KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Şuara Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Ancak son dört âyeti Medine-i Münevverede inmiştir, ikiyüz yirmi yedi âyeti celîleden meydana gelmektedir. Bu mübârek âyetlerde Resûl-i Ekrem’e teselli verilmektedir, bir takım inkârcıların kötü âkibetlerine işaret buyuruyor, Cenab-ı Hak’kın muazzam kudret eserlerine dikkatleri çekiyor. Musa Aleyhisselâm’ın Firavun ile olan tartışmasını, sihirbazların mağlûp olup îman şerefine eriştiklerini, müminlerin selâmet sahasına erip düşmanlarının ise Allah’ın kahrına uğradıklarını bildiriyor. Bu sûrei celîle, İbrahim, Nuh, Hud, Salih, Lût, Şüayb Aleyhimüsselâtü Veselâm’ın da kıssalarını, ümmetlerini aynı surette aydınlatıp, ikaz ve irşada çalışmış olduklarını ve onların pek yüce tebliğlerini tasvir buyuruyor, bu tebliğ1ere, tavsiyelere karşı muhalif vaziyetler almış olanların da müthiş âkibetlerini bir uyanma vesilesi olmak üzere beyan buyurmaktadır. Son Peygambere de nasıl yüce bir semâvi kitabın inmiş olduğunu ve o yüce Peygamberin de ne kadar iyilik sever bir surette insanlığı aydınlatmaya, dinî hakikatlerden haberdar etmeğe çalıştığını gösteriyor. Şeytani vesveselerin düşkünü olan bir takım şairlerin de kötü hareketlerini gözler önüne sererek mümin, salih zatların ise müstesnâ bir mevkide bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Bu münasebetle de bu mübârek sûreye “Şuara Sûresi” adı verilmiştir. Hikmet dolu Kur’an’ın ise asla şiir kabilinden olmayıp ilâhi vahye dayanan en kutsî bir kitap olduğuna işaret buyurulmaktadır.
1. Ta, Sin, Mim
1. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in yüceliğini bildiriyor, Resûl-i Ekrem’in de bir takım dinsizler yüzünden ne kadar üzülmüş olduğunu gösteriyor. Cenab-ı Hak’kın da dilemiş olsa o dinsizleri zorla îmana sevkedeceğini anlatıyor ve o dinsizlerin de herhangi bir öğütten kaçındıklarını beyan ve bunun neticesinde korkunç bir âkibete kavuşacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ta, Sin, Mim) Bu âyeti kerime, müfessirlerin çoğunluğuna göre bu sürenin ismidir. Katade’ye göre de Kur’an-ı Kerim’in isimlerindendir. İbni Abbas Radiallahu anhdan bir rivayete göre de bu, Allah’ın isimlerindendir. Daha doğrusu bu, müteşabihattandır, Yüce Allah ile Resûl-i Ekrem’i arasında bir şifre durumundadır, bununla yüce Peygamher muhatap olduğundan elbette bununla Allah’ın maksadının ne olduğunu o bilir. Biz bunun manâsını Allah’ın ilmine havale ederiz. Mutasavvıflardan bazılarına göre bu, Resûl-i Ekrem’e şöyle bir hitaptır: “Ey kalplerin tabibi!. Sırların sırrı!. Seçkin Muhammed!. Sallallahu Aleyhi Vesellem. Diğer bir görüşe göre de: Ta, ariflerin kalplerindeki neş’e ve sevince işarettir. Sin, muhabbet dostlarının çoşkunluğuna, manevî zevkine işarettir. Mim de: Müridlerin yakarışına, dua ve niyâzına işarettir. Diğer bir bakımdan da Resûlullah’a hitaben şöyle bir iltifatta bulunulmuş demektir: “Ey ebedî saadete, sonsuz mutluluğa tâlip olan, ve ey insan tabiatının kirlerinden yarattığı temiz olan, ve ey sırrı ve gizli fikri, dünyevî irtibatlardan korunmuş olan ve ey birlik şenliğini bozan ahlak dışı eserleri mahveyleyen zat!.”
2. Bu, gayet açıkça bildiren kitabın ayetleridir.
2. (Bu) gibi harflerden meydana gelen bu yüksek sûrei celîle Bundaki kutsî âyetler, (gayet açıkça bildiren) dinî hükümleri tam bir açıklıkla telkin eden, hak ile bâtılın arasınıayıran, bir söz mucizesi olduğu açıkça görülen (kitabın) hakikati beyan eden Kur’an’ın (âyetleridir) o semavi kitabın içerdiği pek edebi açıklamalar cümlesindendir. Artık böyle apaçık bir vahdaniyet delili, gözler önünde parlayıp dururken herkes ondan hakkıyla istifadeye çalışmalı değilmidirler?.
3. Sen, mümin olmayacaklar diye neredeyse, kendi nefisini helâk edeceksin!
3. Ey Yüce Resûl!. Sen böyle apaçık bir kitabt halka tebliğ ile Peygamberlik vazifesini yerine getirmekte bulunuyorsun, artık sen mâzursun, fazla üzüntü ve kedere düşmeğe hâcet yok. Halbuki: (sen) kavmin (mümin olmayacaklar) bu Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmeyecekler (diye ihtimâlki, kendi nefsini helâk edeceksin) o derece üzüntülü bulunuyorsun. Halbuki, sen haysiyetliliğini göstermiş, kavmini ıslaha, irşada çalışmış, pek büyük bir iyilikte bulunmuş bir Peygambersin. Buna rağmen onlar, îmandan, tasdikten mahrum kalırlarsa elbette bütün mesuliyet, kendilerine aittir. “Bâhi,” lügatte canlıyı boyun kemiğindeki ak iliğine varıncaya kadar boğazlayan kimse demektir, fazla öldüren, helâk eden yerinde kullanılır.
4. Eğer dileyecek olsak üzerlerine gökten bir mucize indiririz de artık ona boyunları eğili kalmış olurlar.
4. Evet.. Üzülmeye, hasret çekmeye lüzum yok (Eğer dileyecek olsak) o îmandan kaçınanların îmana gelmelerine Allah’ın iradesi teallük etmiş olsa (üzerine gökten bir âyet) onlara îmana mecbur edecek zorlayıcı bir alâmet, helâk edici bir hâdise (indiririz de artık ona boyunları) mecburiyetle (eğili kalmış olurlar) Peygamberlerinin emirlerine zaruri olarak boyun eğmeğe başlarlar. Nitekim Firavun ile yardakcıları hakkında denizlerin yarılması suretiyle böyle bir felâket yüz göstermiş, onlar da canlarının korkusundan dolayı ister istemez Hz. Musa’yı tasdik etmeğe başlamışlardı. Neyazık ki, artık vakit geçmiş, öyle zora dayalı bir îman, Allah katında kabule lâyık bulunmamıştır.
5. Onlara Rahman tarafından yeni bir öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.
5. (Onlara) O kâfirlere (Rahman tarafından) haklarından nice nimetleri, merhametleri bulunan Kerem sahibi mabût katından (yeni bir mevize) Kuran’ın yeni yeni âyetleri, öğütleri (gelmez ki, illâ) gelince (ondan kaçınır bir halde olmuşlardır.) O kendi menfaatleri için kendilerine verilen nasihatları, ihtarları dinlemezler, ondan yüz çevirirler. Onlar, öyle îmana yaklaşmaz, inatçı, inkârcı kimselerdir.
6. Muhakkak ki, yalanladılar. Artık kendisiyle alay edip durduktan şeyin haberleri kendilerine yakında gelecektir.
6. İşte böyle ahlâki alçaklıklarından dolayı (muhakkak ki,) Kur’an-ı Kerim’i, onunla nasihatta bulunan Resûl-i Ekrem’i, onun pek iyilik sever tebliğlerini (yalanladılar) onunla mücadelede bulunmak cinayetini işlediler. (Artık kendisiyle alay edip durdukları şeyin haberleri) pek büyük cezaları, dünyevî ve uhrevî azapları (kendilerine yakında gelecektir.) Binaenaleyh o inatçı, kâfirce olan hareketlerinin kötü, ve müthiş âkibetine kavuşmuş olacaklardır. Elbetteki, öyle bir hakikatları, haklarındaki pek açık faideleri inkâr eden, Allah’ın kudretiyle meydana gelmiş olan eserleri görüp anlamak istemeyen kimseler böyle bir felâketten başka bir şeye lâyık olamazlar, artık onların haklarında üzülmeye mahal yok!.
7. Yere bir bakmadılar mı ki, orada her güzel çiftten ne kadar bitirmişizdir!
7. Bu mübârek âyetler, bir kısım kudret eserlerine dikkatleri çekiyor, dinsizleri uyanma dairesine davet buyuruyor, Yüce Yaratıcının ne kadar üstün sıfatlar ile vasıflanmış olduğunu bildiriyor: Şöyle ki: O ilâhi âyetleri, onlarıtebliğ eden yüce Peygamberi yalanlayan cahiller, hiç (yere bir bakmadılar mı?.) Yeryüzündeki binlerce eşsiz güzellikleri, muazzam eserleri görmediler mi?. (ki, orada) o yer sahasında (her güzel çiftten) muhtelif nevilere ayrılmış, övgüye lâyık, pek faideli ağaçlardan, bitkilerden vesaireden (nekadar) şeyler (bitirmişizdir) onların öyle büyüyüp gelişmeleri, insanların ihtiyaçlarını temine vesile olmaları birer ilâhi kudretin, birer ilâhi lütfun eseridir. Artık onları güzelce düşünüp de onları yaratan Kerem sahibi yaratıcıya kulluğa koşmalı değil midirler?.
8. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çoğu îmân etmiş kimseler olmadı.
8. (Şüphe yok ki, bunda) Böyle mükemmel, ve çeşitli olarak yaratılmış eşsiz eserlerin herbirinde (elbette bir ibret vardır) bunları yaratan yüce yaratıcının kudretindeki mükemmeliğe büyük bir alâmet mevcuttur. Bunların herbiri Cenab-ı Hak’kın kudretine, ilim ve hikmetine birer parlak delildir. Halbuki, onların insanların, Resûl-i Ekrem’in ilâhi dinî kabule davet ettiği kimselerin (çoğu îman etmiş kimseler olmadı) kendi dinsizliklerinde inat ederek sebat eder oldular, kendi iradelerini kötüye kullandıklan için öyle küfür içinde kalmaları takdir edilmiş oldu.
9. Ve muhakkak ki, senin Rabbin elbette o, çok izzet sahibidir, çok merhametlidir.
9. Ve muhakkak ki Ey Yüce Resûl!. (Senin Rabbin) Sana Peygamberlik ihsan eden, temiz kalpleri senin emrine veren, senin yüksek vasıflarını doğu ve batıya yayan (elbette o) Kerem sahibi mabûdun (çok izzet sahibidir) her irade buyurduğunu meydana getirmeğe kâdirdir, bütün kâinat üzerine galiptir. Ve o rahmet sahibi yaratıcı (çok merhametlidir) kullarına lütuf ve ihsanı daima tecelli etmektedir. Bunun içindir ki, o inkârcı, günahkâr kullarını da hemen kahr ve yoketmiyor. O büyük cinâyetlerinden dolayı kendilerini hemen hesaba çekmeyerek onlara mühlet veriyor. Artık bütün insanlık, bu büyük ihsanı düşünerek o Kerem sahibi yaratıcıya kulluğa, teşekkür etmeye koşup durmalı ve eski ümmetlerin başlarına gelmiş olan felâketlerden ibret almalı değil midirler?.
10. Ve hatırlat o zamanı ki, Rabbin Musa’ya seslenmişti ki: Zalimler olan kavme gidiver.
10. Bu mübârek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın Firavun ile kavmini ilâhî dine davetle emrolunmuş olduğunu bildiriyor. Hz. Musa’nın da kendisini yalanlayacaklarını ve lisanındaki bir ârızadan dolayı o kavmi açıkça bir şekilde irşada çalışamaycağını ve kendisine bir suç isnât edildiğini arz ile kardeşi Hz. Harun’un da kendisiyle beraber peygamberlik vazifesine tayin buyurulmasını istirham eylemiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey Peygamberlerin sonuncusu!. (hatırlat) o haktan kaçınan, seni yalanlamaya cür’et eden kimselere hatırlat (o zamanı ki; Rabbin Musa’ya seslendi) Tuva denilen mukaddes bir vâdide Cenab-ı Hak, ilâhlık şânına lâyık bir şekilde ilâhi emrini Hz. Musa’ya bildirdi. Bu da, İmamı Maturidi’ye göre Hz. Musa’nın idrâk edeceği harfler ve sesler kabilinden bir kelâm ile vuku bulmuştur. İmamı Eşari’ye göre de Allah’ın zatına muhsus olan ezeli bir kelâmdan ibaret bulunmuştur. Nitekim ahirette müminler, böyle kutsî bir kelâma ulaşacaklardır. Bu kutsal nidâ ile buyurulmuştu ki: Ya Musa!. (Zalimler olan kavme) küfür ile, isyan ile, İsrailoğulları’nı esaret altında yaşatarak onların yeni doğan erkek çocuklarını öldürmekle vakit geçiren cinayetkâr bir topluluğa, (gidiver) kendilerini îmana, insafa davet et.
11.Firavun’un kavmine ki, daha sakınmayacaklar mı?
11. Evet.. O zalim kavme, yani: (Firavun’un kavmine ki,) onlar (daha sakınmayacaklarmı?.) onlar, o kadar teaccübe lâyık olan zulüm ve kötülüğe hâlâ devam edip duracaklar mı?. Artık onlar, Allah’tan korkmaz, kendilerinin ne kadar câni olduklarını anlamazlar mı?. Bu hususu kendilerine ihtar et, onları îman dairesine, insafa davet eyle.
12. Dediki: Yarabbi! Şüphe yok ki, beni yalanlayacaklarından korkarım.
12. Musa Aleyhisselâm, bu muazzam emri alınca (dedi ki: Yarabbi!.) Ey benim hakkımda lütuf ve ihsanı, acıma ve merhameti sonsuz olan mabûdum!. (Şüphe yok ki,) o gurubun (beni yalanlayacaklarından korkarım) artık benim onlara yalnız gidişim bir faydalı olmayacak gibidir.
13. Ve göğsüm daralır ve dilim açılmaz. Artık Harun’a da risalet ver.
13. (Ve) Onların yalanlamalarından dolayı (göğsüm daralır) üzüntülü bir halde kalırım (ve dilim açılmaz) üzerime düşen Peygamerlik vazifesini hakkıyla yerine getirebilecek bir surette onların hitapta bulunamam, o üzüntü böyle bir hale sebebiyet verir. Bununla beraber deniliyor ki: Hz. Musa’nın çocukluğu zamanında ağzına almış olduğu kızgın bir taş parçasından dolayı mübârek dill zedelenmiş, konuşma kudretine bir zayıflık ârız olmuştu. Bunun için dua ederek dedi ki: Yarabbi!. (Artık Harun’a da Peygamberlik ver) Cibril-i Emin’in göndererek kardeşim Harun’u da peygamberlik şerefine kavuştur. Onunla beraber bu yüce peygamberlik vazifesini yerirle getirmeye çalışalım. Hz. Musa, aldığı emri ilâhi şükürle beraber kabul etmiş, ona boyun eğmiştir. Fakat kendisinin fasih, beliğ olan kardeşiyle desteklenmesi ve o şekilde peygamberlik vazifesini daha mükemmel bir şekilde eda edebilmesi için böyle bir temennide bulunmuştur.
14. Ve hem onlar için benim üzerimde bir suç da var. Binaenaleyh beni öldüreceklerindenkorkarım.
14. (ve) Musa Aleyhisselâm temennisine şunu da have etti. (hem onlar için) O Firavun’un kavmi için (benim üzerimde) onların zannınca (bir suç da vardır) bu da Hz. Musa’nın daha Mısır’dan çıkmadan evvel İsrailoğulları’ndan bir şahıs ile bir kıptinin tartışmada bulunduklarını görüp bir darbesiyle kıptinin ölmuş olmasından ibarettir. Nitekim bu hâdise “Kasas Sûresinde”de ayrıntılı olarak bildirilmiştir. (binaenaleyh) o kavme yalnızca gidersem, daha peygamberlik vazifemi kendilerine tebliğ etmeden (beni öldüreceklerinden korkarım) artık yarabbi!. Lütfen beni kardeşim ile kuvvetlendir.
15. Cenab’ı Hak buyurdu ki: Asla! İmdi ikiniz de bizim mucizelerimizle gidiniz. Şüphe yok biz, işiticiler olduğumuz halde sizinle beraberiz.
15. Bu mübârek âyetler de Musa Aleyhisselâm’ın güvence verilip kardeşi ile beraber elçi olarak Firavun’a gönderilmiş olduklarını ve İsrailoğulları’nın kendileriyle beraber Mısır’dan çıkmalarına müsaade istediklerini bildiriyor. Firavun’un da Hz. Musa’ya karşı minnette bulunarak ona nankörlük isnât etmek cehaletinde bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, Firavun’un kavmi tarafından kendisinin öldürülmesi ihtimalini ileri sürünce Cenab-ı Hak, bu ihtimale mahal olmadığını beyan için (Buyurdu ki: Asla!.) senin hayatına kastedemezler, öyle bir düşünceden vaz geç, imkân yok. Kardeşin hakkındaki niyâzın ise kabul edilmiştir. (İmdi ikinizde bizim mucizelerimizle) Sizin doğruluğunuzu gösteren, sizin birer Yüce Peygamber olduğunuzu kuvvetlendiren mucizeler ile Firavun’un ve kavminin yanlarına (gidiniz) onlardan hiç korkmayın (şüphe yok ki, biz işiticiler olduğumuz halde) bütün söylenilecek, yapılacak şeyleri işitir, görürolarak (sizinle beraberiz) sizi muhafaza eden, sizi o dinsizlerin fenalıklarından koruruz. Bu Hz. Musa hakkında büyük bir tesellidir ve onun muvaffakiyete ulaşması için muazzam bir ilâhi müjdedir.
16. Artık Firavun’a gidin de deyin ki: Biz şüphe yok, âlemlerin Rabbinin elçisiyiz.
16. (Artık) Ey muhterem Musa ve Harun Aleyhimesselâm!. Korkmayın (Firavun’a gidin de deyin ki: Blz şüphe yok, âlemlerin Râbbi’nin elçisiyiz) onun yüce katından insanları ilâhi dine davetle emrolunmuşuz, bizim gayemiz birdir. İnsanların hak dinî kabul ederek bir birlik oluşturmalarını temine çalışmaktan ibarettir.
17. İsrailoğullarını bizimle beraber salı veresin diye,
17. Evet.. Deyiniz ki: Ey Firavun!. Senelerden beri esaret altında tutmakta olduğun (İsrailoğulları’nı bizimle beraber salıveresin diye) bize Allah tarafından gönderilmiş bulunmaktayız. Artık o mâzlum cemaatı bırak, Mısır’dan çıkıp gitmelerine mâni olma. Rivayete göre Firavun, İsrailoğulları’nı dörtyüz sene kadar köle halinde bulundurmuştu. O zaman onların sayısı: Otuzbin altıyüz kadar imiş.
18. Firavun da dediki: Seni çocuk iken içimizde büyütmedik mi? Ve hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?
18. Hz. Musa ile Hz. Harun da Firavun’a giderek İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkmalarına mâni olmamasını teklif ettiler. (Firavun da) o teklifi reddederek (dedi ki:) Ey Musa!. (Seni çocuk iken içimizde) kendi sarayımızda (büyütmedik mi?.) seni beslemedik mi?. (Ve hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?.) Senin üzerinde bizim böyle bir hakkımız yok mudur?. Artık bizimle yüz yüze gelerek İsrailoğulları’nın serbest bırakılmasını teklif etmeniz uygun mudur?. O hakka riayet lâzım değil midir?. Bir rivayette göre Hz. Musa,Firavun’un sarayında otuz sene kadar bir müddet bulunmuştur.
19. Ve o yaptığın fiilini yapıverdin, o halde sen nankörlerdensin.
19. (Ve) Bununla beraber ya Musa!. Sen (o yaptığın fiilini) de (yapıverdin) bir kıptiyi vurdun öldürdün. (o halde sen nankörlerdensin) Biz seni senelerce kendi sarayımızda besledik, seni köle edinmedik. Buna rağmen sen İsrailogulları’nın serbest bırakılmasını istiyorsun, böyle bir teklif, uygun mudur?.
20. Hz. Musa dediki: Onu o vakit yaptım, fakat ben o zaman cahillerden idim.
20. Bu mübârek âyetler de Musa Aleyhisselâm’ın Firavun’a verdiği cevabı bildiriyor. Hz. Musa’nın Allah tarafından hikmet ve peygamberliğe ulaşmasını haber veriyor. Hz. Musa hakındaki yapılan bir iyiliğin de İsrailoğulları hakkındaki esirliğin bir neticesi olduğundan dolayı da minnete mahal bulunmadığına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Musa Firavun’un iddiasını red için (Dedi ki: Onu) o yaptığıma işaret ettiğin öldürme hâdisesini (o vakit yaptım) bunu itiraf ederim (fakat ben) o zaman (cahillerden idim) öyle bir vuruşun ölüme yol açacağını bilemezdim, o kasten yapılmış bir katil cinayeti değildir, belki bir hatadır. Maamafih o öldürülen kıpti, haksız yere bir şahsın hayatına kastetmiş gibi bulunuyordu, onu müdafaa için ve bir terbiye vermek maksadiyle böyle bir hâdise vücude gelmiştir. Bu, bir mazeret teşkil edebilir.
21. Vaktaki sizden korktum, artık sizden firar ettim, imdi Rabbim bana hikmet verdi ve beni Peygamberlerden kıldı.
21. Ve Ey Firavun!. (Vaktaki sizden korktum) o bir hata eseri olan hâdiseden dolayı benim hayatıma kastedeceğinizi düşündüm. (artık) canımı kurtarmak için (sizden firar ettim) Cenab-ı Hak’kın korumasına sığındım (İmdiRabbim bana hikmet verdi) bana ilim ve anlayış ihsan etti, beni hikmete ve fazilete kavuşturdu (ve beni Peygamberlerden kıldı) binaenaleyh ben Allah’ın dinini halka tebliğ ile emrolundum. Artık sen, ne yapmak istiyorsan yapmaya çalış, ben senden asla korkmam, beni kerim olan Rabbim şimdiye kadar korumuş ve himaye etmiş olduğu gibi bundan sonra da korur, ve himaye eder.
22. Ve o da bir nimettir ki, benim başıma kakıyorsun, İsrailoğullarını köle edinmiş olduğundan dolayıdır.
22. (Ve) Ey Firavun!. (o da) beni bir müddet sarayında bulundurduğunda öyle (bir nimettir ki) onu (benim başıma kakiyorsun) o (İsrailoğulları’nı köle edinmiş olduğundan dolayıdır) eğer sen onları köle edinmeseydin, onların dünyaya gelen erkek çocuklarını öldürmese idin ben de öyle bir korkudan dolayı denize atılmazdım, senin sarayına alınarak bir müddet korunmuş olmazdım, kendi ailem arasında yaşar, şimdi böyle bir minnete maruz kalmazdım. Artık benim hakkımda öyle bir müddet sarayında kalmam, haddizatında bir nimet değildir. Belki kendilerine mensup olduğum İsrailoğulları hakkındaki zulüm ve adaletten kaçınmanın bir neticesi olmuştur. Eğer böyle olmasa idi ben senin himayende bir müddet bulunmadan uzak bulunmuş olurdum. Diğer bir görüşe göre de Ey Firavun!. Sen İsrailoğulları’nı kendine köle yaptın, onların mallarını ellerinden aldın, bana da işte o mallardan harcamış bulundun. Artık benim hakkımda senin bir nimetin, bir terbiye hakkın yoktur. Benim terbiyem, kavuştuğum nimet, kendi validem, kendi kavmim tarafındandır, seninki bir kuru isimden ibarettir. Binaenaleyh bana minnete bulunup durma.
23. Firavun dediki: Âlemlerin Rabbi nedir?
23. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa ile Firavun arasında cereyan eden bir konuşmayı bildiriyor. Allah’ın Rablığının bütün kâinatıkuşatmış olduğunu tebliğ buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, Rabbim bana hikmet, Peygamberlik ihsan buyurdu deyin (Firavun) suale kalkışarak (dedi ki:) Ya Musa!. (âlemlerin Rabbi nedir?.) Kendisinin elçisi olduğunu iddia ettiğin Rabbin nasıl şeydir, öyle bir Rab mevcut mudur?.
24. Musa Aleyhisselâm da dediki: Göklerin ve yerin ve bunların arasında bulunanların Rabbidir, eğer siz yakinen bilir kimseler oldunuz iseniz.
24. Bütün kâinat, O yüce Rabbin varlığına şahitlik ettiği, Firavun’un vicdanı da öyle Kerem sahibi bir yaratıcının varlığını inkâra güç yetiremeyeceği halde yalnızca bilmemezlikten gelir gibi görünerek âlemlerin Rabbinin neden ibaret olduğunu sual eden öyle inkârcı birine cevaben Musa Alyehisselâm da (Dedi ki:) o yüce Rabbi (göklerin ve yerin ve bunların arasında bulunanlarm Rabbidir) bütün bu varlıklar, o ezeli yaratıcının birer kudret eseridir. (eğer siz yakinen bilir kimseler oldunuz iseniz) Eşyanın hakikatları güzelce anlayabilmek kabiliyetine sahip bulunmuş iseniz, Cenab-ı Hak’kın bu Rabliğini de, onun kâinatın yaratıcısı olduğunu da anlamanız icabeder. Biz yaratıklar, âlemlerin Rabbi’nin mahiyetini bilip tâyin etmeğe muktedir ve onunla mükellef değiliz, biz onun mukaddes varlığına, kudret ve yüceliğine şahitlik eden sonsuz yaratılış eserlerini gönmekteyiz. Gözlerimizin önünde parlayan bütün bu muazzam eserler, o Kerem sahibi Rabbin Rablığı’na açıkça şahitlik ve işaret edip durmaktadır.
25. Firavun Etrafında olanlara dediki: İşitiyor musun?
25. Firavun, Hz. Musa’nın bu pek hikmetli cevabını işitince endişeye düştü, kavminin kalplerine bu cevabın tesir edeceğinden korktu. (Etrafında olanlara) kavminin eşrafından olup beşyüz kadar bulunanerkeklere (dedi ki: İşitiyor musun?.) Musa nasıl bana bir cevapta bulunuyor?. Benim Rabliğimi inkâr ediyor, bizzat mevcut olan gökleri, yerleri vesaireyi bir Rabbin, eseri sanıyor.
26. Musa Aleyhisselâm da dediki: O, sizin Rabbinizdir ve sizin evvelki atalarınızın Rabbidir.
26. Musa Aleyhisselâm da, Firavun’un öyle materyalist olan bir kâfirin hayretine, ahmakça lakırdısına mahal olmadığına işaret için (dedi ki:) Ey Firavun. O Àlemlerin Rabbi (sizin) de (Rabbinizdir ve sizden evvelki atalarınızın) da (rabbidir) sizlerin bizzat mevcut olmayıp birer yaratılış eseri olduğunuz açık değil midir?. Siz, varlığınızın kendinizden olup başkasına ihtiyacınızın olmadığını iddia edebilir misiniz?. Sizlerin sonradan meydana geldiği bilinmektedir, o halde nasıl olur da Rablik iddiasında bulunabilirsiniz?. Nedir sizdeki bu cehalet, bu inkâr!.
27. Firavun da dediki: Size gönderilmiş olan elçiniz, şüphe yok ki, elbette bir mecnun dur.
27. Hz. Musa’nın bu pek susturucu olan hitabına rağmen o inkârcı Firavun yine küfründe ısrar ederek kavmine zorbalık yoluyla (Dedi ki: Size) sizin gibi akıllı olan kimselere (gönderilmiş olan elçiniz, şüphe yok ki, elbette bir mecnundur) artık o size nasıl elçi olabilir?.
28. Hazreti Musa da dediki: O, doğunun ve batının ve bunların aralarında olanların Rabbi dir. Şayet aklınızı kullanırsanız.
28. Hz. Musa da onların o alay etmelerine karşı daha açık bir şekilde cevap yererek (Dedi ki:) Ey Firavun!. O tasdik etmediğin âlemlerin Rabbi (doğunun ve batının ve bunların arasında olanların Rabbidir) bütün bu kâinat, bunlardaki enteresan ve güzel değişmeler, ışıldamalar O yüce Rabbin birer kudret eseridir. Ondan başka yaratıcı, Mabûd yoktur (eğer siz akıllıca düşünür iseniz) bu hakikatianlarsınız. Sizin sualinize karşı bundan daha uygun cevap olamaz. Bizler Allah’ın hakikatini ve mahiyetini târif ve tağyire muktedir değiliz, onun varlığı, birliği kudret ve yüceliği onun eseriyle görünüp durmaktadır. İşte gözlerimize çarpan bu kâinat safhaları da o Yüce Rabbin birer kudret eseridir, Allah olduğunun birer delilidir. Artık bundan daha münasip daha açık ne cevap olabilir?. Eğer aklınız var ise bunu takdir ederek Allah’ın Rabliği’ni tasdik etmeniz icabetmez mi?.
29. Firavun dediki: Andolsun, eğer benden başka ilâh edinmiş isen elbette seni zindana atılmışlardan kılarım.
29. Bu mübârek âyetler de Hz. Musaya karşı Firavun’un tanrılık iddiasında bulunduğunu bildiriyor. Musa Aheyhisselâmın da onu reddederek kendi iddiasının doğruluğunu, Allah’ın birliğinin sabit olduğunu isbat etmek için iki muazzam mucize göstermeye muvaffak olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm’ın ileri sürdüğü o kuvvetli delilleri, onun o azim ve sebatını Firavun görünce şiddet göstermek yolunu tercih etti. (Dedi ki: Andolsun) Ey Musa!. (Eğer) sen (benden başka tanrı edinir isen) başkasının tanrılıkla, rablıkla vasıflanmış olduğuna inanmış isen (elbette seni zindana atılmışlardan kılarım) seni de onlar gibi en korkunç en helâk edici bir zindana sevkederim. Artık en büyük bir tehlikeye, felâkete maruz kalmış olursun.
30. Musa Aleyhisselâm da dedi ki: Ben sana apaçık bir şey getirmiş olunca da mı beni zindana atacaksın!
30. Musa Aleyhisselâm da o meluna cevaben (dedi ki: Ben sana apaçık bir şey getirmiş olunca da mı?.) kendi iddiamın doğruluğunu gösteren, Rabliğin yalnız Allah Teâlâ’ya mahsus olduğuna ve onun tarafından benim elçi gönderilmiş bulunduğuna şahitlik edecek en muazzam mucizeler göstermeye harekettebulunacaksın?.. Sen öyle bir zulmün neticesini hiç düşünmez misin?.
31. Firavun da dedi ki: Haydi onu getir, eğer sen doğru söyleyenlerden isen
31. Hz. Musa’nın bu ihtarına cevaben Firavun da (Dedi ki: Haydi onu) o meydana çıkarmak istediğin hârikayı (getir) bizlere göster (eğer sen) o elçilik iddianda (sadıklardan oldun isen) durma, o harika ile davanı isbat etmiş olursun.
32. Bunun üzerine âsasını bırakıverdi, o hemen bir apaçık ejderha kesildi.
32. Hz. Musa da (bunun üzerine) Firavun’un öyle bir teklifi sebebiyle elindeki (âsasını) yere (bırakıverdi, o) âsa (hemen apaçık) müthiş bir (ejderha kesildi) Firavun’a karşı pek dehşetli bir manzara vücude getirmiş oldu. Nitekim bu mucize: Arâf ve Taha sûrelerinde de zikredilmiştir.
33. Ve elini çekip çıkardı. Hemen o, seyredenlere karşı bembeyaz kesilmiş idi.
33. (Ve) ikinci bir hârika olmak üzere Hz. Musa (elini) yakasından (çekip çıkardı: Hemen o) el (seyredenlere karşı bembeyaz kesilmiş idi) güneşin ışığı gibi etrafa parlaklık saçtı, her tarafı aydınlıklar içinde bıraktı, gözleri kamaştırır bir halde parlayıp durdu.
34. Firavun etrafındaki ileri gelenlere dediki: şüphe yok, bu elbette çok bilgili bir sihirbazdır.
34. Bu mübârek âyetler de Hz. Musa’yı Firavun’un bir sihirbaz sandığını ve onun kendilerini Mısır’dan çıkarmak isteğine inandığına ve etrafındaki ileri gelen ile müşaverede bulunduğunu bildiriyor ve reislerinin tavsiyeleri üzerine sihirbazların muayyen günde toplanmış olduklarını, insanların o topluluğa katılıp sihirbazların galip gelmeleri durumunda onlara tâbi olacaklarını söylemiş bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm’ıngösterdiği o harikaların tesiriyle kavminin îman edeceklerinden korkan Firavun (etrafındaki ileri gelenlere dedi ki:) gördünüz ya, bu gösterilen hârikalar, birer sihir eseridir, (Şüphe yok ki, bu) Peygamberlik iddiasında bulunan Musa (elbette çok bilgili bir sihirbazdır) sihir sanatını çok iyi biliyor.
35. Sizi büyüsü ile yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Artık siz ne emredersiniz?
35. Firavun, artık şaşmıştı, o etrafında bulunanlara dedi ki: Musa -Aleyhisselâm- (sizi büyusüyle) yaptığı sihirlerin tesiriyle (yurdunuzdan çıkarmak istiyor) bu sihirler yüzünden insanlar ona tâbi olacak, o suretle kuvvet bulacak, bizim yerlerimize hâkim kesilecek (artık siz ne emredersiniz?) Ona karşı nasıl bir müdafaada bulunalım?. Utanmadan Rablik iddiasında bulunan Firavun, tutulduğu büyük bir korku tesiriyle artık mevkiini unutmuş, etrafındakileri birer âmir tanımış, onların reylerine ihtiyaç göstermiş, kendisi âdeta onların idareleri altında imiş gibi bir vaziyet almıştı.
36. Dediler ki: Onu ve kardeşini alıkoy: Şehirlerde toplayıcılar yolla.
36. Etrafında bulunanlar da (dediler ki: Onu) Hz. Musa’yı (ve kardeşini alıkoy) onların haklarında yapılacak muameleyi, onlar ile tartışmayı sonraya bırak, onları hemen öldürme, haklarında başka bir muamele yapma (şehirlerde) bulunan sihirbazları (toplayıcıları yolla) onları toplayarak Mısır’a getirsinler.
37. Sana çok bilgin sihirbazlar getirsinler.
37. O toplayıcılar (sana çok bilgin sihirbazları) toplayıp (getirsinler) büyücülükte, ilimde ihtisas sahibi olan kimseleri alıp Mısır’a gelsinler, Musa ile Kardeşine karşı galip gelmeye çalışsınlar.
38. Artık sihirbazlar, belli bir günün muayyen bir vaktinde toplanmış oldu.
38. Bu tavsiye üzerine etrafa toplayıcılar gönderilmiş, birçok sihirbazlar Mısır’a getirilmişti. (Artık sihirbazlar, belli bir günün muayyen bir vaktinde) “Zine Günü” denilen kuş1uk zamanında (toplanmış oldu) iki muhterem Peygambere karşı cephe almak hazırlığında bulunuldu.
39. Ve insanlara da denildi ki: Siz de toplanıyor musunuz?
39. (Ve insanlara da denildi ki) sihirbazların toplanacakları, tartışmaya başlayacakları gün (siz) de umumi olarak (toplanıyor musunuz?.) Elbette öyle bir günde siz de toplanmalısınız.
40. Umulur ki, biz de sihirbazlara tâbi oluruz, eğer galip olanlar, onların kendileri olmuş olursa.
40. İnsanları toplamaya teşvik için şöyle de söylediler: (Umulur ki, biz de sihirbazlara tâbi oluruz) onların dinini tercih ederiz. (Eğer galip olanlar, onların) o sihirbazların (kendileri olmuş olursa) onlar, Musa ile kardeşine galip gelince artık o galip sihirbazları, rehber ediniriz. Artık Musa ile kardeşinin dinine eğilim gösterilmez. O kâfirlerin bu sözleriyle maksatları, sihirhazların dinine tâbi olmak değil belki onları bu mücadeleye fazlaca gayret göstermeğe sevketmek olmuştur. Bir görüşe göre de alay etme yoluyla denilmiş oluyor ki: şâyet sihirbaz olan Musa ile kardeşi bu mücadelede galip gelirlerse onlara tâbi oluruz. Artık buna meydan vermemek için bizim topladığımız sihirbazlar olanca hünerlerini gösteriversinler.
41. Vaktaki sihirbazlar geldi, Firavun’a dediler ki: Eğer galip olanlar bizler olursak bizim için mutlaka bir mükâfat var mı?
41. Bu mübârek âyetler de sihirbazların Mısır’da toplandıkları ve galip oldukları takdirde kendilerinin mükâfata kavuşmalarını Firavun’dan dilemiş ve ondan teminat almış olduklarını bildiriyor. Ve nihayet sihirbazlarınmağlûp olup Hz. Musa’mn gösterdiği muazzam âsa mucizesinden dolayı secdeye atılarak âlemlerin Rabbine îman ettiklerini şöylece beyan buyurmaktadır. (Vaktaki) Mısır’ın bütün etrafındaki beldelerde bulunan (sihirbazlar) Mısır’a (geldi) Firavun’un huzurunda toplandılar (Firavun’a dediler ki:) Eğer Musa ile kardeşine karşı (galip olanlar bizler olursak) galibiyet bizim taraftmızda yüz gösterirse (bizim için mutlaka bir mükâfat var mı?) Sihirbazlar, kendilerinin galip olacaklarını sanmışlardı. Ancak Firavun’un bir mükâfatta bulunmaya sevk için böyle “olursak” diye şüphe edatı ile beyanda bulunmuşlar “sen btze mükâfatta bulunmaz isen biz de arzuna hizmet etmiş olmayız”demek istemiş gibi idiler.
42. Firavun da dedi ki: Evet.. Ve o vakit elbette siz, en yakın kimselerden olacaksınız.
42. Firavun da onların bu sualine cevaben (dedi ki. Evet..) Sizin için mükâfat vardır. (ve o vakit) sizin galip gelmeniz durumunda (elbette siz) benim yanımda (en yakın bulunmuşlardansınız) benim yanımda büyük bir mevkiniz bulunmuş olur.
43. Musa onlara dediki: Siz ne atacaksanız atıveriniz.
43. Vaktaki, müsabaka meydanında toplandılar, sihirbazlar, Hz. Musaya hitaben: Sen mi meydana atacağın şeyi evvelâ atacaksın, yoksa biz mi atalım diye izin isteme nezaketinde bulundular. Hz. (Musa) da (onlara dedi ki: Siz ne atacaksanız atıveriniz) Musa Aleyhisselâm, bununla onların sihirde bulunmalarına müsaade etmiş değil, belki onların sihirlerini ibtâl ile hakkı ortaya çıkarmaya hizmet etmek gayesini temin eylemek istemiştir.
44. Hemen iplerini ve sopalarını atıverdiler ve dediler ki: Firavun’un kudreti hakkı için şüphe yok ki, elbette biz galip olanlarız.
44. Hz. Musa’nın bu teklifi üzerine sihirbazlar(hemen iplerini ve sopalarını) sihir yapmak için hazırlamış oldukları bu şeyleri yere (atıverdiler ve) cahiliye adetinde olduğu hükümdarın adına yemin için (dediler ki: Firavun’un kudreti hakkı için şüphe yok ki, elbette biz galip olanlarız) kendilerinin galibiyetlerine olan kuvvetli kanaatlerini göstermek istediler, böylece and içmiş oldular.
45. Bunu müteakip Musa da âsasını bırakıverdi, hemen o zaman o, onların uydurdukları şeyleri süratle yutar oldu.
45. (Bunu) sihirbazların o ellerindeki sihir vasıtalarını yere attıklarını (müteakip Musa) Aleyhisselâm (da) derhal (âsasını) yere (bırakıverdi, hemen o zaman o) âsa (onların) o sihirbazların (uydurdukları şeyleri) hakikatları mahiyetleri başka bir şekilde değiştirilmiş gibi gösterdikleri ipleri, sopaları: (sür’atle yutar oldu) artık onlardan bir şey meydana kalmadı, hepsi de muhvolup gitti.
46. Sihirbazlar, hemen secde ediciler olarak yere atıldılar.
46. (Sihirbazlar) Hz. Musa’nın göstermeye muvaffak olduğu bu hârikayı görünce (hemen secde ediciler olarak yere atıldı) bunun bir sihir eseri değil, bir mucizeden, Hz. Musa’nın doğruluğunu isbat eden kesin bir delilden ibaret olduğunu katiyyen anladılar. Kalplerinde parlayan îman nuru, ilâhi coşku, kendilerini böyle sür’atle kulluk secdesine sevketmiş oldu.
47. Dediler ki: Alemlerin Rabbine iman ettik.
47. Ve o scedeye kapananlar, (dediler ki: Àlemlerin Rabbine îman ettik) Kâinatın yaratıcısının birliğini, ilâhlığını tasdik eyledik.
48. Musa’nın ve Harun’un Rabbine.
48. Ve o îman şerefine kavuşan sihirbazlar maksatlarının yanlış anlaşılmaması için şunu da ilave ederek dediler ki: (Musa’nın ve Harun’un Rabbine) îman ettik. Maksadımız,bütün bütün âlemleri yoktan yaratan ve o iki zatı Peygamberlik şerefine ulaştıran ve mucizeler ile destekleyen Allah Teâlâ’yı tasdikten ibarettir. Yoksa yalan yere Rablik iddiasında bulunan Firavun’a îman etmiş değiliz. O, Rablik, ilâhlık vasfına asla sahip değildir.
49. Firavun” dediki: Ben size izin vermeden evvel siz ona iman ettiniz, şüphesiz ki, o size sihri öğretmiş olan büyüğünüzdür. Artık yakında bileceksiniz, elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlanmasına kestireceğim ve muhakkak ki, sizi toplu bir halde astıracağım.
49. Bu mübârek âyetler de sihirbazların Hz. Musa’yı tasdik ederek îmana nâil oduklarından endişeye düşen Firavun’un o zatları idam ile tehdit ettiğini bildiriyor. O zatların da bu tehdide kıymet vermeyip îmanları sayesinde Cenab-ı Hak’kın mağfiretine, manevî yakınlığına kavuşacaklarını söylemiş bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Firavun, büyük bır topluluk meydana getiren sihirbazların îman ettiklerini görünce endişeye düştü, onlara bakarak kavminin Hz. Musa’ya tâbi olabileceklerini düşündü, artık şiddetli bir tehditte bulunarak (dedi ki:) Ey sihirbazlar!. (Ben size izin vermeden evvel) siz koşarak (ona) Musaya (îman ettiniz) diğer bir kıraate göre de ona îman mı ettiniz? Demek ki, sizin ona meyliniz onunla irtibatınız, ittifakınız var imiş. Evet.. (Şüphesiz ki, o size sihiri öğnetmiş olan büyüğünüzdür) aranızdaki bir ittifaktan dolayı mağlûp oldunuz, onu galip gösterdiniz. Firavun bu sözleriyle kavmini aldatmaya çalışmış ve sihirbazların bir ciddiyet, bir basiret dairesinde hareket etmemiş oldukları hissini kavmine aşılamak istemiştir. Firavun, şiddet vererek o îman eden sihirbazlara dedi ki: (Artık yakında bileceksinizdir) bu hareketinizin cezasını anlayacaksınız (elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlamasına kestireceğim,) her birinizi sağ eli ile solayağından mahrum bırakacağım. (Ve) bununla kalmayacak (muhakkak ki, sizi toplu bir halde astıracağım) sizi idama mahkum, öyle şiddetli bir cezaya maruz bırakacağım.
50. O iman edenler de dediler ki: Zararı yok, şüphesiz ki, biz Rabbimize dönücüleriz.
50. O îman eden sihirbazlar da dinî kudretlerini göstererek Firavun’a cevaben (dediler ki) o yapacağın şeyin haddizatında bizim için bir (zararı yok) dur (şüphesiz ki, biz Rabimize dönücüleriz) bizi böyle hidayete muvaffak eden Rabbimizin manevî huzuruna gideceğiz, bu îmanımız, yarın ahiret âleminde bizim için bir saadet vesilesi olacaktır. Artık bir geçici ölümün bizce ne ehemmiyeti olabilir ki, bizi onunla tehdit ediyorsun?
51. Biz müminlerin evveli olduğumuzdan dolayı bizim için hatalarımızı Rabbimizin bağışlayacağını ümid ederiz.
51. O muhterem zatlar, bu cevaplara ilaveten şöyle de dediler: (Biz mümilerin evveli olduğumuzdan dolayı) yani: Firavun’a tâbi olanların veya bu zamanda bulunanların veya bu hârikulâde hâdisenin ortaya çıkışını müşahede edenlerin arasında ilk evvel Cenab-ı Hak’kın Rablığına, Hz. Musa’nın peygamberliğine îman etmiş kimseler bulunduğumuzdan dolayı (bizim hatâlarımızı) evvelce yapmış olduğumuz kusurlarımızı, Hz. Musa’ya karşı cephe almaya cür’et göstermiş olmamızı, (Rabbizimin mağfiret buyuracağını ümid ederiz) kerim olan Rabbimizden rica ve niyâzda bulunuruz. Artık Ey Firavun!. Sen bizi öldürsen de o bize bir zarar vermiş olmaz, belki biran evvel ahiret nimetlerine kavuşmuş oluruz. İşte müminlerdeki kalp sağlamlığı!. Onlar maddî, geçici bir hayat endişesiyle öyle Firavun tabiatlı kimselerin tehditlerine, taltiflerine bir ehemmiyet vermezler.
52. Ve Musa’ya vahiy ettik ki, Kullarım ile beraber geceleyin yürü. Çünkü, siz şüphesiz kitakibe dileceksiniz.
52. Bu mübârek âyetler de Musa Aleyhiselâmın kendisine îman edenler ile beraber Mısır’dan çıkıp gitmeleri için ilâhi vahye kavuştuğunu bildiriyor. Onların Mısır’dan çıkmaları üzerine Firavun’un da asker toplatarak onları takip ettiğini ve onların ehemmiyetsiz bir topluluktan ibaret olduklarını iddiada bulunduğunu gösteriyor. Hz. Musa ile beraberindeki zatlar sabahleyin erkenden takibe başlayan Firavun ile kavminin ellerindeki çok nimetlerden mahrum kaldıklarını, bu nimetlerin bilâhara İsrailoğulları’na intikal etmiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm senelerce Mısır’da kalmış, Firavun’u ve onun kavmini Allah’ın dinine davet etmiş ve nice mucizeler göstermişti. Fakat onlar bu dâveti kabul etmemişlerdi. Artık Hz. Musa’nın Mısır’daki vazifesi nihayete ermiş demekti. Binaenaleyh Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (ve Musa’ya vahyettik ki, kulları ile) Allah’ın dinini kabul etmiş, sana tâbi bulunmuş olan müminler ile (geceleyin yürü) Mısır’dan çıkıp yolunuza devam edin (çünkü siz şüphesiz ki, takibedileceksiniz) yani: Firavun kendi kuvvetleriyle sizi takibe başlayacaktır, onlar size daha yetişmeden siz deniz kenarına kavuşmuş olunuz.
53. Artık Firavun şehirlere asker toplayıcılar gönderdi.
53. Vaktâki: Firavun, Hz. Musa ile kendisine tâbi olanların Mısır’dan geceleyin çıkıp gitmiş olduklarını haber aldı. (Artık Firavun şehirlere) askerleri (toplayıcılar gönderdi) Hz. Musa’yı ve beraberindekileri takip edecek büyük bir askeri kuvvet toplanmış oldu.
54. Şöyle diyor ki: Şüphe yok, onlar İsrailoğulları az kimselerden ibaret bir topluluktur.
54. Firavun, kendi askerlerinin çokluğunu, Beniİsrail ise nisbeten az olduğunu iddia ederek şöyle de diyordu: (Şüphe yok, onları) o İsrailoğulları (az kimselerden ibaret bir topluluktur) biz onları takibederek cezalandırabiliriz. Bir rivayete göre İsrailoğulları altıyüz yetmiş bin kadar imişler, Firavun’un kuvvetleri ise bir milyondan bile fazla imişler.
55. Ve muhakkak ki, onlar bizi elbette çok öfkelendirmekte bulunan kimselerdir.
55. (Ve) Firavun şöyle de diyordu: (Muhakkak ki, onlar) o İsrailoğulları (bizi çok öfkelendirmekte bulunan kimselerdir) bizim hiddetimizi, kızgınlığımızı tahrik eden şeyleri yapmaktadırlar. İşte öyle ansızın Mısır’dan çıkıp gitmelerinde böyle bir hiddete, kızgınlığa sebep olmuştur. Diğer bir yoruma göre de: O İsrailoğulları bizim için muhakkak ki, çok gazap besleyicidir. Bize karşı büyük bir kin düşmanlıkları vardır.
56. Ve şüphe yok ki, bizler elbette pek uyanık bir cemiyetiz.
56. (Ve) firavun şöyle de iddia ediyordu: (Şüphe yok ki, bizler elbette pek uyanık bir cemiyetiz) âdeta demek istiyordu ki: Bizim âdetimiz, ihtiyatlı, uyanık bir halde yaşamaktır, güven üzere bulunmaktır, her ne kadar o düşmanlarımız az kimseler ise biz yine ihtiyattan ayrılmayız, o gibi fesat ateşini söndürmeğe çalışırız. Onun içindir ki, ey şehirler ahalisi!.. Sizi toplayarak o düşmanlan takibe lüzum görmüş olduk. Melun Firavun bu suretle de kendi korkusunu, içerisindeki saltanatının yok olma endişesini saklamak istiyordu.
57. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: Artık biz onları bahçelerden, ırmaklardan çıkardık.
57. Fakat Firavun’un bu sözleri, iddiaları bir hayal kabilinde idi. Artık onun belâsını bulacak zaman yaklaşmıştı. Binaenaleyh Cenab-ı Hakda buyuruyor ki: (Artık biz onları) o Firavun ile kavmini (bahçelerden ve ırmaklardan çıkardık) İsrailoğulları’nı takip sebebiyle o nimetlerden mahrum kalmış oldular.
58. Ve hazinelerden ve nimet dolu bir makamdan mahrum bıraktık.
58. (Ve) Firavun ile kavmini (hazinelerden) altunlardan, gümüşlerden, büyük servetlerden (ve nimet dolu bir makamdan) gayet güzel, gönül alıcı ikâmetgâhlardan, saraylardan, saltanat tahtlarından çıkarıp mahrum bıraktık. Kendileri denizde boğulmaya mahkum oldukları için bütün o muhteşem varlıklar bilâhara İsrailoğulları’na intikal etmiştir.
59. İşte böyle oldu! Ve bunları bu nimetleri İsrailoğullarına miras kıldık.
59. Evet.. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (İşte böyle oldu) onları o yurtlarında varlıklarından öyle acaib bir şekilde çıkarmakla çıkarmış olduk (ve bunları) bu yüce nimetleri (İsrailoğulları’na miras kıldık.) Bunlara bilâhara İsrailoğulları miras kalmışçasına sahiplenmiş oldular, Firavun’un kahrı altında bulunmaktan kurtuldular.
60. Derken Firavun ile kuvvetleri güneş henüz parlamaya başlamış iken onların İsrailoğullarının arkalarına düştüler.
60. Şöyle ki: Firavun ile kavmi, öyle bir felâkete maruz kalmak için İsrailoğulları’nı takibe karar verdiler. (Derken) daha (güneş henüz parlamaya başlaşmış iken) sabahleyin doğmaya başlayarak ışıkları etrafa dağılmakta iken Firavun ile kuvvetleri (onların) İsrailoğulları’nın (arkalarına düştüler) onlara yaklaşmakta bulundular. Artık Firavun’un da, kuvvetlerinin de mahvolacakları zaman gelip çatmıştı.
61. Ne zamanki, iki topluluk biri birini gördü, Musa’nın adamları dediki: Şüphe yok, bizler elbette yetişilmiş yakalanmışlarız.
61. Bu mübârek âyetler de Hz. Musa’nın yanında bulunan zatlar ile onları takibedenler birbirini görünce o zatların yakalanacaklarını zannederek korkmaya başlamış olduklarını, Hz. Musa’nın da Allah’ın yardımı ile selâmete ereceklerini söyleyerek o zatlara teminat vermiş bulunduğunu bildiriyor. Ve Hz. Musa’nın aldığı ilâhi vahiyden dolayı âsasını denize vurmakla denizde dağlar gibi parçalar meydana gelip yollar açıldığını, İsrailoğullarının da bu yollardan geçip selâmete erdiklerini, onları takibedenlerin ise tamamen boğulup gittiklerini haber veriyor ve bu hâdisenin fevkalâde bir mahiyette bulunduğunun, buna rağmen yine bir çoklarının îman etmediklerini, Cenab-ı Hak’kın da aziz ve rahim olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, aldığı ilâhi vahye uyarak İsrailoğulları’nı alıp Mısır’dan çıkmıştı. Firavun da bundan haberdar olunca birçok kuvvetler yanına alarak İsrailoğulları’nı takibe başlamıştı. Nihayet İsrailoğulları’na yaklaşmışlardı. (Ne zamanki,) bu (iki topluluk birbirini gördü.) Hz. (Musa’nın adamları) kendilerinden pek fazla olan düşman kuvvetlerinin öyle kendilerine yaklaştıklarından korkmaya başlayarak (dedi ki: Şüphe yok, bizler elbette yetişilmiş) Firavun ile kavmi tarafından yakalanmış (leriz.) İsrailoğulları, vaktiyle Firavun ile kavminden görmüş oldukları hakaretletin, işkencelerin tesiri altında kalmışlardı.. Bu defa da yine bir takım cezalara, felâketlere uğratılacaklarını düşünmeğe başladılar.
62. Hz. Musa da dedi ki: Asla. Muhakkak ki, Rabbim benim ile beraberdir, beni yakında selâmete erdirecektir.
62. Fakat Hz. Musa, onlara teselli verdi, teminatta bulundu, (dedi ki: Asla!.) o melunlar, size yetişemeyeceklerdir, size bir şey yapamayacaklardır. (Muhakkak ki, Rabbim benim ile beraberdir.) O Kerem sahibiRabbimin yardımı, muvaffakiyeti bana yöneliktir. (Beni yakında selâmete erdirecektir.) Beni düşmanlarıma karşı koruyacaktır. Artık korkuya lüzum yok!
63. Artık Musa’ya vahiy ettik ki, âsân ile denize vur, vurunca derhal yarıldı, hemen her parça pek büyük dağ gibi oluverdi.
63. Kısacası: Hz. Musa yanındakiler ile beraber Kulzum denizine veya Nil kenarına varmış, düşmanlan da onlara yaklaşmışlardı.. (Artık) Hak Teâlâ onlara kurtuluş çaresini gösterdi. İşte bunu beyan için Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: (Musa’ya vahiy ettik ki, Asan ile) sahiline yaklaşmış olduğunuz (denize vur) yeni bir kudret harikası müşahede etmiş olunuz. Hz. Musa da âsasını denize vurunca deniz (derhal yarıldı) İsrailoğulları’nın kolları sayısınca oniki parçaya ayrıldı. (Hemen her parça pek büyük dağ gibi oluverdi) yerinde sabit, sert bir şekilde, göğe doğru yükselmiş bir manzara teşkil etti.
64. Ötekilerini de buraya yaklaştırmıştık.
64. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Ötekilerini de) yani Firavun ile kavmini de (buraya) bu denize (yaklaştırmıştık) onlar da Hz. Musa ile İsrailoğulları’nı takip için hiç ilerisini düşünmeden denizin açılan yollarına atıldılar.
65. Ve Musa’yı ve onunla beraber olanları, hepsini kurtuluşa erdirdik.
65. (Ve Musa’yı ve onunla beraber olanları) gerek kendi kavmini ve gerek diğer îman edenleri, Evet.. (Hepsini kurtuluşa erdirdik) deniz, aldığı vaziyeti muhafaza etmiş, hiç biri bir üzüntüye uğramaksızın hepsi de kurtuluş sahiline kavuşmuş oldular.
66. Sonra Ötekilerini boğduk.
66. (Sonra ötekilerini) Firavun ile kavmini, deniz parçalarının birbirine kavuşup eski hâline dönmüş olmasiyle (boğduk) hepsini de helâke uğratmış olduk.
67. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çoğu iman etmiş kimseler olmadı.
67. (Şüphe yok ki bunda,) bu beyan olunan kıssada, Hz. Musa’dan çıkan büyük mucizelerin hepsinde, dinsizlerin başlarına gelen felâketlerin her birinde (elbette bir ibret vardır.) Tavsif edilemeyecek derecede büyük bir alâlamet, bir uyanma vesilesi mevcuttu. Allah Teâlâ’nın kudretine muhalefet edenler için de pek dehşetli ve tehdidi içermektedir. Böyle olduğu halde bir çok kimseler bundan bir ibret dersi almadılar (halbuki, onların) o eski Mısır ahalisinin veya bu kıssayı dinlemiş bulunanların (çoğu îman etmiş kimseler olmadı) böyle hârikaları gördükleri, bunların vâki olduğundan kesin şekilde haberdar bulundukları halde yine inkâra, küfre devam eder bir halde bulunmuşlardır ki, bu da en büyük bir cehalet, bir ahmaklık eseridir. Nitekim İsrailoğullar’ı da bu harikaları gördükten sonra birçokları Allah’ın birliği inancına muhalif harekette bulunmuş, buzağıyı mâbut edinmek cehaletini göstermişlerdi. Bu ilâhi açıklamalar, bizim yüce Peygamberimiz hakkında bir teselliyi içermektedir. Onun mucizelerini de gördükleri halde îman etmeyenler olmuştur. Bu inkârcı hareket, ötedenberi bir takım insanlar arasında devam ede gelmiştir. Artık Hz. Peygamberin asrındaki inkârcıların hallerinden dolayı da üzülmeye hacet yok. Kendilerinin kötü âkibetlerini onlar düşünsünler.
68. Ve şüphe yok ki, Rabbin elbette o, mutlak galiptir, merhametlidir.
68. Ey Peygamberlerin sonuncusu!.. (Ve şüphe yok ki, Rabbin elbette o) Yüce Yaratıcı (Azizdir) seni yalanlayanlardan intikam almaya kâdirdir ve o Kerem sahibi mabud (rahîmdir) kulları hakkında nimetleri pek boldur. Bu kadar âyetleri, mucizeleri gördükleri halde yine inkârlarında, isyanlarında devam edenleriheman cezalandırmıyor, kendilerine kaybettiklerini telafi edebilmeleri için bir mühlet veriyor, bu ne kadar büyük bir rahmet eseridir, artık bunu düşünerek uyanmalıdır, kıssalardan ibret almalıdır, o Kerem sahibi yaratıcının hükümlerine uymaya çalışarak ilâhi zatına şükretmeye devam etmelidir.
69. Onlara İbrahim’in de kıssasını oku.
69. Bu mübârek âyetler, İbrahim Aleyhisselâm’ın putperest pederiyle ve kavmi ile aralarında cereyan eden konuşmayı bildiriyor, o putlara tapan kimselerin sırf babalarını taklit yoluyla böyle bir sapıklığa düşmüş olduklarını gösteriyor, bu kıssa da Hz. Muhammed hakkında bir teselli mahiyetinde bulunmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, Resûl-i Ekrem’ine emir ediyor ki Habibim!.. (Onlara) O müşriklere, O sana îman etmeyen, bir kısım Mekke ahalisine (İbrahim) o muhterem Peygamberin (kıssasını da oku) onun hayatına dair bunlara haber ver. Onlar da öyle büyük bir Peygambere muhalefette bulunup durmuşlardı.
70. O vakit ki babasına ve kavmine dedi ki: neye ibadet ediyorsunuz?
70. (O vakit ki) Hz. İbrahim, kendilerini uyandırmak, ne kadar sapıklık içinde yaşadıklarını kendilerine anlatmak için O putperest (babasına ve kavmine dedi ki:) Hiç biliyor musunuz?. Siz (neye ibadet ediyorsunuz?.) Hiç o taptığınız şeyler ibadete lâyık mıdırlar?.. Bir kere düşünmeli değil misiniz?.
71. Dediler ki: Putlara ibadet ediyoruz. Onlara ibadete devam edip duruyoruz.
71. O müşrikler de cevaben (dediler ki) Biz (putlara ibadet ediyoruz) onları mabût tânıyorız ve (onlara) o putlara gündüzleri ibadete (devam edip duruyoruz.) Onların ibadetleriyle meşgul bulunuyoruz. Müşrikler, cevaplarını uzunca vermiş, âdeta o putlaratapınmakla iftihar etmiş olduklarını göstermiş bulunuyorlardı. “Zalle” kellimesi bir işi gündüzün işlemek hakkında kullanılır. “Ukûf” da bir şeye devam, etmek ve başğanmak demektir. “Akif” de bir şeye devamlı olarak yönelmiş olan, nefsini bir yerde hapsedip ikamet eden kimse demektir.
72. Dedi ki: Onlara dua ettiğinizi zaman sizi işitiyorlar mı?
72. İbrahim Aleyhisselâm da onların o bozuk görüşlerine, zararlı hareketlerine tenbih için (dedi ki: Onlara) o putlara (dua ettiğiniz) ibadette butunup yalvardığınız (zaman) onlar (sizi işitiyorlar mı?..) Duanızı duyup niyâzından haberdar olabiliyorlar mı?.
73. Yahut size bir menfaat veya bir zarar verebiliyorlar mı?
73. (Yahut) o putlar (size bir menfaat veya bir zarar verbiliyorlar mı?) ki, onlara ibadet ediyorsunuz, tâki o ibadet sayesinde onların menfaatlerine ulaşasınız veya onların zararlarından emin bulunasınız. Halbuki, onlar ne menfaat ve ne de zarar vermeğe kâdir değildirler.
74. Dediler ki: yok, biz babalarımızı böyle yapar bulduk.
74. O müşrikler de, o putların öyle işitmeğe, menfaat ve zarar vermeğe kâdir olmadıklarını adeta itiraf edercesine bir vaziyet alarak (dediler ki: yok) biz onlardan öyle bir şey görmüş, bilmiş değiliz. (Biz babalarımızı böyle) o putlara dua ve ibadet (yapar bulduk) biz de onlara uymuş bulunduk.. Demek ki: O müşrikler, bir delile, bir hikmete dayanmaksızın sırf körü-körüne bir taklit yoluyla öyle cahilce bir harekette bulunup durduklarını itiraf etmiş bulundular. İşte şimdi müşrikler de bu kabilden kimselerdir. Artık Resûl-i Ekrem üzülmesin, o kâfirler, kendi pek korkunç istikballerini düşünsünler!..
75. Dediki: Şimdi neye ibadet ettiğinizi görmüş oldunuz mu?
75. Bu mübârek âyetler de İbrahim Aleyhisselâm’ın kavmine olan ihtarıni ve Àlemlerin Rabbinden başka o mabûd edinilen şeylerin kendisince birer düşman olduklarını söylemiş olduğunu bildiriyor ve Hz. İbrahim’in kendi hakkında tecelli eden Àlemlerin Rabbinın ihsanını, tasarruflarını bir hürmet ve şükür lisanı ile ifade etmiş bulunduğunu beyan buyuruyor. Şöyle ki: İbrahim Aleyhisselâm, o kendilerine hitab ettiği putperestlerin cahilce cevaplarına karşı (dedi ki: şimdi neye ibadet ettiğinizi) ne gibi faideye ve zarara güç yetiremeyen âciz taşlara, heykellere tapıp durduğunuzu (görmüş) bakıp anlamış (oldunuz mu?.)
76. Sizin ve eski atalarınızın?
76. Evet.. O (sizin ve eski atalarınızın) tapmakta bulunmuş olduğunuz o faidesiz putları. Onları görüp mahiyetlerini düşündünüz mü?. Hiç onlar mabutluk vasfına sahip olabilirler mi?. O eski atalarımızın onlara tapınmış olmaları, sizin böyle cahilce hareketinizin doğruluğu için, bir delil olabilir mi?. Bâtıl bir şey eskiden beri işlenmiş olmakla hakka dönmüş olur mu?. Binaenaleyh siz bu taklit hususunda asla mâzur değilsinizdir. Kendinizi pek büyük bir mesuliyetten kurtaramazsınız.
77. İşte onlar, benim için şüphe yok bir düşmandır, âlemlerin Rabbi ise müstesnâ.
77. (İşte onlar) O kendilerine cahillerin tapmakta bulundukları bâtıl şeyler (benim için şüphe yok ki, bir düşmandır) yani: Onlar kendilerine tapanlar için birer düşmandır, bunların felâketlerine sebep olmuş olurtar. Artık onlara tapılır mı? Hz. İbrahim, bir hikmeti üslup ile o putlara tapanlara taşlamada bulunmuş, onları ikaza, irşada çalışmıştır. Adeta buyurulmuş oluyor ki: Her kim o putlaratapınırsa sanki düşmanlarına tapınmış gibi olur. Çünkü o yüzden bir ebedî felâkete maruz kalacaktır. Bu bir hakikattir ki, güzelce tefekkür edilince pek güzel anlaşılır. (Àlemlerin Rabi ise müstesnâ.) O benim mabûdumdur, O benim dünyada da, ahirette de nimet sahibimdir, ona ibadet, mutluluk sebebidir. İşte ey gafil insanlar!.. Siz de uyanınız da o hakiki mabûda ibadette bulunun, öyle faidesiz şeylere tapmak cehaletinde bulunmayın.
78. O Alemlerin Rabi ki, beni yarattı, elbette beni hidayete iletecek olan O’dur.
78. Evet.. (O) Àlemlerin Rabbi olan Kerem sahibi mabud (ki, beni yarattı) kudretiyle vücude getirdi. (İşte beni hidayete iletecek olan O’dur) benim dünyevî ve uhrevî selâmet ve sadetimi temin edecek zad ondan başka değildir. Yoksa kendisine tapanın duasını işitemeyen, onun hakkında bir faide ve zarar vermeğe kâdir olmayan bir şey, nasıl mabûd olabilir?. Bu apaçık bir hakikat değil midir?.
79. Ve O’dur ki, bana o yiyecek ihsan eder ve beni suya kavuşturur.
79. (Ve O’dur ki) o Kerem sahibi yaratıcıdır (bana o yiyecek ihsan eder ve beni suya kavuşturur) yani: Beni çeşitli nimetleriyle rızıklandırır. Eğer onun lütfu, müsaadesi olmasa hiçbir kimse bir nimete kavuşturamaz.
80. Ve hasta olduğum zaman bana ancak o şifa verir.
80. (Ve hasta olduğum zaman bana ancak o) merhamet sahibi yaratıcı (şifa verir) ondan başka şifa verecek yoktur. Hz. İbrahim, hastalığı nefsine, şifa vermeğe de Allah Teâlâ’ya izafe etmek suretiyle bir ahlâk güzelliğine riayette bulunmuştur. Yoksa haddizatında hastalığı veren de yine Cenab-ı Hak’tır. Bununla beraber yemek, içmek vesaire hususunda koruyucu hekimlik usulûne riayet etmeyen insanlar, kendi hastalıklarına sebebiyet vermiş olurlar. Bu cihetle dehastalık kendilerine nisbet edilir.
81. Ve O’dur ki, beni öldürür, sonrada beni diriltir.
81. (Ve O’dur ki,) O âlemlerin Rabbi’dir ki (beni öldürür) dünyada ruhumu alır, beni dünyanın musibetlerinden kurtarmış olur. (Sonra da beni diriltir.) Ahiret nimetlerine kavuşturur. Bir yüce Peygamber hakkındaki ölüm, onun ebedî bir hayata kavuşmasına, pek yüce nimetlere, tecellilere ulaşmasına sebep olacağı için İbrahim Aleyhisselâm, öldürmeyi de, diriltmeyi de Cenab-ı Hak’ka isnad etmiştir, bunların birer büyük nimet olduğuna işaret buyurmuştur.
82. Ve O’dur ki, ceza gününde benim için kusurumu affetmesini ve bağışlamasını umarım -niyaz edersem-
82. İbrahim Aleyhisselâm, âlemlerin Rabbi’nin kutsî vasıflarını şöylece de beyan ediyor: (Ve O’dur ki,) O Yüce Yaratıcıdır ki, (ceza gününde benim için kusurumu) insanlık icabı meydana gelmiş olan hatalarımı (affetmesi ve bağışlamasını) onun lütuf ve keriminden (umarım) niyâz ederim çünkü o kerem sahibi mabud, gafurdur, rahîmdir. Hz. İbrahim yüce bir Peygamber olduğu için masumdur. Fakat tevazusundaki mükemmellik ve nefsinin hazmetsinden dolayı böyle bir niyâzda bulunmuştur. Ve bu vesile ile de ümmetler için bir fazilet dersi vermiş, günahlardan kaçınma ve ilâhi mağfirete sığınılması lüzumunu ümmetlere öğretmiştir.
83. Yarabbi! Bana bir hikmet bahşet ve beni iyilerin arasına kat.
83. Bu mübârek âyetler de İbrahmm Aleyhisselâm’ın dua ederek Kerem sahibi yaratıcıdın neler temenni ettiğini bildiriyor ve kıyamet gününde insanlara temiz kalpten başka bir şeyin faideli olamıyacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. İbrahim niyâzda bulunarak dedi ki: (Yarabbi!) Ey bana ihsanıpek çok olan mabudum!. (bana bir hikmet bahşet) yani; Beni ibadet ve itaat hususunda en mükemmel dereceye eriştir veya ilâhi hükümleri hakkıyla bilmeyi nasib eyle, veya beni kulların, arasında, adilce hükme muvaffak kıl (ve beni iyilere kat) yani: Günahların büyüklerinden de, küçüklerinden de kaçınan, insani faziletlere tam anlamıyle sahip bulunan, dünyada da, ahirette de takva sahiplerine rehber olan yüce Peygamberler zümresine dahil buyur veya onlar ile benim aramı cennette cem et. Cenab-ı Hak, İbrahim Aleyhisselâm’ın bu duasını kabul etmiş “şüphe yok ki, ahirette elbette salihlerdendir” buyurmuştur.
84. Ve sonrakiler arasında benim için iyilikle anılmayı nasip kıl.
84. Hz. İbrahim yine dua ederek dedi ki: Yarabbi!. (sonrakiler arasında) benden sonra dünyaya gelecek insanlar arasında (benim için iyilikle anılmak nasip kıl) ben herkesin kabulüne, güzelce övgüsüne daima kavuşmuş olayım. Bu dua da kabul edilmiştir. Nitekim, İbrahim Aleyhisselâm bütün milletler arasında yüceltilmektedir. Kendisine muhabbet gösterilmektedir. Özellikle onun zürriyetinde olarak Peygamberlerin sonuncusu dünyaya gelmiştir, o vasıta ile de Hz., İbrahim daima iyilikle hatırlanmaktadır, kendisinin ve ailesinin selât ve selâma mazhar oldukları (kemâ salleyte ala İbrahim) “=İbrahim’e salât ettiğin gibi”, cümlesiyle beyan olunmaktadır.
85. Ve beni naim cennetinin vârislerinden kıl.
85. Hz. İbrahim duasına devam ederek, Ey Allah’ım!. (Ve beni) ahirette (naim cennetinin vârislerinden kıl) diye de niyâzda bulunmuştur. Yani: Yarabbi!. İçinde senin güzel cemaline, yüce şânına lâyık bir şekilde bakılacak olan o yüce cenneti bana lütfen nasip buyur ki, o büyük bir mutluluktan ibarettir. Böyle bir nimete kavuşmanın ancak ilâhi bir lütuf ve Allah’ın keremi ile mümkünolabileceğine işaret için burada kazanmadan elde edilen (irs) tabiri zikredilmiştir.
86. Ve babam için mağfiret buyur, şüphe yok ki o sapıklardan oldu.
86. İbrahim Aleyhisselâm, duasına şunu da have etmiştir: Yarabbi!. (Ve babam için mağfiret buyur) ona hidayet nasip et, onu îmana muvaffak kıl, o sayede onu af ve mağfirete kavuştur. (şüphe yok ki, o, sapıklardan oldu) hak yoldan çıkmış, sapıklığa düşmüş bulundu. Bir rivayete göre, Hz. İbrahim’in pederi Azer, İslâmiyeti kabul edeceğine dair muhterem oğluna vâ’dde bulunmuştu. Bu sebeple Hz. İbrahim de onun hakkında böyle dua etmişti. Bilâhara bunun tersi gerçekleşince İbrahim Aleyhisselâm da ondan uzaklaşmıştır. “Tevbe Sûresine” de bakınız!.
87. Ve İnsanların kabirlerden diriltilip kaldırılacakları gün beni mahcup etme.
87. Yine O muhterem Peygamber şöyle niyâzda bulundu: Ey Kerem sahibi yaratıcı!. (Ve) bütün insanların (kabirlerinden diriltilip kaldırılacakları gün) kıyamet gününde, o müthiş mahşer gününde (beni zelil etme) horluğa düşürme, beni halka karşı rezil etme. İbrahim Aleyhisselâm, tevazu göstermiş nefsini sindirmiş, insanlık icabı kendisinden en iyi olan terketme kabilinden bazı şeyler meydana gelebileceğini düşünmüş, bu sebeple böyle bir istirhama lüzum görmüştür. Bununla beraber bu temennislyle kendisine ait derecelerin pek yüksek olmasını da niyâzda bulunmuş demektir.
88. O gün ki, ne mal faide verir ve ne de oğullar.
88. Evet.. Yarabbi!. Beni horluğa uğratma (o gün ki) O kıyamet gününde ki, artık herhangi bir kimseye (ne mal faide verir ve ne de oğullar) isterse, malını dünyada iken hayır yollarına sarfetmiş olsun, oğulları da iyikimselerden bulunmuş olsunlar. Hiçbir kimse ahirette bunlardan bir faide göremez. Ancak, îman ile ahirete gelmiş ise o başka. O zaman dünyada iken yapmış olduğu hayır ve iyiliklerin mükâfatını görür, hayırlı evlâdının yardımına kavuşabilir. İşte bu hakikati beyan için de şöyle buyuruyor.
89. Ancak Allah’a selim bir kalp ile varan kimse müstesna.
89. (Ancak Allah’a temiz bir kalp ile varan kimse müstesnâ) yani: Kalbi şirk ve nifak hastalığından temiz bulunan kimseye gelince ona hayırlı, iyilik yoluna sarfedilmiş malları ve salih evlâdı yarın ahirette fayda verir. Binaenaleyh insanlar, daha dünyada iken kalp selâmetine, gerçek bir îmana sahip olmalıdırlar ki, istikballerinden emin olabilsinler.
“Yevme lâyenfeu da kalbi seil isterler”
“Sanma ey hâce ki, sende zer-ü sim isterler”
90. Ve cennet takva sahipleri için yaklaştırılmıştır.
90. Bu mübârek âyetler, müminleri cennetle müjdeliyor, müşrikleri de cehennem ile tehdit ediyor. Ahirette müşrikleri kınamak için nasıl müthiş bir sualin geleceğini ve onların da kendilerini saptırmış olan şeytanlar ile nasıl bir münakaşada bulunacaklarını bildiriyor ve o dinsizlerin ne gibi bir itirafta bulunmaya mecbur kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve cennet muttakiler için) yani: Küfür ve isyandan sakınanlar için (yaklaştırılmıştır) öyle mutlulardan olan zatlar, bulundukları mevkiden cenneti, ondaki çeşitli nimetleri görürler, cennet gözlerinin önünde tecelli eder durur, onların sevinçlerini, şereflerini arttırmış bulunur.
91. Cehennem de azgınlar için açılıp âşikâre kılınmıştır.
91. (Cehennemde azgınlar için) Hak yoldan çıkmış îmandan mahrum kalmış kimselere karşı(açılıp aşikâre kılınmıştır) onun şiddetli ateşleri daha ortaya gitmeden karşılarında görünmeğe başlamış, o cehennemin müthiş felâketleri gözleri önünde meydana gelip kalplerini pek ızdıraplı bir hale getirmiş olacaktır.
92. Ve onlara denildi ki ibadet ettiğiniz şeyler nerede?
92. (Ve onlara) o cehenneme sevkedilecek kâfirlere (denildi ki) yani: O kıyamet günü onları azarlamak için, küçümsemek ve kınamak için muhakkak denilecektir ki, dünyada iken kendilerine (ibadet ettiğiniz şeyler) o putlar, o size ahirette şefaat edeceklerini umduğunuz bâtıl mabûtlar, (nerede) onlar ne oldular?. Hani imdadınızâ koşmuyorlar?.
93. Allah’tan gayrı, onlar size yardım ediyorlar mı? Veya kendilerine mi yardıma çalışıyorlar?
93. Evet.. (Allah’tan gayrı) olan, öyle tanrılık mertebesine asla sahip bulunmayan o âciz, fani şeyler ne oldu? Siz onlardan menfaat bekliyordunuz, şimdi onlar (size yardım ediyorlar mı?.) sizden azabı bertaraf edebilecekler mi?. (veya) hut onlar (kendilerine yardıma çalışıyorlar mı?.) kendilerine, gelecek olan bir azabı kendilerinden def’e kâdir olabilecekler mi?. Ne mümkün!. Bu! o müşrikler için bir azarlama ve kınama sualidir.
94. Artık onlar putlar ve o azgınlar orada ateşlere fırlatılmışlardır.
94. Evet.. (Artık) şüphe yok ki (onlar) o putlar, o kendilerinden faide umulan şeytanlar, iblis tabiatlı kimseler (ve o azgınlar) o putlara tapmak şaşkınlığında bulunmuş olan müşrikler (orada) o cehennemmlerde ateşlere (fırlatılmışlardır) cehennemde defalarca yüzleri üzerine bırakılmışlardır. Evet.. Onlar öyle korkunç bir azaba maruz kalacaklardır. İstikbale ait olan bu gibi hadiseler, mutlaka gerçekleşeceğinden dolayı derhâl vâki olmuşgibi bildirilmektedir.
95. Ve şeytanın bütün orduları da o ateşe atılmışlardır.
95. (Ve şeytanın bütün orduları) İblise tâbi olan, onun gibi insanları dinden, ahlâki faziletten mahrum bırakmaya çalışan ve insan ve cin topluluğunda bulunanlar da o cehennem ateşine atılmış bulunacaklardır.
96. Ve onlar orada birbirleriyle düşmanlıkta bulunarak demiş olacaklardır ki:
96. (Ve onlar) O bâtıl mabûtlara tapanlar (orada) cehennemde (birbirleriyle düşmanlıkta bulunarak) kendilerinin cehenneme atılmalarına sebep olan bâtıl mabutlar ile, şeytanlar ile çekişerek (demiş olacaklardır ki) Eyvah biz ne kadar aldanmışız!.
97. Allah’a and olsun ki, biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz.
97. (Allah’a kasem olsun ki,) biz dünyada iken ey putlar, ey şeytanlar sizlere tapınmak suretiyle (apaçık bir sapıklık içinde imişiz) bu şimdi mükemmel anlaşıldı. Biz sapıklık içinde yaşamış olduğumuzu şimdi itirafa mecburuz.
98. Çünkü biz sizi ey putlar âlemlerin Rabbine eşit tutuyorduk.
98. (Çünkü) biz büyük bir cehalet içinde bulunmuşuz, ey Putlar!. Bâtıl mabûtlar!. (biz) dünyada iken (sizi âlemlerin Rabbine eşit tutuyorduk) siz Allah’ın en aşağı birer mahlûku olduğunuz halde sizi ibadete lâyık görme hususunda âlemlerin Rabbine eşit sanmış idik, artık şüphe yok ki pek fâhiş bir sapıklık içinde bulunup durmuştuk. Ne elem verici bir itiraf!
99. Ve bizi ancak o günahkarlar sapıtmış oldular.
99. Bu mübârek, âyetler de ahirette dinsizlerin kendi sapıklıklarını itiraf ile buna kimlerin sebebiyet verdiğini ve dosttan, şefaatciden mahrum bulunduklarını söyleyerek dünyayadönecek olsalar da îmana kavuşsalar temennisinde bulunacakların bildiriyor. Ve Hz. İbrahim’e ait kıssanın muazzam bir öğüt teşkil ettiğini ve yüce Allah’ın kudret ve yardımını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Müşrikler, kıyamet gününde kendi sapıklıklarını anlamış, pişmanlık göstermeye başlamış olacaklardır (ve) sapıklıklarına sebep olanları anlamış olarak diyeceklerdir ki: (bizi ancak o günahkârlar) o kendilerine tâbi olduğumuz reislerimiz büyüklerimiz (sapıtmış oldular) onların sözlerine baktık, izlerine düştük, o yüzden sapıklık içinde yaşamış olduk.
100. Artık bize ne şefaat edicilerden var.
100. (Artık) O sebepledir ki, bugün (bize ne efaat edicilerden var) dir ki, bize şefaatleriyle bu felâketten kurtarabilsinler.
101. Ne de yakın bir dost var.
101. (Ne de yakm bir dost var) dır ki üzülsün, bize yardım etmek arzusunda bulunsun. O cehenneme atılacaklar, ahirette müslümanlara Peygamberlerin, meleklerin, şefaat edeceklerini, onların haklarında ne kadar iyilik sever bulunduklarını görecekler, kendilerinin ise her türlü yardımdan mahrum kaldıklarını anlayacaklar, artık üzüntülerini, pişmanlıklarını bu sözleriyle de gösterip duracaklardır.
102. İmdi bizim için bir kere geriye dönüş olsa idi artık müminlerden olsa idik.
102. Ve o günahkârlar, son derece üzüntülü olmalarından mümkün olmayan şeyi temennide bulunarak diyeceklerdir ki: (İmdi bizim için bir kere) geriye dünyaya (dönüş olsa idi de) hakkımızda öyle bir müsaade bulunsa idi de (artık) biz de o şefaatlere, samimi dostlara nâil bulunan zatlar gibi (müminlerden olsa idik) Ama ne yazık ki, böyle bir temenni, büyük bir ümitsizlik ile kederin faidesiz bir neticesidir, artık kaybedileni iade etmeye imkân kalmamıştır. İşte daha dünyada iken böyle bir istikbali nazarı dikkate alarak onagöre hayatlarını tanzim etmelidirler, sonra pişmanlık faide vermez.
103. Şüphe yok ki, bunda elbette ibret vardır. Halbuki onların çoğu iman etmiş kimseler olmadı.
103. İşte Cenab-ı Hak da dikkatlerimizi bu husustaki Kurani açıklamalara çekerek buyuruyor ki: (Şüphe yok ki, bunda) İbrahim Aleyhisselâm ile kavmine ait kıssada (elbette bir ibret vardır) dinsizliğin kötülüğüne, korkunç âkibetine, dindarlığın da selâmet ve saadete vesile olacağına dair bir öğüt, bir muazzam alâmet mevcuttur. (halbuki, onların) bu kıssaya vâkıf olanların, kendilerine böyle ibret verici ksssalardan, tarihi olaylardan haber verilenlerin (çoğu îman etmiş kimseler olmadı) onlar, bu kıssalardan, haberlerden bir ibret dersi almadılar, istikballerini düşünmediler, yine küfürlerinde ısrar edip durdular. Artık haklarındaki ilâhi hüküm tecellisini beklesinler!.
104. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin elbette o, mutlak galip, merhamet sahibidir.
104. Ey Yüce Peygamber!. Sen teselli bul, o gibi günahkârların o kâfirce hallerine bakıp mahzun olma. Cenab-ı Hak’kın, onlara dünyada öyle bir mühlet vermesi, bir hikmete dayanmaktadır. (Ve şüphe yok ki, senin Rabbin elbette o) Yüce mabûdun (azizdir) kendisinin kutsî dinine muhalefet edenleri dilediği zaman azapla kahretmeye kâdirdir ve o Hikmet sahibi yaratıcı (rahimdir) öyle rahmetinin gereği olmak üzere o günahkârlara mühlet verir. Tâki, onların bazıları veya zürriyetlerinin bir kısım îman nimetine kavuşarak uhrevî azaplardan kurtulabilsinler. Bu yönüyle de ilâhi deliller tamam olmuş, artık mâzeret ileri sürülmesine imkân kalmamıştır.
105. Nuh’un kavmi de Peygamberleri yalanladılar.
105. Bu mübârek âyetler, Nuh Aleyhisselâm’ınkıssasını bildiriyor, Hz. Nuh’un kavmine olan tavsiyelerini, tebliğlerini, o kavmin de nasıl bir muhalefet vaziyeti almış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Nuh’un) o muhterem Peygamberin (kavmi) zamanındaki bütün insanların büyük bir kısmı (Peygamberleri yalanladılar) Hz. Nuh’un peygamberliğini kabul etmediler, onun peygamberliğini inkâr etmiş oldular. Çünkü bütün Peygamberler, Allah’ın dinî bakımdan bir birlik oluştururlar, onlardan binini yalanlamak, hepsini yalanlamak hükmünde bulunmuş olur.
106. O vakit ki, kardeşleri Nuh, onlara dedi ki: Sakınmaz mısınız?
106. O kavim (O vakit) yüce Peygamberleri yalanlamış oldular (ki) nesep yönünden (kardeşleri) olan ve kendi aralarından yetişmiş, ahlâki üstünlükleri kendilerince de pek iyi görülüp bilinmiş bulunan (Nuh, onlara dedi ki:) Ey kavmim!. Siz (sakınmayacak mısınız?.) Cenab-ı Allah’tan korkmayacak mısınız ki, ondan başkasına tapıyorsunuz!. Nedir sizdeki bu gaflet, bu cehalet!.
107. Şüphe yok ki, ben sizin için güvenilir bir Peygamberim.
107. (Şüphe yok ki, ben sizin için güvenilir) emanetle meşhur (bir Peygamberim) sizi irşat için Allah tarafından gönderilmiş bir memurum.
108. Artık Allah’tan kokun ve bana itaat edin.
108. (Artık Allah’tan korkun) onun mukaddes celâl ve cemalini düşünerek korku ve ürperti üzere bulunun (ve bana itaat edin) size tebliğ ettiğim tevhid inancından, kulluk vazifesinden kaçınmayın, tâki, selâmet ve saadete erebilesiniz.
109. Ve bunun karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım, ancak âlemlerin Rabbine aittir.
109. (Ve) Ben (bunun karşılığında) sizi böyle hak yoluna davetimden, sizi aydınlatmaya,irşada çalıştığımdan dolayı (sizden bir ücret istemiyorum) bir mükâfat beklemiyorum ki, öyle bir menfâat düşüncesiyle sizi irşada çalıştığıma inanarak bana bir suçlama isnat edebilirsiniz (benim mükâfatım) yerine getirdiğim peygamberlik vazifesinden dolayı kavuşacağım sevap, sonsuz lütuf (ancak âlemlerin Rabbine aittir) o Kerem sahibi mabuda mahsustur, ben sizden bir mükâfat beklemekte değilim.
110. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
110. (Artık) Ey kavmim!. Bu hususları güzelce düşünün (Allah’tan korkun) onun dinine aykırı hareketlerde bulunmayın (ve bana itaat edin) size tebliğ ettiğim ilâhî emirleri, yasakları kabul ederek gereğine göre harekette bulunun, sizin için bundan başka kurtuluş vesilesi yoktur.
111. Dediler ki: Sana îmân eder miyiz? Halbuki, sana en bayağı kimseler tâbi oluvermişlerdir.
111. Hz. Nuh’un büyük bir iyilik severlik eseri olarak tekrar tekrar kavmini takvaya, itaate davt etmesine rağmen o kendini beğenmiş, cahil, kavim (dediler ki) Ey Nuh!. Biz (Sana îman eder miyiz?. Senin bu tavsiyelerine riayette bulunur muyuz?. (Halbuki, sana en bayağı) olan ictimai bir mevkii bulunmayan fakir, zelil (kimseler tâbi oluvermişlerdir.) Artık biz onlar ile beraber aynı dîne tâbi olur muyuz?. O cahil kavim, kendilerinin maddî, fâni servetlerine, mevkilerine mağrur olarak bir kısım fakir, âdi san’atlar ile meşgul müminlere bir hakaret gözüyle bakmışlar, onlar ile aynı inancı paylaşmak istememişlerdi. Nitekim Peygamberimizin zamanındaki Kureyş müşrikleri de sahabe-i kiram arasındaki fakir zatlara bakarak onlar ile beraber olmamak için İslâmiyeti kabulden kaçınmışlardı. Halbuki, insanın şerefi, insanlığın saadeti, öyle maddî, geçici şeyler ile ayakta durmaz, bunların Allah katında bir sinek kanadı kadar bile kıymetiyoktur. Hakiki şeref ve saadet, güzel bir itikat ile ahlâki üstünlük ile mümkündür.
112. Dedi ki: Onların ne yaptıkları hakkında benim ne bilgim olabilir?
112. Bu mübârek âyetler de, Hz. Nuh’un kavmi tarafından hafife alınan müminler hakkındaki kanaatini onları kovamayacağını ve kendisinin vazifesinin neye ait bulunduğunu bildiriyor. Buna karşı kavminin de o muhterem Peygamber hakkında yapmış oldukları tehdidi beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Nuh’un kavmi, müminlerin zelil olduklarını söylemekle beraber onların bir dikkat ve düşünce neticesinde olmayıp samimiyetsiz bir şekilde îman etmiş olduklarını iddiada bulunmuşlardı. Nuh Aleyhisselâm da onlara cevaben (dedi ki: Onların) o îman edenlerin (ne yaptıkları hakkında) ne gibi bir kanaatte bulunduklarına (benim ne bilgim olabilir?.) Ben onların kalbi sırlarını bilemem onu araştırmak benim vazifem değildir. Onlar îmanlarını açıklamış, Allah’ın dinini kabul eylemiş olduklarını söylemekte bulunmuşlardır. İşte böyle görünen durumlara göre hüküm verilir, halkın gizli hallerini araştırmak icabetmez. (Biz dışa göre hüküm veririz.)
113. Onların hesabı ancak Rabbime aittir, eğer anlayabilirseniz.
113. (Onların) öyle îmanlarını gösteren ve ilân eden kimseleri (hesabı ancak Rabbime aittir) kullarının bütün açık ve gizli ruh hallerini bilmek onları amellerine, kanaatlerine göre sorgulamaya tâbi tutmak âlemlerin Rabbine mahsustur. (eğer) Ey inkârcılar!. Siz (anlayabilirseniz) sizin şuurunuz, idrakiniz var ise bu beyan edilen hakikatı anlarsınız, öyle itirazda bulunmazsınız. Ne yazık ki, eğer şuurunuz olsa idi böyle bir iddiaya cür’et etmez idiniz.
114. Ve ben müminleri kovacak değilim.
114. (Ve) Ey inkârcılar!. Şunu da biliniz ki (benmüminleri kovacak değilim) sizi kendime çekmek için o görmekten hoşlanmadığınız îman sahiplerini kendimden uzaklaştıramam. Böyle bir muamelede bulunmak, peygamberliğin şânına aslâ lâyık olamaz.
115. Ben apaçık bir uyarıcıdan başka birşey değilim.
115. (Ben apaçık) görünen delillere dayanarak (bir uyarıcıdan) Cenab-ı Hak’kın azabını haber veren, uhrevî sorumluluğu bildiren, küfür ve isyandan halkı sakındıran bir peygamberden (başka değilim) bence mevki sâhipleri olanlar ile olmayanlar eşittir. Artık zelil gördüğünüz kimseleri ben kendi yanımdan nasıl uzaklaştırabilirim.
116. Dediler ki: Ey Nuh!: Eğer vazgeçmez isen elbette taşlanmışlardan olursun,
116 . Nuh Aleyhisselâm’ın öyle hikmetli ve faziletli açıklamalarına karşı o inkârcılar, tehdide başlayarak ve öyle bir yüce Peygambere karşı sırf ismiyle hitab etmek terbiyesizliğinde bulunarak (Dediler ki: Ey Nuh!. Eğer vazgeçmez isen) sözlerine nihayet vermez bizi dîne davet eder durursan (elbette taşlanılmışlardan olursun) sen de üzerlerine atılan taşlar ile öldürülmüş kimselerden bulunursun. Senin hayatına kasdetmiş oluruz. İşte o kâfir kavim, küfürlerinde bu kadar ısrar edip durmuşlardı.
117. Nuh Aleyhisselâm dedi ki: Yarabbi! Şüphe yok ki, kavmim beni yalanladılar.
117. Bu mübârek âyetler de kavminin îmana gelmiyeceklerini anlayan Nuh Aleyhisselâm’ın îman edenlerle beraber bir selâmet sahasına kavuşmalarını Cenab-ı Hak’tan istirhamda bulunduğunu bildiriyor. O Yüce Peygamber ile ona tâbi olanlar kurtuluşa erişip dinsizlerin de boğulup gittiklerini ve bu hâdisenin büyük bir ibret teşkil ettiğini, âlemlerin Rabbi’nin de kudret ve rahmetini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Nuh Aleyhisselâm, Cenab-ı Hak’kaniyâzda bulunarak (Dedi ki: Yarabbi!. Şüphe yok ki,) kendilerini senelerce ilâhi dine davet ettiğim (kavmim seni yalanladılar) benim onları dine davetim, onlar için firardan başka bir şey arttırmış olmadı.
118. Artık benim arâm ile onların aralarını bir feth ile fethet ve beni ve benimle beraber olan müminleri kurtuluşa erdir.
118. (Artık) Ey Kerem ve hikmet sahibi olan mabûdum!. (benim aram ile onların aralarını bir feth ile fethet) aramızı tamamen ayır, herbirimizin hakkında lâyık olduğumuz şekilde hükmün tecelli etsin (ve beni ve benimle beraber olan müminleri kurtuluşa erdir.) bizi o dinsizlerin suikastinden veya onların kötü amellerinden uzaklaştır, bizi öyle sıkıntılardan kurtararak bir selâmet sahasına kavuştur.
119. Binaenaleyh onu ve onunla beraber dolmuş gemide bulunanları kurtuluşa erdirdik.
119. Hazreti Nuh’un bu duası kabul oldu. (Binaenaleyh) duası sebebiyle (onu ve onunla beraber dolmuş gemide bulunanları) müminleri ve münasip görülen gemiye alınmış olan kuşları, hayvanları (kurtuluşa erdirdik) onlar tufan felâketinden korunmuş oldular. 120. Sonra arkada kalanları boğduk.
120. (Sonra) Hz. Nuh’u ve onunla beraber olanlar kurtuluşa erdirdiğimizi müteakip (arkada kalanları boğduk) o inkârcı kavim denizin dalgaları arasında helâk olup gittiler. Bu kıssa için “Nuh Sûresi”ne de bakınız!.
121. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çoğu, îmân etmiş olmadılar.
121. Artık ey insanlar!. (şüphe yok ki, bunda) Hz. Nuh’un öyle duasında ve bir müddet mühlet vermekte, sonra da inananları kurtuluşa erdirip dinsizleri helâk etmekte (elbette bir ibret vardır) o hâdiseleri gören veya işiten kimseler için büyük bir öğüt, biruyanma vesilesi mevcuttur. (halbuki, onların ekserisi) bu gibi hâdiseleri bilen insanlardan bir çokları (îman etmiş olmadılar) yine küfürlerinde devam ederek Allah’ın kahrına lâyık bulundular. Nuh Aleyhisselâm’ın inkârcı olan kavmi, bu gibi bir azabın ilk alametlerini gördükleri halde o müthiş tarihi hadiseyi işitip bilenlerden de birnice kimseler, yine dinsizliklerinde devam etmekte, bundan ibret dersi almayıp yine îman dairesine can atmaktan uzak bulunmaktadırlar.
122. Ve muhakkak ki, Rabbi n, elbette o, mutlak galiptir, merhamet sahibidir.
122. (Ve muhakkak ki Rabbin) Ey Peygamberlerin sonuncusu!. Sana ihsanı pek çok olan, sana tâbi olanları günden güne arttıran, senin kudretini daima yükselten kerim mabûdun (elbette o) Yüce Yaratıcın (azizdir) dinsizleri helâke götürmeye, inananları da kurtuluşa eriştirmeye kâdirdir. Ve o Kerim Yaratıcı (rahimdir) kulları hakkında merhameti pek çoktur. Onun içindir ki, onları irşad ve selâmete ulaştırmak için Peygamberlerini göndermiştir. Ne yazık ki, bir çok kimseler, bu ilâhi lütfu takdir edemiyerek kendilerinin maddî ve manevî helaklerine sebebiyet venmişlerdir. İşte diğer Peygamberlere ait kıssalarda bunu göstermektedir.
123. Ad kavmi de gönderilen elçileri yalanlayıverdi.
123. Bu mübârek âyetler de Ad Kavminin kendilerini Allah’ın dinine davet eden Hud Aleyhisselâm’ı yalanladıklarını bildiriyor, o mübârek Peygamberin de onlara takva ile itaat ile emin ettiğini ve onlardan bir mükâfat beklemediğini bildirmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ad) kavmi de Nuh Aleyhisselâm’ın kavminden sonra yeryüzünde yerleşmiş, kuvvet, ve sahibi olmuşlardı. Onlar da ilâhi dine muhalif bir cephe almış, küfür içinde kalmışlardı. O kavmin ilk pederinin ismi”Ad”olduğundan kendilerine de bu isim verilmiştir. Bu kavim de kendilerine (gönderilen elçileri yalanladılar) kendi Peygamberleri olan Hud Aleyhisselâm’ın mucizelerinden yüz çevirerek onun peygamberliğini tasdik etmediler.
124. O vakit ki, onlara kardeşleri Hud dedi ki: Korkmaz mısınız?
124. (O vakit ki, onlara) nesep yönünden (kardeşleri Hud) Aleyhisselâm (dedi ki: Korkmaz mısınız?.) sizi yaratan yaratıcınızın azabını düşünmez misiniz? Ki, ona ibadet etmiyorsunuz da sizlere bir faide ve zarar vermeğe kâdir olmayan şeylere tapınıp duruyorsunuz!.
125. Şüphe yok ki, ben sizin için bir güvenilir elçiyim.
125. (Şüphe yok ki ben) Allah katından (sizin için) gönderilmiş (bir güverilir elçiyim.) bundan dolayıdır ki, sizi irşada çalışıyor, sizi bâtıl şeylere ibadetten men etmek istiyorum. Ben emrolunduğum hükümleri saklamaksızın, onlara muhalefet etmeksizin size tebliğ ediyorum.
126. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
126. (Artık) üzerime düşen bu peygamberlik vazifesi sebebiyledir ki, size (Allah’tan korkun ve bana itaat edin) demekte bulunuyorum. Binaenaleyh size tebliğ ettiğim ilâhi hükümlere riayetten ayrılmayın, ben sizden bunu istiyorum, yoksa sizden bir menfaat beklemiyorum.
127. Ve buna karşı sizden bir ücret istemiyorum, benim mükâfatını ise ancak âlemlerin Rabbine aittir.
127. (Ve buna karşı) sizi böyle Allah’ın dinine davet ettiğine karşılık (sizden bir ücret istemiyorum.) öyle bir zanna düşmeyiniz. Çünkü (benim mükâfatım) kavuşacağım sevap (ancak âlemlerin Rabbine aittir) o Keremsahibi mabûddur ki, kullarını güzel amelleri, iyilik sever hareketleri karşılığında ilâhi lütuflarına kavuşturur.
128. Siz her yüksek tepede bir alâmet bina edip eğlenir misiniz?
128. Bu mübârek âyetler de Hz. Hud’un kavmine karşı onların kavuştukları bir çok nimetleri hatırlatarak onların zalimce ve inkârcı şekildeki hareketlerini kınamış ve kendilerini uhrevî azap ve tehdit etmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Ad kavmi!. (Siz her yüksek tepede) her yüksek mekânda veya iki dağ arasındaki geniş bir yolda (bir alâmet) kendi kuvvet ve servetinizi gösterecek bir nişan, bir işaret (bina edip) yoldan geçip gidenler ile (eğlenir misiniz?.) Bu ne kadar ahlâaka aykırı bir muamele!. O kavim, yaptıkları o muhteşem binalarıyla iftihar ederlermiş ve o binaların önünden geçip Hud Aleyhisselâm’ı ziyarete gidenler ile eğlenip alay ederlermiş.
129. Ve bir takım sağlam köşkler de ediniyorsunuz. Sanki daimî kalacaksınız?
129. (Ve) Ey öyle maddî bir varlıkla iftihar eden kavim!. (bir takım sağlam köşkler de) veya kal’alar da yahut havuzlar da (ediniyordunuz) öyle sağlam eserler de vücude getiriyorsunuz, bunlar ile iftihar ediyorsunuz (sanki) dünyada (daima kalacaksınız?.) hiç ölmeyip onlardan mahrum kalmayacaksınız?. Bu ne derece gaflet!. Boş bir ümit!.
130. Ve şiddetle tutup yakaladığınız zaman, zorbalar olarak şiddetle yakalamış oldunuz.
130. (Ve) Ne kadar kötü bir harekettir ki, ey kavim!. Siz bir kimseyi (şiddetle tutup yakaladığınız zaman) yani: Her hangi bir düşmanınız! Döğmek veya öldürmek için yakalamak istediğiniz zaman siz acıma ve merhametten mahrum (zorbalar olarak) o kimseyi (gılzetle) şiddetle (yakalamış oldunuz)sizin bu muamelenizde bir terbiye etme kasdi bulunmaz, bunun âkibeti düşünüp dikkate almış olmazsınız.
131. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
131. (Artık) uyanın, durumunuzun kötülüğünü düşünüp (Allah’tan korkun) öyle zalimce hallerde bulunmayın (ve bana itaat edin) size tebliğ ettiğim şeylere riayette bulunur, o sizin için en faidelidir.
132. Ve o zâttan korkunuz ki, bildiğiniz şeylerle size yardım etti.
132. (Ve) Ey kavim!. (o zattan) O Kerem sahibi yaratıcıdan (korkunuz ki, bildiğiniz şeyler ile) ellerinizde olan çeşitli nimetler ile (size yardım etti) bu, sizce de bilinen bir hakikattir.
133. Size davarlar ile ve oğullar ile yardım etti.
133. Evet.. Ey kavim!. O âlemlerin Rabbi (Size enam ile) at, deve, koyun, sığır gibi kendilerinden istifade ettiğiniz dört ayaklı hayvanlar ile (ve oğullar ile yardım etti) o ehli hayvanlardan faidelenirsiniz ve oğullarınızdan yardım görürsünüz. Bunlar ne büyük birer nimet!.
134. Ve bağlar ile ve ırmaklar ile yardım etti.
134. (Ve) O Kerem sahibi yaratıcı size (bağlar ile ve ırmaklar ile) de yardım etti, bağlardan, bostanlardan ihtiyacınızı temin edersiniz, ırmaklar ile bağlarınızı, bahçelerinizi sularsınız, sularından içer, istifade edersiniz. Artık bu kadar çeşitli nimetlerin değerini bilip bunları size ihsan buyurmuş olan Yüce Yaratıcıyı birleyip kutsamakla O’na şükürde bulunmanız icabetmez mi?. Siz ise bunun aksini tercih etmiş bulunuyorsunuz.
135. Şüphe yok ki, ben sizin üzerinize pek büyük bir günün azabından korkarım.
135. Ey inkârcı, nimete karşı nankörlükle vasıflanmış kavim!. (şüphe yok ki,) Siz nâilolduğunuz nimetlerin değerini bilmez, şükrünü yerine getirmez, durumlarınızı düzeltmeye çalışmaz, böyle inkârcı bir halde yaşar iseniz (ben sizin üzerinize pek büyük bir günün azabından korkarım) öyle bir azaba dünyada da, ahirette de mâruz kalırsınız. Çünkü nimete nankörlük, azabı ve nimetin yok olmasını gerektirir. Ne hayırlı bir tavsiye.
136. Dediler ki, öğüt versen de veya öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir.
136. Bu mübârek âyetler de Hud Aleyhisselâm’ın nasihatlarını kabul etmeyen kavmin o yüce Peygambere karşı ne gibi bir inkârcı iddialarda bulunmuş olduklarını bildiriyor, nihayet o kavmin o yalanlamaları yüzünden helâke uğramış olduklarını ve Cenab-ı Hak’kın da kudret ve rahmetini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ad kavmi, Hz. Hud’a (Dediler ki:) sen bize (öğüt versen de) bizi korkutsan da, bizi men’e çalışsan da (veya öğüt verenlerden olmasan da) hiç bize nasihat verebilecek kimselerden olmasan da (bizce birdir) çünkü biz kendi kanaatimizi, kendi hareketimizi değiştirmeyiz.
137. Bu, evvelkilerin âdetinden başka bir şey değildir.
137. Ve o kavim, şöyle de dediler: (Bu) Senin bize din adına tebliğ ettiğin şey (evvelkilerin) eski kimselerinde (âdetinden başka bir şey değildir) onlar da böyle şeyleri ona-buna telkin eder dururlardı. Yahut demiş oluyorlardı ki: Bu bizim üzerinde bulunduğumuz din, eski kavimlerin de dinleri, âdetleri idi, biz de onlara uymuş bulunuyoruz. Artık senin tebliğ ettiğin dinî kabul edemeyiz. Veyahut demek istemişlerdi ki: Bizim üzerinde bulunduğumuz vaziyet, yaşamak, ölmek evvelkilerin de âdetidir. Bir kısmı yaşar, bir kısmı ölür bir takımı, zengin bulunur, bir takımı da fakirliğe mâruz kalır, bunlar hayat ve dünya gereğidir. Artık öğüt vererek bizleri bu gibi şeyler ile korkutma.
138. Ve bizler azaba uğratılacak da değiliz.
138. (Ve) Bununla beraber (bizler azaba uğratılacak da değiliz) yaptığımız şeylerden dolayı kimse bize azab edemez. Çünkü biz kuvvetliyiz ve yiğit kimseleriz, kendimizi müdafaa edecek belagate, ilim ve fazilet itibariyle üstünlüğe sahibiz.
139. Artık onu yalanladılar, biz de onları helâk ettik. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır ve onların çoğu îmân etmiş olmadılar.
139. (Artık) O inkârcı kavim (onu) Peygamberleri Hz. Hud’u (yalanladılar) bunda ısrar edip durdular. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: (biz de onları helâk ettik) dünyada “serser” rüzgârı ile mahv ve perişan eyledik. (şüphe yok ki, bunda) her asırdaki inkârcıları helâk etmekte ve tasdik edenleri de kurtuluşa erdirmekte (elbette bir ibret vardır) kendilerinden sonrakiler için büyük bir nasihat mevcuttur. (ve onların) o sonradan gelenlerin (çoğu îman etmiş olmadılar.) o kendilerine nakil ve hikâye edilen müthiş tarihi olaylardan, felâketlerden bir ibret dersi almadılar. Artık Ey Son Peygamber!. Sen de kavminin arasında öyle inkârcı kimselerin bulunmasından dolayı üzülme. İnsanlık silsilesinden bu gibi inkârcı hareketler daima görülmüştür. İşte Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar bunu göstermektedir. Ad kavmi için (Elhakka) Sûresine de bakınız!.
140. Ve muhakkak ki, senin Rabbin elbette o, mutlak galiptir, merhamet sahibidir.
140. (Ve) Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (muhakkak ki, senin Rabbin elbette o) Yüce Yaratıcı (azizdir) inkârcılardan, âsilerden intikam almaya onlara, azap etmeye kâdirdir ve Kerem Sahibi mabûd (rahimdir) kullarını nice nimetlere nâil buyurmaktadır. Onlara Peygamberlerin gönderilmiş, nasihatların verilmiş olması da birer ilâhi rahmet eseridir.
141. Semud kavmi de gönderilmiş olan Peygamberleri yalanladılar.
141. Bu mübârek âyetler de Semûd kavminin Peygamberlerini yalanlamış olduklarını bildiriyor. Onlara Peygamber gönderilmiş olan Salih Aleyhisselâm’ın da onları sırf Allah rızası için sakınmaya itaate davet etmiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: “Hicr” mevkiinde bulunan (Semud) kavmi de kendilerine (gönderilmiş olan Peygamberlerini yalanladı) o muhterem zatları yalan soylüyorlar sanarak onları tebliğlerini kabulden kaçındılar.
142. O vakit ki, onlara kardeşleri Salih dedi ki: Korkmaz mısınız?
142. (O vakit ki, onlara) Nesep yönünden (kardeşleri olan Salih) Aleyhisselâm (dedi ki:) Ey Allah’ın dinini kabul etmeyen kimseler!.. Siz (korkmaz mısınız?.) Allah Teâlâ’nın azabını düşünerek titremez misiniz?. Nedir bu sizdeki îmandan mahrumiyet!.
143. Şüphe yok ki, ben size gönderilmiş bir güvenilir elçiyim.
143. (Şüpe yok ki, ben size) Tarafı ilâhiden gönderilmiş (bir emin) uhdesine düşen risalet vazifesini kemali sadakatle ifaya çalışan bir (resulûm) bunun içindir ki, size icabeden ahkâmı tebliğ ve tavsiye ediyodum.
144. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
144. (Artık) Ey kavmim!. (Allah’tan korkun) onun dinine muhalefete cür’et etmeyin, sonra onun azabından kendinizi nasıl kurtarabilirsiniz?. (ve bana itaat edin) size Allah tarafından getirip tebliğ ettiğim şeylerde bana muhalif bir cephe almayınız, beni inkâra cür’et göstermeyiniz.
145. Ve onun üzerine sizden bir ücret istemiyorum, benim mükâfatını ancak âlemlerin Rabbbine aittir.
145. (Ve) Ben (onun üzerine) size getirilip tebliğ ettiğim şeye karşı peygamberlik vazifemi yerine getirme karşılığında (sizden birücret istemiyorum) bir maddî faide beklemiyorum. (benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir.) O kerim olan mâbudum, beni bu vazifemden dolayı mükâfata, sevaplara nâil buyuracaktır, ben sırf onun emrine uymak, rızasını kazanmak için size böyle dinî tebliğlerde, nasihatlarda bulunuyorum. Bu da sizin hakkınızda büyük bir iyilik severlik
146. Siz burada güvenilir kimseler olarak bırakılacak mısınız?
146. Bu mübârek âyetler de Salih Aleyhisselâm’ın kavmini ikaza çalışmış olduğunu gösteriyor, o kavmin öyle nâil oldukları çeşitli nimetler içinde daima yaşayamayacaklarını işaret buyurmuş olduğunu bildıriyor. O kavmi takvaya, itaate davet etmiş, onların yeryüzünde fesada çalışan durumunu düzeltmekten mahrum bulunan aşırı kimselere tâbi olmamalarına tenbih buyurmuş bulunduğunu beyan buyuruyor. Şöyle ki: Hz. Salih, kavmine dedi ki: (Siz burada) Bu yurdunuzda (güvenilir kimseler olarak) bir takım felâketlerden, facialardan korunmuş bir halde bulunarak (bırakılacak mısınız?.) siz ki, Cenab-ı Hak’tan korkmuyorsunuz, onun emirlerine muhalefette bulunuyorsunuz, artık bir takım belalara, felâketlere uğratılmanızdan nasıl emin olabilirsiniz?. Neden böyle bir âkibeti düşünüyorsunuz?.
147. Bağlarda ve ırmaklarda?
147. Evet.. Ey kavmim!. Siz Cenab-ı Hak’kın size birer nimet olmak üzere verdiği (Bağlarda, ve ırmaklarda) daimi bir surette kalacak mısınız?. Bunlardan daima istifade edip duracak mısınız?.
148. Ve ekinlerin ve tomurcukları hoş hurma ağaçlarının içinde?
148. (Ve) diğer çeşitli (ekinlerin ve tomurcukları hoş) veya birbirine bağlanmışyahut güzel, cömert (hurma ağaçlarının içinde) sürekli olarak yaşayıp bunların yok olmasını görmiyecek misiniz?. Neden bu kadar gaflet, nimete karşı nankörlük içinde yaşıyor, istikbalinizi hiç düşünmüyorsunuz?.
149. Ve dağlardan ustaca bir halde evler yontuyorsunuz.
149. Ve siz ki, ey kavmim!. Hak Teâlâ’nın size verdiği bir kuvvet ile (Dağlardan ustaca) inşaat sanatını bilen bir halde (evler yontuyorsunuz) kendinize pek sağlam ikametgâhlar hazırlayabiliyorsunuz.
150. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
150. (Artık) bu nimetlere kavuşmanızdan dolayı Cenab-ı Hak’ka şükredin, onun emirlerine muhalefette bulunmayın, daima (Allah’tan korkun ve bana itaat edin) size emir ettiğim hususlarda sözümü tutun. Çünkü benim size emir ve tavsiye ettiğim şeyler sizin faidelerinize, menfaatlarınıza aittir.
151. Ve aşırı gidenlerin emrine itaat etmeyin.
151. (Ve) Ey kavmim!. Siz (aşırı gidenlerin emrine itaat etmeyin) öyle haddi aşmış kimselerin sözlerine iltifatta bulunmayınız.
152. Öyle kimseler ki, yerde bozgunculuk yaparlar ve ıslah olmazlar.
152. Çünkü o aşırılar (Öyle kimseler) dir (ki) onlar (bozgunculuk yaparlar) muntazam şeyleri bozmaya çalışır dururlar (ve) onları, yer yüzünde hiç bir şeyi (ıslah eder olmazlar) onların âleme güzel bir nizam ve intimaz vermeğe kabiliyetleri yoktur. Bilakis onlar güzel şeyleri bozar, toplumun düzenini hezimete uğrattılar. Artık o gibi zararlı kimselere itaat edilebilir mi?. “Mizana vur görüştüğün ahbabı elhazer” “Rehber tasavvur eylediğin rehzen olmasın”
153. Dediler ki: Şüphe yok sen çok büyülenmişlerdensin.
153. Bu mübârek âyetler de Semud Kavminin Hz. Salih’i büyülenmiş sanarak onun da kendileri gibi bir insan olduğunu söylemiş olduklarını ve kendisinden doğruluğuna dair mucize istemiş bulunduklarını bildiriyor. Hz. Salih’in de mucize olarak istenilen garip bir deveyi taştan çıkmak suretiyle meydana getirdiğini, onun insanlar ile beraber belirli günlerde su içeceğini, ona dokunulduğu takdirde başlarına bir azabın geleceğini ihtar eylemiş bulunduğunu anlatıyor. Bu ihtara rağmen o deveyi boğazladıkları için o kavmin büyük bir azaba yakalanmış olduklarını, bu hadisenin de büyük bir ibret teşkil ettiğini, Cenab-ı Hak’kın da aziz ve rahim olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Şam ile Hicaz arasındaki “Hicr” denilen yerde bulunan Semud kavmi, Salih Aleyhisselâm’ı tasdik etmeyip (dediler ki: şüphe yok, sen çok büyülenmişlerdensin.) sana defalarca sihir yapılmış, bu cihetle aklına bozukluk gelmiş.
154. Sen başka değil, bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bir mucize getiriver.
154. Bununla beraber, (Sen başka değil, bizim gibi bir insansın) sen neden aramızda peygamberliğe sahip olmakla seçkin bulunmuş olasın?. (eğer) sen bu peygamberlik iddianda (doğru söyleyenlerden isen haydi bir mucize getiriver) senin doğru söylediğine işaret ve şahitlik etmiş olsun.
155. Dedi ki: İşte bu bir dişi devedir. Bunun için bir su içme hakkı vardır, belli bir günün su içme hakkı da sizin içindir.
155. Hz. Salih de o inkârcılara cevaben (dedi ki, işte bu bir dişi devedir) sizin talebiniz üzerine bir hârika olarak büyük bir taştan dışarı çıkmış, bu husustaki duam, Allah katında kabul edilmiştir. Şimdi (bunun için bir su içme hakkı vardır) belli bir su kaynağından bir gün o su içecektir. (belli bir günün su içme hakkı da sizin içindir) Böyle sıra ile o belirli yerdekisuyu içersiniz. Bu mübârek deve kendisine mahsus günde mevcut suyu tamamen içermiş, insanlara mahsus günde ise asla su içmezmiş.
156. Ve buna bir kötülük ile dokunmayın, sizi hemen pek büyük bir günün azabı yakalar.
156. Hz. Salih o kavme şöyle de ihtarda bulundu ki: (ve buna) bu deveye sakın (bir kötülük ile dokunmayın) onu döğmeyin, boğazlamayın, şâyet böyle bir şey yaparsanız (sizi hemen pek büyük bir günün azabı yakalar) o bir hârikadır, bir mucize numunesidir, ona hakaret derhal felâketi gerektirir.
157. Derken onu boğazladılar, sonra pişman olarak sabahladılar.
157. O kavim ise Hz. Salih’in bu ihtarına uymadılar (Derken onu boğazladılar) onu o deveyi kestiler veya kılıç ile bacağına vurup öldürdüler (sonra) bu cinayetlerinin korkunçluğunu anlayarak, kendilerinin helâkine sebep olacağını sezerek (pişman olarak sabahladılar) ne yazık ki, artık pişmanlık faide vermez olmuştu. Çünkü bunlar küfürlerinden tövbe etmiş değil, ancak başlarına bir bela geleceğinden endişeye düşmüş oldukları için öyle pişmanlık göstermişlerdir, artık tövbekâr olmuş olsalar da o tövbe kendilerini kurtaramazdı. Çünkü tövbe tayin edilen azaptan evvel olmalıdır ki, makbul olsun. “Akr” kelimesi, kesmek, yaralamak mânasınadır. Bu cinayeti içlerinden bir şahıs yapmış olsa da buna hepsi de razı oldukları için bu cinayet, o kavmin hepsine nisbet edilmiştir.
158. Artık onları azap yakaladı. Şüphe yok ki, bunda bir ibret vardır. Böyle iken onların çokları îmân etmiş olmadılar.
158. (Artık onları) Bu suikasdlerinden dolayı va’dediler (azap yakaladı) gökten gelen müthiş bir ses ile cümlesi helâk oldu. Yalnız Hz. Salih ile ona ima edenler selâmettekaldılar, Mekke-i Mükerreme’ye girerek orada ibadetle meşgul oldular. (şüphe yok ki, bunda) bu garip kıssada (bir ibret vardır) Allah Teâlâ’nın ve Peygamberlerinin emirlerine muhalefetin ne kadar fecî âkibetlere sebebiyet verdiğine dair büyük bir alamet, işaret vardır. (böyle iken onların çokları îman etmiş olmadılar.) Belki küfürlerinde ısrar edip durdular. Nihayet öyle müthiş bir helâke uğradılar. Bu kıssa için “Araf”, “Hûd” Sûrelerine de bakınız!.
159. Ve muhakkak ki, senin Rabbin elbette o, pek galiptir, pek esirgeyicidir.
159. (Ve muhakkak ki,) Ey Peygamberin en şereflisi!. (senin Rabbin, elbette o) sana sonsuz ihsanına, lütuflarına kavuşturan kerim mabûdun (pek galiptir) her şeyin üstünde hâkimiyete sahip, kudreti sonsuzdur ve o Yüce Yaratıcı (pek esirgeyicidir) kulları hakkında rahmeti pek çoktur. Onun içindir ki, öyle bütün ümmetlere Peygamber göndermiş, onları hallerini düzeltmeye davet etmiş, onlara bir uyanma müddeti vermiş, onları isyanlarından dolayı derhal helâk buyurmamıştır. Artık bütün insanlık, bu ilâhi rahmete lâyık olmaya çalışmalı değil midirler?.
160. Lût kavmi gönderilen Peygamberleri yalanladılar.
160. Bu mübârek âyetler de Lût kavminin Peygamberlerini yalanladıklarını bildiriyor. Hz. Lût’un da onları sakınmaya, itaate davet ettiğini, onlardan bir mükâfat beklemediğini söylediğini ve onların eşlerini bırakıp da erkeklere musallat olmalarının ne kadar gayrı meşru rezilce bir hareket olduğunu kavmine ihtar buyurmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Diğer kavimler gibi (Lût kavmi de) kendilerini hak dine davet, temizlik yoluna göndermek için (gönderilen Peygamberleri yalanladılar.) onların risaletini tasdik etmeyip onlara muhalefetden geri durmadılar.
161. O vakit ki, onlara kardeşleri Lût dedi ki: Korkmaz mısınız?
161. (O vakit ki, onlara) Bir beldede oturma ve evlilik itibariyle (kardeşleri) bulunan (Lût) Aleyhisselâm (dedi ki:) Ey kavmim!. Siz bu çirkin hareketlerinden dolayı Cenab-ı Hak’tan (Korkmaz mısınız?.) onun şiddetli azabıni düşünüp titremez misiniz?. Hz. Lût, İbrahim Aleyhisselâm’ın kardeşinın oğludur. Onunla beraber Bâbil diyarından Şam tarafına geçmişti. Sonra “Sedum” nahiyesi ahalisine Peygamber gönderilmiş, orada evlenerek aralarında bir akrabalık meydana gelmişti. İşte bu itibarla onların kardeşi denilmiştir.
162. Muhakkak ki, ben sizin için güvenilir bir Peygamberim.
162. Hz. Lût, o kavme hitaben buyurdu ki: Ey kavmim!. (Muhakkak ki, ben sizin için emin bir Peygamberim.) Sizi, hiyanetten beri, doğrulukla vasıflanmış olduğum halde irşada, meşru şekilde harekete sevketmek istiyorum, bana muhalefet etmeniz, elbetteki uygun olamaz.
163. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
163. (Artık Allah’tan korkun) O’na isyanda bulunmayın (ve bana itaat edin) çünkü benim emirlerime, tavsiyelerime, uymanız, sizin kurtuluşunuza sebep olacaktır.
164. Ve buna karşı sizden bir ücret istemiyorum, benim mükâfatım başkasına değil ancak âlemlerin Rabbine aittir.
164. (ve) Ey kavmim!. Biliniz ki, ben (buna karşı) sizi böyle Allah’ın dinine davet, ahlâki temizlikle vasıflanmaya teşvik ettiğimden dolayı (sizden bir ücret istemiyorum) ki, beni itham edesiniz, öyle bir ücretten dolayı size nasihat verdiğime inanasınız. (benim mükâfatım) başkasına değil (ancak âlemlerin Rabbine aittir) ben yalnız o kerem sahibi mabuttan lütuf ve ihsan beklemekteyim, benimükâfata kavuşturacak ancak o Yüce Yaratıcıdır.
165. Siz insanlar içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?
165. Hz. Lût, o kavmi kınamak için şöyle de buyurdu: (Siz insanlar içinden) insanlar arasından (erkeklere mi gidiyorsunuz?.) şehvetinizi tatmin için öyle gayrı meşru bir muameleyi mi işliyorsunuz?
166. Ve Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyorsunuz da. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz.
166. (ve Rabbinizin sizin için yarattığı) kendilerinden nikâh ile yararlanmaya, istifadeye müsaade buyurduğu (eşlerinizi bırakıyorsunuz da..) öyle erkekler ile şehvetinizi teskin etmek istiyorsunuz.. Bu ne kadar alçaklık!. (Hayır.. Siz haddi aşan) meşruluk dairesinden çıkan fazla günahkâr olan (bir kavimsiniz) sizin o çirkin hareketiniz, temiz insanlarda değil, hayvanlarda bile görülemez. Nedir bu sapıklık, nedir o kadar şehvetlere düşkünlük?.
167. Dediler ki: Ey Lût! Andolsun ki, eğer sen nihayet vermezsen elbette çıkarılmışlardan olacaksın.
167. Bu mübârek âyetler de Lût Aleyhisselâm’a karşı kavminin nasıl bir tehditte bulunduğunu ve o Yüce Peygamberin de onlara verdiği cevabı bildiriyor. Ve o kavmin başına nasıl müthiş bir azabın gelmiş olduğunu ve bundan kimlerin kurtulmuş bulunduğunun ve bu kıssanın da büyük bir ibreti içerdiğini, Cenab-ı Hak’kın da kudret ihsanını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Lût Aleyhisselâm’ın o kadar iyiliksever nasihatlarına karşı o ahlâksız kavim (Dediler ki: Lût! Andolsun ki, eğer sen) bizi kınamaya veya bizi yaptığımızdan alıkoymaya, yâhut peygamberlik iddiasında bulunmaya (nihayet vermezsen elbette) sen bizim bu yurdumuzdan(çıkarılmışlardan olacaksındır.) seni fecî bir şekilde sürgün ederiz. Demek onlar, başkaları hakkında da zalimce bir muamelede bulunuyorlarmış.
168. Dedi ki: Şüphe yok, ben sizin işlediğiniz şey için buğz edenlerdenim.
168. Hz. Lût da onlara cevaben (Dedi ki: Şüphe yok ben sizin işlediğiniz şey için) öyle haram, edepsizce muamelelerden dolayı şiddetle (buğz edenlerdenim) ben bu buğzumu göstermekten geri duramam. Gayrı meşru bir şeye karşı müsamahada bulunmak, onun kötülüğünü uhrevî sorumluluğunu söylememek yüce bir Peygambere lâyık olmaz.
169. Yarabbi! beni ve ehlimi onların yapa geldikleri şeyden kurtar.
169. Artık Lût Aleyhisselâm o kavmin düzeltilmesinin mümkün olmadığını anlamış, öyle ahlâksız kimseler ile bir beldede oturmayı çirkin görmüş, onların kötü çevrelerinden kurtulmak arzusunda bulunmuş olmakla Cenab-ı Hak’ka yalvarmaya başlayarak dedi ki: (Yarabbi!. Beni ve ehlimi) aile fertlerimi (onların) o inkârcı, o kötü ahlâk sahibi kimselerin (yapar oldukları şeyden) o çirkin amellerinin kokusundan (necata erdir) bizi kurtar.
170. Artık onu ve ailesini tamamen kurtardık.
170. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: (Artık onu) Lût Aleyhisselâm’ı (ve ehlini) ailesini ve kendisine dinen tâbi olanları (kurtuluşa erdirdik) o kavme azabın yaklaştığı bir sırada bu zatları onların aralarından çıkararak bir selâmet sahasına kavuşturduk.
171. Ancak bir kocakarı geri kalanlar için de kaldı.
171. (Ancak bir kocakarı) Hz. Lûtun kendisine îman etmemiş olan bir eşi (geri kalanlar içinde) kaldı, o da o kavim gibi helâke uğramış bulundu. Çünkü bu kadın, o kavme eğilimgöstermiş, onların kötü amellerine razı bulunuyormuş. Bu cihetle kurtuluşa erenlerin arasından ayrılmış, O da o kavim gibi helâke maruz kalmıştı. Diğer bir rivayete göre bu kadın da her ne kadar Lût Aleyhisselâm ile beraber o beldeden çıkmış ise de kötü itikadından dolayı onun başına bir taş isabet ederek helâkine sebebiyet vermiştir.
172. Sonra geri kalanları helâk ettik.
172. Evet.. Hak Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: (Sonra) Lût Aleyhisselâm’ın o beldeden ayrılmasını müteakip, orada kalıp Hz. Lût’tan (geri kalanları, helâk ettik) onları şiddetli bir azap ile mahv ve yok ettik. Şöyle ki: Onların başlarına havadan taşlar yağdırılmış, yurtları da zelzele ile altüst olmuştur. İşte buyuruluyor ki:
173. Ve onların üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Artık ne fena oldu korkutulmuşların yağmuru!
173. (Ve onların) O geri kalanların (üzerlerine) görülmemiş bir şekilde pek şiddetli (bir yağmur yağdırdık) kibrit gibi ateşli taşlar yağmış oldu. (artık ne fena) Bir yağmur (oldu, o korkutulmuşların) vaktiyle Peygamberleri tarafından sakındırılıp korkutuldukları halde bundan ders almayan o kimselerin (yağmuru!.) onların hepsini helâk edip gitti. Bu kıssa için “Hicr” ve “Hud” sûrelerine de bakınız!.
174. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çokları iman etmediler.
174. (Şüphe yok ki, bunda) Lût Aleyhisselâm’a tâbi olanların kurtuluşunda, muhaliflerin de öyle şiddetli bir helâke uğramasında (elbette bir ibret vardır) Peygamberlere muhalefetin ne kadar facialara sebebiyet verdiğine dair büyük bir işaret ve alamet mevcuddur. (Halbuki, onların çokları inanmadılar.) Böyle bir âkibeti düşünmediler, öyle bir felâketin kendilerine geldiğini anladıkları halde yine Peygamberlerini tasdik etmiş bulunmadılar.Nitekim bu gibi ibret verici kıssaları işitip birnice felâketleri gören birçok kimseler de vardır ki, bunlardan bir ibret dersi alarak itikatlarını düzeltmez hareketlerini güzelce tanzim etmez bir halde bulunmaktadırlar.
175. Ve muhakkak ki, senin Rabbin elbette o, mutlak galiptir, merhamet sahibidir.
175. (Ve) Ey Peygamberlerin efendisi!. Muhakkak ki, (senin Rabbin, elbette o) Yüce Yaratıcı (azizdir) din düşmanlarını kahretmeğe her şekilde kâdirdir ve o kerem sahibi mabûd (rahimdir) dindar ve iyi kulları hakkında lütuf ve ihsanı sonsuzdur. Artık öyle ortak ve benzerden uzak, bütün kudret ve yüceliğe sahip, rahmet ve lütufta vasıflanmış bir Yüce Yaratıcıya isyandan kaçınmak, onun mukaddes dininin hükümlerine her durumda riayet etmek icabetmez mi?.
176. Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar.
176. Bu mübârek âyetler de Şüayb Aleyhisselâm’ın kavmi tarafından yalanlanmış olduğunu, ve o muhterem Peygamberin de onları takvaya itaate davet ettiği ve kendilerinin bir mükâfat beklemediğini söylemiş bulunduğunu bildiriyor. Ve o kavmine alışverişlerinde doğruluktan ayrılmamalarını, insanların haklarına tecavüz etmemelerini ihtar ederek Cenab-ı Haktan korkmalarını emir ve tavsiye buyurmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eyke halkı) yani: Medyen şehri civarında bulunan ve “gayze” de denilen bir mahaldeki topluluk (da peygamberleri yalanladılar) kendilerine gönderilen Peygamberlerin risaletini kabul etmediler.
177. O vakit ki, onlara Şuayb dedi ki: Sakınmaz mısınız?”
177. (O vakit ki, onlara) O Eyke’deki topluluğa (Şüayb) Aleyhisselâm (dedi ki:) Ey cemaat!. (sakınmaz mısın?.) Neden Allah’tan sakınmıyor musun? Bir kısmı müstesna, onlar ile ayrıbelde halkından değildir, aralarında dînen olmadığı gibi nesep yönünden de bir kardeşlik yok idi, bunun içindir ki, “onların kardeşleri” denilmemiştir. Filhakika Hz. Şüayb, İbrahim Aleyhisselâm ile beraber Şam’a hicret etmiş olan mümin bir kabileye mensuptur, büyük annesi, Lût Aleyhisselâm’ın kızıdır. Kendisi “Medyen” şehri ahalisine Peygamber gönderilmiş olduğu gibi çölde “Eyke” halkına da Peygamber gönderilmişti. Medyen’de iken bir kızını Musa Aleyhisselâm’a vermişti.
178. Şüphe yok ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim!
178. Hz. Şüayb, Eyke’lilere şöyle dedi: (şüphe yok ki, ben sizin için emin) Hiyanetten uzak, ciddiyetle nitelenen (bir elçiyim) Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamberim, bunun içindir ki, size karşı peygamberlik görevimi yerine getirmeye çalışıyorum.
179. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
179. (Artık) Ey Cemaat!. (Allah’tan korkun) Onun dinî hükümlerine aykırı hareketlerde bulunmayın (ve bana itaat edin) sözlerimi tutun, gösterdiğim selâmet yolunu takibe başlayın.
180. Ve onun üzerine sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbine aittir.
180. Ben sizi Allah rızası için irşada, ıslaha çalışıyorum (Ve onun üzerine sizden bir ücret istemiyorum.) hatırınıza öyle bir şey gelmesin (Benim ecrim) mükâfatım (ancak âlemlerin Rabbine aittir.) bütün âlemleri yaratan, besleyen, rızıklandıran o Yüce Yaratıcı, bana da lâyık olduğum mükâfatı ihsan buyurur, sizlere bir ihtiyacım yoktur. “Bütün Peygamberlerin ümmetlerine bu şekilde hitabedip onları takvaya, itaate davet etmeleri gösteriyorki: O mübârek peygamberlerin gönderilmelerindeki gaye, aynıdır, İnsanları, Allah’ı tanımaktan haberdar etmektir, insanlrıhakka, hukuka riayetkâr kılmaktır, insanlar Allah korkusu ile, hakka itaatle yüce bir mertebeye yükseltmektir, ve kendi yüce vazifelerini, kimseden bir menfaat beklemeksizin sırf Allah rızası için yapmakta olduklarını ifade ederek haklarında yanlış düşünceler meydan vermemektir. Velhasıl: Bütün Peygamberler, aynı gayeye yönelmiştirler, hepsi de dinî esasları ve İslâm inancı itibariyle birdirler, aralarındaki bazı ihtilâflar ise tâli hususlara aittir, zamanlardan uzaktırlar, hepsinin de gayesi birdir, pek yücedir. İnandık!.
181. Ölçüyü tamamlayın ve noksan ölçenlerden olmayın.
181. Hz. Şüayb, nasihatlarına devam ederek buyurdu ki: Ey Eyke halkı!. (Ölçüğü tamamlayın) Şüphesiz bir halde ölçüverin (ve noksan ölçenlerden olmayın.) İnsanların hukukunu bozan, sattıkları ölçülen şeyleri fazla, aldıkları ölçülen şeyleri noksan göstermeğe çalışan hain kimseler gibi hareket etmeyin.
182. Ve dosdoğru terazi ile tartın.
182. (Ve) Aldığınız, sattığınız tartılan kabilinden olan şeyleri de (doğru terazi ile tartın) kendin malınızı fazla, başkasının malını noksan göstermek gibi bir adaletsizlikte bulunmayın.
183. Ve insanlara eşyalarını noksan yapmayın ve yerde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.
183. (Ve insanlara eşyalarını noksan yapmayın) Başkalarına ait her hangi bir malı da noksan göstererek değerini düşünüp, sahibini zarara sokmayın, iktisâdi şeyler hususunda adaletten, doğruluktan aynrılmayın (ve yerde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.) halkın rahatını, emniyetini, huzurunu bozacak şeylere sebebiyet vermeyin. Meselâ: Onun-bunun malını çalmakgibi, yan kesicilikte bulunmak gibi hayatlarına, geçimlerine tecavüz etmek gibi dinen yasak, aklen kötü, caniyce hareketlere cü’ret göstermeyin. Sonra bunun korkunç âkibetinden kendinizi kurtaramazsınız.
184. Ve sizi ve sizden evvelki ümmetleri yaratandan korkun.
184. (Ve sizi ve sizden evvelki ümmetleri yaratandan korkun.) Evet. O Yüce Yaratıcıdan korkun, ki sizi bir nutfeden meydana getirmiştir, artık sizi dileyince hemen yok edemez mi, o kudret sahibi yaratıcı ki, vaktiyle de nice kavimleri büyük bir tabiatta yarattmış, onlara kuvvet ve sağlamlık vermişti, bilâhara onları küfür ve isyanları yüzünden kahretmiş ve cezalandırmıştır. Artık o kudret ve kuvvet ve azamet sahibi olan bir Yüce Yaratıcıdan korkmak icabetmez mi?. Artık bir insan onun kutsal dinin hükümlerine nasıl muhalefet edebilir?. “Takva pek mühim bir kulluk vazifesi olduğu için bütün Peygamberler ümmetlerine tekrar bunu teklifte bulunmuşlardır. Evet.. “Takva”, “İttika”, günahlardan sakınmaktır, Cenab-ı Hak’kın emirlerine, yasaklarına riayet etmektir, şeriatın adabını korumaktır, insanı Allah’ın dergâhından uzaklaştıracak olan şeylerden kaçınmaktır, ilâhi cezaları çekecek şeylerden kaçınmaktır. Evet.. Takva, bir yüce özelliktir ki, insanın suretini süsler, yolunu aydınlatır, uhrevî saadetini temin eder.
185. Dediler ki: Şüphe yok, sen iyice büyülenmişlerdensin.
185. Bu mübârek âyetler de Şüayb Aleyhisselâm’ı kavminin sihirbaz ve kendileri gibi âdi bir insan sanarak yalanlamış ve başlarına bir belanın gelmesini istemiş olduklarını bilidiriyor. Nihayet onların o yalanlamaları yüzünden büyük bir azaba yakalanarak Allah’ın kahrına uğramış olduklarını ve bunda büyük bir ibret bulunduğu halde yine bir çoklarının îman etmemiş olduklarını, Cenab-ı Hak’kın da her şeye kâdirve pek merhametli olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Şüayb’in o kadar iyiliksever ihtarına rağmen onu yalanlayan Eyke halkı (Dedi ki: şüphe yok, sen) iyice (büyülenmişlerdensin.) senin peygamberliğe selahiyetin yoktur.
186. Ve sen bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Ve seni muhakkak yalancılardan zannediyoruz.
186. (Ve) o cahil halk, iddialarını kuvvetlendirmek için şöyle de dediler: (sen bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin) Bir insan ise nasıl Peygamber olabilir?. Senin bizden ne farkın var?. (ve) biz (seni muhakkak yalancılardan zannediyoruz.) senin bu elçilik iddian doğru değildir, gerçek dışıdır, hiç büyülenmiş ve insan bulunmuş bir kimse Peygamberliğe sahip olabilir mi?.
187. Artık sen eğer doğru söyleyenlerden ise üzerimize gökten bir parça düşürüver.
187. O inkârcı kavim, yalanlamalarında ısrar ettiklerini göstermek için şöyle de dediler: Ey peygamberlik dâvasında bulunan!. (Artık sen eğer) Bu peygamberlik iddianda (sadıklardan isen üzerimize gökten) semadan veya üstümüzdeki bulutlardan (bir parça düşürüver) biz de senin doğru sözlü olduğunu o zaman anlamış olalım.
188. Dedi ki: Rabbim, yaptıklarınızı pek iyi bilendir.
188. Şüayb Aleyhisselâm da onları pek hikmetli bir şekilde tehdit ederek (Dedi ki: Rabbim) O Kudret sahibi yaratıcı (yaptığınızı) küfür ve isyanı ve hak etmiş olduğunuz azabı (pek iyi bilendir) sizin fiil ve amellerinizin hepsini bilmektedir, ona göre size azap edecektir. Sizin azabı acele istemenize hâcet yok.
189. Velhasıl: Onu yalanladılar. Derken onları gölge gününün azabı yakaladı, şüphe yok ki,o, pek büyük bir günün azabı olmuş idi.
189. (Velhasıl) O cahil, inatçı topluluk (onu) o muhterem Peygamberi (yalanladılar) yalanlamalarında ısrar edip durdular. (derken onları) o yalanlamalan sebebiyle (gölge gününün) o istemiş oldukları semavi parçanın, müthiş bir bulut kitlesininn başlarına düştüğü vaktin (azabı yakaladı) hepsinin de kalır ve yok etti. (şüphe yok ki, o) azap (pek büyük bir günün azabı olmuş idi) Evet.. O günün azabı o başlarına düşen parçadan ibaret bulunmayıp daha nice azabı da içermiş bulunmaktadır. Şöyle ki: O Eyke halkını evvelâ pek şiddetli bir sıcak yakaladı, yedi gün devam etti, bütün ırmakları kaynadı, kendilerine ne gölgeler ve ne de saire faide vermez oldu, sonra bir sahraya çıkmaya mecbur kaldılar. Derken üzerlerine bir bulut geldi, ondan bir soğukluk, bir rüzgâr havası bulur gibi oldular, hemen onun altına toplandılar. Fakat o buluttan da onların üzerlerine ateş yağdı, hepsi de yanıp bitti. Medyen ahalisi de şiddetli bir ses ile telef olmuşlardır. Hz. Şüayb de kendisine tâbi olanlar ile Mekke-i Mükerreme’ye gitmiş, vefatına değin orada ibadetle meşgul olmuştur,
190. Muhakkak ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çoğu, iman etmediler.
190. Hak Teâlâ Hazretleri de buyuruyor ki: (Muhakkak ki, bunda) böyle pek müthiş bir azabın meydana gelmesinde, bunu bildiren bu kıssada (elbette bir ibret vardır) Peygamberlerin doğru sözlü olduklarına dair büyük bir işaret, şehadet vardır. (Halbuki, onların çoğu) o kendilerine Peygamberler gönderilmiş olan kimselerin bir çoğu (îman etmediler) yine inkârlarında devam ettiler. Nitekim bizim Yüce Peygamberimizi de kavmi arasından birçokları tasdik etmemişlerdi. Onun mucizelerini gördükleri ve geçmiş kavimlere ait o ibret verici kıssaları işitip bildikleri halde yine îmandan kaçınmışlardı.
191. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin elbette o, mutlak galiptir, merhamet sahibidir.
191. İşte Allah Teâlâ Hazretleri de Peygamber Efendimize lütufta bulunmak ve ona teselli vermek üzere şöyle buyuruyor: (Ve şüphe yok ki, senin Rabbin) senin kadirini yücelteni, senin peygamberliğini kuvvetlerdirmek için seni nice açık mucizelere muvaffak buyuran (elbette o) Yüce Yaratıcı (azizdir) her şeye kâdirdir, onu hiç bir şey âciz bırakamaz ve (rahimdir) rahmeti âlemi kuşatıcıdır, insanları aydınlatacak ve irşad edecek olan bu gibi kıssalar beyan buyurması da onun rahmetinin bir tecellisinden ibarettir. Ve böyle bazı âyetlerin tekrar ederek inmesin de bir ilâhi rahmetin eseridir. Çünkü bunlar, kalplere fazlaca nüfuz ederek yüce mânaları ruhlar üzerinde pek tesirli olur, tekrar tekrar okunarak unutmadan korunmuş olur, daha nice hikmetleri içermiş bulunur. Bu Şüara Sûresinin kapsadığı yedi kıssanın yedincisi burada sona ermiştir. Bütün bunlar, Resûl-i Ekrem’e teselli vermektedir, halk içinde bir ve irşat vesilesi bulunmaktadır.
192. Ve şüphe yok ki, o Kur’an âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
192. Bu mübârek âyetler de Kur’an-ı Kerim’in Resûl-i Ekrem’e Cibril-i Emin vasıtasiyle ve pek edebi olan arap dili ile ne gibi bir hikmetten dolayı indirilmiş olduğunu bildiriyor. Ve bu Kur’an-ı Kerim’in birçok açıklamalarının diğer semavi kitaplarda da zikedilmiş olmasının ve bunun İsrailoğulları âlimlerince de bilinmiş olmasının inkârcılara karşı Peygamberimizin elçiliğine dair bir delil teşkil ettiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Birer delil, birer ibret vesilesi üzere kıssalar beyan buyrulduktan sonra yine bu sûrei celîlerin evvelinde bildirilen ve ilk maksud olan Kur’an-ı Kerim’in beyanına dönülerek şöyle buyruluyor: (Ve şüphe yok ki, o) Kıssaları içeren Kur’an-ı Kerim veyahut o ibret verici kıssalara ait âyetlerdenher bir (âlemletin Rabbinin indirtmiş olduğudur) o Kerim olan mabûdun kutsal tarafından insanlık için bir rahmet ve acıma eseri olmak üzere indirilmiş bulunmaktadır.
193. Onu rûhulemin indirdi.
193. (Onu) O Kur’an-ı Kerim’i onun bütün âyetlerini yavaş yavaş en yüce ufuktan (ruhülemin) Cibril Aleyhisselâm (indirildi) Son Peygambere tebliğ etti. “Hz. Cibril’e Ruh denilmesi, onun yalnız ruhtan yaratılmış, yalnız ruhtan ibaret bulunmuş, tamamen ruhani olduğu içindir. Yahut o, vahyi ilâhiyi indirmekle emrolunduğu için din hususunda ruh gibi halkın manevî hayatına sebep, kurtuluşa vesile bulunmuştur. Bu cihetle kendisiyle hayat sâbit olan bir ruh durumunda gösterilmiştir. Cibril Aleyhisselâm, ilâhî vahyi Allah tarafından aldığı gibi Peygamberlere getirip tebliğ ettiği ve her türlü hiyanetten korunmuş bulunduğu için de “emin” vasfıyle hatırlanarak bununla da değerinin yüceliğine işaret olunmuştur.
194. Senin kalbin üzerine, tâki, sen uyancılardan olasın.
194. Evet.. Ey Peygamberlerin sonuncusu!. O mâsum melek, Kur’an’ın bütün âyetlerini vakit vakit getirip (Senin kalbin üzerine) indirdi. O indirilen âyetler, senin kalbinde yerleşmiş oldu (tâki,) Ey Yüce Resûl!. (sen) O âyetleri ümmetine tebliğ edersin, îmandan kaçınanlara, isyanları işleyenlere vaktiyle isyankâr kavimlerin başlarına gelmiş olan cezaları, ilâhi azapları bildirmek suretiyle (korkutuculardan olasın) sen de diğer Peygamberler gibi ümmetine ilâhi azabı hatırlatasın. “Cibril-i Emin” getirmiş olduğu âyetleri Resûl-i Ekrem’e yüz yüze, hususi bir şekil üzere tebliğ etmiştir. (Kalbin üzerine) inzâl etti, tebliğ etti denilmesindeki hikmet ise Allah bilir şöyledir: Resûl-i Ekrem tebliğ edilen âyetleri eyvelâ mübârek ruhu karşılamış, bu âyetler darhal kalbine intikâl ederek orada yerleşmiş onunardında da yüce beynine yükselerek hafıza levhasını aydınlatmış ve süslemiştir. Gerçekten de bütün ruhâni manalar, evvelâ ruha iner, sonra da oradan kalbe intikâl eder. Çünkü ruh ile kalp arasında böyle bir alâka vardır. Bununla beraber kalp, vücut organlarının en mühimidir, insanların mükâfatı veya cezayı hak etmiş olmaları, kalbi durumlarının bir neticesidir. Nitekim bir âyeti kerime: İnsanların kalbe kazanmış oldukları şeyler ile hesaba çekileceklerini bildirmektedir. Bir hadis-i şerifte şu meâldedir: Şüphesiz cesette bir müdga = küçük bir et parçası vardır ki, o iyi olunca ceset de iyi olur, o kötü olunca cesette kötülüğe uğrar, o parça ise haberiniz olsun! Kalpten ibarettir. Bir amelin, iddianın makbul, muteber olup olmaması da kalpteki itikada, kanaate göredir. İşte izah edilen âyeti kerimede kalbin bu mühim mahiyetine işaret vardır. “Kalp, lügatte, gönül, yürek, bir şeyin merkezi, bedenin içinde en mühim hayati bir vazifeyi yerine getiren bir uzuv demektir. Merkezi hayat olan bu uzva kalp denilmesi, daima hareket etmesi ve kendisine hatıraların süratle ve devamlı olarak gelmesi itibariyledir. Kalp öyle bir kudret harikasıdır ki, kendisi insan bedeni ile kuşatılmış görüldüğü halde kâinatın birçok sırlarını ve gizli taraflarını kuşatacak bir genişliğe sahiptir.
Hak’ka tevcih etmedikce kalbini
Kurtuluş yoktur çalışma nafile
Öyle çıkmaz pür hatar bir rah ile
Vasıl olmaz maksada bir rahile
195. Pek açık olan Arap lisanı ile.
195. Evet.. Ey Yüce Peygamber!. Kur’an-ı Kerim sana (Pek açık) pek net (olan Arapça bir lisan ile) indirilmiş oldu ki, onunla ümmetini korkutasın. Öyle bir lisan ki, mânası, âşikâr, anlamı açıktır. Nitekim Hud, Salih, Şüayb, İsmail Aleyhimüsselâm da ümmetlerini bu pek geniş, fasih lisan ile hak dine davet etmişler,muhalefet edenleri korkutmakta bulunmuşlardı.
196. Ve şüphe yok ki, o, daha evvelkilerin kitaplarında da vardır.
196. (Ve şüphe yok ki, o) Kur’an-ı Kerim’in sana nâzil olacak bir ilâhi kitabı olduğu veya onun içerdiği itikad usulleri ve ibret verici kıssalar ve bir kısım mühim şer’i hükümler (daha evvelkilerin kitaplarında da) zikredilmiştir. Tevrat gibi, İncil gibi semavî kitaplar da bu hakikatı ifade etmiştir.
197. Onlar için bir delil olmuş değil midir? İsrailoğulları âlimlerinin onu bilmeleri.
197. (Onlar için) O Hz. Muhammed’in elçiliğini inkâr eden Mekke’deki kâfirler için, Kur’an-ı Kerim’in doğruluğuna veya Hz. Muhammed’in peygamberliğine dair (bir delili olmuş değil midir?) elbetteki, pek büyük bir delildir. (Onu) Hz. Muhammed’in elçiliğini, ona nâzil olan kitabın ilâhi bir kitabı olduğunu. (Beni İsrail âlimlerinin bilmeleri) Evet.. O âlimlerin bunu bilip söylemeleri bu hususta bir delildir, bir kanıttır. Nitekim İsrailoğulları âlimlerinden Abdullah Bin Selâm, İbni Yamin, Sâğlebe, Üseyyit gibi zatlar, müslüman olma şerefine ulaştılar, ve Peygamberimizin mübârek vasıflarını eski kitaplarda görmüş okumuş olduklarını itirafta bulunmuşlardı. İbni Abbas Hazretleri demiştir ki: Mekke ahalisi, Medine’de bulunan Yahudi âlimlerine bazı kimseleri göndererek Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a dair sualde bulunmuşlar, o âlimler de demişler ki: “Bu işte onun zamanıdır, Tevrat’a onun vasfını, sıfatını bulmaktayız” Velhasıl: Resûl-i Ekrem Efendimizin yüksek vasıfları gün gibi açıktır, bugün de batıda bulunan bir çok bilginler o yüce Peygamberin ve Hikmet dolu Kur’an’ın yüceliğini itiraf etmektedirler. Artık bir takım cahiller nasıl olur da bu hakikati inkâra cür’et eder dururlar.
“Cihana verdiğin feyzi düşündükçe sıkılmaz mı?”
“Seni inkâr eden ehli cehalet yaresulâllah”
198. Eğer onu Arabca bilmeyenlerin biri üzerine indirmiş olsa idik.
198. Bu mübârek âyetler de asr-ı saadetteki bir kısım müşriklerin ne kadar inkârcı kimseler olduklarını ve onların Kur’an-ı Kerim’i ne kadar inkâr ettiklerini bildiriyor. Onların kalplerine küfrün ne kadar tesir etmiş olduğunu, onların şiddetli bir azap görmedikçe îman etmiyeceklerini, öyle bir azap gelince de mühlet temennisinde bulunacaklarını ve diğer sözleriyle de azabı çarçabuk istemiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eğer onu) Kur’an-ı Kerim’i (Arapça bilmeyenlerin bir üzerine indirmiş olsa idik) yani: O kadar hikmeti içeren, mucize Kur’an-ı Kerim’i Arabça konuşmaya kâdir olmayan bir zat üzerine indirmiş veya Arabçadan başka bir dil ile inzâl etmiş bulunsaydık.
199. Artık onu onlara karşı okuyacak olsa idi yine ona iman etmezlerdi.
199. (Artık) O zat da (onu) o hikmet beyan eden Kur’an-ı (onlara) O Mekke’deki kâfirlere (karşı) harikulâde bir şekilde, doğru bir okuyuş ile (okuyacak olsa idi) böyle bir hârikayı gördükleri halde o inkârcılar, (ona) o Kur’an’ın ilâhi bir kitap olduğuna (îman etmiş olmazlardı) o kâfirler yine inkârlarında ısrar eder, inat ve kibirlerinde devamda bulunurlardı. Diğer bir yoruma göre de eğer Kur’an-ı Kerim başka bir lisan ile indirilmiş olsa idi o inkârcılar “Biz bunu anlayamıyoruz” diye mazeret göstermek isterlerdi, onu tasdik etmek istemezlerdi. Halbuki, o Kur’an-ı Kerim, tam bir fesahatle okunur, mânası kendilerine anlatılır, içerdiği hükümler kendilerine açıklanır ve izah edilirse artık kendi lisanları üzere nâzil olmamış olduğu bahanesiyle onu kabulden nasıl kaçınabilirler?. Bir memlekette bir kanunbile hangi lisan ile yazılmış olursa olsun onun hükmü umuma yönelik olur, hepsi de ana riayetle mükellef bulunurlar, isterse ki, bir kısmı o kanunun yazıldığı lisanı bilmesinler.
200. İşte öylece onu küfrü, günahkârların kalplerine sokmuşuzdur.
200. (İşte öylece) Yani: O inkârcılar, yaratılışlarını değiştirip, iradelerini kötüye kullandıkları için başka bir lisanla okunacak bir ilâhi kitabı yalanlama kötülüğü onların kalplerine sokulmuş olduğu gibi, (Onu) küfrü de o (günahkârların kalplerine sokmuşuzdur.) artık Kur’an-ı Kerim’i kendi lisanlariyle kendilerine okuyan, peygamberliği birçok mucizeler ile sâbit olan Hz. Muhammed’i de onlar tasdik etmezler.
201. O pek acıklı azabı görünceye değin ona Kur’ana îmân etmezler.
201. Evet.. O inkârcılar, o kadar inatçı, küfürlerinde o kadar ısrarlıdırlar ki; (O pek acıklı azabı) Kendilerini ister istemez îmana sevkeden ilâhi kahrın eserlerini (görünceye değin ona) Kuran’a, onun tebliğ eden zata veya Cenab-ı Hak’kın birliğine (îman etmezler) fakat öyle bir azabı gördükleri zamandaki îmanları ise artık bir ümitsizlik îmanı olacağından kendilerine faide vermez.
202. Artık o azap onlara hiç farkında olmadıkları bir halde iken ansızın geliverir.
202. (Artık) O azabı dünyada ve ahirette (onlara) o inkârcılara (hiç fark edemez bir halde iken ansızın geliverir) ne gibi bir felâkete uğrayacaklarını anlamış olurlar.
203. İmdi derler ki: Bir mühlet verilmişlerden miyiz?
203. (İmdi) O inkârcılar, böyle bir azabın gelip çattığını görünce îmandan yoksun oluşlarına hasret çekerek tam bir üzüntü ile (derler ki: biz mühlet verilmişlerden miyiz?.) acaba hayat müddetimiz daha son bulmamış mıdır, birazdaha yaşayabilecek miyiz ki, Kur’an-ı dinleyelim, hakka itaat edelim, inkârımıza nihayet verelim. Ne yazık ki, artık vakit gelip çatmış bulunacaktır.
204. Şimdi bizim azabımızı mı çarçabuk istiyorlardı?
204. Yoksa gelecek için öyle mühlet temennisinde bulunacak kâfirler (şimdi bizim azabımızı çarçabuk mu isterler?) Yüce Peygambere karşı, haydi bizim başımıza gökten taş yağdır, bize elem verici bir azap getir diye alaycı bir vaziyet mi alıyorlar?. Bunlara eski kavimlerin kıssaları ve başlarına gelen felâketlerin ne kadar şiddetli olduğu bildirilmiş olduğu halde bunlar, onladan bir ibret dersi almamışlardır, yine inkârlarına devam etmişlerdir. Fakat kendilerinin başlarına da azab gelince ağız değiştirerek mühlet istirhamında bulunacaklardır. Sözleri arasında ne kadar zıtlık ve terslik bulunacaktır.
205. Gördün mü? Onları senelerce faidelendirmiş olsak.
205. Bu mübârek âyetler de mühlet ümidinde bulunacak kâfirlere verilecek bir mühletin bir faide verici olamıyacağını ve helâke uğrayan kavimlere zulmedilmiş olmayıp onların verilen öğütlerden istifade etmediklerini bildiriyor ve Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini şeytanların indirmeğe lâyık ve haddızatında kâdir olmadıklarını ve onların meleklerin sözlerini bile işitmekten yasaklanmış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey hitap mümkün olan insan!. (Gördün mü?.) Haber ver bakalım (Onlar) o inkârcıları, o kendilerine mühlet verilmesini temennide bulunacak kimseleri (senelerce) yaşatıp (faidelendirmiş olsak) ömürlerini uzatarak kendilerini bolca geçimlikler, nimetler içinde barındırsak.
206. Sonra onlara tehdit edilmiş oldukları şey gelecek olsa.
206. (Sonra onlara) O kadar uzunca ömürlerini, fazlaca nimetlerini müteakip (tehdit edilmiş oldukları şey) Allah’ın azabı (gelecek olsa) onları yakalasa..
207. O faidelenmiş oldukları şey, onları neden kurtarabilir?
207. (O faidelenmiş oldukları şey) Uzun müddet yaşamış, bir çok servet ve makama kavuşmuş olmaları (onları neden kurtarabilir?.) o başlarına gelen azabı bertaraf edebilir mi?. Onu azaltabilir mi?. Adeta hiç yaşamamış, hiç nimet içinde olmamış gibi bir hale düşmüş olmaz mi?. Artık bu âkibeti düşünmeli, öyle geçidi bir varlığa güvenip de gafilce, günahkâr bir halde yaşamak uygun mudur?
208. Biz hiçbir beldeyi helâk etmedik, ancak onun için uyarıcılar bulunmuştur.
208. Bir kere düşünmelidir ki: Cenab-ı Hak, insanları uyandırmak, vazifelerinden haberdar etmek, dinen yasak olan şeyleri işleyen kimselerin azaplara uğrayacaklarını haber veren Peygamberleri ve onların vekilleri olan yardımcı zatları insanlık muhitine göndermiştir. Artık o muhterem zatların nasihatlarını, ihtarlarını dinleyip gayrı meşru hareketlerine devam edenler azaba uğramalarına kendileri sebebiyet vermiş olmazlar mı?. İşte bu mühim âkibete nazarı dikkati çekmek için Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Biz hiçbir beldeyi) Geçmiş kavimlere ait ülkelerden herhangi birini köklerini kazımak suretiyle (helâk etmedik, ancak onun için) o helâk edilen belde ahalisi için (uyarıcılar bulunmuştur) bizzat Peygamberleri veya onlarm mümin olan ümmetler tarafından kendilerine bildirilmiştir. Buna rağmen yine fenalıklarında devam ettikleri için lâyık oldukları azaplara tutulmuşlardır.
209. Büyük bir tenbih yapılmıştır ve biz zulmedenler olmadık.
209. Evet.. O kavimlere Peygamberleri veonların vekilleri tarafından (Azim bir tenbih yapılmıştır.) kendileri için kurtuluşa vesile olacak ameller, hareketler bildirmiştir. (ve biz zulmedenler olmadık) O inkârcıları zulüm yoluyla helâk etmedik, belki onları küfürlerinde devam ettiler, nâil oldukları nimetlerin değerini bilmediler, kendilerini ikaza çalışan zatlara kulak vermediler. Binaenaleyh öyle korkunç bir âkibete kendileri sebebiyet vermiş oldular.
210. Ve bunu şeytanlar indirmiş değildir.
210. (Ve) Ey inkârcılar!. (bunu) Sizi irşada çalışan, size doğru yolu gösteren Kur’an-ı Kerim’i (şeytanlar indirmiş değildir.) o öyle zannetiğiniz gibi bir sihir, bir kehanet, bir şeytan atması neticesi bulunmaktan uzaktır, o sizi en hayırlı bir şekilde ikaz etmek lütfunda bulunan bir ilâhi kitaptır, ilâhi vahye dayanmış bulunmaktadır.
211. Ve onlara lâyık olmaz ve güç de yetiremezler.
211. (Ve) Böyle yüce, mucize bir kutsal kitabı indirmek (onlara) şeytanlara (lâyık) sahih, doğru (olmaz) ve onlar haddizatında böyle bir yüce kitabı indirmeğe (güç de yetiremezler) bu onlar için asla mümkün değildir.
212. Şüphe yok ki, onlar işitmekten elbette uzak tutulmuşlardır.
212. (Şüphe yok ki, onlar) O şeytanlar, meleklerin bile sözlerini (işitmekten elbette azil) men ve tard (edilmişlerdir) işitmeğe çalışsalar kendileri derhal bir ateş parçasının isabetiyle men edilmiş ve kovulmuş olurlar. Melekler ile şaytanlar arasında mahiyet, varlığın saflığı itibariyle bir benzerlik yoktur, Melekler, nurdan yaratılmışlardır, ilâhi feyzlere mazhardırlar. Şeytanlar ise ateşten yaratılmışlardır, rabbani bilgilerden, ilâhi feyzlerden istifade etme kabiliyetine asla sahip değildirler. Artık birnice dinî hakikatları toplayan, ilâhi kelam olmak yüceliğine sahipbir ilâhi kitabın âyetleri, şeytanlar tarafından Resûl-i Ekrem’e telkin edilmiş olabilir mi?. Şeytanın vesveseleri, insanları şerre, küfre, ahlâksız hareketlere sevkeder. Kur’an-ı Kerim’in âyetleri ise bütün insanlığı aydınlatmak ister, insanlara kulluk vazifelerini öğretir, onları yaratılışın gayesinden haberdar eder, en faziletli hareketlere sevkederek kendilerini melekler gibi temiz, ve mutluluğa yaraşır bir halde yaşatmak ister.
213. Sakın Allah ile beraber başka bir tanrıya da dua etme. Sonra azap edilenlerden olursun.
213. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’e ve onun vasıtasiyle bütün müminlere karşı en yüce talimatı içeriyor. Yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ve tevekkül edileceğini bildiriyor. Müminlere ve isyankâr olanlara karşı nasıl bir muamelede bulunacağını gösteriyor. Yapılan ibadetlerin hakkıyla işitici ve bilici olan Cenab-ı Hak’ka malûm bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, muhterem Resûlüna hitaben buyuruyor ki: (Sakın Allah ile beraber başka bir ilâha da dua etme.) Başkasını da tanrı edinerek ona da duada, ibadette bulunma (Sonra azap edilenlerden olursun.) bu hitab, görünüşte Hz. Peygambere yöneliktir, fakat asıl kasdediler başkalarıdır. Çünkü Peygamber efendimiz, mâsum olduğundan ondan böyle bir hareket zaten meydana gelmez. Adeta buyrulmuş oluyor ki: Bu duadan mâsum olan kendisinden böyle bir hareket çıkmayacak bir zat bile yasaklanmıştır, artık böyle bir hareket, başkaları için de yasaklanmış olmaz mı?.
214. Ve en yakın akrabanı uyar.
214. Cenab-ı Hak, o Yüce Peygamberine şöyle de emir ediyor: (Ve) Ey Resûlüm!. (en yakın akrabanı uyar) sana derece derece yakınlıkları olan kimseler de küfür ve isyandan sakındır,yalnız bir yüce yaratıcıya duada, ibadette bulunmalarını kendilerine tebliğ et, buna muhalefetin ne kadar büyük azabı gerektireceğini onlara ihtar buyur. “Rivayet olunuyor ki: Bu âyeti kerime nâzil olunca Resûl-i Ekrem Efendimiz, safa tepesine şeref vermiş, ve nidâ buyurarak kureyş taifelerini taplamış, onlara hitab ederek: Ey Keab oğulları!. Ey Abdulmuttalib oğulları!. Ey Haşim oğulları!. Nefislerinizi ateşten koruyunuz. Ey Ebubekir’in kızı Ayşe!. Ey Ömer’in kızı Hafza!. Ey Muhammed’in kızı Fatima!. Ey Muhammmed’in halası Safiye!. Nefislerinizi ateşten koruyun. Çünkü, ben sizden bir şey bertaraf etmeğe kâdir değilim. Diyerek öğüt vermiştir. Şöyle de nakledilir ki: Yüce Peygamber, sefa mevkiinde toplanan Kureyş topluluğuna hitaben buyurmuş ki: “Şu dağın arkasında bir süvari bölüğü var, üzerinize hücum etmek istiyorlar” diyecek olsak beni tasdik eder misiniz?. Onlar da demişler ki: Evet.. Tasdik ederiz, biz senden doğruluktan başka bir şey görmedik. Bunun üzerine o Yüce Peygamber de buyurmuş ki, öyle ise ben sizi şiddetli bir azaptan korkutucuyum. Artık benim sözüme itimat ederek öyle bir azabı gerektirecek hareketleri terk ediniz. Böyle pek iyilik sever bir tenbihe rağmen Ebu Cehl, Ebu Leheb gibi kâfirler, sen bizi bunun için mi buraya topladın? diyerek dağılıp gitmişlerdir.
215. Ve müminlerden sana uyanlara kanadını indir.
215. Hak Teâlâ Hazretleri şöyle de emir ediyor: (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (müminlerden sana uyanlara karşı kanadı indir) yani: Onların haklarında yumuşaklıkla ve merhametle muaemele yap, onları ister akrabadan olsunlar ister olmasınlar, hepsinin de haklarında lütuf ile yumuşaklıkla muamele yapılması uygundur. Yalnız lisanen mümin olsalar da görecekleri bu tatlılık ve nezaket tesiriyle ciddi surette mümin olmaları teminedilmiş olabilir.
216. Sonra sana isyan ederlerse hemen de ki: Şüphe yok ben sizin yaptıklarınızdan beriyim.
216. Ey Yüce Resûl!. (Sonra sana isyan ederlerse) O kendilerini irşada çalışacağın akrabaların veya kâfirler topluluğu sana muhalefette devam eden dururlarsa sen onlara (hemen de ki: Şüphe yok, ben sizin yaptığınız şeyden beriyim.) Ben sizin işlediğiniz isyanlardan, Kur’an-ı Kerim’in men ettiği o inkârcı hallerinizden uzak bulunmaktayım.
217. Ve o mutlak galip engin merhamet sahibine tevekkül et.
217. Ve ey Yüce Resûl!. Kavmine öyle tebliğde bulun (Ve o aziz, rahîme) her şeye kâdir, rahmeti âlemleri kuşatan kerîm mabûduna (tevekkül et.) itimatda bulun, her hususta korumasını, kurtuluş ve selâmetini o Yüce Yaratıcıya havale et, düşmanlarından korkma.
218. O ki, seni kalktığın vakit görüyor.
218. (O’ki,) O Kerem sahibi yaratıcı ki, Ey muhterem Peygamber!. (seni kalktığın vakit görüyor.) Teheccüt namazı kılmak için uykudan uyanıp kalktığını, bütün iş ve fiilerini biliyor.
219. Ve secde edenler arasındaki dönüşünü de görüyor.
219. (Ve) Namaz kılıp, (secde edenler arasındaki) kıyam, rükû, secde için (dönüşünü de) aldığın bütün vaziyetlerini de görüyor, biliyor.
220. Şüphe yok, hakkıyla işitici, tam anlamıyla bilici O’dur.
220. (Şüphe yok ki,) Bütün mahlûkatının sözlerini, dualarını (işitici) ve bütün kullarının açıkladıklarını, gizlediklerini, açık ve gizli amellerini, maksatlarını (tam olarak bilici) olan ancak (O’dur.) o kâinatın yaratıcısıdır. Artık Ey Yüce Peygamber!. O büyük, mukaddesmabûduna tevekkülden ayrılma, bütün işlerini o yüce yaratıcıya bırak, başkalarından korkma, peygamberlik vazifeni yerine getirmeye çalış kalben ferah ol.
“Allah’a tevekkül edenin yaveri haktır”
“Nâşad gönül, bir gün olur şad olacaktır.”
221. Size haber vereyim mi? Kimlerin üzerine şeytanların iniverdiğini.
221. Bu mübârek âyetler, şeytanların nasıl ahlâksız, dinsiz kimselere musallat olduklarını bildiriyor. Gerçeğe aykırı iddialarda, ve şaşkınca harketlerde bulunan bir kısım şairlere de sapık kimselerin tâbi olacaklarını gösteriyor, îman ve iyi hal sahipleri olan, zikir ile meşgul bulunan ve kendilerine zulüm edilmedikçe intikam almaya kalkışmayan zatlar ise müstesna bir vaziyette olduklarını, zulmedenlerin de nasıl bir felâkete uğrayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, Yüce Peygamberinin şeytani telkinlerden uzak olduğunu kuvvetlendirmek için buyuruyor ki: Ey hitap mümkün olan insanlar!. (Size haber vereyim mi?) Size hakikattan haberdar edecek, istifadenize vesile olacak açık bir surette bildireyim mi?. (Kimlerin üzerine şeytanların iniverdiğini?.) O şeytanların kimleri saptırmaya çalıştıklarını iyice anlamış olunuz.
222. Her yalancı, günahkâr üzerine iniverir.
222. O şeytanlar (Her yalancı, günahkâr) kimse (üzerine iner) bir takım sihirbazları, kâhinleri, havalarına mağlûp kimseleri yalan, yanlış telkinleriyle saptırmaya devam eder dururlar. Yoksa îman ile, irfan ile kalpleri aydınlanmış olan zatları aldatıp kendilerine tâbi kılamazlar. Binaenaleyh sahip olduğu yüce olgunluklar, hususi faziletler her türlü tasavvurların üstünde olan bir Peygamberin yanına da sokularak ona bâtıl şeyleri telkin edip duramazlar. O yüce elçinin tebliğ ettiği âyetler, şeytanın vesvesesinin eseri olmaktanuzaktır.
223. Onlar şeytanın sözlerine kulak verirler ve onların çoğu yalancı kimselerdir.
223. Ancak o yalancı, günahkâr kimselerdir ki, Evet.. (Onlar) dır ki o şeytanların sözlerine (kulak verirler) onların vesveselerini dinlerler veya o şeytanlardan dinledikleri hayalleri, vehimleri, asılsız şeyleri insanlara naklederler. (ve onların ekserisi) Tamamen (yalancı kimselerdir.) söyledikleri şeyler içinde ğerçeğe uygun olanları bulunmaz. Gerçekte şeytanların telkinlerine kapılan kimseler içinde bazıları da vardır ki, bütün sözleri doğru olabilir. Fakat bu sözleri de yine halkı aldatmak, kendilerini doğru sözlü göstererek onun içinde kendi bâtıl kanaatlerini, aldatıcı sözlerini halka aşılamak içindir. Mamafih onların bir takımı da vardır ki, şeytanlar, cinler adına söz söylerler, onlardan almadıkları sözleri de onlara isnât ederler, şahsi menfaatlerini temin için halkı aldatıp dururlar. Artık o gibi kimselerin sözlerine karşı çok ihtiyatlı bulunmak icabeder.
224. Şairlere gelince onlar da sapıklara tâbi olurlar.
224. Yüce Peygamberin bütün beyanatı ise birer hakikattir, birer ilâhi vahye, Allah’ın ilhamına dayanmaktadır. Onun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim haşâ, şeytanların; kâhinlerin atmakta oldukları bâtıl şeyler kabilinden değildir. Ve şiirden, hayal kabilinden, gerçeğe uymayan açıklamalar kabilinden -haşâ-, değildir. (Şairlere gelince onlara da sapıklar tâbi olurlar.) Hayallere kapılanlar, samimiyet dairesinde hareket etmeyenler onların arkalarına düşer, onları takdir eder dururlar.
225. Görmez misin ki, onlar her vadide şaşkıncasına yürür dururlar.
225. (Görmez misin ki, onlar) O şairler (her vadide) çeşitli mevzularda (şaşkincasına yürür dururlar) ciddiyetten, doğruluktan ayrılırlar, dilediklerini metheder ve dilediklerinikötülemeye çalışırlar. İçki gibi, şehvetli hareketler gibi şeyleri methederek halkı eğ1enceye sevketmek isterler. “Şiir” : Lügatte ince bir bilgi demektir. “leyte şi’ri” tabiri “keşke bilgim olsa idi” yerinde kullanılır. Istılahta: Vezinli, kafiyeli olan söze verilmiş bir isimdir. Şair de bu san’atın mütehassısı olan kimseye denir. “vadi” de kendisinden suların akdığı mevzi, iki dağ arasındaki açık mevzi demektir. İstilare yoluyla mezheb, tarikat, uslâf manasında da kullanılmaktadır.
226. Ve şüphe yok ki, onlar yapmayacak oldukları şeyleri söylerler.
226. (Ve şüphe yok ki, onlar) O şâirler (yapmayacak oldukları şeyleri söylerler) iftiharda bulunurlar, ne kadar muazzam kahramanlıkta bulunabileceklerini iddia ederler, kendilerine büyük kıymetler verirler, bazı faziletli durumların güzelliklerinden bahsettikleri halde kendileri o durumlarla vasıflanmaktan mahrum bulunurlar. Hayallere kapılırlar, bâtıl cereyanlara tâbi olurlar, çok büyük insan hakkında inkârcı bir vaziyet almaktan geri durmazlar. Müfessirlerin beyanına göre bu şairlerden maksat, peygamber zamanında bir takım müşrik şairler idi ki, onlar Resûl-i Ekrem’in aleyhinde söz söyler, halkı müslüman olma şerefinden muhrum bırakmak isterlerdi. Hübeyretübnü Veheb, Ümiyyetübnü Elbisselet, bu cümledendir. Bunların İslâmiyet aleyhindeki şiirlerini bir takım sapık kimseler de dinleyerek etrafa yaymağa çalışırlardı.
227. Ancak îmân edenler ve güzel amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokca zikiredenler ve zulüme uğradıktan sonra öclerini alanlar müstesnâ. Ve o kimseler ki, zulüm ettiler, nasıl bir dönüş mahalline yuvarlanıp gideceklerini yakında bileceklerdir.
227. Allah Teâlâ Hazretleri müslüman şairleri ise onlardan istisnâ o seçkin şairlerin vasıflarını beyan için buyuruyor ki: (Ancakîman edenler) Dini İslâmı kabul eyleyenler, (ve salih salih amellerde bulunanlar) dinî vazifelerini yerine getirmeğe çalışanlar (ve Allah’ı çokca zikreyeleyenler) Cenab-ı Hak’kın kudret azametini, ihsan ve keremini daima hatırlayıp duranlar (ve zulme uğradıklarından sonra öclerini alanlar) bir takım zalimlerin hücumlarına, fena lakırdılarına uğradıkları için karşılıklı hücumda, kendilerini müdafaada bulunanlar (müstesnâ) dırlar. Bu gibi dine kavuşmuş, hakka hizmet eden, haklarını müdafaya mecbur olan şairler, öyle din ve fazilet düşmanları olan şairler gibi değildirler. Bu İslâm şairlerini İslâm nazarından seçkin bir mevkileri vardır. İşte Hassân İbni Sabit, Keab İbni Mâlik, Abdullah İbni Revâhe gibi ashab-ı kiramdan olan şairler bu yüce topluluktan bulunmuşlardır. Bu gibi seçkin İslâm şarilerinin manzumeleri, Cenab-ı Hakkı birlemeye, Resûl-i Ekrem’i yüceltmeye aittir, hikmetli öğütleri içermektedir, halkı fazilete, ibadet ve itaate teşvik etmektedir. Ahlâksız hallerden sakınılmasını tavsiye eylemektedir, İslâm kuvvetini artırmaya, İslâm milietinin yücelmesini temine ait teşvikleri kapsamaktadır. İşte bu gibi muhterem şairler, pek güzel övgülere, feyizlere ulaşırlar, Evet.. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hassan’e hitaben buyururdu ki: “söyle Ruhulkudüs seninle beraberdir. Hassan Radiallahu anh için Peygamber mescidinde bir minber tâyin edilmişti. Orada oturur, Resûl-i Ekrem aleyhinde söz söyleyen kâfirleri hicveder. O kâfirler yerici mahiyetteki manzumelerini okurdu. “Şair oldur ki anın kalbine Hassan gibi” “Nefhai Ruhulen eyleye İlkayı Suhan” Şiir, meşru konuları kapsayıcı olmak şartiyle mübahtır, övülmüştür.
Nitekim bir hadis-i şerifte ( Şüphesizşiirde hikmet vardır) buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de şu mealdedir. Şiir, bir sözdür, güzel olanı da vardır, çirkin olanı da vardır. Artık sen güzelini al, çirkinini bırak. Bilginlerden Şa’bi Merhum demiştir ki: Hz. Ebubekir de, Hz. Ömer de Hz. Ali de şiir söylerler idi. Hz. Ali, bunların arasında en güçlü bir şair bulunuyordu. Radiyallahu Anhum. İşte bu mübârek zatlar gibi ediplikteki güçlerini, İslâmın güzelliklerini tasvire, insanın mükemmelliklerini yüceltmeye sarfetmeyerek, insanların ahlâkını bozmaya çalışanlar, haddızatında zalim, bozguncu kimselerden başka bir şey değildir. Artık onlar da o kötü hareketlerinin elbette cezasına kavuşacaklardır. Evet.. (Ve o kimseler ki, zulüm ettiler) İslâmiyete düşman kesildiler. Hz. Peygamberin aleyhinde söz söylemek alçaklığında bulundular, insanların haklarına tecavüzde bulunmak cinayetini işlediler, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini tefekkürde bulunmadılar, artık öyle kimseler de ileride (nasıl bir inkılâp mahalline yuvarlanıp gideceklerini yakında) ölür ölmez hemen (bileceklerdir.) Ahiret âleminde öyle hayal ettikleri gibi bir selâmete, kurtuluşa kavuşamayacaklardır. Bilakis büyük bir felâkete, ebedî azaba uğrayacaklardır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!. Artık her insan için lâzımdır ki, daha dünyada iken hayatını tanzim, ruhunu dinin nuruyla aydınlatarak güzel güzel ameller ile istikbalini temin etmeye çalışsın. Ve başarı, Allah’tandır.
Şuara Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Ancak son dört âyeti Medine-i Münevverede inmiştir, ikiyüz yirmi yedi âyeti celîleden meydana gelmektedir. Bu mübârek âyetlerde Resûl-i Ekrem’e teselli verilmektedir, bir takım inkârcıların kötü âkibetlerine işaret buyuruyor, Cenab-ı Hak’kın muazzam kudret eserlerine dikkatleri çekiyor. Musa Aleyhisselâm’ın Firavun ile olan tartışmasını, sihirbazların mağlûp olup îman şerefine eriştiklerini, müminlerin selâmet sahasına erip düşmanlarının ise Allah’ın kahrına uğradıklarını bildiriyor. Bu sûrei celîle, İbrahim, Nuh, Hud, Salih, Lût, Şüayb Aleyhimüsselâtü Veselâm’ın da kıssalarını, ümmetlerini aynı surette aydınlatıp, ikaz ve irşada çalışmış olduklarını ve onların pek yüce tebliğlerini tasvir buyuruyor, bu tebliğ1ere, tavsiyelere karşı muhalif vaziyetler almış olanların da müthiş âkibetlerini bir uyanma vesilesi olmak üzere beyan buyurmaktadır. Son Peygambere de nasıl yüce bir semâvi kitabın inmiş olduğunu ve o yüce Peygamberin de ne kadar iyilik sever bir surette insanlığı aydınlatmaya, dinî hakikatlerden haberdar etmeğe çalıştığını gösteriyor. Şeytani vesveselerin düşkünü olan bir takım şairlerin de kötü hareketlerini gözler önüne sererek mümin, salih zatların ise müstesnâ bir mevkide bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Bu münasebetle de bu mübârek sûreye “Şuara Sûresi” adı verilmiştir. Hikmet dolu Kur’an’ın ise asla şiir kabilinden olmayıp ilâhi vahye dayanan en kutsî bir kitap olduğuna işaret buyurulmaktadır.
1. Ta, Sin, Mim
1. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in yüceliğini bildiriyor, Resûl-i Ekrem’in de bir takım dinsizler yüzünden ne kadar üzülmüş olduğunu gösteriyor. Cenab-ı Hak’kın da dilemiş olsa o dinsizleri zorla îmana sevkedeceğini anlatıyor ve o dinsizlerin de herhangi bir öğütten kaçındıklarını beyan ve bunun neticesinde korkunç bir âkibete kavuşacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ta, Sin, Mim) Bu âyeti kerime, müfessirlerin çoğunluğuna göre bu sürenin ismidir. Katade’ye göre de Kur’an-ı Kerim’in isimlerindendir. İbni Abbas Radiallahu anhdan bir rivayete göre de bu, Allah’ın isimlerindendir. Daha doğrusu bu, müteşabihattandır, Yüce Allah ile Resûl-i Ekrem’i arasında bir şifre durumundadır, bununla yüce Peygamher muhatap olduğundan elbette bununla Allah’ın maksadının ne olduğunu o bilir. Biz bunun manâsını Allah’ın ilmine havale ederiz. Mutasavvıflardan bazılarına göre bu, Resûl-i Ekrem’e şöyle bir hitaptır: “Ey kalplerin tabibi!. Sırların sırrı!. Seçkin Muhammed!. Sallallahu Aleyhi Vesellem. Diğer bir görüşe göre de: Ta, ariflerin kalplerindeki neş’e ve sevince işarettir. Sin, muhabbet dostlarının çoşkunluğuna, manevî zevkine işarettir. Mim de: Müridlerin yakarışına, dua ve niyâzına işarettir. Diğer bir bakımdan da Resûlullah’a hitaben şöyle bir iltifatta bulunulmuş demektir: “Ey ebedî saadete, sonsuz mutluluğa tâlip olan, ve ey insan tabiatının kirlerinden yarattığı temiz olan, ve ey sırrı ve gizli fikri, dünyevî irtibatlardan korunmuş olan ve ey birlik şenliğini bozan ahlak dışı eserleri mahveyleyen zat!.”
2. Bu, gayet açıkça bildiren kitabın ayetleridir.
2. (Bu) gibi harflerden meydana gelen bu yüksek sûrei celîle Bundaki kutsî âyetler, (gayet açıkça bildiren) dinî hükümleri tam bir açıklıkla telkin eden, hak ile bâtılın arasınıayıran, bir söz mucizesi olduğu açıkça görülen (kitabın) hakikati beyan eden Kur’an’ın (âyetleridir) o semavi kitabın içerdiği pek edebi açıklamalar cümlesindendir. Artık böyle apaçık bir vahdaniyet delili, gözler önünde parlayıp dururken herkes ondan hakkıyla istifadeye çalışmalı değilmidirler?.
3. Sen, mümin olmayacaklar diye neredeyse, kendi nefisini helâk edeceksin!
3. Ey Yüce Resûl!. Sen böyle apaçık bir kitabt halka tebliğ ile Peygamberlik vazifesini yerine getirmekte bulunuyorsun, artık sen mâzursun, fazla üzüntü ve kedere düşmeğe hâcet yok. Halbuki: (sen) kavmin (mümin olmayacaklar) bu Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmeyecekler (diye ihtimâlki, kendi nefsini helâk edeceksin) o derece üzüntülü bulunuyorsun. Halbuki, sen haysiyetliliğini göstermiş, kavmini ıslaha, irşada çalışmış, pek büyük bir iyilikte bulunmuş bir Peygambersin. Buna rağmen onlar, îmandan, tasdikten mahrum kalırlarsa elbette bütün mesuliyet, kendilerine aittir. “Bâhi,” lügatte canlıyı boyun kemiğindeki ak iliğine varıncaya kadar boğazlayan kimse demektir, fazla öldüren, helâk eden yerinde kullanılır.
4. Eğer dileyecek olsak üzerlerine gökten bir mucize indiririz de artık ona boyunları eğili kalmış olurlar.
4. Evet.. Üzülmeye, hasret çekmeye lüzum yok (Eğer dileyecek olsak) o îmandan kaçınanların îmana gelmelerine Allah’ın iradesi teallük etmiş olsa (üzerine gökten bir âyet) onlara îmana mecbur edecek zorlayıcı bir alâmet, helâk edici bir hâdise (indiririz de artık ona boyunları) mecburiyetle (eğili kalmış olurlar) Peygamberlerinin emirlerine zaruri olarak boyun eğmeğe başlarlar. Nitekim Firavun ile yardakcıları hakkında denizlerin yarılması suretiyle böyle bir felâket yüz göstermiş, onlar da canlarının korkusundan dolayı ister istemez Hz. Musa’yı tasdik etmeğe başlamışlardı. Neyazık ki, artık vakit geçmiş, öyle zora dayalı bir îman, Allah katında kabule lâyık bulunmamıştır.
5. Onlara Rahman tarafından yeni bir öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.
5. (Onlara) O kâfirlere (Rahman tarafından) haklarından nice nimetleri, merhametleri bulunan Kerem sahibi mabût katından (yeni bir mevize) Kuran’ın yeni yeni âyetleri, öğütleri (gelmez ki, illâ) gelince (ondan kaçınır bir halde olmuşlardır.) O kendi menfaatleri için kendilerine verilen nasihatları, ihtarları dinlemezler, ondan yüz çevirirler. Onlar, öyle îmana yaklaşmaz, inatçı, inkârcı kimselerdir.
6. Muhakkak ki, yalanladılar. Artık kendisiyle alay edip durduktan şeyin haberleri kendilerine yakında gelecektir.
6. İşte böyle ahlâki alçaklıklarından dolayı (muhakkak ki,) Kur’an-ı Kerim’i, onunla nasihatta bulunan Resûl-i Ekrem’i, onun pek iyilik sever tebliğlerini (yalanladılar) onunla mücadelede bulunmak cinayetini işlediler. (Artık kendisiyle alay edip durdukları şeyin haberleri) pek büyük cezaları, dünyevî ve uhrevî azapları (kendilerine yakında gelecektir.) Binaenaleyh o inatçı, kâfirce olan hareketlerinin kötü, ve müthiş âkibetine kavuşmuş olacaklardır. Elbetteki, öyle bir hakikatları, haklarındaki pek açık faideleri inkâr eden, Allah’ın kudretiyle meydana gelmiş olan eserleri görüp anlamak istemeyen kimseler böyle bir felâketten başka bir şeye lâyık olamazlar, artık onların haklarında üzülmeye mahal yok!.
7. Yere bir bakmadılar mı ki, orada her güzel çiftten ne kadar bitirmişizdir!
7. Bu mübârek âyetler, bir kısım kudret eserlerine dikkatleri çekiyor, dinsizleri uyanma dairesine davet buyuruyor, Yüce Yaratıcının ne kadar üstün sıfatlar ile vasıflanmış olduğunu bildiriyor: Şöyle ki: O ilâhi âyetleri, onlarıtebliğ eden yüce Peygamberi yalanlayan cahiller, hiç (yere bir bakmadılar mı?.) Yeryüzündeki binlerce eşsiz güzellikleri, muazzam eserleri görmediler mi?. (ki, orada) o yer sahasında (her güzel çiftten) muhtelif nevilere ayrılmış, övgüye lâyık, pek faideli ağaçlardan, bitkilerden vesaireden (nekadar) şeyler (bitirmişizdir) onların öyle büyüyüp gelişmeleri, insanların ihtiyaçlarını temine vesile olmaları birer ilâhi kudretin, birer ilâhi lütfun eseridir. Artık onları güzelce düşünüp de onları yaratan Kerem sahibi yaratıcıya kulluğa koşmalı değil midirler?.
8. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çoğu îmân etmiş kimseler olmadı.
8. (Şüphe yok ki, bunda) Böyle mükemmel, ve çeşitli olarak yaratılmış eşsiz eserlerin herbirinde (elbette bir ibret vardır) bunları yaratan yüce yaratıcının kudretindeki mükemmeliğe büyük bir alâmet mevcuttur. Bunların herbiri Cenab-ı Hak’kın kudretine, ilim ve hikmetine birer parlak delildir. Halbuki, onların insanların, Resûl-i Ekrem’in ilâhi dinî kabule davet ettiği kimselerin (çoğu îman etmiş kimseler olmadı) kendi dinsizliklerinde inat ederek sebat eder oldular, kendi iradelerini kötüye kullandıklan için öyle küfür içinde kalmaları takdir edilmiş oldu.
9. Ve muhakkak ki, senin Rabbin elbette o, çok izzet sahibidir, çok merhametlidir.
9. Ve muhakkak ki Ey Yüce Resûl!. (Senin Rabbin) Sana Peygamberlik ihsan eden, temiz kalpleri senin emrine veren, senin yüksek vasıflarını doğu ve batıya yayan (elbette o) Kerem sahibi mabûdun (çok izzet sahibidir) her irade buyurduğunu meydana getirmeğe kâdirdir, bütün kâinat üzerine galiptir. Ve o rahmet sahibi yaratıcı (çok merhametlidir) kullarına lütuf ve ihsanı daima tecelli etmektedir. Bunun içindir ki, o inkârcı, günahkâr kullarını da hemen kahr ve yoketmiyor. O büyük cinâyetlerinden dolayı kendilerini hemen hesaba çekmeyerek onlara mühlet veriyor. Artık bütün insanlık, bu büyük ihsanı düşünerek o Kerem sahibi yaratıcıya kulluğa, teşekkür etmeye koşup durmalı ve eski ümmetlerin başlarına gelmiş olan felâketlerden ibret almalı değil midirler?.
10. Ve hatırlat o zamanı ki, Rabbin Musa’ya seslenmişti ki: Zalimler olan kavme gidiver.
10. Bu mübârek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın Firavun ile kavmini ilâhî dine davetle emrolunmuş olduğunu bildiriyor. Hz. Musa’nın da kendisini yalanlayacaklarını ve lisanındaki bir ârızadan dolayı o kavmi açıkça bir şekilde irşada çalışamaycağını ve kendisine bir suç isnât edildiğini arz ile kardeşi Hz. Harun’un da kendisiyle beraber peygamberlik vazifesine tayin buyurulmasını istirham eylemiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey Peygamberlerin sonuncusu!. (hatırlat) o haktan kaçınan, seni yalanlamaya cür’et eden kimselere hatırlat (o zamanı ki; Rabbin Musa’ya seslendi) Tuva denilen mukaddes bir vâdide Cenab-ı Hak, ilâhlık şânına lâyık bir şekilde ilâhi emrini Hz. Musa’ya bildirdi. Bu da, İmamı Maturidi’ye göre Hz. Musa’nın idrâk edeceği harfler ve sesler kabilinden bir kelâm ile vuku bulmuştur. İmamı Eşari’ye göre de Allah’ın zatına muhsus olan ezeli bir kelâmdan ibaret bulunmuştur. Nitekim ahirette müminler, böyle kutsî bir kelâma ulaşacaklardır. Bu kutsal nidâ ile buyurulmuştu ki: Ya Musa!. (Zalimler olan kavme) küfür ile, isyan ile, İsrailoğulları’nı esaret altında yaşatarak onların yeni doğan erkek çocuklarını öldürmekle vakit geçiren cinayetkâr bir topluluğa, (gidiver) kendilerini îmana, insafa davet et.
11.Firavun’un kavmine ki, daha sakınmayacaklar mı?
11. Evet.. O zalim kavme, yani: (Firavun’un kavmine ki,) onlar (daha sakınmayacaklarmı?.) onlar, o kadar teaccübe lâyık olan zulüm ve kötülüğe hâlâ devam edip duracaklar mı?. Artık onlar, Allah’tan korkmaz, kendilerinin ne kadar câni olduklarını anlamazlar mı?. Bu hususu kendilerine ihtar et, onları îman dairesine, insafa davet eyle.
12. Dediki: Yarabbi! Şüphe yok ki, beni yalanlayacaklarından korkarım.
12. Musa Aleyhisselâm, bu muazzam emri alınca (dedi ki: Yarabbi!.) Ey benim hakkımda lütuf ve ihsanı, acıma ve merhameti sonsuz olan mabûdum!. (Şüphe yok ki,) o gurubun (beni yalanlayacaklarından korkarım) artık benim onlara yalnız gidişim bir faydalı olmayacak gibidir.
13. Ve göğsüm daralır ve dilim açılmaz. Artık Harun’a da risalet ver.
13. (Ve) Onların yalanlamalarından dolayı (göğsüm daralır) üzüntülü bir halde kalırım (ve dilim açılmaz) üzerime düşen Peygamerlik vazifesini hakkıyla yerine getirebilecek bir surette onların hitapta bulunamam, o üzüntü böyle bir hale sebebiyet verir. Bununla beraber deniliyor ki: Hz. Musa’nın çocukluğu zamanında ağzına almış olduğu kızgın bir taş parçasından dolayı mübârek dill zedelenmiş, konuşma kudretine bir zayıflık ârız olmuştu. Bunun için dua ederek dedi ki: Yarabbi!. (Artık Harun’a da Peygamberlik ver) Cibril-i Emin’in göndererek kardeşim Harun’u da peygamberlik şerefine kavuştur. Onunla beraber bu yüce peygamberlik vazifesini yerirle getirmeye çalışalım. Hz. Musa, aldığı emri ilâhi şükürle beraber kabul etmiş, ona boyun eğmiştir. Fakat kendisinin fasih, beliğ olan kardeşiyle desteklenmesi ve o şekilde peygamberlik vazifesini daha mükemmel bir şekilde eda edebilmesi için böyle bir temennide bulunmuştur.
14. Ve hem onlar için benim üzerimde bir suç da var. Binaenaleyh beni öldüreceklerindenkorkarım.
14. (ve) Musa Aleyhisselâm temennisine şunu da have etti. (hem onlar için) O Firavun’un kavmi için (benim üzerimde) onların zannınca (bir suç da vardır) bu da Hz. Musa’nın daha Mısır’dan çıkmadan evvel İsrailoğulları’ndan bir şahıs ile bir kıptinin tartışmada bulunduklarını görüp bir darbesiyle kıptinin ölmuş olmasından ibarettir. Nitekim bu hâdise “Kasas Sûresinde”de ayrıntılı olarak bildirilmiştir. (binaenaleyh) o kavme yalnızca gidersem, daha peygamberlik vazifemi kendilerine tebliğ etmeden (beni öldüreceklerinden korkarım) artık yarabbi!. Lütfen beni kardeşim ile kuvvetlendir.
15. Cenab’ı Hak buyurdu ki: Asla! İmdi ikiniz de bizim mucizelerimizle gidiniz. Şüphe yok biz, işiticiler olduğumuz halde sizinle beraberiz.
15. Bu mübârek âyetler de Musa Aleyhisselâm’ın güvence verilip kardeşi ile beraber elçi olarak Firavun’a gönderilmiş olduklarını ve İsrailoğulları’nın kendileriyle beraber Mısır’dan çıkmalarına müsaade istediklerini bildiriyor. Firavun’un da Hz. Musa’ya karşı minnette bulunarak ona nankörlük isnât etmek cehaletinde bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, Firavun’un kavmi tarafından kendisinin öldürülmesi ihtimalini ileri sürünce Cenab-ı Hak, bu ihtimale mahal olmadığını beyan için (Buyurdu ki: Asla!.) senin hayatına kastedemezler, öyle bir düşünceden vaz geç, imkân yok. Kardeşin hakkındaki niyâzın ise kabul edilmiştir. (İmdi ikinizde bizim mucizelerimizle) Sizin doğruluğunuzu gösteren, sizin birer Yüce Peygamber olduğunuzu kuvvetlendiren mucizeler ile Firavun’un ve kavminin yanlarına (gidiniz) onlardan hiç korkmayın (şüphe yok ki, biz işiticiler olduğumuz halde) bütün söylenilecek, yapılacak şeyleri işitir, görürolarak (sizinle beraberiz) sizi muhafaza eden, sizi o dinsizlerin fenalıklarından koruruz. Bu Hz. Musa hakkında büyük bir tesellidir ve onun muvaffakiyete ulaşması için muazzam bir ilâhi müjdedir.
16. Artık Firavun’a gidin de deyin ki: Biz şüphe yok, âlemlerin Rabbinin elçisiyiz.
16. (Artık) Ey muhterem Musa ve Harun Aleyhimesselâm!. Korkmayın (Firavun’a gidin de deyin ki: Blz şüphe yok, âlemlerin Râbbi’nin elçisiyiz) onun yüce katından insanları ilâhi dine davetle emrolunmuşuz, bizim gayemiz birdir. İnsanların hak dinî kabul ederek bir birlik oluşturmalarını temine çalışmaktan ibarettir.
17. İsrailoğullarını bizimle beraber salı veresin diye,
17. Evet.. Deyiniz ki: Ey Firavun!. Senelerden beri esaret altında tutmakta olduğun (İsrailoğulları’nı bizimle beraber salıveresin diye) bize Allah tarafından gönderilmiş bulunmaktayız. Artık o mâzlum cemaatı bırak, Mısır’dan çıkıp gitmelerine mâni olma. Rivayete göre Firavun, İsrailoğulları’nı dörtyüz sene kadar köle halinde bulundurmuştu. O zaman onların sayısı: Otuzbin altıyüz kadar imiş.
18. Firavun da dediki: Seni çocuk iken içimizde büyütmedik mi? Ve hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?
18. Hz. Musa ile Hz. Harun da Firavun’a giderek İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkmalarına mâni olmamasını teklif ettiler. (Firavun da) o teklifi reddederek (dedi ki:) Ey Musa!. (Seni çocuk iken içimizde) kendi sarayımızda (büyütmedik mi?.) seni beslemedik mi?. (Ve hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?.) Senin üzerinde bizim böyle bir hakkımız yok mudur?. Artık bizimle yüz yüze gelerek İsrailoğulları’nın serbest bırakılmasını teklif etmeniz uygun mudur?. O hakka riayet lâzım değil midir?. Bir rivayette göre Hz. Musa,Firavun’un sarayında otuz sene kadar bir müddet bulunmuştur.
19. Ve o yaptığın fiilini yapıverdin, o halde sen nankörlerdensin.
19. (Ve) Bununla beraber ya Musa!. Sen (o yaptığın fiilini) de (yapıverdin) bir kıptiyi vurdun öldürdün. (o halde sen nankörlerdensin) Biz seni senelerce kendi sarayımızda besledik, seni köle edinmedik. Buna rağmen sen İsrailogulları’nın serbest bırakılmasını istiyorsun, böyle bir teklif, uygun mudur?.
20. Hz. Musa dediki: Onu o vakit yaptım, fakat ben o zaman cahillerden idim.
20. Bu mübârek âyetler de Musa Aleyhisselâm’ın Firavun’a verdiği cevabı bildiriyor. Hz. Musa’nın Allah tarafından hikmet ve peygamberliğe ulaşmasını haber veriyor. Hz. Musa hakındaki yapılan bir iyiliğin de İsrailoğulları hakkındaki esirliğin bir neticesi olduğundan dolayı da minnete mahal bulunmadığına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Musa Firavun’un iddiasını red için (Dedi ki: Onu) o yaptığıma işaret ettiğin öldürme hâdisesini (o vakit yaptım) bunu itiraf ederim (fakat ben) o zaman (cahillerden idim) öyle bir vuruşun ölüme yol açacağını bilemezdim, o kasten yapılmış bir katil cinayeti değildir, belki bir hatadır. Maamafih o öldürülen kıpti, haksız yere bir şahsın hayatına kastetmiş gibi bulunuyordu, onu müdafaa için ve bir terbiye vermek maksadiyle böyle bir hâdise vücude gelmiştir. Bu, bir mazeret teşkil edebilir.
21. Vaktaki sizden korktum, artık sizden firar ettim, imdi Rabbim bana hikmet verdi ve beni Peygamberlerden kıldı.
21. Ve Ey Firavun!. (Vaktaki sizden korktum) o bir hata eseri olan hâdiseden dolayı benim hayatıma kastedeceğinizi düşündüm. (artık) canımı kurtarmak için (sizden firar ettim) Cenab-ı Hak’kın korumasına sığındım (İmdiRabbim bana hikmet verdi) bana ilim ve anlayış ihsan etti, beni hikmete ve fazilete kavuşturdu (ve beni Peygamberlerden kıldı) binaenaleyh ben Allah’ın dinini halka tebliğ ile emrolundum. Artık sen, ne yapmak istiyorsan yapmaya çalış, ben senden asla korkmam, beni kerim olan Rabbim şimdiye kadar korumuş ve himaye etmiş olduğu gibi bundan sonra da korur, ve himaye eder.
22. Ve o da bir nimettir ki, benim başıma kakıyorsun, İsrailoğullarını köle edinmiş olduğundan dolayıdır.
22. (Ve) Ey Firavun!. (o da) beni bir müddet sarayında bulundurduğunda öyle (bir nimettir ki) onu (benim başıma kakiyorsun) o (İsrailoğulları’nı köle edinmiş olduğundan dolayıdır) eğer sen onları köle edinmeseydin, onların dünyaya gelen erkek çocuklarını öldürmese idin ben de öyle bir korkudan dolayı denize atılmazdım, senin sarayına alınarak bir müddet korunmuş olmazdım, kendi ailem arasında yaşar, şimdi böyle bir minnete maruz kalmazdım. Artık benim hakkımda öyle bir müddet sarayında kalmam, haddizatında bir nimet değildir. Belki kendilerine mensup olduğum İsrailoğulları hakkındaki zulüm ve adaletten kaçınmanın bir neticesi olmuştur. Eğer böyle olmasa idi ben senin himayende bir müddet bulunmadan uzak bulunmuş olurdum. Diğer bir görüşe göre de Ey Firavun!. Sen İsrailoğulları’nı kendine köle yaptın, onların mallarını ellerinden aldın, bana da işte o mallardan harcamış bulundun. Artık benim hakkımda senin bir nimetin, bir terbiye hakkın yoktur. Benim terbiyem, kavuştuğum nimet, kendi validem, kendi kavmim tarafındandır, seninki bir kuru isimden ibarettir. Binaenaleyh bana minnete bulunup durma.
23. Firavun dediki: Âlemlerin Rabbi nedir?
23. Bu mübârek âyetler, Hz. Musa ile Firavun arasında cereyan eden bir konuşmayı bildiriyor. Allah’ın Rablığının bütün kâinatıkuşatmış olduğunu tebliğ buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, Rabbim bana hikmet, Peygamberlik ihsan buyurdu deyin (Firavun) suale kalkışarak (dedi ki:) Ya Musa!. (âlemlerin Rabbi nedir?.) Kendisinin elçisi olduğunu iddia ettiğin Rabbin nasıl şeydir, öyle bir Rab mevcut mudur?.
24. Musa Aleyhisselâm da dediki: Göklerin ve yerin ve bunların arasında bulunanların Rabbidir, eğer siz yakinen bilir kimseler oldunuz iseniz.
24. Bütün kâinat, O yüce Rabbin varlığına şahitlik ettiği, Firavun’un vicdanı da öyle Kerem sahibi bir yaratıcının varlığını inkâra güç yetiremeyeceği halde yalnızca bilmemezlikten gelir gibi görünerek âlemlerin Rabbinin neden ibaret olduğunu sual eden öyle inkârcı birine cevaben Musa Alyehisselâm da (Dedi ki:) o yüce Rabbi (göklerin ve yerin ve bunların arasında bulunanlarm Rabbidir) bütün bu varlıklar, o ezeli yaratıcının birer kudret eseridir. (eğer siz yakinen bilir kimseler oldunuz iseniz) Eşyanın hakikatları güzelce anlayabilmek kabiliyetine sahip bulunmuş iseniz, Cenab-ı Hak’kın bu Rabliğini de, onun kâinatın yaratıcısı olduğunu da anlamanız icabeder. Biz yaratıklar, âlemlerin Rabbi’nin mahiyetini bilip tâyin etmeğe muktedir ve onunla mükellef değiliz, biz onun mukaddes varlığına, kudret ve yüceliğine şahitlik eden sonsuz yaratılış eserlerini gönmekteyiz. Gözlerimizin önünde parlayan bütün bu muazzam eserler, o Kerem sahibi Rabbin Rablığı’na açıkça şahitlik ve işaret edip durmaktadır.
25. Firavun Etrafında olanlara dediki: İşitiyor musun?
25. Firavun, Hz. Musa’nın bu pek hikmetli cevabını işitince endişeye düştü, kavminin kalplerine bu cevabın tesir edeceğinden korktu. (Etrafında olanlara) kavminin eşrafından olup beşyüz kadar bulunanerkeklere (dedi ki: İşitiyor musun?.) Musa nasıl bana bir cevapta bulunuyor?. Benim Rabliğimi inkâr ediyor, bizzat mevcut olan gökleri, yerleri vesaireyi bir Rabbin, eseri sanıyor.
26. Musa Aleyhisselâm da dediki: O, sizin Rabbinizdir ve sizin evvelki atalarınızın Rabbidir.
26. Musa Aleyhisselâm da, Firavun’un öyle materyalist olan bir kâfirin hayretine, ahmakça lakırdısına mahal olmadığına işaret için (dedi ki:) Ey Firavun. O Àlemlerin Rabbi (sizin) de (Rabbinizdir ve sizden evvelki atalarınızın) da (rabbidir) sizlerin bizzat mevcut olmayıp birer yaratılış eseri olduğunuz açık değil midir?. Siz, varlığınızın kendinizden olup başkasına ihtiyacınızın olmadığını iddia edebilir misiniz?. Sizlerin sonradan meydana geldiği bilinmektedir, o halde nasıl olur da Rablik iddiasında bulunabilirsiniz?. Nedir sizdeki bu cehalet, bu inkâr!.
27. Firavun da dediki: Size gönderilmiş olan elçiniz, şüphe yok ki, elbette bir mecnun dur.
27. Hz. Musa’nın bu pek susturucu olan hitabına rağmen o inkârcı Firavun yine küfründe ısrar ederek kavmine zorbalık yoluyla (Dedi ki: Size) sizin gibi akıllı olan kimselere (gönderilmiş olan elçiniz, şüphe yok ki, elbette bir mecnundur) artık o size nasıl elçi olabilir?.
28. Hazreti Musa da dediki: O, doğunun ve batının ve bunların aralarında olanların Rabbi dir. Şayet aklınızı kullanırsanız.
28. Hz. Musa da onların o alay etmelerine karşı daha açık bir şekilde cevap yererek (Dedi ki:) Ey Firavun!. O tasdik etmediğin âlemlerin Rabbi (doğunun ve batının ve bunların arasında olanların Rabbidir) bütün bu kâinat, bunlardaki enteresan ve güzel değişmeler, ışıldamalar O yüce Rabbin birer kudret eseridir. Ondan başka yaratıcı, Mabûd yoktur (eğer siz akıllıca düşünür iseniz) bu hakikatianlarsınız. Sizin sualinize karşı bundan daha uygun cevap olamaz. Bizler Allah’ın hakikatini ve mahiyetini târif ve tağyire muktedir değiliz, onun varlığı, birliği kudret ve yüceliği onun eseriyle görünüp durmaktadır. İşte gözlerimize çarpan bu kâinat safhaları da o Yüce Rabbin birer kudret eseridir, Allah olduğunun birer delilidir. Artık bundan daha münasip daha açık ne cevap olabilir?. Eğer aklınız var ise bunu takdir ederek Allah’ın Rabliği’ni tasdik etmeniz icabetmez mi?.
29. Firavun dediki: Andolsun, eğer benden başka ilâh edinmiş isen elbette seni zindana atılmışlardan kılarım.
29. Bu mübârek âyetler de Hz. Musaya karşı Firavun’un tanrılık iddiasında bulunduğunu bildiriyor. Musa Aheyhisselâmın da onu reddederek kendi iddiasının doğruluğunu, Allah’ın birliğinin sabit olduğunu isbat etmek için iki muazzam mucize göstermeye muvaffak olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm’ın ileri sürdüğü o kuvvetli delilleri, onun o azim ve sebatını Firavun görünce şiddet göstermek yolunu tercih etti. (Dedi ki: Andolsun) Ey Musa!. (Eğer) sen (benden başka tanrı edinir isen) başkasının tanrılıkla, rablıkla vasıflanmış olduğuna inanmış isen (elbette seni zindana atılmışlardan kılarım) seni de onlar gibi en korkunç en helâk edici bir zindana sevkederim. Artık en büyük bir tehlikeye, felâkete maruz kalmış olursun.
30. Musa Aleyhisselâm da dedi ki: Ben sana apaçık bir şey getirmiş olunca da mı beni zindana atacaksın!
30. Musa Aleyhisselâm da o meluna cevaben (dedi ki: Ben sana apaçık bir şey getirmiş olunca da mı?.) kendi iddiamın doğruluğunu gösteren, Rabliğin yalnız Allah Teâlâ’ya mahsus olduğuna ve onun tarafından benim elçi gönderilmiş bulunduğuna şahitlik edecek en muazzam mucizeler göstermeye harekettebulunacaksın?.. Sen öyle bir zulmün neticesini hiç düşünmez misin?.
31. Firavun da dedi ki: Haydi onu getir, eğer sen doğru söyleyenlerden isen
31. Hz. Musa’nın bu ihtarına cevaben Firavun da (Dedi ki: Haydi onu) o meydana çıkarmak istediğin hârikayı (getir) bizlere göster (eğer sen) o elçilik iddianda (sadıklardan oldun isen) durma, o harika ile davanı isbat etmiş olursun.
32. Bunun üzerine âsasını bırakıverdi, o hemen bir apaçık ejderha kesildi.
32. Hz. Musa da (bunun üzerine) Firavun’un öyle bir teklifi sebebiyle elindeki (âsasını) yere (bırakıverdi, o) âsa (hemen apaçık) müthiş bir (ejderha kesildi) Firavun’a karşı pek dehşetli bir manzara vücude getirmiş oldu. Nitekim bu mucize: Arâf ve Taha sûrelerinde de zikredilmiştir.
33. Ve elini çekip çıkardı. Hemen o, seyredenlere karşı bembeyaz kesilmiş idi.
33. (Ve) ikinci bir hârika olmak üzere Hz. Musa (elini) yakasından (çekip çıkardı: Hemen o) el (seyredenlere karşı bembeyaz kesilmiş idi) güneşin ışığı gibi etrafa parlaklık saçtı, her tarafı aydınlıklar içinde bıraktı, gözleri kamaştırır bir halde parlayıp durdu.
34. Firavun etrafındaki ileri gelenlere dediki: şüphe yok, bu elbette çok bilgili bir sihirbazdır.
34. Bu mübârek âyetler de Hz. Musa’yı Firavun’un bir sihirbaz sandığını ve onun kendilerini Mısır’dan çıkarmak isteğine inandığına ve etrafındaki ileri gelen ile müşaverede bulunduğunu bildiriyor ve reislerinin tavsiyeleri üzerine sihirbazların muayyen günde toplanmış olduklarını, insanların o topluluğa katılıp sihirbazların galip gelmeleri durumunda onlara tâbi olacaklarını söylemiş bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm’ıngösterdiği o harikaların tesiriyle kavminin îman edeceklerinden korkan Firavun (etrafındaki ileri gelenlere dedi ki:) gördünüz ya, bu gösterilen hârikalar, birer sihir eseridir, (Şüphe yok ki, bu) Peygamberlik iddiasında bulunan Musa (elbette çok bilgili bir sihirbazdır) sihir sanatını çok iyi biliyor.
35. Sizi büyüsü ile yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Artık siz ne emredersiniz?
35. Firavun, artık şaşmıştı, o etrafında bulunanlara dedi ki: Musa -Aleyhisselâm- (sizi büyusüyle) yaptığı sihirlerin tesiriyle (yurdunuzdan çıkarmak istiyor) bu sihirler yüzünden insanlar ona tâbi olacak, o suretle kuvvet bulacak, bizim yerlerimize hâkim kesilecek (artık siz ne emredersiniz?) Ona karşı nasıl bir müdafaada bulunalım?. Utanmadan Rablik iddiasında bulunan Firavun, tutulduğu büyük bir korku tesiriyle artık mevkiini unutmuş, etrafındakileri birer âmir tanımış, onların reylerine ihtiyaç göstermiş, kendisi âdeta onların idareleri altında imiş gibi bir vaziyet almıştı.
36. Dediler ki: Onu ve kardeşini alıkoy: Şehirlerde toplayıcılar yolla.
36. Etrafında bulunanlar da (dediler ki: Onu) Hz. Musa’yı (ve kardeşini alıkoy) onların haklarında yapılacak muameleyi, onlar ile tartışmayı sonraya bırak, onları hemen öldürme, haklarında başka bir muamele yapma (şehirlerde) bulunan sihirbazları (toplayıcıları yolla) onları toplayarak Mısır’a getirsinler.
37. Sana çok bilgin sihirbazlar getirsinler.
37. O toplayıcılar (sana çok bilgin sihirbazları) toplayıp (getirsinler) büyücülükte, ilimde ihtisas sahibi olan kimseleri alıp Mısır’a gelsinler, Musa ile Kardeşine karşı galip gelmeye çalışsınlar.
38. Artık sihirbazlar, belli bir günün muayyen bir vaktinde toplanmış oldu.
38. Bu tavsiye üzerine etrafa toplayıcılar gönderilmiş, birçok sihirbazlar Mısır’a getirilmişti. (Artık sihirbazlar, belli bir günün muayyen bir vaktinde) “Zine Günü” denilen kuş1uk zamanında (toplanmış oldu) iki muhterem Peygambere karşı cephe almak hazırlığında bulunuldu.
39. Ve insanlara da denildi ki: Siz de toplanıyor musunuz?
39. (Ve insanlara da denildi ki) sihirbazların toplanacakları, tartışmaya başlayacakları gün (siz) de umumi olarak (toplanıyor musunuz?.) Elbette öyle bir günde siz de toplanmalısınız.
40. Umulur ki, biz de sihirbazlara tâbi oluruz, eğer galip olanlar, onların kendileri olmuş olursa.
40. İnsanları toplamaya teşvik için şöyle de söylediler: (Umulur ki, biz de sihirbazlara tâbi oluruz) onların dinini tercih ederiz. (Eğer galip olanlar, onların) o sihirbazların (kendileri olmuş olursa) onlar, Musa ile kardeşine galip gelince artık o galip sihirbazları, rehber ediniriz. Artık Musa ile kardeşinin dinine eğilim gösterilmez. O kâfirlerin bu sözleriyle maksatları, sihirhazların dinine tâbi olmak değil belki onları bu mücadeleye fazlaca gayret göstermeğe sevketmek olmuştur. Bir görüşe göre de alay etme yoluyla denilmiş oluyor ki: şâyet sihirbaz olan Musa ile kardeşi bu mücadelede galip gelirlerse onlara tâbi oluruz. Artık buna meydan vermemek için bizim topladığımız sihirbazlar olanca hünerlerini gösteriversinler.
41. Vaktaki sihirbazlar geldi, Firavun’a dediler ki: Eğer galip olanlar bizler olursak bizim için mutlaka bir mükâfat var mı?
41. Bu mübârek âyetler de sihirbazların Mısır’da toplandıkları ve galip oldukları takdirde kendilerinin mükâfata kavuşmalarını Firavun’dan dilemiş ve ondan teminat almış olduklarını bildiriyor. Ve nihayet sihirbazlarınmağlûp olup Hz. Musa’mn gösterdiği muazzam âsa mucizesinden dolayı secdeye atılarak âlemlerin Rabbine îman ettiklerini şöylece beyan buyurmaktadır. (Vaktaki) Mısır’ın bütün etrafındaki beldelerde bulunan (sihirbazlar) Mısır’a (geldi) Firavun’un huzurunda toplandılar (Firavun’a dediler ki:) Eğer Musa ile kardeşine karşı (galip olanlar bizler olursak) galibiyet bizim taraftmızda yüz gösterirse (bizim için mutlaka bir mükâfat var mı?) Sihirbazlar, kendilerinin galip olacaklarını sanmışlardı. Ancak Firavun’un bir mükâfatta bulunmaya sevk için böyle “olursak” diye şüphe edatı ile beyanda bulunmuşlar “sen btze mükâfatta bulunmaz isen biz de arzuna hizmet etmiş olmayız”demek istemiş gibi idiler.
42. Firavun da dedi ki: Evet.. Ve o vakit elbette siz, en yakın kimselerden olacaksınız.
42. Firavun da onların bu sualine cevaben (dedi ki. Evet..) Sizin için mükâfat vardır. (ve o vakit) sizin galip gelmeniz durumunda (elbette siz) benim yanımda (en yakın bulunmuşlardansınız) benim yanımda büyük bir mevkiniz bulunmuş olur.
43. Musa onlara dediki: Siz ne atacaksanız atıveriniz.
43. Vaktaki, müsabaka meydanında toplandılar, sihirbazlar, Hz. Musaya hitaben: Sen mi meydana atacağın şeyi evvelâ atacaksın, yoksa biz mi atalım diye izin isteme nezaketinde bulundular. Hz. (Musa) da (onlara dedi ki: Siz ne atacaksanız atıveriniz) Musa Aleyhisselâm, bununla onların sihirde bulunmalarına müsaade etmiş değil, belki onların sihirlerini ibtâl ile hakkı ortaya çıkarmaya hizmet etmek gayesini temin eylemek istemiştir.
44. Hemen iplerini ve sopalarını atıverdiler ve dediler ki: Firavun’un kudreti hakkı için şüphe yok ki, elbette biz galip olanlarız.
44. Hz. Musa’nın bu teklifi üzerine sihirbazlar(hemen iplerini ve sopalarını) sihir yapmak için hazırlamış oldukları bu şeyleri yere (atıverdiler ve) cahiliye adetinde olduğu hükümdarın adına yemin için (dediler ki: Firavun’un kudreti hakkı için şüphe yok ki, elbette biz galip olanlarız) kendilerinin galibiyetlerine olan kuvvetli kanaatlerini göstermek istediler, böylece and içmiş oldular.
45. Bunu müteakip Musa da âsasını bırakıverdi, hemen o zaman o, onların uydurdukları şeyleri süratle yutar oldu.
45. (Bunu) sihirbazların o ellerindeki sihir vasıtalarını yere attıklarını (müteakip Musa) Aleyhisselâm (da) derhal (âsasını) yere (bırakıverdi, hemen o zaman o) âsa (onların) o sihirbazların (uydurdukları şeyleri) hakikatları mahiyetleri başka bir şekilde değiştirilmiş gibi gösterdikleri ipleri, sopaları: (sür’atle yutar oldu) artık onlardan bir şey meydana kalmadı, hepsi de muhvolup gitti.
46. Sihirbazlar, hemen secde ediciler olarak yere atıldılar.
46. (Sihirbazlar) Hz. Musa’nın göstermeye muvaffak olduğu bu hârikayı görünce (hemen secde ediciler olarak yere atıldı) bunun bir sihir eseri değil, bir mucizeden, Hz. Musa’nın doğruluğunu isbat eden kesin bir delilden ibaret olduğunu katiyyen anladılar. Kalplerinde parlayan îman nuru, ilâhi coşku, kendilerini böyle sür’atle kulluk secdesine sevketmiş oldu.
47. Dediler ki: Alemlerin Rabbine iman ettik.
47. Ve o scedeye kapananlar, (dediler ki: Àlemlerin Rabbine îman ettik) Kâinatın yaratıcısının birliğini, ilâhlığını tasdik eyledik.
48. Musa’nın ve Harun’un Rabbine.
48. Ve o îman şerefine kavuşan sihirbazlar maksatlarının yanlış anlaşılmaması için şunu da ilave ederek dediler ki: (Musa’nın ve Harun’un Rabbine) îman ettik. Maksadımız,bütün bütün âlemleri yoktan yaratan ve o iki zatı Peygamberlik şerefine ulaştıran ve mucizeler ile destekleyen Allah Teâlâ’yı tasdikten ibarettir. Yoksa yalan yere Rablik iddiasında bulunan Firavun’a îman etmiş değiliz. O, Rablik, ilâhlık vasfına asla sahip değildir.
49. Firavun” dediki: Ben size izin vermeden evvel siz ona iman ettiniz, şüphesiz ki, o size sihri öğretmiş olan büyüğünüzdür. Artık yakında bileceksiniz, elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlanmasına kestireceğim ve muhakkak ki, sizi toplu bir halde astıracağım.
49. Bu mübârek âyetler de sihirbazların Hz. Musa’yı tasdik ederek îmana nâil oduklarından endişeye düşen Firavun’un o zatları idam ile tehdit ettiğini bildiriyor. O zatların da bu tehdide kıymet vermeyip îmanları sayesinde Cenab-ı Hak’kın mağfiretine, manevî yakınlığına kavuşacaklarını söylemiş bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Firavun, büyük bır topluluk meydana getiren sihirbazların îman ettiklerini görünce endişeye düştü, onlara bakarak kavminin Hz. Musa’ya tâbi olabileceklerini düşündü, artık şiddetli bir tehditte bulunarak (dedi ki:) Ey sihirbazlar!. (Ben size izin vermeden evvel) siz koşarak (ona) Musaya (îman ettiniz) diğer bir kıraate göre de ona îman mı ettiniz? Demek ki, sizin ona meyliniz onunla irtibatınız, ittifakınız var imiş. Evet.. (Şüphesiz ki, o size sihiri öğnetmiş olan büyüğünüzdür) aranızdaki bir ittifaktan dolayı mağlûp oldunuz, onu galip gösterdiniz. Firavun bu sözleriyle kavmini aldatmaya çalışmış ve sihirbazların bir ciddiyet, bir basiret dairesinde hareket etmemiş oldukları hissini kavmine aşılamak istemiştir. Firavun, şiddet vererek o îman eden sihirbazlara dedi ki: (Artık yakında bileceksinizdir) bu hareketinizin cezasını anlayacaksınız (elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlamasına kestireceğim,) her birinizi sağ eli ile solayağından mahrum bırakacağım. (Ve) bununla kalmayacak (muhakkak ki, sizi toplu bir halde astıracağım) sizi idama mahkum, öyle şiddetli bir cezaya maruz bırakacağım.
50. O iman edenler de dediler ki: Zararı yok, şüphesiz ki, biz Rabbimize dönücüleriz.
50. O îman eden sihirbazlar da dinî kudretlerini göstererek Firavun’a cevaben (dediler ki) o yapacağın şeyin haddizatında bizim için bir (zararı yok) dur (şüphesiz ki, biz Rabimize dönücüleriz) bizi böyle hidayete muvaffak eden Rabbimizin manevî huzuruna gideceğiz, bu îmanımız, yarın ahiret âleminde bizim için bir saadet vesilesi olacaktır. Artık bir geçici ölümün bizce ne ehemmiyeti olabilir ki, bizi onunla tehdit ediyorsun?
51. Biz müminlerin evveli olduğumuzdan dolayı bizim için hatalarımızı Rabbimizin bağışlayacağını ümid ederiz.
51. O muhterem zatlar, bu cevaplara ilaveten şöyle de dediler: (Biz mümilerin evveli olduğumuzdan dolayı) yani: Firavun’a tâbi olanların veya bu zamanda bulunanların veya bu hârikulâde hâdisenin ortaya çıkışını müşahede edenlerin arasında ilk evvel Cenab-ı Hak’kın Rablığına, Hz. Musa’nın peygamberliğine îman etmiş kimseler bulunduğumuzdan dolayı (bizim hatâlarımızı) evvelce yapmış olduğumuz kusurlarımızı, Hz. Musa’ya karşı cephe almaya cür’et göstermiş olmamızı, (Rabbizimin mağfiret buyuracağını ümid ederiz) kerim olan Rabbimizden rica ve niyâzda bulunuruz. Artık Ey Firavun!. Sen bizi öldürsen de o bize bir zarar vermiş olmaz, belki biran evvel ahiret nimetlerine kavuşmuş oluruz. İşte müminlerdeki kalp sağlamlığı!. Onlar maddî, geçici bir hayat endişesiyle öyle Firavun tabiatlı kimselerin tehditlerine, taltiflerine bir ehemmiyet vermezler.
52. Ve Musa’ya vahiy ettik ki, Kullarım ile beraber geceleyin yürü. Çünkü, siz şüphesiz kitakibe dileceksiniz.
52. Bu mübârek âyetler de Musa Aleyhiselâmın kendisine îman edenler ile beraber Mısır’dan çıkıp gitmeleri için ilâhi vahye kavuştuğunu bildiriyor. Onların Mısır’dan çıkmaları üzerine Firavun’un da asker toplatarak onları takip ettiğini ve onların ehemmiyetsiz bir topluluktan ibaret olduklarını iddiada bulunduğunu gösteriyor. Hz. Musa ile beraberindeki zatlar sabahleyin erkenden takibe başlayan Firavun ile kavminin ellerindeki çok nimetlerden mahrum kaldıklarını, bu nimetlerin bilâhara İsrailoğulları’na intikal etmiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm senelerce Mısır’da kalmış, Firavun’u ve onun kavmini Allah’ın dinine davet etmiş ve nice mucizeler göstermişti. Fakat onlar bu dâveti kabul etmemişlerdi. Artık Hz. Musa’nın Mısır’daki vazifesi nihayete ermiş demekti. Binaenaleyh Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (ve Musa’ya vahyettik ki, kulları ile) Allah’ın dinini kabul etmiş, sana tâbi bulunmuş olan müminler ile (geceleyin yürü) Mısır’dan çıkıp yolunuza devam edin (çünkü siz şüphesiz ki, takibedileceksiniz) yani: Firavun kendi kuvvetleriyle sizi takibe başlayacaktır, onlar size daha yetişmeden siz deniz kenarına kavuşmuş olunuz.
53. Artık Firavun şehirlere asker toplayıcılar gönderdi.
53. Vaktâki: Firavun, Hz. Musa ile kendisine tâbi olanların Mısır’dan geceleyin çıkıp gitmiş olduklarını haber aldı. (Artık Firavun şehirlere) askerleri (toplayıcılar gönderdi) Hz. Musa’yı ve beraberindekileri takip edecek büyük bir askeri kuvvet toplanmış oldu.
54. Şöyle diyor ki: Şüphe yok, onlar İsrailoğulları az kimselerden ibaret bir topluluktur.
54. Firavun, kendi askerlerinin çokluğunu, Beniİsrail ise nisbeten az olduğunu iddia ederek şöyle de diyordu: (Şüphe yok, onları) o İsrailoğulları (az kimselerden ibaret bir topluluktur) biz onları takibederek cezalandırabiliriz. Bir rivayete göre İsrailoğulları altıyüz yetmiş bin kadar imişler, Firavun’un kuvvetleri ise bir milyondan bile fazla imişler.
55. Ve muhakkak ki, onlar bizi elbette çok öfkelendirmekte bulunan kimselerdir.
55. (Ve) Firavun şöyle de diyordu: (Muhakkak ki, onlar) o İsrailoğulları (bizi çok öfkelendirmekte bulunan kimselerdir) bizim hiddetimizi, kızgınlığımızı tahrik eden şeyleri yapmaktadırlar. İşte öyle ansızın Mısır’dan çıkıp gitmelerinde böyle bir hiddete, kızgınlığa sebep olmuştur. Diğer bir yoruma göre de: O İsrailoğulları bizim için muhakkak ki, çok gazap besleyicidir. Bize karşı büyük bir kin düşmanlıkları vardır.
56. Ve şüphe yok ki, bizler elbette pek uyanık bir cemiyetiz.
56. (Ve) firavun şöyle de iddia ediyordu: (Şüphe yok ki, bizler elbette pek uyanık bir cemiyetiz) âdeta demek istiyordu ki: Bizim âdetimiz, ihtiyatlı, uyanık bir halde yaşamaktır, güven üzere bulunmaktır, her ne kadar o düşmanlarımız az kimseler ise biz yine ihtiyattan ayrılmayız, o gibi fesat ateşini söndürmeğe çalışırız. Onun içindir ki, ey şehirler ahalisi!.. Sizi toplayarak o düşmanlan takibe lüzum görmüş olduk. Melun Firavun bu suretle de kendi korkusunu, içerisindeki saltanatının yok olma endişesini saklamak istiyordu.
57. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: Artık biz onları bahçelerden, ırmaklardan çıkardık.
57. Fakat Firavun’un bu sözleri, iddiaları bir hayal kabilinde idi. Artık onun belâsını bulacak zaman yaklaşmıştı. Binaenaleyh Cenab-ı Hakda buyuruyor ki: (Artık biz onları) o Firavun ile kavmini (bahçelerden ve ırmaklardan çıkardık) İsrailoğulları’nı takip sebebiyle o nimetlerden mahrum kalmış oldular.
58. Ve hazinelerden ve nimet dolu bir makamdan mahrum bıraktık.
58. (Ve) Firavun ile kavmini (hazinelerden) altunlardan, gümüşlerden, büyük servetlerden (ve nimet dolu bir makamdan) gayet güzel, gönül alıcı ikâmetgâhlardan, saraylardan, saltanat tahtlarından çıkarıp mahrum bıraktık. Kendileri denizde boğulmaya mahkum oldukları için bütün o muhteşem varlıklar bilâhara İsrailoğulları’na intikal etmiştir.
59. İşte böyle oldu! Ve bunları bu nimetleri İsrailoğullarına miras kıldık.
59. Evet.. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (İşte böyle oldu) onları o yurtlarında varlıklarından öyle acaib bir şekilde çıkarmakla çıkarmış olduk (ve bunları) bu yüce nimetleri (İsrailoğulları’na miras kıldık.) Bunlara bilâhara İsrailoğulları miras kalmışçasına sahiplenmiş oldular, Firavun’un kahrı altında bulunmaktan kurtuldular.
60. Derken Firavun ile kuvvetleri güneş henüz parlamaya başlamış iken onların İsrailoğullarının arkalarına düştüler.
60. Şöyle ki: Firavun ile kavmi, öyle bir felâkete maruz kalmak için İsrailoğulları’nı takibe karar verdiler. (Derken) daha (güneş henüz parlamaya başlaşmış iken) sabahleyin doğmaya başlayarak ışıkları etrafa dağılmakta iken Firavun ile kuvvetleri (onların) İsrailoğulları’nın (arkalarına düştüler) onlara yaklaşmakta bulundular. Artık Firavun’un da, kuvvetlerinin de mahvolacakları zaman gelip çatmıştı.
61. Ne zamanki, iki topluluk biri birini gördü, Musa’nın adamları dediki: Şüphe yok, bizler elbette yetişilmiş yakalanmışlarız.
61. Bu mübârek âyetler de Hz. Musa’nın yanında bulunan zatlar ile onları takibedenler birbirini görünce o zatların yakalanacaklarını zannederek korkmaya başlamış olduklarını, Hz. Musa’nın da Allah’ın yardımı ile selâmete ereceklerini söyleyerek o zatlara teminat vermiş bulunduğunu bildiriyor. Ve Hz. Musa’nın aldığı ilâhi vahiyden dolayı âsasını denize vurmakla denizde dağlar gibi parçalar meydana gelip yollar açıldığını, İsrailoğullarının da bu yollardan geçip selâmete erdiklerini, onları takibedenlerin ise tamamen boğulup gittiklerini haber veriyor ve bu hâdisenin fevkalâde bir mahiyette bulunduğunun, buna rağmen yine bir çoklarının îman etmediklerini, Cenab-ı Hak’kın da aziz ve rahim olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Musa Aleyhisselâm, aldığı ilâhi vahye uyarak İsrailoğulları’nı alıp Mısır’dan çıkmıştı. Firavun da bundan haberdar olunca birçok kuvvetler yanına alarak İsrailoğulları’nı takibe başlamıştı. Nihayet İsrailoğulları’na yaklaşmışlardı. (Ne zamanki,) bu (iki topluluk birbirini gördü.) Hz. (Musa’nın adamları) kendilerinden pek fazla olan düşman kuvvetlerinin öyle kendilerine yaklaştıklarından korkmaya başlayarak (dedi ki: Şüphe yok, bizler elbette yetişilmiş) Firavun ile kavmi tarafından yakalanmış (leriz.) İsrailoğulları, vaktiyle Firavun ile kavminden görmüş oldukları hakaretletin, işkencelerin tesiri altında kalmışlardı.. Bu defa da yine bir takım cezalara, felâketlere uğratılacaklarını düşünmeğe başladılar.
62. Hz. Musa da dedi ki: Asla. Muhakkak ki, Rabbim benim ile beraberdir, beni yakında selâmete erdirecektir.
62. Fakat Hz. Musa, onlara teselli verdi, teminatta bulundu, (dedi ki: Asla!.) o melunlar, size yetişemeyeceklerdir, size bir şey yapamayacaklardır. (Muhakkak ki, Rabbim benim ile beraberdir.) O Kerem sahibiRabbimin yardımı, muvaffakiyeti bana yöneliktir. (Beni yakında selâmete erdirecektir.) Beni düşmanlarıma karşı koruyacaktır. Artık korkuya lüzum yok!
63. Artık Musa’ya vahiy ettik ki, âsân ile denize vur, vurunca derhal yarıldı, hemen her parça pek büyük dağ gibi oluverdi.
63. Kısacası: Hz. Musa yanındakiler ile beraber Kulzum denizine veya Nil kenarına varmış, düşmanlan da onlara yaklaşmışlardı.. (Artık) Hak Teâlâ onlara kurtuluş çaresini gösterdi. İşte bunu beyan için Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: (Musa’ya vahiy ettik ki, Asan ile) sahiline yaklaşmış olduğunuz (denize vur) yeni bir kudret harikası müşahede etmiş olunuz. Hz. Musa da âsasını denize vurunca deniz (derhal yarıldı) İsrailoğulları’nın kolları sayısınca oniki parçaya ayrıldı. (Hemen her parça pek büyük dağ gibi oluverdi) yerinde sabit, sert bir şekilde, göğe doğru yükselmiş bir manzara teşkil etti.
64. Ötekilerini de buraya yaklaştırmıştık.
64. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Ötekilerini de) yani Firavun ile kavmini de (buraya) bu denize (yaklaştırmıştık) onlar da Hz. Musa ile İsrailoğulları’nı takip için hiç ilerisini düşünmeden denizin açılan yollarına atıldılar.
65. Ve Musa’yı ve onunla beraber olanları, hepsini kurtuluşa erdirdik.
65. (Ve Musa’yı ve onunla beraber olanları) gerek kendi kavmini ve gerek diğer îman edenleri, Evet.. (Hepsini kurtuluşa erdirdik) deniz, aldığı vaziyeti muhafaza etmiş, hiç biri bir üzüntüye uğramaksızın hepsi de kurtuluş sahiline kavuşmuş oldular.
66. Sonra Ötekilerini boğduk.
66. (Sonra ötekilerini) Firavun ile kavmini, deniz parçalarının birbirine kavuşup eski hâline dönmüş olmasiyle (boğduk) hepsini de helâke uğratmış olduk.
67. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çoğu iman etmiş kimseler olmadı.
67. (Şüphe yok ki bunda,) bu beyan olunan kıssada, Hz. Musa’dan çıkan büyük mucizelerin hepsinde, dinsizlerin başlarına gelen felâketlerin her birinde (elbette bir ibret vardır.) Tavsif edilemeyecek derecede büyük bir alâlamet, bir uyanma vesilesi mevcuttu. Allah Teâlâ’nın kudretine muhalefet edenler için de pek dehşetli ve tehdidi içermektedir. Böyle olduğu halde bir çok kimseler bundan bir ibret dersi almadılar (halbuki, onların) o eski Mısır ahalisinin veya bu kıssayı dinlemiş bulunanların (çoğu îman etmiş kimseler olmadı) böyle hârikaları gördükleri, bunların vâki olduğundan kesin şekilde haberdar bulundukları halde yine inkâra, küfre devam eder bir halde bulunmuşlardır ki, bu da en büyük bir cehalet, bir ahmaklık eseridir. Nitekim İsrailoğullar’ı da bu harikaları gördükten sonra birçokları Allah’ın birliği inancına muhalif harekette bulunmuş, buzağıyı mâbut edinmek cehaletini göstermişlerdi. Bu ilâhi açıklamalar, bizim yüce Peygamberimiz hakkında bir teselliyi içermektedir. Onun mucizelerini de gördükleri halde îman etmeyenler olmuştur. Bu inkârcı hareket, ötedenberi bir takım insanlar arasında devam ede gelmiştir. Artık Hz. Peygamberin asrındaki inkârcıların hallerinden dolayı da üzülmeye hacet yok. Kendilerinin kötü âkibetlerini onlar düşünsünler.
68. Ve şüphe yok ki, Rabbin elbette o, mutlak galiptir, merhametlidir.
68. Ey Peygamberlerin sonuncusu!.. (Ve şüphe yok ki, Rabbin elbette o) Yüce Yaratıcı (Azizdir) seni yalanlayanlardan intikam almaya kâdirdir ve o Kerem sahibi mabud (rahîmdir) kulları hakkında nimetleri pek boldur. Bu kadar âyetleri, mucizeleri gördükleri halde yine inkârlarında, isyanlarında devam edenleriheman cezalandırmıyor, kendilerine kaybettiklerini telafi edebilmeleri için bir mühlet veriyor, bu ne kadar büyük bir rahmet eseridir, artık bunu düşünerek uyanmalıdır, kıssalardan ibret almalıdır, o Kerem sahibi yaratıcının hükümlerine uymaya çalışarak ilâhi zatına şükretmeye devam etmelidir.
69. Onlara İbrahim’in de kıssasını oku.
69. Bu mübârek âyetler, İbrahim Aleyhisselâm’ın putperest pederiyle ve kavmi ile aralarında cereyan eden konuşmayı bildiriyor, o putlara tapan kimselerin sırf babalarını taklit yoluyla böyle bir sapıklığa düşmüş olduklarını gösteriyor, bu kıssa da Hz. Muhammed hakkında bir teselli mahiyetinde bulunmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, Resûl-i Ekrem’ine emir ediyor ki Habibim!.. (Onlara) O müşriklere, O sana îman etmeyen, bir kısım Mekke ahalisine (İbrahim) o muhterem Peygamberin (kıssasını da oku) onun hayatına dair bunlara haber ver. Onlar da öyle büyük bir Peygambere muhalefette bulunup durmuşlardı.
70. O vakit ki babasına ve kavmine dedi ki: neye ibadet ediyorsunuz?
70. (O vakit ki) Hz. İbrahim, kendilerini uyandırmak, ne kadar sapıklık içinde yaşadıklarını kendilerine anlatmak için O putperest (babasına ve kavmine dedi ki:) Hiç biliyor musunuz?. Siz (neye ibadet ediyorsunuz?.) Hiç o taptığınız şeyler ibadete lâyık mıdırlar?.. Bir kere düşünmeli değil misiniz?.
71. Dediler ki: Putlara ibadet ediyoruz. Onlara ibadete devam edip duruyoruz.
71. O müşrikler de cevaben (dediler ki) Biz (putlara ibadet ediyoruz) onları mabût tânıyorız ve (onlara) o putlara gündüzleri ibadete (devam edip duruyoruz.) Onların ibadetleriyle meşgul bulunuyoruz. Müşrikler, cevaplarını uzunca vermiş, âdeta o putlaratapınmakla iftihar etmiş olduklarını göstermiş bulunuyorlardı. “Zalle” kellimesi bir işi gündüzün işlemek hakkında kullanılır. “Ukûf” da bir şeye devam, etmek ve başğanmak demektir. “Akif” de bir şeye devamlı olarak yönelmiş olan, nefsini bir yerde hapsedip ikamet eden kimse demektir.
72. Dedi ki: Onlara dua ettiğinizi zaman sizi işitiyorlar mı?
72. İbrahim Aleyhisselâm da onların o bozuk görüşlerine, zararlı hareketlerine tenbih için (dedi ki: Onlara) o putlara (dua ettiğiniz) ibadette butunup yalvardığınız (zaman) onlar (sizi işitiyorlar mı?..) Duanızı duyup niyâzından haberdar olabiliyorlar mı?.
73. Yahut size bir menfaat veya bir zarar verebiliyorlar mı?
73. (Yahut) o putlar (size bir menfaat veya bir zarar verbiliyorlar mı?) ki, onlara ibadet ediyorsunuz, tâki o ibadet sayesinde onların menfaatlerine ulaşasınız veya onların zararlarından emin bulunasınız. Halbuki, onlar ne menfaat ve ne de zarar vermeğe kâdir değildirler.
74. Dediler ki: yok, biz babalarımızı böyle yapar bulduk.
74. O müşrikler de, o putların öyle işitmeğe, menfaat ve zarar vermeğe kâdir olmadıklarını adeta itiraf edercesine bir vaziyet alarak (dediler ki: yok) biz onlardan öyle bir şey görmüş, bilmiş değiliz. (Biz babalarımızı böyle) o putlara dua ve ibadet (yapar bulduk) biz de onlara uymuş bulunduk.. Demek ki: O müşrikler, bir delile, bir hikmete dayanmaksızın sırf körü-körüne bir taklit yoluyla öyle cahilce bir harekette bulunup durduklarını itiraf etmiş bulundular. İşte şimdi müşrikler de bu kabilden kimselerdir. Artık Resûl-i Ekrem üzülmesin, o kâfirler, kendi pek korkunç istikballerini düşünsünler!..
75. Dediki: Şimdi neye ibadet ettiğinizi görmüş oldunuz mu?
75. Bu mübârek âyetler de İbrahim Aleyhisselâm’ın kavmine olan ihtarıni ve Àlemlerin Rabbinden başka o mabûd edinilen şeylerin kendisince birer düşman olduklarını söylemiş olduğunu bildiriyor ve Hz. İbrahim’in kendi hakkında tecelli eden Àlemlerin Rabbinın ihsanını, tasarruflarını bir hürmet ve şükür lisanı ile ifade etmiş bulunduğunu beyan buyuruyor. Şöyle ki: İbrahim Aleyhisselâm, o kendilerine hitab ettiği putperestlerin cahilce cevaplarına karşı (dedi ki: şimdi neye ibadet ettiğinizi) ne gibi faideye ve zarara güç yetiremeyen âciz taşlara, heykellere tapıp durduğunuzu (görmüş) bakıp anlamış (oldunuz mu?.)
76. Sizin ve eski atalarınızın?
76. Evet.. O (sizin ve eski atalarınızın) tapmakta bulunmuş olduğunuz o faidesiz putları. Onları görüp mahiyetlerini düşündünüz mü?. Hiç onlar mabutluk vasfına sahip olabilirler mi?. O eski atalarımızın onlara tapınmış olmaları, sizin böyle cahilce hareketinizin doğruluğu için, bir delil olabilir mi?. Bâtıl bir şey eskiden beri işlenmiş olmakla hakka dönmüş olur mu?. Binaenaleyh siz bu taklit hususunda asla mâzur değilsinizdir. Kendinizi pek büyük bir mesuliyetten kurtaramazsınız.
77. İşte onlar, benim için şüphe yok bir düşmandır, âlemlerin Rabbi ise müstesnâ.
77. (İşte onlar) O kendilerine cahillerin tapmakta bulundukları bâtıl şeyler (benim için şüphe yok ki, bir düşmandır) yani: Onlar kendilerine tapanlar için birer düşmandır, bunların felâketlerine sebep olmuş olurtar. Artık onlara tapılır mı? Hz. İbrahim, bir hikmeti üslup ile o putlara tapanlara taşlamada bulunmuş, onları ikaza, irşada çalışmıştır. Adeta buyurulmuş oluyor ki: Her kim o putlaratapınırsa sanki düşmanlarına tapınmış gibi olur. Çünkü o yüzden bir ebedî felâkete maruz kalacaktır. Bu bir hakikattir ki, güzelce tefekkür edilince pek güzel anlaşılır. (Àlemlerin Rabi ise müstesnâ.) O benim mabûdumdur, O benim dünyada da, ahirette de nimet sahibimdir, ona ibadet, mutluluk sebebidir. İşte ey gafil insanlar!.. Siz de uyanınız da o hakiki mabûda ibadette bulunun, öyle faidesiz şeylere tapmak cehaletinde bulunmayın.
78. O Alemlerin Rabi ki, beni yarattı, elbette beni hidayete iletecek olan O’dur.
78. Evet.. (O) Àlemlerin Rabbi olan Kerem sahibi mabud (ki, beni yarattı) kudretiyle vücude getirdi. (İşte beni hidayete iletecek olan O’dur) benim dünyevî ve uhrevî selâmet ve sadetimi temin edecek zad ondan başka değildir. Yoksa kendisine tapanın duasını işitemeyen, onun hakkında bir faide ve zarar vermeğe kâdir olmayan bir şey, nasıl mabûd olabilir?. Bu apaçık bir hakikat değil midir?.
79. Ve O’dur ki, bana o yiyecek ihsan eder ve beni suya kavuşturur.
79. (Ve O’dur ki) o Kerem sahibi yaratıcıdır (bana o yiyecek ihsan eder ve beni suya kavuşturur) yani: Beni çeşitli nimetleriyle rızıklandırır. Eğer onun lütfu, müsaadesi olmasa hiçbir kimse bir nimete kavuşturamaz.
80. Ve hasta olduğum zaman bana ancak o şifa verir.
80. (Ve hasta olduğum zaman bana ancak o) merhamet sahibi yaratıcı (şifa verir) ondan başka şifa verecek yoktur. Hz. İbrahim, hastalığı nefsine, şifa vermeğe de Allah Teâlâ’ya izafe etmek suretiyle bir ahlâk güzelliğine riayette bulunmuştur. Yoksa haddizatında hastalığı veren de yine Cenab-ı Hak’tır. Bununla beraber yemek, içmek vesaire hususunda koruyucu hekimlik usulûne riayet etmeyen insanlar, kendi hastalıklarına sebebiyet vermiş olurlar. Bu cihetle dehastalık kendilerine nisbet edilir.
81. Ve O’dur ki, beni öldürür, sonrada beni diriltir.
81. (Ve O’dur ki,) O âlemlerin Rabbi’dir ki (beni öldürür) dünyada ruhumu alır, beni dünyanın musibetlerinden kurtarmış olur. (Sonra da beni diriltir.) Ahiret nimetlerine kavuşturur. Bir yüce Peygamber hakkındaki ölüm, onun ebedî bir hayata kavuşmasına, pek yüce nimetlere, tecellilere ulaşmasına sebep olacağı için İbrahim Aleyhisselâm, öldürmeyi de, diriltmeyi de Cenab-ı Hak’ka isnad etmiştir, bunların birer büyük nimet olduğuna işaret buyurmuştur.
82. Ve O’dur ki, ceza gününde benim için kusurumu affetmesini ve bağışlamasını umarım -niyaz edersem-
82. İbrahim Aleyhisselâm, âlemlerin Rabbi’nin kutsî vasıflarını şöylece de beyan ediyor: (Ve O’dur ki,) O Yüce Yaratıcıdır ki, (ceza gününde benim için kusurumu) insanlık icabı meydana gelmiş olan hatalarımı (affetmesi ve bağışlamasını) onun lütuf ve keriminden (umarım) niyâz ederim çünkü o kerem sahibi mabud, gafurdur, rahîmdir. Hz. İbrahim yüce bir Peygamber olduğu için masumdur. Fakat tevazusundaki mükemmellik ve nefsinin hazmetsinden dolayı böyle bir niyâzda bulunmuştur. Ve bu vesile ile de ümmetler için bir fazilet dersi vermiş, günahlardan kaçınma ve ilâhi mağfirete sığınılması lüzumunu ümmetlere öğretmiştir.
83. Yarabbi! Bana bir hikmet bahşet ve beni iyilerin arasına kat.
83. Bu mübârek âyetler de İbrahmm Aleyhisselâm’ın dua ederek Kerem sahibi yaratıcıdın neler temenni ettiğini bildiriyor ve kıyamet gününde insanlara temiz kalpten başka bir şeyin faideli olamıyacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. İbrahim niyâzda bulunarak dedi ki: (Yarabbi!) Ey bana ihsanıpek çok olan mabudum!. (bana bir hikmet bahşet) yani; Beni ibadet ve itaat hususunda en mükemmel dereceye eriştir veya ilâhi hükümleri hakkıyla bilmeyi nasib eyle, veya beni kulların, arasında, adilce hükme muvaffak kıl (ve beni iyilere kat) yani: Günahların büyüklerinden de, küçüklerinden de kaçınan, insani faziletlere tam anlamıyle sahip bulunan, dünyada da, ahirette de takva sahiplerine rehber olan yüce Peygamberler zümresine dahil buyur veya onlar ile benim aramı cennette cem et. Cenab-ı Hak, İbrahim Aleyhisselâm’ın bu duasını kabul etmiş “şüphe yok ki, ahirette elbette salihlerdendir” buyurmuştur.
84. Ve sonrakiler arasında benim için iyilikle anılmayı nasip kıl.
84. Hz. İbrahim yine dua ederek dedi ki: Yarabbi!. (sonrakiler arasında) benden sonra dünyaya gelecek insanlar arasında (benim için iyilikle anılmak nasip kıl) ben herkesin kabulüne, güzelce övgüsüne daima kavuşmuş olayım. Bu dua da kabul edilmiştir. Nitekim, İbrahim Aleyhisselâm bütün milletler arasında yüceltilmektedir. Kendisine muhabbet gösterilmektedir. Özellikle onun zürriyetinde olarak Peygamberlerin sonuncusu dünyaya gelmiştir, o vasıta ile de Hz., İbrahim daima iyilikle hatırlanmaktadır, kendisinin ve ailesinin selât ve selâma mazhar oldukları (kemâ salleyte ala İbrahim) “=İbrahim’e salât ettiğin gibi”, cümlesiyle beyan olunmaktadır.
85. Ve beni naim cennetinin vârislerinden kıl.
85. Hz. İbrahim duasına devam ederek, Ey Allah’ım!. (Ve beni) ahirette (naim cennetinin vârislerinden kıl) diye de niyâzda bulunmuştur. Yani: Yarabbi!. İçinde senin güzel cemaline, yüce şânına lâyık bir şekilde bakılacak olan o yüce cenneti bana lütfen nasip buyur ki, o büyük bir mutluluktan ibarettir. Böyle bir nimete kavuşmanın ancak ilâhi bir lütuf ve Allah’ın keremi ile mümkünolabileceğine işaret için burada kazanmadan elde edilen (irs) tabiri zikredilmiştir.
86. Ve babam için mağfiret buyur, şüphe yok ki o sapıklardan oldu.
86. İbrahim Aleyhisselâm, duasına şunu da have etmiştir: Yarabbi!. (Ve babam için mağfiret buyur) ona hidayet nasip et, onu îmana muvaffak kıl, o sayede onu af ve mağfirete kavuştur. (şüphe yok ki, o, sapıklardan oldu) hak yoldan çıkmış, sapıklığa düşmüş bulundu. Bir rivayete göre, Hz. İbrahim’in pederi Azer, İslâmiyeti kabul edeceğine dair muhterem oğluna vâ’dde bulunmuştu. Bu sebeple Hz. İbrahim de onun hakkında böyle dua etmişti. Bilâhara bunun tersi gerçekleşince İbrahim Aleyhisselâm da ondan uzaklaşmıştır. “Tevbe Sûresine” de bakınız!.
87. Ve İnsanların kabirlerden diriltilip kaldırılacakları gün beni mahcup etme.
87. Yine O muhterem Peygamber şöyle niyâzda bulundu: Ey Kerem sahibi yaratıcı!. (Ve) bütün insanların (kabirlerinden diriltilip kaldırılacakları gün) kıyamet gününde, o müthiş mahşer gününde (beni zelil etme) horluğa düşürme, beni halka karşı rezil etme. İbrahim Aleyhisselâm, tevazu göstermiş nefsini sindirmiş, insanlık icabı kendisinden en iyi olan terketme kabilinden bazı şeyler meydana gelebileceğini düşünmüş, bu sebeple böyle bir istirhama lüzum görmüştür. Bununla beraber bu temennislyle kendisine ait derecelerin pek yüksek olmasını da niyâzda bulunmuş demektir.
88. O gün ki, ne mal faide verir ve ne de oğullar.
88. Evet.. Yarabbi!. Beni horluğa uğratma (o gün ki) O kıyamet gününde ki, artık herhangi bir kimseye (ne mal faide verir ve ne de oğullar) isterse, malını dünyada iken hayır yollarına sarfetmiş olsun, oğulları da iyikimselerden bulunmuş olsunlar. Hiçbir kimse ahirette bunlardan bir faide göremez. Ancak, îman ile ahirete gelmiş ise o başka. O zaman dünyada iken yapmış olduğu hayır ve iyiliklerin mükâfatını görür, hayırlı evlâdının yardımına kavuşabilir. İşte bu hakikati beyan için de şöyle buyuruyor.
89. Ancak Allah’a selim bir kalp ile varan kimse müstesna.
89. (Ancak Allah’a temiz bir kalp ile varan kimse müstesnâ) yani: Kalbi şirk ve nifak hastalığından temiz bulunan kimseye gelince ona hayırlı, iyilik yoluna sarfedilmiş malları ve salih evlâdı yarın ahirette fayda verir. Binaenaleyh insanlar, daha dünyada iken kalp selâmetine, gerçek bir îmana sahip olmalıdırlar ki, istikballerinden emin olabilsinler.
“Yevme lâyenfeu da kalbi seil isterler”
“Sanma ey hâce ki, sende zer-ü sim isterler”
90. Ve cennet takva sahipleri için yaklaştırılmıştır.
90. Bu mübârek âyetler, müminleri cennetle müjdeliyor, müşrikleri de cehennem ile tehdit ediyor. Ahirette müşrikleri kınamak için nasıl müthiş bir sualin geleceğini ve onların da kendilerini saptırmış olan şeytanlar ile nasıl bir münakaşada bulunacaklarını bildiriyor ve o dinsizlerin ne gibi bir itirafta bulunmaya mecbur kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve cennet muttakiler için) yani: Küfür ve isyandan sakınanlar için (yaklaştırılmıştır) öyle mutlulardan olan zatlar, bulundukları mevkiden cenneti, ondaki çeşitli nimetleri görürler, cennet gözlerinin önünde tecelli eder durur, onların sevinçlerini, şereflerini arttırmış bulunur.
91. Cehennem de azgınlar için açılıp âşikâre kılınmıştır.
91. (Cehennemde azgınlar için) Hak yoldan çıkmış îmandan mahrum kalmış kimselere karşı(açılıp aşikâre kılınmıştır) onun şiddetli ateşleri daha ortaya gitmeden karşılarında görünmeğe başlamış, o cehennemin müthiş felâketleri gözleri önünde meydana gelip kalplerini pek ızdıraplı bir hale getirmiş olacaktır.
92. Ve onlara denildi ki ibadet ettiğiniz şeyler nerede?
92. (Ve onlara) o cehenneme sevkedilecek kâfirlere (denildi ki) yani: O kıyamet günü onları azarlamak için, küçümsemek ve kınamak için muhakkak denilecektir ki, dünyada iken kendilerine (ibadet ettiğiniz şeyler) o putlar, o size ahirette şefaat edeceklerini umduğunuz bâtıl mabûtlar, (nerede) onlar ne oldular?. Hani imdadınızâ koşmuyorlar?.
93. Allah’tan gayrı, onlar size yardım ediyorlar mı? Veya kendilerine mi yardıma çalışıyorlar?
93. Evet.. (Allah’tan gayrı) olan, öyle tanrılık mertebesine asla sahip bulunmayan o âciz, fani şeyler ne oldu? Siz onlardan menfaat bekliyordunuz, şimdi onlar (size yardım ediyorlar mı?.) sizden azabı bertaraf edebilecekler mi?. (veya) hut onlar (kendilerine yardıma çalışıyorlar mı?.) kendilerine, gelecek olan bir azabı kendilerinden def’e kâdir olabilecekler mi?. Ne mümkün!. Bu! o müşrikler için bir azarlama ve kınama sualidir.
94. Artık onlar putlar ve o azgınlar orada ateşlere fırlatılmışlardır.
94. Evet.. (Artık) şüphe yok ki (onlar) o putlar, o kendilerinden faide umulan şeytanlar, iblis tabiatlı kimseler (ve o azgınlar) o putlara tapmak şaşkınlığında bulunmuş olan müşrikler (orada) o cehennemmlerde ateşlere (fırlatılmışlardır) cehennemde defalarca yüzleri üzerine bırakılmışlardır. Evet.. Onlar öyle korkunç bir azaba maruz kalacaklardır. İstikbale ait olan bu gibi hadiseler, mutlaka gerçekleşeceğinden dolayı derhâl vâki olmuşgibi bildirilmektedir.
95. Ve şeytanın bütün orduları da o ateşe atılmışlardır.
95. (Ve şeytanın bütün orduları) İblise tâbi olan, onun gibi insanları dinden, ahlâki faziletten mahrum bırakmaya çalışan ve insan ve cin topluluğunda bulunanlar da o cehennem ateşine atılmış bulunacaklardır.
96. Ve onlar orada birbirleriyle düşmanlıkta bulunarak demiş olacaklardır ki:
96. (Ve onlar) O bâtıl mabûtlara tapanlar (orada) cehennemde (birbirleriyle düşmanlıkta bulunarak) kendilerinin cehenneme atılmalarına sebep olan bâtıl mabutlar ile, şeytanlar ile çekişerek (demiş olacaklardır ki) Eyvah biz ne kadar aldanmışız!.
97. Allah’a and olsun ki, biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz.
97. (Allah’a kasem olsun ki,) biz dünyada iken ey putlar, ey şeytanlar sizlere tapınmak suretiyle (apaçık bir sapıklık içinde imişiz) bu şimdi mükemmel anlaşıldı. Biz sapıklık içinde yaşamış olduğumuzu şimdi itirafa mecburuz.
98. Çünkü biz sizi ey putlar âlemlerin Rabbine eşit tutuyorduk.
98. (Çünkü) biz büyük bir cehalet içinde bulunmuşuz, ey Putlar!. Bâtıl mabûtlar!. (biz) dünyada iken (sizi âlemlerin Rabbine eşit tutuyorduk) siz Allah’ın en aşağı birer mahlûku olduğunuz halde sizi ibadete lâyık görme hususunda âlemlerin Rabbine eşit sanmış idik, artık şüphe yok ki pek fâhiş bir sapıklık içinde bulunup durmuştuk. Ne elem verici bir itiraf!
99. Ve bizi ancak o günahkarlar sapıtmış oldular.
99. Bu mübârek, âyetler de ahirette dinsizlerin kendi sapıklıklarını itiraf ile buna kimlerin sebebiyet verdiğini ve dosttan, şefaatciden mahrum bulunduklarını söyleyerek dünyayadönecek olsalar da îmana kavuşsalar temennisinde bulunacakların bildiriyor. Ve Hz. İbrahim’e ait kıssanın muazzam bir öğüt teşkil ettiğini ve yüce Allah’ın kudret ve yardımını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Müşrikler, kıyamet gününde kendi sapıklıklarını anlamış, pişmanlık göstermeye başlamış olacaklardır (ve) sapıklıklarına sebep olanları anlamış olarak diyeceklerdir ki: (bizi ancak o günahkârlar) o kendilerine tâbi olduğumuz reislerimiz büyüklerimiz (sapıtmış oldular) onların sözlerine baktık, izlerine düştük, o yüzden sapıklık içinde yaşamış olduk.
100. Artık bize ne şefaat edicilerden var.
100. (Artık) O sebepledir ki, bugün (bize ne efaat edicilerden var) dir ki, bize şefaatleriyle bu felâketten kurtarabilsinler.
101. Ne de yakın bir dost var.
101. (Ne de yakm bir dost var) dır ki üzülsün, bize yardım etmek arzusunda bulunsun. O cehenneme atılacaklar, ahirette müslümanlara Peygamberlerin, meleklerin, şefaat edeceklerini, onların haklarında ne kadar iyilik sever bulunduklarını görecekler, kendilerinin ise her türlü yardımdan mahrum kaldıklarını anlayacaklar, artık üzüntülerini, pişmanlıklarını bu sözleriyle de gösterip duracaklardır.
102. İmdi bizim için bir kere geriye dönüş olsa idi artık müminlerden olsa idik.
102. Ve o günahkârlar, son derece üzüntülü olmalarından mümkün olmayan şeyi temennide bulunarak diyeceklerdir ki: (İmdi bizim için bir kere) geriye dünyaya (dönüş olsa idi de) hakkımızda öyle bir müsaade bulunsa idi de (artık) biz de o şefaatlere, samimi dostlara nâil bulunan zatlar gibi (müminlerden olsa idik) Ama ne yazık ki, böyle bir temenni, büyük bir ümitsizlik ile kederin faidesiz bir neticesidir, artık kaybedileni iade etmeye imkân kalmamıştır. İşte daha dünyada iken böyle bir istikbali nazarı dikkate alarak onagöre hayatlarını tanzim etmelidirler, sonra pişmanlık faide vermez.
103. Şüphe yok ki, bunda elbette ibret vardır. Halbuki onların çoğu iman etmiş kimseler olmadı.
103. İşte Cenab-ı Hak da dikkatlerimizi bu husustaki Kurani açıklamalara çekerek buyuruyor ki: (Şüphe yok ki, bunda) İbrahim Aleyhisselâm ile kavmine ait kıssada (elbette bir ibret vardır) dinsizliğin kötülüğüne, korkunç âkibetine, dindarlığın da selâmet ve saadete vesile olacağına dair bir öğüt, bir muazzam alâmet mevcuttur. (halbuki, onların) bu kıssaya vâkıf olanların, kendilerine böyle ibret verici ksssalardan, tarihi olaylardan haber verilenlerin (çoğu îman etmiş kimseler olmadı) onlar, bu kıssalardan, haberlerden bir ibret dersi almadılar, istikballerini düşünmediler, yine küfürlerinde ısrar edip durdular. Artık haklarındaki ilâhi hüküm tecellisini beklesinler!.
104. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin elbette o, mutlak galip, merhamet sahibidir.
104. Ey Yüce Peygamber!. Sen teselli bul, o gibi günahkârların o kâfirce hallerine bakıp mahzun olma. Cenab-ı Hak’kın, onlara dünyada öyle bir mühlet vermesi, bir hikmete dayanmaktadır. (Ve şüphe yok ki, senin Rabbin elbette o) Yüce mabûdun (azizdir) kendisinin kutsî dinine muhalefet edenleri dilediği zaman azapla kahretmeye kâdirdir ve o Hikmet sahibi yaratıcı (rahimdir) öyle rahmetinin gereği olmak üzere o günahkârlara mühlet verir. Tâki, onların bazıları veya zürriyetlerinin bir kısım îman nimetine kavuşarak uhrevî azaplardan kurtulabilsinler. Bu yönüyle de ilâhi deliller tamam olmuş, artık mâzeret ileri sürülmesine imkân kalmamıştır.
105. Nuh’un kavmi de Peygamberleri yalanladılar.
105. Bu mübârek âyetler, Nuh Aleyhisselâm’ınkıssasını bildiriyor, Hz. Nuh’un kavmine olan tavsiyelerini, tebliğlerini, o kavmin de nasıl bir muhalefet vaziyeti almış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Nuh’un) o muhterem Peygamberin (kavmi) zamanındaki bütün insanların büyük bir kısmı (Peygamberleri yalanladılar) Hz. Nuh’un peygamberliğini kabul etmediler, onun peygamberliğini inkâr etmiş oldular. Çünkü bütün Peygamberler, Allah’ın dinî bakımdan bir birlik oluştururlar, onlardan binini yalanlamak, hepsini yalanlamak hükmünde bulunmuş olur.
106. O vakit ki, kardeşleri Nuh, onlara dedi ki: Sakınmaz mısınız?
106. O kavim (O vakit) yüce Peygamberleri yalanlamış oldular (ki) nesep yönünden (kardeşleri) olan ve kendi aralarından yetişmiş, ahlâki üstünlükleri kendilerince de pek iyi görülüp bilinmiş bulunan (Nuh, onlara dedi ki:) Ey kavmim!. Siz (sakınmayacak mısınız?.) Cenab-ı Allah’tan korkmayacak mısınız ki, ondan başkasına tapıyorsunuz!. Nedir sizdeki bu gaflet, bu cehalet!.
107. Şüphe yok ki, ben sizin için güvenilir bir Peygamberim.
107. (Şüphe yok ki, ben sizin için güvenilir) emanetle meşhur (bir Peygamberim) sizi irşat için Allah tarafından gönderilmiş bir memurum.
108. Artık Allah’tan kokun ve bana itaat edin.
108. (Artık Allah’tan korkun) onun mukaddes celâl ve cemalini düşünerek korku ve ürperti üzere bulunun (ve bana itaat edin) size tebliğ ettiğim tevhid inancından, kulluk vazifesinden kaçınmayın, tâki, selâmet ve saadete erebilesiniz.
109. Ve bunun karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım, ancak âlemlerin Rabbine aittir.
109. (Ve) Ben (bunun karşılığında) sizi böyle hak yoluna davetimden, sizi aydınlatmaya,irşada çalıştığımdan dolayı (sizden bir ücret istemiyorum) bir mükâfat beklemiyorum ki, öyle bir menfâat düşüncesiyle sizi irşada çalıştığıma inanarak bana bir suçlama isnat edebilirsiniz (benim mükâfatım) yerine getirdiğim peygamberlik vazifesinden dolayı kavuşacağım sevap, sonsuz lütuf (ancak âlemlerin Rabbine aittir) o Kerem sahibi mabuda mahsustur, ben sizden bir mükâfat beklemekte değilim.
110. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
110. (Artık) Ey kavmim!. Bu hususları güzelce düşünün (Allah’tan korkun) onun dinine aykırı hareketlerde bulunmayın (ve bana itaat edin) size tebliğ ettiğim ilâhî emirleri, yasakları kabul ederek gereğine göre harekette bulunun, sizin için bundan başka kurtuluş vesilesi yoktur.
111. Dediler ki: Sana îmân eder miyiz? Halbuki, sana en bayağı kimseler tâbi oluvermişlerdir.
111. Hz. Nuh’un büyük bir iyilik severlik eseri olarak tekrar tekrar kavmini takvaya, itaate davt etmesine rağmen o kendini beğenmiş, cahil, kavim (dediler ki) Ey Nuh!. Biz (Sana îman eder miyiz?. Senin bu tavsiyelerine riayette bulunur muyuz?. (Halbuki, sana en bayağı) olan ictimai bir mevkii bulunmayan fakir, zelil (kimseler tâbi oluvermişlerdir.) Artık biz onlar ile beraber aynı dîne tâbi olur muyuz?. O cahil kavim, kendilerinin maddî, fâni servetlerine, mevkilerine mağrur olarak bir kısım fakir, âdi san’atlar ile meşgul müminlere bir hakaret gözüyle bakmışlar, onlar ile aynı inancı paylaşmak istememişlerdi. Nitekim Peygamberimizin zamanındaki Kureyş müşrikleri de sahabe-i kiram arasındaki fakir zatlara bakarak onlar ile beraber olmamak için İslâmiyeti kabulden kaçınmışlardı. Halbuki, insanın şerefi, insanlığın saadeti, öyle maddî, geçici şeyler ile ayakta durmaz, bunların Allah katında bir sinek kanadı kadar bile kıymetiyoktur. Hakiki şeref ve saadet, güzel bir itikat ile ahlâki üstünlük ile mümkündür.
112. Dedi ki: Onların ne yaptıkları hakkında benim ne bilgim olabilir?
112. Bu mübârek âyetler de, Hz. Nuh’un kavmi tarafından hafife alınan müminler hakkındaki kanaatini onları kovamayacağını ve kendisinin vazifesinin neye ait bulunduğunu bildiriyor. Buna karşı kavminin de o muhterem Peygamber hakkında yapmış oldukları tehdidi beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Nuh’un kavmi, müminlerin zelil olduklarını söylemekle beraber onların bir dikkat ve düşünce neticesinde olmayıp samimiyetsiz bir şekilde îman etmiş olduklarını iddiada bulunmuşlardı. Nuh Aleyhisselâm da onlara cevaben (dedi ki: Onların) o îman edenlerin (ne yaptıkları hakkında) ne gibi bir kanaatte bulunduklarına (benim ne bilgim olabilir?.) Ben onların kalbi sırlarını bilemem onu araştırmak benim vazifem değildir. Onlar îmanlarını açıklamış, Allah’ın dinini kabul eylemiş olduklarını söylemekte bulunmuşlardır. İşte böyle görünen durumlara göre hüküm verilir, halkın gizli hallerini araştırmak icabetmez. (Biz dışa göre hüküm veririz.)
113. Onların hesabı ancak Rabbime aittir, eğer anlayabilirseniz.
113. (Onların) öyle îmanlarını gösteren ve ilân eden kimseleri (hesabı ancak Rabbime aittir) kullarının bütün açık ve gizli ruh hallerini bilmek onları amellerine, kanaatlerine göre sorgulamaya tâbi tutmak âlemlerin Rabbine mahsustur. (eğer) Ey inkârcılar!. Siz (anlayabilirseniz) sizin şuurunuz, idrakiniz var ise bu beyan edilen hakikatı anlarsınız, öyle itirazda bulunmazsınız. Ne yazık ki, eğer şuurunuz olsa idi böyle bir iddiaya cür’et etmez idiniz.
114. Ve ben müminleri kovacak değilim.
114. (Ve) Ey inkârcılar!. Şunu da biliniz ki (benmüminleri kovacak değilim) sizi kendime çekmek için o görmekten hoşlanmadığınız îman sahiplerini kendimden uzaklaştıramam. Böyle bir muamelede bulunmak, peygamberliğin şânına aslâ lâyık olamaz.
115. Ben apaçık bir uyarıcıdan başka birşey değilim.
115. (Ben apaçık) görünen delillere dayanarak (bir uyarıcıdan) Cenab-ı Hak’kın azabını haber veren, uhrevî sorumluluğu bildiren, küfür ve isyandan halkı sakındıran bir peygamberden (başka değilim) bence mevki sâhipleri olanlar ile olmayanlar eşittir. Artık zelil gördüğünüz kimseleri ben kendi yanımdan nasıl uzaklaştırabilirim.
116. Dediler ki: Ey Nuh!: Eğer vazgeçmez isen elbette taşlanmışlardan olursun,
116 . Nuh Aleyhisselâm’ın öyle hikmetli ve faziletli açıklamalarına karşı o inkârcılar, tehdide başlayarak ve öyle bir yüce Peygambere karşı sırf ismiyle hitab etmek terbiyesizliğinde bulunarak (Dediler ki: Ey Nuh!. Eğer vazgeçmez isen) sözlerine nihayet vermez bizi dîne davet eder durursan (elbette taşlanılmışlardan olursun) sen de üzerlerine atılan taşlar ile öldürülmüş kimselerden bulunursun. Senin hayatına kasdetmiş oluruz. İşte o kâfir kavim, küfürlerinde bu kadar ısrar edip durmuşlardı.
117. Nuh Aleyhisselâm dedi ki: Yarabbi! Şüphe yok ki, kavmim beni yalanladılar.
117. Bu mübârek âyetler de kavminin îmana gelmiyeceklerini anlayan Nuh Aleyhisselâm’ın îman edenlerle beraber bir selâmet sahasına kavuşmalarını Cenab-ı Hak’tan istirhamda bulunduğunu bildiriyor. O Yüce Peygamber ile ona tâbi olanlar kurtuluşa erişip dinsizlerin de boğulup gittiklerini ve bu hâdisenin büyük bir ibret teşkil ettiğini, âlemlerin Rabbi’nin de kudret ve rahmetini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Nuh Aleyhisselâm, Cenab-ı Hak’kaniyâzda bulunarak (Dedi ki: Yarabbi!. Şüphe yok ki,) kendilerini senelerce ilâhi dine davet ettiğim (kavmim seni yalanladılar) benim onları dine davetim, onlar için firardan başka bir şey arttırmış olmadı.
118. Artık benim arâm ile onların aralarını bir feth ile fethet ve beni ve benimle beraber olan müminleri kurtuluşa erdir.
118. (Artık) Ey Kerem ve hikmet sahibi olan mabûdum!. (benim aram ile onların aralarını bir feth ile fethet) aramızı tamamen ayır, herbirimizin hakkında lâyık olduğumuz şekilde hükmün tecelli etsin (ve beni ve benimle beraber olan müminleri kurtuluşa erdir.) bizi o dinsizlerin suikastinden veya onların kötü amellerinden uzaklaştır, bizi öyle sıkıntılardan kurtararak bir selâmet sahasına kavuştur.
119. Binaenaleyh onu ve onunla beraber dolmuş gemide bulunanları kurtuluşa erdirdik.
119. Hazreti Nuh’un bu duası kabul oldu. (Binaenaleyh) duası sebebiyle (onu ve onunla beraber dolmuş gemide bulunanları) müminleri ve münasip görülen gemiye alınmış olan kuşları, hayvanları (kurtuluşa erdirdik) onlar tufan felâketinden korunmuş oldular. 120. Sonra arkada kalanları boğduk.
120. (Sonra) Hz. Nuh’u ve onunla beraber olanlar kurtuluşa erdirdiğimizi müteakip (arkada kalanları boğduk) o inkârcı kavim denizin dalgaları arasında helâk olup gittiler. Bu kıssa için “Nuh Sûresi”ne de bakınız!.
121. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çoğu, îmân etmiş olmadılar.
121. Artık ey insanlar!. (şüphe yok ki, bunda) Hz. Nuh’un öyle duasında ve bir müddet mühlet vermekte, sonra da inananları kurtuluşa erdirip dinsizleri helâk etmekte (elbette bir ibret vardır) o hâdiseleri gören veya işiten kimseler için büyük bir öğüt, biruyanma vesilesi mevcuttur. (halbuki, onların ekserisi) bu gibi hâdiseleri bilen insanlardan bir çokları (îman etmiş olmadılar) yine küfürlerinde devam ederek Allah’ın kahrına lâyık bulundular. Nuh Aleyhisselâm’ın inkârcı olan kavmi, bu gibi bir azabın ilk alametlerini gördükleri halde o müthiş tarihi hadiseyi işitip bilenlerden de birnice kimseler, yine dinsizliklerinde devam etmekte, bundan ibret dersi almayıp yine îman dairesine can atmaktan uzak bulunmaktadırlar.
122. Ve muhakkak ki, Rabbi n, elbette o, mutlak galiptir, merhamet sahibidir.
122. (Ve muhakkak ki Rabbin) Ey Peygamberlerin sonuncusu!. Sana ihsanı pek çok olan, sana tâbi olanları günden güne arttıran, senin kudretini daima yükselten kerim mabûdun (elbette o) Yüce Yaratıcın (azizdir) dinsizleri helâke götürmeye, inananları da kurtuluşa eriştirmeye kâdirdir. Ve o Kerim Yaratıcı (rahimdir) kulları hakkında merhameti pek çoktur. Onun içindir ki, onları irşad ve selâmete ulaştırmak için Peygamberlerini göndermiştir. Ne yazık ki, bir çok kimseler, bu ilâhi lütfu takdir edemiyerek kendilerinin maddî ve manevî helaklerine sebebiyet venmişlerdir. İşte diğer Peygamberlere ait kıssalarda bunu göstermektedir.
123. Ad kavmi de gönderilen elçileri yalanlayıverdi.
123. Bu mübârek âyetler de Ad Kavminin kendilerini Allah’ın dinine davet eden Hud Aleyhisselâm’ı yalanladıklarını bildiriyor, o mübârek Peygamberin de onlara takva ile itaat ile emin ettiğini ve onlardan bir mükâfat beklemediğini bildirmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ad) kavmi de Nuh Aleyhisselâm’ın kavminden sonra yeryüzünde yerleşmiş, kuvvet, ve sahibi olmuşlardı. Onlar da ilâhi dine muhalif bir cephe almış, küfür içinde kalmışlardı. O kavmin ilk pederinin ismi”Ad”olduğundan kendilerine de bu isim verilmiştir. Bu kavim de kendilerine (gönderilen elçileri yalanladılar) kendi Peygamberleri olan Hud Aleyhisselâm’ın mucizelerinden yüz çevirerek onun peygamberliğini tasdik etmediler.
124. O vakit ki, onlara kardeşleri Hud dedi ki: Korkmaz mısınız?
124. (O vakit ki, onlara) nesep yönünden (kardeşleri Hud) Aleyhisselâm (dedi ki: Korkmaz mısınız?.) sizi yaratan yaratıcınızın azabını düşünmez misiniz? Ki, ona ibadet etmiyorsunuz da sizlere bir faide ve zarar vermeğe kâdir olmayan şeylere tapınıp duruyorsunuz!.
125. Şüphe yok ki, ben sizin için bir güvenilir elçiyim.
125. (Şüphe yok ki ben) Allah katından (sizin için) gönderilmiş (bir güverilir elçiyim.) bundan dolayıdır ki, sizi irşada çalışıyor, sizi bâtıl şeylere ibadetten men etmek istiyorum. Ben emrolunduğum hükümleri saklamaksızın, onlara muhalefet etmeksizin size tebliğ ediyorum.
126. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
126. (Artık) üzerime düşen bu peygamberlik vazifesi sebebiyledir ki, size (Allah’tan korkun ve bana itaat edin) demekte bulunuyorum. Binaenaleyh size tebliğ ettiğim ilâhi hükümlere riayetten ayrılmayın, ben sizden bunu istiyorum, yoksa sizden bir menfaat beklemiyorum.
127. Ve buna karşı sizden bir ücret istemiyorum, benim mükâfatını ise ancak âlemlerin Rabbine aittir.
127. (Ve buna karşı) sizi böyle Allah’ın dinine davet ettiğine karşılık (sizden bir ücret istemiyorum.) öyle bir zanna düşmeyiniz. Çünkü (benim mükâfatım) kavuşacağım sevap (ancak âlemlerin Rabbine aittir) o Keremsahibi mabûddur ki, kullarını güzel amelleri, iyilik sever hareketleri karşılığında ilâhi lütuflarına kavuşturur.
128. Siz her yüksek tepede bir alâmet bina edip eğlenir misiniz?
128. Bu mübârek âyetler de Hz. Hud’un kavmine karşı onların kavuştukları bir çok nimetleri hatırlatarak onların zalimce ve inkârcı şekildeki hareketlerini kınamış ve kendilerini uhrevî azap ve tehdit etmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Ad kavmi!. (Siz her yüksek tepede) her yüksek mekânda veya iki dağ arasındaki geniş bir yolda (bir alâmet) kendi kuvvet ve servetinizi gösterecek bir nişan, bir işaret (bina edip) yoldan geçip gidenler ile (eğlenir misiniz?.) Bu ne kadar ahlâaka aykırı bir muamele!. O kavim, yaptıkları o muhteşem binalarıyla iftihar ederlermiş ve o binaların önünden geçip Hud Aleyhisselâm’ı ziyarete gidenler ile eğlenip alay ederlermiş.
129. Ve bir takım sağlam köşkler de ediniyorsunuz. Sanki daimî kalacaksınız?
129. (Ve) Ey öyle maddî bir varlıkla iftihar eden kavim!. (bir takım sağlam köşkler de) veya kal’alar da yahut havuzlar da (ediniyordunuz) öyle sağlam eserler de vücude getiriyorsunuz, bunlar ile iftihar ediyorsunuz (sanki) dünyada (daima kalacaksınız?.) hiç ölmeyip onlardan mahrum kalmayacaksınız?. Bu ne derece gaflet!. Boş bir ümit!.
130. Ve şiddetle tutup yakaladığınız zaman, zorbalar olarak şiddetle yakalamış oldunuz.
130. (Ve) Ne kadar kötü bir harekettir ki, ey kavim!. Siz bir kimseyi (şiddetle tutup yakaladığınız zaman) yani: Her hangi bir düşmanınız! Döğmek veya öldürmek için yakalamak istediğiniz zaman siz acıma ve merhametten mahrum (zorbalar olarak) o kimseyi (gılzetle) şiddetle (yakalamış oldunuz)sizin bu muamelenizde bir terbiye etme kasdi bulunmaz, bunun âkibeti düşünüp dikkate almış olmazsınız.
131. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
131. (Artık) uyanın, durumunuzun kötülüğünü düşünüp (Allah’tan korkun) öyle zalimce hallerde bulunmayın (ve bana itaat edin) size tebliğ ettiğim şeylere riayette bulunur, o sizin için en faidelidir.
132. Ve o zâttan korkunuz ki, bildiğiniz şeylerle size yardım etti.
132. (Ve) Ey kavim!. (o zattan) O Kerem sahibi yaratıcıdan (korkunuz ki, bildiğiniz şeyler ile) ellerinizde olan çeşitli nimetler ile (size yardım etti) bu, sizce de bilinen bir hakikattir.
133. Size davarlar ile ve oğullar ile yardım etti.
133. Evet.. Ey kavim!. O âlemlerin Rabbi (Size enam ile) at, deve, koyun, sığır gibi kendilerinden istifade ettiğiniz dört ayaklı hayvanlar ile (ve oğullar ile yardım etti) o ehli hayvanlardan faidelenirsiniz ve oğullarınızdan yardım görürsünüz. Bunlar ne büyük birer nimet!.
134. Ve bağlar ile ve ırmaklar ile yardım etti.
134. (Ve) O Kerem sahibi yaratıcı size (bağlar ile ve ırmaklar ile) de yardım etti, bağlardan, bostanlardan ihtiyacınızı temin edersiniz, ırmaklar ile bağlarınızı, bahçelerinizi sularsınız, sularından içer, istifade edersiniz. Artık bu kadar çeşitli nimetlerin değerini bilip bunları size ihsan buyurmuş olan Yüce Yaratıcıyı birleyip kutsamakla O’na şükürde bulunmanız icabetmez mi?. Siz ise bunun aksini tercih etmiş bulunuyorsunuz.
135. Şüphe yok ki, ben sizin üzerinize pek büyük bir günün azabından korkarım.
135. Ey inkârcı, nimete karşı nankörlükle vasıflanmış kavim!. (şüphe yok ki,) Siz nâilolduğunuz nimetlerin değerini bilmez, şükrünü yerine getirmez, durumlarınızı düzeltmeye çalışmaz, böyle inkârcı bir halde yaşar iseniz (ben sizin üzerinize pek büyük bir günün azabından korkarım) öyle bir azaba dünyada da, ahirette de mâruz kalırsınız. Çünkü nimete nankörlük, azabı ve nimetin yok olmasını gerektirir. Ne hayırlı bir tavsiye.
136. Dediler ki, öğüt versen de veya öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir.
136. Bu mübârek âyetler de Hud Aleyhisselâm’ın nasihatlarını kabul etmeyen kavmin o yüce Peygambere karşı ne gibi bir inkârcı iddialarda bulunmuş olduklarını bildiriyor, nihayet o kavmin o yalanlamaları yüzünden helâke uğramış olduklarını ve Cenab-ı Hak’kın da kudret ve rahmetini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ad kavmi, Hz. Hud’a (Dediler ki:) sen bize (öğüt versen de) bizi korkutsan da, bizi men’e çalışsan da (veya öğüt verenlerden olmasan da) hiç bize nasihat verebilecek kimselerden olmasan da (bizce birdir) çünkü biz kendi kanaatimizi, kendi hareketimizi değiştirmeyiz.
137. Bu, evvelkilerin âdetinden başka bir şey değildir.
137. Ve o kavim, şöyle de dediler: (Bu) Senin bize din adına tebliğ ettiğin şey (evvelkilerin) eski kimselerinde (âdetinden başka bir şey değildir) onlar da böyle şeyleri ona-buna telkin eder dururlardı. Yahut demiş oluyorlardı ki: Bu bizim üzerinde bulunduğumuz din, eski kavimlerin de dinleri, âdetleri idi, biz de onlara uymuş bulunuyoruz. Artık senin tebliğ ettiğin dinî kabul edemeyiz. Veyahut demek istemişlerdi ki: Bizim üzerinde bulunduğumuz vaziyet, yaşamak, ölmek evvelkilerin de âdetidir. Bir kısmı yaşar, bir kısmı ölür bir takımı, zengin bulunur, bir takımı da fakirliğe mâruz kalır, bunlar hayat ve dünya gereğidir. Artık öğüt vererek bizleri bu gibi şeyler ile korkutma.
138. Ve bizler azaba uğratılacak da değiliz.
138. (Ve) Bununla beraber (bizler azaba uğratılacak da değiliz) yaptığımız şeylerden dolayı kimse bize azab edemez. Çünkü biz kuvvetliyiz ve yiğit kimseleriz, kendimizi müdafaa edecek belagate, ilim ve fazilet itibariyle üstünlüğe sahibiz.
139. Artık onu yalanladılar, biz de onları helâk ettik. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır ve onların çoğu îmân etmiş olmadılar.
139. (Artık) O inkârcı kavim (onu) Peygamberleri Hz. Hud’u (yalanladılar) bunda ısrar edip durdular. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: (biz de onları helâk ettik) dünyada “serser” rüzgârı ile mahv ve perişan eyledik. (şüphe yok ki, bunda) her asırdaki inkârcıları helâk etmekte ve tasdik edenleri de kurtuluşa erdirmekte (elbette bir ibret vardır) kendilerinden sonrakiler için büyük bir nasihat mevcuttur. (ve onların) o sonradan gelenlerin (çoğu îman etmiş olmadılar.) o kendilerine nakil ve hikâye edilen müthiş tarihi olaylardan, felâketlerden bir ibret dersi almadılar. Artık Ey Son Peygamber!. Sen de kavminin arasında öyle inkârcı kimselerin bulunmasından dolayı üzülme. İnsanlık silsilesinden bu gibi inkârcı hareketler daima görülmüştür. İşte Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar bunu göstermektedir. Ad kavmi için (Elhakka) Sûresine de bakınız!.
140. Ve muhakkak ki, senin Rabbin elbette o, mutlak galiptir, merhamet sahibidir.
140. (Ve) Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (muhakkak ki, senin Rabbin elbette o) Yüce Yaratıcı (azizdir) inkârcılardan, âsilerden intikam almaya onlara, azap etmeye kâdirdir ve Kerem Sahibi mabûd (rahimdir) kullarını nice nimetlere nâil buyurmaktadır. Onlara Peygamberlerin gönderilmiş, nasihatların verilmiş olması da birer ilâhi rahmet eseridir.
141. Semud kavmi de gönderilmiş olan Peygamberleri yalanladılar.
141. Bu mübârek âyetler de Semûd kavminin Peygamberlerini yalanlamış olduklarını bildiriyor. Onlara Peygamber gönderilmiş olan Salih Aleyhisselâm’ın da onları sırf Allah rızası için sakınmaya itaate davet etmiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: “Hicr” mevkiinde bulunan (Semud) kavmi de kendilerine (gönderilmiş olan Peygamberlerini yalanladı) o muhterem zatları yalan soylüyorlar sanarak onları tebliğlerini kabulden kaçındılar.
142. O vakit ki, onlara kardeşleri Salih dedi ki: Korkmaz mısınız?
142. (O vakit ki, onlara) Nesep yönünden (kardeşleri olan Salih) Aleyhisselâm (dedi ki:) Ey Allah’ın dinini kabul etmeyen kimseler!.. Siz (korkmaz mısınız?.) Allah Teâlâ’nın azabını düşünerek titremez misiniz?. Nedir bu sizdeki îmandan mahrumiyet!.
143. Şüphe yok ki, ben size gönderilmiş bir güvenilir elçiyim.
143. (Şüpe yok ki, ben size) Tarafı ilâhiden gönderilmiş (bir emin) uhdesine düşen risalet vazifesini kemali sadakatle ifaya çalışan bir (resulûm) bunun içindir ki, size icabeden ahkâmı tebliğ ve tavsiye ediyodum.
144. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
144. (Artık) Ey kavmim!. (Allah’tan korkun) onun dinine muhalefete cür’et etmeyin, sonra onun azabından kendinizi nasıl kurtarabilirsiniz?. (ve bana itaat edin) size Allah tarafından getirip tebliğ ettiğim şeylerde bana muhalif bir cephe almayınız, beni inkâra cür’et göstermeyiniz.
145. Ve onun üzerine sizden bir ücret istemiyorum, benim mükâfatını ancak âlemlerin Rabbbine aittir.
145. (Ve) Ben (onun üzerine) size getirilip tebliğ ettiğim şeye karşı peygamberlik vazifemi yerine getirme karşılığında (sizden birücret istemiyorum) bir maddî faide beklemiyorum. (benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir.) O kerim olan mâbudum, beni bu vazifemden dolayı mükâfata, sevaplara nâil buyuracaktır, ben sırf onun emrine uymak, rızasını kazanmak için size böyle dinî tebliğlerde, nasihatlarda bulunuyorum. Bu da sizin hakkınızda büyük bir iyilik severlik
146. Siz burada güvenilir kimseler olarak bırakılacak mısınız?
146. Bu mübârek âyetler de Salih Aleyhisselâm’ın kavmini ikaza çalışmış olduğunu gösteriyor, o kavmin öyle nâil oldukları çeşitli nimetler içinde daima yaşayamayacaklarını işaret buyurmuş olduğunu bildıriyor. O kavmi takvaya, itaate davet etmiş, onların yeryüzünde fesada çalışan durumunu düzeltmekten mahrum bulunan aşırı kimselere tâbi olmamalarına tenbih buyurmuş bulunduğunu beyan buyuruyor. Şöyle ki: Hz. Salih, kavmine dedi ki: (Siz burada) Bu yurdunuzda (güvenilir kimseler olarak) bir takım felâketlerden, facialardan korunmuş bir halde bulunarak (bırakılacak mısınız?.) siz ki, Cenab-ı Hak’tan korkmuyorsunuz, onun emirlerine muhalefette bulunuyorsunuz, artık bir takım belalara, felâketlere uğratılmanızdan nasıl emin olabilirsiniz?. Neden böyle bir âkibeti düşünüyorsunuz?.
147. Bağlarda ve ırmaklarda?
147. Evet.. Ey kavmim!. Siz Cenab-ı Hak’kın size birer nimet olmak üzere verdiği (Bağlarda, ve ırmaklarda) daimi bir surette kalacak mısınız?. Bunlardan daima istifade edip duracak mısınız?.
148. Ve ekinlerin ve tomurcukları hoş hurma ağaçlarının içinde?
148. (Ve) diğer çeşitli (ekinlerin ve tomurcukları hoş) veya birbirine bağlanmışyahut güzel, cömert (hurma ağaçlarının içinde) sürekli olarak yaşayıp bunların yok olmasını görmiyecek misiniz?. Neden bu kadar gaflet, nimete karşı nankörlük içinde yaşıyor, istikbalinizi hiç düşünmüyorsunuz?.
149. Ve dağlardan ustaca bir halde evler yontuyorsunuz.
149. Ve siz ki, ey kavmim!. Hak Teâlâ’nın size verdiği bir kuvvet ile (Dağlardan ustaca) inşaat sanatını bilen bir halde (evler yontuyorsunuz) kendinize pek sağlam ikametgâhlar hazırlayabiliyorsunuz.
150. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
150. (Artık) bu nimetlere kavuşmanızdan dolayı Cenab-ı Hak’ka şükredin, onun emirlerine muhalefette bulunmayın, daima (Allah’tan korkun ve bana itaat edin) size emir ettiğim hususlarda sözümü tutun. Çünkü benim size emir ve tavsiye ettiğim şeyler sizin faidelerinize, menfaatlarınıza aittir.
151. Ve aşırı gidenlerin emrine itaat etmeyin.
151. (Ve) Ey kavmim!. Siz (aşırı gidenlerin emrine itaat etmeyin) öyle haddi aşmış kimselerin sözlerine iltifatta bulunmayınız.
152. Öyle kimseler ki, yerde bozgunculuk yaparlar ve ıslah olmazlar.
152. Çünkü o aşırılar (Öyle kimseler) dir (ki) onlar (bozgunculuk yaparlar) muntazam şeyleri bozmaya çalışır dururlar (ve) onları, yer yüzünde hiç bir şeyi (ıslah eder olmazlar) onların âleme güzel bir nizam ve intimaz vermeğe kabiliyetleri yoktur. Bilakis onlar güzel şeyleri bozar, toplumun düzenini hezimete uğrattılar. Artık o gibi zararlı kimselere itaat edilebilir mi?. “Mizana vur görüştüğün ahbabı elhazer” “Rehber tasavvur eylediğin rehzen olmasın”
153. Dediler ki: Şüphe yok sen çok büyülenmişlerdensin.
153. Bu mübârek âyetler de Semud Kavminin Hz. Salih’i büyülenmiş sanarak onun da kendileri gibi bir insan olduğunu söylemiş olduklarını ve kendisinden doğruluğuna dair mucize istemiş bulunduklarını bildiriyor. Hz. Salih’in de mucize olarak istenilen garip bir deveyi taştan çıkmak suretiyle meydana getirdiğini, onun insanlar ile beraber belirli günlerde su içeceğini, ona dokunulduğu takdirde başlarına bir azabın geleceğini ihtar eylemiş bulunduğunu anlatıyor. Bu ihtara rağmen o deveyi boğazladıkları için o kavmin büyük bir azaba yakalanmış olduklarını, bu hadisenin de büyük bir ibret teşkil ettiğini, Cenab-ı Hak’kın da aziz ve rahim olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Şam ile Hicaz arasındaki “Hicr” denilen yerde bulunan Semud kavmi, Salih Aleyhisselâm’ı tasdik etmeyip (dediler ki: şüphe yok, sen çok büyülenmişlerdensin.) sana defalarca sihir yapılmış, bu cihetle aklına bozukluk gelmiş.
154. Sen başka değil, bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bir mucize getiriver.
154. Bununla beraber, (Sen başka değil, bizim gibi bir insansın) sen neden aramızda peygamberliğe sahip olmakla seçkin bulunmuş olasın?. (eğer) sen bu peygamberlik iddianda (doğru söyleyenlerden isen haydi bir mucize getiriver) senin doğru söylediğine işaret ve şahitlik etmiş olsun.
155. Dedi ki: İşte bu bir dişi devedir. Bunun için bir su içme hakkı vardır, belli bir günün su içme hakkı da sizin içindir.
155. Hz. Salih de o inkârcılara cevaben (dedi ki, işte bu bir dişi devedir) sizin talebiniz üzerine bir hârika olarak büyük bir taştan dışarı çıkmış, bu husustaki duam, Allah katında kabul edilmiştir. Şimdi (bunun için bir su içme hakkı vardır) belli bir su kaynağından bir gün o su içecektir. (belli bir günün su içme hakkı da sizin içindir) Böyle sıra ile o belirli yerdekisuyu içersiniz. Bu mübârek deve kendisine mahsus günde mevcut suyu tamamen içermiş, insanlara mahsus günde ise asla su içmezmiş.
156. Ve buna bir kötülük ile dokunmayın, sizi hemen pek büyük bir günün azabı yakalar.
156. Hz. Salih o kavme şöyle de ihtarda bulundu ki: (ve buna) bu deveye sakın (bir kötülük ile dokunmayın) onu döğmeyin, boğazlamayın, şâyet böyle bir şey yaparsanız (sizi hemen pek büyük bir günün azabı yakalar) o bir hârikadır, bir mucize numunesidir, ona hakaret derhal felâketi gerektirir.
157. Derken onu boğazladılar, sonra pişman olarak sabahladılar.
157. O kavim ise Hz. Salih’in bu ihtarına uymadılar (Derken onu boğazladılar) onu o deveyi kestiler veya kılıç ile bacağına vurup öldürdüler (sonra) bu cinayetlerinin korkunçluğunu anlayarak, kendilerinin helâkine sebep olacağını sezerek (pişman olarak sabahladılar) ne yazık ki, artık pişmanlık faide vermez olmuştu. Çünkü bunlar küfürlerinden tövbe etmiş değil, ancak başlarına bir bela geleceğinden endişeye düşmüş oldukları için öyle pişmanlık göstermişlerdir, artık tövbekâr olmuş olsalar da o tövbe kendilerini kurtaramazdı. Çünkü tövbe tayin edilen azaptan evvel olmalıdır ki, makbul olsun. “Akr” kelimesi, kesmek, yaralamak mânasınadır. Bu cinayeti içlerinden bir şahıs yapmış olsa da buna hepsi de razı oldukları için bu cinayet, o kavmin hepsine nisbet edilmiştir.
158. Artık onları azap yakaladı. Şüphe yok ki, bunda bir ibret vardır. Böyle iken onların çokları îmân etmiş olmadılar.
158. (Artık onları) Bu suikasdlerinden dolayı va’dediler (azap yakaladı) gökten gelen müthiş bir ses ile cümlesi helâk oldu. Yalnız Hz. Salih ile ona ima edenler selâmettekaldılar, Mekke-i Mükerreme’ye girerek orada ibadetle meşgul oldular. (şüphe yok ki, bunda) bu garip kıssada (bir ibret vardır) Allah Teâlâ’nın ve Peygamberlerinin emirlerine muhalefetin ne kadar fecî âkibetlere sebebiyet verdiğine dair büyük bir alamet, işaret vardır. (böyle iken onların çokları îman etmiş olmadılar.) Belki küfürlerinde ısrar edip durdular. Nihayet öyle müthiş bir helâke uğradılar. Bu kıssa için “Araf”, “Hûd” Sûrelerine de bakınız!.
159. Ve muhakkak ki, senin Rabbin elbette o, pek galiptir, pek esirgeyicidir.
159. (Ve muhakkak ki,) Ey Peygamberin en şereflisi!. (senin Rabbin, elbette o) sana sonsuz ihsanına, lütuflarına kavuşturan kerim mabûdun (pek galiptir) her şeyin üstünde hâkimiyete sahip, kudreti sonsuzdur ve o Yüce Yaratıcı (pek esirgeyicidir) kulları hakkında rahmeti pek çoktur. Onun içindir ki, öyle bütün ümmetlere Peygamber göndermiş, onları hallerini düzeltmeye davet etmiş, onlara bir uyanma müddeti vermiş, onları isyanlarından dolayı derhal helâk buyurmamıştır. Artık bütün insanlık, bu ilâhi rahmete lâyık olmaya çalışmalı değil midirler?.
160. Lût kavmi gönderilen Peygamberleri yalanladılar.
160. Bu mübârek âyetler de Lût kavminin Peygamberlerini yalanladıklarını bildiriyor. Hz. Lût’un da onları sakınmaya, itaate davet ettiğini, onlardan bir mükâfat beklemediğini söylediğini ve onların eşlerini bırakıp da erkeklere musallat olmalarının ne kadar gayrı meşru rezilce bir hareket olduğunu kavmine ihtar buyurmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Diğer kavimler gibi (Lût kavmi de) kendilerini hak dine davet, temizlik yoluna göndermek için (gönderilen Peygamberleri yalanladılar.) onların risaletini tasdik etmeyip onlara muhalefetden geri durmadılar.
161. O vakit ki, onlara kardeşleri Lût dedi ki: Korkmaz mısınız?
161. (O vakit ki, onlara) Bir beldede oturma ve evlilik itibariyle (kardeşleri) bulunan (Lût) Aleyhisselâm (dedi ki:) Ey kavmim!. Siz bu çirkin hareketlerinden dolayı Cenab-ı Hak’tan (Korkmaz mısınız?.) onun şiddetli azabıni düşünüp titremez misiniz?. Hz. Lût, İbrahim Aleyhisselâm’ın kardeşinın oğludur. Onunla beraber Bâbil diyarından Şam tarafına geçmişti. Sonra “Sedum” nahiyesi ahalisine Peygamber gönderilmiş, orada evlenerek aralarında bir akrabalık meydana gelmişti. İşte bu itibarla onların kardeşi denilmiştir.
162. Muhakkak ki, ben sizin için güvenilir bir Peygamberim.
162. Hz. Lût, o kavme hitaben buyurdu ki: Ey kavmim!. (Muhakkak ki, ben sizin için emin bir Peygamberim.) Sizi, hiyanetten beri, doğrulukla vasıflanmış olduğum halde irşada, meşru şekilde harekete sevketmek istiyorum, bana muhalefet etmeniz, elbetteki uygun olamaz.
163. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
163. (Artık Allah’tan korkun) O’na isyanda bulunmayın (ve bana itaat edin) çünkü benim emirlerime, tavsiyelerime, uymanız, sizin kurtuluşunuza sebep olacaktır.
164. Ve buna karşı sizden bir ücret istemiyorum, benim mükâfatım başkasına değil ancak âlemlerin Rabbine aittir.
164. (ve) Ey kavmim!. Biliniz ki, ben (buna karşı) sizi böyle Allah’ın dinine davet, ahlâki temizlikle vasıflanmaya teşvik ettiğimden dolayı (sizden bir ücret istemiyorum) ki, beni itham edesiniz, öyle bir ücretten dolayı size nasihat verdiğime inanasınız. (benim mükâfatım) başkasına değil (ancak âlemlerin Rabbine aittir) ben yalnız o kerem sahibi mabuttan lütuf ve ihsan beklemekteyim, benimükâfata kavuşturacak ancak o Yüce Yaratıcıdır.
165. Siz insanlar içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?
165. Hz. Lût, o kavmi kınamak için şöyle de buyurdu: (Siz insanlar içinden) insanlar arasından (erkeklere mi gidiyorsunuz?.) şehvetinizi tatmin için öyle gayrı meşru bir muameleyi mi işliyorsunuz?
166. Ve Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyorsunuz da. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz.
166. (ve Rabbinizin sizin için yarattığı) kendilerinden nikâh ile yararlanmaya, istifadeye müsaade buyurduğu (eşlerinizi bırakıyorsunuz da..) öyle erkekler ile şehvetinizi teskin etmek istiyorsunuz.. Bu ne kadar alçaklık!. (Hayır.. Siz haddi aşan) meşruluk dairesinden çıkan fazla günahkâr olan (bir kavimsiniz) sizin o çirkin hareketiniz, temiz insanlarda değil, hayvanlarda bile görülemez. Nedir bu sapıklık, nedir o kadar şehvetlere düşkünlük?.
167. Dediler ki: Ey Lût! Andolsun ki, eğer sen nihayet vermezsen elbette çıkarılmışlardan olacaksın.
167. Bu mübârek âyetler de Lût Aleyhisselâm’a karşı kavminin nasıl bir tehditte bulunduğunu ve o Yüce Peygamberin de onlara verdiği cevabı bildiriyor. Ve o kavmin başına nasıl müthiş bir azabın gelmiş olduğunu ve bundan kimlerin kurtulmuş bulunduğunun ve bu kıssanın da büyük bir ibreti içerdiğini, Cenab-ı Hak’kın da kudret ihsanını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Lût Aleyhisselâm’ın o kadar iyiliksever nasihatlarına karşı o ahlâksız kavim (Dediler ki: Lût! Andolsun ki, eğer sen) bizi kınamaya veya bizi yaptığımızdan alıkoymaya, yâhut peygamberlik iddiasında bulunmaya (nihayet vermezsen elbette) sen bizim bu yurdumuzdan(çıkarılmışlardan olacaksındır.) seni fecî bir şekilde sürgün ederiz. Demek onlar, başkaları hakkında da zalimce bir muamelede bulunuyorlarmış.
168. Dedi ki: Şüphe yok, ben sizin işlediğiniz şey için buğz edenlerdenim.
168. Hz. Lût da onlara cevaben (Dedi ki: Şüphe yok ben sizin işlediğiniz şey için) öyle haram, edepsizce muamelelerden dolayı şiddetle (buğz edenlerdenim) ben bu buğzumu göstermekten geri duramam. Gayrı meşru bir şeye karşı müsamahada bulunmak, onun kötülüğünü uhrevî sorumluluğunu söylememek yüce bir Peygambere lâyık olmaz.
169. Yarabbi! beni ve ehlimi onların yapa geldikleri şeyden kurtar.
169. Artık Lût Aleyhisselâm o kavmin düzeltilmesinin mümkün olmadığını anlamış, öyle ahlâksız kimseler ile bir beldede oturmayı çirkin görmüş, onların kötü çevrelerinden kurtulmak arzusunda bulunmuş olmakla Cenab-ı Hak’ka yalvarmaya başlayarak dedi ki: (Yarabbi!. Beni ve ehlimi) aile fertlerimi (onların) o inkârcı, o kötü ahlâk sahibi kimselerin (yapar oldukları şeyden) o çirkin amellerinin kokusundan (necata erdir) bizi kurtar.
170. Artık onu ve ailesini tamamen kurtardık.
170. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: (Artık onu) Lût Aleyhisselâm’ı (ve ehlini) ailesini ve kendisine dinen tâbi olanları (kurtuluşa erdirdik) o kavme azabın yaklaştığı bir sırada bu zatları onların aralarından çıkararak bir selâmet sahasına kavuşturduk.
171. Ancak bir kocakarı geri kalanlar için de kaldı.
171. (Ancak bir kocakarı) Hz. Lûtun kendisine îman etmemiş olan bir eşi (geri kalanlar içinde) kaldı, o da o kavim gibi helâke uğramış bulundu. Çünkü bu kadın, o kavme eğilimgöstermiş, onların kötü amellerine razı bulunuyormuş. Bu cihetle kurtuluşa erenlerin arasından ayrılmış, O da o kavim gibi helâke maruz kalmıştı. Diğer bir rivayete göre bu kadın da her ne kadar Lût Aleyhisselâm ile beraber o beldeden çıkmış ise de kötü itikadından dolayı onun başına bir taş isabet ederek helâkine sebebiyet vermiştir.
172. Sonra geri kalanları helâk ettik.
172. Evet.. Hak Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: (Sonra) Lût Aleyhisselâm’ın o beldeden ayrılmasını müteakip, orada kalıp Hz. Lût’tan (geri kalanları, helâk ettik) onları şiddetli bir azap ile mahv ve yok ettik. Şöyle ki: Onların başlarına havadan taşlar yağdırılmış, yurtları da zelzele ile altüst olmuştur. İşte buyuruluyor ki:
173. Ve onların üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Artık ne fena oldu korkutulmuşların yağmuru!
173. (Ve onların) O geri kalanların (üzerlerine) görülmemiş bir şekilde pek şiddetli (bir yağmur yağdırdık) kibrit gibi ateşli taşlar yağmış oldu. (artık ne fena) Bir yağmur (oldu, o korkutulmuşların) vaktiyle Peygamberleri tarafından sakındırılıp korkutuldukları halde bundan ders almayan o kimselerin (yağmuru!.) onların hepsini helâk edip gitti. Bu kıssa için “Hicr” ve “Hud” sûrelerine de bakınız!.
174. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çokları iman etmediler.
174. (Şüphe yok ki, bunda) Lût Aleyhisselâm’a tâbi olanların kurtuluşunda, muhaliflerin de öyle şiddetli bir helâke uğramasında (elbette bir ibret vardır) Peygamberlere muhalefetin ne kadar facialara sebebiyet verdiğine dair büyük bir işaret ve alamet mevcuddur. (Halbuki, onların çokları inanmadılar.) Böyle bir âkibeti düşünmediler, öyle bir felâketin kendilerine geldiğini anladıkları halde yine Peygamberlerini tasdik etmiş bulunmadılar.Nitekim bu gibi ibret verici kıssaları işitip birnice felâketleri gören birçok kimseler de vardır ki, bunlardan bir ibret dersi alarak itikatlarını düzeltmez hareketlerini güzelce tanzim etmez bir halde bulunmaktadırlar.
175. Ve muhakkak ki, senin Rabbin elbette o, mutlak galiptir, merhamet sahibidir.
175. (Ve) Ey Peygamberlerin efendisi!. Muhakkak ki, (senin Rabbin, elbette o) Yüce Yaratıcı (azizdir) din düşmanlarını kahretmeğe her şekilde kâdirdir ve o kerem sahibi mabûd (rahimdir) dindar ve iyi kulları hakkında lütuf ve ihsanı sonsuzdur. Artık öyle ortak ve benzerden uzak, bütün kudret ve yüceliğe sahip, rahmet ve lütufta vasıflanmış bir Yüce Yaratıcıya isyandan kaçınmak, onun mukaddes dininin hükümlerine her durumda riayet etmek icabetmez mi?.
176. Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar.
176. Bu mübârek âyetler de Şüayb Aleyhisselâm’ın kavmi tarafından yalanlanmış olduğunu, ve o muhterem Peygamberin de onları takvaya itaate davet ettiği ve kendilerinin bir mükâfat beklemediğini söylemiş bulunduğunu bildiriyor. Ve o kavmine alışverişlerinde doğruluktan ayrılmamalarını, insanların haklarına tecavüz etmemelerini ihtar ederek Cenab-ı Haktan korkmalarını emir ve tavsiye buyurmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eyke halkı) yani: Medyen şehri civarında bulunan ve “gayze” de denilen bir mahaldeki topluluk (da peygamberleri yalanladılar) kendilerine gönderilen Peygamberlerin risaletini kabul etmediler.
177. O vakit ki, onlara Şuayb dedi ki: Sakınmaz mısınız?”
177. (O vakit ki, onlara) O Eyke’deki topluluğa (Şüayb) Aleyhisselâm (dedi ki:) Ey cemaat!. (sakınmaz mısın?.) Neden Allah’tan sakınmıyor musun? Bir kısmı müstesna, onlar ile ayrıbelde halkından değildir, aralarında dînen olmadığı gibi nesep yönünden de bir kardeşlik yok idi, bunun içindir ki, “onların kardeşleri” denilmemiştir. Filhakika Hz. Şüayb, İbrahim Aleyhisselâm ile beraber Şam’a hicret etmiş olan mümin bir kabileye mensuptur, büyük annesi, Lût Aleyhisselâm’ın kızıdır. Kendisi “Medyen” şehri ahalisine Peygamber gönderilmiş olduğu gibi çölde “Eyke” halkına da Peygamber gönderilmişti. Medyen’de iken bir kızını Musa Aleyhisselâm’a vermişti.
178. Şüphe yok ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim!
178. Hz. Şüayb, Eyke’lilere şöyle dedi: (şüphe yok ki, ben sizin için emin) Hiyanetten uzak, ciddiyetle nitelenen (bir elçiyim) Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamberim, bunun içindir ki, size karşı peygamberlik görevimi yerine getirmeye çalışıyorum.
179. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
179. (Artık) Ey Cemaat!. (Allah’tan korkun) Onun dinî hükümlerine aykırı hareketlerde bulunmayın (ve bana itaat edin) sözlerimi tutun, gösterdiğim selâmet yolunu takibe başlayın.
180. Ve onun üzerine sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbine aittir.
180. Ben sizi Allah rızası için irşada, ıslaha çalışıyorum (Ve onun üzerine sizden bir ücret istemiyorum.) hatırınıza öyle bir şey gelmesin (Benim ecrim) mükâfatım (ancak âlemlerin Rabbine aittir.) bütün âlemleri yaratan, besleyen, rızıklandıran o Yüce Yaratıcı, bana da lâyık olduğum mükâfatı ihsan buyurur, sizlere bir ihtiyacım yoktur. “Bütün Peygamberlerin ümmetlerine bu şekilde hitabedip onları takvaya, itaate davet etmeleri gösteriyorki: O mübârek peygamberlerin gönderilmelerindeki gaye, aynıdır, İnsanları, Allah’ı tanımaktan haberdar etmektir, insanlrıhakka, hukuka riayetkâr kılmaktır, insanlar Allah korkusu ile, hakka itaatle yüce bir mertebeye yükseltmektir, ve kendi yüce vazifelerini, kimseden bir menfaat beklemeksizin sırf Allah rızası için yapmakta olduklarını ifade ederek haklarında yanlış düşünceler meydan vermemektir. Velhasıl: Bütün Peygamberler, aynı gayeye yönelmiştirler, hepsi de dinî esasları ve İslâm inancı itibariyle birdirler, aralarındaki bazı ihtilâflar ise tâli hususlara aittir, zamanlardan uzaktırlar, hepsinin de gayesi birdir, pek yücedir. İnandık!.
181. Ölçüyü tamamlayın ve noksan ölçenlerden olmayın.
181. Hz. Şüayb, nasihatlarına devam ederek buyurdu ki: Ey Eyke halkı!. (Ölçüğü tamamlayın) Şüphesiz bir halde ölçüverin (ve noksan ölçenlerden olmayın.) İnsanların hukukunu bozan, sattıkları ölçülen şeyleri fazla, aldıkları ölçülen şeyleri noksan göstermeğe çalışan hain kimseler gibi hareket etmeyin.
182. Ve dosdoğru terazi ile tartın.
182. (Ve) Aldığınız, sattığınız tartılan kabilinden olan şeyleri de (doğru terazi ile tartın) kendin malınızı fazla, başkasının malını noksan göstermek gibi bir adaletsizlikte bulunmayın.
183. Ve insanlara eşyalarını noksan yapmayın ve yerde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.
183. (Ve insanlara eşyalarını noksan yapmayın) Başkalarına ait her hangi bir malı da noksan göstererek değerini düşünüp, sahibini zarara sokmayın, iktisâdi şeyler hususunda adaletten, doğruluktan aynrılmayın (ve yerde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.) halkın rahatını, emniyetini, huzurunu bozacak şeylere sebebiyet vermeyin. Meselâ: Onun-bunun malını çalmakgibi, yan kesicilikte bulunmak gibi hayatlarına, geçimlerine tecavüz etmek gibi dinen yasak, aklen kötü, caniyce hareketlere cü’ret göstermeyin. Sonra bunun korkunç âkibetinden kendinizi kurtaramazsınız.
184. Ve sizi ve sizden evvelki ümmetleri yaratandan korkun.
184. (Ve sizi ve sizden evvelki ümmetleri yaratandan korkun.) Evet. O Yüce Yaratıcıdan korkun, ki sizi bir nutfeden meydana getirmiştir, artık sizi dileyince hemen yok edemez mi, o kudret sahibi yaratıcı ki, vaktiyle de nice kavimleri büyük bir tabiatta yarattmış, onlara kuvvet ve sağlamlık vermişti, bilâhara onları küfür ve isyanları yüzünden kahretmiş ve cezalandırmıştır. Artık o kudret ve kuvvet ve azamet sahibi olan bir Yüce Yaratıcıdan korkmak icabetmez mi?. Artık bir insan onun kutsal dinin hükümlerine nasıl muhalefet edebilir?. “Takva pek mühim bir kulluk vazifesi olduğu için bütün Peygamberler ümmetlerine tekrar bunu teklifte bulunmuşlardır. Evet.. “Takva”, “İttika”, günahlardan sakınmaktır, Cenab-ı Hak’kın emirlerine, yasaklarına riayet etmektir, şeriatın adabını korumaktır, insanı Allah’ın dergâhından uzaklaştıracak olan şeylerden kaçınmaktır, ilâhi cezaları çekecek şeylerden kaçınmaktır. Evet.. Takva, bir yüce özelliktir ki, insanın suretini süsler, yolunu aydınlatır, uhrevî saadetini temin eder.
185. Dediler ki: Şüphe yok, sen iyice büyülenmişlerdensin.
185. Bu mübârek âyetler de Şüayb Aleyhisselâm’ı kavminin sihirbaz ve kendileri gibi âdi bir insan sanarak yalanlamış ve başlarına bir belanın gelmesini istemiş olduklarını bilidiriyor. Nihayet onların o yalanlamaları yüzünden büyük bir azaba yakalanarak Allah’ın kahrına uğramış olduklarını ve bunda büyük bir ibret bulunduğu halde yine bir çoklarının îman etmemiş olduklarını, Cenab-ı Hak’kın da her şeye kâdirve pek merhametli olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hz. Şüayb’in o kadar iyiliksever ihtarına rağmen onu yalanlayan Eyke halkı (Dedi ki: şüphe yok, sen) iyice (büyülenmişlerdensin.) senin peygamberliğe selahiyetin yoktur.
186. Ve sen bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Ve seni muhakkak yalancılardan zannediyoruz.
186. (Ve) o cahil halk, iddialarını kuvvetlendirmek için şöyle de dediler: (sen bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin) Bir insan ise nasıl Peygamber olabilir?. Senin bizden ne farkın var?. (ve) biz (seni muhakkak yalancılardan zannediyoruz.) senin bu elçilik iddian doğru değildir, gerçek dışıdır, hiç büyülenmiş ve insan bulunmuş bir kimse Peygamberliğe sahip olabilir mi?.
187. Artık sen eğer doğru söyleyenlerden ise üzerimize gökten bir parça düşürüver.
187. O inkârcı kavim, yalanlamalarında ısrar ettiklerini göstermek için şöyle de dediler: Ey peygamberlik dâvasında bulunan!. (Artık sen eğer) Bu peygamberlik iddianda (sadıklardan isen üzerimize gökten) semadan veya üstümüzdeki bulutlardan (bir parça düşürüver) biz de senin doğru sözlü olduğunu o zaman anlamış olalım.
188. Dedi ki: Rabbim, yaptıklarınızı pek iyi bilendir.
188. Şüayb Aleyhisselâm da onları pek hikmetli bir şekilde tehdit ederek (Dedi ki: Rabbim) O Kudret sahibi yaratıcı (yaptığınızı) küfür ve isyanı ve hak etmiş olduğunuz azabı (pek iyi bilendir) sizin fiil ve amellerinizin hepsini bilmektedir, ona göre size azap edecektir. Sizin azabı acele istemenize hâcet yok.
189. Velhasıl: Onu yalanladılar. Derken onları gölge gününün azabı yakaladı, şüphe yok ki,o, pek büyük bir günün azabı olmuş idi.
189. (Velhasıl) O cahil, inatçı topluluk (onu) o muhterem Peygamberi (yalanladılar) yalanlamalarında ısrar edip durdular. (derken onları) o yalanlamalan sebebiyle (gölge gününün) o istemiş oldukları semavi parçanın, müthiş bir bulut kitlesininn başlarına düştüğü vaktin (azabı yakaladı) hepsinin de kalır ve yok etti. (şüphe yok ki, o) azap (pek büyük bir günün azabı olmuş idi) Evet.. O günün azabı o başlarına düşen parçadan ibaret bulunmayıp daha nice azabı da içermiş bulunmaktadır. Şöyle ki: O Eyke halkını evvelâ pek şiddetli bir sıcak yakaladı, yedi gün devam etti, bütün ırmakları kaynadı, kendilerine ne gölgeler ve ne de saire faide vermez oldu, sonra bir sahraya çıkmaya mecbur kaldılar. Derken üzerlerine bir bulut geldi, ondan bir soğukluk, bir rüzgâr havası bulur gibi oldular, hemen onun altına toplandılar. Fakat o buluttan da onların üzerlerine ateş yağdı, hepsi de yanıp bitti. Medyen ahalisi de şiddetli bir ses ile telef olmuşlardır. Hz. Şüayb de kendisine tâbi olanlar ile Mekke-i Mükerreme’ye gitmiş, vefatına değin orada ibadetle meşgul olmuştur,
190. Muhakkak ki, bunda elbette bir ibret vardır. Halbuki, onların çoğu, iman etmediler.
190. Hak Teâlâ Hazretleri de buyuruyor ki: (Muhakkak ki, bunda) böyle pek müthiş bir azabın meydana gelmesinde, bunu bildiren bu kıssada (elbette bir ibret vardır) Peygamberlerin doğru sözlü olduklarına dair büyük bir işaret, şehadet vardır. (Halbuki, onların çoğu) o kendilerine Peygamberler gönderilmiş olan kimselerin bir çoğu (îman etmediler) yine inkârlarında devam ettiler. Nitekim bizim Yüce Peygamberimizi de kavmi arasından birçokları tasdik etmemişlerdi. Onun mucizelerini gördükleri ve geçmiş kavimlere ait o ibret verici kıssaları işitip bildikleri halde yine îmandan kaçınmışlardı.
191. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin elbette o, mutlak galiptir, merhamet sahibidir.
191. İşte Allah Teâlâ Hazretleri de Peygamber Efendimize lütufta bulunmak ve ona teselli vermek üzere şöyle buyuruyor: (Ve şüphe yok ki, senin Rabbin) senin kadirini yücelteni, senin peygamberliğini kuvvetlerdirmek için seni nice açık mucizelere muvaffak buyuran (elbette o) Yüce Yaratıcı (azizdir) her şeye kâdirdir, onu hiç bir şey âciz bırakamaz ve (rahimdir) rahmeti âlemi kuşatıcıdır, insanları aydınlatacak ve irşad edecek olan bu gibi kıssalar beyan buyurması da onun rahmetinin bir tecellisinden ibarettir. Ve böyle bazı âyetlerin tekrar ederek inmesin de bir ilâhi rahmetin eseridir. Çünkü bunlar, kalplere fazlaca nüfuz ederek yüce mânaları ruhlar üzerinde pek tesirli olur, tekrar tekrar okunarak unutmadan korunmuş olur, daha nice hikmetleri içermiş bulunur. Bu Şüara Sûresinin kapsadığı yedi kıssanın yedincisi burada sona ermiştir. Bütün bunlar, Resûl-i Ekrem’e teselli vermektedir, halk içinde bir ve irşat vesilesi bulunmaktadır.
192. Ve şüphe yok ki, o Kur’an âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
192. Bu mübârek âyetler de Kur’an-ı Kerim’in Resûl-i Ekrem’e Cibril-i Emin vasıtasiyle ve pek edebi olan arap dili ile ne gibi bir hikmetten dolayı indirilmiş olduğunu bildiriyor. Ve bu Kur’an-ı Kerim’in birçok açıklamalarının diğer semavi kitaplarda da zikedilmiş olmasının ve bunun İsrailoğulları âlimlerince de bilinmiş olmasının inkârcılara karşı Peygamberimizin elçiliğine dair bir delil teşkil ettiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Birer delil, birer ibret vesilesi üzere kıssalar beyan buyrulduktan sonra yine bu sûrei celîlerin evvelinde bildirilen ve ilk maksud olan Kur’an-ı Kerim’in beyanına dönülerek şöyle buyruluyor: (Ve şüphe yok ki, o) Kıssaları içeren Kur’an-ı Kerim veyahut o ibret verici kıssalara ait âyetlerdenher bir (âlemletin Rabbinin indirtmiş olduğudur) o Kerim olan mabûdun kutsal tarafından insanlık için bir rahmet ve acıma eseri olmak üzere indirilmiş bulunmaktadır.
193. Onu rûhulemin indirdi.
193. (Onu) O Kur’an-ı Kerim’i onun bütün âyetlerini yavaş yavaş en yüce ufuktan (ruhülemin) Cibril Aleyhisselâm (indirildi) Son Peygambere tebliğ etti. “Hz. Cibril’e Ruh denilmesi, onun yalnız ruhtan yaratılmış, yalnız ruhtan ibaret bulunmuş, tamamen ruhani olduğu içindir. Yahut o, vahyi ilâhiyi indirmekle emrolunduğu için din hususunda ruh gibi halkın manevî hayatına sebep, kurtuluşa vesile bulunmuştur. Bu cihetle kendisiyle hayat sâbit olan bir ruh durumunda gösterilmiştir. Cibril Aleyhisselâm, ilâhî vahyi Allah tarafından aldığı gibi Peygamberlere getirip tebliğ ettiği ve her türlü hiyanetten korunmuş bulunduğu için de “emin” vasfıyle hatırlanarak bununla da değerinin yüceliğine işaret olunmuştur.
194. Senin kalbin üzerine, tâki, sen uyancılardan olasın.
194. Evet.. Ey Peygamberlerin sonuncusu!. O mâsum melek, Kur’an’ın bütün âyetlerini vakit vakit getirip (Senin kalbin üzerine) indirdi. O indirilen âyetler, senin kalbinde yerleşmiş oldu (tâki,) Ey Yüce Resûl!. (sen) O âyetleri ümmetine tebliğ edersin, îmandan kaçınanlara, isyanları işleyenlere vaktiyle isyankâr kavimlerin başlarına gelmiş olan cezaları, ilâhi azapları bildirmek suretiyle (korkutuculardan olasın) sen de diğer Peygamberler gibi ümmetine ilâhi azabı hatırlatasın. “Cibril-i Emin” getirmiş olduğu âyetleri Resûl-i Ekrem’e yüz yüze, hususi bir şekil üzere tebliğ etmiştir. (Kalbin üzerine) inzâl etti, tebliğ etti denilmesindeki hikmet ise Allah bilir şöyledir: Resûl-i Ekrem tebliğ edilen âyetleri eyvelâ mübârek ruhu karşılamış, bu âyetler darhal kalbine intikâl ederek orada yerleşmiş onunardında da yüce beynine yükselerek hafıza levhasını aydınlatmış ve süslemiştir. Gerçekten de bütün ruhâni manalar, evvelâ ruha iner, sonra da oradan kalbe intikâl eder. Çünkü ruh ile kalp arasında böyle bir alâka vardır. Bununla beraber kalp, vücut organlarının en mühimidir, insanların mükâfatı veya cezayı hak etmiş olmaları, kalbi durumlarının bir neticesidir. Nitekim bir âyeti kerime: İnsanların kalbe kazanmış oldukları şeyler ile hesaba çekileceklerini bildirmektedir. Bir hadis-i şerifte şu meâldedir: Şüphesiz cesette bir müdga = küçük bir et parçası vardır ki, o iyi olunca ceset de iyi olur, o kötü olunca cesette kötülüğe uğrar, o parça ise haberiniz olsun! Kalpten ibarettir. Bir amelin, iddianın makbul, muteber olup olmaması da kalpteki itikada, kanaate göredir. İşte izah edilen âyeti kerimede kalbin bu mühim mahiyetine işaret vardır. “Kalp, lügatte, gönül, yürek, bir şeyin merkezi, bedenin içinde en mühim hayati bir vazifeyi yerine getiren bir uzuv demektir. Merkezi hayat olan bu uzva kalp denilmesi, daima hareket etmesi ve kendisine hatıraların süratle ve devamlı olarak gelmesi itibariyledir. Kalp öyle bir kudret harikasıdır ki, kendisi insan bedeni ile kuşatılmış görüldüğü halde kâinatın birçok sırlarını ve gizli taraflarını kuşatacak bir genişliğe sahiptir.
Hak’ka tevcih etmedikce kalbini
Kurtuluş yoktur çalışma nafile
Öyle çıkmaz pür hatar bir rah ile
Vasıl olmaz maksada bir rahile
195. Pek açık olan Arap lisanı ile.
195. Evet.. Ey Yüce Peygamber!. Kur’an-ı Kerim sana (Pek açık) pek net (olan Arapça bir lisan ile) indirilmiş oldu ki, onunla ümmetini korkutasın. Öyle bir lisan ki, mânası, âşikâr, anlamı açıktır. Nitekim Hud, Salih, Şüayb, İsmail Aleyhimüsselâm da ümmetlerini bu pek geniş, fasih lisan ile hak dine davet etmişler,muhalefet edenleri korkutmakta bulunmuşlardı.
196. Ve şüphe yok ki, o, daha evvelkilerin kitaplarında da vardır.
196. (Ve şüphe yok ki, o) Kur’an-ı Kerim’in sana nâzil olacak bir ilâhi kitabı olduğu veya onun içerdiği itikad usulleri ve ibret verici kıssalar ve bir kısım mühim şer’i hükümler (daha evvelkilerin kitaplarında da) zikredilmiştir. Tevrat gibi, İncil gibi semavî kitaplar da bu hakikatı ifade etmiştir.
197. Onlar için bir delil olmuş değil midir? İsrailoğulları âlimlerinin onu bilmeleri.
197. (Onlar için) O Hz. Muhammed’in elçiliğini inkâr eden Mekke’deki kâfirler için, Kur’an-ı Kerim’in doğruluğuna veya Hz. Muhammed’in peygamberliğine dair (bir delili olmuş değil midir?) elbetteki, pek büyük bir delildir. (Onu) Hz. Muhammed’in elçiliğini, ona nâzil olan kitabın ilâhi bir kitabı olduğunu. (Beni İsrail âlimlerinin bilmeleri) Evet.. O âlimlerin bunu bilip söylemeleri bu hususta bir delildir, bir kanıttır. Nitekim İsrailoğulları âlimlerinden Abdullah Bin Selâm, İbni Yamin, Sâğlebe, Üseyyit gibi zatlar, müslüman olma şerefine ulaştılar, ve Peygamberimizin mübârek vasıflarını eski kitaplarda görmüş okumuş olduklarını itirafta bulunmuşlardı. İbni Abbas Hazretleri demiştir ki: Mekke ahalisi, Medine’de bulunan Yahudi âlimlerine bazı kimseleri göndererek Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a dair sualde bulunmuşlar, o âlimler de demişler ki: “Bu işte onun zamanıdır, Tevrat’a onun vasfını, sıfatını bulmaktayız” Velhasıl: Resûl-i Ekrem Efendimizin yüksek vasıfları gün gibi açıktır, bugün de batıda bulunan bir çok bilginler o yüce Peygamberin ve Hikmet dolu Kur’an’ın yüceliğini itiraf etmektedirler. Artık bir takım cahiller nasıl olur da bu hakikati inkâra cür’et eder dururlar.
“Cihana verdiğin feyzi düşündükçe sıkılmaz mı?”
“Seni inkâr eden ehli cehalet yaresulâllah”
198. Eğer onu Arabca bilmeyenlerin biri üzerine indirmiş olsa idik.
198. Bu mübârek âyetler de asr-ı saadetteki bir kısım müşriklerin ne kadar inkârcı kimseler olduklarını ve onların Kur’an-ı Kerim’i ne kadar inkâr ettiklerini bildiriyor. Onların kalplerine küfrün ne kadar tesir etmiş olduğunu, onların şiddetli bir azap görmedikçe îman etmiyeceklerini, öyle bir azap gelince de mühlet temennisinde bulunacaklarını ve diğer sözleriyle de azabı çarçabuk istemiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eğer onu) Kur’an-ı Kerim’i (Arapça bilmeyenlerin bir üzerine indirmiş olsa idik) yani: O kadar hikmeti içeren, mucize Kur’an-ı Kerim’i Arabça konuşmaya kâdir olmayan bir zat üzerine indirmiş veya Arabçadan başka bir dil ile inzâl etmiş bulunsaydık.
199. Artık onu onlara karşı okuyacak olsa idi yine ona iman etmezlerdi.
199. (Artık) O zat da (onu) o hikmet beyan eden Kur’an-ı (onlara) O Mekke’deki kâfirlere (karşı) harikulâde bir şekilde, doğru bir okuyuş ile (okuyacak olsa idi) böyle bir hârikayı gördükleri halde o inkârcılar, (ona) o Kur’an’ın ilâhi bir kitap olduğuna (îman etmiş olmazlardı) o kâfirler yine inkârlarında ısrar eder, inat ve kibirlerinde devamda bulunurlardı. Diğer bir yoruma göre de eğer Kur’an-ı Kerim başka bir lisan ile indirilmiş olsa idi o inkârcılar “Biz bunu anlayamıyoruz” diye mazeret göstermek isterlerdi, onu tasdik etmek istemezlerdi. Halbuki, o Kur’an-ı Kerim, tam bir fesahatle okunur, mânası kendilerine anlatılır, içerdiği hükümler kendilerine açıklanır ve izah edilirse artık kendi lisanları üzere nâzil olmamış olduğu bahanesiyle onu kabulden nasıl kaçınabilirler?. Bir memlekette bir kanunbile hangi lisan ile yazılmış olursa olsun onun hükmü umuma yönelik olur, hepsi de ana riayetle mükellef bulunurlar, isterse ki, bir kısmı o kanunun yazıldığı lisanı bilmesinler.
200. İşte öylece onu küfrü, günahkârların kalplerine sokmuşuzdur.
200. (İşte öylece) Yani: O inkârcılar, yaratılışlarını değiştirip, iradelerini kötüye kullandıkları için başka bir lisanla okunacak bir ilâhi kitabı yalanlama kötülüğü onların kalplerine sokulmuş olduğu gibi, (Onu) küfrü de o (günahkârların kalplerine sokmuşuzdur.) artık Kur’an-ı Kerim’i kendi lisanlariyle kendilerine okuyan, peygamberliği birçok mucizeler ile sâbit olan Hz. Muhammed’i de onlar tasdik etmezler.
201. O pek acıklı azabı görünceye değin ona Kur’ana îmân etmezler.
201. Evet.. O inkârcılar, o kadar inatçı, küfürlerinde o kadar ısrarlıdırlar ki; (O pek acıklı azabı) Kendilerini ister istemez îmana sevkeden ilâhi kahrın eserlerini (görünceye değin ona) Kuran’a, onun tebliğ eden zata veya Cenab-ı Hak’kın birliğine (îman etmezler) fakat öyle bir azabı gördükleri zamandaki îmanları ise artık bir ümitsizlik îmanı olacağından kendilerine faide vermez.
202. Artık o azap onlara hiç farkında olmadıkları bir halde iken ansızın geliverir.
202. (Artık) O azabı dünyada ve ahirette (onlara) o inkârcılara (hiç fark edemez bir halde iken ansızın geliverir) ne gibi bir felâkete uğrayacaklarını anlamış olurlar.
203. İmdi derler ki: Bir mühlet verilmişlerden miyiz?
203. (İmdi) O inkârcılar, böyle bir azabın gelip çattığını görünce îmandan yoksun oluşlarına hasret çekerek tam bir üzüntü ile (derler ki: biz mühlet verilmişlerden miyiz?.) acaba hayat müddetimiz daha son bulmamış mıdır, birazdaha yaşayabilecek miyiz ki, Kur’an-ı dinleyelim, hakka itaat edelim, inkârımıza nihayet verelim. Ne yazık ki, artık vakit gelip çatmış bulunacaktır.
204. Şimdi bizim azabımızı mı çarçabuk istiyorlardı?
204. Yoksa gelecek için öyle mühlet temennisinde bulunacak kâfirler (şimdi bizim azabımızı çarçabuk mu isterler?) Yüce Peygambere karşı, haydi bizim başımıza gökten taş yağdır, bize elem verici bir azap getir diye alaycı bir vaziyet mi alıyorlar?. Bunlara eski kavimlerin kıssaları ve başlarına gelen felâketlerin ne kadar şiddetli olduğu bildirilmiş olduğu halde bunlar, onladan bir ibret dersi almamışlardır, yine inkârlarına devam etmişlerdir. Fakat kendilerinin başlarına da azab gelince ağız değiştirerek mühlet istirhamında bulunacaklardır. Sözleri arasında ne kadar zıtlık ve terslik bulunacaktır.
205. Gördün mü? Onları senelerce faidelendirmiş olsak.
205. Bu mübârek âyetler de mühlet ümidinde bulunacak kâfirlere verilecek bir mühletin bir faide verici olamıyacağını ve helâke uğrayan kavimlere zulmedilmiş olmayıp onların verilen öğütlerden istifade etmediklerini bildiriyor ve Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini şeytanların indirmeğe lâyık ve haddızatında kâdir olmadıklarını ve onların meleklerin sözlerini bile işitmekten yasaklanmış olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey hitap mümkün olan insan!. (Gördün mü?.) Haber ver bakalım (Onlar) o inkârcıları, o kendilerine mühlet verilmesini temennide bulunacak kimseleri (senelerce) yaşatıp (faidelendirmiş olsak) ömürlerini uzatarak kendilerini bolca geçimlikler, nimetler içinde barındırsak.
206. Sonra onlara tehdit edilmiş oldukları şey gelecek olsa.
206. (Sonra onlara) O kadar uzunca ömürlerini, fazlaca nimetlerini müteakip (tehdit edilmiş oldukları şey) Allah’ın azabı (gelecek olsa) onları yakalasa..
207. O faidelenmiş oldukları şey, onları neden kurtarabilir?
207. (O faidelenmiş oldukları şey) Uzun müddet yaşamış, bir çok servet ve makama kavuşmuş olmaları (onları neden kurtarabilir?.) o başlarına gelen azabı bertaraf edebilir mi?. Onu azaltabilir mi?. Adeta hiç yaşamamış, hiç nimet içinde olmamış gibi bir hale düşmüş olmaz mi?. Artık bu âkibeti düşünmeli, öyle geçidi bir varlığa güvenip de gafilce, günahkâr bir halde yaşamak uygun mudur?
208. Biz hiçbir beldeyi helâk etmedik, ancak onun için uyarıcılar bulunmuştur.
208. Bir kere düşünmelidir ki: Cenab-ı Hak, insanları uyandırmak, vazifelerinden haberdar etmek, dinen yasak olan şeyleri işleyen kimselerin azaplara uğrayacaklarını haber veren Peygamberleri ve onların vekilleri olan yardımcı zatları insanlık muhitine göndermiştir. Artık o muhterem zatların nasihatlarını, ihtarlarını dinleyip gayrı meşru hareketlerine devam edenler azaba uğramalarına kendileri sebebiyet vermiş olmazlar mı?. İşte bu mühim âkibete nazarı dikkati çekmek için Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Biz hiçbir beldeyi) Geçmiş kavimlere ait ülkelerden herhangi birini köklerini kazımak suretiyle (helâk etmedik, ancak onun için) o helâk edilen belde ahalisi için (uyarıcılar bulunmuştur) bizzat Peygamberleri veya onlarm mümin olan ümmetler tarafından kendilerine bildirilmiştir. Buna rağmen yine fenalıklarında devam ettikleri için lâyık oldukları azaplara tutulmuşlardır.
209. Büyük bir tenbih yapılmıştır ve biz zulmedenler olmadık.
209. Evet.. O kavimlere Peygamberleri veonların vekilleri tarafından (Azim bir tenbih yapılmıştır.) kendileri için kurtuluşa vesile olacak ameller, hareketler bildirmiştir. (ve biz zulmedenler olmadık) O inkârcıları zulüm yoluyla helâk etmedik, belki onları küfürlerinde devam ettiler, nâil oldukları nimetlerin değerini bilmediler, kendilerini ikaza çalışan zatlara kulak vermediler. Binaenaleyh öyle korkunç bir âkibete kendileri sebebiyet vermiş oldular.
210. Ve bunu şeytanlar indirmiş değildir.
210. (Ve) Ey inkârcılar!. (bunu) Sizi irşada çalışan, size doğru yolu gösteren Kur’an-ı Kerim’i (şeytanlar indirmiş değildir.) o öyle zannetiğiniz gibi bir sihir, bir kehanet, bir şeytan atması neticesi bulunmaktan uzaktır, o sizi en hayırlı bir şekilde ikaz etmek lütfunda bulunan bir ilâhi kitaptır, ilâhi vahye dayanmış bulunmaktadır.
211. Ve onlara lâyık olmaz ve güç de yetiremezler.
211. (Ve) Böyle yüce, mucize bir kutsal kitabı indirmek (onlara) şeytanlara (lâyık) sahih, doğru (olmaz) ve onlar haddizatında böyle bir yüce kitabı indirmeğe (güç de yetiremezler) bu onlar için asla mümkün değildir.
212. Şüphe yok ki, onlar işitmekten elbette uzak tutulmuşlardır.
212. (Şüphe yok ki, onlar) O şeytanlar, meleklerin bile sözlerini (işitmekten elbette azil) men ve tard (edilmişlerdir) işitmeğe çalışsalar kendileri derhal bir ateş parçasının isabetiyle men edilmiş ve kovulmuş olurlar. Melekler ile şaytanlar arasında mahiyet, varlığın saflığı itibariyle bir benzerlik yoktur, Melekler, nurdan yaratılmışlardır, ilâhi feyzlere mazhardırlar. Şeytanlar ise ateşten yaratılmışlardır, rabbani bilgilerden, ilâhi feyzlerden istifade etme kabiliyetine asla sahip değildirler. Artık birnice dinî hakikatları toplayan, ilâhi kelam olmak yüceliğine sahipbir ilâhi kitabın âyetleri, şeytanlar tarafından Resûl-i Ekrem’e telkin edilmiş olabilir mi?. Şeytanın vesveseleri, insanları şerre, küfre, ahlâksız hareketlere sevkeder. Kur’an-ı Kerim’in âyetleri ise bütün insanlığı aydınlatmak ister, insanlara kulluk vazifelerini öğretir, onları yaratılışın gayesinden haberdar eder, en faziletli hareketlere sevkederek kendilerini melekler gibi temiz, ve mutluluğa yaraşır bir halde yaşatmak ister.
213. Sakın Allah ile beraber başka bir tanrıya da dua etme. Sonra azap edilenlerden olursun.
213. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’e ve onun vasıtasiyle bütün müminlere karşı en yüce talimatı içeriyor. Yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ve tevekkül edileceğini bildiriyor. Müminlere ve isyankâr olanlara karşı nasıl bir muamelede bulunacağını gösteriyor. Yapılan ibadetlerin hakkıyla işitici ve bilici olan Cenab-ı Hak’ka malûm bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, muhterem Resûlüna hitaben buyuruyor ki: (Sakın Allah ile beraber başka bir ilâha da dua etme.) Başkasını da tanrı edinerek ona da duada, ibadette bulunma (Sonra azap edilenlerden olursun.) bu hitab, görünüşte Hz. Peygambere yöneliktir, fakat asıl kasdediler başkalarıdır. Çünkü Peygamber efendimiz, mâsum olduğundan ondan böyle bir hareket zaten meydana gelmez. Adeta buyrulmuş oluyor ki: Bu duadan mâsum olan kendisinden böyle bir hareket çıkmayacak bir zat bile yasaklanmıştır, artık böyle bir hareket, başkaları için de yasaklanmış olmaz mı?.
214. Ve en yakın akrabanı uyar.
214. Cenab-ı Hak, o Yüce Peygamberine şöyle de emir ediyor: (Ve) Ey Resûlüm!. (en yakın akrabanı uyar) sana derece derece yakınlıkları olan kimseler de küfür ve isyandan sakındır,yalnız bir yüce yaratıcıya duada, ibadette bulunmalarını kendilerine tebliğ et, buna muhalefetin ne kadar büyük azabı gerektireceğini onlara ihtar buyur. “Rivayet olunuyor ki: Bu âyeti kerime nâzil olunca Resûl-i Ekrem Efendimiz, safa tepesine şeref vermiş, ve nidâ buyurarak kureyş taifelerini taplamış, onlara hitab ederek: Ey Keab oğulları!. Ey Abdulmuttalib oğulları!. Ey Haşim oğulları!. Nefislerinizi ateşten koruyunuz. Ey Ebubekir’in kızı Ayşe!. Ey Ömer’in kızı Hafza!. Ey Muhammed’in kızı Fatima!. Ey Muhammmed’in halası Safiye!. Nefislerinizi ateşten koruyun. Çünkü, ben sizden bir şey bertaraf etmeğe kâdir değilim. Diyerek öğüt vermiştir. Şöyle de nakledilir ki: Yüce Peygamber, sefa mevkiinde toplanan Kureyş topluluğuna hitaben buyurmuş ki: “Şu dağın arkasında bir süvari bölüğü var, üzerinize hücum etmek istiyorlar” diyecek olsak beni tasdik eder misiniz?. Onlar da demişler ki: Evet.. Tasdik ederiz, biz senden doğruluktan başka bir şey görmedik. Bunun üzerine o Yüce Peygamber de buyurmuş ki, öyle ise ben sizi şiddetli bir azaptan korkutucuyum. Artık benim sözüme itimat ederek öyle bir azabı gerektirecek hareketleri terk ediniz. Böyle pek iyilik sever bir tenbihe rağmen Ebu Cehl, Ebu Leheb gibi kâfirler, sen bizi bunun için mi buraya topladın? diyerek dağılıp gitmişlerdir.
215. Ve müminlerden sana uyanlara kanadını indir.
215. Hak Teâlâ Hazretleri şöyle de emir ediyor: (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (müminlerden sana uyanlara karşı kanadı indir) yani: Onların haklarında yumuşaklıkla ve merhametle muaemele yap, onları ister akrabadan olsunlar ister olmasınlar, hepsinin de haklarında lütuf ile yumuşaklıkla muamele yapılması uygundur. Yalnız lisanen mümin olsalar da görecekleri bu tatlılık ve nezaket tesiriyle ciddi surette mümin olmaları teminedilmiş olabilir.
216. Sonra sana isyan ederlerse hemen de ki: Şüphe yok ben sizin yaptıklarınızdan beriyim.
216. Ey Yüce Resûl!. (Sonra sana isyan ederlerse) O kendilerini irşada çalışacağın akrabaların veya kâfirler topluluğu sana muhalefette devam eden dururlarsa sen onlara (hemen de ki: Şüphe yok, ben sizin yaptığınız şeyden beriyim.) Ben sizin işlediğiniz isyanlardan, Kur’an-ı Kerim’in men ettiği o inkârcı hallerinizden uzak bulunmaktayım.
217. Ve o mutlak galip engin merhamet sahibine tevekkül et.
217. Ve ey Yüce Resûl!. Kavmine öyle tebliğde bulun (Ve o aziz, rahîme) her şeye kâdir, rahmeti âlemleri kuşatan kerîm mabûduna (tevekkül et.) itimatda bulun, her hususta korumasını, kurtuluş ve selâmetini o Yüce Yaratıcıya havale et, düşmanlarından korkma.
218. O ki, seni kalktığın vakit görüyor.
218. (O’ki,) O Kerem sahibi yaratıcı ki, Ey muhterem Peygamber!. (seni kalktığın vakit görüyor.) Teheccüt namazı kılmak için uykudan uyanıp kalktığını, bütün iş ve fiilerini biliyor.
219. Ve secde edenler arasındaki dönüşünü de görüyor.
219. (Ve) Namaz kılıp, (secde edenler arasındaki) kıyam, rükû, secde için (dönüşünü de) aldığın bütün vaziyetlerini de görüyor, biliyor.
220. Şüphe yok, hakkıyla işitici, tam anlamıyla bilici O’dur.
220. (Şüphe yok ki,) Bütün mahlûkatının sözlerini, dualarını (işitici) ve bütün kullarının açıkladıklarını, gizlediklerini, açık ve gizli amellerini, maksatlarını (tam olarak bilici) olan ancak (O’dur.) o kâinatın yaratıcısıdır. Artık Ey Yüce Peygamber!. O büyük, mukaddesmabûduna tevekkülden ayrılma, bütün işlerini o yüce yaratıcıya bırak, başkalarından korkma, peygamberlik vazifeni yerine getirmeye çalış kalben ferah ol.
“Allah’a tevekkül edenin yaveri haktır”
“Nâşad gönül, bir gün olur şad olacaktır.”
221. Size haber vereyim mi? Kimlerin üzerine şeytanların iniverdiğini.
221. Bu mübârek âyetler, şeytanların nasıl ahlâksız, dinsiz kimselere musallat olduklarını bildiriyor. Gerçeğe aykırı iddialarda, ve şaşkınca harketlerde bulunan bir kısım şairlere de sapık kimselerin tâbi olacaklarını gösteriyor, îman ve iyi hal sahipleri olan, zikir ile meşgul bulunan ve kendilerine zulüm edilmedikçe intikam almaya kalkışmayan zatlar ise müstesna bir vaziyette olduklarını, zulmedenlerin de nasıl bir felâkete uğrayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, Yüce Peygamberinin şeytani telkinlerden uzak olduğunu kuvvetlendirmek için buyuruyor ki: Ey hitap mümkün olan insanlar!. (Size haber vereyim mi?) Size hakikattan haberdar edecek, istifadenize vesile olacak açık bir surette bildireyim mi?. (Kimlerin üzerine şeytanların iniverdiğini?.) O şeytanların kimleri saptırmaya çalıştıklarını iyice anlamış olunuz.
222. Her yalancı, günahkâr üzerine iniverir.
222. O şeytanlar (Her yalancı, günahkâr) kimse (üzerine iner) bir takım sihirbazları, kâhinleri, havalarına mağlûp kimseleri yalan, yanlış telkinleriyle saptırmaya devam eder dururlar. Yoksa îman ile, irfan ile kalpleri aydınlanmış olan zatları aldatıp kendilerine tâbi kılamazlar. Binaenaleyh sahip olduğu yüce olgunluklar, hususi faziletler her türlü tasavvurların üstünde olan bir Peygamberin yanına da sokularak ona bâtıl şeyleri telkin edip duramazlar. O yüce elçinin tebliğ ettiği âyetler, şeytanın vesvesesinin eseri olmaktanuzaktır.
223. Onlar şeytanın sözlerine kulak verirler ve onların çoğu yalancı kimselerdir.
223. Ancak o yalancı, günahkâr kimselerdir ki, Evet.. (Onlar) dır ki o şeytanların sözlerine (kulak verirler) onların vesveselerini dinlerler veya o şeytanlardan dinledikleri hayalleri, vehimleri, asılsız şeyleri insanlara naklederler. (ve onların ekserisi) Tamamen (yalancı kimselerdir.) söyledikleri şeyler içinde ğerçeğe uygun olanları bulunmaz. Gerçekte şeytanların telkinlerine kapılan kimseler içinde bazıları da vardır ki, bütün sözleri doğru olabilir. Fakat bu sözleri de yine halkı aldatmak, kendilerini doğru sözlü göstererek onun içinde kendi bâtıl kanaatlerini, aldatıcı sözlerini halka aşılamak içindir. Mamafih onların bir takımı da vardır ki, şeytanlar, cinler adına söz söylerler, onlardan almadıkları sözleri de onlara isnât ederler, şahsi menfaatlerini temin için halkı aldatıp dururlar. Artık o gibi kimselerin sözlerine karşı çok ihtiyatlı bulunmak icabeder.
224. Şairlere gelince onlar da sapıklara tâbi olurlar.
224. Yüce Peygamberin bütün beyanatı ise birer hakikattir, birer ilâhi vahye, Allah’ın ilhamına dayanmaktadır. Onun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim haşâ, şeytanların; kâhinlerin atmakta oldukları bâtıl şeyler kabilinden değildir. Ve şiirden, hayal kabilinden, gerçeğe uymayan açıklamalar kabilinden -haşâ-, değildir. (Şairlere gelince onlara da sapıklar tâbi olurlar.) Hayallere kapılanlar, samimiyet dairesinde hareket etmeyenler onların arkalarına düşer, onları takdir eder dururlar.
225. Görmez misin ki, onlar her vadide şaşkıncasına yürür dururlar.
225. (Görmez misin ki, onlar) O şairler (her vadide) çeşitli mevzularda (şaşkincasına yürür dururlar) ciddiyetten, doğruluktan ayrılırlar, dilediklerini metheder ve dilediklerinikötülemeye çalışırlar. İçki gibi, şehvetli hareketler gibi şeyleri methederek halkı eğ1enceye sevketmek isterler. “Şiir” : Lügatte ince bir bilgi demektir. “leyte şi’ri” tabiri “keşke bilgim olsa idi” yerinde kullanılır. Istılahta: Vezinli, kafiyeli olan söze verilmiş bir isimdir. Şair de bu san’atın mütehassısı olan kimseye denir. “vadi” de kendisinden suların akdığı mevzi, iki dağ arasındaki açık mevzi demektir. İstilare yoluyla mezheb, tarikat, uslâf manasında da kullanılmaktadır.
226. Ve şüphe yok ki, onlar yapmayacak oldukları şeyleri söylerler.
226. (Ve şüphe yok ki, onlar) O şâirler (yapmayacak oldukları şeyleri söylerler) iftiharda bulunurlar, ne kadar muazzam kahramanlıkta bulunabileceklerini iddia ederler, kendilerine büyük kıymetler verirler, bazı faziletli durumların güzelliklerinden bahsettikleri halde kendileri o durumlarla vasıflanmaktan mahrum bulunurlar. Hayallere kapılırlar, bâtıl cereyanlara tâbi olurlar, çok büyük insan hakkında inkârcı bir vaziyet almaktan geri durmazlar. Müfessirlerin beyanına göre bu şairlerden maksat, peygamber zamanında bir takım müşrik şairler idi ki, onlar Resûl-i Ekrem’in aleyhinde söz söyler, halkı müslüman olma şerefinden muhrum bırakmak isterlerdi. Hübeyretübnü Veheb, Ümiyyetübnü Elbisselet, bu cümledendir. Bunların İslâmiyet aleyhindeki şiirlerini bir takım sapık kimseler de dinleyerek etrafa yaymağa çalışırlardı.
227. Ancak îmân edenler ve güzel amellerde bulunanlar ve Allah’ı çokca zikiredenler ve zulüme uğradıktan sonra öclerini alanlar müstesnâ. Ve o kimseler ki, zulüm ettiler, nasıl bir dönüş mahalline yuvarlanıp gideceklerini yakında bileceklerdir.
227. Allah Teâlâ Hazretleri müslüman şairleri ise onlardan istisnâ o seçkin şairlerin vasıflarını beyan için buyuruyor ki: (Ancakîman edenler) Dini İslâmı kabul eyleyenler, (ve salih salih amellerde bulunanlar) dinî vazifelerini yerine getirmeğe çalışanlar (ve Allah’ı çokca zikreyeleyenler) Cenab-ı Hak’kın kudret azametini, ihsan ve keremini daima hatırlayıp duranlar (ve zulme uğradıklarından sonra öclerini alanlar) bir takım zalimlerin hücumlarına, fena lakırdılarına uğradıkları için karşılıklı hücumda, kendilerini müdafaada bulunanlar (müstesnâ) dırlar. Bu gibi dine kavuşmuş, hakka hizmet eden, haklarını müdafaya mecbur olan şairler, öyle din ve fazilet düşmanları olan şairler gibi değildirler. Bu İslâm şairlerini İslâm nazarından seçkin bir mevkileri vardır. İşte Hassân İbni Sabit, Keab İbni Mâlik, Abdullah İbni Revâhe gibi ashab-ı kiramdan olan şairler bu yüce topluluktan bulunmuşlardır. Bu gibi seçkin İslâm şarilerinin manzumeleri, Cenab-ı Hakkı birlemeye, Resûl-i Ekrem’i yüceltmeye aittir, hikmetli öğütleri içermektedir, halkı fazilete, ibadet ve itaate teşvik etmektedir. Ahlâksız hallerden sakınılmasını tavsiye eylemektedir, İslâm kuvvetini artırmaya, İslâm milietinin yücelmesini temine ait teşvikleri kapsamaktadır. İşte bu gibi muhterem şairler, pek güzel övgülere, feyizlere ulaşırlar, Evet.. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Hassan’e hitaben buyururdu ki: “söyle Ruhulkudüs seninle beraberdir. Hassan Radiallahu anh için Peygamber mescidinde bir minber tâyin edilmişti. Orada oturur, Resûl-i Ekrem aleyhinde söz söyleyen kâfirleri hicveder. O kâfirler yerici mahiyetteki manzumelerini okurdu. “Şair oldur ki anın kalbine Hassan gibi” “Nefhai Ruhulen eyleye İlkayı Suhan” Şiir, meşru konuları kapsayıcı olmak şartiyle mübahtır, övülmüştür.
Nitekim bir hadis-i şerifte ( Şüphesizşiirde hikmet vardır) buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de şu mealdedir. Şiir, bir sözdür, güzel olanı da vardır, çirkin olanı da vardır. Artık sen güzelini al, çirkinini bırak. Bilginlerden Şa’bi Merhum demiştir ki: Hz. Ebubekir de, Hz. Ömer de Hz. Ali de şiir söylerler idi. Hz. Ali, bunların arasında en güçlü bir şair bulunuyordu. Radiyallahu Anhum. İşte bu mübârek zatlar gibi ediplikteki güçlerini, İslâmın güzelliklerini tasvire, insanın mükemmelliklerini yüceltmeye sarfetmeyerek, insanların ahlâkını bozmaya çalışanlar, haddızatında zalim, bozguncu kimselerden başka bir şey değildir. Artık onlar da o kötü hareketlerinin elbette cezasına kavuşacaklardır. Evet.. (Ve o kimseler ki, zulüm ettiler) İslâmiyete düşman kesildiler. Hz. Peygamberin aleyhinde söz söylemek alçaklığında bulundular, insanların haklarına tecavüzde bulunmak cinayetini işlediler, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini tefekkürde bulunmadılar, artık öyle kimseler de ileride (nasıl bir inkılâp mahalline yuvarlanıp gideceklerini yakında) ölür ölmez hemen (bileceklerdir.) Ahiret âleminde öyle hayal ettikleri gibi bir selâmete, kurtuluşa kavuşamayacaklardır. Bilakis büyük bir felâkete, ebedî azaba uğrayacaklardır. Ne büyük bir ilâhî tehdit!. Artık her insan için lâzımdır ki, daha dünyada iken hayatını tanzim, ruhunu dinin nuruyla aydınlatarak güzel güzel ameller ile istikbalini temin etmeye çalışsın. Ve başarı, Allah’tandır.