Secde Suresi Tefsiri

Secde Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ÖMER NASUHİ BİLMEN

Secde Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu mübârek Sûre de Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur. Otuz âyeti kerimeyi câmidir. Bir rivayete göre (18, 19 ve 20)’inci âyetleri Medine-i Münevvere’de nazil olmuştur. İçerisinde bir secde âyeti bulunduğu için kendisine böyle “Secde Sûresi” adı verilmiştir. Müminlerin geceleyin uykularını, rahat döşeklerini terkederek ibadet için kalktıklarını bildiren “16”ıncı âyeti kerime de o rahat uyku yerleri manasına gelen “Medâcı” tabiri bulunduğu için böyle ibadetlere teşvik nüktesini kapsamış olan bu mübârek sûreye “sûretül Medci” adı da verilmiştir. Bundan evvelki Lokman Sûresinde inanca ait esasların birincisi ve ikincisi olan Allah’ın birliğine, kıyamet günü toplanıp-dağılmaya ait deliller gösterilmişti. Bu sûrede de üçüncü esas olan peygamberlik ve risalete dair bilgi verilmektedir. “Mefâtihülgayb” denilen beş mühim hadiseyi insanların bilemeyeceklerini, onları ancak Cenab-ı Hak’kın bildiğini beyan ile insanları uyanık olmaya davet gafilce yaşamaktan menediyor. Müminlerin nasıl samimi ve temiz olarak kullukta ve itaatte bulunduklarını ilâhi ayetlerin tesiriyle nasıl kulluk secdesine kapandıklarını bir takdir ile beyân buyuruyor. İnkârcıların da ne müthiş azaplara tutulacaklarını, nasıl imkânsız isteklerde bulunacaklarını hatırlatıyor, ve müminler ile kâfirler ve isyân arasındaki mühim farklara işaret ederek insanlığı tevhid dairesine dâvet buyurmaktadır.

1. Elîf. Lâm, Mîm.

1. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in muhakkak bir ilâhî kitab olduğunu bildiriyor. O mukaddes kitabı müşriklerin inkâr etmelerini red ederek onun ne gibi bir hikmet ve menfaata dayanarak Resûl-i Ekrem’e indirilmiş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Elif, Lam, Mim) bu mübârek kelime müteşabihattandır. Manasını Allah’ın ilmine havale ederiz. Bununla beraber bu surenin ismi olduğunu da müfessirlerden kabul edenler vardır. Bu takdirde bu kelime, gizli bir mübtedânın haberi demektir ki, “bu sûre Elif, Lam, Mim” ile isimlendirilmiştir, manasınadır. Benzerlerine de müracaat!.

2. Bu kitabın indirilişi, bunda şüphe yok ki, âlemlerin Rabbindendir.

2. (Bu kitabın indirilmesi) Yani: Bu Kur’an-ı Kerim’in Resûllerin sonuncusu Hz. Muhammed Hazretlerine indirilmesi, (bunda şüphe yok ki,) güzelce düşünen, nurlu vicdana sahip bulunan zatlar yanında şek ve şüpheden uzaktır ki, (âlemlerin Rab’bindendir) bunları böyle indirmiş olan ancak Kâinatın Yaratıcısı Hazretleridir. Bunların yüceliği bu hakikati gösterip durmaktadır. Bunlar, o Hikmet Sahibi Yaratıcının iradesiyle şânı Yüce Resûle indirilmiş bulunmaktadır. Bunların ilâhî iradeye dayanmadığını hiçbir mütefekkir insan, iddia edemez.

3. Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? Hayır.. O, Hak’tır, Rabbindendir. Bir kavmi korkutasın ki, senden evvel kendilerine korkutur bir zât gelmiş değildir. Gerektir ki, onlar hidâyete ersinler.

3. Bu hakikat, böyle apaçık iken artık bir takım inkârcılar, (yoksa onu) o Kur’an-ı Kerim’i Muhammed Aleyhisselâm (uydurdu mu diyorlar?.) Kendisi düzenlediği halde onu Cenab-ı Hak’ka isnat ediyor mu demek istiyorlar?. Böyle bir isnada hangi insaflı, düşünen bir kimse cesaret edebilir?. (Hayır..) O Yüce kitap, beşeri eserlerden değildir. (O,haktır, Rabbindendir) Onun bir ilâhî kelam olduğu sâbittir, bütün açıklamaları, hakikatın tâ kendisidir. O mübârek âyetler, indirilmiştir ki, Ey Şanı Yüce Peygamber!. Sen onlar ile (bir kavmi korkutasın ki,) onlar büyük, kuvvetli bir topluluk hâlinde bulunmakla beraber cehatet içinde kalmışlardır (senden evvel) ey peygamberlerin sonuncusu!. (Kendilerine korkutur bir zât gelmiş değildir) onlara geleceğin önemini, ahiretin azabını hatırlatarak kendilerini kurtuluşa kavuşturmak isteyen bir Peygamber, bir hidayet rehberi gelmemiştir, bir ara dönem içinde yaşamaktadırlar. Onlar Hz. İsa ile Peygamber Efendimizin arasındaki geçmiş olan câhiliyye zamanında dünyaya gelmiş kimselerdir. İşte peygamberin gönderilişinin ilk zamanlarında Arap kavmi, ve diğer milletler böyle bir ara dönemde, helâk edici bir vaziyette bulunuyorlardı. Binaenaleyh Peygamber Efendimiz, bütün bu sapıtmış olan kavimleri, milletleri aydınlatarak Allah’ın dinine davete memur olmuştur (gerektir ki, onlar) öyle vaktiyle Peygamberlerden, kendilerini irşad eden zatlardan mahrum kalmış kimseler, böyle kendilerini korkutup, aydınlatan bir şânı yüce Peygamberin peygamber olarak gönderilişinden sonra, (hidâyete ersinler) o hayır isteyen, iyilik ve cömertlikte bulunan Peygamberin gösterdiği kurtutuş yolunu izleyerek sapıklıktan kurtulsunlar. Artık cehâletlerini mâzeret makamında ileri sürmelerine bir imkân kalmamış olsun. İşte Şanı Yüce Peygamberimizin bütün insanlığa Allah’ın dinini tebliğe memur olması, böyle mühim bir hikmet ve menfaate dayanır ki, insanlar, vazifelerini öğrensinler, Allah’ın dinine sarılarak hidayete, saadete ermiş olsun. Ne büyük bir ilâhi ihsan!..

4. Allah, O zâttır ki, gökleri ve yeri ve bunların aralarında bulunanları altı günde yaratmıştır, sonra da arş üzerine istivâ buyurmuştur. Sizin için ondan başka bir velî ve bir şefaatçiyoktur. Artık iyice düşünmez misiniz?

4. Bu mübârek âyetler, Hak Teâlâ’nın yaratıcılığındaki büyüklüğünü ve hâkimiyetini bildiriyor. Bütün dünya işlerini, kâinat olaylarını o hikmet sahibi Yaratıcının idare ettiğini ve bütün olayların bizce bir seneye denk olan bir gün içinde Allah’ın zâtına arzedilmiş olacağını hatırlatıyor. Ve o Yüce mabûdun üstün vasıflarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Allah) bütün üstün sıfatlar ile vasıflanan (O) Yüce ve mukaddes zat (dir ki, gökleri ve yeri ve bunların aralarında bulunanları) milyarlarca maddi ve mânevi kudret eserlerini (altı günde yaratmıştır) böyle bir müddet içinde yaratması, bir hikmet gereği bulunmuştur. Yoksa dilese idi bir anda da yaratabilirdi. Biz buna inandık. (sonra da) O ezeli olan Yaratıcı ilâhi zâtına lâyık bir şekilde (arş üzerine istivâ buyurmuştur.) mekân ve zamana ihtiyacı olmayan O Büyük Yaratıcının hâkimiyeti, kudreti, azameti herşeyin üzerinde olarak tecelli edip durmuştur. Artık ey insanlar!. (Sizin için ondan başka) o büyük, kerem sahibi olan âlemin yaratıcısından başka (bir veli ve bir şefaatci yoktur..) bütün işlerinizi idare eden o Kerim olan Yaratıcıdır, sizi zafere ve başarıya kavuşturacak olan ancak O’dur, O’ndan başka hakiki bir yardımcı, bir dost bulunamaz ve O Kerim mabûdun izni olmadıkça hiçbir kimsenin başkası hakkında şefaate gücü yetmez. (artık iyice düşünmez misiniz?.) Bu ilâhi öğütleri, hatırlatmaları güzelce düşünerek durumlarınızı düzeltmeye, yanlış düşüncelerinizden vazgeçmeğe çalışmaz mısınız?. Hiç o kadar gaflet ve cehalet insana yakışır mı?.

§ Altı gün ile “istivâ” meselesi için A’raf sûresindeki (54)’üncü âyeti kerimenin izahına müracaat!.

5. Bütün işleri gökten yere kadar tedbir eder. Sonra o iş ona bir günde yükselir: O gün ünmiktarı, sizin saydığınızdan bin yıl kadar bulunmuştur.

5. Bir kere Allah’ın büyükluğünü düşünmeli değil midir?. O Hikmet Sahibi Yaratıcı (Bütün işleri gökten yere kadar tedbir eden) mesela: Dünya işlerini melekler gibi ve diğerleri gibi bir kısım semavi vasıtalarla, sebepler ile idare eder ve düzenler. (Sonra o) İş, o dünya işi veya ona memur olan melek (ona) O Yüce Yaratıcının tayin buyurmuş olduğu yüksek mâkama veya kendisinin inmiş olduğu yüce semâya (bir günde yükselir) ilâhi kudret ile böyle bir yükselme meydana gelir. (O’nun) O bir günün (mikdarı) ise (sizin saydığınızdan bir yıl) kadar (bulunmuştur) yani: Allah Teâlâ mahlûkatının işlerini kıyametin kopmasına kadar düzenler, sonra bütün olaylar, o şânı Yüce Yaratıcıya arzedilir, onlar hakkında bir gün içinde hükmetmesi için ki, o bir günün miktarı bizim dünya hayatında saydığımız bir sene kadardır. Deniliyor ki: Bin seneden maksat, pek uzun bir zaman demektir. Arap dilinde bir sayısı, sayı mertebelerinin nihayeti sayılır, bununla en çok adetler kasdedilir, istese, binden daha fazla alsun. Kıyamet gününün fazla ve eksik olması, şahısların durumlarına göre farklı olur, kâfirlere göre elli bin sene kadar uzun görüleceği halde müminler için bir farz namaz vakti kadar bulunmuş olacaktır. Nitekim Buharî ve Müslim’de merfû olarak zikredilen bir hadisi şerif, bunu göstermektedir. Şöyle de deniliyor ki: Gök ile yer arasında beşyüz senelik bir mesafe vardır. O halde semadan bir emrin yeryüzüne inmesi, beşyüz senede ve yerden birinin semaya yükselmesi de beşyüz senede olacağından bu inip çıkma müddeti bize göre bir seneye eşit olmuş olur. İşte bu gibi emirler, hadiseler ilâhi kudretle bir gün içinde gerçekleşir.

§ “Tedbir”! lügatte: Bir işin idaresini düşünmek, sonunu dikkate alıp düşünmekdemektir. Cenab-ı Hak ise böyle bir tedbire ihtiyacı yoktur. O’na göre isnat edilen tedbirden maksat, onun takdir ve irade buyurmasıdır, sebepleri hazırlayıp yaratmasıdır.

6. İşte O’dur, görünmeyeni de, görüneni de bilen, izzetli, merhametli olan.

6. (İşte O’dur) O gökleri, yerleri yaratan, hükmü arş üzerinde tecelli eden Hakim Yaratıcıdır. (görünmeyeni de; görüneni de bilen) bütün görünmeyenleri, görünenleri bilen ve (izzetli, merhametli olan) Evet.. kuvvetle, izzetle vasıflanan, mahlûkatı hakkında rahmet ve şefkati bol bulunan o Büyük Yaratıcıdır, ondan başkası değildir.

7. O ki, yarattığı herşeyi güzel kıldı ve insanın yaradılışına çamurdan başladı.

7. Bu mübârek âyetlerde Kâinatın halikı Hazretlerinin herşeyi güzelce yarattığını ve insanlığın yaratılış biçimini ve ne gibi kıymetli organlara sahib olduğunu bildiriyor. Bir kısım insanların ise nankör olup ilâhi kudrete rağmen ahiret hayatını inkâr eder olduklarını ve onların nihayet öldürülerek ilâhi cezaya kavuşacaklarını ifade buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insânlar!. Bir kere de Allah Teâlâ’nın varlığını, kudretini gösteren şahsınıza ait delilleri, eserleri nazarı dikkate alınız!. (O’ki) O Büyük Yaratıcı ki (herşeyi güzel kıldı) bütün yarattığı şeyler birer güzelliği, birer hikmet ve faydayı kapsamış bulunmaktadır. Onun her yarattığında bir faide bir başka güzellik vardır. Bu şeylerin güzellikleri itibariyle aralarında farklar var ise de hiçbiri kendi niteliği itibariyle güzellikten, bir gayeye yönelmiş olmaktan uzak değildir. (ve) Özellikle mahlûkat arasında seçkin bir nitelikte bulunan insanın yaradılışına o hâkim Yaratıcı (çamurdan başladı) bir topraktan, bir sudan Hz. Àdem’i yarattı. O ne sanatkârâne bir hilkât eseridir ki, o güzelce düşünülürse onun akıllara hayret veren bir kudret eseri olduğu pek iyi anlaşılır.

8. Sonra onun zürriyetini bir dölsuyundan, hakîr zayıf bir sudan yaptı.

8. Hikmet Sahibi Hâlık Hazretleri (Sonra onun) Àdem Aleyhisselâm’ın (zürriyetini) çocukları ve torunlarını, insanlık soyunu (bir dölsuyundan) öyle (hakîr, zayıf bir sudan yaptı) yaratıp, dünyaya getirdi. Öyle hor, âdi birer su damlalarından o kadar mükemmel insanlar teşekkül etmiş oldu.

9. Sonra onu düzeltti ve içerisine ruhundan üfürdü ve sizin için işitmeyi ve gözleri ve gönülleri yarattı. Pek az şükredersiniz.

9. Evet.. O Kerem Sahibi Yaratıcı (sonra onu) o teşekküle başlayan insanı insan neslinden herbirini (düzeltti) onun organlarını ana rahminde iken tamamladı, lâyıkı veçhile şekillendirdi (ve içerisine ruhundan üfürdü) yani: Ona hayat verdi, onu ruh adındaki hayâtî güce kavuşturdu. Ruh, görünmeyen, tuhaf bir hilkat eseri olduğundan onun şerefine, önemine işaret için Cenab-ı Hak, onu kendi bir olan zâtına ekleyerek “ruhumdan” diye buyuruyor. Zaten ruh da diğer bütün hilkat eserleri de Allah Teâlâ’nın birer mahlûku oldukları için o Büyük Yaratıcıya mensup bulunmaktadırlar. Ruhun şerefini göstermek için burada bu, ruhun Allah’a aidiyeti açıkça ifade edilmiş oluyor. Nitekim Hak Teâlâ Hazretlerinin insanlar hakkında “benim kullarım” diye buyurması da böyle şerefi ifade etmektedir.

§ “Nefh”; üfürmeden murad da burada ruhun kabiliyetli olan mahalline kavuşturnulması, o mahallin o ruh ile hayata kavuşturulmuş olması demektir. Kastedilen üfürmenin neticesidir. Şüphe yok ki, üfürme şekli, Allah hakkında imkânsız ve düşünülemez. Bu gibi tabirler, ilâhi kudretin kâinat hakkında ne kadar tesirli, hükmünün ne kadar seri olduğunu bildirmek için kullanılmıştır. (Ve) Ey insanlar!. O Kerem Sahibi Yaratıcı (sizin için işitmeyi) öyle faideli bir kuvveti ihsan etti, osayede söylenilen sözleri, birçok sesleri işitir, dinlersiniz (ve) sizin için (gözleri ve gönülleri yarattı) gözlerinizle, etrafınızdaki şeyleri görürsünüz, gönüllerinizle fâideli, zararlı olan şeyleri anlar, takdir edebilirsiniz. Bunların herbiri ne büyük birer ilâhi lütuftur. Ama ne yazık ki: Birçok kimseler, bunların kadrini bilip şükrünü eda etmezler. Binaenaleyh Cenab-ı Hak o gibi nankörlere uyanmaları için hitabederek buyuruyor ki: Siz (pek az şükredersiniz) o kadar nimetleri size ihsan buyuran Kerim olan Yaratıcıya karşı, daima vazifei şükrana devam ederek uhdenize düşen ibadetleri ifaya çalışmanız icabetmez mi?. Neden bunu düşünmüyorsunuz.

10. Ve dediler ki: Biz yerde gaîb olduğumuz zaman mı, muhakkak biz bir yeni yaradılışta bulunacağız? Evet.. Onlar rab’lerine kavuşmayı inkâr eden kimselerdir.

10. (Ve) İnsanların büyük bir kısmı da ve hakkında bu âyeti kerime’nin nazil olduğu rivâyet olunan Übeyy İbni Half gibi pek cesaretli olan inkârcıları da küfre düşerek (dediler ki: Biz yerde kaybolduğumuz zaman mı) ölüp de kabirlerde toprak kesildiğimiz vakit mi?. Evet.. (Muhakkak biz mi bir yeni yaradılışta bulunacağız?.) Tekrar hayat bularak ahirete mi sevkedileceğiz?. Evet.. İşte bunlar, ahiret hayatını böyle inkâr ederler. Bu ne kadar cehalet!. Kendilerini baştan birer parça topraktan, birer damla sudan yaratmış olan bir Büyük Yaratıcı, onları öldürdükten sonra tekrar yaratamaz mı?. Elbette ki, yaratabilir. İade, ilk defa yaratmaktan daha kolay değil midir?. (Onlar) O yeniden hayat bulacaklarını inkâr edenler, gelecekte (rablerine kavuşmayı inkâr eden kimselerdir) onlar yalnız ahiret hayatını değil, Cenab-ı Hak’kın varlığını, onun azabına kavuşacaklarını da inkâr eden kâfir kimselerdir. Cenab-ı Hâlik’in varlığına, kudret ve azametine inananlar, öyle bir iddiada, inkârda nasılbulunabilirler?.

11. De ki: Size müvekkel olan ölüm meleği, sizin canınızı alacaktır. Sonra da Rabbinize döndürüleceksinizdir.

11. Artık ey şânı Yüce Resûl!. Sen de o inkârcılara (De ki:) Evet.. Şüphe yok ki, bir gün öleceksiniz, (size müvekkel olan) sizin ruhunuzu almaya memur bulunan (ölüm meleği) Azrail Aleyhisselâm (sizin canınızı alacaktır) sizin ölümünüz böyle bir surette olacaktır. Yoksa ölüm, tabiî hallerden olup kendi kendine hayat sahiplerine ârız olacak bir durum değildir. Belki her insanın ruhunu belirlenen zaman gelince ölüm meleği alır, o ruh kendisine tahsis edilen âlemde kalır, sonra kıyamet kopunca yine bedenler ilâhî kudret ile teşekkül ederek kendilerine ruhları iade edilir. İşte ey inkârcılar!. Size de böyle yeniden hayat verilecektir. (Sonra da) hepiniz (Rab’binize döndürüleceksinizdir.) hesap ve ceza için o Büyük Yaratıcının büyük mahkemesine sevkedileceksinizdir. Artık o mahşerde, o muhakeme âleminde uğrayacağınız azabı, bu inkârınızın müthiş cezasını hiç düşünmez misiniz?.

12. Görecek olsan o vakit ki, günahkârlar Rab’lerinin huzurunda başlarını eğmiş oldukları hâlde ey Rabbimiz! Gördük ve işittik, artık bizi geri çevir. Bir sâlih amel işleyelim. Şüphe yok ki, biz kat’î surette inanmışlarız. derler.

12. Bu mübârek âyetler de inkârcıların ahirette ne kadar perişan bir vaziyette kalacaklarını gösteriyor. Onların isteklerinin Allah tarafından ne şekilde reddedileceğini bildiriyor ve kendilerine iltifat edilmeyip ebedî bir azaba sevkedileceklerini hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Ey Şanı Yüce Resûl!. Eğer sen (Görecek olsan) ne kadar hayret verici, garip bir hâli müşahede etmiş olursun. (O vakit ki,) O kıyamet günündeki (günahkârlar) o dünyadalarken kıyameti inkâr etmiş olan kâfirler (rablerinin huzurunda) Yüce Yaratıcınınkendilerini yeniden hayata kavuşturup mahşere sevk ve muhasebeye tâbi tutacağı günde o günahkârların (başlarını eğmiş) tam bir korku ve üzüntü ile utanarak perişan bir vaziyet almaya başlayarak (Ey Rabbimiz!.) Biz şimdi (gördük ve işittik) inkâr ettiğimiz şeylerin birer gerçek olduğunu görmeğe başladık, tebliğ edilen ayetleri işitmek, anlamak kabiliyetine sahip bulunduk (artık bizi geri çevir) dünyaya tekrar döndür (bir sâlih amel işleyelim) senin rızana uygun ve işittiğimiz âyetlerin gereğine tıpa tıp uyan hareketlerde bulunalım (Şüphe yok ki, biz kat’î surette inanmışlarız) şimdi biz de bu ahiret âlemine ve bize tebliğ edilmiş olan ilâhî ayetlerin birer gerçek bulunduğuna kesin îman elde etmiş bulunmaktayız; diyeceklerdir. İşte onların bu hâlleri ne kadar elem verici, müthiş bir manzara arzetmektedir.

13. Ve eğer dilemiş olsa idik her nefisi elbette hidayete erdirirdik. Fakat elbette ki, cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım, sözü benden hak olmuştur.

13. Cenab-ı Hak, kullarına bir irade, yaratılıştan gelen bir kabiliyet vermiştir. Onlar o iradelerini, kabiliyetlerini hidayet yolunda harcarlarsa Hak Teâlâ da onların haklarında hidayeti yaratır, aksine sapıklığa sarfederlerse haklarında sapıklık vücude getirilir, onları zorla hidayet veya sapıklığa sevketmez. Bu durum, teklif hikmetine aykırıdır. Binaenaleyh buyuruyor ki: (Ve eğer dilemiş olsa idik her nefsi elbette hidayete erdirirdik) kendisini ister istemez din yoluna gitmeğe başarılı kılardık. Ancak böyle bir muamele, cebre dayanacağından hikmete uygun düşmez. (Fakat elbette ki, cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım, sözü benden hak olmuştur.) Evet.. Bu hususa dair ilâhî kelam daha önce geçmiştir. Şeytana hitaben: “Cehennemi seninle ve sana tâbi olanlarla elbette ki, dolduracağım” diye buyurulmuştur.Kendi irâdelerini kötü kullanarak hidayet yolunu terkedenleri Cenab-ı Hak da hidayetten mahrum bırakacak, cehenneme sevkeyleyecektir. Allah’ın takdiri böylece ortaya çıkacaktır. O müthiş ceza o kimselerin kötü iradelerinin bir neticesidir.

14. Artık tadın bu gününüze kavuşmayı unutmanız sebebiyle. İşte biz de sizi unuttuk. Ve yapar olduğunuz şeyler yüzünden ebedî âzabı tadın.

14. Ve öyle cehenneme sevkedilenlere cehennem bekçileri tarafından denilecektir ki: (Artık tadın) Cehennemin bu dehşetli azabını (bu gününüze kavuşmayı unutmanız sebebiyle) siz bu ahiret hayatını dünyada iken inkâr ettiğiniz için şimdi böyle bir azaba lâyık bulunmuş oldunuz. Ve Allah tarafından kendilerini kınamak için buyurulacaktır ki: (işte biz de sizi unuttuk) Yani: Hak’kınızda unutulmuş gibi bir muamelede bulunarak sizi kötü hâlinizin cezasına kavuşturduk (ve) dünyada iken (yapar olduğunuz şeyler yüzünden) küfrünüzden, ahireti inkâr etmiş olmanızdan dolayı şimdi (ebedî azabı tadın) işte küfrün sebep olduğu korkunç âkibet!.

15. Bizim âyetlerimize ancak öyle kimseler imân eder ki, onlar ile kendilerine nasihat verildiği zaman secde ediciler olarak yüzüstü yere kapanırlar ve Rab’lerini hamd ile tesbih ederler. Ve onlar büyüklük taslamazlar.

15. Bu mübârek ayetlerde îmana kâbiliyeti olan zatların kimlerden ibâret olduğunu ve o zâtların pek seçkin özelliklerini bildiriyor. Ve o saygıdeğer müminlerin ne büyük, nurlu takdirimizin üzerinde mükâfatlara kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri müminlerin alametini beyan için buyuruyor ki: (bizim âyetlerimize) Kur’an-ı Kerim’in beyanlarına, Yüce Yaratıcının kudret ve azametine delalet eden subjektif ve objektif alametlere (öyle kimseler îman eder ki, onlar ile) o âyetler ile (kendilerine nasihatverildiği zaman) nazarı dikkatleri çekildiği vakit hemen tereddütsüz (secde ediciler olarak yüzüstü) yere (kapanırlar) tam bir tevazu ile boyun eğerek tilâvet secdesini yaparlar (ve Rab’lerini hamd ile) O’nun nimetlerini düşünerek ve özellikle öyle mübârek ayetleri okumaya, dinlemeğe başarılı kılındıklarını hatırlayarak hamd ve övgü ile beraber (tesbih ederler) Cenab-ı Hakk’ı ilâhi zatına lâyık olmayan herbir şeyden ve özellikle ortak ve benzerden ve haşr ile neşri meydana getirmeğe kudretsizlikten tenzihe çalışırlar ve “Sübhanallâhi ve bihamdihi” diyerek o güzel inançlarını açığa vururlar (ve onlar) öyle gerçek müminler (büyüklük taslamazlan) Allah’ın büyüklüşunü düşünerek alçakgönüllü bir halde bulunurlar, kendi kulluk ve itaatlerini de çok samimi bir şekilde yaparak ondan dolayı da bir gurur, bir kendini beğenmişlik göstermezler.

§ Bu âyeti kerime, bir tilâvet secdesi ayetidir. Müminlerin: Şu üç seçkin özelliğini bildirmektedir. Birincisi: Ayetlerle verilen öğütleri güzelce kabul edip şükür secdesine kapanmalarıdır. İkincisi Cenab-ı Hak’kı noksan sıfatlardan takdis ve tenzih etmeleridir. Üçüncüsü de: Mütevazi olup kibir ve gururdan kaçınmalarıdır.

16. Yanları yataklarından uzaklaşır ve Rab’lerine korku ve ümit ile duâ ederler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden de infakta bulunurlar.

16. Ve o müminler öyle kimselerdir ki: (Yanları yataklarından uzaklaşır) Yani: Geceleri kalkarlar, uykularını terkederler, teheccüt yani gece namazını kılarlar veyahut akşam ile yatsı namazı arasmda “Salati evvabîn” denilen nafile namazı kılmaya devam ederler. (Ve Rab’lerine korku ve ümit ile duâ ederler) hem o Yüce Mabûd’un azabından korkarlar, hem de onun rahmetini, şefkatini düşünerek ümitli bulunurlar. (Ve kendilerini rızıklandırdığımızşeylerden de) fakirlere, zayıflara ve diğer hayır yerlerine (infakta bulunurlar) israftan da, cimrilikten de kaçınarak hak rızası için mallarını güzelce harcarlar, bu suretle de Rızık verici ve Kerim olan Allah’a itimad ederek malî ibâdette bulunmaktan da geri durmazlar. Bu âyeti kerime ile de müminler üç seçkin vasıf ile övülmektedir. Bunların birincisi: Geceleyin namaz kılmalarıdır. İkincisi de: Cenab-ı Hak’tan korku ve ümit üzere bulunmalarıdır. Üçüncüsü de mallarından infakta bulunup durmalarıdır.

§ Hz. Enes, radiallâhu anh demiştir ki: Bu âyeti kerime, bir ensar topluluğu hakkında nazil olmuştur. Biz akşam namazını edâ ederdik veya yatsı namazını da Peygamber Aleyhisselatı vesselâm ile beraber kılmadıkça hânelerimize gitmezdik.

§ “Medâcı”; Yatacak yer manasına olan “Medca” lafzının çoğuludur.

17. Onlara yapar oldukları şeylere mükafaten gözlerin aydın olacağı şeylerden neler saklanılmış olduğunu artık hiçbir kimse bilmez.

17. (Onlara) öyle yüksek vasıflara sahib olan müminlere (yapar oldukları şeylere) öyle güzel kulluk ve taatlara (mükâfaten gözlerin aydın olacağı) insan için sevinç vesilesi iftihar sebebi bulunacak (şeylerden neler saklanılmış olduğunu) onlar için Allah yanında takdir edilen âhirete ait nimetlerin büyüklüğünü, ehemmiyetini (artık hiçbir kimse bilmez.) Onlar o kadar mühim, o kadar büyüktür ki, onları ancak Allah Teâlâ bilir. Nitekim Kudsi bir hadiste buyurulmuştur ki: “Sâlih kullarım için öyle şeyleri hazırladım ki, onları ne bir göz görmüştür, ve ne de bir kulak işitmiştir ve ne de bir insanın hatırına gelmiştir. Ne büyük bir ilâhi mükâfat!..

18. Evet.. Hiç mümin olan kimse, fâsık olan kimse gibi midir? elbette ki eşit olmazlar.

18. Bu mübârek âyetler de müminler ilekâfirlerin asla eşit olmadıklarını bildiriyor. Müminlerin nâil olacakları ebedî mutluluğu müjdeliyor. Kâfirlerin de dünyada ve âhinette azaplara uğrayacaklarını haber veriyor. İlâhi âyetleri dinlemeyip kaçınanların da nasıl bir ilâhi intikama mâruz kalacaklarını hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Evet..) Müminler ile fasıklar arasındaki ayrılık gâyet açık müminlerin güzel vasıfları zikredilmiştir. Artık (hiç mümin olan kimse, fasık olan kimse gibi midir?.) Buna hiç ihtimal var mı?. Elbette ki (eşit olmazlar) bunların aralarında büyük bir fark vardır. Ebedi kurtuluşa mutluluğa nâil olacak mümin zâtlar ile sürekli azaplara, felâketlere maruz kalacak olan fâsık, inkârcı şahıslar hiç eşit görülebilir mi?.

19. Evet.. O kimseler ki, imân ettiler ve sâlih amellerde bulundular, artık onlar için yapmış oldukları amelleri karşılığında konak olmak üzere Me’va cennetleri vardır.

19. (Evet..) Aralarında eşitlik olmadığı pek açıktır. Çünki (o kimseler ki, man ettiler) Cenab-ı Hak’kın dinini güzelce kabul etmiş oldular (ve sâlih sâlih amellerde bulundular) îmanlarını destekleyip, güçlendiren ibadetlere, itaatlara devam edip durdular (artık onlar için yapmış oldukları amelleri karşılığında konak olmak üzere Me’vâ cennetleri vardır) cennetler, onların birer yurdu, birer daimi ikametgâhı bulunacaktır, artık o cennetlerde daha nice nimetlere, tecellilere nâil olacaklardır.

20. Fakat o kimseler ki, fişka sapmışlardır, artık onların barınacakları yer, ateştir. Her ne vakit oradan çıkmalarını istedikçe onun içine geri döndürüleceklerdir ve onlara denilmiş olacaktır ki, o âteş azabını tadın ki, siz onu yalan saymakta idiniz.

20. (Fakat o kimseler ki fıska sapmışlardır) İmân dâiresinden çıkmış hakka itaatten kaçımışlardır (artık onların barınacakları yer) de şüphe yok ki, (âteştir) onların yurtları dacehennemden başka değildir. (Her ne vakit oradan çıkmalarını istedikçe) hiçbirinin sözüne bakılmaz. Bilâkis (onun içine geri döndürüleceklerdir.) yani: Cehennemin muhtelif tabakaları içinde ebediyyen kalacaklardır. (Ve onlara) o fasık inkârcılara (denilmiş olacaktır ki,) siz devamlı (o âteş azabını tadın ki, siz onu yalan saymakta idiniz) dünyada iken size bu sonu haber veren kişileri yalanlıyordunuz. Böyle âhiretle ilgili bir hayatın olacağına asla inanmıyordunuz.

21. Ve elbette onlara o en büyük azaptan önce o yakın azaptan tattıracağız, umulur ki, onlar dönüverirler.


21. (Ve elbette onlara) O fasık, ahireti inkâr eden kimselere (o) ahirete ait (büyük azaptan önce) daha dünyadalarken (o yakın azaptan) dünya felâketlerinden, esaretlerden, ölümlerden ibâret olan belirli cezaları da (arttıracağız) onları dünyada öyle bir takım belirli felâketlere uğratacağız (umulur ki onlar dönüverirler) o felâketlerden birer ikaz dersi olarak kâfirce hareketlerine son verirler. Bu da haklarında birer ilâhi imtihandır. Aslında Cenab-ı Hak, onların ne hâlde devam edeceklerini kesinlikle bilir. Ancak haklarında hikmet gereği böyle bir muamelede bulunur, onların artık bir mazeret beyan edebilmelerine bir imkân kalmamış olur.

22. Ve daha zalim kimdir, kendisine Rabbinin âyetleriyle nasihat verilip de sonra onlardan yüz çeviren kimseden? Şüphe yok ki, biz günahkârlardan intikam alıcılarız.

22. (Ve) Bir kere insaflıca düşülnülsün (daha zalim kimdir?.) hangi bir şahıstır ki, (kendisine Rab’binin âyetleriyle nasihat verilip de) kendisine Kur’an-ı Kerim’in hükümleri tebliğ edilip de (sonra onlardan yüz çeviren) öyle kurtuluşunu temin edecek öğütleri dinlemeyen, kendi fâidesini düşünmeyip inkâr ederek, düşmanca bir vaziyet alan (kimseden?.) elbette ki, böyle bir kimsedendaha zalim bir şahıs yoktur. (Şüphe yok ki, biz günahkârlardan intikam alıcılarız) onlar kendilerinden intikam almaya lâyık olmuşlardır. Artık Allah’ın âyetlerinden yüz çeviren küfr içinde yaşayıp en zalim bir kimse olan herhangi bir şahıs da kendisini ilâhi intikamdan, ebedî azaptan nasıl kurtarabilir?. Böyle bir sonu o inkârcı fasıklar, hiç düşünmezler mi?.

§ Rivâyete nazaran Bedr savaşında İmamı Ali Radiallahu Anh ile “Velid ibni Ukbe” arasında bir münakaşa meydana gelmişti. Velid, Hz. Ali’ye hitaben: Sen sus, çünkü sen çocuksun, ben ise yaşlıyım, lisanım senden uzundur, süngüm senden keskindir, kalbim senden daha cesâretlidir ve askeri kuvvetim de senden fazladır” diyerek öğünmüştür. Buna karşı Hz. Ali de: Ey Velîd!. Sen sus, şüphe yok ki, sen kâfirsin” demişti. İşte bu karşılıklı konuşma üzerine bu âyetler nazil olmuş, Hz. Ali’yi teyid etmiş, İmamı Ali gibi müminlerden olan zâtlar ile Velid gibi kâfirlerden bulunan fasıklar arasındaki pek büyük farkı göstermiştir. Ebussuud tefsiri, Essirac-Münîr tefsiri.

23. Andolsun ki, Musa’ya kitap vermiştik. Artık sen de ona kavuşacağından şüphede bulunma ve onu İsrailoğulları için bir hidâyet rehberi kılmıştık.

23. Bu mübârek âyetler de yine inanç esaslarından olan peygamberlik ve ilâhi kitap mevzuuna dikkatleri çekerek bir misâl olmak üzere Hz. Musa ile ona verilmiş, olan kitabı hatırlatıyor. Beni İsrail arasında sabr ile, sağlam inanç ile vasıflanmış olan bir kısım zatların vaktiyle birer hidâyet rehberi olmuş olduklarını bildiriyor ve ümmetlerin aralarındaki ihtilaflarını Cenab-ı Hak’kın kıyamet gününde çözüme kavuşturacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Son Peygamber!. (Andolsun ki,) Muhakkak bir ilâhi lütufdur ki, (Musa’ya kitap vermiştik) ona birçok dinî hükümleri kapsayan Tevratadındaki kitabı vermiştik. Birçok ara dönemlerden sonra İsrailoğulları Peygamberlerinden ilk evvel kendisine kitap verilen zât Musa Aleyhisselâm’dır. (artık sen de) Ey şânı Yüce Resûl!. (Ona kavuşacağından şüphede bulunma) Sen de Musa Aleyhisselâm’a birgün kavuşacağını kesinlikle bil. Nitekim bu kavuşma, Mi’rac gecesi semada olmuştur. Yahut Ey şânı Yüce Peygamber!. Sen de Kur’an-ı Kerim gibi bir ilâhi kitabın tamamına nâil olacağını şüphesiz bil, o hususta tereddütte bulunma. Hz. Musa’ya Tevrat verildiği gibi sana da Kur’an-ı Kerim tamamen nâzil olacaktır. (ve onu) O Tevrat kitabını veya Musa Aleyhisselâm’ı (İsrailoğulları için bir hidâyet rehberi kılmıştık) Ey Son Peygamber!.. Senin mübârek varlığında sana nazil olan Kur’an-ı Kerim de senin ümmetin için bir hidayet rehberi, bir mutluluk vesilesi bulunmaktadır. Deniliyor ki: Tevrat’taki hükümler ile yalnız İsrailoğulları kullukta bulunmuştur. İsmail Aleyhisselâm’ın çocukları, zürriyyeti onunla kullukta bulunmamışlardır. Bizim mübârek Peygamberimizin peygamberliği ve ona ihsan buyurulan Kur’an-ı Kerim’in hükümleri, ise bütün insanlığa yöneliktir.

24. Ve sabır ettikleri zaman onlardan rehberler kılmıştık ki, bizim emrimizle doğru yola sevkederlerdi ve âyetlerimize kesin olarak inanmışlardı.

24. (Ve sabr ettikleri zaman) Dinlerine riâyete devam, düşmanlarının eza ve cefasına karşı sabr ve sebat ettikleri vakit (onlardan) İsrailoğulları peygamberlerinden ve bilginlerinden (rehberler kılmıştık) bir takım din önderleri, uyulacak zatlar yaratmıştık (ki, bizim emrimizle) bizim Tevrat’ta bildirdiğimiz hükümlere göre İsrailoğulları’nı (doğru yola sevkederlerdi) işte ey Son Peygamber!.. Senin seçkin ümmetinden olan değerli sahabelerin, büyük müctehidler de ümmetinin fertlerini hakyoluna sevk etmektedirler… (Ve) O İsrailoğullarının imamları, âlimleri (âyetlerimize kesin olarak inanmışlardı) Allah’ın birliğine, noksanlıklardan uzak olduğuna delâlet eden ilâhi ayetleri, delilleri kesin şekilde tasdik etmiş, kalpleri şek ve şüpheden tamamen uzak bulunmuş idi. İşte ey Son Peygamber!. Senin ümmetin arasında da öyle sağlam inanca hakkıyla sahip, başkaları için de birer hidayet rehberi olmak kabiliyetine sahib zatlar bulunacaktır.

25. Muhakkak ki, senin Rabbin evet o, kendisinden ihtilâf eder oldukları şeylerde aralarını kıyamet günü hâl ve fasledecektir.

25. Ey Peygamberlerin en şereflisi sonu olan Hz. Muhammed!. Sallallâhü Aleyhi Vessellem (Muhakkak ki, senin Rab’bin) evet… (O) ortak ve benzerden uzak olan mâbudun (kendisinde ihtilaf eder oldukları şeylerde) dinî meselelerde Peygamberler ile ümmetlerinin (aralarını kıyamet günü) o umumi muhakeme ve muhasebe zamanında hal ve (fasl’edecektir.) Aralarında ilâhi hüküm ortaya çıkacaktır. Dünyada iken kimlerin hidayet rehberi oldukları, kimlerin hidayete ermiş bulunduklarını ve aksine kimlerin insanları sapıklığa sevkeyledikleri ve kimlerin sapıklığa düşmüş oldukları o gün tamamen anlaşılmış bulunacaktır. Artık öyle bir günün dehşetini düşünmelidir, daha fırsat elde iken durumu düzeltmeğe çalışmalıdır.

26. Onlar için bir hidâyet vesilesi olmadımı ki, onlardan evvel nice nesilleri helâk ettik ki, onların yurtlarında gezip dolaşırlar. Şüphe yok ki, bunda elbette ibretler vardır. Hâlâ dinlemeyecekler mi?

26. Bu mübârek âyetler de küfrleri yüzünden helake mâruz kalmış olan eski kavimlerin yurtlarında gezip duran, onlardan bir ibret dersi almayan o zamanın inkârcılarını kınamaktadır. Cenab-ı Hak’kın yarattıklarını öldürmeğe de, tekrar diriltmeğe de kâdirolduğuna bir misal vererek ahiret hayatı için bir örnek göstermiş bulunuyor. Ahiret hayatı vuk’u bulunca orada inkârcılara imân etmelerinin bir fayda vermiş olamayacağını ve öyle inançsızlardan Resûl-i Ekrem’in yüz çevirmesine müsaade olunduğunu ve o günün beklenilmekte bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlar için) O Muhammed’in peygamberliğini inkâr eden, ahiret hayatına inananlar için (bir hidâyet vesilesi olmadı mı?.) Kendilerini uyandırmaya bir sebep, hidayet yolunu tâkibetmelerine bir sevkedici bulunmadımı (ki, onlardan evvel nice esilleri helâk ettik) küfrleri yüzünden ne müthiş felâketlere uğramış oldular (ki, onların yurtlarında gezip dolaşırlar) meselâ: Şam’a ve diğer beldelere girerek Ad, Semud, Lut kavimlerinin harab olmuş yurtlarını görmekte bulunurlar (Şüphe yok ki, bunda) öyle nice kavimlerin helâke uğramış, yurtlarının birer harâbe yerine dönmüş bulunmasında (elbette ibretler vardır.) İlâhi kudrete dâir deliller vardır. küfür ve isyanın ne korkunç neticelere sebep olduğuna ait işaretler bulunmaktadır. (Hâlâ dinlemeyecekler mi?.) Bunlara âit kıssaları, olayları düşünen bir insan olarak işitip anlamaya gayret etmiyecekler mi? Nedir bu kadar gaflet!.

27. Görmediler mi ki, muhakkak biz suyu çorak yere sevkederiz de onunla hemen ekinleri çıkarırız, onlardan hayvanları ve kendileri yiyiverir. Hâlâ görmezler mi?

27. O kıyamet hayatını inkâr edenler (Görmediler mi ki, muhakkak biz, suyu) gökten veya yeryüzünden (çorak yere sevkederiz) otları, ekinleri kesillmiş, kurumuş, kupkuru kalmış herhangi bir sahaya göndeririz (de onunla) o su ile (hemen ekinleri) yerlerin altından dışarı (çıkarırız) onlar yeni bir hayata kavuşarak büyüyüp, gelişirler. Sonra da (onlardan hayvanları ve kendileri yiyiverir) o ekinlerden insanlar da, hayvanlar da gıdalarınıtemin ederek yararlanırlar. (Hâlâ görmezler mi?.) Bunları güzelce düşünüp de bunlar ile ilâhi kudrete delil getirmezler mi?. Evet.. İşte bunlar da insanların öldükten sonra tekrar hayat bulacakları için güzel bir nümune teşkil etmektedir. Bunları böyle tekrar tekrar vücude getiren bir Yüce Yaratıcı, insanları da öldürdükten sonra tekrar hayata erdirmeğe elbette ki, kâdirdir, bunda nasıl şüphe edilebilir?.

§ “Ardı Cürüz” Susuzluktan ve hayvanlar tarafından yiyildiğinden dolayı ekinleri kesilmiş, otsuz kalmış yer demektir.

28. Ve diyorlar ki: Bu feth ne zamandır? Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz söyleyiniz bakalım!

28. (Ve) O inkârcılar, bir alay tarikiyle (diyorlar ki: Bu feth ne zamandır?.) Kıyamet günü ne vakit kopacaktır?. Yahut Resûl-i Ekrem Hazretleri Müslümanların fetihlere nâil olacağını beyân buyurmuş olduğu için o inkârcılar, bu fethlerin ne zaman vuk’u bulacağını alay eder bir tarzda soruyorlar da diyorlardı ki: Ey müslümanlar!. (Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz) verdiğiniz haberler gerçeşk ise o vakti bize haber veriniz bakalım, sizin sözlerinize inanalım.

29. De ki: Kâfir olmuş olanlara o fetih günü imanları bir fâide vermez ve onlara mühlet de verilmez.

29. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: Ey Resûlüm!. O inkârcılara (De ki: Kâfir olmuş olanlara o fetih günü imânları bir fâide vermez) artık imânları makbul olmaz (ve onlara mühlet de verilmez.) cezaları bir an bile tehir edilmez. Evet.. Bir kere kıyamet günü artık imân zamanı geçmiş, gayba imân anlamı kalmamış olacağından o zamanki imân zorunlu bir imân olacağından asla makbul olamaz. Fetih gününden maksat Bedr savaşı günü veya Mekke-i Mükerreme’nin fethi günü olduğunagöre de o gün katledilmekte olan bir kâfir, sadece kedisini o katilden kurtarmak için imânda bulunacağı ve o bir ümitsizlik imânından ibaret olacağı için o da kendisine bir fâide vermiş olamaz. Nitekim Firavn’a da boğulacağı zamandaki îmanı bir fâide vermiş değildi.

30. Artık onlardan yüzçevir ve bekle. Şüphe yok ki, onlar da bekleyicilerdir.

30. (Artık) Ey şânı Yüce Peygamber!. (Onlardan yüz çevir) öyle kâfirlerin yalanlamasına önem verme (ve bekle) onların azaba uğrayacaklarını gözet, elbette ki, onlar bir gün lâyık oldukları cezaya kavuşacaklardır. (şüphe yok ki onlar da) o münkirler de (bekleyicilerdir) onlar da kendilerinin helâk olacakları günü bekleyip durmaktadırlar. Çünki onların o kıyamet gününün veya İslâmi zaferin meydana geleceği vakti alay için acele edip sormaları, başlarına gelecek azabı beklemeleri mesabesindedir. Diğer bir tevcihe göre de: Ey şânı Yüce Resûl!. Sen Cenab-ı Hak’tan yardımı bekle. O inkârcılar da kendi bâtıl putlarından yardım beklemektedirler. Elbette ki, bu iki bekleme arasındaki fark, ortaya çıkacaktır, elbette ki, onlar müslümanların yardıma kavuşmalarını göreceklerdir, kendileri de mağlup, zarar ve ziyâna uğramış bir hâlde kalacaklardır. Şüphe yok hak daima yükselir, onun üzerine başkası yükselemez. Nitekim az bir müddet içinde İslâmiyet, büyük bir başarıya kavuşarak her taraf o yayılmış, onu söndürmek isteyenler de perişan olmuşlardır. Bu âyeti kerimenin, savaş âyeti ile neshediliğini kabul edenler de vardır. “Kazı Beyzavî” velhâsıl bu âyeti kerime müslümanların, başarıya, güzel sona nâil olacaklarını Mjdelemektedir. Hamd yalnız Allah’a aittir.
Daha yeni Daha eski