Taha Suresi Tefsiri

Taha Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ÖMER NASUHİ BİLMEN

Taha Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübarek sûre, Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Yüz otuzbeş âyeti kerimeyi içermektedir. Bir ismi de “Sûretü’lKelim” dir. Başlıca konulan: Allah Teâlâ’nın birliğini, kudret ve büyüklüğünü, hakimiyetini beyandan ve Resûl-i Ekrem’i teselli ederek onun başarılara kavuşacağını kendisine müjdelemekten ibarettir. Hz. Musa’nın da ibret verici olan kıssasını, yüksek mevkiini, muvaffakiyetlerini genişçe izah etmektedir. Firavun’un helâkini, İsrail oğullarının selâmet sahasına kavuştuğunu ve bazı cahilce hallere cür’et göstermiş olduklarını da bildirmektedir. Adem Aleyhisselâm’ın kıssasına ve şeytanın aldatıcı hareketlerine de işaret buyurarak bütün insanlığı uyanmaya, düşünmeye, hakikî geleceği temin etmeye çağırmaktadır.

1. Tâ, Hâ.

1. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim’in ne gibi bir hikmet ve menfaata binaen indirilmiş olduğunu bildiriyor. Bu mukaddes kitabın ne kadar yüce vasıflara, ne kadar güzel isimlere sahip olan bir ulu zat tarafından insanlığa ihsan buyurulmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ta ha) kelimesi, hurûfu mukattaadandır, müteşabihierden sayılacağı için mânâsını Allah’ın ilmine havale ederiz. Bununla beraber, tefsircilerin bu hususta birçok yorumları vardır. Bu cümleden olarak deniliyor ki, bu kelime, bu sûrenin bir ismidir. Veya Resûl-i Ekrem’in bir ismidir. Veyahut Allah’ın isimlerindendir. Bir yoruma göre de tâ, taharete, ha da hidayete işarettir. Sanki denilmiş oluyor ki: Ey günahlardan arınmış, ve ey insanlar için bir hidayet rehberiolan yüce Peygamber!. Caferi Sadık’tan rivayet edildiğine göre de tâ, ehli beytin temizliğine, hâ da onların hidayetine işarettir. Selabi’ye göre de Tâ, Tuba ağacıdır, hâ da hâviyeden, cehennemden ibarettir. Bununla sanki cennete ve cehenneme yemin edilmiş oluyor. Ta Ha’nın “Ya Böcül” demek olduğu da rivayet olunuyor.

2. Kur’an’ı sana meşakkate düşesin diye indirmedik.

2. Hak Teâlâ Hazretleri, Yüce Peygamberine hitaben buyruyor ki: E’y Resûlüm!. (Kur’an’ı sana) Cibril’i Emin vasıtasiyle Levh-i Mahfuz’dan (indirmedik ki, meşakkate düşesin) nefsine zahmet veresin, üzüntüler içinde kalasın. Bu âyet-i kerimenin iniş sebebi hususunda deniliyor ki: Peygamber efendimiz geceleri pek çok nafile namaz kılıyor, ibadetle meşgul oluyor, ayakta çokca durduğundan mübarek ayakları şişiyordu. Bunun yanında Resûl-i Ekrem, Kureyş taifesinin imân etmelerini pek çok arzu ediyor, onların küfründen dolayı pek fazla üzülüyordu. İşte bu gibi sebeplerden dolayı buyurulmuş oluyor ki: Ey Yüce Peygamber!. Senin peygamberlikle görevli, Kur’an’ı Kerim’e nail olman, nefsine fazla zahmet vermek için değildir, senin vazifen dengeli hareket etmektir, hem kolaylıkçı olan İslâm dinine ait ibadetlerde bulun, bu yüce dini ümmetine tebliğ et, hem de nefsine kolaylık göster, kendini fazla yorma ve hakkı kabul etmeyenlerin hallerinden dolayı da kendini üzüntüler içinde bırakma. Sen vazifeni ifa etmekte bulunuyorsun. Diğer bir rivayete göre de Ebu Cehl, Velid ibnü Mugayyire gibi bazı müşrikler, Resûl-i Ekrem’e demişler ki: “Sen bedbahtlığa düştün, çünkü sen babaların dinini terkettin” Resûl-i Zişân da demiş ki: “yok ben âlemlere rahmet olarak gönderildim” o müşrikler de yine iddialarını tekrar etmişler, işte onları red için bu âyet-ikerime nâzil olmuş, Kur’an’ı Kerim’in inişi, Hz. Peygamber’in bunu ümmetine tebliği, bir bedbahtlığa, bir meşakkate asla sebep olamayacağı bildirilmiştir.

3. Ancak korkar kimseler bir öğüt olmak üzere indirdik

3. Evet.. Buyuruluyor ki: Ey Yüce Habib!. Kur’an’ın inmesi seni meşakkate, mutsuzluğa düşürmek için değildir, biz o Kur’an’ı (ancak korkar) Allah’ın azabından korku ve kaygı içinde bulunan (kimselere bir öğüt.) bir nasihat, bir uyanış vesilesi olmak üzere indirdik, kalplerinde incelik, hakkı kabul etmek yeteneği olan kimseler o Kur’an-ı Kerim’in beyanatından yararlanırlar, hayatlarını tanzime çalışırlar, istikballerini temin etmiş bulunurlar.

4. Yeri ve yüksek gökleri yaratan zat tarafından tedricen indirilmiştir.

4. Evet..Kur’an’ı Kerim, bir mukaddes kitaptır ki: (Yeri ve yüksek gökleri yaratan zat tarafından indirilmiştir) öyle muazzam âlemleri var eden bir hikmet sahibi Yaratıcı, bu Kur’an’ı Kerim’i insanlığa ihsan buyurmuştur. Artık bu nübarek kitabın ne kadar faideli, ne kadar hikmetli olduğu açıktır. Böyle yüce bir kitap, insanlığı külfete, meşakkate bedbahtlığa elbette ki, asla uğratmaz. Bu ilâhî kitap, kendi ahkamına riayet edenleri selâmete, saadete, ilâhî lütfa kavuşturur, o bütün insanlık için en büyük bir yükselme vesiledir. Elverir ki, onun gösterdiği hidayet yolu takibedilsin.

5. O Rahman olan zattır ki, arş üzerine hâkim olmuştur.

5. (Ve) Kur’an’ı Kerim’i indiren yüce ve Ulu Allah (o Rahman olan zattır ki,) bütün eserleri, bütün hükümleri birer rahmet ve şefkat eseri bulunan Yüce Yaratıcıdır ki, (arş üzerine hâkim olmuştur.) onun saltanatı, hâkimiyeti bütün kâinatı içine alır, onun hükmü bütün âlemlerde geçerlidir. Binaenaleyh Kur’an’ı Kerim’i idirmişolması da onun rahmet hükümlerinden ibaret bulunmuştur. Artık öyle bir rahmet eseri insanlık için elbette saadete vesile olur, bir zahmet ve meşakkate asla sebebiyet vermiş olamaz.

6. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa ve ikisinin arasında ne varsa ve nemli toprağın altında ne varsa hepsi onundur.

6. Evet.. O zaman ve mekâna ihtiyaçtan yüce olan Ezelî Yaratıcı, bütün kâinata hâkimdir, bütün mahlûkat, onun yaratmasının birer eseridir, hepsinin üzerinde hâkim ve tasarruf sahibi olan O Yüce Yaratıcıdır. Bu cümleden olarak (göklerde ne varsa) bütün melekler, bütün gök cisimleri (ve yerde ne varsa) bütün insanlar, madenler, servetler (ve ikisinin arasında ne varsa) bütün bulutlar, hava tabakaları vesaire (ve nemli toprağın altında ne varsa) yani: Yer küresinin altında diğer tabakalar adına ne varsa (hepsi) de (onundur) bütün bunlar o Ezelî yaratıcının birer kudret eseridir, her birisinde hâkim ve tasarruf sahibi olan, o hikmet sahibi olan Yaratıcıdır. O dilediğini var eder, dilediğini yok eder. Onun asla ortak ve benzeri yoktur. Bütün bu âlemlerdeki durumları hakkiyle bilendir, onun bütün bu âlemlerdeki tasarruflar! birer hikmet ve fayda gereğidir.

7. Ve sen sözü izhar etsen de etmesen de eşittir. Çünkü o, şüphe yok gizliyi de daha gizlice olanı da bilir.

7. Evet.. Allah Teâlâ bütün kâinata hâkimdir, her şeyi tam mânâsıyle bilicidir (ve) Ey insan!, (sen sözü izhar etsen de) dua ve niyazını ne kadar açıkça yapacak olsan da ve bilakis gizleyip izhar ve ilân etmesen de Cenab’ı Hak’ka göre eşittir (Çünkü o) Yüce Yaratıcı (şüphe yok gizliyi de daha gizlice olanı da bilir) bütün kalplerde olan sırları bilir, bütün kalplere gelip de telâffuz olunmayan kuruntuları da tamamen bilir. Buna inanmışızdır. Binaenaleyh o Yüce Mabud,kendisine yapılan ibadetleri, yakarışları da tamamen bilir. Bu hususta fazla feryat ve figana, bünyenin selâmetini bozacak şekilde dinî merasim yapmaya da lüzum yoktur. O Hikmet Sahibi Yaratıcı, kullarının ne derecelerde saffet ve samimiyetle ibadette, yalvarıp yakarmada bulunduklarını tamamen bilir, onun mukaddes isimlerini anacak onlar ile kuluk dillerini süsleyip aydınlatmalarını da hakkiyle bilir, onları lâyık oldukları âkibetlere kavuşturur.

8. Allah Teâlâ’dır ki, ondan başka ilâh yoktur, onun için en güzel isimler vardır.

8. O kemal sıfatları zikrolunan Yüce Mabûd (Allah Teâlâ’dır ki,) bütün mahlûkatın Yaratıcısıdır, rızkını verendir, hepsinin ahval ve tavırlarını bilendir. İşte (ondan başka ilâh yoktur) İlahlık, Yaratıcılık, Mâbutluk O’na mahsustur. (Onun için en güzel isimler vardır) Evet.. Onun binlerce mukaddes ismi vardır. Cümleden olarak doksan dokuz yüce ismi Kur’an’ı Kerim’de ve hadis kitaplarında zikredilmiştir. İşte yaratıcılık, sahiplik, âlimlik, rahmanlık isimleri, sıfatları da bu cümledendir. Binaenaleyh bizim üzerimizde hâkim, tasarruf sahibi olan o ezelî Yaratıcıdır. Bizim bütün hallerimizi, dua ve niyazımızı o Yüce Mabud hakkiyle bilicidir. Artık o Yüce Yaratanımıza tam bir samimiyetle kulluk arzında bulunmak, onun rahmetine iltica ederek onun lütfuna nail olma ümidimizi kesmemek bizim için bir kulluk vazifesidir. Nitekim Hz. Musa gibi azim sahibi Peygamberler de böyle dua ve niyâz ile, kulluk sunmakla mükellef bulunmuşlardı.

9. Ve sana Musa’nın kıssası gelmedi mi?

9. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim’in hükümlerini tebliğ ile vazifeli olan Resûl-i Ekrem’in bu uğurda birçok zahmetlere katlanabilmesi için nazik kalbini takviye ediyor. Bu hususta Hz. Musa gibi bir kısım Peygamberlerin de ne kadar üzüntülere uğramış oldukları halde sabr ve sebattanayrılmamış olduklarını bir teselli vesilesi olmak üzere beyan buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) Ey Son Peygamber!. (Sana Musa’nın kıssası gelmedi mi?.) Evet.. Geldi, Kur’an-ı Kerim’de onun peygamberlik vazifesini nasıl ifa etmiş, o uğurda nelere katlanmış olduğuna dair malûmat verilmiştir.

10. O vakit ki, o bir ateş görmüş de ailesine demişti ki: Durunuz, ben şüphesiz bir ateş gördüm, belki ondan size bir aydınlık getiririm, yahut ateşin yanında bir rehber bulurum.

10. (O vakit ki, o) Hz. Musa, Şuayb Aleyhisselâm’ı Medyen’de bırakıp kendisi annesini ve kardeşini ziyaret için eşi ile beraber Mısır’a doğru yola çıkmış, Tur’un batı tarafında bulunan Tuva vadisine gelince geceleyin bir çocuğu dünyaya gelmişti. O pek karanlık gecede ışıksız kalmışlar, âdeta yollarını şaşırmışlardı. Derken, Hz. Musa karşıdan (bir ateş görmüş de ailesine demişti ki:) Siz burada (durunuz) buradan ayrılmayınız (ben şüphesiz bir ateş gördüm) karşımda bir ateşin parıldanmasını pek açık, şüpheden uzak bir şekilde gördüm. (Belki ondan size bir aydınlık) bir parça kor, bir iktibas edilmiş alev (getiririm) bulunduğumuz muhiti biraz aydınlatmış oluruz (yahut ateşin yanında bir rehber bulurum.) da bize gideceğimiz yolu gösterir.

11. Vaktaki, ateşin yanına geldi. Ya Musa! Diye nida olundu.

11. (Vaktaki) Hz. Musa, ailesinden ayrılıp karşıdan gördüğü (ateşin yanına geldi) baştan başa yeşil bir ağaç gördü ki, her tarafını bir beyaz ateş kuşatmıştı. Bu ateş, bir pırıltıdan ibaret olup ağaca asla bir zarar vermiyor, onu aydınlıklar içinde bırakmış bulunuyordu. Zaten bu, bir ateş değil, bir ilâhî nurun tecellisinden ibaret bulunmuştu. İşte bu ağacın yanına gelince (Ya Musa!, diye nida olundu) bu hitab, zaman ve mekândan münezzeh olan Allah Teâlâ tarafından Hz. Musa’ya yönelmiş olan biriltifat idi.

12. Şüphe yok benim, ben senin Rabbi nim. İmdi pabuçlarını çıkar. Muhakkak ki, sen mübarek bir vâdide, Tuvadasın.

12. Ya Musa!. Sana hitabeden (şüphe yok ki, benim) Ben Yüce Yaratıcıyım. Evet.. (Ben senin Rabbinim) benden başkası değildir sana hitabeden (İmdi pabuçlarını çıkar) çünkü mukaddes bir mevkide, bir ibadette bulunurken ayakkabıları çıkarmak edep gereğidir, tevazu ve hürmet alâmetidir. (Muhakkak ki, sen) Ey Kelîmullah!. (Mübarek bir vâdide) yani: (Tuva) denilen kutsal bir mevki (desin) Hz. Musa da hemen ayakkabılarını çıkarıp vâdinin ötesine atıverdi. Burada şuna da işaret vardır ki: Bir insan, Cenab’ı Hak’ka ibadet edeceği zaman onun dışındaki şeylerden mümkün mertebe ayrılmağa çalışmalıdır, dünya varlığına iltifat etmiyerek tam bir saflık ve samimiyetle hakka yönelmelidir, bir kalp huzuru ile kulluk görevini ifaya gayret göstermelidir.

13. Ve ben seni seçtim, şimdi vahyolunacak şeyi dinle.

13. (Ve) Allah tarafından Hz. Musa’ya hitabedilerek buyuruldu ki: (Ben seni ihtiyar ettim) seni peygamberlik ve risalet için seçtim, artık sen (şimdi) sana yüce katımdan (vahyolunacak şeyi dinle) o kutsal beyanatı tam bir huzur ile almaya hazır ol.

14. Şüphe yok ki, ben, ben Allah’ım, benden başka ilâh yoktur. İmdi bana ibadette bulun ve beni anmak için namaz kıl.

14. Ya Musa!. (Şüphe yok ki, ben) sana böyle hitabta, vahiyde bulunan zat, evet.. (ben. Allah’ım) ortak ve benzerden münezzeh bulunan ezelî mabudum, (benden başka ilâh yoktur) ilahlık ve mâbutluk benim bir olan zatıma mahsustur. (İmdi bana ibadette bulun) başkalarına ibadet edilmesi asla caiz olamaz. (Ve beni anmak) hatırlamak ve tefekküredebilmek (için namaz kıl) öyle pek faziletli bir ibadete devam et. İnsan o sayede Yüce Yaratıcısına mânen yönelmiş; kalbini, lisanını Allah’ı zikir ile aydınlatarak başkalarından alâkasını kesmiş bulunur.

15. Şüphe yok ki, kıyamet gelecektir, az kalıyor ki, onu gizliyeyim. Ta ki, her nefis çalıştığı şey ile cezalandırılsın.

15. Evet.. İnsan daha hayatta iken ibadet ve itaatde bulunarak geleceğini temine çalışmalıdır, bu hayat ise geçicidir (şüphe yok ki, kıyamet gelecektir.) artık kıyamet gelmeden kaybedilen! kazanmaya gayret etmelidir, (az kalıyor ki, onu gizliyeyim) yani: O kıyametin ne zaman kopacağını hiçbir kimseye haber vermek istemiyorum, çünkü onun gününü, halka telkin etmek hikmete aykırıdır. Fakat onun gerçekleşeceği muhakkaktır (ta ki her nefs) bu dünyada iken (çalıştığı şey ile) o kıyamet gününde (cezalandırılsın) yaptığı hayır ve şerrin mükâfat ve cezasına kavuşsun.

16. Sakın ona o saate inanmayıp hevasına tâbi olan kimse, seni ondan alıkoymasın. Sonra helâk olursun.

16. Ey Resûlüm Musa!. (Sakın ona) o kıyamet saatine (inanmayıp da hevasına tâbi olan kimse) fâni zevklere, varlıklara esir bulunan herhangi bir şahıs (seni ondan) ahiret hayatını düşünmekten, namaz gibi, kulluk vazifesini ifadan (alıkoymasın) seni başka yöne sevk eylemesin (sonra helâk olursun) çünkü ahiret fikrinden gafil bulunmak namaz gibi dinî vazifeleri ifadan kaçınmak manevî helâkı, gerektirir, ebedî mahrûmiyetlere, azaplara sebebtir. Gerçekten de zaman insanları aldatmaya çalışan, insanları ahiret fikrinden, ibadet zevkinden mahrum bırakmak isteyen şeytan tabiatlı kimseler bulunabilir. Fakat akıllı, düşünen bir zat, onların o aldatmalarına kapılmaz, onlara asla tâbi olmaz, uhdesine düşen vazifeleri yaparak hakikî istikbalini temine muvaffak olur.

“Ver cilayı itilâ mir’atı istikbalma”

“Bakma halkı âlemin tezyif “ü istihsanına”

17. Ya Musa! Nedir o sağ elinde olan?

17. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın hakkında büyük bir iltifat olmak üzere Cenab-ı Hak ile vahiy yoluyla konuşmaya muvaffak olduğunu bildiriyor. Hz. Musa’nın elindeki âsâ ile kendi mübarek elinin ne kadar harikulâde birer vaziyet alarak kendisi için birer mucize teşkil etmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri Musa Aleyhisselâm’a iltifat için, onun ilâhî hitaplara iyice alışması için tekrar seslenerek buyurdu ki: (Ya Musa!. Nedir o sağ elinde olan?.) yani: Sen o âsanın ve onu tutan elin birer mucize olarak nasıl birer mahiyet alacaklarını biliyor musun?. Cenab-ı Hak, her şeyi tam mânâsıyla bildiğinden onun böyle bir sorusu, bir iltifat içindir, muhatabın nazarı dikkatini çekmek içindir, birnice hakikatların ortaya çıkmasına vesile olması içindir.

18. Dedi ki: O benim âsamdır, ona dayanırım ve onunla koyunlarımın üzerine yaprak silkerim ve benim için onda başka menfaatler de vardır.

18. Musa Aleyhisselâm da cevaben (dedi ki:) Yarabbi!. Mukaddes zatına malûm olduğu üzere (o benim âsamdır) o bana bir ilâhî lütuftur, (ona dayanırım) yürürken ve yorulurken ona dayanır, ondan istifade eylerim (ve onunla koyunlarımın üzerine) ağaç yapraklarını (silkerim) koyunlar o yaprakları yer, onlardan faidelenirler (ve benim için onda) o âsada daha (başka menfaatler de vardır) meselâ: O âsâ ile kuyulardan su çekilir, bir takım zararlı hayvanlar koğulabilir, bazı şeyler onun üzerine atılarak taşınması kolaylaştırılmış olur veya onunla bir gölgelik temin edilmiş olabilir. Musa Aleyhisselâm’ın bu beyanatı, Allah Teâlâ Hazretleriyle çok konuşma şerefine nail olması içindi. Ve yinedenilebilir ki: Bu beyanat, Cenab-ı Hakka karşı şükür vazifesini ifa maksadına dayanıyordu. Çünkü o âsâyı Hz. Musa’ya ihsan eden, Yüce Yaratıcı hazretleridir. Artık o âsadan o kadar istifade ettiğini arzetmesi, kendisine verilen nimetlerden ne kadar çok istifade ettiğini itiraf ile gerçekte nimeti veren Allah Teâlâ’ya şükür arzında bulunmak maksadına yöneliktir.

19. Buyurdu ki: Ey Musa! Onu elinden bırakıver.

19. Musa Aleyhisselâm’ın ifadesi üzerine Allah Teâlâ Hazretleri (buyurdu ki: Ey Musa!. Onu) o âsâyı elinden (bırakıver) yere at, ta ki, onun daha nice faideleri, harikulâde vaziyetleri olduğu görülüp anlaşılsın, Allah’ın kudreti ile ne hârikaların vücude gelebileceği herkesçe bilinsin.

20. Hemen bırakıverdi, o derhal koşar bir yılan kesildi.

20. Hz. Musa da almış olduğu o ilâhî emre binaen elindeki âsâyı (hemen bırakıverdi) onu yeryüzüne attı (o) âsâ (derhal bir koşar yılan kesildi) o âsâ yere atılınca hemen kalınlığında sarı bir yılan kesilmiş, sonra şişerek büyümüş, muhtelif şekiller almış. Bu yılana uzunca bir şekil aldığı için “Su’bân” ve ak renkli bir yılan kesildiği için de (can) namı verilmiştir.

21. Buyurdu ki: Onu tut ve korkma. Biz onu evvelki şekline iade ederiz.

21. Âsâ, öyle müthiş bir şekil alıp hareket edince Hz. Musa, insanlık icabı korkmaya başladı, ondan sakınmak istedi. Fakat Hak Teâlâ Hazretleri vahiy yoluyla (buyurdu ki:) Ya Musa! (Onu) o âsâyı sağ elinle (tut ve korkma) ondan sana bir zarar gelmez, (biz onu evvelki şekline iade ederiz.) o yine âsâ şekline dönmüş olur. Âsanın bir ejderha kesilmesi bir mucize olduğu gibi öyle bir ejderhanın tekrar âsâ şekline dönmesi de diğer bir mucize mahiyetinde bulunmuştur.

22. Ve elini koltuğunun altına şok, başka bir mucize olarak ayıpsız bir halde bembeyaz olarak çıkıversin.

22. (Ve) Yüce Yaratıcı Hazretleri Musa Aleyhisselâm’a emretti ki: Sağ (elini) sol (koltuğunun altına sok, başka) bir harika, üçüncü (bir mucize olarak ayıpsız bir halde bembeyaz olarak çıkıversin) gerçekten de bu mübarek el dışarıya çıkarılınca güneşin ziyası gibi bir beyaz parıltı ile parlamakta bulunmuştu.

23. Ta ki, sana en büyük âyetlerimizden gösterelim.

23. Hak Teâlâ Hazretleri buyurdu ki: Bu hârikalar vücude getirilmiş oldu (tâki sana) Ey Yüce bir Peygamber olan Hz. Musa!. (En büyük âyetlerimizden gösterelim) öyle âsanın müthiş bir yılan olması gibi, bir elin güneş gibi bir hale gelmesi gibi bir mucizeyi görüp Allah katındaki yüksek mevkiini, peygamberlik mertebesine sahip bulunduğunu herkes güzelce anlayabilsin. Sen de peygamberlik görevini ifaya devam edesin. Bu âyeti kerimedeki “âyeti kübra” dan maksat, daha sonra sihirbazların harikulâde bir şekilde mağlûp olmaları gibi ve âsanın vurulmasiyle denizde yolların açılıp İsrail oğullarının selâmet sahiline ermeleri gibi pek muazzam hâdiseler de olabilir. Zaten Hz. Musa’nın mazhar olduğu mucizelerin hepsi de pek büyüktür. Maamafih deniliyor ki: Bir bakımdan âsâ mucizesi, beyaz el mucizesinden daha büyüktür. Çünkü âsanın mahiyeti tamamen değişmiş, canlı bir mahlûk kesilmiş, taşları, ağaçları yutmuş, sonra yine âsâ haline dönmüştür. Tefsircilerin bir çoğu bu görüştedir. Fakat diğer bir bakımdan da deniliyor ki: Beyaz el mucizesi daha büyüktür. Çünkü o âdeta bir güneş gibi aydınlık saçar olmuştur. Sonra onun bir mucize olduğunu inkâra, ibtâle kimse cür’et göstermemiştir, âsanın yılana dönüşmesi ise sihirebenzetilmiş, bir takım; sihirler onu ibtâle, onun benzerini getirmeğe özenmişlerdir. Bununla beraber onun da bir sihir olmadığı tamamen anlaşılarak sihirbazlar da imana gelmişlerdir.

24. Firavun’a git. Muhakkak ki, o haddi aşıvermiştir.

24. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın Firavun’u imana davete memur olduğunu bildiriyor. Hz. Musa’nın da Allah Teâlâ’dan sekiz hususu talep ve istirhamda bulunmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hak Teâlâ, Hz. Musa’ya vahyetti ki, Ey Musa!. Benim Resûlüm olarak (Firavun’a git) onu imana davet et (muhakkak ki, o) Firavn (haddini aşıvermiştir.) pek fazla kibirlenip taşkınlıkta bulunmuş, hattâ ilahlık iddiasına bile cür’et göstermiştir. Musa Aleyhisselâm, bütün Mısır ahalisini de dini İslâm’a davete memur olmuş ise de onlar tâbiler olup başlarında Firavun hâkim olduğundan ve ilahlık iddiasında bulunduğundan en evvel o mel’unun dine davet edildiğini beyan, daha uygun bulunmuştur.

25. Musa dedi ki: Yarabbi! Benim göğsüme genişlik ver.

25. Hz. Musa, aldığı bu ilâhî emir üzerine (dedi ki: Yarabbi!. Benim göğsüme genişlik ver) kalbime metanet ihsan buyur, bu peygamberlik görevini lâyıkiyle yapabileyim, senden başkasından korkmayayım. Bu birinci bir temennidir.

26. Ve benim için işimi kolaylaştır.

26. (Ve) Hz. Musa, ikinci bir temennide de bulunarak dedi ki: Yarabbi!, (benim için işimi kolaylaştır) Firavun’u hak dine davet hususunda bana kolaylık, muvaffakiyet nasib buyur. Çünkü kullarına her hususta kolaylık veren ancak sensin Yarabbi!. Sen.

27. Ve dilimden düğümü çöz

27. (Ve) Musa Aleyhisselâm üçüncü bir niyaz olmak üzere de dedi ki: Yarabbi!. (Dilimden düğümü çöz.) beni açık konuşmaya muvaffak kıl. Hz. Musa’nın lisanında biraz pelteklik var idi. Bu ya ilk yaratılışından beri mevcut idi veyahut Hz. Musa daha çocuk olup Firavun’un sarayında büyürken bir gün bir çubuğu Firavun’un başına vurmuş, Firavun da kızıp bana fenalık yapacak çocuk bu olmalı diye onu öldürmek istemiş, eşi Asiye ise Ey hükümdar!. Bu bir çocuktur, aklı kesmiyor, kusuruna bakma demiş, bunun üzerine bir imtihan olmak üzere Hz. Musa’nın önüne bir cevher parçasiyle bir ateş parçası bırakmışlar, Hz. Musa da Hz. Cibril’in ruhanî sevkiyle ateş parçasını almış, ağzına bırakmış olduğundan mübarek dilinden öyle bir arıza meydana gelmişti.

28. Sözümü iyice anlayabilsinler.

28. Musa Aleyhisselâm, dilindeki ârızanın ne gibi bir maksada binaen yok olmasını istirham ettiğini arz için de dedi ki: Yarabbi!. (Sözümü iyice anlayabilsinler) için beni o arızadan kurtar. Çünkü peygamberlik vazifesini mükemmel bir şekilde ifa edebilmek için dilin fesahatına, hitap etme gücünün mükemmelliğine ihtiyaç vardır. Güzelce bir hitabete sahip olmak, büyük bir nimettir, bir fazilettir. Hz. Musa’nın lisanındaki o tutukluk, bir görüşe göre tamamiyle yok olmuştur, diğer bir görüşe göre peygamberlik görevini güzelce ifa edebilecek bir tarzda yok olmuş ise de tamamen yok olmamıştır, çünkü kendisi de zaten bu miktarın yok olmasını temennide bulunmuştur.

29. Ve bana ailemden bir vezir kıl.

29. (Ve) Hz. Musa, dördüncü ve beşinci bir temennisi olmak üzere de niyaz etti ki: Yarabbi!, (bana ailemden) kendi yakınlarımdan olmak üzere, (bir vezir) bir destekçi,peygamberlik görevini ifa hususunda bana bir yardımcı ihsan et, beni öyle bir zatın yardımına muvaffak (kıl).

30. Kardeşim Harun’u.

30. Hz. Musa, kendisine yardımcı olacak zatı açıklayarak altıncı temennisini de şöylece arzetti. Yarabbi!. (Kardeşim Harun’u) bana yardımcı ver, beni onunla takviye buyur. Hz. Harun, pek düzgün konuşan bir lisana sahip idi, pek güzel bir siması vardı, merhamet ve yumuşaklık vasıflarına sahipti. Hz. Musa’dan dört yaş büyük bulunuyordu.

31. Onunla arkamı kuvvetlendir.

31. Musa Aleyhisselâm, yedinci temennisi olarak da niyaz etti ki: Yarabbi!. (Onunla) Kardeşim Harun ile (arkamı kuvvetlendir) kuvvetimi sağlamlaştır, başarıya ermemi kolaylaştır.

32. Ve onu işimde ortak kıl.

32. Hz. Musa, sekizinci istirhamını da şöylece arzetti. Yarabbi!, (ve onu) kardeşim Harun’u (işimde) peygamberlik ve risalet vazifemde bana (ortak kıl) o da peygamberliğe kavuşmuş olarak bana gerektiği gibi yardım etmeğe muvaffak olsun.

33. Tâ ki, seni çokca tesbih edelim.

33. Musa Aleyhisselâm, ne için bu temennilerde, dualarda bulunduğunu da şöylece arzetmiştir. (Tâki) Yarabbi!, (senî çokca tesbih edelim) müsait vakitler bulup çokça namaz kılalım, ilâhî zatını yüceltmeye ve kutsallaştırmaya devam eyleyelim.

34. Ve seni çokca zikireyleyelim.

34. (Ve) Ey Yüce Yaratıcı!, (seni çokca zîkreyleyelim.) senin bir olan zatını ve kemâl, celâl, kibriya sıfatlarını tavsife devam edebilelim. Lisanımızı ve kalbimiz! senin zikir ve fikrinle aydınlatmaya ve süslemeye devam edip duralım.

35. Şüphe yok ki, sen bizi hakkıyla görücüsün.

35. Ey Yüce ve Ulu Mâbudumuz!. (Şüphe yok ki, sen bizi hakkiyle görücüsün) bizim bütün hal ve tavırlarımızı bilirsin, amellerimizdeki gayemizin Allah’ın rızasını kazanmaktan ibaret olduğu, mukaddes zatınca malumdur. Bizim bu temennilerimizin de Allah’ın dinine hizmet, diyanet nurunun ufuklara yayılmasını temine gayret maksadına dayanmış olduğunu hakkiyle bilirsin. Buna inanmışızdır.

36. Buyurdu ki: Ey Musa! Sana istediğin verilmiştir.

36. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın yaptığı sekiz temenninin kabul edildiğini bildiriyor. Hz. Musa hakkında gerçekleşen birçok nimetlere işaret ediyor. Firavun’un şerrinden kurtulması için denize atıldığını, sonra da o düşmanının sarayında beslenildiğini anlatıyor. Diğer bir öldürme belasından da kurtarıldığını, bir takım imtihan devreleri geçirmiş olduğunu, bir müddet de Medyen diyarında kaldığını daha sonra da peygamber olarak Allah katında büyük bir imtiyaza erişmiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, Musa Aleyhisselâm’a tam bir iltifat ile vahyederek (buyurdu ki: Ey Musa!. Sana) bütün (istediğin) temennide bulunduğun şeyler (verilmiştir) onlar şimdi ve gelecekte meydana gelecektir. Çünkü o istenilen şeyler, meşrudur ve birer fayda icabıdır.

37. Ve andolsun ki, sana başka defada ihsanda bulunmuşuzdur.

37. (Ve) Cenab-ı Hak şöyle de vahiy buyurdu ki: Ey Musa!. (Andolsun ki) yani: Muhakkaktır ki, biz, yani ben Yüce Yaratıcı (sana başka defada ihsanda bulunmuşuzdur) seni bu temennilerinden başka daha nice nimetlere nail buyurmuşuzdur. Sana temennide bulunmadığın halde nice nimetleri ihsan buyuran bir Yüce Yaratıcı, artık sana buistediğin nimetleri de verecektir, onun lütuf ve keremi sonsuzdur.

38. Vaktaki, annene vahyolunacak şey’i vahyetmiştik.

38. Allah Teâlâ Hazretleri Musa Aleyhisselâm’a vaktiyle birçok nimetler ihsan buyurmuştu. Bunların başlıcası sekizdir. İşte bunlara işaret için buyuruluyor ki: Ya Musa!. (Vaktaki: Annene vahyolunacak şeyi vahyetmiştik.) Yani Hz. Musa’nın annesine ya rüyasında emredilmişti veya kalbine ilham yolu ile bildirilmişti ve yahut o zamandaki Şuayb Aleyhisselâm gibi bir Peygamber vasıtasiyle kendisine tebliğ edilmişti. Bu birinci ihsandır.

39. Şöyle ki: Onu tabut içine bırak sonra onu denize at. Hemen deniz de onu sahil bıraksın da onu bana da düşman ve ona da düşman olan, alıversin. Ve üzerine tarafımdan bir muhabbet bıraktım ki, hem de nezaretim önünde yetiştirilesin.

39. (Şöyle) ce vahyedilmişti (ki) Ey Musa’nın annesi!. (Onu) henüz dünyaya gelmiş olan Musa’yı (tabut içine bırak, sonra onu) o mâsum çocuğu tabut ile beraber (denize) nil nehrine (at) endişe etme (hemen deniz de onu sahile bıraksın da) yani: Bırakır da (onu) Musa’yı (bana da düşman ve ona da düşman olan) Firavun (alıversin) onu Nil nehrinden çıkartı? yanında beslesin. O mâsum çocuk öyle kendi hayatının düşmanı olan bir kötü kişinin yanında yetiştirilsin, Allah’ın takdirine hiçbir şeyin mâni olamıyacağı bu şekilde de tecelli etmiş bulunsun. “Yem” kelimesi, nehre, ırmağa ve büyük denize verilen isimdir. Hak Teâlâ Hazretleri Musa Aleyhisselâm hakkındaki ikinci ihsanını da şöylece beyan buyuruyor: (Ve) bu gayenin gerçekleşmesi ve tecavüzden korunman için de (üzerine tarafımdan bir muhabbet bıraktım ki,) Yani: Ya Musa!. Sen Allah’ın muhabbetine mazhar olduğun için, sana karşı insanların kalplerinde de bir muhabbet vücude getirdim ki, seni her görensever, sana karşı büyük bir muhabbetle duygulanır Bunun içindir ki; Firavun da eşi Asiye de o mâsuma karşı büyük bir sevgi duymuşlar, onun hayatına kastedememişler, bilakis onu yanlarında beslemişlerdir. Ve Cenab-ı Hak, üçüncü bir ihsanı olarak da buyuruyor ki: (Hem de nezaretim önünde yetiştirilesin) diye seni ya Musa!. Böyle korumuş, muhabbete nail kılmıştım, tâki Yüce Yaratıcının koruması, kollaması altında olarak büyüyüp gelişesin, bir şefkat ve lütufa nail olarak yetişesin.

40. O vakit ki, kız kardeşin gidip de diyordu ki; Ona bakacak bir kimse için size yol göstereyim mi? Artık seni annene döndürdük ki gözü aydın olsun da mahzun olmasın. Ve sen bir şahsı öldürdün, sonra seni o gamdan kurtardık ve seni fitneden fitneye uğratmıştık. Sonra Medyen ahalisi arasında senelerce kaldın, sonra da Ey Musa! Mukadder olduğu üzere bu muayyen zamana geliverdin.

40. Ey Musa!. Aleyhisselâm. Senin öyle denize atılman (o vakit) vâki olmuştu (ki) senin (kızkardeşin) Meryem, Firavun’un sarayına (gidip de diyordu ki, ona) o çocuğa (bakacak bir kimse için size delâlet edeyim mi?.) Şöyle ki: Daha yeni doğmuş olan Hz. Musa, denizden çıkarılmış, saraya alınmıştı, kendisine karşı kalplerde büyük bir şefkat ve muhabbet uyanmıştı. O mâsum çocuk ise hiçbir kadının memesini kabul etmiyordu. Kız kardeşi ise bir takip ile saraya gitmiş o mâsum kardeşini görmüş, bîgâne gibi görünerek ona bir münasip süt anne bulayım mı demiş, onlar da: Evet.. Bul demişlerdi. (Artık) Ey Musa!. (Seni annene döndürdük) sütanne bahanesiyle sana anneni kavuşturduk (ki) annenin (gözü aydın olsun da) senin ayrılığınla kalbi (mahzun olmasın) işte bu da dördüncü bir ilâhî ihsan idi. (Ve) Ey Musa!, (sen bir şahıs öldürdün) daha oniki yaşında iken bir İsrail’li ile mücadelede bulunan bir kıptiyi vurup defetmekisterken bir hata eseri olarak öldürmüş oldun (sonra seni o gamdan kurtardık) Firavun tarafından kısas yoluyla katledilmek cezasından seni kurtardık. İşte bu da beşinci bir ihsan bulunmuştur. (Ve) Ey Musa!. Düşün ki, (seni fitneden fitneye uğratmıştık) Şöyle ki: Hz. Musa, gençliğinde çeşit çeşit sıkıntılara uğramış, bunlardan birer ilâhî lütuf olarak kolaylıkla kurtulmuştur. Meselâ: Hz. Musa’yı annesi öyle bir senede doğurmuştu ki, Firavun o sene doğan İsrail oğullarının çocuklarını öldürüyordu, sonra onu annesi tabut ile denize atmıştı, sonra da annesinden başkasının memesini emmez olmuştu. Bir aralık da Firavun’un başına bir odun parçasını çarpmış, veya sakalını çekivermişti. Daha sonra da kıptiyi öldürmüş, Medyen’e kaçıp gitmişti. İşte bunlar birer fitne, birer musibet idi. Cenab’ı Hak ise onu bu fitnelerden kurtarmıştı. Bu da altıncı bir ilâhî ihsan idi. (sonra) Ey Musa!. Korka korka gidip (Medyen ahalisi arasında senlerce eyleştin) Hz. Musa Medyen şehrinde bulunan Şuayb Aleyhisselâm ile buluşmuş, onun kızıyla evlenmiş, Hz. Şuayb ile yirmi sekiz sene beraber oturmuş, bunun on senesi eşinin mehri yerine sayılmıştı. Bu da yedinci bir ilâhî ihsan idi. (Sonra da ey Musa!. Mukadder olduğu üzere) yani: Allah’ın takdir ettiği üzere kırk yaşında olduğun halde peygamberliğe nail olarak bu belirli zamana (geliverdin) yani: Böyle allah’ın nurunun tecelli ettiği ilâhî vahyin gelmeğe başladığı, peygamberlik ve risaletle müjdelendiğin bir mübarek vakte kavuşmuş oldun.

41. Ve seni kendi zatım için seçtim.

41. (Ve) Ey Resûlüm Musa!. (Seni kendi zatım için seçtim) seni peygamberlikle şeref lendirdim, tâki emirlerimi insanlara tebliğ edesin, bütün fiil ve hareketlerin Allah rızasını kazanmaya yönelik bulunsun. Bu da Hz. Musa hakkındaki sekizinci, büyük bir ilâhî ihsandan ibaret bulunmuştur. Ne yüce bir başarı!.

42. Sen ve kardeşin âyetlerimle git ve benim zikrimde kusur etmeyiniz.

42. Bu mübarek âyetler. Hz. Musa ile Hz. Harun’un mucizeler göstererek tam bir yumuşaklıkla Firavun’u imana davete görevli olduklarını bildiriyor. Ve Firavun’un aşırı şekildeki muamelesinden ve azgınlığından korkar olduklarını arzeden Hz. Musa ile Hz. Harun’a Hak Teâlâ’nın teminat vererek korkmamalarını emretmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, Musa Aleyhisselâm’a vahyederek buyurdu ki: (Sen ve kardeşin) Harun (âyetlerimle) âsâ ve beyaz el gibi mucizeler ile (git ve benim zikrimdel kusur etmeyiniz) kutsal zatımı birlemeğe, tesbihe ve verdiğim nimetleri anmaya devam ediniz veya Firavun ile kavmine Allah’ın birliğini beyan ediniz, onları hak dine teşvike, küfürden sakındırmaya ve nefret ettirmeye çalışınız Canab-ı Hak’kın nelere razı olduğunu onlara açıkça bildiriniz, bu hususta asla gevşeklik göstermeyiniz.

43. Firavun’a gidiniz. Şüphe yok ki, o haddi tecavüz etmiştir.

43. Ey iki Yüce Peygamber!. (Firavun’a gidiniz) onu tevhid dinine davet ediniz. (Şüphe yok ki, o) Firavun (haddi tecavüz etmiştir.) pek azdırmıştır, kendi aczine, insanlığına bakınıyor da Rabblık iddiasında bulunmak cüretini gösteriyor, onu irşada çalışınız, hakkında ilâhî delil tamam olsun, bilgisizliğini mazeret makamına ileri sürmesine imkân kalmasın.

44. Ona yumuşakça söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar.

44. Bununla birlikte (ona) o Firavun’a (yumuşakça söz söyleyin) nezaketle, yumuşaklıkla hitabediniz, şiddette, sert muamelede bulunmayınız. Çünkü şiddetle hitap, hak sözü kabule mâni olabilir, muhatabın kızgınlığını, inadını, kibrini artırabilir. Zaten vaizlerin vazifesi de tam biryumuşaklıkla hayır ister bir şekilde öğüt vermektir. Bununla birlikte Firavun, Hz. Musa’yı bir müddet sarayında beslemiş idi. Bunun bir hatırası olmak üzere de ona karşı yumuşaklıkla hitabedilip şiddetli bir lisan kullanılmaması muvafık görülmüş olabilir. Bu da bir ahlâkî fazilet eseridir.

45. Dediler ki: Ey Rabbimiz! Muhakkak biz korkarız ki, ya üzerimize şiddetle saldırır veya haddi tecavüz eder.

45. Hz. Musa ile Hz. Harun niyaz edip (dediler ki: Ey Rabbimiz! Muhakkak biz korkarız ki) Firavun, gerçekleşecek davet ve ihtarımıza karşı (ya üzerimize şiddetle saldırır) davetimizi tamamlamaya: Mucizelerimizi göstermeğe vakit bırakmadan alelâcele cezaya başlar, hayatımıza kasteder (veya haddi tecavüz eder) Yarabbi senin ilâhî şanına lâyık olmayan lakırdılara cür’et gösterir veya bize karşı kötülüğünde, kötü muamelesinde pek ileri gider.

46. Buyurdu ki: Korkmayın, şüphe yok ki, ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm.

46. Allah Teâlâ da (buyurdu ki: Korkmayınız) öyle kuruntulara düşmeyiniz (ben sizinle beraberim) yani: Sizin koruyucunuz, yardımcınız benim, sizi korurum, size yardım ederim ve sizin ile Firavun’un arasında cereyan edecek konuşmaları, muameleleri (işitirim ve görürüm) sizi mutlaka korurum, artık endişeye mahal yok. İbni Abbas Hazretlerinin yorumuna göre: Ben sizin dualarınızı işitirim, kabul ederim, sizin aleyhinizde ne istenildiğini de bilir, red eylerim. İlâhî zatım, sizden habersiz değildir. Artık üzülüp kederlenmeyiniz.

47. Haydin ona varıp da deyiniz ki, şüphe yok biz Rabbin iki resûliyiz, artık İsrail oğullarını bizimle beraber gönder ve onlara işkence etme, biz sana muhakkak Rabbin tarafından mucize ile geldik. Selâm ise hidayete tâbi olankimse üzerinedir.

47. Bu mübarek âyetler, Hz. Musa ile Hz. Harun’un gidip Firavun’u ne şekilde imana davet edeceklerini bildiriyor ve Firavunun sorusuna cevap olarak âlemlerin Rabbi Hz. Allah hakkında Musa Aleyhisselâm’ın vermiş olduğu malûmat” beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri Hz. Musa ile Hz. Harun’a vahy ederek buyurdu ki: (haydin ona) Firavuna (varıp) ona (deyiniz ki, şüphe yok biz Rabbin iki resûliyiz) onun ilâhî katından gönderilmiş iki elçiyiz. (artık İsrail oğullarını bizimle beraber gönder) yani: Onları serbest bırak, esaret altında tutma, bizimle beraber Şam’a gitmelerine mâni olma (ve onlara işkence etme) onları meşakkatli işlerde istihdam eyleme, onların doğan çocuklarını zaman zaman öldürüp durma (biz sana muhakkak Rabbin tarafından mucize ile geldik) bizim peygamberlik iddiamız, öyle kuvvetli delile dayanmaktadır, bizim Allah tarafından gönderilmiş olduğumuz öyle hârikalar ile desteklenmiş bulunmaktadır. (Selâm ise hidayete tâbi olan kimse üzerinedir) yani: Allah Teâlâ’nın ve meleklerin selâmı iâhî din ile vasıflanmış olan zatlara mahsustur. Veyahut dünyevî ve uhrevî selâmet, cenab’ı Hak’kın varlığını tasdik, gösterdiği yolu takip eden zatlara aittir. Artık bunu düşünüp de buna göre hareket çizgisini tâyin etmelidir.

48. Muhakkak bize vahyolundu ki, şüphe yok azap, yalanlayan ve yüz çeviren kimse üzerinedir.

48. Musa Aleyhisselâm, Firavuna şöylece de bir ihtarda bulundu: (Muhakkak, bize) Allah tarafından (vahyolundu ki, şüphe yok azap) dünyevî ve uhrevî azap ve ceza, Cenab’ı Hak’kın âyetlerini, onun Peygamberlerini (tekzib eden) yalan sanan, onları kabulden (yüz çeviren kimse üzerinedir) Hz. Musa, bu tehdidini hikmetli bir şekilde ifa etmiş, bu azabın inkâr ettiği takdirde Firavunun başınageleceğini açıklamayıp bunu umumî bir şekilde ihtar buyurmuştur.

49. Firavun dedi ki: O halde Ey Musa! Sizin Rabbiniz kimdir?

49. Hz. Musa’nın bu beyanatına karşı Firavun da (dedi ki: O halde Ey Musa!. Sizin Rabbiniz kimdir?.) siz hangi zatın elçisi bulunuyorsunuz?. Siz kimin azabından inkârcıları korkutuyorsunuz?. Firavun kibirli, ilahlık iddiasına cüretkâr olduğu için âlemlerin Rabbini inkâr ederek böyle bir soru sormaya cesarette bulunmuştu. Bununla birlikte kalbine düşen bir korku etkisiyle olmalıdır ki, o iki muhterem Peygambere karşı fazla şiddet göstermeğe cür’et edememişti. Şu da düşünülebilir ki, kendisini mucizelere dayanarak irşad etmek isteyen zatlara karşı tartışmada bulunmayıp da akılsızca bir şiddet ve kabalık göstermeği insanlığa muvafık görmemişti. Bu hâdise artık İlim ve İslâmiyet iddiasında bulunanların da herhangi bir tartışma sahasında haddi aşarak kabaca yerli yersiz konuşmalarda bulunmalarının asla uygun olamıyacağına bir işaretten boş değildir.

50. Hz. Musa dedi ki: Rabbimiz o zattır ki, her şeye hilkatini vermiş, sonra da doğru yolu göstermiştir.

50. Musa Aleyhisselâm da Firavun’a cevaben (dedi ki: Rabbimiz o zattır ki, her şeye hilkatini vermiş) yaratmış olduğu çeşitli mahlukata lâyık, uygun olan şekilleri, sûretleri, azaları ihsan etmiş, her hayat sahibine kendi cinsinden eşini vücude getirmiş ve her biri için muhtaç olduğu şeyi yaratmıştır. (Sonra da doğru yola göstermiştir.) bütün mahlûkatına istifade edecekleri yolları bildirmiş, kendilerine birer kabiliyet, birer yaratılış kuvveti vermiş, hattâ hayvanları, bitkileri dahi birer kabiliyete, birer büyüme ve gelişme özelliğine sahip kılmıştır. Velhâsıl: Bütün bu kâinatı güzelce tefekkür eden, bunlardaki muhtelifkabiliyetleri, gayeleri güzelce düşünen ve kendisinin bir zerreyi bile yoktan var etmeğe kâdir olmadığını bilen insaflı bir insan, artık bir Yüce Yaratıcının, bir âlemlerin Rabbinin varlığında, kendisinin de Allah’ın bir mahlûku olduğunda asla şüphe edemez. İşte Musa Aleyhisselâm, böyle veciz bir ibare ile Âlemlerin Rabbinin varlığına, İlim ve hikmetine, kudret ve büyüklüğüne delil getirmiş, o insanın acizliğini görmeyip de Rablık iddiasında bulunan kibirli Firavun’u uyandırmak, irşad etmek istemiştir.

51. Firavun dedi ki: Öyle ise evvelki ümmetlerin hali neden ibarettir?

51. Bu mübarek âyetler, Firavun’un kendisine yöneltilen delillere karşı apışıp kalmış olduğundan sözü başka bir yola çekmek için eski kavimlerin tarihî hallerini sormaya başlamış olduğunu bildiriyor. Hz. Musa’nın da maziye karışmış kavimlere ait asıl bilginin Allah katında sâbit olduğunu ifade ederek asıl vazifesi olan Allah’ın birliği delillerini yine getirmeye başlamış olduğunu gösteriyor. Cenab’ı Hak’kın da insanları nasıl yaratmış ve tekrar nasıl vücude getireceğine dikkatleri çekerek Firavun’un mucizeleri kabulden ne kadar kaçınmış olduğunu bildirdiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Firavun, Musa Aleyhisselâm’ın kuvvetli beyanatını görünce onun Peygamberliğinin doğru olduğu, kendisinin de ilahlık vasfına sahip olmayıp âdi bir insan bulunduğu meydana çıkacağından korkmuş, Hz. Musa’yı tarihî hikâyeler ile meşgul etmek istemiş idi. Binaenaleyh (dedi ki:) Ya Musa!. (Evvelki ümmetlerin hali neden ibarettir?) vaktiyle Nuh, Hud, Salih kavimleri gibi putlara tapanlar dünyadan gitmişlerdir, onların tarihî halleri nedir?. Onların zamanlarında ne gibi hâdiseler olmuştur, onlara ait hikâyeleri bize anlatmaz mısın?.

52. Hz. Musa da dedi ki: Onlara ait bilgi. Rabbimin katında bir kitaptadır ki, Rabbimhata etmez ve unutmaz.

52. Hz. Musa da Firavun’a cevaben (dedi ki: Onlara) o eski kavimlere (ait bilgi, rabbimin katında, bir kitapta) Levh-i Mahfuzda (dır ki,) o bize nisbetle gaip bilgilerindendir, aradan asırlar geçmiştir. Cenab-ı Hak onlara dair bize peygamberlik görevimizle ilgili olmak üzere ne bildirmiş ise biz ancak o miktarını biliriz, tafsilâtı Allah’ın ilmine aittir (Rabbim) o âlemin Yaratıcısı Hazretleri ise hâşâ (hata etmez) o gayıpları pek iyi bilendir, başlangıçta hiçbir şeyden habersiz olmaz, unutmuş bulunmaz ve hiç bir şeyi daha sonra da (unutmaz) onda hatâ ve unutkanlık asla düşünülemez, onun ilmî, ezelîdir, ebedîdir, bütün mevcudatı, mukadderatı kuşatmıştır. Fakat Ey Firavun!. Düşün ki: Senin gibi insanlar, hem sapıklığa düşerler, hem de nice şeyleri unuturlar. Artık siz nasıl olur da ilahlık iddiasına cesaret edersiniz?. Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ı tasdik etmezsiniz?.

53. O Yüce Yaratıcı ki: Sizin için arzı bir beşik kıldı ve orada sizin için yollar açtı ve gökten bir su indirdi. Artık onunla muhtelif bitkilerden çiftler çıkardık.

53. Musa Aleyhisselâm, Cenab-ı Hak’kın birliği, yaratıcılığı hakkındaki delilleri, pek açık kanıtları yine beyana devam ederek dedi ki: (o) Yüce Yaratan, bir Rabbülâlemindir (ki, sizin için) Ey insanlar!, (arzı) yer küresini (bir beşik kıldı) yeryüzündeki her yeri insanlardan her biri için bir döşek, bir ikametgâh yaratmış oldu. (ve orada) yeryüzünde ey insanlar!. (Sizin için yollar açtı) karaların, derelerin, dağların aralarında yollar vücude getirdi, sizin için kolaylık verdi, istediğiniz yerlere çıkıp gidebilirsiniz. (Ve gökten) bulutlardan (bir su) bir yağmur (indirdi de artık onunla) o su ile (muhtelif bitkilerden) çeşitli arazi mahsüllerinden (çiftler) birbiriyle ilgili, çeşit çeşit ekinler, sebzeler, meyveler meydana (çıkardık) bütün bu kudret harikaları, eyinsanlar biliniz ki, Allah’ın yaratıklarından başka değildir. Cenab-ı Hak, bu yaradılışın büyüklüğüne işaret için buyuruyor ki: Bütün bunları ben Yüce Yaratıcı vücude getirdim, insanların istifadeleri için yaratmış oldum. Artık bunların kadrini bilip bunları yaratmış olan Yüce Yaratıcıyı tasdik etmek onun için şükür secdesine kapanmak icabetmez mi?.

54. Yiyiniz ve hayvanlarınızı otarınız, şüphe yok ki, bunda akıl sahipleri için ibretler vardır.

54. Evet.. Allah Teâlâ buyuruyor ki: O çeşitli, birçok geçim kaynağı olan şeyleri muazzam kudretimle vücude getirmekteyim, artık ey kullarım!. Onlardan (yiyiniz ve hayvanlarınızı) birnice bitkilerin çıktığı alan olan yeryüzünde (otarınız) onlardan istifadeye çalışınız, (şüphe yok ki, bunda) bu çeşitli kudret eserlerinde, bunların böyle vücude getirilmelerinde (akıl sahipleri için ibretler) Kâinatın Yaratıcısı Hazretlerinin varlığına, birliğine, kudret ve azametine dair açık deliller, kanıtlar (vardır.) Evet.. Akıllı, mütefekkir olan her insan, gözleri önünde parlayan çeşit çeşit kudret eserlerini, bunların yaradılışındaki hikmet ve faydayı dikkate alınca bunları yaratan bir Yüce Yaratıcının varlığına kani olur, kendisinin de Allah’ın bir mahlûku olduğunu bilerek kulluk görevini ifaya çalışır, dünyasını da, ahiretini de temine gayret eder durur, öyle Firavun gibi bencil olarak ilahlık iddiasında bulunmaz, kendi cehaletini, aşağılığını bütün âleme karşı teşhir edip durmaz.

55. Sizi o yerden yarattık ve sizi ona döndüreceğiz ve sizi ondan diğer bir defa daha çıkaracağız.

55. İşte Allah Teâlâ Hazretleri, kullarına ebedî hayatı hatırlatmak ve dünyevî varlıkların, menfaatlerin haddızatında birer gaye olmayıp bunların ahiret menfaatlerini temine birer vesile olduğuna işaret için buyuruyor ki: Ey insanlar!. (Sizi o yerden yarattık) yani: Sizin aslınız topraktır. Çünkü beşeriyetin ilk babasıAdem topraktan yaratılmıştır. Diğer insan fertleri de yine vasıtalı olarak topraktan yaratılmakta demektir. Çünkü insanın maddesi olan meni vesaire yeryüzünün yetiştirdiği gıda maddeleri sayesinde vücude gelmektedir. (Ve) Ey İnsanlar!. Unutmayınız ki, (sizi ona) o toprağa (döndüreceğiz) öldükten sonra topraklara defnolunacaksınızdır. (Ve sizi ondan dîger bir defa daha çıkaracağız.) Kıyamet kopunca bütün vücut organlarınızı toplayıp birleştirerek kabirlerinizden kaldıracak, mahşere sevkedeceğizdir. Artık bu kâinatta tecelli eden Allah’ın kudretini güzelce düşünenler, insanlığın böyle yeni bir hayata kavuşacağını asla inkâr edemezler ve uzak göremezler.

56. Yemin olsun ki, biz ayetlerimizin hepsini ona gösterdik. Böyle iken o yalanladı ve kaçındı.

56. Allah Teâlâ Hazretleri, bu kadar kudret eserlerine karşı küfründe, cehaletinde ısrar etmiş olan Firavunun ne kadar sapıklık içinde kalmış olduğunu teşhir için şöyle buyuruyor: (Yemin olsun ki, biz âyetlerimizi) Hz. Musa’ya ihsan etmiş olduğumuz mucizeleri, onların (hepsini ona) o Firavun’a (gösterdik) o inkârcı herif Musa Aleyhisselâm’ın gösterdiği çeşitli mucizeleri görmüştü ki: Bunlar, âsâ, beyaz el, denizin yarılması, dağın parçalanması gibi hârikalar idi. (Böyle iken) bu kadar hârikalar gösterilmiş olduğu halde (o) Firavun bu mucizeleri (yalanladı) onları birer sihir saydı, (ve kaçındı) Allah’ın dinini, onun birliğini kabulden ve gösterilen mucizeleri tasdikten yine yüz çevirdi, küfründe ısrar edip durdu. Deniliyor ki: Musa Aleyhisselâm, nice hârikaların, mucizelerin Allah’ın kudreti ile meydana gelebileceğini ve geçmiş Peygamberlerin ümmetlerine göstermiş oldukları âyetleri, hârikaları, Firavun’a bildirmişti. İşte bu bakımdan da bütün âyetler, mucizeler Firavun’a gösterilmiş, hikâye edilmişdemektir.

57. Firavun dedi ki: Ey Musa! Sen geldin mi ki, bizi sihrin ile yurdumuzdan çıkarıveresin.

57. Bu mübarek âyetler, Hz. Musa ile Firavun arasında geçen konuşmayı ve Hz. Musa’ya karşı cephe alabilmesi için Firavun’a verilen mühleti bildiriyor ve Firavun’un kendisini müdafaa için nasıl hilelere başvurmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Firavun, Musa Aleyhiselâm’ın metanetini, mânevî heybetini görünce büyük bir korkuya düştü de (dedi ki:) Ey Musa!. (Sen geldin mi ki, bizi sihrin ile yurdumuzdan) Mısır’dan (çıkarıveresin?.) Bizim mülkümüzü, hâkimiyetimizi elde edesin?. Kıpti taifesinin bütün yurdunu, bütün varlığını elde etmiş olasın?.

58. O halde biz de sana onun misli bir sihir elbette getireceğiz. Artık bizim aramızla senin aranda bir buluşacak vakit tâyin et ki, o bizim de senin de caymayacağımız düz bir yer olsun.

58. (O halde) Ya Musa!. Maksadın öyle bizi yurdumuzdan çıkarıp atmak ise andolsun ki, (bîz de sana onun) o senin gösterdiğin sihrin (benzeri bir sihir elbette) meydana (getireceğiz) sana karşılık vereceğiz. (Artık bizim aramızla senin aranda bir buluşacak vakit) bir münüasip yer (tâyin et ki, o) öyle va’d ve tâyin edilecek şey (bizim de senin de caymayacağımız düz bir yer olsun) her iki gruba göre eşit bir sahadan ibaret bulunsun, ortaya çıkacak hâdiselerin görülmesine mâni bir vaziyette bulunmasın.

59. Hz. Musa dedi ki: Size va’d edilen vakit, ziynet günü ve insanların toplanacağı kuşluk zamanıdır.

59. Musa Aleyhisselâm da (dedi ki: Size va’d edilen vakit) aramızda cereyan edecek olan tartışma ve münakaşa zamanı (ziynet günü) dür yani: Âşûra günü veya Nevruz günüdür veyahut insanların bayram edinipziynetlendikleri bir özel gündür. (Ve insanların toplanacağı kuşluk zamanıdır.) çünkü böyle bir vakitte yapılacak şeyler, herkesçe görülebilir, şöhret bulur, hak batıldan ayrılmış, hakikat meydana çıkmış bulunur.

60. Artık Firavun, dönüp gitti, bütün hiylesini topladı, sonra geliverdi.

60. (Artık) bu beyanat üzerine (Firavun dönüp gitti) Hz. Musa’dan ayrıldı, onun emrine boyun eğmedi, kendisini kurtarmak, küfrünü devam ettirebilmek için (bütün hiylesini topladı) her tarafta bulunan sihirbazları Mısır’a getirtip kendisi için müdafaa tedbirleri almak istedi. (Sonra) da va’d edilen vakit, sihirbazlar ile beraber (geliverdi) bütün taraftarlarını, yardımcılarım başına toplamış bulundu.

61. Musa onlara sihirbazlara dedi ki: Yazıklar olsun sizlere! Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunmayın, sonra sizi azab ile helâk eder ve muhakkak ki, iftira eden hüsrana uğramıştır.

61. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın toplanan sihirbazlara karşı nasihat edici bir tarzda yapmış olduğu ihtarı bildiriyor. Buna karşı sihirbazların aralarında münakaşada bulunarak Hz. Musa ile Hz. Harun’u birer sihirbaz sanmış olduklarını ve onlara karşı topluca cephe almak istediklerini ve o günde galip olacak tarafın kurtuluşa ereceğini söylemiş bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Musa) Aleyhisselâm (onlara) o sihirbazlara ve diğer inkârcılara hitaben (dedi ki: Yazıklar olsun sizlere!.) kendinizi ilâhî azaba lâyık bir durumda bulunduruyorsunuz da bundan haberiniz yok. Artık uyanın (Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunmayın) Cenab’ı Hak’ka başkalarını ortak koşmayın, benim elimde görülecek hârikaları birer sihir sanarak sapıklığınızda israr edip durmayın (sonra sizi azab ile helâk eder) sizi müthiş bir azab ile kökünüzden koparır atar. (Ve muhakkak ki) Allah Teâlâ’ya (iftira eden) o kendisine ortak edinmiştir diyen, onun vücude getirdiğimucizeleri birer sihir sanan kimse (hüsrana uğramıştır) Nitekim Firavun da ve emsali de nihayet helâk olmuş, ebedî felâketlere uğramış, gitmişlerdir.

62. Artık sihirbazlar aralarında işlerine dair münakaşada bulundular ve gizlice konuştular.

62. (Artık) sihirbazlar, Hz. Musa’nın bu ihtarı üzerine (aralarında işlerine dair) Hz. Musa’ya karşı nasıl bir vaziyet alıp ona nasıl galip gelebilecekleri hususunda (münakaşada bulundular) her biri bir başka görüş beyanında bulundu (ve gizlice konuştular) sözlerine Hz. Musa’nın vâkıf olmamasını istediler, onun galip gelmesi takdirinde ne yapacaklarını kendi aralarında sözkonusu ettiler.

63. Dediler ki: Bunlar herhalde iki sihirbaz, istiyorlar ki, sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarıversinler ve sizin en faziletli olan dininizi gidersinler.

63. O sihirbazlar, Hz. Musa’dan korktular, münakaşaları neticesinde gizlice (dediler ki: Bunlar) Hz. Musa ile Hz. Harun (herhalde iki sihirbaz) bundan başka değil, (istiyorlar ki, sizi) Ey insanlar! Onlar (sihirleriyle yurdunuzdan çıkarıversînler) Mısırı ele geçirerek o dedelerinizden kalma yurdunuzdan sizi mahrum bıraksınlar. (Ve sizin en faziletli olan dininizi) mezhebinizi (gidersinler) Firavun’un kavmini kendi inançlarından, Firavun’a tapınmalarından geri bıraksınlar, kendi dinlerini, mezheblerini yaysınlar.

64. Artık bütün çarelerinizi toplayınız, sonra saf halinde geliniz. Şüphesiz ki, bugün galip gelen kurtuluşa ermiş olacaktır.

64. (Artık) iş böyle olunca, onlar öyle sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyince siz de (bütün çarelerinizi toplayınız) yapacağınız sihirleri yapmaya çalışınız, elinizden gelen bir şeyi geri bırakmayınız, (sonra) Musa ile Harun’u karşı (saf halinde geliniz) çünkü böyle bir vaziyet, göreceklerin kalplerine korku düşürür.(Şüphesiz ki, bu gün galip gelen) bu muazzam toplantıda galibiyeti kazanan, (kurtuluş bulmuş olacaktır.) istediğine erecektir, Firavun’un sevgisini kazanacaktır. Ne cahilce bir arzu!.

§ Rivayete göre bu sihirbazlar, yetmiş bin kadardı, hepsinin de elinde âsâ ve ipler bulunuyordu. Diğer bir rivayete göre bunlar yetmiş iki sihirbazdı, bunların ikisi Kıpti taifesiden, kalanları da İsrail oğullarından idi. Diğer bir rivayete göre de dokuz yüz kişi idiler. Üç yüzü Fürs’den üç yüzü Rum’dan, üç yüzü de iskenderiye’den idi. Diğer rivayetler de vardır. Doğrusunu Allah daha iyi bilir.

65. Dediler ki: Ey Musa! Ya sen atıver, veyahut ilk atan biz olalım.

65. Bu mübarek âyetler, Hz. Musa ile sihirbazlar arasında müsabakaya ne şekilde başlanıldığını bildiriyor. Korkunç sihirbazca görüntülerden Hz. Musa’nın korkmaması için kendisine Allah tarafından teminat verilmiş olduğunu ve Hz. Musa’nın göstermeğe muvaffak olduğu mucizeler tesiriyle sihirbazların secdelere kapanarak ilâhî dinî kabul eylemiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm ile sihirbazlar zinet günü denilen belirli günde toplandılar, sihirbazlar, Hz. Musa’ya karşı edebe riayet için ve onun gösterdiği metanete, yiğitliğe, yüksek görüşe hürmet için (dediler ki: Ey Musa!.) göstermek istediğin, meydana çıkarılmasını arzu ettiğin şeyi (ya sen) meydana (atıver) evvelâ sen bizimle münazaraya başlamış ol (veyahut ilk atan) münakaşaya başlayan (biz olalım) sen hangisini istersen onu tercih et, o yolda hareket edelim.

66. Dedi ki: Hayır siz atınız. Hemen onların ipleri ve sopaları sihirlerinden dolayı koşuyormuş gibi ona görünür oldu.

66. Hz. Musa da o sihirbazların bu nazikdavranışlarına güzelce karşılık vermek ve kendisinin metanetini göstermek ve hakkın parlak bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olmak için (dedi ki: Hayır) ilk atan ben olmayacağım. Madem ki: Benimle münazada bulunmak istiyorsunuz. O halde (siz atınız) elinizden geleni yapınız. Hz. Musa’nın bu ifadesi, sihrin yapılması için bir müsaade mahiyetinde değildir. Bilakis sihirbazların aczlerini, hayalperestçe hallerini meydana çıkararak kendi sapıklıklarını teşhir, onları aydınlatarak ve ikaz ederek ilâhî dinî kabule sevketmek içindi. Sihirbazlar da Hz. Musa’nın bu müsaadesi üzerine, (hemen) ellerindeki âsaları, ipleri yere atıverdiler, (onların ipleri ve sopaları, sihirlerinden dolayı koşuyormuş gîbî ona) Hz. Musa’ya (görünür oldu) bütün o ipler, ve sopalar görünürde birer yılan gibi deprenir, hareket eder bir halde görünerek insanlık icabı Hz. Musa’nın kalbinde bir korku, bir endişe uyandırdı. Fakat bunlar birer görünüşten, birer hayalden ibaret idi, yoksa haddızatında yılan; çıyan mahiyetine asla dönüşmüş değildir.

67. Musa, içerisinde hemen bir korku hisseder oldu.

67. Evet.. (Musa) Aleyhisselâm, o sihirbazların gösterdikleri o korkunç yılanlar manzarasını görünce insanlık icabı (içerisinde hemen bir korku hisseder oldu) nitekim başlangıçta kendi âsasının da bir ejderha haline geldiğini görünce bir korku hissetmişti. Bununla birlikte bu korku, bir takım kimselerin o gösterilen hayalatı mucize kabilinden birer hakikat sanarak sihirbazlara tâbi, ilâhî dinî kabulden kaçınacaklarını düşünmekten neş’et etmiş de olabilir.

68. Dedik ki: Korkma, şüphe yok, üstün olan sensin, sen.

68. Allah Teâlâ Hazretleri ise buyuruyor ki: O zaman Hz. Musa’ya vahyederek (dedik ki:) Ya Musa!. (Korkma) o sihirbazların gösterdiklerişeylerden dolayı müteessir olma, o gösterilen şeyler, birer hayalden ibarettir, hepsi de yok olacak, hakikat meydana çıkacaktır, (şüphe yok ki, üstün olan) açıkça ve parlak bir şekilde galip gelecek (sensin, sen) o sihirbazlar değildirler.

69. Ve elinde olanı bırakıver, onların yaptıklarını yutuverir. Şüphe yok ki, onlar ne yaptılar ise bir sihirbaz hiylesinden ibarettir. Sihirbaz ise her nerede olsa felâha eremez.

69. (Ve) Hak Teâlâ Hazretleri, Musa Aleyhisselâm’a vahyederek buyurdu ki: (Elinde olanı bırakıver) elinde bulunan âsâyı yere at hakikaten bir ejderha kesilerek (onların) o sihirbazların (yaptıklarını) kendilerinin hayalî bir şekil verdikleri şeyleri (yutuverir) fevkalâde bir kuvvetle, bir süratle hepsini mahv ve yok eder durur, bir mucize olduğu tahakkuk etmiş olur. (Şüphe yok ki, onlar) o sihirbazlar taifesi (ne yaptılar ise) ne gibi hayalî suretler gösterdilerse hepsi de (bir sihirbaz hiylesinden ibarettir) onlar birer uydurmadır, birer gösterştir, hiçbirinin bir hakikatı, bir kalıcılığı yoktur. (Sihirbaz ise) bu cins taife ise (her nerede olsa) her ne tarafa yönelse asla (felâha eremez.) Aslâ muvaffakiyete nail olamazlar.

70. Nihayet sihirbazlar, secde eder oldukları halde yerlere atıldılar. Harun ile Musa’nın Rabbine imân ettik, dediler.

70. Musa Aleyhisselâm, aldığı ilâhî emir üzerine âsasını meydana atınca hakikaten bir büyük yılan kesilerek sihirbazların meydana çıkarmış oldukları şeyleri tamamen yutup mahvetti, hakikî bir mucize meydana gelmiş oldu. Bunun üzerine (sâhirler secde eder oldukları halde) yerlere (atıldılar) kulluk secdesine kapandılar, güzelce düşündükleri için hakikatı anlayarak (Harun ile Musa’nın Rabbine imân ettik dediler) ilâhî dinî kabul şerefine nail oldular. Meydana atmış oldukları şeyler tamamen mahvolup gitmiş olduğu içinbu hadisenin kuru bir gösteriş olmayıp hakikatın kendisi olduğunu anladılar.

§ Sihirbazlar; “âlemlerin Rabbine” İmân ettik dememişlerdi. Çünkü Firavun, “ben sizin en Yüce Rabbinizim” diyordu. Âlemlerin Rabbi denilse idi kendisine işaret olunduğunu sanabilirdi. Aynı şekilde “Musa’nın Rabbi” denilmekle de iktifa edilmemiştir. Zira Firavun, Hz. Musa’yı bir müddet sarayında beslemiş olduğu için onun Rabbi benim diyebilirdi. Binaenaleyh bu gibi zanlara meydan kalmaması için “Harun ile Musa’nın Rabbi” denilmiştir. Harun Aleyhisselâm’ın takdim edilmesi ise yaşça büyük olduğuna ve âyetlerin son harflerinin birliğine riayet edilmesine yönelik olmalıdır.

71. Firavun dedi ki: Ben size izin vermeden evvel siz ona imân ettiniz. O sizin büyüğünüzdür ki, size sihri öğretmiştir. Artık sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak elbette keseceğim ve elbetteki, sizi hurma dallarına asacağım ve elbetteki, bileceksinizdir ki, hangimiz azapca daha şiddetli ve daha devamlıdır.

71. Bu mübarek âyetler, Hz. Musa’ya imân eden sihirbazlara karşı Firavun’un yapmış olduğu tehdidi bildiriyor. O İmân şerefine nail olan zatların da dinî metanetlerini göstererek Firavun’a karşı nasıl reddiyede bulunmuş ve kâfirlerin uğrayacakları ebedî cezalar ile müminlere va’dolunan ebedî mükâfatları nasıl söylemiş olduklarını beyan buyurmaktadır Şöyle ki: Firavun, sihirbazların öyle Hz. Musa’yı tasdik ederek hak dinî kabul ettiklerini görünce (dedi ki: Ben size izin vermeden evvel) benim müsaadem olmaksızın siz (ona) Hz. Musa’ya (İmân ettiniz) ona tabaiyyette bulundunuz (o sizin büyüğünüzdür ki) hocanızdır ki, (size sihri öğretmiştir.) yani: Onun gösterdiği harika da sizin sihirleriniz kabilindendir. Siz ortaya çıkan bir hakka tâbi olmuş değilsinizdir, belki onunla ittifak etmiş,böyle bir hiylede bulunmuşsunuzdur. Kâfir Firavun, bu tür sözleriyle başkalarını saptırarak Hz. Musa’ya tâbi olmalarına meydan vermemek istemiştir. Ve o imân edenlere hitaben dedi ki: (Artık sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak elbette keseceğim) yani: Andolsun ki, sizden her erkeğin sağ eliyle sol ayağını kesivereceğim. (Ve elbette ki, sizi hurma dallarına asacağım) sizin öldürülmenizi öylece teşhir edeceğim, tâki, başkalarının imân etmelerine bir korkunç engel teşkil etmiş olsun. (Ve elbette bileceksinizdir ki, hangimiz) ben mi, Musa veya Musa’nın Rabbi mi (azapca daha şiddetli ve daha devamlıdır) siz onun azabından, gösterdiği âsâ hârikasından korkarak ona tâbi oldunuz, bunun cezasını göreceksinizdir.

72. Dediler ki: Ellbette seni bize gelen âyetlere ve bizi yoktan var etmiş olana tercih edemeyiz. Artık sen, ne ile hüküm edecek isen hüküm et. Sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin.

72. Firavunun bu saçmalamalarına karşı o imân eden zatlar da (dediler ki:) Ey Firavun!, (elbette seni, bize gelen âyetlere) Hz. Musa’nın lisaniyle, onun vasıtasiyle bize görünen hârikalara (ve bizi yoktan var etmiş olana) Kâinatın Yaratıcısı hazretlerine (tercih edemeyiz) öyle apaçık mucizeler meydanda iken, Allah’ın Rab oluşu anlaşılmış iken onlara muhalefet edip de ey Firavun!. Senin gibi haddızatında âciz, bir mahlûka nasıl tâbi, senin ilâh olduğuna nasıl inanabiliriz?. (Artık) ey Firavun!, (sen ne ile hükmedeceksen hükmet) eğer takdir edilmiş ise sen bizim maddî hayatımıza suikast etmiş olursun, bizi dünyevî bir hayattan mahrum bırakırsın. Artık böyle geçici bir ceza endişesiyle biz Kâinatın Yaratıcısı hazretlerinin dinine muhalif hareketlerde bulunarak kendimizi ebedî helâke, azaba mâruz bırakmak ister miyiz?. Ey Firavun!. (Sen ancak bu dünya hayatındahükmedersin) bizi geçici olan dünya yaşayışından mahrum etmiş olursun. Bunun ise ne ehemmiyeti vardır?. Evet.. Bir insan bu dünyada ne kadar zahmetlere, felâketlere uğrasa da bu geçicidir, asıl korkulacak şey, ahiret azabıdır. O azap, kâfirler hakkında ebedîdir, her türlü tasavvurların üstünde şiddetlidir. Artık hangi akıllı bir kimse, öyle geçici bir cezadan kurtulmak, geçici bir varlığa nail olmak için kendisini ebedî azaba, sonsuz mahrûmiyetlere mâruz bırmak ister?.

73. Muhakkak biz Rabbimize imân ettik ki, bizim için hatalarımızı ve bizi üzerine zorladığın sihirden dolayı yarlığasın. Ve Allah hayırlıdır ve ebedîdir.

73. Ve o muhterem zatlar dediler ki: (Muhakkak biz Rabbimize imân ettik) bize lütuf ve ihsanda bulunan, bizi hakikî bir dine kavuşturan mübudumuzu bilip birliğini tasdik eyledik, (ki, bizim için hatalarımızı) işlemiş olduğumuz küfrü, günahı (ve bizi üzerine zorladığın sihirden dolayı) Hz. Musa’ya cephe alarak ona sihirlerimizle karşı gelmeye sevkettiğinden dolayı günahlarımızı kusurlarımızı (yarlıgasın) af ve mağfiret buyursun, onlar ile bizi ahirette azaplandırmasın. (Ve Allah) haddizatında (hayırlıdır) veya onun sevabı sırf hayırdır ve o ezelî yaratıcı (ebedîdir) onun sevabı azabı da ebedîdir. Artık bizim üzerimize düşen vazifelerde: O Yüce Yaratıcının rızasına muvafık olna şeyleri yapmak, onun azabını gerektiren şeylerden kaçınmakır. Başka türlü kurtuluş imkânı yoktur.

74. Şüphe yok ki, her kim Rabbine inkârcı olarak gelirse elbetteki, onun için cehennem vardır. Orada ne ölür ve ne de dirilir.

74. (Şüphe yok ki her kim Rabbine inkârcı olarak gelirse) yani: Küfür ve isyan üzerine ölürse (elbette ki, onun için cehennem vardır) ahirette öyle daimî bir azap mahalline atılacaktır. (Orada ne ölür) ki, azabı sonbularak kurtulabilsin (ve ne de dirilir) ki, faideli bir hayata sahip bulunabilir ki, ondan istifade edebilsin, Artık öyle bir azab âlemini gözönüne almalı da ondan kurtulmaya sebep olan imana, güzelce amellere sarılmalıdır.

75. Her kim de güzel güzel ameller işlemiş olduğu halde ona mümin olarak gelirse işte onlar için en yüksek dereceler vardır.

75. (Her kim de güzel güzel ameller işlemiş) görevli olduğu dinî vazifelerini yerine getirmiş (olduğu halde ona) Yüce Mabud Hazretlerine (mümin olarak gelirse) öyle imân ile, güzel ameller ile vasıflanmış olduğu halde vefat edip ahiret âlemine giderse (onlar için) öyle güzel imân ve güzel ameller sahipleri için (en yüksek dereceler vardır) büyük mükâfatlar, yüce ikametgâhlar takdir sdilmiştir.

76. Adn cennetleri ki, altlarından ırmaklar akar, orada ebediyen kalıcılardır ve bu, temizlenmiş olan kimsenin mükâfatıdır.

76. Evet.. Onlar için (Adn cennetleri) takdir edilmiştir (ki,) onlar için cennetler sahası, o cennetlerde ikâmet nimeti va’dedilmiştir ki, o cennetlerin (altlarından ırmaklar akar) ikametgâhlar! önünden berrak berrak sular akıp gider ve o cennetlere nail olanlar artık (orada ebediyyen kalıcılardır) ebedî olarak cennette oturup yüce zevk ve sevinç içinde yaşayıp dururlar. (Ve bu) nimet, böyle bir fevz ve kurtuluşa ermek, yüksek derecelere ulaşmak (temizlenmiş olan) küfr ve isyan kirlerinden tertemiz bulunan (kimsenin mükâfatıdır.) ne yüce bir mazhariyet!.

§ Bu son üç âyet-i kerime de o imân eden sihirbazların beyanatını anlatmaktadır. Bununla beraber bu üç âyetin Allah tarafından ayrıca beyan buyurulmuş olması da düşünülebilir.

§ Bu imân eden zatlar hakkında Firavun’un tehdidin! yerine getirmiş olduğuna dair ne Kur’an-ı Kerim’de ne de tarihî haberlerde birkayıt yoktur. Allah bilir hepsi de selâmete kavuşmuşlardır.

77. Ve andolsun ki, Musa’ya şöyle vahyettik. Kullarım ile beraber geceleyin yürü ve onlara denizde kuru bir yol aç, yetişilmekten korkmazsın ve endişe de etme.

77. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın müminler ile beraber Mısır’dan ayrılmaları hakkındaki Allah’ın emrinin tecellisini bildiriyor. Ve müminlerin bir harika olarak denizde açılan yollardan geçip selâmet sahaline kavuşmuş olduklarını, kavmini sapıklığa düşürmüş olan Firavun ile ordusunun da denizde boğulduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, Musa Aleyhisselâm’a âyetleri, mucizeleri göstermiş, o Yüce Peygamber’e tâbi olanların sayısı çoğalmış idi. Geri kalan olayları da son derecedeki önemine işaret için, şöyle yemin ederek beyan buyuruyor. (Ve andolsun ki. Musa’ya) şöyle (vahyettik: Kullarım ile) Firavun’un zulmundan kurtulmaları takdir edilmiş olan müminler ile (beraber geceleyin) Mısırdan çıkarak (yürü) Kulzüm = Kızıl Deniz tarafına yola çık (ve onlara) o kurtarılmaları istenmiş olan müminlere (denizden kuru bir yol aç) yani: Âsanı denize vur, her sıbt = kabile için harikulâde bir yol açılsın, suları çekilsin, muazzam kupkuru birer yol haline gelmiş olsun. (Yetişilmekten korkmazsın) yani: Firavun’un ve onun ordusunun gelip size yetişmesinden korkmaz bir halde o yollardan sahile çıkmak için koş (ve korkar olma) boğulmaktan da endişede bulunma. Siz Allah’ın korumasına mazharsınız!. .

78. Derken Firavun ordusuyla onların arkasına düştü. Artık kendilerini Firavun ile ordusunu denizden saran sarıverdi.

78. Hz. Musa, aldığı ilâhî vahye dayanarak hemen gecenin evvelinden itibaren maiyetiyle beraber Mısırdan çıktı. (Derken Firavun) da oların bu hareketlerinden haberdar olarak(ordusuyla) beraber (onların arkasına düştü) onları takibe başladı, onlara deniz kenarında kavuştu. (Artık kendilerini) Firavun ile ordusunu (denizden saran sarıverdi) harikulâde bir olay meydana geldi, aklen düşünülemeyecek bir felâkete uğradılar, şöyle ki: Hz. Musa, maiyetiyle beraber denizden açılan yolları takibedip selâmet sahiline çıktılar. Onları takibetmek isteyen Firavun ile ordusu ise o yolların kapanması üzerine tamamen helâk olup gittiler.

§ Rivayete göre Musa Aleyhisselâm’ın beraberindeki zatlar, altıyüz yetmiş bin kimse imiş. Firavun’un ordusunun öncü birliklerinde ise yediyüz bin kişi var imiş. Denizde Hz. Musa’nın vurduğu âsâ ile oniki yol açılmış, müminler bu yollardan sağ salim sahile kavuşmuşlardır. Firavun ile ordusu bunları takip ederken tamamen boğulup gitmişlerdir.

79. Ve Firavun kavmini sapıklığa düşürdü ve onları doğru bir yola götüremedi.

79. (Ve Firavun kavmini) kendisine tapınmaya davet etmek suretiyle (sapıklığa düşürdü) onları hidayetten, ilâhî dine kavuşmaktan mahrum bıraktı. (Ve onları doğru bir yola götüremedi.) bilakis sapıklıktan sapıklığa düşürdü. Nihayet hepsenin de kâfirce bir halde sular içinde boğulup gitmelerine sebebiyet vermiş oldu, onları dünyada da, ahirette de hüsrana, azaba mâruz bıraktı.

§ Deniliyor ki: Firavun elbette deli değildi. O denizde açılan yollara ordusuyla beraber atılmaya nasıl cesaret etti?. Buna cevaben denilebilir ki: Firavun, İsrail oğullarının o yollardan selâmetle geçmekte olduğunu gördüğü için kendisinin de geçebileceğine kani olarak o yollara atılmıştır. Şu da düşünülebilir ki: Ordusundan bir kısmının o yollara atılıp yürüyüşlerine devam ettiğini gördüğü için Firavun’a da o yolları selâmetle takibedeceğine dair bir kanaat gelmiş idi. Bununla beraber şöyle de denilebilir ki:Firavun’un müminlere karşı fevkalâde düşmanlık ve ihtirası, kendisini tehlikeyi düşürme kabiliyetinden mahrum bırakmış olmalıdır ki, öyle bir tehlikeye atılmaya cür’et göstermiştir. İşte hakka karşı olan bir düşmanlık, inkârcı şekilde bir ihtiras, sahibini böyle felâketlere mâruz bırakır. Velhâsıl: Firavun, Allah’ın azabına lâyık olmuş, olduğu için kendi başına gelecek bir tehlikeyi düşünmek hassasından mahrum kalmış, lâyık olduğu cezaya kavuşmuştur. Demek oluyor ki, öyle dinsizce hareket ederek helâke, ilâhî azaba liyakat kazananlar, görünüşte ne kadar akıllı, uzak görüşlü görünseler de yine başlarına gelecek felâketten ne kendilerini, ne de kendilerine tâbi olanları kurtaramazlar. Binaenaleyh öyle helâkî, ilâhî azabı getirecek hallerden son derece kaçınmalıdır, başka türlü selâmet çaresi yoktur.

80. Ey İsrail oğulları! Sizi muhakkak ki, düşmanınızdan kurtardık ve size Tur’un sağ tarafını va’d ettik ve sizin üzerinize kudret helvasıyla bıldırcın indirdik.

80. Bu mübarek âyetler, Allah Teâlâ Hazretlerinin İsrail oğulları hakkındaki himayesini ve ilâhî lûtuflarını bildiriyor. Onların ne ile mükellef olduklarını ve ilâhî emre muhalefetin cezasını ihtar ediyor ve kimlerin Allah’ın mağfiretine nail olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey İsrail oğulları!.) Yani: Ey Musa Aleyhisselâm’ın maiyetinde bulunarak selâmet sahiline kavuşmuş olanlar, yahut onların torunları olup Hz. Peygamber’in zamanında bulunanlar (sizi) şahıslarınızı veya aranızda bir birlik bulunan aba ve ecdadınızı (muhakkak ki, düşmanınızdan kurtardık) Firavun’un zulüm ve işkencesinden kurtardık, (ve size Tur’un sağ tarafını va’d ettik) yani Mısır’dan Şam’a gidecek kimselere göre sağ tarafında bulunacak Tur mevkiini, Hz. Musa için bir dua mahalli ve Tevrat’ın ineceği bir yer olmak üzere tâyin eyledik. Bu ilâhî lutfunmenfaati, bütün İsrail oğullarına yönelik olduğu için bu va’d, hepsine izafe edilmiştir. (Ve sizin üzerinize) Ey İsrail oğulları!. Ecdadınızın yaşayabilmeleri için (kudret helvasiyle bıldırcın indirdik) Onlar Tih çölünde iken her gün şafaktan güneşin doğmasına kadar her insan için bir ölçek miktarı kudret helvası indirilmişti. Onlara güney tarafından da Selva denilen bıldırcınlar gönderilmişti. Herkes kendisine yetecek kadarını keser, ondan geçimini temin ederdi.

81. Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temizlerinden yiyiniz ve onda aşırı gitmeyiniz, sonra üzerinize gazabım iner ve kimin üzerine gazabım inerse artık helâk olmuş olur.

81. Ve Cenab’ı Hak, kendilerine emretmişti ki: Ey İsrail oğulları!. (Size rızk olarak verdiğimiz şeylerin temizlerinden yiyiniz) onların helâl, lezzetli olanlarından istifade edeniz. (Ve onda aşırı gitmeyiniz) o rızık olarak verilen şeylerde haddi aşmayınız, onlardan lâyık olanlara verilecek miktarı veriniz, bundan geri durmayınız. (Sonra üzerinize gazabım iner) ceza vermem lâzım gelir, ilâhî azaba mâruz kalırsınız. (Ve kimin üzerine gazabım inerse artık helâk olmuş olur) öyle bir kimse, bedbahtlığa düşmüş, cehennemi hak etmiş olur. Binaenaleyh böyle mesuliyeti gerektiren hareketlerden son derece sakınmalıdır.

82. Ve şüphe yok ki, ben tövbe eden ve imân eyleyen ve güzel amelde bulunan, sonra da doğru yolda sebat gösteren kimse için çok yarlıgayıcıyım.

82. (Ve şüphe yok ki, ben) Yüce Yaratıcı (tövbe eden) küfür ve isyandan, haddi tecavüzden pişman olup hakka dönen (ve imân eyleyen) inanılıp tasdik edilmesi dînen icabeden şeylere inanan (ve güzel amelde bulunan) şer’an, aklen güzel, dosdoğru herhangi bir hareketi yapmış olan (sonra da doğru yolda sebat gösteren) hidayet yolundan ayrılmayan, dinî vazifelerine devam edip duran (kimse için çokyarlığayıcıyım.) öyle kimseler hakkında ilâhî mağfiretini ziyadesiyle tecelli eder, onların geçmiş günahlarını afeder ve örterim. Binaenaleyh her insan için lâzımdır ki, insanlık hali bir kusurda bulunmuş ise hemen tövbe ve stiğfar etsin, Cenab-ı Hak’kın affına ve mağfiretine sığınsın, ümitsizliğe düşerek tenbelce bir vaziyet almasın, üzerine düşen vazifeleri ifaya çalışsın, Hak Teâlâ hazretlerinden muvaffakiyetler niyaz eylesin. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri tövbekâr olan kullarını af edeceğini va’d buyurmaktadır.

83. Ya Musa! Seni kavminden ayırıp aceleye düşüren nedir?

83. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın ilâhî vahyi almak için alelâcele Tur dağına gitmiş olduğunu ve tecelli eden ilâhî hitab verdiği cevabı bildiriyor. Hz. Musa’nın Tür’a hareketini müteakip İsrail oğullarının Samiriye uyarak buzağıya tapmış olduklarını ve daha sonra ileri sürmüş oldukları mâzeretleri beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, ilâhî emre binaen Tür’a giderken İsrail oğullarından yetmiş zatı da beraberine almıştı. Sonra bu zatları geride bırakarak kendisi alelâcele Tür’a varmıştı. İşte bu sırada, kendisine ilâhî vahiy gelerek buyuruldu ki: (Ya Musa!. Senî kavminden) ayırıp (aceleye düşüren nedir?.) ne için onlardan evvel bu makama gelmiş bulunuyorsun?.

84. Dedi ki: Onlar da beni takibetmektedirler. Ve Rabbim ben senin için acele ettim ki, benden razı olasın.

84. Hz. Musa da (dedi ki:) Yarabbi!. (Onlar da) o seçilmiş olan zatlar da (beni takibetmektedirler) ben onlardan birkaç adım önde bu makama gelmiş bulunuyorum, onlardan tamamen ayrılmış değilim. (Ve Rabbim ben senin için) senin emrini çabucak yerine getirmek için (acele ettim ki,) benden (razı olasın) hakkımdaki ilâhî rıza artmış olsun. Çünkü ilâhî emri çabucak yerine getirmek, ilâhîrızânın tecellisine bir vesiledir.

§ Allah Teâlâ Hazretleri, kullarının bütün amel ve fiillerini bilicidir. Onun böyle bir suali, Hz. Musa hakkında büyük bir iltifattır ve o Yüce peygamberin yüksek amellerini, tavırlarını, yüce hitaplara, tecellilere mazhariyetini bütün insanlığa duyurmak gibi bir hikmete müstenittir.

85. Buyurdu ki: Biz senden sonra kavmini fitneye düşürdük ve onları samiri saptırdı.

85. Allah Teâlâ Hazretleri, Musa Aleyhisselâm’a vahyederek (buyurdu ki: Biz senden sonra) senin kavminden ayrılıp Tür’a geldiğini müteakip (kavmini) İsrail oğullarını (fitneye düşürdük) onları buzağıya tapmak cahilliğine mübtelâ kıldık (ve onları samiri saptırdı) buzağı heykelini yaptı, İsrail oğullarını ona ibadet etmeğe davet etti, bir çoklarını saptırarak öyle bir şirke düşürmüş oldu. Rivayete göre Hz. Musa’nın arkasında Harun Aleyhisselâm ile altı yüz bin kişi kalmıştı. Bunlardan ancak oniki bin kişi, buzağıya tapmamış, diğerleri tapmışlardı. Samiri ise münafık bir şahıs idi. İsrail oğullarından “Samire” denilen bir kabileye mensup idi veyahut sığıra tapan diğer bir kavmin fertlerinden bulunuyordu.

86. Artık Musa, kavminin yanına gazaplı bir halde mahzun olarak döndü. Dedi ki: Ey kavmim! Size Rabbiniz güzel bir va’d ile va’d etmiş değil mi idi? Yoksa üzerinize zaman mı uzadı? Yoksa Rabbinizden üzerinize bir gazap inmesini mi arzu ettiniz ki, bana olan va’dinize muhalefette bulundunuz?

86. (Artık Musa) Aleyhisselâm, Tur’da kırk günü tamamlamış ve Tevrat kitabına nail olmuş olduktan sonra (kavminin yanına) yaptıkları hareketten dolayı (gazaplı bir halde mahzun olarak) döndü, onlara hitaben (dedi ki: Ey Kavmim!. Size Rabbiniz güzel bir va’d ileva’d etmiş değil mî idi?.) Size nuru, hidayeti kapsamış olan Tevrat kitabını bildirmemiş mi idi?. Sizin geçmiş hatalarınızı af edeceğini, sizi düşmanlarınıza galip kılacağım tebşir etmiş değil mi idi?. (Yoksa üzerinize zaman mı uzadı?.) size va’d olunan ilâhî lutfun zamanı tehire mi kaldı ki, böyle benden sonra hâlinizi değiştirdiniz, Allah’ın birliği inancına aykırı harekete cür’et gösterdiniz?. (Yoksa Rabbinizden üzerinize bir gazab inmesini mi arzu ettiniz, ki, bana olan va’dınıza muhalefette bulundunuz?.) Cenab-ı Hak’kın birliğini tasdikte, ilâhî emirlere riayette bulunacağınıza dair olan sözlerinizi neden bozmaya cür’et gösterdiniz?. Bunun ilâhî gazabı çekeceğini, ebedî azaba sebep olacağını elbette ki, bilir, itiraf ederdiniz.

87. Dediler ki: Biz sana olan va’de kendimize sahip olarak muhalefette bulunmuş olmadık. Velâkin biz kavmin ziynetinden bir takım ağırlıkları yüklenmiştik, onları ateşe atıverdik. İşte Samiri de öyle atı verdi.

87. Yaptıklarından pişman olan İsrail oğuları da mazeret ileri sürmek üzere (dediler ki:) Ey Musa Aleyhisselâm!. (Bîz sana olan va’dde kendimize sahip olarak muhalefette bulunmuş olmadık) biz yine va’dimizde sebat etmekteyiz. Biz aldatıcı bir muamelenin esiri olduk, (velâkin biz kavmin) Firavun’a tâbi olanların (ziynetinden bir takım ağırlıklar! yüklenmiştik) onlar emanet olarak yanımızda bulunmuşlardı (onları) o altın, gümüş kabilinden olan ziynet eşyasını ateşe (atıverdik işte samiri de) yanında bulunanı (öyle atıverdi) bunun neticesinde zuhura gelen hey kele tapınılmış oldu.

§ Rivayete göre o süs eşyası denilen şeyleri İsrail oğulları bir düğün veya bayram günü Kibt tâifesinden emanet olarak almışlardı, bunlar yanlarında bulunuyordu. Samiri bunları ateşe attırmış, eritmiş, bunlardan bir buzağı şekli vücude getirilmişti.

88. Derken onlara bir buzağı, böğürmesi olan bir ceset çıkardı. Dediler ki: Bu sizin ilahınızdır ve Musa’nın ilâhıdır, fakat unutmuş.

88. Bu mübarek âyetler, Samiri’nin İsrail oğullarını nasıl saptırmaya çalışmış olduğunu bildiriyor. Buzağıya tapanların ne kadar kınanma ve azarlanmaya lâyık olduklarnı gösteriyor. Hz. Harun’un ihtarını kabul etmeyenlerin sapıklıklarında ne kadar ısrar edip durmuş olduklarını beyan buyuruyor. Şöyle ki: Samiri elindekini ateşe attı, o atılan şeyler eridiler (derken) Samiri (onlara) İsrail oğullarına o eritilen ziynet maddelerinden içerisi boş, ruhsuz (bir buzağı) bir sığır yavrusu (böğürmesi olan bir ceset) meydana (çıkardı) bu cesedin aşağısından içerisine girip ağzından çıkan bir rüzgârın tesiriyle böğürüp ses verir olduğu İbni Abbas Hazretlerinden rivayet olunmaktadır. Samiri ile aldattığı kimseler, (dediler ki: Bu) buzağı, ey İsrail oğuları!. (sizin ilâhmızdır) sizin mabudunuz bundan ibarettir. Bu (Musa’nın da ilâhıdır) o da buna tapar. (Fakat unutmuş) yani: Musa, bunu kaybetmiş, şimdi gitmiş Tur’da aramaktadır. Yahut Samiri evvelce imân etmiş olduğu zatı unutmuş da şimdi böyle bir şirke düşmüştür.

89. Görmüyorlar mı idi ki, onlara ne bir söz iade edebiliyordu ve ne de onlar için bir zarara ve bir faideye sahip bulunuyordu.

89. Buzağıya tapanlar, ne kadar gaflet ve cehalet içinde bulunuyorlar!. Onlar (görmüyorlar mı idi ki,) bu taptıkları heykel (onlara ne bir söz iade edebiliyordu) onların duâlarına, temennilerine karşı, bir cevap vermeğe kâdir bulunuyordu. (Ve ne de onlar için bir zarara ve bir faideye sahip bulunuyordu) böyle cevap vermekten âciz zarar ve fâide vermeğe gücü yetmeyen bir şeyi artık ne diye ilâh edinmiş bulunuyorlardı?.

90. Ve muhakkak ki, Harun onlara daha evvel demişti ki: Ey kavmim! Siz bunun ile fitneyedüşürülmüş oldunuz ve şüphe yok ki, sizin Rabbiniz Rahmandır. Artık bana tâbi olunuz ve benim emrime itaat ediniz.

90. (Ve muhakkak ki. Harun) Aleyhisselâm (onlara) o buzağıya tapanlara (daha evvel) Musa Aleyhisselâm’ın Tur’dan dönmesinden önce (demişti ki: Ey Kavmim!. Siz bunu ile) böyle bir buzağıya tapınmakla (fitneye düşürülmüş oldunuz) bunun şekline, böğürmesine bakarak aldandınız, doğru olan inancınızı bırakarak böyle bir şirke düştünüz, Samiri sizi aldatmış ve saptırmış oldu (ve) ey kavmim!. Bilmeli değil misiniz (şüphe yok ki, sizin Rabbiniz rahmandır) lütuf ve ihsanı bütün mahlûkatına yönelik olan bir Yüce Yaratıcıdan başka değildir. (Artık) o şirkinizi bırakarak (bana tâbi olun) benimle beraber yalnız âlemlerin Rabbine kulluk arzında bulunun (ve benîm emrime itaat ediniz) size tebliğine memur olduğum ilâhî dinde sebat edip öyle müşrikce hareketlerden sakınınız.

91. Dediler ki, bize Musa dönüp gelinceye kadar biz buna buzağıya sürekli olarak tapmaktan geri duracak değiliz.

91. O İsrail oğulları da Hz. Harun’a cevaben (dediler ki: Bize Musa dönüp gelinceye kadar biz buna) bu buzağıya (sürekli olarak tapmaktan geri duracak değiliz) sanki demiş oluyorlardı ki: Ey Harun!. Biz senin bu husustaki fikrini, delilini kabul etmeyiz. Ancak Musa’nın sözünü kabul ederiz. O gelsin bakalım ne diyecek. Onlar bu sözleriyle pek açık olan bir hakikatı anlamak kabiliyetinden mahrum olduklarını göstermiş, Harun Aleyhisselâm gibi bir Peygamber’in hidayet vesilesi olacak teklifini red etmiş bulunuyorlardı.

92. Dedi ki: Ey Harun! Onların sapıklığa düştüklerini gördüğün zaman seni ne men etti.

92. Bu mübarek âyetler, Tur’dan dönen Musa Aleyhisselâm’ın Hz. Harun ile arlarında geçenkonuşmayı ve Harun Aleyhisselâm’ın ileri sürmüş olduğu mazereti beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, İsrail oğullarının buzağıya tapmış olduklarını gelip anlayınca kardeşine hitaben (dedi ki: Ey Harun!.) Sen ki, peygambersin, sen ki benim kardeşim, vezirim ve halifemsin (onların) o İsrail oğullarının (dalâlete düştüklerini gördüğün zaman seni ne men etti?.) ki, onların aralarından ayrılmadın, öyle hidayet yolundan çıkarak buzağıya taptıklarını gördüğün halde yine aralarında kaldın?.

93. Ki, benim ardımca gelmedin? Emrime isyan mı ettin?

93. Evet.. Seni ne men etti (ki, benim ardımca gelmedin?.) Gelip durumu bana haber vermedin, veya benim yolumda hareket ederek onlara karşı bir gazap, bir hiddet göstermedin, onlar ile mücadeleye atılmadın yoksa sen (emrime isyan mı ettin?.) de Vazifende direnme göstermedin, durumun gerektirdiğine aykırı harekette bulundun.. Hz. Musa: Kavminin öyle müşrikce hareketlerinden çok etkilenmiş olduğu için kardeşine karşı böyle bir hitapta bulunmaya ruhen bir ihtiyaç hissetmiş ve mübarek kardeşinin sakalını, başının tüylerini tutup dinî bir gayret etkisiyle kendisine doğru çekerek olayın mahiyetini anlamak istemişti.

94. Dedi ki: Ey anamın oğlu! Ne sakalımı ve ne de başımı tutma. Ben muhakkak senin. İsrail oğullarının aralarını dağıttın ve benim sözümü gözetir olmadın, diyeceğinden korktum.

94. Harun Aleyhisselâm da (dedi ki: Ey anamın oğlu!) ey şefkatli kardeşim!, (ne sakalımı ve ne de başımı tutma) ben mâzurum. Evet.. (Ben muhakkak senin) Tur’dan dönünce bana hitaben sen: (İsrail oğullarının arlarını dağıttın) onlar ile mücadelede bulundun, birbiriyle savaşa sebep olacak derecede sertlik gösterdin. (Ve benim sözümü gözetirolmadın) benim tavsiyeme riayet etmeyip aralarında anlaşmazlık çıkmasına sebebiyet verdin (diyeceğinden korktum.)

§ Hz. Musa, Tür’a giderken Hz. Hamn’a demişti ki: Sen kavmim hakkında benim halifem ol ve ıslâhta bulun, bozguncuların yoluna tâbi olma. Şimdi Hz. Harun ileri gidip de mücadelede, savaşta bulunmuş olsa idi, bu emre muhalefet etmiş olacaktı. Bir de Harun Aleyhisselâm’ın ana ve baba bir kardeşi olan Musa Aleyhisselâm’a: Ey anamın oğlu!, demesi, onun daha ziyade yumuşaklığını, şefkatini celb içindi. Çünkü, analar, babalardan daha ziyade evlâtlarına karşı şefkat ve merhamet beslemekte bulunurlar. Artık öyle şefkatli bir mahlukun evlâdına düşen vazife de onun gibi şefkatli, merhametli bulunmaktır.

95. Musa Aleyhisselâm dedi ki: Ey Samirî! O acayip işi yapmaktaki maksadın ne idi?

95. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın Samiri’ye olan hitabını, Samiri’nin de ileri sürdüğü mazereti bildiriyor ve Samiri’nin ne şekilde huzurdan koğulduğunu ve ilahlığın yalnız her şeyi hakkiyle bilen Allah Teâlâya mahsus bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, Hz. Harun’un mazeretin! kabul ettikten sonra İsrail oğullarını saptırmış olan Samiri’ye -kınamak için ve onun yaptığı şeyin batıl olduğunu meydana çıkarmak için- hitap yönelterek: (dedi ki: Ey Samiri!. O acayip işi yapmaktaki maksadın ne idî?.) Ne için insanları öyle bir heykele taptırmaya cür’et gösterdin?.

96. Samiri” de dedi ki: Onların görmediklerini ben gördüm. Artık Resulün izinden bir avuç toprak aldım da onu attım ve nefisim bana öylece hoş göstermiş oldu.

96. Samiri de cevap olarak (dedi ki: Onların) İsrail oğullarının (görmediklerini ben gördüm) onların bilmediklerini ben bildim (artık resûlün izinden bir avuç) toprak (aldım da onu) oeritilen ziynet maddeleri arasına (attım) artık olan oldu (ve nefsim bana Öylece) o toprağı alıp atmayı (hoş göstermiş oldu.) Bana karşı bezemiş, güzel göstermiş bulundu.

§ Bu âyeti kerimede zikredilen Resûlden maksat, birçok müfessirlere göre, Cibril-i Emin’dir. Denizin yarılıp İsrail oğulları yürüdükleri zaman Cibril Aleyhisselâm, bir at üzerinde şekillenerek görünmüştü. Onun atının ayak bastığı yerlerden hemen yeşil otların meydana geldiğini Samiri görmüş; o yerlerden bir miktar toprak almıştı. İşte o toprağı o eritilen ziynetler üzerine atıvermiş, öyle fevkalâde bir buzağı meydana gelmişti. Fakat bu müşahedeyi garip gören bazı zatlara göre bu resûlden maksat, Hz. Musa’dır. Samiri demek istemişti ki: Ya Musa!. Ben senin sünnetini, resmî hareketini gördüm, onun hak olmadığına kanaat getirdim. Artık ben senin dininden, eserinden bir tutam aldım, bazı şeyler edindim; sonra onu atıverdim onunla amel etmek istemedim. Bu takdirde Samiri, küfrünü itiraf etmiş oluyordu. Evet.. O kendi nefsinin isteklerine uymuş, bir ilhama, bir aklî delile dayanmaksızın öyle müşrikce bir harekette bulunmuştur.

97. Hz. Musa da dedi ki: Çık git. Çünkü artık sana hayatta bulundukça takdir edilmiş olan dokunma yok demektir. Ve muhakkak ki, senin için bir va’de mahalli de vardır ki, ondan asla ayrılmayacaksındır. Ve kendisine tapınıp durduğun tanrına da bak. Biz onu elbette ki, yakacağız, sonra da onu denizde parça parça edip savuracağız.

97. Hz. Musa da Samiri’ye hitaben (dedi ki:) insanlar arasından (çık git) burada durma (çünkü artık sana hayatta) bulundukça takdir edilmiş olan bir arızadan dolayı her gördüğün kimseye söyliyeceğin söz: (Dokunma yok demektir) yani: Ona öyle bir hastalık ariz olmuştu ki, artık hiçbir kimse ile temasta bulunmaya takati kalmamıştı. (Ve) Ey Samiri!.Bundan başka (muhakkak ki, senin için bir va’de mahalli de) zamanı da (vardır ki) sen (ondan asla ayrılamayacaksındır.) o va’dedilen şeye herhalde kavuşacaksındır, artık o senden ayrılamıyacaktır. Hayat boyu öyle ürkek bir halde yaşayacaksındır. (Ve) ey Samiri!. (Kendisîne tapınıp durduğun tanrına da) o kendi kanınca mabut tanıyıp ibadetine devam eylediğin buzağıya da (bak) onun ne âciz, ne ehemmiyetsiz bir şey olduğunu anla. (bîz onu elbeteki, yakacağız) ateşe atıp kızdıracak, eriteceğiz. (Sonra da onu denizde) Firavun ile ordusunun boğuldukları Kızıl Denizde (parça parça edîp savuracağız.) bir şekilde ki, artık ondan bir eser kalmayacaktır. Nitekim Hz. Musa, öyle de yapmış, öyle mahv ve yok olan bir şeyin mabud olamayacağını bu şekilde de insanlığa göstermiştir. Hz. Musa için Bakara sûresindeki (50) inci âyetin izahına müracaat!.

98. Sizin ilahınız ancak o Allah’tır ki, ondan başka ilâh yoktur. Her şeyi ilmen kuşatmıştır.

98. Ey insanlar!. Şüphe yok ki, (sizin ilahınız) Rabbiniz, mabudunuz, Yaratıcınız (ancak o Allahtır ki) onun varlığı, birliği, kudret ve azameti binlerce deliller ile sabittir. O ezelîdir, ebedîdir, onda yok olma asla düşünülemez. (Ondan başka ilâh yoktur) ilahlık, vasfına sahip başka bir zat mevcut değildir. O yüce vasfa başka hiçbir kimsenin sahip olmaya selahiyeti olamaz. Artık bir buzağı ne oluyor ki, ilâh vasfına sahip olabilsin?. O ezelî, Yüce Mâbudumuz (her şeyi ilmen kuşatmıştır) O Yüce Yaratıcı, her şeyi tamamen bilir. Her şey ona muhtaçtır. O ise bütün ihtiyaçlardan yücedir. Hayvanlar gibi, heykeller gibi, yok olmaya mahkum, kendilerini bile felâketlerden kurtarmaya gücü yetmeyen fanî şeyler nasıl mâbud, tanrı edinilebilir? Böyle bâtıl bir kanaat, hiç insanlığa yakışır mı?. Bunu bütün insanlık güzelce düşünmeli değil midir?.

99. İşte böylece geçmişlerin haberlerinden bir kısmını sana hikâye ediyoruz ve sana kenditarafımızdan bir kitap da vermişizdir.

99. Bu mübarek âyetler, Resûl-i Ekrem Hazretleri için birer mucize ve ümmetinin ibret almaları için de bir vesile olmak üzere geçmiş kavimlerin kıssalarına dair malûmat verildiğini ve özellikle Kur’an’ı Kerim’in verilmiş olduğunu bildiriyor. O Kur’an’ı Kerim’e muhalefette bulunanların ne büyük felâketlere uğrayacaklarını, öyle günahkârların kıyamet gününde ne çirkin bir vaziyette haşrolunacaklarını ve dehşetler içinde kalarak dünyada yaşayışlarının pek az olduğunu söyliyeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (İşte böylece) Musa Aleyhisselâm’ın güzel, ibret verici kıssası gibi (geçmişlerin haberlerinden bir kısmını sana hikâye ediyoruz.) Tarihe karışmış ümmetlerin garip tarihî hallerinden mühim bir kısmını bildiriyoruz. Tâki, o hususlardaki malûmatın artsın, mübarek kalbin için teselliye sebep olsun, üzüntü ve kederini gideriversin ve o bildirilen şeyler halk için bir ibret, bir uyanış vesilesi bulunsun. Tarihte meçhul kalmış bir takım kıssalar, hâdiseler meydana çıkarılarak Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat eden mucizeler çoğalsın. (Ve) Ey Yüce Peygamber!, (sana kendi tarafımızdan) Allah tarafından (bir kitapta vermişizdir.) ki, o da Kur’an-ı Kerim’den o ebedî mucizeden ibarettir.

§ Kur’an-ı Kerim’e “zikir” denilmesinde birçok sebep vardır. Bu cümleden olarak Kur’an’ı Kerim, bir kitaptır ki, on’da insanların dinlerine ve dünyalarına ait muhtaç oldukları başlıca şeyler zikredilmiştir. Ve o mukaddes kitapta Allah Teâlâ’nın çeşitli nimetleri, kudret eserleri zikredilmiştir, İnsanlık için en faideli nasihatlar zikredilmektedir İslâm ümmetinin değerinin yüceltilmesine bütün insanlık arasında güzel anılmaya kavuşmasına en güzel bir vesile bulunmuştur.

100. Her kim ondan yüz çevirirse şüphe yok ki, o kıyamet günü bir ağır günah yüküyüklenecektir.

100. Artık (her kim) öyle kutsî bir kitabın, bir hikmetli zikrin kadrini takdir edemez de (on’dan yüz çevirirse) ona inanmazsa onu takdir edip yüceltmezse (şüphe yok ki, o) inkârcı kimse (kıyamet günü bir ağır günah yükü yüklenecektir.) pek ağır bir cezaya uğrayacaktır, dinsizliğinin, mukaddesatı inkâr etmesinin öyle müthiş cezasına mâruz kalacaktır.

101. Orada ebediyyen kalıcılardır ve onlar için kıyamet gününde o ne fena bir yük olmuştur.

101. Öyle suçlu kimseler, (orada) o günahlarının azabı içinde, mes’uliyeti dairesinde (ebediyen kalıcılardır) daha dünyada iken tövbe ve istiğfar etmedikleri takdirde o azaptan artık kurtulamayacaklardır. (Ve onlar için kıyamet gününde) o yüklenmiş oldukları günah yükü (ne fena bir yük olmuştur?.) bunun altında ezilip duracaklardır.

102. O gün ki, sur’a üfürülür ve o gün suçluları gök gözlü olarak haşr ederiz.

102. Evet.. (O gün ki,) o kıyamet anı ki, (sur’a üfürülür.) Sur = boynuz deilen ve sesi yaymaya alet olan bir yaratılış harikasına israfil Aleyhisselâm tarafından üfürülerek ikinci üfleme denilen olay meydana gelir. (Ve o gün suçluları) kâfirleri, yüzleri simsiyah ve kendilerini (gök gözlü olarak) veya kör bir halde (haşrederiz) yani: Onları en çirkin bir sima ile, bir vaziyet ile kabirlerinden kaldırır cehenneme sevkeyleriz.

103. Aralarında gizlice konuşurlar ki: dünyada on günden ziyade kalmış olmadınız.

103. Artık o kâfirler büyük bir korku içinde kalarak (aralarında gizlice) seslerini kısarak (konuşurlar ki,) siz dünyada veya kabirde (on günden ziyade kalmış olmadınız) orada nihayet on gün kadar kalmış oldunuz. Yani: Onlar öyle ebedî bir sıkıntıya, bir azaba mâruzkalacaklardır ki, bunun yanında dünya hayatı vesaire nihayet on gün kadar geçici görülecektir.

104. Biz onların ne diyeceklerini daha iyi biliriz, o vakit ki, onların daha olgunca görüş sahibi olanları diyecektir ki, siz bir günden başka kalmış olmadınız.

104. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: (Biz onların) o suçluların kıyamet gününde (ne diyeceklerini) herkesten (daha iyi biliriz) onların demeleri ona mahsus kalmayacaktır (o vakit onların daha olgunca görüş sahipleri) daha fazlaca düşünebilenleri (diyecektirki, siz) bugüne, bu dehşetli hale göre dünyada veya kabirde (bir günden başka kalmış olmadınız) Evet. Ebediyete göre geçici olan şeyler yok derecesindedir. Bütün dünyevî varlıklar, hâdiseler, uhrevî hayata, ahiret hadiselerine göre nihayet bir günden başka değildir. Artık böyle pek geçici bir şeye kapılıp da ebedî hayatı düşünmemek, onu temine çalışmamak insanlığa yakışır mı?.

105. Ve sana dağlardan sorarlar. Binaenaleyh de ki: Onları Rabbim darmadağın edip savuracaktır.

105. Bu mübarek âyetler, yeryüzündeki dağların yerlerinde sabit olduğuna bakarak kıyametin kopmasını inkâr eden bir takım müşriklerin bu dağlar hakkında alaycı bir şekildeki sorularına karşı verilen cevabı bildiriyor. Kıyamet zamanında dağların ne hale geleceğini, herkesin ne kadar korku ve endişe içinde kalacağını, Cenab-ı Hak’kın geçmişe ve geleceğe ait bütün olayları bildiğini anlatıyor, küfr ve zulm sahiplerinin ne kadar ziyan ve hüsranda olacaklarını, güzel amellerde bulunan müminlerin de ne kadar emniyete ve mükâfata nail bulunacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey sanı yüce Resûl!. Bir takım kâfirler, senin bildirdiğin haşir ve neşri inkâr ederler (ve) bir alay yoluyla (sana dağlardan sorarlar.) Yani:Demek isterler ki, kıyamet nasıl kopabilir ki, dağlar o kadar sağlamlıklarında yerlerinde sabit bulunmaktadırlar. Bunlara bir noksanlık ârız olmuyor, bunlar bu dünyanın devam edeceğini göstermektedirler. (Binaenaleyh) Resûlüm!. Bu soruya cevap olarak derhal (de ki: Onların) o dağları (Rabbim) takdir edilen zaman gelince (darmadağın edip savuracaktır) hiçbirinin şekli, durumu devam edecek değildir.

§ Nesf kelimesi, vurmak, yıkmak, koparmak, bir şeyi kökünden koparıp dağıtmak bir toz haline getirmek, savurmak demektir.

106. Artık onları dümdüz, bomboş bir halde bırakacaktır.

106. (Artık onları) o dağları veya yeryüzündekilerini (dümdüz, bomboş bir hale bırakacaktır.) Âlemin Yaratıcısı hazretleri, böyle bir değişim vücude getirecektir, dağlar da vaziyetlerini kaybederek diğer şeyler ile eşit bir durumda bulunacaktır. “Ka” müstevi = dümdüz mekândır. “Safsaf” da yüksek, düz yer, üzerinde bitki adına bir şey bulunmayan yer demektir.

107. Orada ne bir eğrilik ve ne de bir yumruluk göremezsin.

107. (Orada) yeryüzünde veya dağların yerinde (ne bir iğrilik ve ne de bir yumruluk göremezsin) kıyamet kopunca böyle bir değişim vücude gelir. Dağlar da, diğer şeyler de dümdüz olur gider. “Ivec” iğrilik, aksaklık demektir. “Emt” de yükseklik, küçük tepecikler mânâsınadır.

108. O gün çağırana tâbi olurlar. Onun için bir eğrilik yoktur ve sesler Rahman için bir korku ile kısılmıştır. Artık en hafif bir sesten başkasını işitemezsin.

108. (O gün) dağların öyle dümdüz olduğu zaman, insanlar kabirlerinden kalktıktan sonra (çağırana tâbi olurlar) yani: Kendilerini mahşer yerine davet eden israfil Aleyhisselâm’ınemrine uyup mahşer sahasına yürürler. Şöyle ki: Hz. Israfil, sur’u ağzına alır, Beytülmukaddes’teki, “sahre = büyük taş üzerinde durur,” ey çürümüş kemikler, ey dağılmış azalar ve ey parçalanmış etler!. Kalkınız, Allah’ın tâyin ettiği yere koşunuz” diye seslenir, bütün o mahv ve yok olmuş mahlûkat tekrar ilâhî kudret ile teşekkül eder, davet edildikleri mahşer yerine koşar giderler. (Onun için bir iğrilik yoktur) o davetçinin daveti tam bir istikamet üzeredir, umum hakkında tam bir nüfuz sahibidir. Yahut hiçbir kimse için o davetçinin davetine icabet etmemeye takat yoktur, mutlaka onun davetine tâbi olurlar, başka bir tarafa sapamazlar. (Ve sesler Rahman için) sahiplerine ait (bir korku ile kısılmıştır.) Hiçbir kimse sükûnetten, korku ve endişeden uzak olamaz. (Artık) ey insan!. O günde (en hafif bir sesten başkasını işitemezsin) o mahşerde ancak pek zayıf, hafif sesler işitilebilir, en yavaş ayak seslerinden veya dudak kıpırtılarından başkası duyulamaz. Hiçbir kimse sesini kaldırarak dedikoduda bulunmaya muktedir olamaz.

§ Hems savti hafî = seslerin en hafifi, gizlicesi demektir.

109. O gün şefaat fâide vermez, ancak Rahman kime izin verirse ve kim için söylemeğe razı olursa o müstesnâ.

109. (O gün) o korkunç hallerin görüleceği kıyamet kopunca hiçbir kimseye (şefaat fâide vermez) hiçbir kimsenin şefaati başkası hakkında kurtuluş vesilesi olamaz (ancak Rahman) kerim olan Yüce Yaratıcı (kime) hakkında şefaat edilmesi için (izin verirse) müsaade buyurursa (ve kim için söylemeğe razı olursa) yani: Kimin hakkında şefaat edecek zatın söylemesine, şefaat etmek dilemesine ilâhî rıza tecelli ederse (o) kimse (müstesna) onun hakkında şefaat edilebilir. İbni Abbas hazretlerinden rivayet edilen diğerbir yoruma göre de kimin sözüne Cenab’ı Hak razı olursa onun hakkında şefaat edilebilir. Binaenaleyh kelime-i şahadeti söyleyerek imanını açıklamış olan herhangi bir mümin hakkında şefaat edilebilir. Böyle bir imandan mahrum olan kimse hakkında ise şefaat edilmez. Çünkü mümin olmayanların sözlerine Cenab’ı Hak razı değildir.

110. Onların ilerisinde olanı da, gerilerinde olanı da bilir. Onlar ise onu ilmen kuşatamazlar.

110. (Onların) bütün mahlûkatın (ilerisinde olanı da gerilerinde olanı da) Allah Teâlâ (bilir) yani: Onların ahirete ait işlerini de dünya ile ilgili işlerini de tamamen bilir. Yahut onların vaktiyle yaptıkları da, daha sonra yapacakları da Hak Teâlâ Hazretlerince tamamen bilinmektedir. Buna inanmışızdır. (Onlar ise onu) Hak Teâlâyı veyahut o Alimin Yaratıcısının malümatını veya geçmişe ve geleceğe ait şeyleri (ilmen kuşatamazlar) Evet.. Mahlûkatın ilmî, idrakî sınırlıdır, her şeyi hakkiyle bilip anlamaya kâfi değildir. Bundan dolayıdır ki, bazı kimseler Allah’ın kudretini bu içinde yaşadıkları âlemdeki nice yaratılış hârikalarını düşünmezler de akıllarının kesmediği bazı hadiseleri inkâra cür’et gösterirler. İşte kıyametin kopmasını inkâr ve uzak görmek de bu cümledendir. Bir kere düşünmeli değil midir ki, daima değişim ve başkalaşıma mâruz kalan ve birer kudret eseri olduğu belli olan bu dünya varlıklarını başlangıçta yoktan var etmiş olan bir Yüce Yaratıcı, dilediği zaman bunları yok ederek yerlerine başkalarını getirmeğe de kadirdir. Yeryüzünde zaman zaman nice değişiklikler vâki olmuş değil midir?. Nice depremler görülmüş, nice dağlar darmadağın olmuş, nice karalar denizlere dönüşmüştür. Binaenaleyh dağların öyle yerlerinde sabit olduğuna bakıp da kıyametin artık vuku bulmayacağına inanmak nasıl uygun olabilir?. Onları ilk önce yaratmış olan KâinatınYaratıcısının kudret ve azametini bir kere düşünmeli değil midir?. O küfür ve inkârlarından dolayı onlar ne kazanacaklar?.

111. Ve yüzler Hayyı kayyum için zelilce bir vaziyet almışlardır ve zulümü yüklenmiş olan, muhakkak ki, hüsrana uğramıştır.

111. (Ve yüzler) bütün yüz sahibi olan şahsiyetler o kıyamet günü (hayyı kayyum için) o ezelî ve ebedî hayata sahip, bütün kâinatı yaratma ve idare etmeğe sahip, herşeyi tam mânâsıyla bilen Yüce Yaratıcı için (zelilce bir vaziyet almışlardır) onun emir ve iradesine karşı öyle zelilce itaatkâr bir durumda bulunmaktadırlar. Hepsinin üzerinde Allah’ın hâkimiyeti tecelli etmekte bulunmuştur. Artık dağlarda, bütün kürelerde o Yüce Yaratıcının emrine her bakından tâbi bulunmaktadırlar. Dilediği zama onları mahv ve yok eder. (Ve zulmü yüklenmiş olan) yani: Bu dünyada iken küfür ve şirke düşmüş, kıyameti inkâr etmiş, Allah’ın kudretini tasdik etmemiş olan herhangi bir şahıs da (muhakkak ki) o ahiret âleminde büyük bir (hüsrana uğramış) bulunacak (dır) Artık bu müthiş akibeti düşünüp de öyle zulûmdan, ilâhî dine aykırı hareketlerden kaçınmalıdır. Elbette ki, bundan başka selâmet çaresi yoktur.

112. Ve her kim mümin olduğu halde güzel amellerden işlerse artık o ne zulüme uğramaktan ve ne de sevabının eksilmesinden korkmaz.

112. (Ve) bilakis (her kim mümin) Allah’ın birliğini tasdik edici ahiret gününün vuku bulacağına kani, İslâmiyete nail (olduğu halde güzel amellerden işlerse) Cenab-ı Hak’kın emrettiği şeylerden gücü dairesinde olanları yerine getirmeye çalışırsa (artık o ne zulme uğramaktan) günahlarından dolayı ziyade azap göreceğinden (ve ne de sevabının eksilmesinden) güzel amellerine karşı noksan mükâfat göreceğinden (korkmaz) lâyık olduğu sevaba tamamen kavuşacağını bilir. Hakkındailâhî adaletin, ilâhî şefkatin tecelli edeceğine kani bulunur, bir kalp huzuru ile yaşar, İşte imanın mükâfatı!.

113. Ve böylece o’nu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve o’nda tehditlerden mükerrer şeyler açıkladık. Belki korunurlar, yahut onlar için bir öğüt vücuda getirmiş olur.

113. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim’in Arapça metin olarak indiğini ve bazı korkutucu âyetlerin mükerreren inişindeki fayda ve hikmeti bildiriyor. Kur’an’ı Kerim’in tam bir itina ile okunmasını ve ziyade bilgi sahibi olmayı Cenab-ı Hak’tan niyaz etmeyi beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve böylece) geçmiş kavimlerin haberlerini bildirdiğini gibi (onu) bu haberleri içine alan Kur’an-ı Kerim’i (bir Arapça Kur’an olarak indirdik) bilinmesi istenilen, insanlığı aydınlatmaya vesile bulunan mânâları, Arap dili üzere kapsamlı bir ilâhî kitap olarak sana ihsan buyurduk (ve onda) o mukaddes kitapta (tehditlerden mükerrer şeyler açıkladık) uhrevî cezayı, ilâhî azabı haber veren âyetleri mükerrer şekilde genişçe beyan buyurduk (belki korunurlar) o tehdit dolu âyetleri güzelce dikkata alırlar da hayatlarını tanzime çalışırlar, şirkten ve kıyameti inkâr gibi küfre sebep olan şeylerden kaçınırlar, haram olan şeyleri terkederek takva ile vasıflanmaya gayret eylerler. (Yahut) o Kur’an’ı Kerim (onlar için) o mükellef insanlar hakkında (bir öğüt) bir ibret verici öğüt (vücude getirmiş olur) onların uyanmalarına, sakınırsa bir vaziyet almalarına bir vesile teşkil eder, haklarında ilâhî delil tamam olmuş olur.

§ Evet.. Allah Teâlâ bir hikmet sahibi yaratıcıdır, peygamberlik vazifesini en yüce bir fıtrette, bir kabiliyette yaratmış olduğu Hz. Muhammed Aleyhisselâma tevdi buyurmuştur. Onun lisanı da bütün lisanların en genişi en fasihi olan Arap dilidir. O Yüce Peygamber’e ilk imân edip İslâm dinini yaymaya ilk memurolanlar da necip Arap kavmidir. Binaenaleyh Kur’an’ı Kerim Arap dili üzere nâzil olmuştur ki, onun belâgat ve fesahatini güzelce takdir eden o muhterem kavim, Kur’an’ın ahkamını bütün ufuklara yaymaya çalışsınlar, bu sayede bütün insanlık ilâhî dinden haberdar olsunlar. Bu, insanlık hakkında bir ilâhî lütfudur, İslâm birliğini temine en uygun bir vesiledir. Sonra Kur’an’ı Kerim’de cezaya ait âyetlerin veya ibret verici tarihî kıssaların mükerrer şekilde, muhtelif vecihler ile beyan buyurulması da yine insanlık hakkında büyük bir ilâhî lütuftur ki, insanlar bu sayede uyansınlar, dinsizlikten kaçınsınlar, İslâm dinine nail olarak ebedî hayatlarını temine muvaffak olsunlar. Ne muazzam bir ilâhî lütuf!.

114. Artık şüyhe yok ki, gerçek hükümdar olan Allah Teâlâ pek yücedir. Ve sana vahyedilmesi tamam olmadan evvel Kur’an’ı okumakta acele etme ve de ki: Yarabbi! Benim için ilmi artır.

114. (Artık şüphe yok ki, gerçek hükümdar olan) hâkimiyeti ezelî ve ebedî olup bütün kâinatı kapsamış bulunan (Allah Teâlâ pek yücedir) zatında ve sıfatında mahlukata benzemekten yücedir, hiçbir şeyden âciz olmayıp her şeye tam olarak kadirdir. (Ve) Ey Yüce Resûlüm!, (sana vahyedilmesi tamam olmadan) Cibril-i Emin tarafından getirilip tebliğ edilen herhangi bir âyet-i kerimenin tebliği son bulmadan (evvel Kur’an’ı okumakta acele etme) vahyin sona ermesini bekle, daha tamam olmadan onu okumaya veya başkalarına tebliğ etmeğe başlama. Hepsi de hafızanı olduğu gibi tenvir ve tezyin edecektir, (ve) Habibim!, (de ki: Yarabbi!. Benim için ilmi artır) malûmatımı ziyade kıl, Kur’an’ı Kerim’in tamamen inmesiyle kalbimi ilm ve irfan nuru ile doldur.

§ Bu âyeti kerime de insanlığa büyük bir hikmet dersi vermektedir. Şöyle ki Her insan kendisine tebliğ edilen bir hakikatı, verilen bir nasihatı tam bir ciddiyet ve samimiyetledinlemelidir ve hiçbir kimse ilmine güvenip bilgisini arttırmaya çalışmadan geri durmamalıdır, İlâhî vahye mazhar olan bir Yüce Peygamber böyle ilminin artmasını niyaz etmekle mükellef olursa artık ümmetin fertlerinden hangi bir kimse, kendi ilmine büyük bir kıymet verebilir de kendisini İlim tahsilinden bilgisinin artmasını temenni etmekten müstağni görebilir mi?. İbni Mesut Hazretleri bu âyet-i kerimeyi okudukça:

“Yarabbi benim ilmimi ve yakinimi arttır” diye dua edermiş.

“Daim oku, yaz; kadrini bil cevher-i ilmin”

“Tahsil-İ hüner, hamel insana çelenktir”

115. Yemin olsun ki, bundan evvel Âdem’e de tavsiyede bulunmuştuk. O ise unuttu ve onun için bir azim de bulmadık.

115. Bu mübarek âyetler de Adem Aleyhisselâm’ın kıssasını içerir. Onun nasıl bir ilâhî vahye mazhar olduğunu bildiriyor. Meleklerin Hz. Adem’e secde ettiklerini şeytanın ise bu secdeden kaçınarak vesvesesiyle Hz. Adem’in cennetten çıkarılmasına sebebiyet verdiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, Peygamber efendimize geçmiş zatlara ait kıssalardan bazılarını haber vereceğini va’d buyurmuştu. Bu ilâhî va’dini yerine getirmek için Hz. Adem’e ait bir hadiseyi şöylece haber veriyor. (Kasem olsun ki) yani: Yüce zatım hakkı için (bundan evvel) bu zamandan önce, insanlığın başlangıcında (Adem’e de tavsiyede bulunmuştuk) ki, şu ağacın meyvesinden yeme. (o ise unuttu) bu tavsiyeyi hatırlayamadı, o meyveden yiyiverdi (ve onun için bir azim de bulmadık) tavsiye edilen emîrde sebat, metanet göstermiş olmadı. Bir gaflete, bir aldatmaya kapıldı, şeytanın yalan yere yemin edeceğine ihtimâl vermedi.

116. Ve o vakti ki, Meleklere dedik. Âdem’esecde ediniz. Onlar da hemen secde ediverdiler. İblis müstesna, o kaçındı.

116. (Ve) Resûlüm!. Hatırla (o vakti ki) biz (meleklere dedik) şöyle emr ettik ki, Ey Melekler!. (Adem’e secde ediniz) ona karşı saygı gösterir bir vaziyet alınız (onlar da) bütün melekler de (hemen) aldıkları emre binaen (secde ediverdiler) Allah’ın emrine itaatta bulundular. Ancak onların aralarında bulunup bu secde ile kendisi de mükellef olan (iblis müstesna. O) secde etmedi, kendini beğenir bir vaziyet alarak bu secdeden (kaçındı.)

117. Biz de demiştik ki: Ey Âdem! Bu şüphesiz senin için ve eşin için bir düşmandır. Sizi cennetten çıkarmasın, sonra meşakkate düşmüş olursun.

117. (Biz de) o vakit, o şeytanın secdeden kaçındığı zaman bir uyanma vesilesi olmak üzere (demiştik ki: Ey Adem!. Bu) sana secdeden kaçınan, sana karşı büyüklük taslayan iblis (şüphesiz senin için ve eşin) Havva (için bir düşmandır.) Çünkü: İblis, Allah Teâlâ’nın Hazreti Adem hakkındaki lütfunu, iltifat alâmetlerini görünce ona haset etmiş, ona karşı kibirlice, düşmanca bir vaziyet almıştı. Binaenaleyh Ey Âdem!. Uyanık bulun, o iblis’in vesvesesine, aldatmalarına kapılma ki, (sizi cennetten çıkarmasın) yani oradan çıkarılmanıza sebebiyet vermiş olmasın (sonra) Ey Âdem!. (Meşakkate düşmüş olursun) cennetten geçici olarak çıkarılıp dünya sıkıntılarına mâruz kalırsın. Hz. Adem’in böyle bir zahmete, meşakkate uğraması, kendisine tâbi olan eşinin uğramasını da gerektireceğinden onu açıklamaya ihtiyaç kalmamıştır.

118. Muhakkak ki, senin için orada acıkmak da yoktur, çıplak kalmak da yoktur.

118. Ey Adem!. (Muhakkak ki, senin için orada) o cennette, o nimetler yurdunda (acıkmak dayoktur, çıplak kalmak da yoktur) orada her türlü leziz, nefis yiyecekler vardır, orada pek güzel, nuranî elbiseler de vardır.

119. Ve şüphesiz ki, sen orada susamazsın ve güneşin hararetine uğramazsın.

119. (Ve) Ey Adem!, (şüphesiz ki, sen orada) o cennette (susamazsın) susuz kalmazsın (ve güneşin hararetine uğramazsın) çünkü cennette huzuru bozacak bir arıza yoktur. Cennette bulunanlar nimetlere gömülmüş olarak bir huzur ve sükûn içinde yaşarlar. Artık bu gibi nimetlerden mahrum kalmamak için o iblisin aldatmalarına kapılmamalıdır, onun sözüne, vesvesesine asla kıymet vermemelidir.

120. Sonra ona şeytan vesvesede bulundu, dedi ki: Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve son bulmayacak bir mülkü göstereyim mi?

120. Bu mübarek âyetler, Adem Aleyhisselâm’a şeytanın ne şekilde vesvesede bulunmuş olduğunu bunun neticesinde Hz. Adem ile Havva’nın ne vaziyete düşmüş bulunduklarını bildiriyor. Sonra Hz. Adem’in tövbesi kabul olunarak Allah’ın hidayetine mazhar ve eşiyle beraber yeryüzüne inmekle mükellef olduklarını ve insan nevi ile şeytan arasında düşmanlığın devam edeceğini, ve Cenab-ı Hak’kın hidayetine tâbi olanların sapıklığa, bedbahtlığa uğramayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak’kın Adem Aleyhisselâm’a olan uyarı ve sakındırmasından (sonra ona) Hz. Adem’e (şeytan vesvesede bulundu) onun için aldatıcı telkinlere cür’et etti (dedi ki: Ey Adem!. Sana ebediyet ağacını) yani: Meyvesinden yiyecek kimsenin devamlı bir şekilde yaşayıp cennette kalacağı bir ağacı (ve son bulmayacak bir mülkü) hiçbir şekilde yok olmayacak, değişmeyecek bir mevkii (göstereyim mi?.) ki, sen ondan istifade ederek öyle ebedî bir hayata, bir mevkle sahipolasın.

121. Artık ikisi de ondan yediler, hemen ikisi için avret mahalleri açılıverdi. Üzerlerine cennetin yaprağından yapıştırmağa başladılar. Ve Âdem Rabbine âsi oldu da şaşırdı kaldı.

121. (Artık) şeytanın bu vesvesesi üzerine (ikisi de) Hz. Adem de, Havva da (ondan) o ağacın meyvesinden (yediler) o husustaki ilâhî yasağı unutmuş, şeytanın aldatmalarına kapılmış oldular. (Hemen ikisi için avret mahalleri açılıverdi) üzerlerindeki nuranî elbiseler yok olarak örtülmeleri edep gereği olan organları açıkta kalmış oldu. Artık o organlarının (üzerlerine cennetin yaprağından) rivayete göre incir ağacının yapraklarından (yapıştırmaya başladılar) bu suretle o organları örtmeğe çalıştılar. (Ve Adem) o ağcın meyvesinden yemekle (Rabbine âsi oldu da şaşırdı kaldı) muradına eremedi, cennette ebedî şekilde kalmak gayesinden geçici olarak mahrum oldu.

§ Gerçek şu ki, Adem Aleyhisselâm, kasden isyanda bulunmuş değildi. Yasaklanan şeyi bir unutma neticesinde yapmış idi. Fakat makamının yüceliğine göre böyle unutmak da onun hakkında bir isyan sayılmıştır. Bununla beraber bu, geçici, dalgınlıktan kaynaklanan bir isyan olduğundan Hz. Adem’e “âsi” denilemez. O haddızatında mâsumdur, bu unutma da tövbe ettiği için af olunmuştur. Âsi ise isyanında devam eden kimselerdir.

122. Sonra onu Rabbi seçkin kıldı, tövbesini kabul etti ve onu doğru yola muvaffak buyurdu.

122. Evet.. (sonra onu) Adem Aleyhisselâm’ı (Rabbi) kerem ve merhamet sahibi olan Yüce Yaratıcısı (seçkin kıldı) onu seçti ve manevî yakınlığına mazhar buyurdu, (tövbesini) de (kabul etti) onu tövbeye muvaffak kıldı, tövbesini kabul ederek kendisini af ve mağfirete nail buyurmuş oldu. (ve onu doğruyola muvaffak buyurdu) onu pişmanlık ve istiğfara ve tövbesinde sebata nail etti, onu masumluk yolunu takibe muvaffak kılmış oldu.

123. Buyurdu ki: Bazınız, bazınıza düşman olarak hepiniz oradan ininiz ne vakit size benden bir hidayet gelir de kim hidayete tâbi olursa artık sapıklığa düşmez ve bedbahtlığa uğramaz.

123. Allah Teâlâ Hazretleri Adem Aleyhisselâm’ın tövbesini kabul ve onu hidayete kavuşturduktan sonra ona ve eşi Havva’ya vahyederek (buyurdu ki: Bazınız, bazınıza düşman olarak) yani: İnsanlar arasında ve insanlar ile şeytanlar arasında dünyevî geçimler, idareler ve dinî, ahlâkî hareketler hususunda bir muhalefet, bir düşmanlık bulunmak üzere (hepiniz oradan) o cennetten yeryüzüne (ininiz) takdir edilen müddete kadar orada yaşayıp durunuz (ne vakit size benden bir hidayet gelir de) bir kitab, bir resûl gönderilmiş bulunur da (kim hidayetime) o Yüce Katımdan gönderilen kitaba, peygambere (tâbi olursa artık) dünyada (dalâlete) sapıklığa düşmez. (Ve) ahirette de (bedbahtlığa uğramaz) binaenaleyh umum insanlık için yegâne selâmet ve hidayet vesilesi, en mukaddes bir ilâhî kitap olan Kur’an’ı Kerim ile Peygamberlerin en üstünü olan Hz. Muhammed Aleyhisselâtü vesselâmdır. Artık hakikî bir selâmet ve saadete kavuşmak isteyen her insan için onların hareket rehberi edinmekten başka çareleri yoktur.

§ Hz. Adem için Bakara sûresindeki (35) inci âyetin izahına bakınız!.

124. Ve her kim benim zikrimden kaçınırsa artık şüphe yok ki, onun için pek dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.

124. Bu mübarek âyetler de Hak Teâlâ’nın zikrinden yüz çevirenlerin ilâhî âyetlereinanmayıp da müşrikce hareketlerde bulunanların ne kadar mahrûmiyetlere uğrayacaklarını ve kör olarka haşrolunacaklarını ihtar ediyor, geçmiş kavimlerin başlarına gelen ve akıl sahipleri içinbirer uyanma vesilesi bulunan felâketlerden ibret alınması gereğine işaret buyuruyor. Eğer azaba uğramaları için takdir edilmiş bir zaman bulunmamış olsa idi sonraki isyankâr kavimlerin de hemen azaba uğramış olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve her kim benim zikrimden kaçınırsa) yani: Herhangi bir insan, kendisini ilâhî dine davet eden Kur’an’ı Kerim gibi bir saadet rehberine tâbi olmaktan yüz çevirirse (artık şüphe yok ki, onun için) dünyada veya kabirde veyahut ahiret âleminde (pek dar bir geçim vardır) şiddetli bir vaziyette kalacak, büyük bir azaba tutulacaktır. (Ve onu kıyamet günüde kör olarak haşrederiz) Kabrinden görür bir halde çıkarılacak, sonra mahşere kör bir halde sevkedilecektir.

125. Der ki: Yarabbi!Ne için beni kör olarak haşrettin ve halbuki, ben görücü idim.

125. Öyle bir azab hak etmiş olan şahıs dedi ki: Yani muhakkak (derki: Yarabbi!. Ne için beni kör olarak haşrettin?.) Beni bugün ne için görmekten mahrum bıraktın? (Ve halbuki, ben) dünyada iken veya kabrimden kalkarken (görüyordum.) Şimdi ne için göremez bir hale getirilmiş bulunmaktayım.

126. Allah Teâlâ da buyuruyor ki: Öyledir. Sana ayetlerimiz geldi, sen hemen onları unutuverdin. Bugün de sen öylece unutulursun.

126. Allah Teâlâ da ona (buyurur ki,) ilâhî hitap şöylece yönelmiş olacaktır ki: (Öyledir,) sen o gibi harekette bulunmuştun. Şöyle ki: (Sana ayetlerimiz geldi) açık, parlak kanıtlar, deliller gösterildi (sen hemen onları unutuverdîn) âdeta körleştin, onlara bakmadın, hepsini de terk eyledin, İşte(bugünde sen öylece unutulursun) o âyetleri terkettiğin gibi terkedilir, korunmaktan mahrum kalır, azaba mâruz bir halde bırakılırsın. Bu kendi kötü amelinin bir cezasıdır.

127. Ve israf eden ve Rabbi nin âyetlerine imân etmeyen kimseyi böylece cezalandırırız ve ahiretin azabı ise elbette ki, daha şiddetlidir ve daha kalıcıdır.

127. (Ve israf eden) şehvetine kapılan, kötü isteklerine uyan, Yüce Mabudunun emirlerine boyun eğmeyen (ve Rabbinin âyetlerine imân etmeyen) Yüce Yaratıcının âyetlerini tasdik etmeyip onları inkâr eyleyen dinsiz (kimseyi böylece cezalandırırız.) onu o cinayetinden dolayı böylece cezaya uğratırız (ve ahiretin azabı ise) dünyadaki ve kabirdeki azaplara göre (elbetteki, daha şiddetlidir ve daha kalıcıdır) Ahirette o dinsizlerin gözleri tekrar açılacak, kulakları tekrar işitecek, dilleri tekrar söz söyleyebilecektir. Tâki, kıyametin korkunç felâketlerini görüp işitebilsenler, cehennemdeki yerlerini görüp mâruz kalacakları azapları anlasınlar, yapacakları temennilerinin kabul edilmiyeceğini anlayarak kat kat azap çeker olsunlar, bu da kendileri için azap üzerine azap oluversin.

128. Onlar için hidayet vesilesi olmadımı ki, onlardan evvel nice asırlar ahalisini helâk ettik. Onların yurtlarında yürüyorlar. Şüphe yok ki, bunda güzel akıl sahipleri için büyük ibretler vardır.

128. (Onlar için) saadet asrındaki inkârcılara karşı bir (vesilei hidayet olmadımı” ki) yani: Onları gafletten uyandırmaya, kendilerine birer ibret dersi olmaya bir sebep teşkil etmiş bulunmadı mı ki, (onlardan evvel nice asırlar ahalisini helâk ettik) o kavimleri dinsizlikleri, Peygamberlerini inkâr eylemeleri yüzünden herbirini bir şekilde helâke mâruz bırakmıştık. Nuh, Ad, Semud, Lût kavminin ve diğerlerinin tarihî halleri haber verilmiş bulunmaktadır.Artık daha sonra dünyaya gelmiş olan kavimler onlardan birer ibret dersi almalı değil midirler?. Şimdi bunlar (onların) o eski kavimlerin (yurtlarında yürüyorlar) Şam tarafına vesaireye sefer ettikçe onların helâk kalıntılarını görmüş oluyorlar. (Şüphe yok ki, bunda) o eski kavimlere gelmiş olan musibetlerde, felâketlerde (güzel akıl sahipleri için büyük ibretler vardır.) onların o müthiş tarihî hallerini göz önüne almalı, onların takib etmiş oldukları kâfirce yollardan sakınmalı ilâhî dinin gösterdiği selâmet ve saadet yolundan asla ayrılmamalıdır. Bundan başka kurtuluş ve hidayet yolu yoktur.

129. Ve eğer Rabbinden önceden verilmiş bir söz ve tâyin edilmiş bir müddet olmasa idi elbette büyük bir azap lâzım gelirdi.

129. (Ve eğer Rabbinden önceden verilmiş bir söz) olmasa idi, ezelî alemde tecelli -etmiş bir ilâhî takdir bulunmasa idi (ve tâyin edilmiş bir müddet olmasa idi) onların ölmeleri, helâke uğramaları için belirli bir vakit takdir edilmiş bulunmasa idi (elbette büyük bir azab lâzım gelirdi) onları daha dünyadalarken hemen en dehşetli bir felâket yakalardı, onlar da eski kavimler gibi derhal helâk olup gitmiş olurlardı. Fakat bir ilâhî rahmet eseridir ki, şimdiki birçok inkarcılar, günahkârlara bir uyanma müddeti verilmiş oluyor. Bunları Cenab-ı Hak hemen kahrederek azap etmiyor. Artık bunlar düşünmeli, daha fırsat elde iken uyanıp hakka dönmelidirler. Kulluk vazifesini ifaya çalışarak maddî ve manevî helâkten korunulmalarını Hak Teâlâ’dan niyaz eylemelidirler. Bu gibi inkârcıların hali elbetteki müminleri müteessir etmektedir. Cenab-ı Hak güzel sabır ihsan buyursun.

130. Artık onların dediklerine sabret ve güneşin doğmasından evvel ve batmasından evvel Rabbine hamd ile tesbihte bulun. Ve gece saatlerinde de tesbih et ve gündüzün etrafında da. Tâki sen hoşnut olasın.

130. Bu mübarek âyetler, Resûl-i Ekrem’in sabır ile ve belirli vakitlerde namaz kılmakla ve kendi ehli beytine de namaz ile emretmekle mükellef bulunduğunu bildiriyor. Ve bir takım kâfirlerin bir imtihan için geçici olarak elde etmiş oldukları dünya varlıklarına iltifat edilmemesini ihtar, İmân ve takva sahibi için va’dedilen rızkın ve âkıbetin ise temenniye değer olduğuna işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık) Yüce Resûlüm!, (onların) o inkârcıların (dediklerine sabret) onların inkârcı, alaycı lakırdılarından dolayı üzülme, onlar mutlaka cezalandırılacaklardır. Bu ilâhî emir Resûl-i Ekrem hakkında bir teselli etme mahiyetinde ve kolayca sabretmesini sağlayıcıdır. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (Güneşin doğmasından evvel ve batmasından evvel Rabbine hamd ile tesbihte bulun) yani: Bu vakitlerde Cenab-ı Hak’ka hamdederek sabah, öğle ve ikindi namazlarını kıl (ve gece saatlerinde de tesbih et) yani: Akşam ile yatsı namazlarını da eda et. (Ve) özellikle (gündüzün etrafında da) öyle nefsin istirahate meyilli olduğu vakitlerde de nefsine hâkim olup öyle pek büyük meziyeti, fazileti içine alan sabah ve akşam namazlarını edâya devam eyle (tâki,) Ey Yüce Sevgili. (Sen hoşnut olasın) öyle bir ibadete muvaffakiyetle bir kalbî istirahata eresin, nefsin için razı olacağın tecellilere Allah katında kavuşasın. Hz. Peygamber hakkında ne büyük bir müjde, bir ilâhî iltifat!.

§ Bir yoruma göre gecenin saatleriyle gündüzün etrafındaki tabirler ile nafile namazlara ait vakitlere işaret olunmuştur. Bu takdirde beyan buyurulan namazlardan maksat, beş vakit farz namazlar ile nafile namazlardan ibarettir.

131. Ve gözlerini uzatma, o şeye ki: Onunla kâfirlerden bazı zümreleri dünya hayatının bir ziyneti olmak üzere faidelendirmişizdir, onları o şeyde imtihana tâbi tutmak için ve Rabbinrızkı ise hayırlıdır ve daha devamlıdır.

131. (Ve) Ey Kâinatın iftiharı!. (Gözlerini uzatma) yani: İltifat etme, bir kıymet verme, bir meyil ve rağbet gösterme (o şeye ki,) o dünyevî gösterişe ki, (onunla kâfirlerden bazı zümreleri) bir takım sınıfları, taifeleri (dünya hayatının bir ziyneti) bir süsü (olmak üzere faidelendirmişizdir) bunların haddızatında ise onlar için bir ciddî menfaati yoktur. (Onları o şeyde) o elde etmiş oldukları süs ve servet hakkında (imtihana tâbi tutmak için) kendilerine o ziynetler verilmiştir. Onlar, bu nimetleri kendilerine vermiş olan Yüce Yaratıcı Hazretlerini bilmez, onun varlığını, birliğini, kudretini tasdik etmezlerse, onlar bu nimetlerin şükrünü ifada bulunmazlarsa elbette ki, bu yüzden ahirette azaba uğratılacaklardır. Çok kere bu nimetler de daha dünyadalarken ellerinden çıkar. (Ve Rabbin rızık ise) yani: Ey Yüce Resûl!. Cenab’ı Hak’kın sana verdiği peygamberlik ve hidayet ise veya sana ahirette vereceği nimetler ise haddızatında (hayırlıdır) öyle bir takım inkârcılara dünyada iken verilmiş olan fâni şeyler gibi değildir, (ve) sana ihsan buyurulan nimetler (daha devamlıdır) onlar asla zeval bulmayacaktır. O dünyevî varlıklar, ziynetler ise birgün son bulup elden çıkacaktır.

132. Ailene namazı emret ve sen de onun üzerine sabret, biz senden bir rızk istemiyoruz, seni biz rızıklandırırız. Akibet ise takva içindir.

132. Ve Ey Yüce Peygamber!. (Ailene namaz ile emret) yani: Ehlibeytine veya sana tâbi olan ümmetine namaz kılmalarını emreyle, onlar da namaz ile mükelleftirler. Onlar da namaza devam etsinler (ve sen de onnu üzerine sabret) namaza devam eyle, geçim işleri ile meşgul olmak gibi şeyler namaza mâni olmasın. (Biz senden bir rızk istemiyoruz) yani: Nefsine veya çoluk çocuğuna rızık vermekle seni mükellef tutmuyoruz, onlarınrızkını sen verecek değilsin. Veya biz senin namazından istifade edecek değiliz, ondan faydalanacak olan yine sensin, (seni bîz rızıklandırırız) evet.. Seni de, aile fertlerini de, başkalarını da rızıklandıran sizlerin kerem sahibi olan Yaratıcınızdır. (âkibet ise) güzel, temenniye değer bir gelecek ise (takva içindir) yani: Takva sahibi zatlar için takdir edilmiştir, akvâ sahibi mümin, herhalde hamd-u senaya lâyık bir âkibete, ebedî bir varlığa kavuşacaktır. Hak Teâlâ onların geleceğini güvenli kılmıştır. Ne büyük bir muvaffakiyet!.

§ Rivayete göre bu âyet-i kerime nâzil olduktan sonra Peygamber efendimiz her sabah muhterem kızı olan Hz. Fatma ile damadı Hz. Ali’nin bulunduğu yere gider, “Namaz” diye buyururdu. Binaenaleyh her müslüman için de lâzımdır ki: Kendi çoluk çocuğunu, akrabasını namaza teşvik ve özendirmede bulunsun. Ve yine rivayet olunuyor ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz, ehlibeytine bir zarar sabet etse onlara namaz ile emreder ve bu âyet-i kerimeyi okurmuş.

133. Ve dediler ki: Rabbinden bize bir âyet getirmeli değil mi idi? Onlara evvelki sahifelerde olanın beyanı gelmiş değil midir?

133. Bu mübarek âyetler, kendilerine bir âyet bir mucize geldiğini söyleyen inkârcılara verilen ilâhî cevabı bildiriyor. Bize bir peygamber gelmedi diye mazeret ileri sürememeleri için kendilerine Resulûllah’ın gönderildiğini, artık imân edenler ile etmeyenlerin âkibetlerini beklemelerini ve ileride hangi zümrenin doğru yolu takibetmiş olduğunun görüleceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Asrı saadetteki bir takım inkarcılar inkârlarına devamettiler (ve dediler ki:) Muhammed -Aleyhisselâm- (Rabbinden bize) peygamberlik iddiasına dalâlet eden (bir âyet) bir mucize, bir hârika (getirmeli değil mi idî?.) İşte onların bu gibi gerçek dışı iddalarına karşıCenab’ı Hak, Resûl-i Ekrem’ine sabretmesini emretmiş olduğu gibi o inkârcıları red içinde buyuruyor ki: (Onlara evvelki sahifelerde olanın beyanı gelmiş değilmidir?.) Elbette ki, gelmiştir. Bütün bunlar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini gösteren birer âyettir. Artık ne için bir âyet gelmedi diye iddiada bulunuyorlar? Evet.. Tevrat, İncil gibi semavî kitaplarda Son Peygamber Hazretlerinin vasıfları yazıl idi. Sonra Kur’an’ı Kerim’de de o kitaplarda var olan geçmiş miletlere ait kıssalar ve daha nice hikmetli nasihatlar, hakikatlar mevcut bulunmaktadır. Halbuki, Peygamber Efendimiz, kırk yaşına kadar asla okumamış, yazmamış, kimseden bu mevzulara dair bir şey işitip zapteylememişti. Onun böyle ümmi olduğunu bütün kavmi biliyordu. Artık böyle bir zat: Kur’an’ı Kerim gibi bir ebedî mucizeyi tebliğe muvaffak olursa, bu, onun peygamberliği için, pek büyük bir âyet, bir delil teşkil etmiş olmaz mı?. Neden bunu düşünmüyorlardı. Bu âyet-i kerimede şuna da işaret vardır ki: O inkârcı kimseler, Tevrat, İncilgibi kitapları okumuşlardır. Vaktiyle Peygamberlerini İkâr eden kavimlerin başlarına ne felâketler gelmiş olduğunu o kitaplar bildirmektedir. artık kendilerinin başlarına da böyle bir felâketin gelebileceğini hiç düşünmezler mi?. Nedir o kadar gaflet, cehalet!.

134. Ve eğer biz onları ondan evvel bir azab ile helâk etmiş olsa idik, elbette diyeceklerdi ki: Ey Rabbimiz! Bize bir Peygamber göndermeli değil mi idin ki, bir zillete ve rüsvaylığa düşmeden evvel senin âyetlerine tâbi olsa idik?

134. Hayır.. Bu inkârcılara da açık delil, mucize gelmiş bulunuyor, bunu inkâra hakları yoktur. (Ve eğer biz onları) o inkârcıları bu küfür ve isyanları sebebiyle (ondan evvel) bir açık delil bir mucize göstermekten veya Hz. Muhammed’i Peygamber göndermekten önce (bir azap ilehelâk etmiş olsa idik) yani: Onları dünyada köklerinden koparıp atarak gibi bir şekilde cezalandırsa idik (elbette) kıyamet günü (diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz!. Bize) bir kitap ile beraber (bir Peygamber göndermeli değil mi idin ki,) biz şimdi böyle bir azap ile (bir zillete ve) cehalet sebebiyle yapmış olduğumuz isyanlardan dolayı (rüsvaylığa düşmeden evvel senin) bize gönderilmiş olan (âyetlerine tâbi olsa idik) de o sayede kurtuluşa ermiş, böyle bir azaba uğramaktan kurtulmuş bulunsa idik?. Fakat onlara Hz. Muhammed, Peygamber olarak gönderildi, Kur’an’ı Kerim gibi nice âyetleri içeren bir kitap ihsan edildi, onlar ise bunu takdir edemediler, daha sonra ahirette bunu tasdike mecbur olacaklar “evet.. Bize uyarıcı geldi, biz ise onu yalanladık” diye itirafta bulunacaklardır. Ne yazık ki, artık bu itirâfın kendilerine bir faidesi olmayacaktır. Artık zamanı geçmiştir.

135. De ki: Hepsi gözlemektedir. Artık siz de gözleyiniz. Yakında bileceksinizdir ki, doğru yol sahipleri kimlerdir ve hidayete ermiş olanlar kimlerdir.

135. Yüce Resûlüm!. O inkârcılara (de ki: Hepsi gözlemektedir) bizden ve sizden herkes, beklemektedir. Bakalım, bizimle sizin durumlarımızın sonu ne olacaktır, (artık siz de gözleyiniz) durunuz, cahilce bir bekleyişte bulunun. (Yakında) yani ölünce veya kıyamet gününde (bileceksinizdir ki, doğru yol sahipleri kimlerdir, hidayete ermiş olanlar kimlerdir) yani: Sapıklıktan uzak bulunmuş, kendilerine faydalı olan şeylere kavuşmuş, zararlı olan şeylerden kaçınmış, selâmete ermiş olan zatların kimler olduğu yakında meydana çıkacaktır. Evet.. Bütün inkarcılar, ahirette inananların ne kadar doğru bir yol takibetmiş, ne kadar hidayete, saadete kavuşmuş olduklarını anlayacaklardır. Kendilerinin de ne büyük sapıklıklar içinde yaşamış olduklarını anlayarak cismanî ve ruhanî azaplar içindekalacaklardır. Bununla birlikte birçok inkârcılara karşı Resûl-i Ekrem’in ve eshabı kiramının yüksek mahiyetleri, faziletleri dünyada iken de tecelli etmiş, ehlî İslâmın az bir müddet içinde ne kadar fütûhât, başarılar elde etmiş oldukları görülmüştür. Güzel bir âkibet, pek nuranî bir gelecek ehli İmân için takdir edilmiştir. Cenab-ı Hak cümlemizi İmân şerefinden mahrum buyurmasın Amin.. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Daha yeni Daha eski