüz. Cenab-ı Hak ise onun bütün ahvâlini, bütün mukadderatını bilmektedir. Onun ne hâlde olduğunu, nasıl bir gâyeye kavuşacağını görüp bilmektedir.

86. O halde haydin, eğer siz cezâ görmeyecekler oldunuz iseniz.

86. (O hâlde) Ey âhiret hayatını inkâr edenler!, (haydin! Eğer siz ceza görmeyecekler oldunuz iseniz?.) Siz yeniden hayat bulup hesaba, cezaya ilâhî kahra mâruz kalmayacak kimseler bulundunuz iseniz.

87. Onu o boğaza gelmiş canı geri çevirseniz a.. Eğer siz doğru kimseler oldunuz iseniz!

87. (Onu) O boğaza gelmiş canı, o çıkmak üzere bulunan ruhu (geri çevirseniz a) evvelki hâline iâde edip de sâhibini hayatta bıraksanız a!, (eğer siz doğrular oldunuz iseniz?.) kıyamet hayatını inkâr hakkında, Allah’ın yaratıcılığını tasdik etmeme hususunda doğru sözlü kimseler iseniz, öyle ölüm hâlinde bulunan bir kimseyi ölümden kurtarmalı değil misiniz?. Heyhât!. Sizin için bu ne mümkün!.

88. Artık o ölen eğer Allah’a yakınlardan oldu ise:

88. (Artık) insanlar, herhâlde öleceklerdir, ve onlar üç tabakaya ayrılmış bulunacaklardır. Şöyle ki: Ölen bir insan (eğer -Allah’a- yakınlardan oldu ise) pek ziyade ibâdet ve takvâsıyla mânevî yakınlığa nâil zâtlardan bulundu ise ne büyük mükâfatlara nâil olacaktır.

89. İşte ona bir rahat, bir güzel rızk ve bir naîm cenneti vardır.

89. (İşte) Ona, öyle yakın olma şerefine mazhar zâta (bir rahat) bir rahmet, bir ebedî istirahat vardır ve (bir güzel
rızk) vardır. Pek güzel nîmetlere, pek ziyade hoş, güzel râyihalı bitkilere, çiçeklere nâil olacaktır (ve bir naîm cenneti) vardır. Çeşitli nîmetleri, meyveleri kapsayan bir bostana, bir saadet yurduna kavuşacaktır.

90. Ve eğer Ashab-ı Yemîn’den ise:

90. (Ve eğer) O ölen zât (Ashab-i Yemîn’den ise) amel defterleri sağ tarafından verilecek mü’minlerden bulunuyorsa:

91. İmdi sana Ashab-ı Yemîn’den selâm denilecektir.

91. O zâta hitaben kendisi gibi Ashab-ı yemîn tarafından selâm verilecek. Ona hitaben: (Sana Ashab-i Yemîn’den bir selâm) denilecektir. Yâni: Biribirlerini selâmetle, saadete nâiliyetle müjdelemiş olacaklardır.
Diğer bir yoruma göre de melekler, o zâtı müjdeleyerek derler ki: Artık sana bir korku yoktur, sen selâmete ermiş bulunuyorsun, sen defteri sağdan verilenlerden bir zâtsın.

92. Ve fakat eğer tekzîb edenlerden, sapıklardan oldu ise:

92. (Ve fakat) O ölen şahıs, âhiret hayatını (eğer tekzîb edenlerden, sapıklardan) defteri soldan verilen inkârcılardan (oldu ise) öyle pek fâhiş bir inanç ile hayatı terk etmiş bulundu ise:

93. Artık ona da pek kaynar sudan bir ziyafet vardır.

93. (Artık) Ona da âhiret âleminde (pek kaynar sudan bir ziyâfet vardır.) yiyeceği zakkumdan neşet eden şiddetli bir hareket tesiriyle içmek mecburiyetinde kalacağı su, içerisini yakacak derecede sıcak bulunacaktır.

94. Ve cehenneme bir atılış da vardır.

94. (Ve) O inkârcı için bir ziyâfet olmak üzere (cehenneme bir atılış) da vardır. O, artık cehennemde ikâmete mecburdur. Orada çeşitli azaplara mâruz kalıp duracaktır.

95. Şüphe yok ki, bu, elbette bu, verilen haberler doğrusu bir hakikattir.

95. (Şüphe yok ki, bu,) mübârek sûrede bildirilen âhiret hayatı vesâire (elbette bu) verilen haberler (dosdoğru bir hakikattir.) bunlar Allah tarafından haber verilen ve haklarında birçok deliller bulunan birer sâbit, gelecek hâdiselerdir ki, sanki bugün gözler önünde görünür bir hâlde bulunmaktadır.

96. Artık yüce olan Rabbinin ismiyle tesbihte bulun.

96. (Artık) Ey Yüce Peygamber!. Ve ey o kadri yüce Peygambere tâbi olan ehli îman!, (azîm olan Rab’binin ismiyle tesbîhte bulun.) Size bu hakikatları haber veren, kulları hakkında lütuf ve ihsânı sonsuz bulunan azamet ve kudreti bütün âlemleri kuşatan merhametli, kerem sâhibi âlemlerin Rabbini tevhît ve tesbîhe, takdis ve yüceltmeye devam et. Öyle bir takım inkârcıların hâllerinden dolayı üzülme. O inkârcılar, elbette ki, lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Siz ehl-i îman, tevhît ve tesbîhe devam ediniz, insanlığın saadeti ancak bu sâyede meydana gelir. Nitekim bu mübârek sûreyi takip eden sûre-i Hadîdin ilk âyet-i kerîmesi de bütün göklerde ve yerlerde bulunanların âlemlerin Rabbini tesbîh ve yüceltmede bulunduklarını beyan buyurmaktadır.

Rivâyet olunuyor ki: Resûl-i Ekrem Sallâlâhü Aleyhi Vesellem Efendimiz,

Vakıa Suresi

âyet-i kerîmesi nâzil olunca bunu rükûunuzda okuyunuz, diye buyurmuş ve

Vakıa Suresi

âyet-i kerimesi nâzil olunca da bunu secdelerinizde okuyunuz diye emretmiştir. “Essiracül’münîr.”
Bir hâdis-i şerif de şu meâldedir: “Her kim vakıa sûresini her bir gecede okursa ona fakirlik ebediyen isâbet etmez.” Hak Teâlâ Hazretleri cümlemizi Kur’an’ın feyizlerinden devamlı olarak faydalandırsın, âmin. Peygamberlerin efendisinin hürmetine duamızı kabul buyur..
Daha yeni Daha eski