KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Nisa Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Ey insanlar! O Rabbinizden korkunuz ki, sizi bir nefisten yaratmıştır ve ondan da eşini yaratmıştır. Ve o ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar türetmiştir ve Yüce Allah’tan korkunuz ki, onunla biribirinizden dilekte bulunursunuz, rahîmlerden de korkunuz, şüphe yok ki, Allah Teâlâ üzerinizde gözetleyicidir.
1. Bu âyeti kerime, insanlığın ilk yaratılış sahasına nasıl getirilmiş olduğunu bildiriyor, bunu düşünerek Cenab’ı Hak’tan korkulmasını ve akrabalık haklarına riâyet edilmesini emrediyor. Şöyle ki: (Ey insanlar!) Ey Son peygamberin gönderildiği zaman mevcut olan ve ondan sonra hayat sahnesine getirilen akıl sahibi ve mükellef Âdemoğulları!. (O Rabbinizden korkunuz) onun azabından sakınarak O Yüce Allah’a itaat ediniz (ki, sizi bir nefsten yaratmıştır.) İlk atanız olan Hz. Adem’in türemelerinden olarak bu hayat âlemine peyderpey getirmiştir, (ve ondan) Hz. Adem’in sol eğe kemiğinden alarak (da eşini) Hz. Havva annenizi (yaratmıştır.) bu iki yaratılış harikasını böylece vücude getirmiştir, (ve bu ikisinden de) Hz. Âdem ile Havva’dan da (birçok erkekler ve kadınlar türetmiştir) yaratmış yeryüzüne yaymıştır. Artık bu kadar muazzam mahlûkatı böyle olağanüstü bir şekilde meydana getirmiş olan Yüce Yaratıcıdan korkmak, onun mukaddes hükümlerine uymak lâzım gelmez mi?. Elbette lâzım gelir. Öyle ise güzelce düşününüz (ve) O Yaratıcınız olan (Allah Teâlâ’dan korkunuz ki, onunla) onun mukaddes adıyla (birbirinizden dilekte bulunursunuz) meselâ: Allah için sana soruyorum, veya Allah adına, Allah aşkına senden şunu istiyorum gibi bir şekilde Allah’ın adını vesile edinirsiniz. (rahîmlerden de korkunuz) akraba haklarını gözetiniz, birbirinize olan münasebetleri, kesmeyiniz, birbirinizle görüşüp konuşunuz. Çünki hepiniz bir aileden dallanmış bulunuyorsunuz, aranızda bir soy kardeşliği vardır, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ üzerinizde gözetleyicidir.) hepinizin bütün amellerinizi, hareketlerinizi görmektedir, korumaktadır, o amellerinize göre sizlere mükâfat ve ceza verecektir.
§ Bu âyeti kerime ile başlayan Nisa sûresi, Medine’i Münevvere’de inmiştir. Yüzyetmiş altı âyetten meydana gelir. Başlıca konuları: Aile hayatına ait olduğundan böyle “Nisa Sûresi” adını almıştır. İçerdiği âyeti kerimeler, insanlığın yaratılışına, kardeşliğine, aile teşkilatına, ferdî, ictimâî haklara, vazifelere, cihada, dinî terbiyenin hakkıyla yerine getirilmesini temin edecek hükümlere ve diğer konulara aittir.
§ Adem’in yaratılışı: Kâinatın Yüce Yaratıcısı insanlığın ilk yaratılışına dikkatimizi ve ilgimizi çekiyor. Evet… Cenab’ı Hak, Âdem Aleyhisselâm’ı müstakil olarak bir insan olmak üzere topraktan yaratmış, ona ruh üflemiş, onu bağımsız, hayat sahibi bir nice üstün vasıflarla vasıflanmış olarak varlık sahnesine getirmiştir. Sonra da Hz . Âdem uyku halinde iken onun sol eğe kemiğinden alarak onun bir eşi, bir hayat arkadaşı olmak üzere Hz. Havva’yı yaratmıştır. Bu hadise, bazı zevata göre Hz. Adem’in cennete girmesinden evvel ve bazı zatlara, göre de sonra vuku bulmuştur. Âdem Aleyhisselâm uykudan uyanınca yanında Hz. Havva’yı görmüş, kendisiyle hayat arkadaşlığına başlamış, bu iki kudret hârikasından da insanlık nesli meydana gelmişti. Milyonlarca kudret hârikalarının karşınızda parlayıp durduğunu görmekteyiz. Artık bu kadar hârikaları vücude getirmiş olan bir Yüce Yaratıcının Hz. Âdem ile Hz. Havva’yı da öyle bağımsız birer mükemmel insan olarak vücude getirmiş olduğunu kim inkâr edebilir ve uzak görebilir?. Meğer ki kudretli ilâhîyeyi münkir olan bir cahil olsun. Şunu da düşünelim: Tabiat kanunu denilen şeylerde bir birlik vardır, bir aynîlik ve her bakımdan bir uygunluk cereyan etmektedir. Halbuki, insanlarda bu böyle midir?. Milyonlarca insanın renkleri, simaları, güzellikleri, çirkinlikleri, kabiliyetleri, tabiatları başka başkadır. Bütün bu değişiklikler de gösteriyor ki, bütün insanların, bütün kâinatın mucidi, Yaratıcısı, istediğini yapan, her şeye kâdir ve yok olmayan bir hükümdardır. Mahlûkatını dilediği şeklide vücude getirmektedir. Artık ona karşı son derece saygılı olmak, azabından sakınmak, onun bütün emirlerine, yasaklarına uymak icabetmez mi? Elbette eder… Buna inanmışızdır.
§ Rahm, kelimesi, lûgatte esirgemek, yakınlık, ana karnında olan oğlan yatağı, doğum yoluyla olan soy bağı demektir. Çoğulu erhamdır. Sıla-i rahim de, akrabaları arayıp sormaktır, ziyaret etmektir, gurbetteki kimsenin memleketini ziyarete gitmesi gibi. Akraba ile görüşmek, onların muhtaç olanlarına yardım etmek, hasta olanlarını gidip ziyarette bulunmak, kayıp olanlarını araştırmak, kötülükte bulunmuş olanlarını affeylemek, akrabalık ‘haklarını gözetme kabilindendir, vefa ve insanlık alâmeti olup en güzel ictimâî bir vazifedir. Sahihi müslimde zikrolunduğu üzere Rasûlü Ekrem Sallallahü aleyhi vesellem efendimiz şöyle buyurmuştur: Rahim, bir şekle girerek Allah’ın arşında asılmıştır. Der ki: Kim beni ziyaret eder, yakınlık gösterirse Allah Teâlâ da ona mânen yakınlık göstersin ve kim beni keser atarsa Hak Teâlâ da onunla ilgisini kessin, onu mânevî yakınlığından mahrum bıraksın. Nitekim diğer bir hadisi şerifte de: Akrabalık bağını kesen kimse cennete giremez. Bu görevi yerine getirmeyenler cennete ilk girenler ile beraber girmek nimetine nâil olamaz.
“sıledir musilei rahmeti rab”
“Kat’i rahın etmek olur bu’de sebep”
“Akraba olsa da farza düşman”
“Ecnebiden yine elbet ehven”
Vehbi Velhâsıl: İslâmiyet akraba hukukuna riâyeti bir görev saymıştır. Onların arasında ihtilâfa, gönül kırgınlığına, dedikoduya sebep olacak şeylere meydan verilmemesini emretmiştir. Bu cümleden olarak bir kimse bir malını babasına, oğluna, kardeşine veya amcasına, dayısına, hatasına, teyzesine, veya kendi eşine bağışlasa ve teslim etse artık bu bağışından dönemez, onu geri alamaz. İsterse bu bağışlayan ile o kendisine bağış yapılan arasında din veya uyruk itibariyle ayrılık bulunmuş olsun. Aynı şekilde: Bir kimse köle veya câriye olan babasına, kardeşine veya amcasına veya dayısına herhangi bir şekilde sâhip olsa meselâ: Onları sahiplerinden satın alsa derhal azat olmuş olurlar. Çünki aralarındaki o akrabalık, sahiplik ve istihdama mânidir. Aynı şekilde: Bir kimse ö ldürmüş olduğu bir şahsın kısasına varis olsa meselâ ö ldürülenin yalnız katilinden ibaret olan bir, ana bir kardeşi bulunsa bunun hakkında kısas düşer. Bu ceza ona tatbik edilemez. Çünki aralarındaki bu veraset, bir akrabalık neticesi olduğundan bu kısasa mânidir. İşte mübârek İslâm dini, akrabalığa bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermiştir. Bununla beraber bu âyeti kerime, bütün insanlığa karşı hürmet, tevazu göstermemizi de bizlere tavsiye buyurmuş oluyor. Çünki bütün insanların bir asıldan gelmiş olduğunu bildiriyor, aralarında bu bakımdan bir yakınlık bulunduğunu gösteriyor, artık bazı insanların bazılarına karşı övünmesi, mutavazice hareketten kaçınması nasıl uygun olabilir?.. Bu kutsî âyet, âhiret âleminin varlığına, insanların ö ldükten sonra yeniden hayat bulacaklarına da bir delildir. Bütün insanlığı bir zatın neslinden meydana çıkarmaya, ve o zatı öyle bir harika olarak topraktan yaratmağa kâdir olan bir Yüce yaratıcı, artık nice âlemleri de yaratmaya ve insanları ö ldükten sonra yeniden dirilterek vücude getirmeye kâdir olmaz mı? Elbette kâdir olur, buna inanmışızdır ( O, her şeye kadirdir)
2. Ve yetimlere mallarını veriniz ve temizi murdarla değişmeyiniz. Ve onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyiniz, çünki o, şüphesiz, büyük bir günahtır…
2. Bu mübârek âyetler, tekvanın yollarını gösteriyor, yetimlerin haklarına riâyetin lüzumunu ve aile kurmada uyulması gerekli olan hareketin neden ibaret olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (ve) ey veliler, vasiler, ey akrabalık haklarını gözetmekle mükellef olan insanlar!, (yetimlere) erginlik ve rüşt çağına erdikleri zaman (mallarını) kendilerine tamamen (veriniz) artık onlar razı olmadıkça o malları yanlarınızda tutmayınız (ve temizi) helâli, nefis olanı (murdarla) haram ile, kötü birşey ile (değişmeyiniz) yani yetimlerden iyi şeyleri alıp onların yerine kötü şeyleri o yetimlere vermeyiniz, (ve) ey veliler, vasiler! (onların mallarını kendi mallarınıza katarak) kendi mallarınızla beraber (yemeyiniz) onların haklarına tecâvüz etmeyiniz. (çünki o) malları yemek (şüphesiz) Allah katında (büyük bir günahtır) binaenaleyh onlardan kaçınmak lâzımdır. Veliler, muhtaç olup yetimlerin malından nafaka alabilecek bir durumda iseler en az miktarda bir nafaka alabilirler. Vasiler için de bir ücret tayin edilecek ise nisbetle en az bir ücret tayin edilmelidir, bundan fazlasına hakları yoktur.
§ Yetim: Lûgatte infirat, tek başına kalmak demektir. Benzeri olmayan bir inciye “dürreyiyetime” denilmesi gibi şer’i örfte ise yetim, babası olmayana ve henüz rüşt çağına ermiş bulunmayan çocuk demektir. Çoğulu yetâmâ ve eytamdır.
§ Bir yetimin malı amcasının yanında imiş; yetim bülûğ çağına erince bu malını istemiş, amcası ise vermek istememiş, durumu Rasûlü Ekrem efendimize arzetmişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Çocuğun amcası bu âyeti kerimeyi işitince: “Allah Teâlâ’ya itaat ettik, büyük bir günahtan Allah Teâlâ’ya sığınırım” diye çocuğun malını kendisine teslim etmiş, Rasûlü Ekrem efendimiz de: “Her kim nefsinin isteğine galip gelir de Rabbisine itaatte bulunursa rabbisi de onu cennete gönderir.” diye buyurmuş, çocuk da o malını alınca onu Allah yolunda harcamış, bunu üzerine Peygamber efendimiz de “sevap sabit, günah da baki” diye buyurmuştur. Eshabı kiram, “ya Rasûlüllah!, sevabın sabit olduğunu bildik, günah nasıl baki kaldı” diye sormuşlar, Peygamber Efendimiz de: “çocuk için sevap meydana geldi, günah ise babası üzerine baki kaldı” diye buyurmuştur. İhtimal ki, çocuğa miras olarak kalan o malın zekâtını vaktiyle babası vermemiştir. Binaenaleyh Bir müslüman, uhrevî sorumluluktan kurtulabilmesi için üzerine düşen vazifeleri vaktinde yapmaya çalışmalıdır. Sonraya bırakılırsa mesuliyete sebebiyet verilmiş olabilir.
3. Eğer yetim kızlar hakkında adalete riâyet edemeyeceğinizden korkarsanız sizin için helâl olan kadınlardan ikişer, üçer veya dörder nikâh ediniz. Ve eğer adalet yapamayacağınızdan korkarsanız artık bir eş ile veya sâhip olduğunuz câriye ile iktifa ediniz çünki bu sizin için adaletten sapmamanıza daha yakındır..
3. Ey veliler, vasiler!. (eğer) idareniz altında bulunan (yetim kızlar) ile evleneceğiniz zaman onların (hakkında) mehirlerini vermek ve idarelerini temin hususunda (adalete riâyet edemiyeceğinizden korkarsanız) onlar ile evlenmeyi, onların mallarından istifâdeyi bırakınız da (sizin için helâl olan) diğer (kadınlardan ikişer, üçer veya dörder) kadını (nikâh ediniz) nikâhınızın altına alınız (ve eğer) böyle iki üç, nihayet dört kadın hakkında da (adalet yapamıyacağınızdan korkarsanız) böyle birden fazla kadın almayınız, (artık) yalnız (bir eş ile) iktifa ediniz (veya sâhip olduğunuz câriye) var ise onun (İle) yetininiz. Fazla kadın alıp da adalete aykırı harekette bulunarak günaha girmeyiniz. (Çünki bu) böyle bir kadın ile veya bir câriye ile yetinilmesi (sizin için adalatten sapmamanıza) sebep olur, adalete riâyet edebilmenize daha muvafıktır, adaletten ayrılmamak için (daha yakındır) daha ümit vericidir.
§ Rivâyete göre cahiliye zamanında birşahıs, on kadar kadınla evlenebilirdi. Şayet kendi idaresi altında mal sahibi olan bir yetim kız bulunursa onu da malı için nikâhı altına alırdı, onu başkasına vermezdi hakkında da adalet göstermeye lüzum görmezdi. İşte böyle adalate aykırı, merhamete muhalif, hukuka tecâvüzü içeren hallerden müslümanları men etmek için bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
§ Nikâhın mahiyeti: Nikâh, evlenmek izdivaç akdi demektir: yâni: Bir erkek ile bir kadın arasındaki meşru bir akit, bir sosyal bağdır ki, bu sebeble aralarında bir takım haklar meydana gelir, biri birinden meşru surette istifâde etmeleri câiz olur.. Münekeha da iki kişinin nikâh akdinde bulunması demektir.
Çoğulu: Münakehattır.
Zevce, koca: Bir kadının nikâhına sâhip olan erkek demektir.
Cemi: ezvacdır. Zevce de bir erkeğin nikâhında bulunan kadındır ki, cemi: zevcattır. Evlenmeğe, kan ve koca olmaya da tezevvüç, tenekküh, izdivaç denilir. Kasın de kocanın gücü dahilinde bulunan şeylerde ve sohbet, muhabbet ve eğlendirmek için yanında geceyi geçirmek hususunda eşleri arasında adalete, eşitliğe riâyet etmesidir. Kalbî sevgi gibi, cinsel ilişki gibi şeyler insanın kendi elinde olmadığından bir erkek eşlerinden birini diğerinden daha fazla sevebilir. Elverir ki bunu lüzumsuz yere açıklayarak diğerinin kalbini kırmasın. Cinsel ilişki de neşe ve isteğe bağlıdır. Bu da daima erkeğin elinde değildir. Bu da bir nefsî durumdan, gayri ihtiyarî bir istekten ibarettir.
§ Nikâhın şer’î sıfatı: Nikâhın hükmü şahıslara göre değişir. Şöyle ki:
(1) Bir müslüman için tevekân halinde yâni şiddetli istek halinde evlenmek farzdır. Yâni alacağı kadının mihrini ve nafakasını temine gücü yetiyorsa, evlenmediği takdirde gayrimeşru ilişkilerden kendini koruyamayacak derecede kadınlara düşkün ise onun için evlenmek farzdır, bunu terkederse günahkâr olur.
(2) Nikâh, isteğin normal olması halinde bir sünneti müekkededir. Yani: Evlilik haklarını yerine getirmeğe kâdir olup kadınlara karşı nefsinde fazla bir istek hissetmeyen bir müslüman için evlenmek, bir müekket sünnettir. Ve bir görüşe göre bir farzı kifayedir.
(3) Nikâh, evlilik haklarına riâyet edemeyeceğinden, meselâ: Alacağı kadına zulmedeceğinden korkulan bir erkek için harama yakın bir kerahat ile mekruhtur.
(4) Nikâh, evlilik haklarını ihlâl edeceği kesin olarak belli olan bir erkek için de haramdır.
§ Nikâhın meşrutiyetindeki hikmet ve fayda: şüphe yok ki: İnsanlık âleminin bir ahenek ve intizam içerisinde devamı, nikâha bağlıdır, İnsanlık neslinin kıyamete kadar muntazam bir şekilde devamı, nikâh sayesinde mümkün olabilir. Gayrı meşru ilişkiler yüzünden nice kanlar dökülür, nice facialar meydana gelir, insanlık nesli felce uğrar, insanlık nüfusu arasında muntazam bir münâsebet, bir dayanışma, bir muhabbet vücude gelemez. Tefsiri kebirde ve diğerlerinde yazılı olduğu üzere gayrimeşru ilişkiler yüzünden bir nice şahsî ve sosyal fenalıklar yüz gösterir, medenî hayat mahvolur gider.
Özet olarak:
(1) Gayrimeşru ilişkiler, soyların ihtilâl ve bozulmasına ve karışmasına sebep olur. Gayrimeşru bir çocuk, şefkatli bir babanın korumasından, terbiyesinden mahrum kalır, bunun neticesinde çocuklar zayi olur, soylar kesilir ve nihayet insanlık âlemi harabolur gider.
(2) Gayrimeşru ilişkiler olduğu takdirde bir kadın bir erkekle yetinmez. Bu yüzden erkekler arasında çarpışmalar, vuruşmalar meydana gelir, insanlık hayatı kanlar içinde kalır.
(3) Gayrimeşru ilişkilere kendilerini vermiş olan kadınlardan temiz tabiatlı herkes nefret eder, böyle kadınlar ile mutlu bir aile kumlamaz.
(4) Gayrimeşru ilişkiler kadınlar için bir zillettir, bir felâkettir. Kadınlar, erkeklerin sırf şehevî arzularını tatmine âlet değildirler, güzel bir sınıf teşkil eden kadınların kendilerine mahsus bir takım vazifeleri, tertemiz hakları vardır. Gayrimeşru ilişkiler ise buna aykırıdır…
(5) Eğer gayrimeşru ilişkilere izin verilmiş olsaydı hiçbir kadın bir erkeğe mahsus olmazdı, insanlar hayvanî bir hayat yaşamakta bulunurlardı. Halbuki, böyle bir duruma insanların şerefine muhaliftir, insanların mahlûkat arasında sâhip oldukları kıymet ve terbiyeye aykırıdır.
(6) Gayrimeşru ilişkiler kadınları zillete düşürür, onların çok kere hastalıklara, zilletlere tutulmalarına sebebiyet verir, onların şerefli, hürmete lâyık bir vaziyette bulunmalarına mâni olur. Halbuki, meşru nikahlar sayesinde bu gibi ferdî ictimâî rezaletlere meydan kalmaz, cemiyet hayatı bir temizlik dahilinde yaşar, İnsanlık soyu bir intizam ve dayanışma çerçevesinde devam edip gider. Özellikle peygamberin sünnetine riâyet ve Muhammedi ümmetinin artmasına hizmet edilmiş olacağından sevaba da vesile olur. Nitekim bir hadisi nebevide: Ey ümmetim!. Evleniniz, artınız, çünkü ben kıyamet günü sizin ile ümmetlere karşı iftiharda bulunurum.
§ Teaddüdü zevcatın (birden çok kadınla evlenmenin) sınırlı olması ve meşru oluşundaki hikmet: Malûm olduğu üzere İslâm şeriatında bir hikmete, bir ictimâî zamrete binaen en fazla dörde kadar çok kadınla evlenme usulü -bir takım şartlar dairesinde- tecviz edilmiştir. Binaenaleyh bir erkek aynı zamanda en son dört kadını nikâhı altında toplayabilir. Fakat bir kadın ile yetinilmesi adalete riâyete, zulum ve haksızlıktan sakınmaya daha elverişlidir. Aslında hiçbir müslüman, dörde kadar evlenmeye şer’an mecbur değildir. Bir müslüman dilerse bir kadın ile yetinir ve lüzum görürse şartlarına uygun olarak dörde kadar evlilikte bulunur, ve dilerse hiç de evlenmez. Tefsir kitaplarında yazılı olduğu üzere (………………..) Âyeti kerimesine dâir birçok yorum vardır. Bu cümleden olarak tefsiri kebirdeki bir yoruma göre vaktiyle insanlar, yetimler hakkında adaleti ifa edemiyeceklerinden korkarak onları velâyetleri altında bulundurmaktan çekinirlerdi. Bu âyeti kerime ile de zinadan kaçınmaları kendilerine ihtar edilmiştir. Bu takdirde bu âyeti kerimenin yüce “meâli şöyledir: Eğer siz yetimler hakkında adaleti yerine getirememekten korkarsanız, zina etmekten de korkunuz, sakınınız da size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer ve nihayet dörder kadın ile evleniniz, haram olan şeylerin etrafında dolaşmayınız. Bu yoruma göre birden fazla evliliğin, böyle sınırlı bir çerçevede meşru olması, insanlık cemiyetinin ahlâkî temizliğini koruma, iffet duygusu ile vasıflanmasını temin gibi hikmetlere dayanmaktadır. Bu yorumu biraz daha izah edelim:
(1) Malumdur ki, evlilik bağının meşru oluşundaki en mühim fayda ikidir. Biri iffeti muhâfazadır, diğeri de üremeyi temindir. Evet… Bir insan, evlenerek birçok hayatî sıkıntılara katlanır, daima hayat mücadelelerinde bulunur. Üzerine düşen birçok ağır evlilik vazifelerini ifaya çalışır. Elbette bunca sıkıntıları yüklenmesi için birer mühim sebep vardır. İşte şüphe yok ki, bu sebeblerin birincisi, namus eteğini fuhuşa bulaştırmaktan korumaktır, diğeri de adını devam ettirmeye vesile olacak evlada kavuşmaktır. Halbuki, bazı kimseler hakkında onların birer eş ile yetinmeleri onların o meşru emellerinin meydana gelmesine yeterli olamaz. Meselâ: olabilir ki, kadın, ya hasta veya pek yaşlı olarak inziva köşesine çekilir veya bütün vakitlerini çocuklarının terbiyelerine hasreder, veya doğurmuş olduğu çocuklar yaşamayı? vaktiyle vefat etmiş olurlar. Veyahut bir iki çocuk doğurduktan sonra artık doğuramaz bir hâle gelir veyahut kısır olduğu için hiç çocuk doğurmamış bulunur. Kısacası bu gibi birer sebebten dolayı tekrar evlenmeye lüzum görülebilir.
(2) Güzel bir dinî terbiyeye, temiz bir yaratılışa sâhip olan bir zat için hayatını fuhuşun korkunç dalgaları arasında yok etmek asla mümkün olamaz. Böyle bir zatın tabii isteklerini bir eşi tatmin edemediği takdirde meşru bir yola başvurması gerekmez mi?. Binaenaleyh böyle bir zat için tekrar evlenmekten başka çare yoktur. Eğer herhalde bir eş ile yetinmeye mecbur tutulsa nikâhı altındaki bir kadın onun bu isteklerini tatmin edemiyecek bir halde hasta veya ihtiyar olduğu takdirde bu zat ne yapacak!. Eğer bu kadından ayrılmak çarelerine baş vurursa bu zavallı kadına zulm etmiş ona karşı mürüvvetsizlik göstermiş olmaz mı?. Halbuki başka bir kadın daha alacak olsa bu sakıncalar ortadan kalkmış olur..
TEADDÜDÜ ZEVECAT HAKKİNDAKI İTİRAZLAR: Bazı kimseler ve bazı milletler birden fazla kadınla evlenme usulüne itiraz ederler. Onlara göre bu usul, aile düzenine mâni, ictimâî mutluluğa aykırı, servetin bölünmesine sebep, kadının (eşin) haklarını ihlal edici ve eşitlik prensibine aykırıdır. Şöyle ki: (l) Birden çok kadınla evlenme, aile fertleri arasında düşmanlığa sebep olarak intizama mâni bulunur. Buna cevaben denilir ki: Birden çok kadınla evlenmek, haddızatında aile düzenine mâni değildir. Buna mâni olan, düşmanlığı doğuran şey, dinî ve ictimâî bir terbiyenin eksikliğidir. Evlilik şartlarının bulunmamasıdır. Gerçek şu ki: İslâm şeriatı bu çok evliliğe izin vermiştir, fakat bu konudaki izin, adalet şartına bağlıdır, eşlerin nafakalarını temine evlilik hukukunu güzelce ifa edebilenler için geçerlidir. Adaleti temine muktedir olamayanlar hakkında ise bir eş ile yetinmek icabeder. İşte: (……………….) âyeti kerimesi de bunu söylemektedir… Şunu da ilâve edelim ki: Bu usule itiraz edenlerden bir kısmı bir kadın ile yetinmiyor, fuhuş yapmaktan kendisini geri alamıyor, çoluk çocuğuna ait servetini bir takım namussuz kadınların uğrunda zayi etmekten sıkılmıyor.
(2) Birden çok kadınla evlilik, ictimâî mutluluğa mânidir, âilelerin mutluluğunu ihlâl eder. Buna cevaben de denilir ki: Bu usul herhalde ictimâî saadete mâni, eşlerin ve doğuracakları çocukların aralarında dargınlığa sebep değildir. Böyle hoş olmayan bir hal, bir güzel dinî, ahlâkî terbiyeden mahrum olmanın bir neticesidir. Halbuki, müslümanlar muaşeret âdâbına riâyette, şahsı terbiyeye ahlâkı güzelleştirmeye çalışmakla mükelleftirler. Böyle güzel bir terbieye, iyi bir ahlâka sâhip olanlar arasında öyle zannedildiği gibi düşmanlıktan, kırgınlıktan eser görülemez. Onların aralarında bir muhabbet, bir dayanışma, dinî tavsiyelerle bir riâyet görülüp durur. Böyle bir terbiyeden, İyi ahlâktan mahrum olanlar ise zaten hiçbir kimse ile güzelce uyuşamazlar. Bizler, bir koca ile bir kandan ve ana baba bir kardeşlerden meydana gelen nice âilelerin hallerini bilmekteyiz ki, bunların arasında daima çekişme ve uyuşmazlık cereyan etmektedir. Bunların hayatları bir zehir idarenin uğursuz tesiriyle sönüp gidiyor, ictimâî hayatlarında bir mutluluk parıltısı parıldamıyor. Bunun aksine yine bir kısım âilelerin hayatlarını da bilmekteyiz ki, onlar birçok nüfustan meydana gelmiş oldukları halde sırf almış oldukları güzel bir terbiye ve iyi ahlâk sayesinde pek mutlu bir şekilde yaşıyorlar, her biri diğerinin sevincine, kederine iştirak edip duruyor. Şunu da ilâve edelim ki, erkekler bazen savaşlar yüzünden canlarını feda ederek azalırlar. Bu yüzden birçok kadınlar kocasız kalarak perişan olurlar. Bu halde birden çok evlilik usulü onların imdadına yetişir, onları yeniden mutlu eder.
(3) Birden çok evlilik, ailenin servetinin bölünmesine neden olur, ihtiyaç içinde kalmalarına sebebiyet verir. Buna cevaben de diyebiliriz ki: Bu çok evlilik, her zaman servetin bölünmesine sebebiyet vermiş olamaz. Zaten servetleri üretenler insanlardır. İnsanlar nekadar çok olursa servet de o nisbette artar durur, elverir ki iktisadî usullere riâyet edilsin. Binaenaleyh bir aile fertlerinin çokluğu servetin bölünmesine sebep olacağı gibi servetin çoğalmasına de sebep olur. Maamafih servetin bölünmesi fertlerin servet hususiyetlerine tesir edebilse de umumî servet hakkında o kadar etkili olamaz. Şu da inkâr edilemez ki, nüfusun artmasından beklenilen umumî faideler, servetlerin bölünmesinden dolayı düşünülebilecek zararlardan daha fazladır ve daha mühimdir.
(4) Birden çok kadınla evlenme usulü: Zevcenin haklarını ihlâl eder, onu zarara uğratır. Buna cevaben de şöyle denilir: Böyle bir iddia, şeriat hükümlerimize göre asla geçerli değildir. Çünki İslâm şeriatı koca ile kandan her birine halleriyle mütenasip olmak üzere bir takım haklar bahşetmiştir. Bir erkeğin karısı üzerinde bir takım meşru hakları olduğu gibi bir kadının da kocası üzerinde birçok hakları vardır. Nitekim bir âyeti kerime de: Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınlarında erkekler üzerinde belli hakları vardır. Bakara 2/228) buyurulmuştur. Nitekim bunların bir kısmını aşağıda arzedeceğiz.
(5) Birden çok kadınla evlenme usulü, eşitliğe aykırıdır, erkeğe daha fazla selâhiyet verilmesi mânâsını içermektedir. Buna da cevaben denilebilir ki: Bu usul, haddızatında eşitliğe aykırı değildir. Muhtelif kimseler, her hususta aynı durumda, aynı kabiliyette olmadıkları, için birçok hususlarda selâhiyetleri, kazandıkları haklar da aynı şekilde olamaz. Böyle bîhal ise eşitliğe aykırı sayılamaz. Yüksek bir mühendisin yevmiyesiyle bir işçinin yevmiyesi aynı miktarda mıdır?. Böyle bir farklılık artık eşitlik esasına nasıl aykırı görülebilir?. İşte kadınlar ile erkekler de aile teşkilâtı hususunda eşit bir durumda asla bulunamazlar. Böyle eşit bir duruma, bir nazik cins olan kadınlar ile kuvvetli bir cins olan erkeklerin durumları, kabiliyetleri asla müsait değildir. Bunun tersini iddia etmek, erkekler ile kadınların arasındaki şahsî hallerin, ruhî özelliklerin, hayatî olayların, yaratılıştan gelen kabiliyetlerin farklılığını bilememekten ve nikâhın meşruiyetindeki yüksek ictimâî felsefeyi düşünmemekten ileri gelir. İlmî gerçeklerdendir ki, hikmete sahibi Yüce Yaratıcı erkekleri birçok bakımdan kadınlardan farklı yaratmıştır. Kısaca, ortalama olarak erkeklerin bedenî ve beyinsel ağırlıkları, kadınlarınkinden daha fazladır. Erkeklerin sinir sistemleri de kadınlarınkine nisbetle daha mükemmeldir. Erkekler hayatın sıkıntılarına daha fazla katlanabilirler. Kadınlar ise erkeklere nisbetle bir takım hastalıklara, arızalara daha ziyade müsait bulunmaktadırlar. Özellikle kadınlar yaratılış bakımından zayıftırlar, birçok zamanları hayız ile, nifas ile, hamileliğin ağır yükü ile geçer gider, pek erken çocuk yapmaktan kesilme çağına kavuşurlar, İşte böyle bir yaratılışta, bir durumda bulunan kadınlardan birçokları doğurdukları çocuklarıyle de meşgul olmaya mecburdurlar, artık bir kocalarına karşı olan vazifelerini bile hakkiyle yerine getiremezler. Bunlar faraza birden fazla kimselerle evlenecek olsalar o zayıf halleriyle beraber o birden çok kocalarının tabii ihtiyaçlarını, çocuk edinme hakkındaki meşrû emellerini nasıl tatmin edebilirler. O halde doğuracakları çocukların babaları nasıl belirlenebilir? Halbuki, bir erkeğin binden çok kadınlar ile evlenmesi bu gibi sakıncaları gerektirmez. Binaenaleyh bu gibi hususlarda erkekler ile kadınlar arasında eşitlik aranılması, hem şer’î hükümlere, hem de yaratıcısı kudretin eşsiz eseri olan fitret kanunlarına karşı muhalif olacağından asla câiz ve mümkün olamaz..
§ Birden fazla eşleri olan bir müslümanın üzerine düşen vazifelerin başlıcaları şunlardır:
(1) Kasme riayettir. Şöyle ki: Böyle bir koca, gücünün yettiği şeylerde, sohbet, ve eğlendirme hususunda eşleri arasında eşitliğe riâyet etmekle mükelleftir.
(2) Kasın hususunda eşlerin bakiresiyle dulu, genci ile yaşlısı eskisi ile yenisi, müslümanı ile kitap ehli olanı, sağlıklısı ile hastası, kendisinden korkulmayan mecnun ile akıllısı, hayız ve nifaslısı ile temizi eşittir. Çünki bunlar kasinin vücubuna sebep olan nikâhta eşittirler “Bedâyî, Bahri Raik”.
(3) Koca eşleri arasında eşit olarak birer veya ikişer ve daha çok gün ve gece tayin ederek her birinin nöbetinde onun yanında bulunur. Böyle tayin edilen sürenin pek uzun olmaması iyidir. Çünki müddetin uzaması, eşlerin birbirine ısınması ve yabancılığın giderilmesi hikmetine dayanmış olan kasme aykırıdır. “Bahri Raik, Reddül Muhtar”.
(4) Eşlerden birinin nöbetini arttırmak için mihrini azaltmak veya vereceği bir malını almak koca için câiz değildir. Çünki bu, bir nevi rüşvettir, ve diğer eşin hakkını iptale sebeptir. “Bedâyi, Mepsuti, Serahsi”.
(5) Koca, eşlerinden birinin nöbetinde diğerinin yanına giremez. Ve nöbetinin dışındaki eşi de kendisine yaklaşamaz. Fakat bir ihtiyaçtan dolayı gündüzün diğerinin yanına gitmekte ve hasta olduğu vakit geceleyin ziyâretinde bulunmakta bir sakınca yoktur. Hattâ hastalığı artarsa vefatına veya iyileşinceye kadar yanında kalabilir. “Behri Raik”.
(6) Kocanın hastalanmasıyle kısım yok olmaz. Binaenaleyh koca, eşlerinin birinin nöbetinde hastalanıp da yanında kalacak olsa iyileştikten sonra diğer eşinin yanında da o miktar kalması lâzım gelir. Şayet eşlerinin bulunmadığı bir hanede hastalanıp kalmış ise her eşini kendi nöbetinde yanına davet eder. Peygamber efendimiz ölüm hastalığında Hz. Ayşe’nin yanında kalmaları için diğer mübârek eşlerinden müsaade istemişti. Eğer hastalık sebebiyle kasme riâyet vazifesi yok olsaydı bu izni almaya gerek kalmazdı. “Bedâyi, Bahri Raik, Dürrül Muhtar.”
(7) Bir erkek iki eşini rızaları bulunmadıkça bir evin bir odasında beraber oturtamaz. Çünki bu halde koca, eşlerinin haklarını tamamiyle ifa etmiş olamaz. Fakat her ikisini bir hanenin kilitli, müstakil birer odasında oturtabilir. Ancak eşler eşraf kızlarından iseler, o takdirde onların hallerine uygun birer hanede iskân edilmeleri icabeder. Velhâsıl koca, eşlerinin yanlarında nöbetleşerek gecelemeye ve her biri hakkında aynı derecede ilgi göstermeye dinen mecburdur. Bu vazifeleri güzelce ifâ etmeyen bir koca ise eşinin talebi üzerine mahkemeye getirilerek bu vazifeleri ifaya mecbur tutulur. Bir hadisi şerifte: Bir şahısın iki eşi olur da kasın hususunda bunlardan birine fazla meylederse, kıyamet günü vücudunun bir tarafı çarpık olarak haşrolunur. Ancak kalpten sevmek gibi gayri ihtiyarî olan mânevî işlerde eşitlik temini mümkün olamayacağından bunu diğerlerine karşı açığa vurmadıkça bundan dolayı mes’ul olmaz. “Mebsût, El ihtiyar, Reddül Mundar.” Hülâsa’i kelâm: Müslümanlıkta birden çok kadınla evlenmenin câiz olması böyle bir kısım şartlara bağlıdır ki, bunlara riâyet edemeyenlerin birer eş ile yetinmeleri lâzımdır, aksi takdirde kendilerini mesuliyetten kurtaramazlar.
§ Birden çok kadınla evlenmenin tarihçesi: İslâm şeriatı, birden çok kadınla evlenme usulünü ilk tesis eden sistem değildir. Bilakis bütün semavî dinlerin kabul etmiş olduğu bu usulü, mübârek İslâm şeriatı sınırlamış ve bir takım şartlara bağlayarak islâh etmiş ve güçleştirmiştir. Geçmiş peygamberlerden birçoklarının müteaddit eşleri olduğu mukaddese kitaplarda yazılıdır. Bu usul, İbraniler arasında birçok zaman devam etmiştir. Erkeklerin sayısına nisbetle kadınların sayıları daha çok olduğundan bu usule lüzum görmüşlerdi. Bilâhare beyti mukaddes Romalılar tarafından tahrib edilerek Museviler dünyanın her tarafına dağılmış, diğer kavimler ile karışmaya mecbur kalmış olduklarından o esnada içlerinden birçokları birden çok kadınla evlenmeyi terke başlamıştır. Nihayet dokuz yüz küsür sene önce (VVorms) şehrinde akdedilen bir büyük ruhanî meclisde reis bulunan haham (Garson) tarafından çok kadınla evlenme, yasak edilmiştir. Fakat bu yasaklamaya rağmen Museviler arasında hâlâ müteaddit kadınları nikâhı altında toplayanlar bulunmaktadır. Bu cümleden olarak Suriye havalisindeki museviler arasında bu usul olduğu gibi yürürlüktedir. Gerçek hıristiyanlıkta da bu usulün câiz olmadığına dâir bir nakil mevcut değildir. Eşin bir tane olacağına dâir İncil nushalarında hiçbir açıklık yoktur, sadece Roma kanunlarına uyularak fertler arasında çok kadınla evlenme usulü terkedilmiştir. Çok kadınla evlenme usulü cahiliye zamanında araplar arasında da geçerli idi. O zaman bir erkek istediği kadar kadınları nikâhı altında toplayabilirdi. Hattâ bu kadınlar kocanın adeta malları yerinde bulunup vefatından sonra varislerine intikal ederdi. Tefsiri Gazide yazılı olduğu üzere câhiliyet zamanında bir erkek vefat edince asebesinden bulunan bir şahıs bu ölen kimsenin eşi üzerine elbisesini atar ve “ben bunda daha çok hak sahibiyim” derdi. Sonra bu kadını dilerse evvelki mihriyle kendine nikahlar, dilerse başkasına kocaya verip mihrini kendisi alırdı, ve dilerse bu kadını kocasından miras olarak aldığı malları kendisine kurtuluş fidyesi olarak verinceye kadar başkası ile evlenmesine mâni olurdu, İslâm şeriatında bu zalimce hareket:
(……………………………………)
âyeti celilesiyle yasaklanmıştır ki, “Ey mü’minler!. Bu kadınları veraset yolu ile sâhiplenmeniz ve kendileri ile rızaları olmaksızın evlenmeniz size helâl olmaz” mealindedir. Hattâ bu cahilce mirasçılık adeti hâlâ Museviler arasında yürürlüktedir. Musevilerden bir erkek çocuksuz olarak vefat ederse onun eşi kardeşine intikal eder, kadın bununla evlenmeye mecburdur. Bunun onayını almadıkça başkası ile evlenemez. Evlenirse nikâhı ruhanî mahkeme tarafından feshedilir. Şayet hayatta bulunan kardeş bu kadını almaktan kaçınırsa kadın bu hakkı mahkemeye müracaatla dava edebilir. Yine kaçınırsa kadın, bu kayınbirâderi hakkında bazı hakâret ifade eden merasimde bulunduktan sonra başkasıyle evlenme hakkını kazanmış olur. Velhâsıl: İslâm şeriatı, bu gibi hikmete ve tabiata aykırı olan halleri yasaklamakla beraber bir erkeğin nikâhı altında adalete riâyet etmek şartiyle en fazla dört kadının toplanabileceğini câiz kılmıştır. Ümmetin fertlerinden bir erkek dört kadından fazlası hakkında adaleti temine muktedir olamayacağından artık onun hakkında dörtten fazlası şer’î cevaza uygun değildir. Dört büyük İmam ile İslâm âlemlerinin çoğunluğu bu konuda müttefiktirler. Hattâ eshabı kiramdan “İbni Gaylan” nikâhı altındaki onbir kadınla beraber İslâmiyetle şereflendikleri zaman Peygamber efendimiz: “Ya Gaylan”i. eşlerinden dördünü tercih ederek tut, diğerlerinden ayni.” diye emir buyurmuşlar, o da o şekilde hareket etmiştir, İşte görülüyor ki, sırf hikmet olan İslâm şeriatı, geçmiş milletler arasında sınırsız olarak geçerli olan çok kadınla evlenme usulünü dörtte sınırlamış, onu da bir takım şartlar ile takyid buyurmuştur. Hattâ adalete riâyet edemiyeceğinden korkan bir müslüman için birden fazlasıyla evlenmek câiz görülmemiştir, Eşini üzmemek maksadiyle üzerine evlenmeyi terkeden bir müslümanın bu yüzden sevaba nâil olacağı da düşünülebilir.
4. Kadınlara mihirlerini bir vecibe olarak veriniz. Şayet size ondan bir miktarını gönül hoşluğu ile bağışlar iseler onu da afiyetle, kolaylıkla yiyiniz.
4. Bu âyeti kerime, kadınlara mihirlerinin güzelce verilmesini, onların rızaları olmadıkça o mihre dokunulmamasını emri ve tavsiye buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) Ey mü’minler!, (kadınlara) eşlere dinen hak ettikleri (mihirlerini) onlara bir yardım, bir hürmet ve muhabbet alameti (bir atiyye) bir dinî vecibe (olarak veriniz) onu onlardan esirgemeyiniz. (şayet) onlar, bir tesir altında olmaksızın (ondan) o mihirlerinden az çok (bir miktarını) yani o cinsten herhangi bir malı (gönül hoşluğu ile) kendi arzuları ile (bağışlar iseler onu da) alınız, sarfediniz, (afiyetle, kolaylıkla) hoş, akibeti güzel, mesuliyetten uzak olarak (yeyiniz) ondan istifâde ediniz. Bu takdirde size bir vebal yoktur. Rivayete göre vaktiyle Arabistan’da kızlarını ve diğer kadınları kocaya verenler onların mihirlerini kendileri alır, yer onlara bundan birşey vermezlermiş. Bazı kimseler de eşlerine verdiklerini onlardan birşey vermezlermiş. Bazı kimseler de eşlerine verdiklerini onlardan geri almak veya kendilerine bağışlatmak isterlermiş, nitekim bu suretle hareket edenler şimdi de bulunmaktadır. İşte velilere veya kocalara veya her iki zümreye de ait olmak üzere bu âyeti kerime nâzil olmuş, onlara bu husustaki insanlığa, ahlâka, adalete muvafık olan yol gösterilmiştir.
§ Mehr kadının nikâh akdi ile kocasından almaya hak kazandığı maldır. Çoğulu mühür ve emhardır. Mehre, âtiye, farize, nihle, sedak da denilir: Ve birkaç kısma ayrılır. Şöyle ki:
(1) Mehri müsemma: İki tarafın az veya çok olarak isimlendirdikleri ve tayin ettikleri mal veya değiştirilmesi mümkün olan menfaattır…
(2) Mehri misl: Kadının babası tarafından ve olmadığı takdirde akran ve emsal kadınların mehri miktardır. Nikâh akdi zamanında mehir belirtilmezse kadın bu mehri misle hak kazanmış olur.
(3) Mehri muaccel: Peşin verilmesi şart koşulan mehirdir.
(4) Mehri müeccel: Daha sonra verilmesi şart koşulan mehirdir. Muayyen bir zaman zikredilmemiş olunca vefat veya boşama zamanında alınması lâzım gelir. Bir mehir kısmen muaccel ve kısmen de müeccel olabilir. Meselâ nikâh esnasında belirtilen bin liradan ibaret bir mehrin beşyüz lirası peşin verilerek beşyüz lirası da sonraya bırakılabilir.
§ Mehirlerin miktarı: Bunun azamî sınırı belirlenmemiştir. Asgarî sınırı ise hanefilere göre on dirhem gümüştür. Gerek basılmış, para olsun ve gerek olmasın. Bundan az mehir tayin edilemez. Malikilere göre de mehrin en az miktarı halis altından bir dinarın dörtte biridir. Halis gümüşten de üç dirhemdir. İmam Şafiî’ye ve diğer bazı zatlara göre de mehrin belirlenmiş bir miktarı yoktur. Her mal, az olsun çok olsun mehir olabilir.
§ Mehrin lüzumunun hikmeti: Kadınlara halleriyle, mevkileriyle mütenasib birer miktar mehir verilmesi idarî, ailevî, ictimâî bir menfaat gereğidir. Binaenaleyh mehir anılmasa da, kaldırılsa da yine mehri misil lâzım gelir. Buna bir Allah hakkı da girmektedir. Fakat bu lâzım gelen mehri bir kadın kocasına kendi güzel rızasıyla kısmen veya tamamen bağışlayabilir. Mehrin lüzumundaki fâide ve hikmetin bir kısmı şunlardır: Mehir, eşden yapılan istifâde karşılığında bir bedel yerindedir. Bununla beraber mehir verilmesi eşin kadrini yükseltir, ihtiyacının teminini sağlar, şeyiz tedarikini kolaylaştırır, geleceğini temine sebep olur, nikâhın devamına yardımcı olur, nikâhın ehemmiyetini gösterir. Maamafih mehirde istenen şey normal olandır, İki tarafın durumu göz önüne alınmalıdır, ifrat ve tefritten kaçınmalıdır. Aksi takdirde iki tarafta zarar görür. ( İşlerin en hayırlısı orta olanıdır.)
5. Ve Allah Teâlâ’nın sizler için geçim vasıtası kılmış olduğu mallarınızı beyinsizlere vermeyin, onları o malların içinde rızıklandırınız ve giydiriniz ve onları güzel söz söyleyiniz.
5. Bu mübârek âyetler, servetin kıymetini bildiriyor, onun kötü kullanılmamasına işâret ediyor, yetimlerin malları hakkında da ne şekilde hareket edileceğini gösteriyor. Şöyle ki: Ey veliler!. Yetimlerin ve idareniz altında bulunan diğer kimselerin haklarına riâyet ediniz (ve Allah Teâlâ’nın sizler için) yani insanların faideleri için (geçim vasıtası kılmış) refah içinde yaşamaya bir vasıta olmak üzere ihsan buyurmuş (olduğu mallarınızı) yani: Korumanız altında ve tasarrufunuzda bulunan yetimlerin ve diğerlerinin mallarını onlardan (aklı ermezlere) mallarını lüzumsuz yere sarfeden ve idareniz altında bulunan kimselere (vermeyin) o malları koruyunuz, artırınız (onları) o idareniz altında bulunan şahısları (o malların içinde rızıklandırınız) onlara ait malları ticaret gibi bir iktisadî vesile ile artırarak onların gelirinden maişetlerini temine çalışınız (ve) bu gelirlerden onları (giydiriniz) tâki sermayeler! sarf edilip bitmesin. (Ve onlara güzel söz söyleyiniz) o biçare, kendilerini idareden âciz kimseler ile kalplerini hoş edecek, hallerini düzeltmeye vesile olacak tarzda konuşunuz, o şekilde onlara hitabediniz. Meselâ: Bu mal senindir senin için saklıyorum, ileride sen bundan istifâde edip geleceğini temin edeceksin, merak etme bu mal, zayi olmayacaktır, gibi bir tarzda hitabedilirse onun halini düzeltmeye, beyinsizliğinin giderilmesine sebep olabilir. İctimâî, ahlâkî nezaket, bunu gerektirir. Böyle güzel bir şekilde söylenmeyen sözler ise dargınlığı tahrik eder, kötülük temayüllerini arttırır durur.
§ Sefih, malını boş ve faidesiz yere sarfeden, israfta bulunan kimse demektir, çoğulu Süfehadır. kendi nefsinin havasına uyup şer’î şerife muhalif harekette bulunan kimse de suhefadan sayılır. Sefeh, aklı azlık demektir. Sefih de aklı az olan kimsedir.
§ İsraf da birşeyi lâyık olduğu yerde uygun olan miktardan fazla sarf etmektir ki. sahibine müsrif denir.
§ Tebzîr de birşeyi lâyık olmayan yere sarf etmektir ki, sahibine mübezzir denir. Bütün bu gibi hareketler birer ilâhî lûtuf olan malın kadrini bilmemekten bir nevi nimete karşı nankörlükte bulunmaktan ileri gelir ki, ahlâken pek kötüdür. Binaenaleyh hikmet dolu dinimiz, bizleri bu gibi hareketlerden menetmektedir. Bir insan, kendi malını da lüzumsuz yere çoluk çocuğuna vererek israfa meydan vermekten dinen yasaklanmıştır. Bu âyeti kerime buna da dalâlet etmektedir.
6. Yetimleri nikâh çağına erinceye kadar deneyiniz. Eğer kendilerinde bir rüşt hissederseniz mallarını kendilerine hemen teslim ediniz ve büyüyecekler diye o malları israf ile alelâcele yemeyiniz. Ve kim zengin ise kaçınsın ve kim fakir ise uygun şekilde yesin. Onlara mallarını teslim edeceğiniz vakit de onlara karşı şahit bulundurunuz. Ve Allah Teâlâ hesapları görmeğe kâfidir..
6. Ey veliler!. İdareniz altındaki (yetimler! nikâh çağına) yani onbeş yaşına (erinceye kadar deneyiniz) tecrübe ediniz, mallarını güzelce idareye kâdir olup olamıyacaklarını anlamaya çalışınız. Meselâ bir tüccar çocuğu alış veriş işleriyle, bir ekinci çocuğu ziraat işleriyle ve bir kız çocuğu da yemek pişirmek, elbise dikmek, ev eşyasını koruyabilmek gibi şeylerle tecrübeye tabi tutulur, (eğer kendilerinde bir rüşt) din yönünden bir olgunlaşma, malı harcama yönünden bir düzelme (hissederseniz) adaleti yok edecek şekilde haram olan şeyleri yapmadıkları, küçük günahlarda israr etmedikleri görülürse ve mallarını boş yere telef eylemedikleri, alış verişlerinde aşırı fiyat ile aldanmadıkları anlaşılırsa (mallarını kendilerine hemen) tehire bırakmamaksızın (teslim ediniz ve) Ey veliler!. O yetimler (büyüyecekler) de mallarını elimizden alacaklar endişesine kapılarak (o malları israf ile) haksız yere ve (alelâcele) şartına çalışarak (yemeyiniz ve) Ey veliler!. Sizden (kim zengin) idaresi altındaki yetimin malına ihtiyacı yok ise o yetimin malını yemekten,, kendi işlerinde sarf etmekten (kaçınsın) ondan istif adeden geri dursun. (Ve kim fakir ise) o yetimin malından (uygun bir şekilde) ihtiyacı ile çalışma ücretinden hangisi az ise o az miktarı alıp (yesin) daha fazlasını almasın, (onlara) o yetimlere rüşte çağına geldikleri vakit (mallarını teslim edeceğiniz vakit de) o malların kendilerine verildiğine dâir en az iki kişiyi (onlara karşı şahit bulundurunuz) çünki böyle bir şahit tutma velileri töhmetten kurtarır, kendilerine karşı düşmanlık gösterilmesine meydan bırakmamış olur. (Ve Allah Teâlâ hesapları görmeğe kâfidir.) Kullarının amellerini korumaya ve kendilerini hesaba çekmeye kadirdir. Artık bu hakikatı güzelce düşünmeli, yetimlerin ve diğerlerinin hukukuna tecavüzden son derece sakınmalıdır. Bundan başka selâmet yolu yoktur.
7. Erkekler için baba ile ananın ve en yakınların bıraktıklarından bir pay vardır ve kadınlar için de baba ile ananın ve en yakınların bıraktıklarından bir pay vardır. O bırakılandan az olsun çok olsun farz kılınmış bir nasip vardır.
7. Bu mübârek âyetler, vefat eden kimselerin bıraktıkları maldan hem erkek ve hem de kadın akrabalarının miras payları olduğunu bildiriyor. Ve bırakılan maldan varis olmayan bazı kimselerin de faydalandırılmalarını tavsiye buyuruyor. Şöyle ki: (Erkekler için baba ile ananın) yani kendi ebeveyinlerinin (ve en yakınların) yani: şeran dereceleri sabit, malları mirasa tabi olan bir kısım hısımlarının (bıraktıklarından) terkeyledikleri mallardan (bir) belirli (pay vardır) onlar bu paylarını alırlar (ve kadınlar için de) böyle (baba ile ananın ve en yakınların) tereke olarak (bıraktıklarından bir pay vardır) o kadınlar da bu paylarını alırlar, (o bırakılandan) o miras malından (az olsun çok olsun) erkekler için de kadınlar için de (farz kılınmış) belirlenmiş (bir nasip vardır) hiçbiri bundan mahrum bırakılamaz.
§ Rivayete göre cahiliye zamanında kadınları ve çocukları mirastan mahrum bırakırlardı, miras, savaşta bulunacak, düşmanlardan ganimet mallarını alabilecek erkeklere mahsustur, derlerdi. Hattâ ensari kiramdan Eve İbni Sabit adında bir zat vefat edip birçok mal bırakmıştı. Bu malı iki amcası oğlu almış, onun eşi ile üç kızını fakir bir halde bırakmışlardı. Merhumun eşi bu durumu Rasûlü Ekrem’e arzetmiş, ihtiyaç içinde kaldıklarını söylemişti. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştu. Fakat miras paylarının miktarı açıkça belirtilmediği için terekenin taksimi Hz. Peygamber’in emrine binaen tehir edilmişti. Daha sonra (…………………….) âyeti kerimesi nâzil olup bu vârislerin hisseleri belirtilmiştir. Ona göre Eve İbni Sabit hazretlerinin terekesi taksim edilmiş, bunun sekizde biri eşine, üçte ikisi de üç kızına, kalanı da iki amcası oğluna isabet etmiştir.
8. Tereke taksim edilirken uzak akrabalar yetimler ve yoksullar da hazır bulunurlarsa ondan onları da rızıklandırınız ve onlara güzel sözlerde söyleyiniz.
8. Varislere hisseler verilmek üzere (tereke taksim edilirken) varislerden olmayan (uzak akrabalarla yetimler ve yoksullar da) taksim zamanında (hazır bulunurlarsa) kalplerini hoş etmek için (ondan) o taksim edilecek maldan (onları da) taksimden önce (rızıklandırınız) onlara da münasip birer miktar sadaka veriniz, (ve onlara güzel sözler de söyleyiniz) meselâ: onlara dua ediniz, vereceğiniz malı bir nezaketle veriniz, verdiğiniz bağışın azlığından dolayı özür dileyiniz. Onlara karşı başa kakıcı bir vaziyette bulunmayınız.
§ Bu âyeti kerimenin hükmü, bazı zevata göre miras âyetleriyle neshedilmiştir. Fakat tefsircilerin çoğuna göre neshedilmiş değildir. Belki bu husustaki emir, vücup için değil, nedb içindir. Mirasın taksimi esnasında bulunup varislerden olmayan akrabalara veya yetimler ile yoksullara gayrimenkul olmayan terekeden bir bağış olmak üzere bir miktar verilmesi mendubdur. Çocuk olan bir varisin velisi, onun adına böyle bir bağışta bulunabilir. Veyahut varisin böyle gayrı mükellef olduğundan bahsederek o hazır bulunan kimselere karşı özür beyanında bulunur. Bütün bu gibi Kur’an emirleri, İslâm dininin ne kadar yüce, insanî, hayırsever, yardımsever esaslar üzerine kurulmuş olduğunu parlak bir surette göstermektedir.
9. Ve korksunlar o kimseler ki, arkalarından küçük, zayıf çocuklar bırakacak olsalardı, onların üzerine korkup endişede bulunacaklardı. O halde Allah Teâlâ’dan sakınsınlar ve dürüst söz söylesinler.
9. Bu mübârek âyetler, yetimlerin haklarına güzelce riâyet edilmesini, onların mallarına tecavüzün ne büyük ilâhî azabı gerektireceğini şöylece bildirmektedir, (ve) yetimler hakkında (korksunlar o) vasi veya veli bulunan (kimseler ki) eğer kendileri ölüm çağına yaklaşmış (arkalarında küçük, zayıf çocuklar bırakacak olsalardı onların üzerine) telef olmalarından, muhtaç kalmalarından (korkup endişede bulunacaklardı) bizden sonra ne olacaklar diye telâşa düşeceklerdi (o halde) kendilerini kıyas etmelidirler, idarelerinde bulunan başkalarına ait yetimleri de düşünsünler, onların mağdur olmalarına sebebiyet vermesinler ve (Allah Teâlâ’dan sakınsınlar) onun kulları hakkında merhamete, menfaate aykırı şeylerde, tavsiyelerde bulunmasınlar, (ve) hasta, ölüme yönelmiş olan kimselere karşı da (dürüst) doğru, muvafık, adalet ve menfaate uygun (söz söylesinler) yetimleri, varisleri zarara uğratacak tavsiyelerden sakınsınlar. Bu ilâhî, emir, insanları hikmete, adalete uygun muamelelere, konuşmalara sevketmektedir. Bazı kimse, ölüm hastalığı ile hasta olan kimselerin yanlarına giderek onların hakkında gûyâ iyi niyetle tavsiyelerde bulunmak isterler. Sana çoluk çocuğundan bir fâide yoktur, sen hayatta iken başının çaresine bak, bütün mallarını sadaka olarak ver, filân şahsa şu kadar, filân tarafa bu kadar, yardım et” diyerek onun bütün mallarının elinden çıkmasına sebebiyet verirler, geride kalacak yetimleri, varisleri, akrabaları mahrum bırakmayı bir hüner sanırlar. Halbuki, böyle bir hareket her zaman uygun olmaz. Bir kimse hem mümkün mertebe hayır ve iyilikte bulunmalı, hem de varislerini, yetimlerini gözetmelidir. Bütün mallarını vasiyet ve hayır işlerine harcamak suretiyle elden çıkararak varislerini mahrum bırakmamalıdır. Onların muhtaçlarına bırakılan miras payları de birer sadaka mahiyetindedir. İşte bu âyeti kerime, bizlerin dikkatini bu yönlere çekiyor, bizleri kendimizi kıyas etmeye davet eyliyor. Artık kendi çoluk çocuğumuz hakkında nasıl düşünüyor isek başkalarının evlâdı, efradı ailesi hakkında öyle hayırsever olarak düşünmeliyiz, yanlış tavsiyelerde, telkinlerde bulunmamalıyız.
10. Şüphesiz o kimseler ki, yetimlerin mallarını haksız yere yerler muhakkak karınlarında sırf bir ateş yemiş olurlar ve yakında bir ateşe sokulacaklardır..
10. Şüphesiz o kimseler ki, velâyet veya vesayet gibi bir vesile ile (yetimlerin mallarını haksız yere) zulmen, gayrimeşru şekilde (yerler) alıp sarfederler, sonra da tövbe ve istiğfar edip telâfisine kalkışmış bulunmazlar, (muhakkak karınlarında) mideleri dolusunca (sırf bir ateş yemiş olurlar) yani: Kendilerini ateşe sevketmiş bulunurlar, (ve yakında) ölünce müthiş (bir ateşe) cehennem ateşine (sokulacaklardır.) Orada yanıp duracaklardır. Ne müthiş bir hadise! Artık yetimlerin mallarından sakınmalıdır.
§ Bir rivayete göre yetimin malını yemiş olan bir şahıs, kıyamet günü mezarından çıkınca kabrinden, ağzından, burnundan, kulaklarından ve gözlerinden bir duman çıkacak, herkes bunu görüp onu yetim malını yemiş olduğunu anlıyacaktır.
§ Bir yetimin malını haksız yere yemek haramdır. Fakat velisi muhtaç olup başka türlü nafakasını temin edemediği veya vasisine bir ücret tayin edilmiş olduğu takdirde o maldan uygun şekilde yiyilmesi câizdir. Meselâ: Fakir, ihtiyar bir baba, oğluna annesinin terekesinden intikal etmiş olan bir maldan israf etmeksizin bir miktar alıp yiyebilir (6) ıncı âyeti kerimeye de müracaat ediniz.
11. Allah Teâlâ size çocuklarınız hakkında erkek için iki dişi hissesi emrediyor. Eğer dişi olan evlât, ikiden fazla ise onlara terekenin üçte ikisi aittir. Ve eğer bir tek kız ise ona da terekenin yarısı verilir ve babasıyla anasından herbiri için de ölünün çocuğu var ise terekesinde altıda biri vardır. Ve eğer çocuğu yok ve kendisine yalnız babasıyla anası var ise anası için üçte biri aittir. Ve eğer ölünün kardeşleri de var ise anasına altıda biri verilir. Bu hisselerin böyle verilmesi, ölünün vaktiyle yapmış olduğu vasiyetinden ve borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınız bilmezsiniz ki hangileri sizin için menfaatçe daha yakındır. Bütün bunlar Allah Teâlâ tarafından birer farizadır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ herhalde alimdir, hikmet sahibidir.
11. Bu âyeti kerime, erkek ve kız evlâdın, babalar ile anaların ve kardeşlerin mi rastaki paylarını bildiriyor ve bu hususta taksimatın hikmet gereği olduğuna işâret buyuruyor. Şöyle ki: Ey mü’minler!.. (Allah Teâlâ size) sizden her birinize (evlâdınız hakkında) onların mirastaki payları hususunda (erkek için iki dişi hissesi emrediyor) binaenaleyh vefat eden kimsenin meselâ: Bir oğulu ile iki kızı bulunsa terekesinin yarısı oğluna, diğer yarısı da iki kızına ait bulunmuş olur. Şayet bir kızı ile bir oğlu bulunsa terekesinin üçte ikisi oğluna, üçde biri de kızına ait bulunur. İki oğlu ile üç kızı bulunacak olsa terekesi yedi hisse itibar edilerek bundan ikişer hisse oğlanlara, birer hisse de üç kıza isabet etmiş olur. (Eğer dişi olan evlât) iki veya (ikiden fazla) olup da erkek evlât bulunmaz (ise onlara terekenin üçte ikisi aittir) kalanı babaları, amcaları gibi asabelerden bir kimse bulunursa ona ait olur, bulunmazsa o da bu kızlara verilir. Meselâ: Bir ölünün üç kızı ile bir de babası bulunsa miras meselesi dokuzdan tanzim edilerek bunun ikişer hissesi kızlara, üç hissesi de babasına isbet etmiş olur. (Ve eğer) vefat edenin çocuğu yalnız (bir tek kız ise ona da terekenin yansı verilîr) babası veya kardeşi gibi başka bir varisi de var ise kalan yansı da ona ait olur. Fakat böyle başka varisi yok ise terekenin o kalanı da yine o kıza verilir (ve) ölen kimsenin (babası ile anasından herbiri için de ölünün) kız veya oğlan (çocuğu varsa terekesinden altıda biri vardır) meselâ: Bir müteveffanın bir kızı ile bir de babası ve anası bulunsa terekesi altı hisse itibar edilerek bunun üçte biri olan iki hissesi kızına verilir, birer hissesi de babasıyle anasına verilir ve kalan bir hisse de reddiye yoluyla yine babasına ait bulunur, (ve eğer) vefat edenin (çocuğu) ve o çocuğunun çocuğu (yok ve kendisine yalnız babası ile anası vâris ise anası için) terekesinin (üçte biri aittir) kalanı babasına ait olur (ve eğer ölünün) birden ziyade (kardeşleri de varsa) bunlar gerek baba ana bir ve gerek baba veya ana bir erkek veya kız kardeşler olsunlar ve gerek varis bulunsunlar ve gerek bulunmasınlar, herhalde ölünün (anasına altıda biri verilir) bu takdirde terekenin kalanı, ölünün babası var ise ona ait olur, yoksa kardeşlerine verilir, (bu hisselerin) varislere (böyle verilmesi, ölünün vaktiyle yapmış olduğu vasiyetten ve borçtan sonradır). Eğer borcu var ise evvelâ terekesinden o verilir, sonra da vasiyeti usulü dairesinde yerine getirilir, kalanı da varisler arasında Allah’ın emrettiği şekilde taksim olunur, (babalarınız ve oğullarınız bilmezsiniz ki, hangileri) Ey varisler!.. Ey tereke bırakacak kimseler (sizin için menfaatce daha yakındır.) Onu ancak Cenâb-ı Hak bilir, (bütün bunlar) tereke hakkındaki bu ilâhî emirler, vazifeler (Allah Teâlâ tarafından birer farizedir.) Birer fayda ve hikmete dayanmaktadır. Sizlerin üzerine düşen ise bunlara razı olmaktır. Sizlerin hakkınızda usulunuz mu, füruunuz mu daha hayırlı olacağını, bunlardan ebediyet âleminde sizlere hangileri daha faideli bulunacağını siz kestiremezsiniz. O halde mirastaki payların hikmetini hakkıyla takdir edemeyebilirsiniz. Sizin vazifeniz bu gibi ilâhî hükümleri kabul etmektir. (Şüphe yok ki: Allah Teâlâ) kullarının bütün işlerini (herhalde bilendir.) O Yüce Yaratıcı, ezelden sonsuza kadar İlim sıfatıyle vasıflıdır. Ve (hikmet sahibidir.) Her emri, her takdir ve hükmü hikmetin kendisidir. Onun bütün emir ve yasakları hikmetten, faydadan hâlî değildir. Ehli imanın en birinci vazifesi de bunu bilip yüce tutmak ve takdis etmektir.
§ Kelâle: Lûgatte yorulup kuvvetten düşmek veya etraftan kuşatılmak mânâsınadır. İstilâhta: Usul ile füruun dışında olan akraba demektir. Böyle bir akrabalık sahibine de zikelâle denilmiştir. Bir kimsenin kardeşleri, amcaları, dayıları kelâle kabilindendir. Bunların yakınlığı usul ve füruun yakınlığına göre zayıf olduğundan kendilerine “Kelâle” denilmiştir. Kelâle hakkında başka görüşler de vardır. 176 ıncı âyeti celileye de müracaat ediniz!..
12. Karılarınızın çocuğu yok ise terekelerinin yarısı sizin içindir. Eğer onların çocuğu var ise sizin için terekelerinin dörtte biri vardır. Yapmış oldukları vasiyetten veya borçtan sonra, karılarınıza da terekenizin dörtte biri vardır. Eğer sizin çocuğunuz yok ise… Eğer sizin çocuğunuz varsa onlara da terekenizden sekizde biri vardır. Yapmış olduğunuz vasiyetten veya borçtan sonra. Ve eğer bir erkeğin veya bir kadının kelâle tarafından mirasına konuluyor da onun bir erkek kardeşi veya bir kız kardeşi bulunuyorsa onlardan herbirine de altıda bir hisse vardır. Eğer bundan fazla iseler üçte birinde ortaktırlar. Zarar verme kasdi olmaksızın yapılmış olan vasiyetten veya borçtan sonra. Bütün bunlar Cenâb-ı Hak’tan bir öğüttür. Ve Allah Teâlâ alîmdir, Halimdir.
12. Bu âyeti kerime de kocalar ile karıların ve kelâle denilen akrabalık yoluyla varis olacak bir kısım kimselerin mirastaki paylarını tayin ediyor, yapılacak vasiyetlerin varisleri zarara uğratmaması hususuna da işâret buyuruyor. Şöyle ki: Ey mü’minler!. (eşlerinizin) sizden veya evvelki kocalarından oğlan veya kız (çocuğu) veya oğlunun sonuna kadar oğlu ve kızı (yok ise terekesinin yarısı sizin içindir) diğer yarısı ise zevilfiruzdan veya asebattan veya diğerlerinden olan akrabalarına ait olur, onlardan hiçbirisi bulunmazsa beytülmâle ait bulunur. Meselâ: Bir kadının kocasıyle bir de amcası bulunsa terekesinin yarısı kocasına, diğer yarısı da amcasına intikal etmiş olur. (eğer onların) eşlerin sizden veya evvelki kocalarından erkek veya kız (çocuğu var ise sizin için terekelerinin dörtte biri vardır) mütebakisi çocuğuna aittir. Meselâ: Bir kadının kocasıyla iki de oğlu bulunmuş olsa terekesinin dörtte biri kocasına, dörtte üçü de iki oğluna eşit olarak intikal etmiş olur. Onun miras meselesi sekizden tashih edilerek bundan iki hisse kocasına, üçer hisse de oğullarına verilir. Böyle bir hisse verilmesi o eşlerin (yapmış oldukları vasiyetten veya borçtan sonra) dır. Evvelâ borçları verilir, sonra vasiyeti usulü dairesinde yerine getirilir, kalan terekesi de varisleri arasında taksimedilir. Ey erkekler!. Siz de vefat edince (karılarınıza terekenizin dörtte biri vardır) onlar bu miktara mirasçı olurlar (eğer sizin) o eşlerinizden veya başka eşlerinizden (çocuğunuz yok ise) oğlunuzun oğlu veya kızı da mevcut değilse (eğer sizin çocuğun varsa) oğlunuz veya kızınız, veya oğlunuzun evlâdı mevcut ise (onlara da) o eşlerinize de (terekenizden sekizde biri vardır.) meselâ: Bir ölünün bir kansı ile bir de bir oğlu veya kızı veya oğlunun bir oğlu bulunsa bu takdirde kansı terekenin sekizde birine müstehik olur, kalanı diğer varise ait bulunur. Bu mirasın böyle intikali (yapmış olduğunuz vasiyetten veya borçtan sonra) dır. (Ve eğer bir erkeğin veya bir kadının) babası, çocuğu olmayıp da (kelâle tarafından) meselâ: Kardeşleri veya amcaları gibi varisleri tarafından (mirasına konuluyor da onun) o vefat etmiş olanın ana tarafından (bir erkek kardeşi veya bir kız kardeşi bulunuyorsa onlardan) o ana bir erkek, veya kız kardeşten (her birine de) terekesinden (altıda bir hisse vardır) burada oğlan ile kız kardeşler eşittir, (eğer) bu ana bir erkek kardeşler ile kız kardeşler (bundan) böyle birden (fazla iseler) terekenin (üçte birinde ortaktırlar.) Terekenin kalanı da diğer eshabi feraizden ve asabattan olanlara ait olur. Meselâ: Bir ölünün bir ana bir erkek kardeşi, bir de ana bir kız kardeşi bir de baba bir amcası bulunsa miras meselesi üçten olup bundan bir hisse o iki kardeşe kalan iki hisse de amcaya verilir. Bu halde bu mesele altıdan tashih edilerek bunun üçte biri olan iki hisse o iki kardeşe eşit olarak ait olur, dört hisse de amcaya intikal etmiş bulunur. Maamafih bunlara bir nisbette hisse verilmesi, (zarar verme kasdi olmaksızın yapılmış olan vasiyetten veya borçtan sonra) dır. Varisleri zarara sokmak için terekenin üçten fazlasını vasiyet etmek, vârislerin muvafakatleri bulunmayınca geçerli olmaz. Varisleri mirastan mahrum bırakmak için başkalarına yoktan borç ikrar etmek câiz değildir. Bu, varisler hakkında bir zarardır. Binaenaleyh bu gibi hareketlerden kaçınmalıdır. (Bütün bunlar) bu hisselerin bu şekilde verilmesi ve vârislerin zararlarına meydan verilmemesi hakkındaki Kur’ânî beyanlar (Cenâb-ı Hak’tan) kullarına (bir mevizedir) bir tavsiyedir. Buna göre hareket edilmesi ve Allah’ın taksiminin bir hikmet ve menfaat gereği olduğunu bilip ona razı olmak bizim için bir kulluk görevidir. (Ve Allah Teâlâ alîmdir) mahlûkatının hâl ve durumuna lâyık olan hisseleri bilir, ona göre emreder. Ve Hak Teâlâ Hazretleri (hilim sahibidir) emrine muhalefet edenlerin cezalarını hemen vermez, çok kere tehir eder, tâki uyanarak tövbe edip af dilesinler.. Ana baba bir kardeşler hakkındaki miras hükmü için bu sûre’i celilenin sonundaki 176 ıncı âyeti kerimeye müracaat ediniz!..
13. İşte bunlar Allah Teâlâ’nın hudududur.. Ve kim Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine itaat ederse onu altından ırmaklar akar cennetlere koyacaktır ki orada ebedî kalacaklardır. Ve bu büyük bir kurtuluştur..
13. Bu mübârek âyetler, Allah’ın koyduğu sınırlara ve bilhassa veraset hukukuna riâyet edenler hakkında müjdelemeyi, muhalefet edenler hakkında da tehdidi içermektedir. Şöyle ki: (işte bunlar) yetimlerin, vasiyetlerin, mirasların hakkında bildirilen bu hükümler (Allah Teâlâ’nın sınırlandır.) Cenâb-ı Hak’kın kulları için tayin buyurmuş olduğu şer’î hükümlerdir ki bunlar ile amel etsinler, bunlara tecavüzde bulunmasınlar (Ve kim Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine) böyle hükmetmiş olduğu şeylerde (itaat ederse onu altından ırmaklar akar cennetlere koyacaktır ki, orada ebedî kalacaklardır.) Öyle muazzam nimetlere ebedî bir şekilde muvaffak olacaklardır, (ve bu) şekilde cennete girmek, orada ebedî kalmak (büyük bir kurtuluştur) bunun üstünde bir kurtuluş olmaz.
§ Allah’ın hududu, Allah’ın hükümleri demektir. Malumdur ki hudud, heddin çoğuludur. Had de sınır, birşeyin etrafına çekilen bir hattır ki, bir kimsenin hakkı o Hattâ kadar varır, onun ötesine tecâvüz edemez. İşte ilâhî hükümler de mükelleflerin fiillerini sınırlamış, hareket alanlarını belirlemiş olduğundan mükellefler onun dışına çıkamazlar. Bu itibarla bu hükümlere Allah’ın hududu denilmiş oluyor.
14. Ve kim de Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine isyan eder, hududunu tecâvüz eylerse onu da içinde ebedî kalmak üzere bir ateşe sokar ve onun için zillet verici bir azab vardır..
14. (Ve kim de) itaatden ayrılır da (Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine isyan eder) onların emirlerine, yasaklarına muhalefette bulunursa ve Cenâb-ı Hak’kın (hududunu tecâvüz eylerse onu da) Hak Teâlâ Hazretleri (içinde ebedî kalmak üzere bir ateşe) bir cehennem ocağına (sokar ve) bu bedenî azaptan başka (onun için zillet verici) ruhî (bir azab) da (vardır) bunun künhünü ancak Yüce Allah bilir. Artık böyle pek elem verici bedenî ve ruhî azaplara sebep olacak hallerden son derece kaçınmalı değil midir?
15. Kadınlarınızdan fuhuşta bulunmuş olanların aleyhine sizden dört şahit getiriniz. Eğer şahitlik ederlerse o kadınları evlerde hapsediniz. Kendilerine ölüm gelinceye kadar veya onlara Cenab’ı Hak bir yol açıncaya kadar.
15. Bu mübârek âyetler, zina faciasını işleyenler hakkında İslâm’ın ilk döneminde yürürlükte olan şer’î cezayı beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Sizlerin (kadınlarınızdan) eşlerinizden (fuhuşta) zinada (bulunmuş olanların aleyhine sizden) mü’minlerin hür olan erkeklerinden (dört şahit getiriniz.) bu dört şahit bu hadiseyi gördüklerine dâir (şahitlik ederlerse o kadınları evlerde hapsediniz) ikametgâhlarını kendileri için birer hapishane yapınız, (kendilerine ölüm gelinceye kadar) takdir edilmiş hayatları sona erip ölüm meleği ruhlarını alıncaya kadar öyle mahbûs bir halde kalsınlar (veya onlara Cenab’ı Hak bir yol açıncaya kadar) Allah tarafından onlara mahsus diğer bir şer’î hüküm, bir ilâhî ceza tayin edilinceye kadar öyle mahpus bulunsunlar.
§ Fahişe: Söz ve fiil olarak pek çirkin olan şeydir. Zina da çok çirkin bir fiil olduğundan fahişe diye anılmıştır.
16. Sizden onu yapanların her ikisine de eziyet veriniz. Eğer tövbe eder ve uslanırlarsa onlardan vazgeçiniz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ tövbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.
16. (Sizden onu) o fahiş fiili (yapanların her ikisine de) zina eden erkeğe de, kadına da veya bir yoruma göre oğlancılık yapan her iki erkeğe de bu fiilleri tesbit edildiği takdirde (eziyet verîniz) kınamada bulununuz, azarlayınız veya döğünüz. Böyle bir kınama ve terbiyesini vermeyi müteakip (eğer tövbe eder ve uslanırlarsa onlardan vaz geçiniz) Artık kendilerin eziyet vermeyiniz. İşlemiş oldukları o kötülüğü artık teşhire kalkışmayınız, aleyhlerinde söylenip durmayınız. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ tövbeleri çok kabul edendir.) onların tövbelerini de kabul buyurmuş olur. Ve Hak Teâlâ (çok merhametlidir) durumunu düzeltenlerin haklarında geniş rahmeti tecelli eder. Artık onları her nasılsa yapmış, sonra da pişman oldukları günahlardan dolayı kınamaya devam etmemelidir.
§ Bu mübârek âyetlerin bu hükümleri İslâm’ın ilk dönemine mahsustur. Daha sonra had ve recim hakkındaki âyetler ile bu hükümler neshedilmiştir. Sûrei nurun ilk âyetlerine müracaat ediniz…
17. Tövbe Allah katında ancak o kimseler içindir ki, bir cehaletle bir kötülüğü işlerler de az sonra tövbekâr olurlar. İşte olar için Allah Teâlâ tövbeyi kabul buyurur. Ve Allah Teâlâ alîmdir, hikmet sahibidir.
17. Bu mübârek âyetler, tövbelerin ne vakte kadar kabul edileceğini ve kimlerin pek elem verici azaba uğrayacaklarını şöylece göstermektedir. Kabul edilecek (tövbe Allah katında o kimseler içindir ki) onlar insanlık hali (bir cehaletle) bir akılsızlık sebebiyle, düşüncesizlik akibeti yüzünden (bir kötülüğü) gayrimeşru bir hareketi (işlerler de az sonra) ölüm hastalığından, ölüm sarhoşluğu halinden evvel, yani: Daha ölüm halinde bulunmayı? âhiret ile ilgili hadiseler gözlerinin önünde görünmeden (tövbekâr olurlar) yapmış oldukları kötü fiillerin meşru olmadıklarını bilip pişmanlık gösterir, Allah’ın affını dilerler (İşte onlar için Allah Teâlâ) yaptıkları (tövbeyi kabul buyurur.) Onları bağışlar, (ve Allah Teâlâ alimdir,) kullarının bütün hallerini ve tövbe edip etmediklerini hakkıyla bilir ve (hikmet sahibidir) bütün hükümleri hikmet ve menfaat esasına dayanmaktadır. Bu gibi kimselerin tövbelerini bilip kabul buyurması da bir hikmet gereğidir.
18. Ve tövbe o kimseler için değildir ki, günahları yapar dururlar Vaktaki kendilerinden birine ölüm gelip çatınca: Ben şimdi tövbe ettim, der ve kâfir oldukları halde ölenler için de değildir. İşte biz onlara elem verici bir azap hazırlamışızdır.
18. (Ve tövbe o kimseler için değildir ki) yani: Yapacakları tövbeler haddizatında tövbe sayılmayıp yok yerindedir ki, onlar (Günahları yapar dururlar) bir takım günahları yapmaktan hiç sakınmazlar (Vaktaki, kendilerinden birine ölüm gelip çatınca) yani: Ölüm sarhoşluğuna yakalanınca, hırıltı halinde bulununca, ruhu boğazına gelip gidince (ben şimdi tövbe ettim der) böyle bir haldeki tövbe ise kabule şayan değildir. (Ve kâfir oldukları halde ölenler için de) tövbe makbul (değildir). Artık tövbe zamanı sona ermiştir, (işte biz onlara) o iki grup için (elem verici bir azap hazırlamışızdır.) Binaenaleyh bir şahıs, dindar olduğu halde bütün hayatını günahla geçirip de daha tövbekâr olmadan ölüm sarhoşluğuna yakalanırsa artık bu halde yapacağı bir tövbe elde olmayan türden bir pişmanlığa dayanmış olacağından kabule lâik olamaz. Aynı şekilde: Bir kâfir de ölüm sarhoşluğu halinde tövbe edip hak dinî kabul etse bu tövbesi makbul olmaz. Tamamen hali küfür üzere ölmüş gibi sayılır. Şu kadar var ki, tövbesi makbul olmayan bir mü’min, ne kadar azap görse de yine sonunda azap ateşinden kurtulur, selâmete erer. Küfr üzere ölen bir kâfir ise ebedî olarak azap çeker, cehennemden asla çıkamaz.
19. Ey mü’minler! Kadınlara zor zoruna varis olmanız ve onlara vermiş olduğunuzun bazısını giderip kurtarmanız için onları sıkıştırmanız sizin için helâl olmaz. Meğer ki apaçık bir fuhuş yapıversinler. Ve onlarla iyi bir şekilde geçininiz. Şayet onları kerih görür iseniz olabilir ki, siz birşeyi kerih görürsünüz. Allah Teâlâ ise onda birçok hayır vücuda getirir.
19. Bu âyeti kerime, cahiliye zamanındaki bir ailevî âdeti müslümanlara yasaklamakta, aile hayatına güzelce riâyet edilmesini emir eylemektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler) vefat eden yakınlarınızın eşleri olan (kadınlara zor zoruna varis olmayınız.) yani: Onları ölünün terekesi gibi sayarak onların üzerinde veraset muamelesi yapmayınız (ve) eşleriniz olan kadınları mihir olarak (vermiş olduğunuzun bazısını) bir kısmını onların ellerinden (giderip) onlardan geri alarak (kurtarmanız için) kötü bir muamele ile (onları tazyik) huzursuz (etmeniz sizin için helâl olmaz) böyle bir hareket, şeri şerife, İslâm ahlâkına aykırıdır. (meğer ki) eşler (apaçık bir fuhuş yapıversinler) meselâ: Kocalarına karşı pek kaba muamelelerde bulunsunlar, pek kötü davranışlardan geri durmasınlar, veya iffete aykırı bir harekette bulunsunlar, o takdirde onlardan ayrılmak ve bir bedel karşılığında boşanmak câiz olur. Maamafih usulü dairesinde sabit olacak bir zina hadisesi şer’î had cezasını icab ettiğinden onun hakkında bu hüküm geçerli değildir, mensuhtur. (ve) Ey mü’minler!, (onlar ile) kadınlar ile, eşleriniz ile (maruf veçhile) güzelce geçinmekle, nafakalarını vermekle, haklarına riâyet etmekle (geçininiz) bazı kusurlarını affediniz, (şayet onları hoşlanmıyorsanız) meselâ: Güzellikten mahrum: Güzel geçinmekten nasipsiz iseler sabrediniz, yine siz güzelce muameleden geri durmayınız. (olabilir ki, siz birşeyi) ilk bakışta (kerih görürsünüz) ondan hoşlanmayabilirsiniz (Allah Teâlâ ise onda) sizin evvelce takdir ve tasavvur edemediğiniz, (birçok hayır vücude getirir) meselâ: Size adınızı devam ettirmeye vesile olacak salih evlât nasib buyurur, daha sonra aranızda güzel bir kaynaşma ve muhabbet tecelli eder durur.
§ Rivayete göre cahiliye zamanında bir erkek ö ldü mü, onun en yakın olan varisi, meselâ, kardeşi o ölenin karısını miras malından sayarak ona varis olmak isterdi. Ya ona evvelki mihrinden başka mihir vermeksizin onu zor zoruna kendisine alabilirdi. Veya başkasına verip mihrini kendisi alırdı veyahut bu kadını kocasından alacağı mirastan vazgeçirmek için başkasına varmaktan alıkordu. Bir takım kimseler de vardır ki, karılarından hoşlanmadıkları takdirde onların haklarında fena muamelelerde bulunurlar veya küçük kusurlarını bahane ederek onları bırakırlar. Bu âyeti kerime ise bu gibi ahlâk dışı adetlerden, muamelelerden müslümanları menetmekte eşlerin haklarına riâyet edilmesini tavsiye buyurmaktadır. Ancak fuhşiyatta bulunacak olurlarsa, o takdirde usulüne uygun olarak kendilerinden evlilik bağını koparmak icab eder.
20. Ve eğer bir eşin yerine diğer bir eş almak isterseniz, onlardan birine çok bir mal vermiş olduğunuz halde bile artık ondan birşey almayınız, ona iftira ederek ve apaçık bir günaha girerek alıverirmisiniz?
20. Bu mübârek âyetler, koca ile kansı arasında ilişki meydana geldikten sonra ayrılma vuku bulduğu takdirde eşe verilmiş olan mihir pek fazla olsa bile ondan bir mal almanın koca için muvafık olmadığını ve hele böyle bir mal almak için eşe iftirada bulunmanın asla câiz bulunmadığını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Eşleriniz hakkında güzel bir şekilde muamelede bulununuz, (ve eğer) görülen bir lüzum üzerine (bir eşin yerine) onu boşayıpda (diğer bir eş almak isterseniz, onlardan) o eşlerden (birine) kantar denilen (çok bir mal) mihir olarak (vermiş olduğunuz halde bile artık) o maldan hiç (birşey) geri (almayınız) onu geri istemeniz (onu) o malı eşlerinize (iftira ederek ve apaçık bir günaha girerek alıverir misiniz?.) böyle bir muamele münasip midir? Bu insanlığa ahlâka aykırı değil midir?. Böyle bir hareketten herhalde kaçınmalıdır.
21. Ve onu nasıl alırsınız ki, birbirinizle ilişkide bulundunuz ve sizden kuvvetli bir söz almışlardır..
21. Ey müslümanlar!, (onu) o malı eşlerinize iftira ederek (nasıl alırsınız ki, birbirinizle ilişkide bulundunuz.) Aranızda cinsel ilişki meydana geldi, sahih halvet vaki oldu, kimsenin göremiyeceği bir yerde birbirinize sohbet arkadaşı oldunuz, aranızda evlilik hukuku tehakkuk etti, (ve sizden) Ey erkekler!. Eşleriniz adına nikâh akdi ile (kuvvetli bir söz almışlardır) onların haklarına riâyet etmeniz lâzımdır, onlar ile güzelce geçinmeniz icabetmiştir. Onları gerektiğinde güzelce terketmeniz icap eder. Bunlar evlilik hükümlerindendir. Artık buna muhalefet edilmesi nasıl muvafık olabilir?..
§ Cahiliye zamanında bir kimse eşinden ayrılmak ve ona mihrini vermemek isterse biçare kadına zina gibi bir suç isnat eder, o şekilde birbirinden ayrılırlardı. Bu gibi ahlâk dışı hallere meydan verilmemesi, bu mübârek âyetler ile müslümanlara telkin edilmiş oluyor.
22. Ve babalarınızın nikâhlamış olduğu kadınlar ile evlenmeyiniz. Ancak geçen geçmiştir. Şüphe yok ki, o pek çirkindi ve menfurdu ve ne fena bir yoldu..
22. Bu mübârek âyetler, bütün maharrematı, yâni kendileri ile evlenmek câiz olmayan kadınları belirtmekte, hilâfına hareketin pek kötü, pek fena olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey müslümanlar!, (babalarınızın nikâhlamış olduğu kadınlar ile) üvey anneleriniz ile (evlenmeyiniz) onların nikâhı size haramdır. (ancak geçmiş geçmiştir) vaktiyle câhiliyet devrinde böyle bir âdet vardı. Bir kimse üvey annesiyle evlenebilirdi. Artık İslâmiyet devrinde böyle birşey câiz görülemez. (şüphe yok ki; o) öyle üvey anneler ile evlenmek aklen (pek çirkindi ve) şer’an (iğrençti ve) örf ve adet bakımından da (ne fena bir yoldu) artık bu kadar müstehcen olan bir muamele nasıl yapılabilir?
23. Sizin üzerinize haram olmuştur: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, birâderinizin kızları, kız kardeşinizin kızları. Ve sizi emzirmiş olan süt analarınız, süt kız kardeşleriniz, eşlerinizin anaları ve kendileriyle cinsel ilişkide bulunmuş olduğunuz eşlerinizden yanlarınızda bulunan üvey kızlarınız. Şayet eşlerinizle cinsel ilişkide bulunmamış iseniz sizin üzerinize bir günah yoktur. Ve kendi sulblerinizden olan oğullarızın eşleri de ve iki kız kardeşi birden almanız da sizin için haramdır geçmiş olan ise müstesnâ. Şüphe yok ki Allah Teâlâ gafurdur, rahimdir.
23. Ey müslümanlar!, (sizin üzerinize) şunların nikâhları (haram kılınmıştır)
1- (analarınız) ve babalarınız ve analarınızın anaları ve onların sonuna kadar anaları.
2 – (kızlarınız) ve oğullarınızın ve kızlarınızın kızları ve torunları.
3 – (kız kardeşleriniz) ana ve baba bir veya baba bir veyahut ana bir kız kardeşleriniz.
4 – (halalarınız) babalarınızın ve dedeleriniz kız kardeşleri
5 – (Teyzeleriniz) analarınızın ve ninelerinizin bütün kız kardeşleri.
6 -(Birâderlerinizin kızları) ve bu kızların kızları ve torunları.
7 – (kız kardeşinizin kızları) ve bunların kızları ve torunları, tüm yegenler: Bu yedi sınıf neseb sebebiyle haram kılınmış olanlardır.
8 – (ve sizî emzirmiş olan süt analarınız) ve bunların anaları, yâni süt nineler.
9 – (ve süt kız kardeşleriniz) ve süt kızlar, süt halalar, süt teyzeler süt biraderler, nesep bakımından olduğu gibi süt emme sebebiyle de haramdır.
10 – (ve eşlerinizin anneleri) ve onların anneleri, bunların nikâhları haramdır. Eşler, gerek kendileriyle cinsel ilişkide bulunulmuş olsunlar ve gerek olmasınlar yalnız nikâh ile bu haramlık sabit olur.
11 – (ve kendileriyle cinsel ilişkide bulunmuş olduğunuz eşlerinizden) doğup çoğunlukla (yanınızda bulunan üvey kızlarınız) -velevki yanınızda bulunmasınlar- sizlere haramdır. (şayet eşlerinizle cinsel ilişkide bulunmamış iseniz) bu eşlerin vefatı veya boşanmasıyla iddetin bitmesi neticesinde bunların kızları ile evlenmekte (sizin üzerinize bir günah yoktur).
12 – (Ve kendi sulblerinizden olan oğullarınızın eşleri de) sizlere haramdır. Üvey oğulların eşleri bundan müstesnadır.
13 – (Ve iki kız kardeşi birlikte almanız da) sizin için haramdır. Nitekim bir kız ile onun halasını veya teyzesini bir nikâhta birleştirmek de câiz değildir. Bu bir meşhur hadis ile sabittir. Ancak câhiliyet zamanında (geçmiş olan müstesnâ) onlardan dolayı sorumlu tutmak yoktur. Elverir ki, İslâm şeriatının insanlık alemine gelmesinden sonra böyle bir muameleye teşebbüs olunmasın. (şüphe yok ki, Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir) Vaktiyle yapılmış bir günahı afeder ve Örter, yeter ki ona devam edilmesin, yapılmış olan kusurlardan dolayı İlâhî affa iltica edilsin.
§ Annelerin ve kızların nikâhları Hz. Adem’den beri haram bulunmuştur. Fakat insanlık neslinin çoğalması için Hz. Adem’in zamanında kız kardeşler ile nikâh câiz bulunmuştu. Yakup Aleyhisselâm’ın şeriatında da iki kız kardeşi nikâhta bir arada bulundurmak caizdi.
§ Süt analığın vücude gelmesi için, daha süt müddetini bitirmemiş olan bir çocuğun isterse bir defa olsun memeden süt emmesi veya memeden sağılmış bir sütü içmesi lâzımdır. Süt, çocuğun midesine gerek ağzından ve gerek burnundan vasıl olsun ve gerek emzikle verilsin eşittir. Bu sütün az miktarı ile çok miktarı aynı hükümdedir. Süt verenin de bakire olması veya ölmüş bulunması veya hayız ve nifastan kesilmiş olması arasında da fark yoktur. Şu kadar var ki, süt veren, dokuz yaşından daha küçük olamaz. Fakat şafiilere göre çocuğa bu süt en az beş defa ayrı ayrı verilmiş olmalıdır, az olsun çok olsun eşittir. Ve sütü içilen kadın sütü alındığı zaman hayatta bulunmalıdır.
§ Süt müddeti, İmam Azam’a göre doğumdan itibaren otuz aydır. İmameyne göre iki kameri senedir. Bu müddetten sonra mideye giren bir süt ile emme haramlığı sabit olmaz. Malikilere göre süt emme müddeti, iki seneden ve nihayet iki sene ile iki aydan ibarettir. Şafiîlere göre bu müddet iki kameri senenin sonuna doğru biter. Binaenaleyh bu süt henüz iki kameri yıl bitmeden verilmiş olmalıdır. Hanbeli fıkıh bilginlerine göre de bu müddet iki senedir. Ondan sonra emme haramlığı, sabit olmaz. Fakat zâhiriye mezhebine göre süt için müddet yoktur, her ne zaman içilse emme sebebiyle haramlık olur. Binaenaleyh ihtiyat etmelidir. Bir kimse yaşlı olsa da eşinin memesini emmemelidir. Hz. Ayşe ile İbni Mesut ve İbni Abbas gibi sahabe’i kiram da bu kanaatte bulunmuşlardır. “Bidayetülmüctehit” de ve “El muhallâ” da geniş açıklamalar vardır.
§ Nesep akrabalığı, evlilik akrabalığı ve süt emme sebebiyle bir takım mahremiyetlerin ve haram oluşların vücude gelmesi, bir takım sebeblere, hikmetlere dayanmaktadır. Şöyle ki:
(l) İslâm dinî akraba bağına büyük bir kıymet vermiştir. Bir takım akrabalar adeta birbirinin birer parçası gibi sayılmıştır, bunların arasında daimi bir muhabbet, bir irtibat bulunması bir gayedir. Bunlardan bir kısmının diğer bir kısmına karşı büyük bir saygı duygusu içerisinde bulunması, bir ahlâkî vazifedir. Kadınlar ise kocalarının emirlerine riâyet ederek onların idareleri altında bulunurlar, aralarında bazen hoş olmayan haller meydana gelebilir, birbirinden ayrılarak aralarındaki bağ, sona ermiş olur soy bakımından akraba olanlar arasında ise böyle hallerin vücude gelmesi gayrimeşru, hikmet ve menfaate aykırı olduğundan onların arasında nikâhın câiz olması, hikmet ve faydaya elverişli olamaz.
(2) Evlilik akrabalığı sebebiyle meydana gelen haramlığın şer’î hikmetine gelince: Bir kere evlâdın ana babasına karşı son derece saygılı bulunması icabeder. Ana babanın da çocuklarına karşı pek ziyade şefkatli, gönül alıcı bulunmaları lâzımdır. Artık bunların koca veya karılarıyla evlenmeleri bu saygıya, bu şefkat ve sevgiye muvafık olmaz, bilâkis aralarına düşmanlık ve nefret düşürmeğe sebep olur. Meselâ: Bir kimse, oğlunun boşadığı bir kadın ile evlenecek olsa artık oğlu ile aralarında bir saygı ve samimiyet kalabilir mi? Binaenaleyh bunların nikâhlarının câiz olmaması aralarında bir mahremiyetin meydana gelmesi, aralarındaki saygı ve muhabbetin devamına bir vesile teşkil etmiştir ve evlilik akrabalığı sayesinde yakınlık ve mahremiyet dâiresi genişliyerek sosyal varlıkta bir açılma vücude gelmiştir. (3) Süt meselesine gelince: Bunun teşriî hikmeti de açıktır… Şöyle ki: İnsanlar haddi zatında seçkin birer mahluktur. Kendi varlıkları büyük bir değere sâhip olduğu gibi kendilerinden birer parça olan her şey de bir değere sahiptir, İşte insanların sütleri de bu cümledendir. Bu süt vasıtasıyle insanlar arasında bir nevi parçalık, bağlılık meydana gelmiştir. Bir çocuğun büyüyüp gelişmesi, annesinin sütü ile vücude geleceği gibi başka bir kadının sütü ile de vücude gelebilir. Bu sebeple aralarında ayrılması mümkün olmayan bir cüziyet, mhî ve mânevî bir alâka meydana gelmiş olur. Artık süt anne çocuğun büyüyüp gelişmesine hizmet etmiş olduğu için saygıya lâyık olduğu için onun belli yakınları da bu saygıya lâyık bulunurlar, aralarında bir akrabalık meydana gelmiş olur. İşte bu gibi sebeblerden hikmetlerden dolayı süt annelik itibariyle de nikâhın haram oluşu meselesi, teşriî hikmetlerden bulunmuştur. Hukuku İslâmiye kâmusuna müracaat ediniz!..
24. Sağ ellerinizin sâhip olduğu müstesnâ olmak üzere kadınlardan kocalı olanlar da size haramdır. Bu, Allah Teâlâ’nın üzerinize bir yazısıdır. Bunlardan başka kadınları ise iffetli, zinadan sakınır olduğunuz halde mallarınızla talep etmeniz size helâl kılınmıştır. İmdi o kadınlardan her hangisinden faydalanırsanız onlara ücretlerini bir farize olarak veriniz. Mihir taktir olunduktan sonra birbirinizle uğraştığınızda üzerinize bir günah yoktur. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ alîmdir, hikmet sahibidir.
24. Bu mübârek âyeti kerime, kendileriyle evlenme ve cinsel ilişki câiz olup olmayanlar ile onların hak ettikleri mihir ve ücretler hakkındaki şer’î hükmü beyan etmektedir. Şöyle ki: (Sağ ellerinizin sâhip olduğu) yani esir olarak meşru şekilde elde etmiş olduğunuz câriyeler (müstesnâ olmak üzere kadınlardan kocalı olanlar da) size haramdır. Onlar ile evlenemezsiniz. Fakat esir alınmış olan gayrimüslim kadınlar, dari harpte kocaları bulunmuş olsa da onlara sâhip olmak ve onlarla nikâhta bulunmak câizdir. Çünki vatan ayrılığı ve esâret ile kocalarıyla aralarındaki evililk bağı yok olmuş olur. Artık bunları İslâm yurdunda ay hali sona erince nikâh etmek câiz bulunur. Bu bir kısım kadınların haram olmaları ise (Allah Teâlâ’nın üzerinize bir yazısıdır) Bir dinî vecibedir. Bu hususa riâyet lâzımdır. (Bunlardan) böyle nikâhları haram olanlardan (başka kadınları ise) Ey müslümanlar!, (iffetli, zinadan sakınır olduğnuz halde mallarınızla) birer muayyen mihir karşılığında (taleb etmeniz size helâl kılınmıştır) onlar ile iffetli bir halde yaşamak üzere evlenebilirsiniz. (İmdi o kadınlardan) o nikâh edilenlerden (her hangisinden faydalanmış) zifaf olup cinsel ilişkide bulunmuş (olursanız onlara ücretlerini) hak ettikleri mihirlerini (bir farize) tayin edilmiş bir verecek olarak (veriniz) onları mağdur bırakmayınmız fakat (mehir takdir olunduktan sonra birbirinizle uzlaştığınızda) mesela mihrin miktarını arttırdığınızda veya rızâ ile kısmen veya tamamen azaltıp borçtan kurtulduğunuzda (üzerinize bir günah yoktur.) Bu kendi rızânızla yapılan meşru bir muameledir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) kullarının bütün fiil ve hareketlerini (bilendir) onlar için meşru kılmış olduğu bütün hükümlerde (hikmet sahibidir.) işte bunun içindir ki hâlinize lâyık olan bu ahkamı meşru buyurmuştur.
§ İhsan, iffet demektir. Nefsi harama düşmekten korumaktır. Muhsinde evli olup kendisini zinadan muhafaza etmiş olan erkektir. Muhsene de evli olan bir kadındır ki, kocasının himâyesinde bulunup nefsi haramdan korunmuş bulunur. Böyle bir kadın, nefsini gayrimeşru ilişkilerden koruyacağı için kendisine “muhsine” de denilir. Çoğulu muhsenat ve muhsinattır. Müsafih de zina eden, fâcir kimse demektir. Zina yüzünden ise nesebler zayi, mallar ve şerefler yok olur, bir nice cinayetler meydana gelir, dünyevî ve uhrevî hüsran hasıl olur. Bunun içindir ki hikmet dolu İslâmiyet, bunu en feci bir cinâyet saymış, ona göre de cezâ tayin buyurmuştur.
§ Esir alınan kadınları ve çocukları ö ldürmek câiz değildir. Bu kadınlar dân harpten dâri İslâm’a getirilince harbî olan kocalarından mübane = ayrılmış olurlar, aralarında nikâh kalmaz. Fakat bu kadınlar kocalarıyle beraber esir edilerek dâri İslâm’a birlikte çıkarılmış olunca aralarındaki nikâh, bozulmuş olmaz. Binaenaleyh bu kadınlara câriye olarak sâhip olanlar, bunlara yaklaşamazlar, bu câiz değildir.
§ Bir erkek dâri harpten esir olarak getirilmiş olan bir kadın ile evlense veya ona sâhip olsa o kadın bir hayız görmedikçe ve hayızlı değilse bir ay geçmedikçe ona yaklaşamaz. Bu bir istibra meselesidir.
§ Bir müslüman, bir dinden dönmüş kadın ile veya bir putperest veya ateşperest ile bunlar müslüman olmadıkça evlenemez. Binaenaleyh bunların nikâhı haramdır.
§ Bir müslüman, nikâhı altında bir hür kadın bulundukça onun üzerine bir câriye ile evlenemez. Bu Hürreyi boşasa iddeti bilmedikçe yine câriye ile evlenmesi câiz olmaz.
25. Ve sizden her kim hür olan kadınlar ile evlenmeğe fazla bir malî iktidarı yok ise sağ ellerinizin sâhip olduğu genç; mü’min cariyelerinizden evlensin. Ve Allah Teâlâ sizin imanınızı hakkıyla bilendir. Bazınız bazınızdandır. İmdi onları namuslarını korur, fuhuştan beri bulunur gizlice dostlarda edinmez oldukları halde sahiplerinin izniyle nikâhlayınız ve onlara Mihirlerini de güzelce veriniz. Eğer onlar evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa o vakit onların üzerlerine, hür kadınların üzerlerine lâzım gelen cezanın yarısı lâzım gelir. Bu sizden büyük meşakkate düşmekten korkanınız içindir. Ve eğer sabır ederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.
25. Bu âyeti kerime, başkalarının mülkiyeti altında bulunan câriyeler ile ne şekilde, ne gibi şartlar çerçevesinde evlenmenin câiz olacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey müslümanlar!, (sizden her kim hür olan kadınlar ile evlenmeğe fazla bir malî iktidarı yok ise) yani malca bir genişlik bir ziyâdeliğe sâhip değilse (sağ ellerinizin sâhip olduğu) yani pazu kuvvetinize savaş alanından alınarak esir edilmiş, mülk olma ve cariyelik vasfını almış olan kadınlardan (genç, mü’min cariyelerinizden) münasip gördüğü ile evlensin. (ve Allah Teâlâ sizin imanınızı hakkıyla bilendir.) İnsanlar ise bunu hakkiyle bilemez. Bazen bir câriyenin imanı zayıf olacağı gibi, bazen kuvvetli de olabilir. Biz dış durumuna bakarız, mü’min olduğu anlaşılınca onunla evlenmekte bir sakınca olmayabilir. Bununla beraber câriyenin böyle İman ile kayıtlanması hanefilere göre bir tercih meselesidir. Yoksa başkasının ehl-i kitap olan câriyesiyle de evlenmek câizdir. Şafiilerce ise câiz değildir. Ve ey insanlar!. Esâsen (bazınız bazınızdandır) hepiniz de esâsen insansınız, hepiniz de Hazreti Adem’in neslindensiniz, hepiniz de Allah’ın kullarısınız, bu sebeple aranızda bir birlik vardır artık câriyelere de hakâret gözüyle bakmayınız, (İmdi onları) o cariyeleri (namuslarını korur, fuhuştan beri bulunur ve gizlice dostlar da edinmez oldukları halde) nikâh edebilirsiniz. Binaenaleyh onları lüzum görülünce (sahiplerinin) velilerinin, mâliklerinin (izniyle) müsaadeleriyle (nikâhlayınız ve onlara) aranızda belirttiğiniz mehri veya belirtmediğiniz takdirde emsallerine göre hak ettikleri (mehrlerini de güzelce) normal olarak cömertçe bir tarzda (verîniz) onları nikâhınız altında iffetli bir şekilde yaşatınız (eğer onlar) böyle (evlendikten sora bir fuhuş) bir zina suçu (işlerlerse o vakit onların üzerlerine hür kadınların) fuhuş işlediklerinde (üzerlerine lâzım gelen cezânın yansı lâzım gelir) zina eden hür kadına vurulması icâbeden değneğin yarısı olan elli değnek darbesiyle cezâlandırılır. (Bu) câriyeler ile evlenmek, (sizden büyük meşakkate düşmekten) fazla mihir ve nafaka vermek hususunda sıkıntıya düşeceklerinden (korkarımız içindir) ve şehvet galebesi ile günaha girmek ihtimali olanlar içindir, (ve eğer sabrederseniz) nefsinize hâkim olup gayrimeşru temayüllerde bulunmaz iseniz, böyle câriyeler ile evlenmemek sizin için (daha hayırlıdır) Evet… Hür kadınla evlenmeğe durumu müsait olmayan bir kimsenin câriye ile de evlenmediği takdirde gayrimeşru ilişkilerde bulunacağı düşünülürse onun câriye ile evlenmesi icabeder. Fakat böyle bir korku bulunmadığı takdirde câriye ile evlenmemesi daha iyidir. Çünki câriyeler, hür kadınlar kadar bir şerefe sâhip değildirler, onlar evlerine fazla bağlı olamazlar, kendilerine sâhip olanların hizmetlerinde de bulunmaya mecbur olurlar, çocukları da köle sayılırlar, hürriyetten mahrum, güzelce bir terbiyeden nasipsiz bulunurlar. Ve bu câriyeler başkalarına da satılabileceklerinden efendileri değişir, kocaları ile olan münasebetleri kesintiye uğrayabilir. Binaenaleyh bu hususta sabredip evlenmemek daha hayırlı olduğunda şüphe yoktur. (Ve Allah Teâlâ gafurdur.) Hakkıyle yarlıgayıcıdır, bu hususta sabır etmeyeni de af ve mağfiret buyurur. (rahîmdîr) çok esirgeyicidir, bunun içindir ki, sizlere bu şer’î hükümleri bildiriyor, sizi iffet ve temizlik yoluna sevk eyliyor….
26. Allah Teâlâ sizlere açıklamak ve sizleri sizlerden evvelkilerin yollarına erdirmek ve sizleri tövbeye muvaffak kılmak diler. Ve Allah Teâlâ alîmdir, hikmet sahibidir.
26. Bu mübârek âyetler, bu müslümanlar hakkında Yüce Allah’ın ne kadar hayır isteyen ve kolaylık lûtfeden olduğunu müjdeliyor, bir takım nefislerinin isteğine tabi olanların da insanlar hakkında ne derece kötülük isteyen sapıklık rehberi bulunduklarını beyan buyuruyor. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ sizlere) helâl ve harama ve diğer en güzel şer’î hükümlere dâir bilmediklerinizi (açıklamak) beyan buyurmak ister, (ve sizleri sizden evvelkilerin) Hz. İbrahim, Hz. İsmail gibi mübârek Peygamberlerin ve diğer salih kullarının (yollarına erdirmek) ister. Tâki onlar gibi hak’ka tâbi, batıldan sakınıp, hidâyete nâil olasınız. (Ve sizleri tövbeye muvaffak kılmak diler) Sizlere takip edeceğiniz selâmet ve saadet yolunu gösterir, tâki, insanlık icâbı sizden bir kusur meydana gelince hemen tövbe ederek Allah’ın affına mazhar olasınız, artırk sâhip olduğunuz irâde kuvvetini, düşünme kabiliyetini kötüye kullanmayarak uyanık bir şekilde hareket eyleyiniz, (ve Allah Teâlâ alîmdir) sizin bütün amel ve fiillerinizi bilir, (hikmet sahibidir) bütün şer’î hükümleri hikmet ve menfaatı taşımaktadır. Artık ona göre hareket ediniz.
27. Ve Allah Teâlâ sizin tövbe ederek ilâhî affa kavuşmanızı diler. Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir meyil ile sapmanızı isterler.
27. (Ve) Ey müslümanlar!. İnsanlık hali sizden bazı kusurlar meydana gelince hemen nâdim ve pişman olarak tövbe edip bağış dileyiniz, çünki (Allah Teâlâ sizin tövbe ederek ilâhî affa kavuşmanızı ister) sizin tövbelerinizi kabul buyuracağını size va’d buyurmuştur. Elverir ki, siz başkalarının aldatmalarına kapılmayasınız. (şehvetlerine uyanlar) nefislerinin heveslerine tâbi olanlar, bir takım haram olan şeyleri helâl telâkki edenler, kısaca bir takım dinsizler, sapıklar tahrif edilmiş dinlere tâbi bulunanlar (ise sizin büyük bir meyil ile) hak yoldan çıkarak, bir takım haram şeyleri yaparak (sapmanızı) selâmet ve hidâyet yolundan ayrılmanızı (isterler). Artık öyle düşmaların sözlerine, hareketlerine nasıl kıymet verilebilir?.
28. Allah Teâlâ sizden hafifletmek ister. Ve insan zayıf olarak yaradılmıştır…
28. Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ sizden) ağır teklifleri kaldırıp (hafifletmek) sizleri uygulaması hafif, fayda ve hikmet dolu vazîfelerle vazifelendirmek (ister) nitekim müslümanlığın bütün hükümleri kolaydır, uygulanabilir, bir nice fayda ve güzellikleri taşımaktadır, (ve insan zayıf olarak yaradılmıştır) bir çok kere nefsinin eğilimlerine tabi olur, yasaklardan kaçınmak hususunda gerektiği gibi sabır ve sebat gösteremez. Bu bakımdan mânevî bir zaafa uğramış bulunmaktadır. İşte insanların bu zayıf halleri de kendileri için bir çok dinî kolaylıkların vücuduna bir sebep bulunmuştur. Cenab’ı Hak, hiçbir insanı tâkatı üstünde bir şey ile mükellef tutmamıştır. Ve herhangi insanı usulü dairesinde tövbe edip af diledimi, ilâhîsi affına nâil buyuracağını va’d etmiştir. Artık insanlar, bu ilâhî lütuftan, bu ilâhî merhametten istifâde fırsatını elden kaçırmamalıdırlar.
29. Ey imân etmiş olanlar! Mallarınızı aranızda bâtıl yere yemeyiniz. Meğer ki tarafınızdan kendi rızânızla yapılan bir ticaret olsun. Ve kendinizi de ö ldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere pek merhamet edicidir.
29. Bu mübârek âyetler, malların kıymetine işâret ederek onların gayrimeşru şekilde elden çıkarılmasını yasaklamaktadır. Ve hayat hakkına riâyet edilmesini emrederek cinâyetlerden sakınılmasını ihtar buyurmaktadır. Bu gibi büyük günahlardan kaçınanların da küçük günahlarından dolayı ilâhî affa mazhar, birer ikram mahalline nâil olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ey) hakikaten şuurlu bir biçimde imân etmiş olanlar!) Ey müslümanlar!.. (mallarınızı aranızda) İslâm şeriatının mübah kılmadığı kumar, faiz, hırsızlık, hiyânet, gasp, yalan yere şâhitlik gibi (bâtıl yere yemeyiniz) o mallarınızdan böyle gayrimeşru biçimde istifadeye kalkışmayınız. (meğer ki tarafınızdan kendi rızâlarınızla yapılan bir ticaret) malı (olsun) öyle meşru bir tarzda yapılan ticaret mallarından istifâde etmek câizdir. Nasıl ki: Verâset, vasiyet, bağış, sadaka, mihir, cinâyet bedeli gibi mallardan da istifâde meşru bulunmuştur, (ve) Ey mü’minler!.. (kendinizi de ö ldürmeyiniz) birbirinizin hayatına kasdetmeyiniz, intiharda bulunmayınız, nefislerinizin dünyada ve âhirette elâkına sebep olacak şeylere teşebbüs etmeyiniz. Aranızdaki dinî kardeşliğine, insan kardeşliğine riâyet ediniz, gayrimeşru ö ldürmelere meydan vermeyiniz, (şüphe yok ki) Ey ümmeti Muhammediye!. (Allah Teâlâ sizlere rahîmdir) çok merhamet edicidir. Bunun içindir ki, sizlere kendini ö ldürmeği yasaklamıştır. Halbuki vaktiyle İsrail oğulları, günahlarından tövbe edip kurtulabilmeleri için kendilerini ö ldürmekle memur bulunmuşlardı.
30. Ve her kim bunu bir tecâvüz ve bir zulüm olarak yaparsa onu yakında bir ateşe yaslandırırız ve bu Allah Teâlâ için kolay bulunmaktadır.
30. (Ve her kim bunu) bu kendisine yasaklanmış olan canına kıymayı ve diğer haramlardan hangi birini (bir tecâvüz) bir helâl sahasını terkederek (ve bir zulüm) nefsine ve başkasına bir haksızlık (olarak yaparsa onu) böyle ilâhî hükme muhalefet eden o şahsı (yakında) ölür ölmez heman (bir ateşe yaslandırırız) onu cehennem ateşine sokarız, orada yanar durur, (ve bu) şekilde azab edivermek (Allah Teâlâ için kolay bulunmaktadır.) Yüce Allah’a karşı bir güçlük tasavvur olunamaz, o her şeye tamamiyle kadirdir.. Buna inanmışızdır.
31. Eğer size yasaklanan şeylerin büyüklerinden kaçınırsanız sizden kabahatlerinizi kefâretlendiririz ve sizleri bir değerli mahalle girdiririz.
31. (Eğer) Ey mü’minler!. Siz (size yasaklanan şeylerin) kebâir denilen (büyüklerinden kaçınır) Allah Teâlâ’dan korkar, onun yasaklamasından dolayı o günahları işlemezseniz Allah Teâlâ (sizden) meydana gelip sağair adıyla anılan küçük (kabahatlerinizi kefâretlendirir) yapacağınız ibadetler günahlarınızın kefâretine vesile olur, bu sayede af edilirsiniz, günahlarınız örtülür, (ve sizleri bir değerli mahalle) yani cennete (girdirir) sizleri orada lûtf ve keremine nâil buyurur. Artık harekâtınızı ona göre tanzim ediniz…
§ Kebâir denilen günahlardan maksat, yapanlar hakkında Allah’ın kitabı ile veya peygamberin sünneti ile şiddetli tehdit bulunan yasak şeylerdir. Bunların haram oldukları böyle birer kesin delil ile sâbit bulunmuştur. Meselâ: Haksız yere adam ö ldürme, başkasının hukukuna tecâvüz, iffetli bir hatuna zinâ isnadı, yalan yere şâhitlik, yalan yere yemin ile başkasının hakkına müdahale, yetimlerin mallarını haksız yere yemek, içki içmek, zinâ, oğlancılık, kumar, faiz, cihattan kaçmak, namaz, oruç gibi farizeleri terk, rüşvet almak kebairden (büyük günahlardan) bulunmuşlardır. Binaenaleyh bunlardan son derece sakınmak gerekir. Sağair denilen günahları da kasden yapmayıp onlardan da kaçınmalıdır ki, onlara devam da insanı büyük günahlara sokmuş olabilir. Bütün hallerde Cenab’ı Hak’kın korumasına iltica ederiz.
32. Ve Allah Teâlâ’nın bazınıza diğer bazınız üzerine ihsan buyurmuş olduğu şeyi temenni etmeyiniz. Erkekler için kazançlarından bir nasip vardır: Kadınlar için de kazançlarından bir nasib vardır. Ve Allah Teâlâ’dan lütfunu isteyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilicidir.
32. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın miras ve diğer yollarla ihsan buyurmuş olduğu şeylere razı, çalışıp gayret etmeye devam ve akrabalık haklarını gözetir olmamızı bizlere emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey mü’minler!, insanların mallarını haksız yere yemeyiniz, haksız yere adam ö ldürmeyiniz. (Ve Allah Teâlâ’nın bazınıza) sizden (diğer bazı) kimseler (üzerine) bir hikmet gereği (tercihan) fazla olarak lûtuf ve (ihsan buyurmuş olduğu şeyi) miras payını veya diğer elde etmiş oldukları kazançları veya makam ve mevkiyi (temenni etmeyiniz) hakkınıza razı olunuz, kısmetinize kanaat ediniz, başkalarına kıskançlık edip nimetlerinin yok olmasını, sizlere intikal etmesini temennide bulunmayınız. Böyle bir temenni. Allah’ın takdiri ne, ilâhî hikmete razı olmamayı gerektirir olacağından câiz olamaz. (Erkekler için kazançlarından) vazifelerinden, çalışma ve gayretlerinden ve sâhip oldukları kabiliyetlerinden dolayı (bir nasip vardır) ve onlar takdir edilmiş belirli bir hisseleri vardır (kadınlar için de bir nasip vardır) onlar da yeteneklerine, mevkilerine uygun birer hisseyi, birer nasibi, hak etmiş bulunmaktadırlar. (Ve Allah Teâlâ’dan fazlını) onun lutuf ve ikramını (isteyiniz) onun rahmet hazineleri sonsuzdur, birbirinizin mala ve servetine, makam ve mevkiine göz koymaktan ise Cenab’ı Hak’kın lûtuf ve ihsânına sığınınız, ondan meşru şeyler isteyiniz, meselâ: Hz. Peygamber’in bir hadisinde beyan olunduğu üzere bir kimsenin malını veya mevkiini taleb etmemelidir, yarabbi!. Eğer hakkımda hayırlı ise bana öyle bir mal, öyle bir mevki ihsan buyur diye duada bulunmalıdır, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şeyi hakkiyle bilicidir.) Bunun içindir ki, insanları hikmet gereği tabakalara ayırmış, bazılarını sâhip oldukları yetenek ve diğer özeiyikleri sebebiyle diğer bazıları üzerine üstün kılmıştır. Artık buna itiraza, buna haset etmeğe, bunun haksız yere yok olmasını temenni etmeğe kimsenin hakkı, yetkisi yoktur…
33. Ve hepsi için baba ve ananın ve yakın hısımlarının ve yeminlerinizin akdettiği kimselerin terekelerinden miras alır varisleri kıldık. Artık onlara nasiplerini veriniz. Şüphe yok ki: Allah Teâlâ her şey üzerine hakkıyla şahittir.
33. (Ve) erkek ve dişiden (hepsi için) herbirine mahsus (baba ve ananın ve) soy ve evlenme yoluyla (yakın hısımların ve yeminlerinizin) yani: Sağ ellerinizin veya yaptığınız andların (akdettıği) tayin eylediği (kimselerîn) yani: Koca ve eşlerin veya mevlelmüvalât denilen şahısların (terekelerinden) bdirli miktarlarda (mîras alır varisler kıldık) tayin ettik, her birinin sâhip olduğu miras ve istihkak bir fayda ve hikmet gereğidir, (artık onlara) o varislere, müstehiklere (terekelerinden hakları olan nasiblerini) hisselerini (veriniz) onu çok görmeyiniz, vermekten çekinmeyiniz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şey üzerine hakkıyla şahittir.) sizin hal ve hareketinizi ve hak sahibi olanlara hisselerini verip vermediğinizi de görüp bilmektedir. Artık onun emirlerine muhalefeten korkunuz hakkıyla itaatte bulununuz ki, onun fazl ve keremine nâil olasınız.
§ Eymân, yeminin çoğuludur. Yemin ise sağ el mânâsına olduğu gibi and mânâsını da ifade eder. Muamelelerin ve musafahaların çoğu sağ el ile yapıldığı için bir kısım iktisadî, ictimâî muameleler sağ ele nisbet edilmektedir. Bununla beraber câhiliyet zamanında ve İslâm’ın başlangıcında bazı kimseler birbiriyle yemin ederek kanları, canlan, harp ve sulhta müşterek olmak üzere and içerler, birbirine varis olmaya söz verirlerdi. Daha sonra böyle bir teahhüt isSâmiyete göre hükümsüz kalmıştır.
§ Velâyı müvalât, nesebi bilinmeyen bir şahsın şartları çerçevesinde başka bir şahıs ile akdeylediği bir velâdan, bir hükmî akrabalıktan, bir dayanışma bağından ibarettir. Şöyle ki: Nesebi bilinmeyen veya dâri harpten dâri İslâm’a gelip isiâm dinini kabul eden bir şahıs bir müslümana veya bir zımmîye hitaben “Sen benim mevlâmsın, ben şayet bir cinâyet işlersem diyetini sen verirsin, ben ölünce de bana sen varis olursun” diyip o da kabul etse aralarında bir velâyimüvalât sözleşmesi yapılmış olur. Bu halde o şahısa mevlâyı esfel, bu velâyı kabul eden kimseye de mevlâyı âlâ denilir… İşte bu, bir mevlel müvalât meselesidir, bunun şer’î hikmeti de fertler arasında bir; bağ, bir dayanışma meydana getirmek gibi şeylerdir. Maamafih bu velâyı isteyen şahsın arap evlâdından olmaması lâzımdır. Çünki arapların arasında kabile ve aşiret teşkilâtı mevcut, bu suretle aralarında dayanışma yürürlükte olduğundan bu mevalât akdine ihtiyaç yoktur.
34. Erkekler kadınların üzerinde ziyade kaimdirler. Çünki Allah Teâlâ onların bazısını bazısı üzerine tafdil buyurmuştur. Ve mallarından harcamaktadırlar. İmdi salih kadınlar, itaatlidirler. Allah Teâlâ’nın koruması sayesinde gaybi koruyucudurlar. Serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince onlara nasihat veriniz ve onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dö vünüz. Fakat size itaat ederlerse artık onların aleyhlerinde bir yol aramayınız, şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok yücedir, çok büyüktür.
34. Bu mübârek âyetler, aile fertlerinin yetkilerini, vazifelerini gösteriyor, erkeklerin fazla mirasa nâil olmalarının hikmetini bildiriyor, gerektiğinde aralarını islah için birer hakem tayin edilmesini tavsiye ediyor, aile hayatının bir huzur ve mutluluk içinde devamının lüzumuna işâret buyuruyor. Şöyle ki: Erkeklerin miras paylarının fazla olması menfaat gereğidir. Aralarında yaratılıştan ve sonradan kazanılmış farklar vardır. Bu cümleden olarak (erkekler kadınların üzerlerinde ziyade kaimdirler) erkekler, kadınları korurlar, oların geçimlerini temine çalışırlar, onların âmirleri mevkiinde bulunurlar. Çünki Allah Teâlâ yaratılıştan (onların) erkekler ile kadınların (bazısını) erkeklerini (bazısı üzerine) kadınlara göre (üstün kılmıştır) şöyle ki: Erkekler amel ve itaatlar hususunda daha kuvvetlidirler, bunun içindir ki: Erkekler peygamberliğe, imamete, velâyete İslâm’ın emirlerini uygulamaya, ve her hususta şahitliğe ehil bulunmuşlardır, (ve) erkekler sonradan kazanılmış vasıflarla da üstündürler. Çünki onlar (mallarından harcamaktadırlar) eşlerinin mihirlerini verirler, nafakalarını temin ederler ve erkekler lüzum görüldükçe malariyle, canlariyle yurtlarına yardıma koşarlar, dân İslâm’ın şerefini, haysiyetini, korumaya çalışırlar, artık onların eşleri üzerinde bir velâyetleri, bir koruma hakları bulunmuş olmaz mı?. Maamafih kadınların da kendilerine mahsus bir fazilet yönü vardır. Onlarda kocalarının meşru emirlerine riâyet ederler, hanelerinin işleriyle meşgul olurlar, çocuklarını besleyip yetiştirmeğe çalışırlar. Artık her iki tarafta vazifelerini lâyıkı veçhile yapmağa gayret ederek birer fazilet örneği olmalı, Cenâb-ı Hak’kın sevabını kazanmalıdır. (İmdi) kadınların üzerindeki kıyamın ne şekilde cereyan edeceğine gelince onlardan (salih kadınlar, itaatlıdırlar) Allah Teâlâ’ya itaatlıdırlar, kocalarının haklarına da riâyet ederler. (Allah Teâlâ’nın) olan (hıfzı) koruması (sayesinde gaybı) namuslarını, mallarını, şereflerini, sırlarını (koruyucudurlar) bu gibi hususlara riâyet eder dururlar, (serkeşliklerinden) itaatsizliklerinden (korktuğunuz kadınlara gelince) Ey bunların kocaları! Siz evvelâ (onlara nasihat verîniz) iyiye teşvik ve kötüye meyilden korkutmak suretiyle iyiliğini isteyerek öğütlerde bulununuz. (ve) bu öğüt ve nasihatınız yeterli olmazsa (onları yataklarda yalnız bırakın) onlar ile beraber bir yatakta yatmaktan geri durunuz, onlarla ilişkide bulunmayınız, belki bu hal, onları itaate sevkeder, (ve) maamafih bu da kâfi görülmeyince (onları) hafifçe, eziyet vermeyecek şekilde (döğünüz) böyle hafif bir ceza, bazı kadınlar üzerinde tesir yaparak onları itaate daha fazla sevkedici olabilir. Maamafih fazla döğmek câiz değildir. Bir hadisi şerifte: “Sizden biriniz kölesini döğercesine eşini döğerde sonra günün sonunda onu yatağına alır mı?” diye buyrulmuştur. Yani böyle bir hareket, muvafık değildir, (fakat) eşleriniz öyle bir muameleden sonra (size itaat ederlerse artık) kınamak gibi, eziyet vermek gibi bir şekilde (onların aleyhlerinde bir yol aramayınız) artık vaktiyle olan kötü hâli, olmamış gibi telâkki ediniz. Çünki günahtan tövbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok yücedir.) Ondan korkunuz Cenab’ı Hak şanının yüceliğine rağmen sizleri tövbe edince affediyor, artık siz eşlerinizi size itaat ettikleri takdirde affetmeli değil misiniz?. Ve Cenâb-ı Hak, (çok büyüktür) kimseye zulum etmez ve kimsenin hakkını eksik vermez. Böyle büyüklüğü ile beraber tövbeleri kabul, kusurları affediyor. Artık siz de Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın aksi takdirde onun azamet ve büyüklüğünün ceza pençesinden yakalarınızı kurtaramazsınız.
35. Ve eğer aralarının açılmasından korkarsanız o zaman bir hakem onun akrabasından, bir hakem de bunun akrabasından gönderiniz. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah Teâlâ aralarında muvaffakiyet meydana getirir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ hakkıyla bilicidir ve tamamen haberdardır.
35. (Ve) Ey hâkimler!. Koca ile kandan biri veya her ikisi size müracaat edip halleri sizce şüpheli bulunursa ve (eğer arlarının açılmasından) geçimsizlikte devam etmelerinden (korkarsanız) onların bu hallerini anlar veya zannedeseniz (o zaman bir hakem onun) kocanın (akrabasından) ve bir hakem de (bunun) karının (akrabasından) onların aralarını düzeltmeleri için kendilerine (gönderiniz) onların durumlarına, hallerinin düzeltilmesini yakınları daha iyi bilir, buna selâhiyetli bulunabilir. Müstehab olan budur. Yoksa onların hallerini bilen, iyilik sever yabancılar da hakem tayin edilebilir, (bunlar) Bu hakemler (barıştırmak isterlerse) koca ile karısını barıştırmak niyetinde bulunurlarsa, niyetleri sahih, kalpleri Allah rızası için hayır sever olursa (Allah Teâlâ aralarında) koca ile eşi arasında (muvaffakiyet meydana getirir) arlarındaki geçimsizlik yok olur, yeniden güzelce bir muhabbete muvaffak olurlar. Diğer bir yoruma göre de eğer koca ile karı aralarında barış ve muhabbetin geri gelmesini isterlerse Allah Teâlâ onların aralarına sevgi ve birlik ihsan eder, aralarındaki nefret ve mutsuzluğu giderir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkıyla bilicidir.) Her şeye ve herkesin içindekini tamamen bilicidir, (ve tamamen haberdardır.) Zâhir ve batılı tam mânâsıyla bilir, uyuşmazlığın nasıl kalkacağını, barışın nasıl vücude geleceğini de pek mükemmel bilir, Buna inanmışızdır.
§ Nüşuz, luğatte yükseklik ve tümseklik demektir. Istılahta: Kadının kocasına karşı kafa tutması, isyankârca bir harekette bulunmasıdır. Kocasının yanında bulunmayı terk eylemesi gibi şeylerdir. Kendisinde bu durum bulunan karıya “naşize” denilir.
§ Hakem, iki hasının birbirine karşı olan iki kimsenin aralarındaki ihtilâf ve iddiayı çözmek ve ayırmak için hâkim kabul edilen kimsedir. Bu ya iki tarafın seçmesi ile veya resmî hâkim tarafından tayin edilir. Hakemler, birer vekil hükmündedirler. Hanefî mezhebine ve diğerlerine göre hakemler, eşleri ayırmak üzere hüküm veremezler, buna selâhiyetleri yoktur. Meğer ki, koca onlara kendilerini ayırmaya izin vermiş olsun. Fakat malikilere göre hakemlerin ayırmaya selâhiyetleri vardır. Bu hususa dâir Hukuku , İslâmiye Kâmusuna müracaat!.. Hakem tayinindeki başlıca hikmet ve fayda, aile hayatının devamına yardım etmek, aile arasında insanlık icabı yüz gösteren kötü halleri gidermeğe çalışmak, iki tarafı aydınlatarak ve ikaz ederek tekrar birlikte ve mutlu olarak yaşamalarını temine hizmet eylemektir.
36. Ve Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ve anaya, babaya iyilik ediniz. Ve akrabalara ve yetimlere ve yoksullara ve yakın komşuya ve uzak komşuya ve yanınızdaki arkadaşa ve yolcu olana ve sağ ellerinizin sâhip olduğuna da iyilik ediniz şüphe yok ki, Allah Teâlâ kendini beğenen, böbürlenip duranları sevmez.
36. Bu âyeti kerime bizlere en mühim onbir vazîfemizi, en güzel ahlâkî esasları emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!, İslâm dininin sizlere teklif ettiği şeylere riayetkâr olunuz, (ve) bilhassa:
(1) (Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz) onu tevhide, Ona itaata, namaz, oruç gibi ibadetlere devam ediniz.
(2) (Ve ona hiçbirşeyi ortak koşmayınız) Cenâb-ı Hak’ka açıktan ve gizli olarak hiçbirşeyi ortak koşmayın ve benzer tanımayın, ondan başkasına yaratıcılık, mâbudluk isnadında bulurumayınız.
(3) (Ve anaya, babaya iyilik ediniz) onların haklarına riâyet, kendilerine yardım ve hürmet eyleyiniz, onlara duada, teşekkürde bulununuz.
(4) (Ve akrabaya) kardeşler, amcalar, dayılar gibi yakınınız olan kimseye de iyilikte bulunun, onlarla güzel konuşup görüşünüz.
(5) (Yetimlere) babalarını kaybetmiş, yardıma muhtaç bulunmuş çocuklara da elden gelen yardımı esirgemeyiniz.
(6) (Ve yoksullara) fakirlere, hiç malları olmayanlara, çalışıp kazanmadan mahrum bulunanlara da ihsanda bulununuz onların hallerine merhamet ediniz.
(7) (Ve yakın komşuya) size soy veya civar itibariyle yakın olan komşuya da iyilikte bulununuz, onlar ile vakit vakit görüşmek kabildir. Aralarında muhabbet ve dayanışmanın vücudu pek faideli olduğundan birbirine lâzım gelen yardım ve ihsanda bulunmaları bir ictimâî gayedir.
(8) (Ve uzak komşuya) da iyilik ediniz. Soy veya civar itibariyle uzak bulunsalar da komşuluk ve akrabalık itibariyle de aralarında bir bağ bulunduğundan buna muhalefetten kaçınmalıdır, buna aykırı bir tavır takınmaları, birbirinden kaçınmaları uygun olamaz. Bütün bu komşular, birbirine mânen bağlıdırlar, bunlar içlerinden fakir olanlara nakit olarak, bedenen yardım etmelidirler, birbirinin sevincine kederine ortak olmalıdırlar, birbirini tebrikte, tazimde bulunmalıdırlar.
(9) (Ve yanınızdaki arkadaş) beraber yolculuk yaptığınız kimseye ve beraber ticarette, sanatta veya tahsilinde bulunduğunuz zata veya eşiniz olan kadına da veya mabet gibi bir mecliste beraber bulunmakta olduğunuz bir din kardeşinize de iyilik ediniz, ona da ihsanda, güzel amellerde bulununuz, bu da bir insanî görevdir.
(10) (Ve yolcu olana) yurdundan ayrılmış bulunana, misafir sayılana da yardım ediniz. Bu gibi kimseler, çok kere yardıma muhtaç bulunurlar. Bunlara yardım etmek, insanlık icabıdır. İslâmiyetin müslümanlara vermiş olduğu bir ahlâk terbiyesi sayesindedir ki, İslâm diyarında vaktiyle birçok misafirhaneler tesis edilmiş, birçok yerlerde yolculara yerler gösterilerek maişetler! temin edilmekte bulunmuştur.
(11) (Ve sağ ellerinizin sâhip olduğuna) kölelerinize, câriyelerinize ve diğer sâhip olduğunuz hayvanata güzelce muamelede bulununuz, onlara takatlarının üstündeki işleri gördürmeyiniz, nafakalarını, elbiselerini temin ediniz, kendileriyle güzelce geçininiz, İslâm ahlâkı bunu icabetmektedir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ, kendini beğenen) akrabalarına, komşularına ve diğer insanlara karşı kibr ve büyüklük taslayan şahsı ve (böbürlenip duranı) başkalarına karşı övünmede, övüngenlikte bulunup duran şahsı (sevmez) onun bu haline razı olmaz. Öyle bir şahıs Allah’ın lütfuna lâyık olamaz.
“Kibriyâ-ü azamet hak’ka yarar”
“Kul olanda bu sıfatlar ne arar”
37. Onlar ki, cimrilikte bulunurlar ve insanlara cimrilik ile emrederler ve Allah Teâlâ’nın kendilerine lütfundan olarak vermiş olduğu şeyi gizlerler. Artık onlar her türlü kınamaya lâyıktırlar ve biz kâfirler için hakeret verici bir azab hazırlamışızdır.
37. Bu âyeti kerime, Allah’ın emrine muhalefet edip iyilik ve Allah yolunda harcamaktan kaçınan, cimrilik yaparak Allah’ın nimetini inkâra cür’et eden şahısların verilmiş halini şöylece bildirmektedir. (Onlar ki, cimrilikte bulunurlar) mallarını icâbeden yerlere sarfetmezler, bilgileri bakımından da cömertlik göstermezler, mümkün olduğu halde insanları aydınlatmak ve irşada çalışmaktan kaçarlar. (ve insanlara cimrilik ile emrederler) başkalarını da cimriliğe şevke, insanlığa hizmetten alıkomaya çalışırlar, (ve Allah Teâlâ’nın kendilerine lütfundan olarak vermiş) lûtuf ve ihsanda bulunmuş (olduğu şeyi) de (gizlerler) mallarını, servetlerini, bilgilerini göstermezler, nimeti inkâr ederler, İslâm dinine mümkün olduğu kadar hikmetten çekinirler. Artık öyle kimseler her türlü kınanmaya, azaba lâyık bulunmuş olmazlar mı?. İşte Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: (ve biz kâfirler için) Allah Teâlâ’yı inkâr, ona ortaklar isnat edenler için veya onun verdiği nimetleri inkâr eyleyenler için (hakâret verici) hor ve hakir kılıcı, zillete düşürücü olacak (bir azab hazırlamışızdır.) binaenaleyh insanlar, bu elem verici azabı düşünmeli, bunu gerektirecek olan gayrimeşru, inkârcı hareketlerden kaçınmalıdır.
§ Buhl, hisset: Cimrilki, tam’akârlık, ihsanı engellemektir. Bu bir ruhî melekedir ki, malını lâyık olan yere sarfetmekten insanı engeller. Şer’an buhl, verilmesi vacip olan şeyi engelleyen bir haleti ruhiyedir. Ragıpı İsfehani diyor ki: Buhl, bir nankörlük tabiatıdır. Nankörlük ise küfrün başlangıcıdır. Şair Vehibi de şöyle diyor: “Buhl ile olduğu içip pek merdut” “Girmedi mushafa namı Nemrud”
§ Rivayete göre bu âyeti kerime, ensarı kirama fakir olursunuz diye mallarını harcamamalarını tavsiye eden ve Rasûlü Ekrem’in vasıflarını kendi kitaplarında görmüş oldukları halde onu itiraf etmeyip gizleyen bir kısım Yahudiler ve emsali haklarında nâzil olmuştur.
38. Ve o kimseler ki, mallarını insanlara gösteriş için sarfederler ve Allah Teâlâ’ya ve âhiret (gününe imân etmezler. Allah Teâlâ onları da sevmez Ve her kime ki şeytan arkadaş olursa artık o ne fena bir arkadaştır.
38. Bu mübârek âyetler, gösteriş için yapılıp da güzel bir inanca dayanmayan harcamaların dinî, ahlâkî bir kıymeti olmadığını bildirmektedir. Ve en kolay bir kulluk vazifesi olan imandan ve hak rızası için harcamadan dolayı mükelleflerinin zarara uğramayıp bilâkis mükâfatlara nâil olacaklarına şöylece işâret buyurmaktadır, (o kimseler ki,) o münâfık veya müşrik olan şahıslar ki, (mallarını) Allah rızası için değil, sadece (insanlara gösteriş için) kuru bir şöhret kazanmak için (sarfederler) manevî bir mükâfat beklemezler, öyle bir mükâfata inanmazlar (ve Allah Teâlâ’ya) onun varlığına, birliğine, yaratıcılığına inanmazlar (ve âhiret gününe) de (imân etmezler) bir ebedî mükâfat ve ceza âleminin varlığını bilip tasdik eylemezler ki, mallarını Allah rızasını taleb, sevaba kavuşmayı ümit edererk harcamada bulunsunlar. İşte Allah Teâlâ onları da sevmez, onlar için de âhiret azabı vardır. Onları yoldaşları şeytandır, (ve her kime ki, şeytan arkadaşı olursa) her kimin ki yoldaşı iblis ve onun yardımcısı bulunursa (artık o ne fena bir arkadaştır.) arkadaş olduğu kimseyi aldatır, pek fena bir yola götürür, cennetten uzaklaştırır, cehenneme sevkeder durur.
39. Ne olurdu onlara? Eğer Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân etselerdi ve Allah Teâlâ’nın kendilerini rızıklandırmış olduğu şeylerden infakta bulunsalar idi. Ve Allah Teâlâ onları hakkıyla bilicidir.
39. (Ne olurdu onlara?.) o şeytana uyan, imândan mahrum kalan, gayrimeşru hallerde bulunan kimselere ne zarar ve ziyan meydana gelirdi?, (eğer Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân etselerdi) bütün kâinat Cenâb-ı Hak’kın varlığına dalâlet edip dururken o Yüce yaratıcının varlığını anlamak çetin birşey midir?. O hikmet sahibi Yaratıcının milyonlarca kudret eserleri gözler önünde parlayıp dururken onun kudretiyle bir âhiret âleminin varlığı da nasıl inkâr edilebilir? Artık o gafiller bunları tasdik etselerdi (ve Allah Teâlâ’nın kendileri merzuk buyurmuş olduğu) mallardan, nimetlerden bir kısmını gösteriş için değil, sırf Allah rızası için (harcamada bulunsalardı) ne kaybetmiş olurlardı?. Bilâkis kendilerini Allah’ın azabından kurtarmış, nice mükâfatlara nâil olmuş olurlardı. (Ve Allah Teâlâ onları) o riyakârca, inkâr edercesine münâfıkça hareket edenleri (hakkıyla bilicidir.) onların içinde olanları bilicidir, onların riyakâr olduklarını, gayrimeşru maksatlarını da tamamiyle bilmektedir. Eğer onlar tevbe edip af dileyerek hakka dönseler Yüce Allah onu da bilir, mükâfatını verir. Evet… Cenâb-ı Hak, her şeyin dış görünüşünü de içini de bilir. Hiçbirşey onun ilminden hariç olamaz. Artık herkes ona göre hareketini tanzim ederek Cenâb-ı Hak’ka sığınmalıdır, onun rızasına muhalif hareketlerden kaçınmalıdır. Bundan başka selâmet ve saadet çaresi yoktur.
40. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer bir iyilik olursa onu kat kat arttırır ve kendi tarafından büyük bir mükâfat da verir.
40. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın zulum etmekten uzak olduğunu ve iyiliklerin sevabını kat kat arttıracağını beyan ile insanları ibadet ve itaata teşvik etmektedir. Ve insanlığa ait bütün hayalî durumların birer mükemmel şahitlikte isbat edileceğini, küfür ve isyan ehlinin de ne kadar pişmanlıklarda bulunacaklarını şöylece beyan buyurmaktadır: (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) şanı yüce bir âdildir. Bütün emirleri ve yasakları birer adalet ve hikmet gereğidir. O kerem sahibi Yaratıcısı yaratıkları hakkında (zerre kadar) en ufacık bir miktar bile (zulum etmez) kimsenin lâyık olduğu sevap ve mükâfatı eksik vermez ve kimsenin hakkında lâyık olduğu azabı artırmaz. (ve) bilâkis (eğer) zerre kadar (bir iyilik olursa onu) o iyiliğin sevabını (kat kat arttırır) onun sevabının miktarını on kattân binlerce kata kadar artırır. (ve kendi tarafından) Yüce katında bir iyilik karşılığında olmaksızın bir lûtuf ve ikram yoluyla (büyük bir mükâfat da verir) pek büyük bağışlarda bulunur, dilediği kulunu bir nice ruhanî, ebedî saadetlere mazhar buyurur. Bunların miktarını tayin bizler için mümkün değildir. Bununla beraber bu nimetler, bu mükâfatlar, ebedidir, sonsuzdur, bir süre ile kayıtlı değildir. Nasıl ki âhiret hayatla da sonsuzdur, yok olması mümkün değildir.
§ Miskal kelimesi, burada vezin ve miktar mânâsınadır. Zerreden maksat da pek küçük şey demektir. Zerre kelimesi lûgatta pek ufak bir parça, ufacık karınca, karıncanın yumurtası, güneşin ışını içinde görünen ufacık toz mânâsınadır.
41. Nasıl olacak! Her ümmetten bir şahit getireceğimiz, senî de onların üzerine bir şahit getireceğimiz zaman?.
41. (Nasıl olacak) o kâfirlerin, o münafıkların, o din düşmanlarının hâli?. Kıyamet gününde (her ümmetten bir şahit getireceğimiz) zaman ki, onların aleyhlerinde şahitlikte bulunacaklardır. Bu şahitler ise onlara vaktiyle gönderilmiş olan Peygamberlerdir, (seni de) ya Muhammed!. Aleyhisselâm (onların) o şahit olan zatların veya mü’minlerin veya bütün insanların (üzerine bir şahit getireceğimiz zaman) yani: Ey son peygamber! Seni geçmiş peygamberlerin doğmluğuna, onların ümmetlerine Allah’ın hükümlerini tebliğ eylemiş olduklarına dâir şahit tayin edeceğim zaman, ve diğer insanlar hakkında da fiil ve harekâtlarına dâir şahitlikte bulunacağın zaman o azaba uğrayacak kimselerin halleri ne olacak?. Bunu düşünmeli değil midirler?.
42. Kâfir olanları ve Peygambere isyan etmiş bulunanlar o gün: Keşke yerin dibine batırılmış olsalardı diye arzuda bulunacaklardır. Ve Allah Teâlâ’ya hiçbir sözü saklayamayacaklardır.
42. (Kâfir olanlar) Allah’ı, inkâr edenler, İslâmiyeti kabul etmeyenler (ve peygambere isyan etmiş) onun emirlerine, yasaklarına muhalefet eylemiş (bulunanlar o gün) o kıyamet günü, o aleyhlerinde şahitlikler vuku bulunacağı zaman, imkânsızları temennide bulunacaklar (keşke yerin dibine sökülmüş) kabirlere gömülmüş, üzerlerine topraklar örtülmüş veya hiç kabirlerinden diriltilip çıkarılmamış veyahut asla yaratılmayıp toprak halinde bulunmuş (olsalardı diye arzuda bulunacaklardır) bunların bu boş düşüncelerini, temennilerini Cenâb-ı Hak bilir, (ve Allah Teâlâ’ya) karşı (hiçbir sözü s aklay anlayacaklardır.) onların hiçbir sözü, hiçbir emeli Cenab’ı Hak’ka gizli kalamaz. Onların bütün vücutlarının parçaları bile onların aleyhine şahitlikte bulunacakdır.
§ Bu âyeti kerimede küfrün üzerine isyanın atf edilmesi, dalâlet ediliyor ki, kâfirler, küfürlerinden dolayı azaba uğrayacakları gibi Peygambere isyan edip bir kısım: Firuattan olan amelleri terketmiş olmalarından dolayı da azaba uğrayacaklardır. Bu halde onlar bu fürui amal ile de bir hikmete binaen mükellef bulunmuşlardır ki, bunları yapmamaktan dolayı da ayrıca mesul olur ve cezaya çarptırılırlar.
43. Ey mü’minler! Siz sarhoşlar olduğunuz halde ne söyleyeceğinizi bileceğiniz ana kadar ve cünüp olduğunuz halde de yolcu olmak müstesnâ gusul edinceye kadar namaza yaklaşmayınız. Ve eğer siz hasta veya sefer halinde olursanız veya sizden biri ayakyolundan gelir de veya siz kadınlara dokunur da su bulamzsanız o zaman temiz bir toprak ile teyemmüm ediniz. Yüzlerinize ve ellerinize mesheyleyiniz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ affedici ve yargılayıcıdır.
43. Bu âyeti kerime, namaza mâni olan halleri ve namaz için pak ve temiz olmaya riâyetin yollarını ve teyemmümün mahiyetini göstermektedir. Şöyle ki: (Ey mü’minler!. Siz) şarap ve diğer sarhoş edici şeylerden biriyle (sarhoşlar olduğunuz halde) namaza yaklaşmayınız, namaza kalkmayınız veya namaz için mescitlere gitmeyiniz, (ne söyleyeceğinizi bileceğiniz ana kadar) kendinizi namaza sevketmeyiniz. Çünki bu halde kulluk vazifesi tam bir şuur ile ifa edilmiş olamazlar. Ve kıraat fârizesi lâyıkiyle ifa edilemez, namaz esnasında kötü durumlar meydana gelebilir, (ve cünüp olduğunuz) rüyada iken ihtilâm olduğunuz veya el ile mastürbasyonda bulunduğunuz veya eşlerinizle cinsel ilişkide bulunduğunuz (halde de) namaza yaklaşmayınız, bu haramdır, (yolcu olmak müstesnâ) Yolculuk halinde suyun bulunmamasına veya zorlukta temin edilebileceğine göre gusul vazifesi, ertelenir, teyemmüm ile yetinilir, Yolcu değilseniz (gusul edinceye kadar) bütün vücudunuzu usulü dairesinde su ile yıkayıncaya kadar (namaza yaklaşmayınız) böyle bir gusul bulunmayınca namaz kılmak câiz olmaz, (ve) Ey mü’minler!, (eğer siz hasta veya sefer halinde olursanız) hastalığınızdan veya yolculuğunuzdan dolayı suyu bulup kullanmaya muktedir bulunmazsanız (veya sizden biri ayakyolundan) küçük veya büyük abdest bozma gibi bir olayı müteakip (gelir de veya siz) eşleriniz olan (kadınlara dokunur) onlarla cinsel ilişkide bulunur (da) gusullerinize yetecek (su bulamazsanız) mazeretli sayılırsınız (o zaman temiz bir toprak ile) pak bir yer parçası ile, bir kaya ile onlara ellerinizi sürmek suretiyle (teyemmüm ediniz.) Şöyle ki: Teyemmüme niyet ederek iki ellerinizi temiz toprak cinsinden birşeye iki defa sürerek (yüzlerinize ve) dirseklerinize kadar (ellerinize mesheyleyiniz) bu azaları böyle iki defa el sürüp sıgayınız (şüphe yok ki. Allah Teâlâ) Hata edenleri (affedici ve) günahkarları (yarlığayıcı) günahlarını örtücü ve yok edici (dir) bunun içindir ki, müslümanlara bu kadar kolaylık bahşetmiştir. Teyemmüm: Bu müslümanlara mahsus bir ilâhî izindir.
§ Rivayete göre İslâm’ın başlangıcında sarhoş edici şeyler daha yasaklanmamıştı. Abdurrahman İbni Avf hazretleri bir gün yemek ve şarap hazırlayarak eshabı kiramdan bazısını evine davet etmişti. Bunlar yiyip içtikten sonra yatsı namazı vakti gelmişti, içlerinden bir zatı imamlığa geçirip namaza başladılar. O zat, sarhoşluk tesiriyle: (…………………) = taptığınız şeylere tapmam. Kâfirun sûresî 109/2) âyet i kerimesini (……………….) = taptığınız şeylere tapanın) okuyarak Allah’ın beyanına aykırı bir okuyuşla bulundu. Bu hâdise üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, daha sarhoşluk hâli gitmeden namaza başlanılması yasaklanmıştı. Daha sonra da bütün sarhoş edici şeylerin kullanılması Mâide sûresindeki bir âyeti kerime ile kesin olarak haram kılınmış ve yasaklanmıştır.
§ Teyemmüm, lûgatte kastetmek mânâsınadır. Şer an su bulunmadığı veya bulunduğu halde kullanılmasına kudret bulunmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden birşey ile abdestsizliği gidermek maksadiyle yapılan bir muameledir. Şöyle ki: Teyemmüm yapması lâzım gelen bir kimse, iki elini toprak cinsinden bir yere bir kere vurup onunla yüzünü mesheder, sonra iki elini bir daha vurup bununla da dirseklerine kadar iki elini mesheyler. Bu teyemmüm ameliyesi, ya abdestsizliği gidermek veya namaz kılmak veya taharetsiz sahih olmayan diğer bir ibadette bulunmak niyetiyle yapılmak lâzımdır. Binaenaleyh teyemmümün farzları, bir niyet ile iki meshten ibaret bulunmaktadır. Teyemmümü meşru kılan özür, suyun bulunmamasıdır. Veya suyu kullanmaya hakikaten veya hükmen kudret bulunmamış olmasıdır. Bir kimsenin bulunduğu yerden en az bir mil, yani Dört bin adım uzakta bulunan bir su, hakikaten yok demektir. Su bulunduğu halde bunun kullanılması takdirinde hastalanmaktan veya hastalığın artmasından veya uzamasından bir tecrübeye veya müslüman, yetkili bir tabibin beyanına binaen korkulursa su hükmen bulunmamış sayılır. Teyemmüm, temiz olan toprak ile yapılacağı gibi yer cinsinden olan şeyler temiz kum ile, alçı ile, horasan ile, mermer gibi madenî şeyler ile, kiremit, tuğla, ve yakut, zümrüt, mercan ile de yapılabilir. Kurumadıkça çamur ile yapılamaz. Teyemmüm, hicreti nebeviyenin beşinci senesinde meşru olmuştur. O sene Beni Mustelak gazvesinde Rasûlü Ekrem ile beraberindeki mücahitler susuz bir yerde gecelemişlerdi. Sabah namazını kılmak için abdest alacak suları bulunmuyordu. Sabaha yakın teyemmümün meşruiyeti hakkındaki bu âyeti kerime nâzil olmuş, eshabı kiram çok sevinmişler, teyemmüm yaparak namazlarını kılmışlardır.
44. Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanları görmedin mi? Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yolu sapıtmanızı istiyorlar.
44. Bu mübârek âyetler, bir takım din düşmanlarının feci, kötülük ister hallerini bildirmektedir. Ve onların hallerini Cenâb-ı Hak’kın tamamiyle bilir olduğunu ve ehli İman için koruyucu ve yardımcı olmağa Hak Teâlâ’nın kâfi bulunduğunu müjdelemektedir. Şöyle ki: Ey dost ile düşmanı, hak ile bâtılı görüp ayırd etmek kabiliyetinde bulunan herhangi bir mü’min!, (kendilerine kitaptan) Tevrat’tan (bir nasib) bir miktar bilgi (verilmiş olanları) Yahudilerden bir taifeyi (görmedin mi?.) onların hallerine bakıp ne mahiyette kimseler olduklarını anlamadın mı? Onları anlamamak kabil mi?. Onların cahilce, düşmanca halleri açıktır. Onlar dalâleti (sapıklığı) hidâyet karşılığında (satın alıyorlar) kitaplarında gördükleri bir takım hakikatları, özet olarak, Son Peygamber Hazretlerinin vasıflarına ait âyetleri bırakıyorlar da inkâr vadisine sapıyorlar. (ve sizin de) Ey müslümanlar!, (yolu) hakka kavuşturucu olan müstakim yolu, İslâmiyet yolunu terkederek (sapıtmanızı) İslâmiyet’ten mahrum kalmanızı (istiyorlar) sizin hakkınızda bu kadar kötülük istiyorlar. Artık siz bu gibi düşmanlarınızı bilmeli, aldatmalarından sakınmalı değil misiniz?
45. Ve Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı daha çok bilicidir. Ve Allah Teâlâ bir velî olarak kâfidir. Ve Allah Teâlâ bir yardımcı olarak da kâfidir.
45. (Ve) Ey mü’minler!. Şunu da biliniz ki, (Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı) sizden ve herkesten (daha ziyade bilicidir.) Bu cümleden olarak o sizi hak yoldan sapıtmak isteyen düşmanlarınızın bütün hâl ve durumunu davranışlarının kötülüğünü hakkıyla bilicidir, (ve) Ey müslümanlar!. (Allah Teâlâ) sizin için bütün işlerinizde bir koruyucu bir muhafaza edici, bir yardımcı (bir veli olarak kâfidir) daima ona sığınınız. (Ve Allah Teâlâ) sizin için her alanda, her menfaate (bir yardımcı) bir destekçi (olarak da kâfidir) artık daima ondan yardım ve muvaffakiyet niyaz eyleyiniz. O Yüce Yaratıcı, sizleri o düşmanlarınızın bütün hile ve şerrinden korumaya fazlasıyla kâfidir. Buna inanmışızdır!..
§ Bu mübârek âyetler Yahudi âlimlerinden iki şahıs hakkında nâzil olmuştur. Bunlar Abdullah İbni Übey gibi münafıkların reisler vasıtası ile İslâmiyet’in yayılmasına mâni olmak isterlerdi. Cenâb-ı Hak, onları isteklerinde başarısız kılmış, İslâmiyet’i fevkalâde yayılmaya muvaffak kılmıştır.
46. O Yahudi olanlardan ki, kelimeleri yerlerinden değiştirirler ve dillerini eğerek ve dine dokunarak “işittik ve isyan ettik, işit, işitmez olası ve raina” derler. Ve eğer onlar işittik ve itaat ettik ve işit ve bizi gözet” deselerdi elbette onlar için hayırlı ve çok dürüst olurdu. Ve lâkin Allah Teâlâ onlara küfürleri sebebiyle lânet etmiştir. Artık pek az müstesnâ olmak üzere onlar iman etmezler.
46. Bu âyeti kerime, hidâyet karşılığında sapıklığı satın alan şahısların ne şekilde dalalette bulunduklarını açıklamaktadır. Şöyle ki: O düşmanlar, o sapıklığı satın alanlar, o müslümanları doğru yoldan sapıtmak isteyenler (o Yahudi olanlardan) bir topluluktur ki (kelimeleri) Tevrat’ta ve sairede olan beyanları ve bilhassa Hz. Peygamber’in vasıflarına ait âyetleri (yerlerinden değiştirirler) onların aksini söylerler, o kelimelerin yerlerine başka kelimeleri koyarlar veya o kelimeleri Allah’ın maksadına aykırı, yanlış bir şekilde tevile cür’et gösterirler, (ve) Peygamber meclisinde ve diğer yerlerde (dillerini eğerek) bükerek, yüz döndürerek (ve dine dokunarak) dine karşı alay ve eğlencede bulunarak, yerme ve kötülemeye cür’et ederek Rasûlü Ekrem’e karşı (işittik ve isyan ettik) derler. Böyle hasetlerini, düşmanlıklarını gösterirler ve tevriyeli bir söz olmak üzere de (işît, işitmez olası ve raina derler) yani Rasûlullah’a hitaben: Sen işit, kötü bir sözü işitmez olduğun halde ve bizleri gözet derler. Bu söz aynı zamanda “sen işit, sağır veya ölüm sebebiyle asla söz işitmez bir halde olarak” Veya işit, sağır veya ölüm sebebiyle asla söz işitmez bir halde işit” gibi bir mânâyı da kapsamaktadır. “Raina” kelimesine gelince: Bu, “bizi gözet saygı göster” gibi bir mânâyı ifade eder. Resûlü Ekrem’e karşı böyle bir talepte bulunmak Esâsen ahlâka, âdabi muaşerete aykırıdır. Bununla beraber bu kelime: İbranî dilinde ahmak tabiri gibi bir sövme ve ihaneti de kapsamaktadır. Rasûlü Ekrem’e karşı böyle bir hitab ise en büyük bir alçaklık ve sapıklık alâmetidir. Bakara sûresindeki 104 üncü âyetin tefsirine bakınız, (ve eğer onlar) o terbiyeden, hakikatı görmekten mahrum topluluk (işittik ve itaat ettik ve işît ve bizi gözet deseler idi) böyle hitabetmeleri (elbette onlar için) öyle söyledikleri sözler gibi zararlı olmazdı. Bilâkis haklarında (hayırlı ve çok dürüst) adalete uygun (olurdu) ne yazık ki onlar böyle bir terbiyeden, yetenekten mahrum idiler, onun içindir ki, öyle demediler ve hayıra nâil olamadılar. (Ve lâkin Allah Teâlâ onlara küfürleri) dinsizlikleri, Hz. Peygambere karşı edepsizce cüretleri (sebebiyle lânet etmiştir) onları yardımsızlığa ve alçaklığa terk etmiştir. Onları hidayetten uzaklaştırmıştır. (artık) Bundan sonra (pek az müstesnâ olmak üzere) yani: İmân edilecek şeylerden yalnız şayanı kabul olmayacak pek az şeylere imân etmeleri veyahut içlerinde Abdullah İbni Selâm ve Keab gibi bazı zatların İslâmiyet’i kabul eylemeleri müstesnâ, (onlar) tamamen (imân etmezler) dinsizliklerinde, düşmanlıklarında devam eder dururlar. Sonunda bu kötü hareketlerinin cezasına kavuşurlar.
47. Ey kendilerine kitap verilmiş olanlar! Sizin beraberinizde bulunanı tasdik edici olarak indirmiş olduğumuza imân ediniz, biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmemizden veya cumartesi adamlarına lânet ettiğimiz gibi onlara lânet etmemizden evvel. Ve Allah Teâlâ’nın emri vaki bulunmaktadır..
47. Bu âyeti kerime, ehli kitabı uyanmaya, İslâm dinini kabule dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: (ey kendilerine) Tevrat adındaki (kitap verilmiş olanlar) ey Yahudi cemaati, ey Yahud âlimleri (sizin beraberinizde) toplumunuzun arasında mevcut (bulunanı) Tevrat kitabını, aslı itibariyle bir ilâhî kitap olmak üzere (tasdik edici olarak) Cibril’i emin vasıtasiyle son peygambere indirmiş, vahy ve inzal buyurmuş (olduğumuza) Mucize Kur’an’ı Kerim’e (imân ediniz) onun da bir ilâhî kitap olduğunu tasdik ediniz. Öyle bir apaçık kitabı inkâr etmenin korkunç cezasını düşününüz. Kur’an’ı Kerim ki; dinin bütün esaslarını kapsayan, bütün peygamberleri tasdik edici, içindekilerin tümü ilme, ahlâka, hikmete uygun, bütün âyetleri birer edebî mucize bulunuyor. Artık onu nasıl inkâr edebiliyorsunuz?. İmdi o Kur’an’ı Kerim’i (biz bir takım yüzleri) inkârcıların yüzlerindeki göz, kulak, ağız, burun gibi azalarını hakikaten veya hükmen (silip de) mahvedip de (enselerine çevîrmemizden) evvel tasdik ediniz, (veya cumartesi adamlarına) yâni: “ile” ahalisinden olan ve cumartesi günü balık avlamak kendilerine yasak edildiği halde bu husustaki Allah’ın yasağına aykırı harekette bulunan bir kısım Yahudi taifesine (lânet ettiğimiz gibi) o cumartesi adamlarının suratlarını değiştirerek kendilerini maymun ve domuz şekline soktuğumuz gibi (onlara) o bir takım yüzlere (lânet etmemizden) onları da değiştirerek kendilerini maymunlara, domuzlara çevirmemizden (evvel) imân eyleyiniz ki, öyle felâketlerden kurtuluş bulabilesiniz. (ve) Şüphe yok ki (Allah Teâlâ’nın emri) kazası, takdir buyurduğu herhangi birşey (vaki) yerine gelir (bulunmaktadır) onun emrini bozacak, hükmünü reddedecek bir kuvvet yoktur. Artık imân etmediğiniz takdirde sizin hakkınızda da bu ilâhî tehdit her halde tehakkuk edecektir. Nitekim geçmiş milletler hakkında da Cenâb-ı Hak’kın ilâhî vaidi meydana gelmiştir.
§ Tams kelimesi, birşeyi izi kalmayacak bir halde mahv ve yok etmektir. Bunun mecazen mânâsı da bir kimseyi hidayetten dalâlete selâmetten felâkete döndürmektir. Bu hadisenin, bu ilâhî tehdidin bu âyetteki muhatablar hakkında ne şekilde meydana geleceği izaha muhtaçtır. Şöyle ki: Bu ilâhî tehdit herhalde kalıcıdır. Daha kıyamet kopmadan onların yüzlerinde böyle bir değişiklik meydana gelecektir. Veya bu ceza onlara kıyamet gününde tatbik edilecektir. Veya bu ceza, onlardan hiçbirinin imân etmemesi haline mahsustur. Onlardan bazıları imân ettiği için bu ceza, diğerlerinden kaldırılmıştır. Bu cezadan maksat, bazı zatlara göre de mânevî bir değişmedir, onların dalalette kalmalarıdır, kalp yüzlerinin hidâyeti görmekten mahrum olarak küfür ve taşkınlığa döndürülmeleridir. Bununla beraber bu ilâhî tehdit iki şekilde olur. Biri Tems, mesh şekli, diğeri lânete hedef olmak şekli. Haklarında böyle bir ilâhî tehdit bulunan şahıslar ise zaten lânete hedef olmuşlardır. Binaenaleyh, bu ilâhî tehdit tehakkuk etmiş demektir.
§ Peygamber efendimiz, Yahudilerin Abdullah İbni Surya, ve Keab bin Esed gibi âlimleriyle konuşmuş, Ey Yahudi cemaati!. Allah’tan korkunuz, müslüman olunuz, Allah hakkı için siz, benim kendinize tebliğ ettiğim şeyin hak olduğunu mutlaka bilirsiniz, diye buyurmuş, onlar ise biz bunu bilmiyoruz demiş, savuşup gitmişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Bu mübârek âyeti işiten Abdullah İbni selâm, peygamber zamanında, Keabül Ehbar da Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında İslâm şerefine nâil olmuşlardır. Bu iki zat Yahudi âlimlerinden bulunuyorlardı.
48. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ Yüce zatına ortak koşulmasını yarlığamaz. Onun ötesinde olanı da dilediği kimse için yarlığar ve her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa muhakkak pek büyük bir günah ile iftirada bulunmuş olur.
48. Bu âyeti kerime, Cenâb-ı Hak’kın yüce zatına ortak koşan, yani şirk ve küfr içinde ölen kimseleri asla affetmeyeceğini ve şirk ve küfrün dışındaki günahları işlemiş olanlardan ise dilediğini affedeceğini ve dilediğini bir müddet azaba uğratacağını şöylece göstermektedir. (Şüphe yok ki,) muhakkak bir hükmü ilâhîdir ki, (Allah Teâlâ Yüce zatın) kendisinin varlığına, birliğine, yaratıcılığına, mâbutluğuna, ezelî ve ebedî olduğuna ve dinî hükümlerine ait herhangi hususta (ortak koşulmasını) böyle küfr ve şirkte bulunulması en büyük bir cinâyet ve dalâlet olduğundan, (yarlıgamaz) sahibini af ve bağışa nâil buyurmaz. Bunların sâhipleri ebedî olarak cehennemde kalıp azap çekeceklerdir, (onun) böyle şirk ve küfrün (ötesinde olanı da) küçük ve büyük kabilinden olup küfrü gerektirmeyen herhangi günahı da kullarından (dilediği kimse için) tövbekâr olsun olmasın (yarlığar) affeder ve örter. Bu, bir ilâhî vaaddır ki, herhalde tehakkuk edecektir. (Ve her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa) Hak Tealâ Hazretlerini inkâr eder veya başka mâbutların, yaratıcıların da varlığına inanırsa veyahut Cenab’ı Hak’kın umuma yönelik dinî hükümlerini kabul etmeyip red ve inkâra cür’et gösterip küfre düşerse (muhakkak pek büyük bir günah ile) öyle bütün günahların üstünde olarak işlemiş olduğu bir inkâr ile, bir fikrî dalâlet ile Cenab’ı Hak’kın mukaddes zatına karşı sözlü olarak veya fiilen (iftirada bulunmuş olur) artık böyle bir dalâlet ve cinayetin cezası da ebedîdir, af ve bağışlanmaya lâyık değildir. Bu husustaki ilâhî tehdit de kat’î olduğundan artık onların haklarında af ve bağışlama asla düşünülemez.
§ Şirk lûgatte ortaklık, birlikte olmak demektir. Şerik de, ortak mânâsınadır ki, çoğulu: Şürekâdır. Şer’an şirk; küfr ve inkârdan -ki bundan Allah’a sığınırızCenab’ı Hak’ka ortak koşmaktan, Hak Tealâ’nın hâşâ benzeri ortağı var demekten ibarettir. Küfr de lûgatte örtmek, örtbas eylemekten, onun ilâhî nimetlerini, dinî hükümlerini, inkâra cür’et etmekten ibarettir. Küfür sıfatını taşıyana da “kâfir” denir. Çoğulu: Küffar, kefere ve kâfirdir. Küfran da örtmek, nimeti inkâr eylemek mânâsınadır. Meselâ: Cenab’ı Hak’ki inkâr eden veya ona ortak koşan kimse kâfir olacağı gibi ilâhî nimetleri örten ve inkâr eden, kısaca bütün insanlık için bir hidâyet rehberi olan Son Peygamber Hazretlerini ve ona nâzil olmuş olan Kur’an’ı Kerim’i inkâr eden herhangi bir şahıs da bu muazzam nimet ve lütfu örtbas etmiş nimete nankörlükte bulunmuş, olacağından kâfir, müşrik adını, vasfını hak etmiş olur.
Şirk, dört türlüdür.
Birincisi: Cenab’ı Hak’ka ilâhlıkta ortak koşmak suretiyle olur.
Ikincisi: Hak Teâlâ’ya varlığınız zorunlu olması bakımından ortak koşulması itibariyledir.
Üçüncüsü: Kâinatın yaratılması ve idare edilmesi bakımından ortak koşmak şeklinde olur.
Dördüncüsü de: Cenab’ı Hak’ka ibadet ve itaat hususunda başkalarını ortak koşmak suretiyle olur. Yalnız seneviyye denilen taife, Cenâb-ı Hak’ka ilâhlığı, varlığının zorunlu olması, ve kudret ve hikmeti itibariyle ortak koşmuşlardır. Çünki bunlar iki ilâhlığın varlığına inanırlar. Birisine “hayır yaratıcısı” derler. Diğerine de bir sefih mabuddur. Şerri vücuda getirir diye inanırlar. Birincisine: “yezdân” ikincisine de “ahremen” adını verirler ki, bu ikincisi iddialarına göre şeytandan ibarettir. Allah Teâlâ’ya ibadet ve kâinatı idare etmek bakımından ortak koşanlar ise pek çoktur. Yıldızlara tapanlar, yıldızları birer âlemi idare edici sananlar bu cümledendir. Bunların bir kısmı, bu yıldızları bu dünyanın birer idare edicisi sayar, onlara ibadet etmeği bir vecibe bilirler. Diğer bir kısmı ise Cenâb-ı Hak’ki tamamen inkâr eder, semalar! ve yıldızları birer varlığı zorunlu ve yok olması imkânsız varlık sayarlar. Bunlar: “Dehriyyun” denilen aşırı kâfirlerden bulunmaktadırlar. Diğer bir kısım kimseler de Allah Teâlâyı tasdik etmekle beraber putlara, heykellere veya kendi büyüklerine, meselâ bilginlere ve Hz. Mesihe ibadette bulunurlar puta tapanlar da bu cümledendir. Netice olarak: Cenab’ı Hak küfr ve şirk ehlini asla af f etmiyecektir. Bu, birçok âyetler ile sabittir. Küfr ve şirk, bir yoğun perdedir ki, imân nurunun kalbe ulaşmasına mâni olur. Küfr ve şirk, insanlık aklının düşebileceği en son noktadır. Bütün diğer rezaletler bundan doğar. Bu, bütün fertleri de cemaatı da mânen mahveyler. Bir kere düşünmeli!. Bir kimse ki, bu kâinatın genişlik ve büyüklüğünü görür, bir kimse ki, hiçbir zerrenin boş yere yaratılmamış olduğunu anlar, bununla beraber taşlara, heykellere veya kendisi gibi âciz fâni insanlara tapar durursa, bunları o muazzam kâinatın yaratıcısına ortak koşarsa artık onun mânen, ruhen ne dereceye kadar düşmüş olduğu görünmez mi? Hele insan şeklinde olup hayvanlardan bile aşağı bir yaratılışta olan o bir kısım inkarcılar ki; onlar bu muazam kâinatın Yüce Yaratıcısını büsbütün inkâr ediyorlar, hayalî bir tabiata tapınıyorlar, bütün varlıkların kendi kendine var olduğuna inanıyorlar. Artık bunların bu sonradan yaratılmış, fâni varlıkları birer yaratıcı tanımış, bu cihetle bunları bilmeksizin kâinatın yaratıcısına ortak koşmuş, ne kadar karanlık bir düşünce içinde kalmış odukları apaçık görülmüyor mu? Ya o diğer bir kısım insanlar ki, onlar görünüşte Cenâb-ı Hak’kın varlığına inanıyorlar, bununla beraber o Yüce Yaratıcıya mahsus olan yaratıcılık ve mabudiyet sıfatını yaratılmışlardan bazılarına da isnat ediyorlar, meselâ: Kendi âlim ve ruhbanlarını Allah’tan başka rab ediniyorlar. Hz. Mesihe rablık sıfatı isnat ediyor, Allah’ın oğlu diye tapıyorlar, bununla beraber de birçok ilâhî hükümleri bir kısım Yüce peygamberleri inkârda bulunuyorlar, özellikle binlerce deliller ile, mucizeler ile peygamberlik ve risaleti sabit olan son peygamberi ve ona nâzil olup bir ebedî mucize olan Kur’an’ı Kerim’in ilâhî bir kitap olduğunu tasdik etmiyorlar. Artık bu gibi kimseler de küfür ve şike düşmüş, ebedî şekilde ilâhî azabı haketmiş olmazlar mı?
Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. Ondan başka Allah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeyden uzaktır. (Tevbe, 9/31) âyeti kerimesi bunların da küfr ve şirke düşmüş olduklarını bildirmektedir. Sözün özü: Cenâb-ı Hak’ka sözle, fiilen hükmen ortak koşanlar, daha dünyada iken tövbe edip ve af dileyip inançlarını düzeltmedikçe ebedî azaba uğrayacaklardır. Hz. Ömer’den rivayet olduğuna göre
Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. (Zümer, 39/53) âyeti kerimesi nâzil olunca: “Ya Rasûlüllah şirk ne olacak.” diye sormuşlar, onun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, şirkten, yani küfürden başka bir kısım günahların hakkında Allah’ın bağışlamasının tecelli edeceğini bildirmiştir. Diğer bir rivayete göre de bu mübârek âyet, Vahşi bini Harb ile arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Vahşi, Hz. Hamza’yı şehit etmiş. Mekke’i Mükerreme’ye dönünce pişman olmuş, arkadaşlariyle beraber Rasûlü Ekrem’e bir mektupla müracaat ederek: “biz müslüman olmak istiyoruz. Fakat biz müşrik bulunuyorduk, bir takım büyük günahları işledik, bunlar bizim isîâmiyetimizin kabulüne mâni olur mu?.” diye sormuşlar. Bunun üzerine:
Ancak tevbe ve imân edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. (Furkan, 25/70) âyeti kerimesi nâzil olmuş, bunun üzerine Vahşi ile arkadaşları tekrar müracaat ederek: “biz imân edeceğiz, fakat salih amellerde devam edebileceğimize emin olamıyoruz.” demişler. Bunun üzerine de işbu kırk sekizinci âyeti kerime nâzil olmuş, şirk ve küfrün dışında günahları Cenab’ı Hak’kın dilediği kulları hakkında affedip örteceği beyan buyurulmuş, Vahşi ile arkadaşları da tevbe ve istiğfar edip İslâm şerefine nâil olmuşlardır.
49. Bakmadın mı o kimselere ki, nefislerini tezkiye eder dururlar. Belki Allah Teâlâ dilediğini tezkiye eder ve kıl kadar zulüm edilmezler.
49. Bu mübârek âyetler, ümmetin fertlerinden olup da kendilerini gerçeğe aykırı olarak temize çıkaranların bu hareketlerini kınamakta ve Allah’ın dini adına yalan yere söz söylemenin en açık bir günah olduğunu şöylece bildirmektedir. (Bakmadın mı o kimselere ki) o bir kısım kendini öven inkârcılara ki (nefislerini) gerçeğe aykırı olarak (tezkiye eder dururlar) yani: Kendilerinin fiilen ve sözlü olarak çirkin görülecek şeylerden uzak olduklarını iddia ederler, bu nekadar hayrete şayan bir cür’ettir. Kendilerindeki küfr ve taşkınlığı hiç görmüyorlar, onlar yalancıdırlar, inançlarındaki bâtıllık sebebiyle nefislerini temize çıkarmaya selâhiyetleri yoktur, (belki Allah Teâlâ) Bir fayda ve hikmete binaen kullarından (dilediğini tezkiye eder) mü’min, salih temize çıkarılmaya lâyık olan herhangi kulunu tezkiye buyurur, onun sözlü olarak ve fiilen kabahatlerden uzak olduğunu ezelî ilmiyle bilir, onun kadrini yüceltir, onu bir hikmet gereği olarak temize çıkarır. Nefislerini gerçeğe aykırı olarak temize çıkaranlar ise bu çirkin iddialarından dolayı azaba uğratılırlar (ve kıl kadar) yani en küçük bir çekirdek çizgisi kadar bile (zulüm edilmezler) belki kendi lâyık oldukları cezaya kavuşmuş olurlar. Nitekim tezkiyeye lâyık olan zatlar da lâyık oldukları mükâfatlarının eksiltilmesiyle zulüme uğramayacaklardır. Bilakis fazlasıyla mükâfata nâil olacaklardır.
50. Bak Allah Teâlâ’ya karşı nasıl yalan uyduruyorlar. Bu açık bir günah olmak için kâfidir.
50. Yüce Resûlüm! (Bak) hayretle bak, o kimselerin hallerine ki (Allah Teâlâ’ya karşı nasıl yalan uyduruyorlar?.) Kendilerine sâhip olmadıkları vasıfları isnat ediyorlar, kendilerini tezkiye ediyor, yani nefislerini övüyor ve sena ediyorlar, kendilerinin Allah katında makbul, Allah’ın rizasına nâil olduklarını iddia etmiş oluyorlar. Adeta onların küfrüne, isyanına Cenâb-ı Hak’kın razı olduğunu iddia etmek suretiyle Hak Teâlâ Hazretlerine karşı iftiraya cür’et gösteriyorlar. (Bu) hal, diğer günahlar ve kendilerini temize çıkarmak şöyle dursun, müstakillen (açık bir günah olmak için kâfidir) onların yalnız bu iddia ve iftiraları, onların en şiddetli azab ile cezalandırılmalarına sebep olmak için yeterlidir.
§ Rivayete göre bu mübârek âyetler, “Biz Allah’ın oğullarıyız ve dostlarıyız, bizden başkası cennete giremeyecektir” diyen ve gündüzün işledikleri günahların geceleyin ve geceleri işledikleri günahların da gündüzün affedilip örtüleceğini iddia eden bir kısım Yehudi ve Hıristiyan taifesi hakkında nâzil olmuştur. Bununla beraber gerçeğe uygun, iyi bir maksadla yapılmış olmayan herhangi bir tezkiye’i nefis de câiz değildir, yerilmiştir. Meselâ: Ümmetin fertlerinden bir insanın kendisini mânevî kusurlardan uzak, güzel amaler ile ve çok ibadet ve tekva ile vasıflanmış ve Allah katında mânevî yakınlığa kavuşmuş bulunmakla kendisini övmesi, medh etmesi, kendini temize çıkarmaktan ve övüngenlikten ibaret olacağı için câiz olamaz. Fakat Yüce peygamberlerin kendilerini tezkiye etmeleri, hakikata uygun, ümmetlerinin kendilerine itaat ve tabi olmalarını temin hikmetine dayandığı ve mazhar bulundukları korunmuşluk, ilâhî lütuflara karşı bir şükran vazifesini ifa maksadına dayanmış olduğundan, câizdir. Ve hikmet ve menfaat gereğidir.
51. Görmedin mi o kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş kimseleri ki, Cibt ve Tagut’a imân ediyorlar ve kâfirler için bunlar mü’minlerden daha doğru bir yoldadır deyiveriyorlar.
51. Bu mübârek âyetler, putlara, şeytanlara tapınan, kâfirleri mü’minlere tercih eden bir takım İslâm düşmanlarının ilâhî lânetine hedef olduklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (görmedin mi) Bilip anlamadın mı?, (o kendilerine kitabtan) Tevrat gibi bir ilâhî kitaptan veya okur yazarlıktan (bir nasip) bir miktar bilgi (verilmiş kimseleri ki) onlar şirke düşmüşler (Cibt ve Tagut’a) bu işimdeki iki puta veya Cibt adındaki bir put ile Tağût denilen şeytana (imân ediyorlar) onlara tapıyorlar, onlar için secdelere kapanıyorlar. Kitapdan nasipleri oldukları halde böyle cahilce müşrikce bir harekette bulunuyorlar, (ve) bu âdiliği yapan o kimseler (kâfirler için bunlar mü’minlerden) İslâm dinini kabul etmiş zatlardan (daha doğru bir yoldadırlar, deyiveriyorlar) ne acayip bir ruh haleti!.. Bütün ilâhî kitapları, bütün Yüce Peygamberleri tasdik eden, bütün güzel ahlâkı yaymaya çalışan müslümanlara öyle bir yüce zümreye karşı dinden mahrum, putlara tapmakla meşgul arap müşriklerini, öyle cahil bir taifeyi tercih etmek alçaklığında bulunuyorlar.
52. Onlar o kimselerdir ki, Onlara Allah Teâlâ lânet etmiştir ve her kime ki, Allah Teâlâ lânet ederse artık onun için bir yardımcı bulamazsın.
52. Artık (onlar) öyle küfrü imâna tercih eden, putlara, şeytanlara tapınan şahıslar (o kimselerdir ki, onlara Allah Teâlâ lânet etmiştir.) Onları Cenâbı Hak, öyle küfr ve isyanlarından dolayı rahmetten uzaklaştırmıştır, (ve her kime ki, Allah Teâlâ lânet ederse) Onun Allah’ın rahmetinden koğulması mukadder bulunursa (artık onun için) ebediyen (bir yardımcı) bir destekçi, bir imdad eden (bulamazsın) o ebedî olarak hüsrana mâruz kalır, bir selâmet alanına asla çıkamaz.
§ Rivayete göre Yahudilerden Huyey bini Ahtep ve Keb İbni Eşref ile beraber yetmiş kadar arkadaşları Uhud Yakasından sonra Mekke’i mükerreme’deki müşriklerin yanına gitmişler, müslümanların aleyhine bir sözleşme yapmak istemişler, fakat Mekke müşrikleri bunların hakkında şüpheye düşmüşler siz ehli kitapsınız, Muhammed -aleyhisselâm- da kitaba davet ediyor. O halde siz onun aleyhine olarak bizimle nasıl teşriki mesai edebilirsiniz?. Eğer siz bizim putlara secde ederseniz size o zaman inanırız demişler, o Yahudiler de Mekke müşriklerini tatmin için onların putlarına secde etmişler. Sonra Mekkeliler: Bizim dinimiz mi doğru, müslümanların dini mi doğru diye sormuşlar ve dinleri hakkında şöyle malûmat vermişler: “Biz Kâbe’nin valileriyiz, hacılara su veririz, misafirlere konuklukta bulunuruz, esirleri serbest bırakırız, akrabayı gözetiriz, Rabbimizin evini tamir ederiz. Muhammed -aleyhisselâm- ise yalnız bir Allah’a ibadet edilmesini istiyor, putlara ibadeti yasakılyor, ata ve ecdadımızın dinini terk etmemizi teklif eyliyor, aramıza ayrılık düşürmüş bulunuyor.” Bunun üzerine Keab da demiş ki: Vallahi sizin yolunuz Muhammed’in -Aleyhisselâmtakib ettiği yoldan daha doğrudur. İşte onlar böyle putperestler! ehli tevhide tercih etmiş, kendileri de o müşrikler gibi Cibt ve Tâğuta secde eylemişlerdi. Bunun üzerine bu mübârek âyetler nâzil olmuş, onların da müşrikler ile aynı düşüncede olduklarını göstermiştir.
53. Yoksa onlar için mülkten bir nasip mi var? O halde onlar in sanlara bir çekirdek bile vermezler.
53. Bu mübârek âyetlerde o bir takım İslâm düşmanlarının nekadar adi nekadar kıskanç, ve İslâmiyet’ten ne kadar nefret eder olduklarını bildiriyor. Bununla beraber içlerinden bazılarının da inançlarını düzelterek İslâm şerefine nâil olduklarına işâret buyuruyor. Şöyle ki: (Yoksa onlar için) o müslümanlığa karşı cephe alan Yahudiler için (mülkten) dünyevî saltanattan veya ilâhî mülkten (bir nasib mi var?.) neye güveniyorlar?. Hayır.. Onlar böyle birşeye sâhip değildirler. Diyelim ki sâhip oldular (o halde onlar insanlara) insanlardan hiçbirine Allah rızası için, insanlığa hizmet için (bir çekirdek) yani: En az, ehemmiyetsiz birşey (bile vermezler) onların tabiatlarındaki cimrilik ve haset böyle bir yardıma mânidir. Nitekim bir âyeti kerimede de şöyle buyurmuştur: “De ki, eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine mâlik olsaydınız o zaman yine harcanır korkusuyla onları kıstıkça kısardınız. Kimseye birşey vermezdiniz. (İsra, 17/100) Evet… Onlar yalnız kendi menfaatlerini düşünürler, başkalarının bir nimete nâil olmasını istemezler, kıskanırlar.
54. Yoksa onlar Allah Teâlâ’nın lütfundan insanlara verdiği şey üzerine haset mi ediyorlar? Biz muhakkak İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk verdik.
54. (Yoksa onlar) o İslâmiyet’e düşman olan taife (Allah Teâlâ’nın fazlından) lütfu kereminden (olarak insanlara) herhangi insana ve özellikle son peygambere ve onun aile fertleri ve eshabına (verdiği şey üzerine) servet ve nimet, peygamberlik, kitap, zafer, izzet ve şeref gibi nimetlerden dolayı (haset mi ediyorlar?.) Evet… Onlar buna haset etmektedirler, bu nimetlerin yok olmasını arzu ederler. Halbuki (biz muhakkak İbrahim soyuna) Hz. İbrâhim hânedânına, Son Peygamber Hazretlerinin yüce ceddi olan Hz. İbrahim’in soyundan olan Musa, Davut, Süleyman Aleyhimüsselâm gibi zatlara (kitap) onlara indirilmiş olan herhangi ilâhî kitabı (ve hikmet) ilm ve mârifet, peygamberlik ve risalet (verdik ve) bununla beraber (onlara büyük bir mülk) de, saltanat da (verdik) zamanlarına hâkim bulundular. Artık onlara bu muazzam nimetleri vermiş olan Yüce yaratıcının son peygamberine de böyle nimetleri vermesi neden çok görülmeli, ne için insanların böyle bir kadri Yüce Peygambere kavuşmalarına kıskanarak onu inkâra cür’et göstermeli? Ne için o kıskançlar, yalnız kendilerinin mülke, velâyete, lâik olduklarını idia edip dursunlar?
55. Artık onlardan kimi ona imân etti ve onlardan kimi de ondan yüz çevirdi. Cehennem de yalımlı bir ateş olarak yeter..
55. (Artık onlardan) o kıskanç, inkârcı kimseler arasından (kimi) güzelce düşünerek, hakikatı takib ederek (ona) Hz. İbrahim’e veyahut Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a (İmân etti) onun peygamberliğini kabul derek eshabı kiramı arasına girmek şerefine nâil oldu. Abdullah İbni selâm ile arkadaşları gibi. (Ve onlardan kimi de) hasedinde, küfr ve inadında israr ederek (ondan) o Yüce Peygamberden, onun kutsî dininden kaçınarak (yüz çevirdi) ebedî sapıklık içinde kaldı, kendisini pek büyük bir azapla karşı karşıya bıraktı. Evet… (cehennemde yahmlı) Pek şiddetli (bir ateş) bir azap ateşi (olarak) öyle imândan kaçanlara (yeter) onlara lâyık oldukları cezayı pek mükemmel bir surette teşkil ve tatbik eyler.
§ Nakîr, fetîl, kıtmîr kelimeleri pek az, kıymetsiz, değersiz şeylerden kinayedir. Şöyle ki: Lûgat itibariyle nakir çekirdek üzerindeki ufacık bir nokta demektir. Fetîl de çekirdek üzerindeki incecik bir telden ibarettir. Kıtmir lâfzı da hurma çekirdeğinin üstündeki yufkacık kabıdır. Hurma çekirdeğinin arkasındaki akca noktâki ağacı ondan biter. Eshabı kehf’in köpeğinin adı da kıtmirdir..
56. Şüphesiz o kimseler ki, bizim âyetlerimizi inkâr ettiler, onları elbette bir ateşe yaslayacağız. Onların derileri her piştikçe azabı tatmaları için onları başka deriler ile değiştireceğiz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ azizdir, hakimdir.
56. Bu mübârek âyetler, Allah’ın dinini inkâr edenlerin ne elem verici, ebedî azaplara uğrayacaklarını bildirmekte, imân edenlerin ise ne derece yüksek, ebedî mükâfatlara nâil olacaklarını şöylece müjdelemektedir. (Şüphesiz) muhakkak (o kimseler ki) Peygamberlere tâbi olmayıp (bizim âyetlerimizi) yani: Cenab’ı Hak’kın varlığına, birliğine hâlikiyetine ve meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine ait delilleri, şahitleri, mucizeleri (inkâr ettiler) bunların bir kısmını inat ve büyüklenme yoluyla bir kısmını da bunlara bakmayıp fikirlerini ve düşüncelerini çalıştırmamak suretiyle inkâr ettiler, (onları elbette bir ateşe) Cehennem ateşine (yaslayacağız) cehenneme sokacağız. (onların derileri her piştikçe) Yanıp kavruldukça (azabı) cehennemin şiddetini (tatmalar! için onları başka deriler ile de değiştireceğiz) şöyle ki: O deriler başka birer şekilde aynen iade edilecektir. Bununla beraber bu derilerin yerine başka derilerin vücude gelmesi de mümkündür. Bu görüşte olan zatlar vardır. Çünki azaba uğrayan haddi zatında beden ile birlikte bulunan isyankâr ruhtur, azabı duyan odur. Beden ise idrak edici olmayıp ruhun ikamet yeridir. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ azizdir), sonsuz güç ve kudret sahibidir, onu birşey âciz bırakamaz. Ve (hakimdir) mahlûkâtı hakkında bütün teferruatı bir hikmet ve faydaya dayanmış bulunmaktadır. Binaenaleyh dinsizleri böyle ebedî bir şekilde cezalandırması da onun büyüklük ve hikmeti gereğidir. Artık Cenâb-ı Hak’kın güç ve kudretine, ilâhî hikmetine göre öyle bir şahsın müebbed olarak yanıp durması da uzak görülemez. Evet!. Müebbed olarak hayatta bulundukça aynı inançta devam edeceğine karar vermiş olan bir dinsize bu inancına göre devamlı olarak azap çektirmek hikmet gereğidir, âlemin intizamını sağlamak için bir vesiledir ve kendi inancına karşılık bir cezadır.
57. Ve o kimseler ki, imân ettiler ve salih amellerde bulundular onları da altlarından ırmaklar akar cennetlere içlerinde ebedî kalmak üzere elbette sokacağız. Onlar için orada pek temiz eşler vardır ve onları koyu bir gölgeye sokacağız…
57. (Ve o kimseler ki imân ettiler) mü’min olduklarını ikrarda bulundular (ve salih salih amellerde bulundular) üzerlerine düşen namaz, omç, zekât gibi dinî vazifeleri ifaya çalıştılar (onları da altlarından ırmaklar) leziz leziz sular (akar cennetlere) bahçelere, bostanlara, hayat veren bağlar (içlerinde ebedî kalmak üzere) orada sonsuz ilâhî lütuflara nâil olmak üzere (elbette sokacağız) bu muhakkaktır, (onlar için) Böyle cennetlere sokulacak mü’minler için (orada) o cennetlerde hayız ve nifas gibi hallerden kurtulmuş, bedenî tabiî kusurlardan uzak (eşler vardır) böyle temiz, seçkin eşlere de nâil olacaklardır, (ve onları koyu bir gölgeye) Büyük sürekli, rahat veren, sıcaklık ve soğukluktan uzak bir lûtuf ve rahat gölgesine de (sokacağız) onlar cennetlerde sürekli bir huzur ve istirahat içinde yaşayıp duracaklardır. Ey Rabbimiz!.. Bizlere de bu nimetlerini nasip buyur. Âmin!.
58. Muhakkak Allah Teâlâ size emrediyor ki: Emanetleri ehline veriniz ve insanlar arasında hüküm edince adaletle hüküm ediniz. Şüphesiz Allah Teâlâ size bununla ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah Teâlâ hakkıyla işitici ve tam anlamıyla görücüdür.
58. Bu mübârek âyetler de müslümanların üzerlerine düşen en mühim vazifeleri bildirmektedir. Ve emanete, adalete, itaate, iyi geçinmeye ait en lüzumlu esasları öğretmekte ve telkin buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey mükellef olan insanlar!. (Muhakkak Allah Teâlâ size emir ediyor ki, emanetleri ehline veriniz) insanların üzerine üç kısım emanet yönelmektedir. Birinci kısım, Cenâb-ı Hak’ka karşı olan emanetlerdir ki, bunlar Allah tarafından emir olunan şeyleri yerine getirmek yasaklanan şeyleri bırakmak suretiyle ifa edilir. İkinci kısım, insanlara karşı olan emanetlerdir ki, onlara ait borçları, emanetleri vermekle onlarla iktisadî muamelelerde zararlarına hareket etmemekle ve onların kusurlarını insanlar arasında yaymamakla ve âmirlerin halka karşı adaletle hareket etmeleriyle, âlimlerin de insanları güzelce aydınlatıp ve irşada çalışıp onları bâtıl taassuplara sevk eylememesiyle temin edilir. Üçüncü kısım da, insanların kendi nefislerine karşı olan emanetlerdir ki, bunlar da her insanın kendi nefsi için din ve dünyaca en faydalı, en iyi olan şeyleri tercih etmesiyle ve şehvet, gazab dünya sevgisi gibi şeyler ile kendisini uhrevî zararlara sevk etmemesiyle meydana gelir, (ve) ey hakimler!, (insanlar arasında hükmedince adaletle hükmediniz) yani: İnsanların hukukunu temine çalışınız, duruşma esnasında iki tarafa karşı eşit davranınız. Usulü dairesinde sabit olacak hakları ortaya çıkararak sahiplerine veriniz. (Şüphesiz Allah Teâlâ size bununla) emanetleri ehline eda ediniz ve adaletle hükm eyleyiniz diye (ne güzel öğüt veriyor.) sizi irşad ediyor, hakkınızda hayır istiyor. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ hakkıyla işitici) dir. Bütün sözlerinizi işitir, bilir (ve) bütün fiil ve hareketlerinizi (hakkıyla görücüdür) artık ona göre hareket ediniz, Cenâb-ı Hakkın büyüklük ve yüceliğini düşünerek gösterdiği doğru yoldan ayrılmayınız.
§ Rivayete göre Mekke’i mükerreme fethedildiği gün Kâbe’i muazzama’nın anahtarcısı bulunan Osman İbni Talha Kâbe’nin anahtarını Rasûlü Ekrem’e vermekten kaçınmış, ben onun Peygamber olduğunu bilseydim anahtarı vermekten çekinmezdim demiş. Hz. Ali ise onun elini sıkarak anahtarı almış, Kâbe’i Muazzama’nın kapısını açmış, Rasûlü Ekrem de içeri girerek iki rekât namaz kılmıştı. Rasûlü Ekrem’in amcası Hz. Abbas, öteden beri zemzem suyu ile ilgili işlere bakıyordu. Bu defa anahtarcılığında kendisine verilmesini istemiş, anahtarı almak arzu eylemişti. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil omuş, emanet olarak alınmış olan anahtarın sahibi olan Osman İbni Talhaya verilmesine işâret olunmuştur. Bunun üzerine Hz. Ali almış olduğu peygamber emri gereği anahtarı Osman’a vermiş ve özür dilemişti. Osman ise: “Ya Ali!. Sen bana eziyet edip anahtarı zorla elimden aldın, şimdi de gelmiş yumuşaklık ile muamele yapıyorsun” demiş, Hz. Ali de: “Cenâb-ı Hak senin için bir Kur’an âyeti indirdi” demiş, bu âyeti kerimeyi okumuş, bunun üzerine Osman, İslâm dininin yüceliğine, emanetlere ne kadar riâyet edilmesini emir eylediğini anlayarak kelime’i şehadeti okuyarak müslüman olmuştu. Bunu müteakip Cibril Emin gelmiş, Kâbe’i muazzama anahtarcılığının ebediyen Osman ile onun hânedanına ait olacağını bildirmiştir. Gerçekten de bu anahtarcılık hizmeti daima o hânedânda bulunmuştur. Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi böyle bir hâdise olmakla beraber hükmü umumidir, bütün emanetleri kapsamaktadır.
§ Emanet, eminlik, doğru, davranışlarda doğru olmak ve başkasına ait olarak bir kimsenin yanında bulunan şey demektir. Birşey korunmak için verilmiş olursa “vedia” adını alır. Noksansız ve geciktirmeksizin mükellefe yerine getirilmesi vacip olan dinî vazifeye de Allah’ın emaneti denilir. Hayatımız, akılımız, namus ve haysiyetimiz de bizim için birer Allah emanetidir ki, bunlara da güzelce riâyet etmek bizim için bir farizedir.
59. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’ya itaat ediniz ve Peygamber’e de ve sizden olan emir sahiplerine de itaatte bulununuz. Sonra birşey hakkında ihtilâfa düşerseniz, eğer siz Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe inanır kimseler iseniz onu Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine arzediniz. O hem bir hayırdır ve hem de netice itibariyle daha güzeldir.
59. (Ey) tüm (imân edenler!.) sizler (Allah Teâlâ’ya itaat ediniz) onun emirlerine, yasaklarına hakkıyla riayetkâr olunuz (ve Peygamber’e de) Son Peygamber Hazretlerine de itaat ediniz, onun emirleri doğrultusunda harekette bulununuz (ve sizden olan) ehli imândan olup adalet ve doğruluğa riayetkâr bulunan (emir sahiplerine de) İslâm yöneticilerine de ve dininizin hükümlerini size tebliğ eden şeriat âlimlerine de (itaatte bulununuz) onlara karşı da itaatsizlikte bulunmayınız. (Sonra birşey hakkında) din işlerine ait bir mesele hususunda siz ve yöneticisi olan zatlar (ihtilâfa düşerseniz) bu ihtilâfta israr edip durmayınız, (eğer siz Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe inanır) hakikaten mü’min, itaatkâr, âhiret azabından sakınan (kimseler iseniz onu) o ihtilâfa düştüğünüz dinî meseleyi (Allah Teâlâ’ya) onun kitabı olan Kur’an’ı Kerim’e (ve Peygamberine) Yüce Resülü’nün sünneti seniyesine (arzediniz) şüphenizi, ihtilâfınızı o sayede hâlleyleyiniz, İslâm birliğini bozacak ihtilâflardan kaçınınız, (o) ihtilâf ettiğiniz meseleyi Cenâb-ı Hak’ka ve onun resûlüne arzetmeniz, sizin için (hem bir hayırdır) en iyi bir yoldur (ve hem de) haddızatında (netice itibariyle) de (daha güzeldir) haddızatında tam mânâsıyla güzel olan, böyle hareket etmektir.
§ Bu âyeti kerime, dinin esaslarını teşkil eden kitap ile peygamberin sünnetine, icmai ümmet ile kıyası fukahaya riâyetin lüzumunu içine almış bulunmaktadır. Çünkü bir meseleyi Cenâb-ı Hak’ka arzetmek, Kur’an-ı Kerim’e başvurmak suretiyle olur. Yüce Peygambere arzetmek de onun yüce sünnetlerine riâyet etmekle meydana gelir. Yönetici olan, içtihat makamına ulamış bulunan zatların reylerine müracaat da icmai ümmete ittiba suretiyle mümkün bulunur. Halledilmeyip kendisine ihtilâf vâki olan bir meseleyi kitap ile peygamberin sünnetine arzetmek ise bunlardaki açık olan hükümler, kendisine kıyas edilen olarak kabul edilmek suretiyle olur. Zira o ihtilâf edilen meselenin hükmü, kitap ve sünnet ile açıkça beyan buyurulmuş olsa artık onlar da öyle ihtilâfa mahal kalmaz.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem efendimiz, Halit İbni Velid’i -Radiallahü anhu- bir askerî kıtaya emir tayin ederek bir kabile üzerine göndermişti. Bundan haberdar olan kabile halkı, firar etmiş, yalnız bir şahıs, kaçmamış, İslâm askerî kıt’aları arasında bulunan “Ammar İbni Yâsir’e müracaat etmiş, “ben müslümanlığı kabul ettim, artık bu beni kurtarmaya kâfi midir?.” diye sormuş, Ammar da ona teminat vermiş, onu emanî altına almıştı. Fakat Hz. Halit, o kabilenin yurduna girince bu mülteci olan şahsın mallarına el koymuştu. Ammar ise kendisine müracaat ederek o şahısa müslüman olduğu için amân verdiğini söyledi. Halit İbni Velit ise: Ben emir bulunuyorum, ben onun malına el koyabilirim, bana söylemeden sen kendi başına nasıl amân veriyorsun, sen bana karışamazsın diye söylendi. Bu suretle aralarında bir ihtilâf meydana geldi. Keyfiyeti gidip Rasûlü Ekrem’e arzettiler, Yüce Peygamber efendimiz de Ammar’ın verdiği amân’ın câiz olduğunu bildirdi. Bununla beraber bir daha emire müracaat etmeksizin kendi kendine söz vermemesini Ammar’a ihtar buyurdu. Bu hâdise üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, yöneticilere itaatin gereğini göstermiştir.
60. Sana indirilmiş olana ve senden evvel indirilmiş bulunana imân ettiklerini iddia edenlere bakmadın mı ki, onlar Tagut’un huzurunda muhakeme olmayı isterler. Halbuki onu inkâr etmekle memur bulunmuşlardı. O şeytan ise onları doğru yoldan pek uzak bir sapıklıkla dalâlete düşürmek ister.
60. Bu mübârek âyetler, bir kısım münafıkların gerçeğe aykırı iddialarını, uğursuz hareketlerini, haktan nasıl kaçınıp şeytanlara nasıl tabi olduklarını ve bunların hakkında yapılacak hayırlı hikmetli ihtarlar! bildirmektedir. Şöyle ki: Habibim!. Ne kadar şaşılacak bir haldir!, (sana indirilmiş olana) Kur’an’ı Kerim’e (ve senden evvel indirilmiş bulunana) Tevrat’a ve İncil’e (imân ettiklerini iddia edenlere) sözle böyle bir iddiada bulunanlara (bakmadınmı ki) onlar bu iddialarına aykırı hareketlerden kendilerini alamıyorlar, onlar dindar olduklarını iddia ettikleri halde (Tagutun) şeytanın, şeytan tabiatında bulunan Keab İbni Eşref gibi kimselerin (huzurunda muhakeme olmayı isterler) hakkın ortaya çıkmasını arzu etmezler, (halbuki) onlar (onu) Tagut’u; şeytanı, bâtıla değer veren herhangi bir şahsı (inkâr etmekle memur) Allah tarafından o imân ettiklerini iddia eyledikleri kitaplar vasıtasıyla emir edilmiş (bulunmuşlardı) artık buna nasıl muhalefette bulunuyorlar? Bu hareketleri ile iddiaları arasındaki çelişkiyi görmüyorlar mı?. Ne kadar şaşılacak bir ruhî sapıklık! (o şeytan ise) o hükmüne başvurmak istedikleri bozguncu şahsiyet ise (onları) doğru yoldan (pek uzak) hidâyete dönmeyi imkânsız kılacak (bir sapıklıkla dalâlete) doğru yoldan mahrumiyete (düşürmek ister) o halde ona nasıl başvurmaya cür’et edebiliyorlar?.
61. Onlara Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğuna ve Peygambere geliniz denildiği vakit de o münâfıkları görürsün ki, senden kaçındıkça kaçınıyorlar…
61. (Onlara) O Tagut’u hakem kılmak isteyenlere her kim tarafından (Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğuna) hikmet dolu Kur’an’ı Kerim’e (ve) Allah tarafından gönderilmiş ve kendisine itaat edilmesi kesin bir dinî vazife bulunmuş olan (Peygamber’e) peygamberlerin en mükemmeli olan Hz. Muhammed’e (geliniz) bütün davalarınızı onlara arzediniz, o sayede cehaletten kurtularak İlim şerefine nâil olunuz (denildiği vakitte o münâfıkları görürsün ki) bu yüce hayre ihtarı kabul etmiyorlar, (senden kaçındıkça kaçınıyorlar) senden son derece yüz çevirerek yine şeytanlara müracaat etmek isterler. Cenab’ı Hak’kın kutsî hükümleri dururken dinsizlerin, münafıkların hükümlerine sarılmak alçaklığında bulunurlar.
62. Ya onlara kendi ellerinin evvelce yaptığı şey sebebiyle bir müsibet isabet ettiği zaman halleri nasıl olacak? Sonra da sana gelirler, biz başka değil, ancak iyilik etmek ve ara bulmak istedik diye Allah Teâlâ’ya yemin ederler.
62. (Ya onlara) o münafıklara, o hak sözü kabulden yüz çevirenlere (kendi ellerinin) kendi şahısların ın (evvelce yaptığı şey) Tagut’un hükmüne müracaat gibi Rasûlullah’ın hükmüne rıza göstermemek gibi bir cür’et (sebebiyle bir müsibet) bir ceza, bir felâket (isabet ettiği zaman) halleri (nasıl olacak?.) Artık onlar bu musibetten kurtulmaya kâdir olabilecekler mi?. Ne gezer!. Onlar (sonra da) böyle bir musibete düştükleri zaman da (sana gelirler) yaptıkları fenalıklardan dolayı özür dilemeye (bîz başka değil) Senden başkasının muhakemesine müracaat etmekle (ancak iyilik etmek) sulh yapmak (ve ara bulmak) iki hasının arasını bulup barıştırmak (istedik) yoksa sana muhalefette bulunmak işlemedik, bizi tenkit buyurma (diye Allah Teâlâ’ya yemin ederler) böyle bir yalan yere yemin etmekten çekinmezler.
63. Onlar o kimselerdir ki, Allah Teâlâ onların kalplerinde ne olduğunu bilir. Artık onlardan çekin ve onlara öğüt ver ve onlara nefisleri hakkında tesirli söz söyle.
63. (Onlar) böyle yalan söyleyen münâfıklar (o kimselerdir ki) onların kalplerindekiler Allah katında gizli değildir. (Allah Teâlâ onların kalplerinde) nifak adına, İslâmiyet’e ve müslümanlara karşı kin ve düşmanlık adına (ne olduğunu bilir) her ne kadar onu gizlemeye çalışsalar da, yalan yere yemin edip özür dilseler de (artık) Habibim!. Sen olgunluk göster (onlardan çekin) onları azarlama, onları cezalandırmaktan menfaat gereği vazgeç veya onların ileri sürdükleri mazeretleri kabul etme (ve onlara öğüt ver) onları nifaktan alıkoyacak nasihatlarda bulun, onları Cenab’ı Hak’kın, köklerini kazıyacak azabından korkut (ve onlara nefisleri hakkında) nefislerinin ıslahı hususunda veya onlara başkalarının yanında değil, yalnız kendilerine gizlice (müessir) kalplerinde tesir edecek şekilde (söz söyle) tâki ondan faydalanabilsinler, gafletten uyansınlar, ilâhî azaptan korksunlar, ayrılık ve nifaktan vazgeçsinler. Aksi takdirde uğrayacakları ilâhî azaba hazırlansınlar.
§ Bu âyeti kerime, Rasûlü Ekrem efendimizin edebî ifade gücüne, etkili, nazik, hikmetli va’z ve irşada sâhip olduğunu göstermektedir.
§ Rivâyete göre münâfıklardan bir kimse, Yahudilerden biriyle bir hususta çekişmede bulunmuşlar. Yahudi demiş ki, aramızdaki çekişmeyi hal için Ebul Kaşıma, yani Rasûlü Ekrem’e müracaat edelim: Münâfık da Yahudilerin âlimlerinden olan Keab ibnil Eşref e müracaat etmelerini istemiş. Keab ise rüşvet almaya çok düşkün imiş. Yahudi ise Rasûlü Ekrem’in rüşvete asla iltifat etmeyip hak ile hükmedeceğini bildiğinden her halde Rasûlullah’a müracaat edilmesinde israr etmiş, nihayet Hz. Peygamber’e gidip keyfiyeti anlatmışlar. Yüce Peygamberimiz Yahudi lehine hükmetmiş, münâfık bu hükme razı olmamış, Hz. Ebu Bekire müracaat etmişler, o da Yahudi lehine hükmeylemiş, münâfık yine razı olmamış, Hz. Ömer’e müracaat etmelerini istemiş, sonunda ona müracaatta bulunmuşlar. Yahudi haber vermiş, biz Hz. Muhammed’e ve Hz. Ebu Bekir’e müracaat ettik, benim lehime hükmettiler, bu hasmım onların hükmüne razı olmadı, sana müracaat etmemizi istedi. Demiş, Hz. Ömer de o münafığa hitaben: Öyle mi?, diye sormuş, o da evet öyle oldu demiş, bunun üzerine Hz. Ömer, biraz sabredin, burada durun, ben şimdi gelirim diye söylemiş, gidip kılıcını kuşanarak bunların yanına gelmiş, “Allah Teâlâ’nın ve Resûlünün hükmüne razı olmayanın cezası budur” diye kılıcı ile münafığın boynunu uçurmuştur. Münafığın ailesi Hz. Peygambere gelerek Hz. Ömer’den şikâyet etmişler Rasûlü Ekrem de durumu sormuş, Hz. Ömer de: Ya Rasûlüllah!. O münâfık senin hükmüne razı olmadığı için bu cezaya lâyık olmuştu, demiş. Bu konuşmayı müteakîb de Cibril Emin gelmiş, Ömer, Faruktur, hak ile bâtılın arasını ayırmıştır, diye lehinde şahitlikte bulunmuş, bunun üzerine Rasûlü Ekrem de: Ya Ömer!. Sen Faruksun, diye buyurmuştur. İşte bu mübârek âyetler bu hâdise üzerine nâzil olmuştur. Bu halde Tagut’dan maksat, Keab ibnil Eşreftir. Münâfık, öyle şeytan tabiat bir şahsın muhakemesini İs tefsirler de daha başka sebepler de gösterilmiştir. Bilgi Allah katındadır:
64. Bîz hiçbir Peygamber göndermedik. Ancak Allah Teâlâ’nın izniyle itaat edilmesi için gönderdik. Ve eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah Teâlâ’dan mağfiret isteseydiler ve onlara Peygamber de istiğfarda bulunsaydı elbette Allah Teâlâ’yı tövbeleri çok kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı.
64. Bu mübârek âyetler, insanlığı irşad için Rasûlullah’a itaat ve teslimiyetin lüzumunu, istiğfarın ehemmiyetini ve hakikî imânın ne şekilde meydana geleceğini göstermektedir. Şöyle ki: (bîz) insanlık muhitine abes yere (hiçbir Peygamber göndermedik) onların gönderilmesi büyük bir fayda ve hikmete dayanmaktadır. Evet… Her peygamberi (ancak Allah Teâlâ’nın izniyle) ilâhî iradesiyle (itaat edilmesi) emirlerine riâyet, kendisine muhalefetten sakınılması (için gönderdik) artık onun emirlerine, hükümlerine razı olup muhalefette bulunmamak gerekir. (Ve eğer onlar) Allah Teâlâ’nın ve Resûlünün hükmünü bırakıp da mahkemeleşmek için başkalarına müracaat etmek isteyenler, böyle (nefislerine zulmettikleri zaman) bu hareketlerinden dolayı nâdim ve pişman olup Habibim!, (sana gelselerde) özür beyanında, kusurlarını itirafta bulunarak tövbe ve ihlâs ile (Allah Teâlâ’dan mağfiret isteseydiler) günahlarının yarlıganmasını niyâz eylesler (ve onlara Peygamber de) hükmüne razı olmadıkları Hz. Muhammed’de affedici bir şekilde hareket ederek kendileri için (istiğfarda bulunsa idî) onun günahlarının af ve örtülmesi hakkında şefaat etse idi (elbette Allah Teâlâ’yı) o yapılan (tövbeleri çok kabul edici) ve onların haklarında (çok esirgeyici) çokça merhamet buyurucu (bulacaklardı) çünkü Cenâb-ı Hak, çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
65. Hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarındaki çekişmede seni hakem tayin etmedikçe, sonra da hükmedeceğin şeyden dolayı nefislerinde bir sıkıntı bulmaksızın ve tam bir teslimiyet ile teslim olmadıkça imân etmiş olmazlar.
65. (Hayır) onların imân iddiaları doğru değil, (Rabbine andolsun ki onlar) o iddia edenler (aralarındaki anlaşmazlıkta) ihtilâfa düştükleri hususta (seni hakem tayin etmedikçe) senin zaten Allah tarafından hakim bulunduğunu bilip senin hükmüne baş vurmadıkça (sonra da) senin (hükmedeceğin şeyden dolayı) itaat ve teslimiyet gösterip (nefislerinde) kendi içlerinde (bir sıkıntı) bir ıstırap, bir hoşnutsuzluk (bulmaksızın ve) zahiren ve batınen (tam bir teslimiyet ile) hükmüne (teslim olmadıkça) hakikî şekilde (imân etmiş olmazlar) çünki Rasûlullah’ın hükmüne razı olmamak, Allah’ın hükmüne razı olmamayı gerektirir. Böyle bir rıza göstermemek ise bir isyandır, bir inkârdır, imâna aykırı, cahilce bir harekettir.
§ Bir rivayete göre bu mübârek âyetlerde Rasûlullah’ın hükmüne razı olmayan münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. Diğer bir rivayete göre de Hz. Zübeyr ile Hatib bini Belten hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Zübeyr bini Avvem Hazretlerinin hurmalığı yanı başından bir su ceryan edermiş, bahçesi uzakta bulunan Hatib de bu sudan bahçesini sulamak istemiş, Hz. Zübeyr razı olmamış, keyfiyeti Rasûlü Ekrem’e arzetmişler. Yüce Peygamber Hazretleri de: “Ya Zübeyr!. Sen hurmalığını suladıktan sonra suyu komşuna bırak” diye buyurmuş. Hatib bu peygamberin tavsiyesinden hoşnut olmamış, Rasûlullah’a hitaben: “Zübeyr hatanın oğlu olduğu için onu kayırdın” diye kötü zanda bulunmuş, bunun üzerine Rasûlü Ekrem de Zübeyr’e hitaben: “Ya Zübeyr!. Hurmalığını tamamen sulamak için suyu duvarlara çıkıncaya kadar tut, yani: Hurmalığını tamamen sıvarıncaya kadar suyu salıvermemeğe hakkın vardır, ondan sonra bırakırsın” diye emir etmişti. Çünkü suyun kaynağı, Hz. Zübeyrin hurmalığı yanında olduğundan o hurmalığı tamamen sulamadıkça suyu aşağıya bırakması icâbetmezdi. Halbuki, Rasûlüllah Efendimiz, hurmalığın zaruri olan yeri suladıktan sora suyun aşağıya bırakılmasını özel bir lûtuf olmak üzere tavsiye etmiş bulunuyordu. Ensardan olan hatip, bu musamahayı, bu lütfu takdir edemeyip edebe aykırı, bir kötü zanda bulunmuş idi. Bunun üzerine bu mübârek âyetler nâzil olmuş, peygamber emrine riâyet etmemenin İslâm âdetine muhalif bulunduğu ihtar olunmuştur.
66. Eğer onların üzerine nefislerinizi ö ldürünüz veya yurtlarınızdan çıkınız diye yazsaydık bunu onlardan birazı müstesnâ olmak üzere yapmazlardı. Ve eğer onlar kendisiyle öğüt verildikleri şeyi yapsa idiler elbette onlar için hayırlı ve devamlı olmak itibariyle daha sağlam olurdu.
66. Bu mübârek âyetler, münâfık tabiatlı insanların Allah’ın emirlerine muhalif hareketlerde bulunacaklarını, halbuki, o kutsî emirlere uyma neticesinde nice nimetlerin, saâdetlerin meydna geleceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (eğer) biz (onların) o münâfıklar topluluğunun (üzerine) tövbelerinin kabulü için (nefislerinizi ö ldürünüz) intihar ediniz (veya yurtlarınızdan çıkınız diye yazsaydık) onlara böyle bir emîrde bulunsa idik, nitekim vaktiyle İsrail oğullarından bir kısmı tövbelerinin kabulü için kendilerini ö ldürmekle, bir kısmı da Mısır’dan çıkmakla mükellef bulunmuşlardı. Halbuki bu münafıklara böyle bir ilâhî emir bir dinî görev verilse idi (bunu) bu emri, bu vecibeyi (onlardan birazı) aralarında bulunan halis mü’minler (müstesnâ olmak üzere) çoğu (yapmazlardı) ne kendilerini ö ldürürlerdi, ne de yurtlarından çıkmak isterlerdi, (ve eğer onlar kendisiyle Öğüt verildikleri şeyi) Haklarında bir hayr-isterlik eseri, bir günahkârlıktan kurtulma vesilesi olan kendini ö ldürmek gibi, yurttan hicret gibi Rasûlullah’a itaat gibi bir vazifeyi (yapsa idiler elbette onlar için) şahısları hakkında da dünyada da, âhirette de (hayırlı) olurdu, (ve devamlı olmak itibariyle) de imanlarının gerçekleşmesi devam ve kararlılığı bakımından da (daha sağlam olurdu) daha metin bulunurdu.
§ Rivayete göre bu âyeti kerime nâzil olunca Hz. Ömer ile Ammar İbni Yasir ve Abdullah bin Mesut ile eshabı kiramdan daha bir grup demişler ki: Vallahi eğer bize bu emredilseydi, elbette yapardık. O Allah Teâlâ’ya hamdolsun ki, bizi bundan af buyurmuş. Bu zatların bu samimi sözlerinden Rasûlü Ekrem Hazretleri haberdar olunca buyurmuş ki: Şüphesiz benim ümmetimden öyle adamlar vardır ki, onların kalplerindeki İman, en sabit dağlardan daha fazla kararlı bulunmaktadır…
67. Ve o zaman elbette onlara tarafımızdan pek büyük bir mükâfat da verirdik.
67. (Ve o zaman) onlar imânlarında öyle kararlı bulundukları vakit (elbette onlara tarafımızdan) Allah katından (pek büyük bir mükâfat da) yani cennete kavuşmak gibi bir nimet de (verirdik) ihsan buyururduk…
68. Ve onları elbette bir doğru yola iletirdik.
68. (Ve onları elbette) şüphe yok ki (bir doğru yola hidâyet ederdik) o yolu takib etmekle bereketli cennetlere kavuşurlardı, kendilerine gayıp kapıları açıhrdı. Nice tecellilere kavuşurlardı. İşte Cenâb-ı Hak’ka ve Yüce Peygamber’e itaatin pek yüce, eşsiz mükâfatı…
69. Ve her kim Allah Teâlâ’ya ve Peygambere itaat ederse işte onlar. Allah Teâlâ’nın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler ile ve sıddıklar ile ve şehitler ile ve salih zatlar ile beraberdirler. Onlar ise ne güzel arkadaşlardır…
69. Bu mübârek âyetler, Hak Teâlâya ve Yüce Peygambere itaatin pek büyük faidelerini bildirmekte bütün insanlığı bu itaate teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenâbı Hak’kın ve Yüce Peygamber’in hükmüne nasıl râzı olamıyorlar!. (Ve) halbuki (her kim Allah Teâlâ’ya ve Peygambere) emrettikleri ve yasakladıkları hususlarda (itaat ederse) tam ve mükemmel bir teslimiyet ve bağlılıkta bulunursa (işte onlar) böyle itaatkâr olan zatlar (Allah Teâlâ’nın kendilerine lûtuf larda bulunduğu peygamberler ile) nübüvvet ve risâlete sâhip bulunan yüce zatlar ile beraberdirler, (ve sıddıklar ile) sözlerinde, özlerinde, inançlarında tam bir sedâkate sâhip, yüce peygamberleri herkesten evvel tasdik eden Hz. Ebubekir i Sıddık gibi ümmetin seçkinleri ile beraberdirler (ve şehitler ile) hak dininin doğruluğu ve yüceliğine hüccet ve delil getirerek şâhitlik eden ve hak yolunda cihat meydanlarına atılarak Allah’ın dinini yüceltmek için canlarını cömertçe veren mücahitler ile beraberdirler (ve salih zatlar ile) ömürlerini Hak Teâlâ’nın itaatine, mallarını Allah rızâsını kazanmak için sarfetmiş, iyilikleri kötülüklerine galip bulunmuş olan fedâkâr zatlar ile (beraberdirler) dâima onlara yakın olurlar, onların iltifatlarına mazhar bulunurlar, istedikleri zaman ebediyet âleminde o gibi kutsal zatları ziyârete muvaffak olup onlara bağlanmış olmak şerefini elde ederler. (Onlar ise) O Yüce Peygamberler ile o diğer seçkin zevat ise (ne güzel arkadaşlardır.) onların arkadaşlığında bulunmak insan için ne güzel, ne gıpte edilecek bir muvaffakiyettir. Cenâb-ı Hak cümlemize nasip buyursun âmin…
70. İşte bu lûtuf Allah Teâlâ’dandır. Ve Hak Teâlâ hakkıyla bilici olarak kâfidir.
70. (İşte bu lûtuf) Allah Teâlâ’ya ve Peygamber’e itaat edenler için takdir edilmiş olan bu mükâfat, öyle bir kısım büyüklerin arkadaşlığına kavuşmak şerefi (Allah Teâlâ’dandır) sırf onun bir lûtuf ve ihsanıdır, bir ilâhî ikramıdır, başkası tarafından değildir. (Ve Hak Teâlâ hakkıyla bilici olarak kâfidir) o Yüce mâbud, herkesin hak ettiğini, lâyık olduğu lûtuf ve ihsânının derecesini hakkıyla bilir ve herkese dilediği lütufta bulunmaya kudreti fazlasıyla yeterlidir.
§ Rivâyete göre Rasûlü Ekrem efendimizin azadlısı olan “Sevban” Radiyallahu anh: Peygamber efendimize karşı pek fazla bir muhabbet ile duygu dolu bulunmakta idi. Ondan ayrılmağa pek az sabredebilirdi. Bir gün rengi değişmiş, vücudu zayıf lâmiş bir halde peygamberin huzuruna gelmişti. Peygamber efendimiz onun bu üzüntülü vaziyetini görünce sebebini sormuş, o da şöyle demişti: Ya Rasûlüllah!. Benim bir hastalığım, ve ağrım yok, fakat senin ayrılığına dayanamıyorum, huzuru saadetine gelmedikçe üzüntümü teskin edemiyorum, sonra âhiret hayatını düşünüyorum, korkuyorum ki, zatı alinizi göremiyeceğim, çünki sizin peygamberlik mertebeniz pek yücedir, ben cennete girsem de benim mertebem aşağı olduğundan size kavuşmuş olamıyacağımdan korkuyorum, ve eğer cennete giremezsem seni ebediyyen göremem. İşte Sevban hazretlerinin bu pek samimî endişesini gidermek için bu mübârek âyetler nâzil olmuş, onu teselli etmiştir. Demek ki: Ümmetin fertleri ile Yüce Peygamberlerin dereceleri eşit değilse de onlara tabi, itaatkâr olan zatlar cennet âleminde onlarla vakit vakit görüşecek onlar ile birlikte sohbet etmek şerefine nâil bulunacaklardır. Ne büyük bir mazhariyet!.
71. Ey imân edenler! İhtiyat tedbirinizi alın da bölük bölük halinde çıkınız veya hep birden seferber olunuz.
71. Bu mübârek âyetler, İslâm kuvvetlerinin düşmana karşı ne gibi vaziyetler alabileceklerini ve onların galibiyet ve mağlûbiyet hallerinde münafıkların ruhî durumlarını bildirmektedir. Hak yolunda cihâda atılanlara da herhalde büyük mükâfatlara nâil olacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ey imân edenler) mü’min olduklarını (ikrarda bulunanlar!.) siz düşmanlarınıza karşı uyanık bulununuz, (ihtiyat tedbirinizi alın da) onlar ile savaşta bulunmak için ya (bölük bölük halinde) cihad meydanına (çıkınız) nihâyet yirmişer kişinin üstünde bulunan birer erkek takımı halinde savaş meydanına atılınız (veya hep birden) bir toplu savaş gücü halinde (seferber olunuz) düşman için savaş meydanına çıkınız. Demek ki, diğer hayır işleri hususunda da ehli İslâm’ın, durumun gereğine göre böyle parça parça ve toplu şekilde çalışmaları lâzımdır.
72. Ve şüphesiz sizden öyle kimse vardır ki, elbette ağır davranacaktır. Eğer size bir musîbet isâbet ederse “muhakkak Allah Teâlâ bana lütfetti, çünki onlar ile beraber hazır bulunmadım” der.
72. (Ve) Ey İslâm mücahitler!!, (şüphesiz sizden) soy ve sop itibariyle ve görünürde müslümanlık iddiasiyle sizden sayılıp aranızda bulunan (öyle) münâfık (kimse vardır ki, elbette ağır davranacaktır) savaştan geri kalacak, tembellik gösterip duracaktır. (Eğer size) ö ldürülme gibi, yenilgi gibi (bir musîbet isâbet ederse) o münâfık sevinecek ve (muhakkak Allah Teâlâ bana lütfetti) beni korudu (çünkî onlar ile) o musibete uğrayan İslâm mücâhitleri ile (beraber) harp meydanında (hazır bulunmadım, der) eğer ben de hazır bulunsa idim öyle bir musîbete uğramış olacaktım diye sevinç gösterir.
73. Ve yemin olsun ki, eğer size Allah tarafından bir lûtuf nasib olursa, sanki sizinle onun arasında hiçbir tanışıklık yok imiş gibi “ne olurdu ben de onlar ile beraber olsaydım da büyük bir ganimete nâil olsa idim” diyecektir.
73. (Ve yemin olsun ki) kesin bir durumdur ki, (eğer size) Ey hakikî mü’minler!. (Allah tarafından) onun yüce takdirinin eseri olarak (bir fazl) bir ganîmet, bir fetih ve zafer (nasib olursa) o münâfık, kaçırdığı dünyevî amaçlarından dolayı nâdim ve pişman olarak (sanki sizinle onun arasında) bir dostluk, bir tanışıklık, bir cemiyet halinde yaşamak ve (hiçbir tanışkanlık yok imiş gibi) vaktiyle sizinle teşriki mesâide bulunmayıp şimdi sırf dünyevî bir menfaat için (ne olurdu ben de onlar ile beraber olsa idim) o İslâm erleriyle beraber savaşa iştirâk etse idim (de) şimdi ben de onlar gibi (büyük bir ganimete nâil olsa idim) ben de ganîmet mallarından bir hisse alsa idim (diyecektir) ne yanlış bir düşünce, ne fena bir ihtiras!.
74. Artık dünya hayatını âhiret karşılığında salacak olanlar, Allah yolunda savaşa atılsınlar ve her kim Allah yolunda savaşta bulunur da ö ldürülürse veya galip gelirse ona elbette büyük bir mükâfat vereceğiz…
74. (Artık dünya hayatını) dünya varlığını, dünyanın fâni servet ve zenginliğini (âhiret mukabilinde) uhrevî, ebedî mükâfat uğrunda (salacak) feda edecek (olanlar) hakikî mü’minler mücahitler!. (Allah yolunda) Cenâb-ı Hak’kın dinini yüceltmek maksadıyle (savaşa atılsınlar) Ebedî bir saadete kavuşmak için nefislerini hak yolunda feda etmekten çekinmesinler. (ve her kim Allah yolunda savaşta bulunur da ö ldürülürse) öyle yüce bir gaye uğrunda şehit düşerse (veya) düşmana karşı muzaffer olup (galip gelirse) her iki halde de (ona büyük bir mükâfat vereceğiz) öyle bir mücahit, niyetindeki yüceliğin meyvesini her halde görecektir. Artık her İslâm mücâhidi için lâzımdır ki Allah’ın dinini yüceltmek için harp meydanında kararlı olsun, galibiyet halinde de, mağlûbiyet halinde de yine güzel niyetine göre mükâfat göreceğini düşünerek kahramanlığında devam etsin. Fâni bir hayatı, uhrevî, ebedî mükâfatlar karşılığında feda etmek, bir zarar değil, en büyük bir muvaffakiyettir. Artık bir münâfığın böyle bir fedakârlıkta bulunmayıp da hayatını geçici bir zaman için kurtarmış olması, öyle iddiası gibi hakkında bir ilâhî lûtuf değildir. Belki öyle ebedî bir mükâfata lâyık olmadığının geçici bir neticesidir.
75. Ve sizin için ne var ki, Allah Teâlâ’nın yolunda ve erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaafa düşürülmüş olan bir takım biçareler uğrunda savaşta bulunmayasınız? Onlar ki: Ey Rabbimiz! Bizi şu ahalisi zâlim olan şehirden çıkar ve bizim için kendi tarafından bir koruyucu gönder ve bizim için kendi katından bir yardımcı tâyin buyur diye niyâz etmektedirler.
75. Bu âyeti kerime, Allah yolunda, İslâm cemiyetinin selâmeti uğrunda, ehli İslâm’ı din düşmanlarının zulmünden kurtarmak gâyesiyle cihat sahasına atılmanın bir dinî görev olduğunu şöylece bildirmektedir. (Ve) Ey müslümanlar!. Ey cihat ile mükellef olan zatlar! (sizin için ne var ki) Ne gibi bir mâni bulunur ki, (Allah Teâlâ’nın yolunda) Cenab’ı Hak’kın dinini yüceltmek hususunda savaştan çekinesiniz? (Ve) müslüman (erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan) olup peygamberin hicretinden sonra Mekke’i Mükerreme’de kalmış, oradaki müşrikler tarafından hırpalanarak (zaafa düşürümüş olan bir takım biçâreler uğrunda) onları o zulümden kurtarmak için (savaşta bulunmayasınız). O din kardeşlerinizi esaretten kurtarmaya çalışmayasınız. (Onlar ki) O çaresiz din kardeşleriniz ki: (Ey Rabbimiz!. Bizi şu ahalisi zalim olan şehirden) henüz fethedilmeyip müşriklerin yönetiminde bulunan Mekke’i Mükerreme beldesinden (çıkar) bizi İslâm yurduna hicrete muvaffak kıl (ve bizim için kendi tarafından) kendi ilâhî katından koruyucu (bir koruyucu) bir yönetici, işlerimizi üstlenecek bir vali, bir âdil âmir (gönder) bizleri böyle bir zâtın idaresine kavuştur (ve bizim için kendi katından) bir özel lûtuf olarak (bir yardımcı tayin buyur) bizi o zalim ahalinin esâretinden kurtarsın, (diye niyâz etmektedirler) Artık o gibi zulma mâruz olan, Allah’ın lütfuna sığınan ehli İmanın imdadına koşmak bir görev olmaz mı?, İşte bu zulma uğramış zavallı müslümanların bu niyazları Allah katında kabul olmuş, bunlardan bir kısmı az sonra Medine’i Münevvere’ye hicret edebilmiş, daha sonra da İslâm ordusu Mekke’i Mükerreme’yi fethederek oradaki müslümanlara eshabı kiramdan “Attab İbni üseyd” gibi adâletli bir vali tayin olunmuştur.
76. Îmân etmiş olanlar. Allah Teâlâ’nın yolunda savaşta bulunurlar. Kâfir olanlar da şeytanın yolunda harp ederler. Artık o şeytanın dostlarını ö ldürünüz. Şüphe yok ki, Şeytanın hilekârlığı zayıftır.
76. Bu âyeti kerime, müslümanların ne kadar yüce bir maksada hizmet için cihatta bulunduklarını, diğer kimselerin ise pek âdi ihtiraslar sebebiyle harbe atıldıklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (imân etmiş) İslâm dinini kabul eylemiş (olanlar) şahsî menfaatleri için değil, sırf (Allah Teâlâ’nın yolunda) ona itaat uğrunda, onun mübârek dinini doğu ve batıya yaymak gâyesiyle (muharebede bulunurlar) bütün insanlığın selâmet ve hidâyetini arzu ederler. (Kâfir olanlar) dinî terbiyeden mahrum bulunanlar (da şeytanın yolunda) şeytana itaat için (harp ederler) onların arzuları şahsî menfaatlarını teminden, insanlığa hükmetmekten başka değildir. (Artık) Ey mü’minler!, (o şeytanın dostlarını,) o melûna tâbi olan topluluğu, o dinsizler alayını (ö ldürünüz) onlar ile savaştan çekinmeyiniz, onların maddî kuvvetleri sizi aldatmasın, onların dostu, yardımcısı şeytandır, siz mü’minlerin dostu, yardımcısı ise Yüce Allah’tır, (şüphe yok ki, şeytanın hilekârlığı) onun mü’minlere karşı tuzağı, hilesi, Cenab’ı Hak’kın ehli imân hakkındaki yardımına ve din düşmanlarını kahır ve helâk etmesine göre pek (zayıftır) pek ehemmiyetsizdir. Artık şeytanın hile ve tuzağına kıymet vererek onun dostlarından kormayınız, her halde Hak Teâlâ’ya itimat ederek ve sığınarak ondan yardım ve zafer bekleyiniz.
77. O kimseleri görmez misin ki, onlara: Ellerinizi çekiniz ve namaz kılınız, zekât veriniz denilmişti. Vaktaki üzerlerine cihat yazıldı, o zaman içlerinden bir takımı. Allah Teâlâ’dan korkarcasına veya daha fazla insanlardan korkar oldular. Ve onlara: Ey Rabbimiz! “Ne için üzerimize cihadı yazdın? Ne olurdu bizi yakın bir müddete kadar tehir etseydin” dediler. De ki: Dünyanın faidesi pek azdır, âhiret ise takva sahibi olanlar için elbette hayırlıdır. Ve siz kıl kadar zulme uğramayacaksınızdır.
77. Bu âyeti kerime, vaktiyle cihâdî istedikleri halde daha sonra bunun farz kılınması üzerine dünya menfaatini düşünerek cihattan memnun kalmayanların ruhî durumlarını bildirmekte ve tüm ehli İslâm’ı şöylece teselli etmektedir. Habibim!. (O kimseleri görmez misin) onların garip hallerine, temennilerine bakmaz mısın (ki) peygamber tarafından (onlara: Ellerinizi çekiniz) kâfirler ile savaşmayınız, kabîleler arasındaki câhiliyet savaşına kalkışmayınız, sabır ediniz (ve namaz kılınız) üzerinize düşen namaz farizesini lâikiyle ifâya çalışınız (ve zekât veriniz denilmişti) onlar ise öyle savaş arusunda bulunmuşlar iken (Vaktaki üzerlerine cihat yazıldı) kâfirler ile cihatta bulunmaları kendilerine farz kılındı (o zaman içlerinden bir takımı) fikirlerini değiştirdiler (Allah Teâlâ’dan korkarcasına veya) Allah korkusundan (daha ziyâde) olarak (insanlardan) kendileriyle savaşa memur oldukları kimselerden (korkar oldular ve) sonra da (onlar) ölüm korkusu ile (Ey Rabbimiz!. Ne için üzerimize cihadı yazdın) farz kıldın (ne olurdu bizi yakın bir müddete kadar) öleceğimiz âna değin (tehir etseydin) bizi terkedip cihat ile görevli kılmasaydın (dediler) Resûlüm!. Onlara (de ki: Dünyanın faidesi) dünya hayatı, dünya malı haddızatında (pek azdır) çabuk yok olucudur. Ne için bunu düşünerek ebedî selâmet ve saadeti temennî etmiyorsunuz?. (âhiret ise) Onun sevâbı olan cennet ve Allah’ın cemâline bakmak ise (takvâ sâhibi olanlar için) Cenab’ı Hak’kın azâbından sakınıp hükümlerine riayetkâr olan her zat için (elbette hayırlıdır) artık öyle yüce bir gaye takib edilmez mi? (ve siz kıl kadar) en ufak bir miktarda bile (zulme uğramayacaksınızdır.) hak yolundaki çalışmanızdan dolayı lâik olduğunuz mükâfata kavuşacaksınız, amellerinizden hiçbir zerre eksiltilmeyecektir. Binaenaleyh cihat uğrundaki mesâinizin ebedî mükâfatını da göreceksiniz. Artık böyle saadete vesile olan bir vazîfe teşekkür edilerek üstlenilmez mi?.
§ Rivâyete göre eshâbı kiramdan Abdurrahman İbni Avf, Mikdâd İbnül Esvet Gudame bini Mezun ve Sad İbni Ebi Vakkas Radiallahü Teâlâ anhüm gibi bir grup Medine’i Münevvere’ye hicret etmeden evvel müşriklerden birçok eziyetlere mâruz kalmışlardı. Hz. Peygambere müracaat ederek: Ya Rasûlüllah!. Bize izin ver de o müşrikler ile savaşta bulunalım, çünki onlar bize birçok ezâ ve cefada bulunuyorlar, demişlerdi. Rasûlü Ekrem sallallahü aleyhi vesellem de onlara buyurmuştu ki: O müşriklerden ellerinizi çekiniz, ben onlar ile savaşa henüz izinli değilim. Vaktaki daha sonra cihat farz oldu, onu temenni edenlerden bazıları: Keşke cihat bize farz olmasaydı, demişler, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Maamafih daha kuvvetli bir ihtimale göre bu âyeti kerime, vaktiyle cihadı samimiyetsiz bir biçimde temennî eden, daha sonra cihat farz olunca canlarını düşünüp hak yolunda cihattan kaçınan münâfıklar hakkında inmiştir.
78. Her nerede olsanız, size ölüm yetişir, velevki, tahkim edilmiş yüksek kuleler içinde bulunmuş olunuz. Ve eğer onlara bir güzellik dokunursa derler ki: Bu Allah Teâlâ tarafındandır. Ve eğer onlara bir kötülük isabet ederse: Bu senin tarafındandır derler. De ki: Hepsi de Allah Teâlâ tarafındandır. Artık o tâifeye ne oluyor ki, söz anlamaya yanaşmıyorlar.
78. Bu mübârek âyetler, insanların kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden kurtaramayacaklarını ve bütün hâdiselerin Allah’ın kudreti ile vücude geldiğini, şahıslara isabet eden bir takım müsibetlere de kendilerinin sebebiyet verdiklerini beyan etmektedir. Şöyle ki: Ey insanlar! Hepiniz, itaat edeniniz de asi olanlarınız da (her nerede olsanız) evde de savaş halinde de bulunsanız (size ölüm yetişir) takdir edilen zaman gelince ölüm sizi yakalar, hiçbir kimse kaçınmakla ondan kurtulamaz (velev ki, tahkim edilmiş, yüksek kuleler) kaleler, köşkler veya semavî burçlar (içinde bulunmuş olunuz) bunlar sizi yine ölümün perçesinden kurtaramaz O halde cihattan kaçınmaya ne lüzum var?. Bu kaçınmakla takdir edilmiş olan ölümden kurtulabilecek misiniz?. Ne mümkün!, (ve eğer onlara) Münafıklara, Yahudilere (bir güzelik) bir genişlik, bir geçim bolluğu veya bir zafer, bir ganimet (dokunursa) böyle bir nimete nâil olurlarsa (derler ki, bu) nâil olduğumuz güzellik, bize Allah Teâlâ tarafındandır. Senin Ya Muhammed!, -aleyhisselâm- bunda bir rolün yoktur, (ve eğer onlara) darlık gibi, kıtlık ve pahalılık gibi veya ö ldürülme ve yenilgi gibi (bir kötülük isabet ederse) o zaman da kendi kusurlarını görmezler bütün hâdiselerin bir hikmet gereği olarak ilâhî iradeye bağlı olduğunu bilmezler de (bu) kötülük (senin tarafındandır derler) bu kötülüğü Hz. Peygamber’e ve onun eshabı kiramına isnat ederler. Habibim!. Onlara (de ki, hepsi de) güzelliğin de, kötülüğün de meydana getirilmesi (Allah Teâlâ tarafındandır) bütün bunlar onun iradesine, takdirine dayanmaktadır. Çünki ondan baka yaratıcı yoktur, (artık o tâifeye) o münâfık ve yahudi topluluğuna (ne oluyor ki) ne kadar anlayıştan mahrumdurlar ki (söz anlamaya yanaşmıyorlar) Kur’an’ı Kerim’in beyanlarını, Rasûlü Ekrem’in mübârek sözlerini anlayarak istifâde etmeye, nasihat almaya yaklaşıp durmuyorlar. Eğer onlar, bunları anlayıp düşünecek olsalardı, bütün vücude gelen şeylerin Allah’ın irâdesi ile, ilâhî kudret ile vücude geldiğini anlar, Rasûlü Ekrem’e karşı öyle edepsizce yakıştırmalarda bulunmazlardı.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Hazretleri Medine-i Münevvere’ye şeref verince bir takım yahudileri, münâfıkları imâna davet etmiş onlar ise inkârlarında devam edip durmuşlar. Buna bir nevi ceza olmak üzere o sene o muhitte bir miktar iktisadî buhran yüz göstermiş bunun üzerine o inkarcılar demişler ki: Ekinlerimize, meyvelerimize ârız olan bu noksan, şehrimize gelen Muhammed -Aleyhisselâm- ile eshabı yüzündendir. Bu cahiller, kendi kusurlarını görmeyip Hz. Peygamber’de uğursuzluk aramak istemişler. İşte bunların bu bâtıl iddialarını red için de bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
79. Sana güzellikten her ne şey nasib olursa şübhesiz Allah Teâlâ’dandır. Ve sana kötülükten her ne şey isabet ederse kendi nefisindendir. Ve seni insanlara Peygamber olarak gönderdik, Allah Teâlâ hakkıyla şahit olmaya kâfidir.
79. Ey insan!. (Sana güzellikleri), dünyevî ve uhrevî nimetlerden (her ne şey nasib olursa) o şey şüphe yok ki, (Allah Teâlâ’dandır) sana lûtuf olarak verilmiştir, İnsan ne kadar kulluk vazifelerine riayetkâr olsa da bunca nimetlere kavuşması için kâfi olmaz, o nimetler bir ilâhî lûtuf olarak mü’min kullarına yönelecektir. (ve sana kötülükten) sıkıntıdan, kötü gördüğün hâdiselerden (her ne şey isabet ederse) o da (kendi nefsindendir) onu gerektiren, günahları işlemiş olduğundan dolayıdır. Gerçekte kötülüğü senin hakkında yaratan yine Cenâb-ı Hak’tır, fakat ona sebebiyet veren ise senin kendi arzunla tercih etmiş olduğun günahtır. İşte bu günah sebebiyle o kötülük bir ceza olarak Allah’ın irâdesi ile vücude gelmiştir. Bu, bir hikmet gereğidir, bu teklif âleminin gereklerindendir. Artık o kötülüklere başkalarının sebebiyet verdiğine inanmayız, kendi kusurlarınızı biliniz, (ve) Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (seni insanlara) bütün insanlık âlemine (Peygamber olarak gönderdik) sen insanlık için en büyük bir ilâhî nimetsin, senin peygamberliğine, kadrinin yüceliğine (Allah Teâlâ hakkıyla şahit olmaya kâfidir) senin elinde tecelli eden mucizeler, senin peygamberlik ve risaletini, senin tüm insanlığa bir feyiz ve yükselme rehberi olduğunu ispat için Allah’ın kudreti ile vücude gelen birer kesin delildir. Artık bu hakikat nasıl inkâr edilebilir?.
80. Her kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olur. Ve her kim yüz çevirirse aldırma çünki seni onların üzerine muhafız göndermedik.
80. Bu mübârek âyetler, Rasûlullah’a itaat etmenin Cenab’ı Hak’ka itaat etmeyi içermiş olduğunu bildirmektedir. Ve mucize Kur’an-ı Kerim’i güzelce düşünmeyip de inkâra cür’et edenlerin inançlarındaki aşağılığı sergilemeketedir. Şöyle ki: (Her kim Peygamber’e itaat ederse) onun emirlerine, yasaklarına boyun eğerse (muhakkak Allah Teâlâ’ya itaat etmiş olur) çünkü Yüce peygamber haddizatında sadece tebliğ edicidir. Gerçek mânâda emreden ve yasaklayan ise Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh Peygamber’e itaat, onun gönderen Cenab’ı Hak’ka itaatten başka değildir, (ve her kim yüz çevirirse) Ey Yüce Peygamber! Sana itaatten yüz çevirirse aldırma, o seni üzmesin. (çünkî) Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (seni onların üzerine muhafız göndermedik) yani: Onların amellerini zaptetmekle, muhasebelerini görmekle seni mükellef kılmadık. Senin vazifen ilâhî hükümleri onlara tebliğdir. Onların muhasebeleri yüce zatıma aittir, şanı yüce olan ben, onların cezasını veririm, sen müsterih ol.
§ Rivayete göre bu ilâhî emiri, cihadın farz olmasından öncedir. Sonra onlar ile savaşa da müsaade buyrulmuştur.
81. Ve itaatkârız derler. Sonra senin yanından ayrıldıkları zaman onlardan bir topluluk senin dediğin şeyin başkasını geceleyin kuruntu yapar. Ve Allah Teâlâ onların ne kuruntularda bulunduklarını yazıyor. Artık onlardan yüz çevir ve Allah Teâlâ’ya tevekkül et. Ve Cenâb-ı Hak vekil olarak yeter.
81. (Ve) Habibim!. O münâfıklar, huzurunda bulunup da kendilerine birşey ile emrettiğin zaman (itaatkârız) bizim şanımız tâattir, bize emrettiğin hususlarda sana itaat ederiz (derler) halbuki (sonra senin yanından ayrıldıkları) dışarıya çıktıkları (zaman onlardan) o münâfıklardan (bir topluluk senin dediğin şeyin başkasını) tebliğ ettiğin hükümlerin zıddını (geceleyin kuruntu yapar) onu değiştirmeğe ve bozmaya çalışır. Veyahut senin yanından ayrıldığı zaman, senin huzurunda söylediği itaatin zıddını yapar, onun içinde olan itaattan başka birşeydir. (ve Allah Teâlâ) ise (onların ne kuruntularda bulunduklarını) onların sakladıklarını, içlerinde olan nifakı (yazıyor) onların amel sahifelerine yazılmasını koruyucu meleklerine emir ediyor, (artık) Habibim. (Onlardan yüz çevir) onlara özen göstermeyi azalt (ve Allah Teâlâ’ya tevekkül et) Cenab’ı Hak’ka itimad eyle (ve Cenâb-ı Hak vekil olarak) kendisine işlerin havale edilmesi için (kifayet eder) o Yüce Yaratıcı, onlardan senin intikamını almaya her bakımdan yeterli bulunmaktadır.
82. Kur’an’ı düşünmezler mi? Ve eğer Allah Teâlâ’dan başkası tarafından olsa idi elbette birçok ihtilâf bulurlardı.
82. O münâfıklar, inkarcılar (Kur’an’ı düşünmezler mi?.) onun fevkalâde lâtif, beliğ âyetlerini, son derece yüce olan mânâlarını hiç düşünmezler mi? (ve eğer) O mucize kitap (Allah Teâlâ’dan başkası tarafından olsaydı) o kâfirlerin iddia ettikleri gibi insan sözü olsaydı (elbette onda) o kitabı mübinde (birçok ihtilâf bulurlardı) onun nazmında zıtlık mânâlarında çelişki bulunurdu. Bazı âyetleri açık, bazıları da zayıf olurdu, benzerini getirmek mümkün görülürdü. Özellikle tarihe, birçok tabiat gerçeklerine geçmişe ve geleceğe ait, gayb işlerinden sayılan hususlardaki beyanları arasında muhalefetler, bulunurdu, hem de öyle az değil belki bir çok muhalefetler, çelişkiler meydana çıkardı. Halbuki, onun belâgati, yüceliği, hakikata uygunluğu karşısında bütün âlimler ve edipler hayretlerini açıklamış bulunmaktadırlar, onun bu kutsiyetini tasdika mecbur olmaktadırlar. Nitekim o münafıkların içlerinde olanları bu ilâhî âyetin olduğu gibi haber vermesi de öyle gayba ait duyumlar kabilinden bulunmuştur. Artık bu mucize kitabı Allah tarafından vahy yoluyla almaya mazhar olan bir yüce zat peygamberlik ve risalet iddiasında yalancı görülebilir mi?. O inkarcılar bunu da biraz düşünmeli değil midirler?.
83. Ve onlara eminlikten veya korkudan bir haber geldiği zaman onu yayıverirler. Ve eğer onu Peygamber’e veya kendilerinden olan emir sahiplerine arzetseler elbette onlardan bunun hükmünü çıkaracak zatlar bunu bilirlerdi. Ve eğer Allah Teâlâ’nın lûtuf ve rahmeti üzerinize olmasa idi pek azınız müstesnâ, elbette şeytana uymuş olurdunuz.
83. Bu mübârek âyetler de bir takım münafıkların kötü hareketlerini dedikodularını kınamaktadır. Ve mühim hususlarda selâhiyetli olan zatlara müracaatın lüzumuna ve ehli İslâm’ın savaş ile mükellef kılınmasındaki faidelere işâreti kapsamaktadır. Şöyle ki: (Ve onlara) münafıklara (eminlikten) İslâm birliklerinin başarısından, malî ganimete kavuşmasından (veya korkudan) ö ldürülme ve yenilgi gibi bir olayın meydana gelmesine dâir (bir haber geldiği zaman onu) o haberi münâfıklar (yayıverirler) neşir ve ifşa eder dururlar, daha gerçek durumun neden ibaret olduğunu anlamadan ilâna yeltenirler. (ve eğer onu) o haberi (Peygamber’e) arzedip de ondan bilgi almış olsalar idi (veya kendilerinden olan) Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi mü’minlerin seçkin üyelerinden olup görüş sahibi bulunan (emir sahiplerine arzetseler) pek isabet etmiş olurlardı, (elbette onlardan) onların içlerinden (bunu) bu haberleri gerçek yönü ile bilip (hükmünü çıkaracak) bilgili (zatlar) tecrübelerine, güzelce mütalâalarına dayanarak lâzım gelen tedbirleri gösterecek, bunun yayılmasının uygun olup olmadığını tayin eyleyecek olan o zatlar (bunu) bu haberi güzelce (bilirlerdi) bunun gizlenmesinin mi, yayılmasının mı münasib olacağını tayin eylerlerdi. (ve eğer) Ey mü’minler!. (Allah Teâlâ’nın lütfu) İslâmiyete kavuşma nimeti (ve rahmeti) Peygamber göndermesi, Kur’an’ı Kerim’i indirmesi (üzerinize) yönelmiş (olmasa idi) böyle bir ilâhî nimete mazhar bulun masaydınız sizden (pek azınız müstesnâ) olarak Cenâb-ı Hak’kın kendilerine lûtfetmiş olduğu sahih bir akıl, bir korunmuşluk sayesinde şeytana tâbi olmazdı, kalan kısmınız ise (elbette şeytana uymuş) onun küfr ve isyana dâir olan telkinlerine uymuş (olurdunuz) artık şükretmelisiniz ki, Cenâb-ı Hak merhamet buyurmuş, size yüce bir Peygamber’i göndermiş, onun vasıtasıyla semavî kitabını sizlere ihsan eylemiş binaenaleyh sizlerin her bakımdan selâmet ve hidâyet yolunu takib etmeniz lâzım değil midir?
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Hazretleri bazen düşmanlarına karşı birlikler, askerî fırkalar gönderirdi. Münâfıklar ise bunların hareketlerini takibe koyulurlar, bunların hakkında gerçeğe aykırı haberler yayarlardı, İslâm siyasetine aykırı haberler yayıp dururlardı. Bu kötü halleriyle de Rasûlü Ekreme eziyet etmiş olurlardı, İşte bunların bu hallerini beyan, kendilerini irşat ve ikaz için bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
84. Artık Allah yolunda savaşta bulun. Sen nefisinden başkası ile mükellef olmazsın. Mü’minleri de teşvik et. Umulur ki, Allah Teâlâ o kâfir olanların saldırısını defeder ve Allah Teâlâ’nın gücü daha şiddetlidir ve tenkilce de daha şedittir.
84. (Artık) Habibim Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (Allah yolunda savaşta bulun) ehli küfr ile cihada devam et (sen nefsinden başkası İle mükellef olmazsın) sen yalnız kendi yaptıklarından sorumlusun, başkalarının fiil ve hareketlerinden dolayı mükellef ve mesul değilsin. Binaenaleyh sen yalnız kendi başına olsan da yine savaşa atıl, çünki senin için Cenab’ı Hak, zaferi vaad buyurmuştur. Sen (mü’minleri de) cihada (teşvik et) sen hakikî imân sahiplerini de savaşa teşvikte bulun bu hususta senin üzerine düşen vazife, böyle bir teşvik ve özendirmeden başka değildir, (umulur ki) Evet… Bir ilâhî vaad olduğundan gerçekleşmesi muhakkaktır ki (Allah Teâlâ, o kâfir olanların saldırısını) gücünü, kuvvet ve şiddetini (defeder) size galibiyet nasib buyurur, (ve) Şüphe yok ki (Allah Teâlâ’nın gücü) kuvvet ve satvet! o düşmanlarınızdan (daha şiddetlidir) onun kuvvet ve gücü sonsuzdur (ve) Allah Teâlâ (tenkilce de) kahr etme ve azap etme bakımından da onlardan (daha şiddetlidir) artık Cenâb-ı Hak’ka sığınan onun dinine yardım için Hak Teâlâ’dan yardım ve başarı isteyen mü’minler, o gibi kâfirlerden korkar da cihat sahasına atılmaktan kaçınırlar mı?.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem, Sallallahu Aleyhi Vesellem Uhud savaşını müteakip, Bedrüssuğra denilen bir yerde zilkade ayına tesadüf eden bir mevsimde Mekkeliler ile tekrar savaşta bulunacağına söz vermişti. O mevsim gelince müslümanların arasından bazı kimseler bu savaştan kaçınmak istemişler. Hz. Peygamber de: Nefsim kudret elinde olan Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, yalnız başıma da olsam bu savaşa çıkacağım diye buyurmuş, yetmiş kadar suvâri kahraman ile Bedrüssuğraya kadar teşrif etmiş, düşmanlar ise korkuya tutularak bu savaş meydanına çıkmadan kaçınmışlardır. İşte bu âyeti kerime, buna işâreti kapsamaktadır. Ali İmran sûresine de bakınız!.
85. Her kim güzel bir şefaatle şefâatte bulunursa onun için de ondan bir nasib olur. Ve her kim kötü bir şefaatle şefâatte bulunursa onun için de ondan bir hisse olur. Ve Allah Teâlâ her şey üzerine hakkıyla şahittir.
85. Bu mübârek âyetler, müslümanları birbirine karşı iyilik ister bir muamelede bulunmaya ve birbirleriyle karşılaşınca güzelce selâmlaşarak aralarındaki muhabbeti, din kardeşliğini göstermeğe yöneltmektedir. Şöyle ki: Müslümanlardan (her kim) bir din kardeşi hakkında (güzel bir şefaatle şefâatte bulunursa) o kardeşinin dünyevî ve uhrevî olan menfaatine ve onun bir zarardan korunmasına dâir sırf Allah rızası için sözle bir yardıma, bir istirhama koşarsa (onun için de) o şefâatte bulunan kimse hakkında da (ondan) o şefaati yüzünden (bir nasib) bir sevab tahakkuk etmiş (olur) bu güzel hareketinin mükâfatını görür, (ve) bilâkis (her kim kötü) gayrı meşru, iyi niyetli olmayan (bir şefâatte şefâatte bulunursa onun) öyle şeriata aykırı şefâatte bulunan kimse (için de ondan) o şefaati sebebiyle (bir hisse) günahtan bir pay tahakkuk etmiş (olur) o gayrı meşru şefaatine eşit bir günaha bir sorumluluk altına girmiş bulunur. (Ve Allah Teâlâ her şey üzerine şahittir*) koruyucudur, şefaatı görmektedir ve o şefaate göre mükâfat ve ceza vermeğe kadirdir. Binaenaleyh herkesin yaptığı şefaati görmektedir ve o şefaate göre mükâfat ve ceza verecektir.
86. Ve bir selâm ile selâm verildiğiniz vakit hemen ondan daha güzeli ile selâmda bulununuz veya onu aynı ile iade ediniz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ her şeyin hesabını arayandır.
86. (Ve) Ey mü’minler!. Siz güzelce şefaate izinli, ondan dolayı sevaba nâil olduğunuz gibi bir nevi şefaat olan selâm ile de görevli bulunmaktasınız. Binaenaleyh siz bir tahiyye ile yâni (bir selâm ile selâm verildiğiniz vakit hemen ondan) o selâmdan (daha güzeli İle) daha fazla hayır isterlik ifade eden bir tabir ile (selâmda bulununuz) o selâma öyle bir saygı ile karşılık veriniz, (veya onu) o selâmı aynı ile (iade ediniz) tam misli ile karşılıkta bulununuz. Meselâ: Selâmün aleyküm denilmesine karşı “ve aleykümüsselâm” denilmesi aynı ile karşılık vermektir. “Ve aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü” denilmesi de daha güzel bir şekilde karşılık vermektir, (şüphe yok ki. Allah Teâlâ) ezelî ve ebedî olarak (her şeyin hesabını arayandır) koruyucu ve kâfidir. Bu selâm vazifesi de bu cümledendir. Artık bunun da lâyık olduğunuz mükâfatını göreceksinizdir. Cenâb-ı Hak bunun mükâfatını vermeğe de inanmışız ki kadirdir, binaenaleyh her hususta güzelce hareketten ayrılmayınız..
§ Tehiyye lâfzı lûgatta dua, övme, mülk mânâsınadır. Çoğulu, Tehâyâ ve tehiyyattır. Meselâ: “Ettehiyyatü lillâhi” denilir ki, mülk Allah Teâlâ’nındır, demektir. Sonra Hayya kellahü, denilir ki, Allah Teâlâ’nnı selâmı senin üzerine olsun demektir. Vaktiyle Araplar birbirlerine rast gelince: Allah Teâlâ seni uzun ömürlü kılsın mânâsına olarak: “heyya kallah” derlerdi. Sonra bu tabir yerine müslümanlar arasında “selâm” tabiri kullanılmıştır, ki bu daha ziyade bir hayr istemeyi içermektedir, muhatab hakkında selâmet ve saadet temennisinden ibarettir, “berhayat ol”, “çok yaşa” gibi tabirler, selâm tabiri kadar hayr isteyici tabir değildir. Çünkü bir insan çok yaşadığı halde hayatından bir zevk alamayabilir, sıhhat ve selâmetten mahrum bir halde bulunmuş olabilir, selâmet ise böyle değildir. Maamafih “selâm” Cenâb-ı Hak’kın mukaddes isimlerinden biridir. “Esselâmü aleyke” tabiri “sen Cenâb-ı Hak’kın koruması ve himayesinde ol” gibi bir mânâyı da içermektedir. Selâm verip almak hususunda riâyet edilecek bazı yönler vardır. Şöyle ki: İki müslüman karşılaşınca birinin diğerine selâm vermesi bir sünnettir. Diğer müslümanın buna karşılık vermesi de bir farzdır veya bir vaciptir. Birkaç zat, birkaç zata tesadüf edince içlerinden birinin selâm vermesi bir sünneti kifayedir, diğerleri tarafından birinin karşılık vermesi de bir farzı kifaye bulunmuş olur. Bu durumda hepsinin birden selâm verip alması icab etmez. Bununla beraber verecek olsalar bu vazife yine ifa edilmiş olur. Selâmda sünnet olan şekil şudur: Yürümekte olanların oturanlara, bineklilerin, yayalara, gençlerin, yaşlılara ve azlığın, çokluğa ilk defa selâm vermesidir. Hutbe iradeden, Kur’an’ı Kerim’i açıktan okuyan, hadisi şerifi rivayet eyleyen, İlim öğreten, namaz ile ve ezan ve ikamet ile meşgul olan zatlara selâm verilmez. Tâki yaptıkları işler kesintiye uğramasın. Abdest bozmak üzere buluman, eğlenceler ile, şarkı ve türkü söylemek ile meşgul bulunan, hamamda çıplak duran kimselere de selâm verilmez. Çünkü onların bu vaziyetleri selâma aykırıdır. Bir insan, kendi eşine ve diğer mahremi olan kadınlara selâm verir, ecnebilere selâm vermez. Selâm verirken rukû’a gider gibi eğilmek de câiz değildir.
87. Allah Teâlâ ki, ondan başka mabut yoktur, elbette o sizi kıyamet gününe toplayacaktır onda şüphe yok. Ve Allah Teâlâ’dan daha doğru sözlü kim vardır?
87. Bu mübârek âyetler, Allah’ın birliğini isbat, mü’minleri uyarmaktadır, münafıkların da çirkin karakterlerini bildirerek onlara karşı müslümanların birleşik bir cephe almalarına şöylece işâret buyurmaktadır. (Allah Teâlâ ki) O yüce Yaratıcı ki birdir (ondan başka mabut) ibadete lâyık bir fert (yoktur) onun birliği, mâbud olduğu binlerce deliller ile sabittir, (elbette) tek olan yüce zatına yemin olsun ki, (O) Yüce Yaratıcı (sizî) ey bütün insanlar sizi (kıyamet gününe) bütün ölülerin kabirlerinden kalkacakları günde (toplayacaktır.) Orada hesaba çekileceksiniz. (onda) O günde, o gündeki bu kabirden kalkmada (şüphe yok) dur. Çünki bunu Cenab’ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de kesin bir şekilde beyan buyuryuor, artık bunun zıddı düşünülebilir mi? (Ve Allah Teâlâ’dan daha doğru sözlü) Allah’ın Yüce zatından daha doğru sözlü (kim vardır?) elbette ondan daha doğru sözlü bir zat yoktur. O halde onun bütün ilâhî beyanlarını tasdik etmek bütün akıl sahiplerine yönelik bir vazifedir.
88. Size ne oluyor ki, münâfıklar hakkında iki fırka bulunuyorsunuz? Allah Teâlâ onları kazandıkları şey sebebiyle tersine döndürmüştür. Hak Teâlâ’nın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Ve her kimi ki, Allah Teâlâ saptırırsa artık sen onun için bir yol bulamazsın.
88. Ey müslümanlar!, (size ne oluyor ki) içinizden bir kısmınız hakikatı görüp anlamıyor?, (münâfıklar hakkında) Onların durum ve davranışları hakkında (iki gruba ayrılmış bulunuyorsunuz?) onların kâfirlikleri konusunda ittifak edemiyorsunuz, ayrılığı düşüyorsunuz, içinizden bazıları onların mü’min oldukları kanaatinde bulunuyor. Halbuki, (Allah Teâlâ onları) o münâfıkları (kazandıkları şey sebebiyle) tercih eyledikleri küfür ve isyan yüzünden, dinden dönmelerinden ve müşriklere katılmalarından dolayı (tersine döndürmüştür) onları ateşe sevketmiştir veya onları arkası arkasına döndürerek kâfirler hükmüne reddeylemiştir. (Hak Teâlâ’nın saptırdığını) dalâlete düşürdüğünü (doğru yola getirmek mi istiyorsunuz) siz onları hidâyete kavuşmuş kimselerden mi sayıp duruyorsunuz?. (ve her kimi ki. Allah Teâlâ saptırırsa) onu hidâyet yolundan uzak düşürürse (Artık sen onun için bir yol) onu hidâyete kavuşturacak bir yol (bulamazsın) onlar kendi yaratılışlarını, tercihlerini kötüye kullanarak küfür ve isyan yolunu tuttukları için Cenâb-ı Hak, hikmet gereği onların kâfirliğine, sapıklığına hükmetmiştir. Artık onları kimse kurtaramaz. Onların haklarındaki yanlış bir hüsnüzannın ne kıymeti olabilir.
§ Rivayete göre Medine’i Münevvere dışında bir takım kimseler var idi ki, onlar müslümanlara karşı İslâmlık iddiasında bulunuyorlardı. Halbuki, fikren müşrikler ile beraber olup fırsat düşünce müslümanların aleyhinde bulunmak isterlerdi. Müslümanların kanaatler! ise bunların hakkında başka başka idi. Bir kısmı bunları ciddî müslüman zannediyordu, bir kısmı da bunların münâfık olduklarını anlamış bulunuyordu, İşte bunların bu münâfıkca durumlarını bildirmek için bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Daha başka rivayetlerde vardır.
89. Arzu etmişlerdir ki, kendilerinin kâfir oldukları gibi siz de kâfir olup onlar ile eşit bulunasınız. O halde onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan dostlar edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse artık onları her nerede bulursanız tutunuz ve ö ldürünüz. Ve onlardan ne bir dost, ne bir yardımcı edinmeyiniz.
89. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin müslümanlar hakkındaki kötü maksatlarını ve onların dost tutulmaya lâyık olmadıklarını bildiriyor, İslâm varlığını korumak ve savunmak için şarttan mevcut olunca onlara karşı cihadda bulunulmasını emrediyor ve onlardan kimlere karşı savaşta bulunulmamasını tayin ederek bu husustaki pek yüksek dinî siyaseti şöylece göstermiş bulunuyor. O münâfıklar (Arzu etmişlerdir ki) temennide bulunmuşlardır ki, (kendilerinin kâfir oldukları gibi siz de kâfir) olasınız, ve temennide bulunmuşlardır ki, siz de kâfir (olup onlar ile) küfürde (eşit bulunasınız) artık ey mü’minler!. Onların bu kötü maksatlarını anlayınız, (o halde onlar Allah yolunda) sizin gibi sahih, imanlarını kuvvetlendiren bir hicret ile (hicret edinceye kadar onlardan dost edinmeyiniz) onlar imân ettiklerini açıklasalar da yapmacıktır, ona ehemmiyet vermeyiniz. (Eğer yüz çevirirlerse) Allah’ın birliğine imândan kaçınır, öyle münâfıkça bir hâl üzere durmak isterlerse (artık) cezayı hak etmişlerdir, (onları her nerede) gerek harem bölgesi dışında ve gerek içinde (bulursanız tutunuz) esir alınız, (ve ö ldürünüz) haklarında diğer kâfirlere yaptığınız muameleyi yapınız (ve onlardan ne bir dost) bir yaran, bir ahbap (ne de) onlardan sizin için düşmanlarınız üzerine (bir yardımcı edinmeyiniz.) Bilakis onlardan tamamen uzak durunuz.
90. O kimseler müstesnâ ki, onlar sizin aranızla kendi aralarında bir anlaşma bulunan bir kavme iltica etmiş veyahut sizinle savaşta bulunmaktan veya kendi kavimleriyle harb etmekten göğüsleri darlaşmış oldukları halde size gelmiş olurlar. Ve eğer Allah Teâlâ dilemiş olsa idi elbette onları size musallat ederdi ve sizi katlediverirlerdi. İmdi onlar sizden bir tarafa çekilirler de sizinle savaşta bulunmazlarsa ve barışı size bırakırlarsa artık Allah Teâlâ sizin için onların aleyhine bir yol vermemiştir.
90. Bu esir almak, ö ldürmek hükmünden (O kimseler müstesnâ ki, onlar) dan bir taife (sizin aranızla kendi aralarında bir anlaşma bulunan bir kavme iltica etmiş) olurlar. Bu mültecilere artık dokunulmaz. Çünki o hususa dâir bir siyasî sözleşme bulunmuş olur. Nitekim Rasûlü Ekrem Hazretleri Beni Eslem kabilesiyle böyle bir sözleşmede bulunmuş, onların temsilcisi olan Hilal bini Üveymir’e karşı: Birbirinin ne lehine ve ne de aleyhine yardımda bulunmayacaklarına ve Hilâle gidip iltica edenlerin de Hilal gibi saldırıdan korunmuş bulunacaklarına söz vermiştir. (Veyahut sizinle savaşta bulunmaktan) kendi kavimleriyle beraber size karşı savaşa atılmaktan (veya kendi kavimleri ile muharebe etmekten) sizinle beraber olup onlara karşı cenk eylemekten (göğüsleri darlaşmış) kalpleri sıkılmış (oldukları halde size gelmiş olurlar) ne sizin aleyhinize ve ne de lehinize savaşta bulunacak bir durumda bulunmazlar. İşte bu grup da müstesnadır. Bunları esir almaya, ö ldürmeğe lüzum yoktur. Nitekim Beni Müdlic kabilesi bu cümledendir. Bunlar Rasûlü Ekrem Efendimize gelip böyle bir savaştan uzak olduklarını arzetmişlerdi. (Ve eğer Allah Teâlâ) Sizin üzerinize bunları musallat kılmayı (dilemiş olsa idi elbette onları size musallat ederdi) kalplerini kuvvetlendirir, onları sizin üzerinize saldırırdı, (da sizi katlediverirlerdi) Fakat Cenâb-ı Hak, bunu dilemedi, onları öyle perişan bir vaziyete soktu. (İmdi onlar sizden bir tarafa çekilirlerde) size taarruz etmez (sizinle savaşta bulunmazlarsa) ve barışı teslim olup boyun eğerlerse, sulh ve barışı (size bırakırlarsa) size itaat ederek teslimiyette bulunurlarsa (artık Allah Teâlâ sizin için onların aleyhine) esir almak, ö ldürmek gibi bir şekilde (bir yol vermemiştir) bir müsaade yolu tayin buyurmamıştır. Binaenaleyh onların şu teslimiyetlerine, şu âciz durumlarına bakarak kendilerine saldırmaya meydan vermeyiniz. Müslümanlıkta anlaşma yapanlar ve mülteciler hakkında böyle şereflice muamelede bulunmak bir siyasî fazilet icabıdır.
91. Başka bir tâife de bulacaksınız ki, onlar hem sizden emin olmayı ve hem de kavimlerinden emin bulunmayı dilerler. Fitneye her sevk edildikleri zaman da onun içine baş aşağı atılırlar. Artık onlar sizden çekinmezlerse ve barışı size bırakmazlarsa ve ellerini çekmezlerse onları her nerede ele geçirirseniz tutunuz ve ö ldürünüz işte sizin için onların aleyhine apaçık bir emir verdik.
91. Bu âyeti kerime, hilekâr, fitneleri körükleyen, İslâm varlığına saldıran bir kısım münafıklara karşı ehli İslâm’ın sâhip olduğu selahiyeti şöylece bildirmektedir. Şüphesiz yakında münâfıklardan (başka bir tâife de bulacaksınız ki, onlar) sizin yanınızda yalan yere imân ettiklerini açıklayarak (hem sizden emin olmayı ve hem de) kavimleri arasına dönünce küfürlerini açığa vurarak (kavimlerinden emin bulunmayı dilerler) böyle münâfıkca hareketlerde bulunurlar. Bu münâfıklar (Fitneye) küfre (her sevk edildikleri zaman da) çirkin bir kalp ile (onun) o fitnenin (içine baş aşağı) ters dönmüş bir şekilde, tepe taklak (atılırlar) böyle kâfirce bir hareketten çekinmezler. (Artık onlar) Sizinle savaşmayı terk ile (sizden çekinmezlerse ve barışı) sulh ve barışı (size bırakmazlarsa ve) onlar fırsat buldukça sizinle savaştan (ellerini çekmezlerse onları her nerede) bulursanız (ele geçîrirseniz tutunuz) esir alınız (ve ö ldürünüz) Ey İslâm mücahitleri!. (işte sizin için onların aleyhine apaçık bir emir verdik) onların müslümanlara karşı düşmanlıkları açık, küfürleri meydanda olması bulunduğu sebebiyle onlara taarruz için, onları ö ldürmeniz ve esir almanız için sizlere apaçık bir delil bir müsaade verdik. Artık icabına göre hareket ediniz.
§ Rivâyete göre bu tâifeden maksat, Benû Esat ile Gatfan kabileleridir. Bunlar Medine’i Münevvereye geldikçe müslüman olduklarını söyler söz alma ve emniyet isteğinde bulunurlardı. Kendi kabilelerine dönünce de küfürlerim açıklar, onlardan emin olmak için müslümanlar aleyhinde söylenir dururlardı. İşte bu âyeti kerime bu gibi münafıkların hallerini bildirmektedir. Diğer bir rivayete göre de bu tâifeden maksat, Abdüddar oğulları idi.
92. Bir mü’min için lâyık değildir ki, bir mü’mini ö ldürüversin, meğerki yanlışlıkla olsun. Ve kim bir mü’mini yanlışlıkla ö ldürürse bir mü’min köle azad etmesi ve ö ldürülenin vârislerine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzım gelir. Meğerki tasadduk etsinler. Eğer ö ldürülen mü’min olduğu halde size düşman olan bir kavimden ise o halde bir mü’min köle azad edilmesi icab eder. Ve eğer ö ldürülen, sizin ile aralarında bir sözleşme bulunan bir kavimden ise o zaman varislerine teslim olunmuş bir diyet ile bir mü’min köle azad edilmesi lâzım olur. Fakat her kim köleyi bulamazsa Allah Teâlâ tarafından bir tövbe olmak üzere ardarda iki ay oruç tutması lâzım gelir. Ve Allah Teâlâ alîmdir, hakimdir.
92. Bu âyeti kerime, bir mü’mini haksız yere kasden ö ldürmenin gayrimeşru, İslâmiyetin şanına lâyık olmadığını, hata yoluyla olan ö ldürmelerden dolayı da kâtile yönelik olan tazminat ve diğer şeyleri şöylece beyan etmektedir. (Bir mü’min için) doğru ve hâline (lâyık değildir ki, bir mü’mînî) kasden haksız yere (ö ldürüversîn) bu büyük bir cinâyettir, (meğer ki yanlışlıkla olsun) Bir hatâ neticesi olarak böyle bir ö ldürme olayı meydana gelsin. Bundan tamamen kaçınmak insanların gücü üstündedir. Meselâ: Olabilir ki ava atılan bir kurşun yanlışlıkla bir şahsa tesadüf ederek ölümüne sebebiyet verir. Veya bir müslüman savaş esnâsında düşmana karşı hücum ederken onların arasında bulunan bir müslümanı düşman zannederek ö ldürür. O halde bunlar bir müslümanı kasden ö ldürmek gibi bir cezâyı gerektirmez. Belki bunun icab edeceği şey başkadır, şöylece beyan olunuyor. (Ve kim bir mümini yanlışlıkla) kasıtlı olmayıp bir hatâ neticesi olarak (ö ldürürse) meselâ: Bir ağaca veya bir ava attığı bir kurşun, bir mü’mine isâbet ederek onu ö ldürürse bunun gereği (bir mü’min rakabe) yâni köle veya câriye isterse çocuk olsun (azad etmesi) dir, onu hürriyete kavuşturmasıdır. O yaptığı ö ldürmeğe karşılık esâret ve kölelik münasebetiyle ölmüş sayılan bir mü’mini hürriyete kavuşturmak suretiyle mânen dirilterek bir nevi kaybedileni telâfi etmeye çalışmış olur (ve) bununla beraber (ö ldürülenin varislerine teslim edilecek) belirli miktarda ö ldürenin (bir diyet vermesi lâzım gelir) ki, onlar bunu ö ldürülenin diğer malları gibi arlarında taksim ederler. Bununla onlar bir nevi razı edimiş ve kendilerine yardım edilmiş olur. (Meğer ki) varisler bu diyeti almayıp kâtile (tasadduk etsinler) bu diyeti affedip bunu almamak cömertliğini göstersinler. Çünki kâtil haddızatında onlara karşı bir düşmanlıkta, kasden bir zarârda bulunmuş değildir. (Eğer ö ldürülen, mü’min olduğu halde size düşman olan bir kavimden ise o halde) onu bilmeksizin ö ldürmüş olan kâtil tarafından yalnız (bir mü’min köle azad edilmesi icabeder) diyet lâzım gelmez. Çünki bu takdirde o mü’min ile onun savaşan akrabası arasında varislik geçerli değildir ki, onun diyetine verâset yoluyla hak kazanmış olsunlar (Ve eğer ö ldürülen) mü’min olsun olmasın (sizin ile aralarında bir sözleşme bulunan bir kavimden ise o zaman) kâtil tarafından o ö ldürülenin (vârislerine teslim olunmuş bir diyet He bir mü’min köle) bir köle veya câriye (azâd edilmesi lâzım olur) bu diyeti çabucak vermelidir, aradaki anlaşmayı bozma ihtimaline meydan vermemelidir. (Fakat her kim) Azad edeceği bir köleyi (bulamazsa) buna sâhip olmadığı gibi bunu satın almaya da serveti müsait bulunmadığı takdirde onun (Allah Teâlâ tarafından) meşru kılınmış, kabul buyrulmuş (bir tövbe olmak üzere ardarda) aralıksız (İki ay oruç tutması lâzım gelir) kâtil, kadın ise hayz ve nifas halleri müstesnadır, bunların omça ara vermesi kefâretin sıhhatine mâni olmaz. (Ve Allah Teâlâ alîmdir) Her şeyi bilir, bu ö ldürme olayı ve oruç tutulması da o cümledendir ve Hak Teâlâ (hakimdir) bütün şer’î hükümleri bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Bu ö ldürme olayları hakkındaki bu ilâhî hükmü de hikmetin kendisidir.
§ Rakaba, lûgatta boyun demektir. Birşeye parçalarının en şereflisinin ismini vermek kabilinden olarak insana da rakaba denilmektedir. Nasıl ki yüz, baş denilerek bununla şahıs kasdolunur. Bununla beraber rakaba ile köle ve câriye kasdedilmiştir ki, erkek, dişi, büyük, küçük, ve mü’min, mü’min olmayan kölelere, câriyelere rakabe denilmiştir.
§ Diyet kelimesi için Bakare sûresindeki (178 inci) âyeti kerimenin tefsirine bakınız.
§ Rivayete göre eshabı kiramdan olan Hüzeyfe, Uhud savaşında Rasûlüllah ile beraber bulunuyordu, babası olan “Yamani” ise gayrı müslimler arasında bulunduğu için gayrı müslim sanılarak İslâm mücahitler! tarafından ö ldürülmüştü. Halbuki, Yamanide İslâmiyet’i kabul etmişti. Hattâ Hz. Hüzeyfe bu benim babamdır demiş ise de bunun farkında olamamışlar. Onun müslümanlığı daha sonra anlaşılınca pişmanlık duyulmuş Hz. Hüzeyfe ise: Din kardeşlerine karşı Allah Teâlâ sizi bağışlar, o merhametlilerin en merhametlisidir, diye teselli etmiş Rasûlü Ekrem Efendimiz bunu haber alınca Hz. Hüzeyfe’nin mevkii Rasûlullah’ın katında daha yükselmiştir, bu hadiseyi müteakib de bu âyeti kerime inmiştir. Bununla beraber daha başka nüzul sebepleri de rivayet edilmiştir.
93. Ve her kim bir mü’mini kasden ö ldürürse onun cezası içinde uzun süre kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah Teâlâ onun üzerine gazab etmiş ve ona lânette bulunmuş ve onun için pek büyük bir azab hazırlamıştır.
93. Bu âyeti kerime herhangi bir mü’mini haksız yere kasden ö ldürmenin ne büyük bir cinâyet olup ne büyük cezaya sebep olacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve her kim bir mü’min!) kılıç, kama, tüfenk, büyük taş parçası gibi ö ldürücü bir şey ile (kasden) ölümünü isteyerek (ö ldürürse) böyle pek büyük bir cinayeti kasden işlerse (onun cezası) bu cinâyetinden dolayı âhirette hak etmiş olduğu ceza, (içinde uzun süre kalmak) birçok zaman içinden çıkmamak üzere (cehennemdir) o haddızatında böyle bir cezaya lâyıktır, (ve Allah Teâlâ onun) o katilin (üzerine gazab etmiş) ondan intikam almak istemiştir. (Ve ona) bu cinâyetinden dolayı (lânette bulunmuş) onu rahmetinden uzaklaştırmıştır, (ve onun için) cehennemde (pek büyük bir azab hazırlamıştır) ki, onun derecesini biz insanlar takdirden âciz bulunmaktayız. Çünkü bir mü’mini öyle haksız yere kasden ö ldürmek pek büyük bir günahtır, bir cinâyetdir. Nitekim bir hadisi şerifte: Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Hak’ka yemin ederim ki, dünyanın yok olması, Allah katında bir mü’minin ö ldürülmesinden daha hafiftir. Böyle bir katil hakkındaki dünyevî hüküm, ceza, kısastır. Nitekim Bakara sûresinde beyan olunmuştur. Uhrevî hüküm ceza da onun cehennemde uzun bir müddet kalmasıdır. Evet… Mü’minlerden âsi olanlar, her ne kadar isyanları sebebiyle cehennemde uzun müddet azap çekseler de sonunda oradan çıkarılacaklardır. İmanlarının ebedî mükâfatını göreceklerdir. Bu hususa dâir birçok şer’î delil vardır. Cehennemde ebedî kalmak ise kâfirlere aittir. Bununla beraber bir mü’mini haksız yere ö ldüren kimse, bu ö ldürmeyi doğru görür bu husustaki İlâhî hükmü hafife alırsa dinden dönmüş olacağı için bundan tövbe edip Allah’tan af dilemeden ö ldüğü takdirde onun da cehennemde ebedî olarak azap çekeceği şüphesizdir. Tefsircilerin icmâına göre bu âyeti kerime, bir mü’mini ö ldüren bir kâfir hakkında nâzil olmuştur. Bununla birlikte hükmü umumidir.
§ Rivayete göre Mikyes ile Hişâm adında iki şahıs müslüman olmuşlardı. Daha sonra Mikyes kardeşi Hişam’ı Beni Neccar kabilesi arasında ö ldürülmüş olarak buldu, keyfiyeti Rasûlü Ekrem’e arzetti. Peygamber efendimizde Beni Fihrden Zübeyir adındaki bir zatı Beni Neccar’a gönderdi o zat Hz. Peygamber’in tenbihi üzerine Beni Neccar’a giderek: Eğer katili biliyorsanız Mikyes’e teslim ediniz, kısasta bulunsun, bilmiyor iseniz Hişam’ın diyetini kardeşi Mikyes’e veriniz” dedi. Beni Neccar da katili bilmiyoruz diyerek Hişam’ın diyeti olmak üzere Mikyes’e yüz deve teslim ettiler. Mikyes daha sonra şeytana uyarak: “ben ne diye kardeşimin diyetini aldım, onun yerine bir kişiyi ö ldüreyim de intikam alayım” diyerek yanındaki Zübeyr’in gafletinden istifâde ederek bir taş ile başını parçalamış, dinden dönerek Mekke’ye geri gitmişti. İşte bu âyeti kerime bunun hakkında nâzil olmuştur. Rasûlü Ekrem efendimiz, Mekke’i Mükerreme’yi fethedince bu mürteddi Kâbe’nin örtüsüne yapıştığı halde yine ö ldürmüş kendisine emân vermemiştir.
94. Ey imân edenler! Allah Teâlâ’nın yolunda yürüdüğünüz zaman dikkatli bulununuz ve size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici faydasını arayarak, sen mü’min değilsin, demeyiniz. Allah Teâlâ’nın indinde çok ganimetler vardır. Siz de evvelce öyle idiniz de Allah Teâlâ size lütfetti. Artık işi güzelce belli olmasına bakınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ sizin yaptığınıza hakkıyla haberdar bulunmaktadır.
94. Bu âyeti kerime her işte acele etmeksizin hareket edilerek hakikatların güzelce ortaya çıkmasına dikkat edilmesini emretmektedir. Geçici menfaatler uğrunda gayrı meşru tecâvüzlere yol verilmemesini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (ey imân edenler) Ey İslâm mücahitler!!. (Allah Teâlâ’nın yolunda yürüdüğünüz) cihat için sefere çıktığınız (zaman dikkatli bulununuz) karşılaşacağınız işlerin ortaya çıkıp belli olmasını araştırınız, düşünmeksizin acele etmeyiniz (ve size) müslümanlar arasında uygulandığı şekilde (selâm veren kimseye) düşünmeksizin sırf (dünya hayatının geçici faydasını arayarak) o selâm verenin malını bir ganimet malı telâkki ederek kendisine (sen mü’min değilsin) kendini kurtarmak için böyle müslüman olduğunu açıklıyorsun (demeyiniz) belki onun açıkladığı imânı, İslâmiyeti kabul ediniz, onun hakkında bu açıkladığı imân gereğince muamelede bulununuz. Çünki (Allah Teâlâ’nın katında çok ganimetler vardır) sizleri zenginleştirmeye fazlasıyla yeterlidir o selâm verenin malına kavuşmak için hayatına kasteylemeyiniz. Düşününüz ki, (siz de evvelce öyle idiniz) İslâmiyet’ ilk kabulunuz zamanında yalnız kelime’i şahadeti okumakla canınızı, malınızı kurtarmıştınız, sözünüzün özünüze uygun olup olmadığını araştırılmamıştı. (da Allah Teâlâ size lütfetti) sizin o şekilde imanınızı kabul etti, onunla sizin karımızı, canınızı korudu, siz de imân ile şöhret buldunuz, din yolunda dosdoğru harekete kavuştunuz. (artık işin güzelce belli olmasına bakınız) size selâm vererek İslâmiyet’ini arzedenlerin hallerini güzelce nazar-ı dikkate alınız, onların aleyhinde acelece harekette bulunmayınız. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ sizin yaptığınıza) açık ve gizli amellerinize (hakkiyle haberdar bulunmaktadır) ona göre mükâfat ve ceza verecektir. Binaenaleyh hareketlerinizde zaaf göstermeyiniz, ihtiyattan ayrılmayınız, çabucak yok olan dünya varlığı için, müslüman olduğunu açıklayan kimselere saldırmayınız, daima uyanık bulununuz.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem, Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, Fedek ahalisi üzerine bir birlik göndermişti. Sahabeden “Üsame bini Zeyid” de bu birlikte bulunuyordu. Fedek ahalisi kaçmış, içlerinde bulunan “Mirdâs” ise vaktiyle müslüman olup İslâmiyet’ini gizlemekte bulunmuştu.. Böyle İslâm birliğini görünce, müslüman oluşuna güvenerek İslâm erlerini karşıladı, kendilerine selâm verdi, Kelime’i Tevhid’i okudu. Üsame ise Mirdas’ın bu hareketini gayrı samimî sanarak onu ö ldürdü, bir tepede bulunan koyunlarını alıp getirdi. Daha sonra Peygamber Efendimiz bu hâdiseden haberdar olunca: Neden Kelime’i Tevhid’i okuyan bir kimseyi malına tamah ederek ö ldürdünüz, kalbini teftiş etmeli değilmiydiniz? diye tekdirde bulundu. İşte bu âyeti kerimenin inmesine bu gibi birkaç olay sebep olmuştur.
95. Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlar ve Allah Teâlâ’nın yolunda mallarıyla, canlarıyla cihatta bulunanlar eşit olmazlar. Allah Teâlâ malları ile ve canları ile cihada atılanları oturanlar üzerine derece itibariyle üstün kılmıştır. Ve Allah Teâlâ hepsine de cenneti vadetmiştir. Ve Allah Teâlâ mücahit olanları, oturanlar üzerine pek büyük bir mükâfat ile tercih kılmıştır..
95. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ yolunda cihat edenlerin yüksek mevkilerini, müslümanların muhtelif tabakalarını göstermektedir. Şöyle ki: (Mü’minlerden) körlük gibi, hastalık gibi, kötürüm olmak gibi (özür sahibi olmaksızın) cihattan geri kalıp (oturanlar) savaşa katılmamış olanlar (ve Allah Teâlâ’nın yolunda) cihat uğrunda (mallariyle ve canlan ile cihad edenler) savaşa atılmış bulunanlar, İslâm varlığını savunmaya çalışanlar (eşit olmazlar) elbette mücahitlerin mevkii daha yüksektir. Çünki (Allah Teâlâ mallariyle ve canlariyle cihada atılanlan) cihaddan geri kalıp (oturanlar üzerine derece) fazilet ve mükâfat (itibariyle üstün) tercih ve takdim (kılmıştır) mücahitlerin dereceleri daha yüksektir. (ve Allah Teâlâ hepsine de) mücahitlere de, bir özürden dolayı oturanlara da (hüsnâyı) cenneti (vaad buyurmuştur) özür sâhipleri de mâzeretlerinden ve iyi niyetlerinden dolayı cennete, mükâfata adaydırlar. (ve) maamafih (Allah Teâlâ mücahit olanları) özürsüz yere veya özürlerinden dolayı cihada katılamayıp (oturanlar üzerine pek büyük bir mükâfat ile tercih) tafdil ve takdim (kılmıştır) Gerçek şu ki: Mazereti olanlar da iyi niyetlerinden dolayı mükâfata nâil olacaklardır. Cihada fiilen katılanlar ise hem güzel niyetleri sebebiyle mükâfata nâil olacakları gibi bu önemli vazifeyi fiilen yerine getirmiş olduklarından dolayı da ayrıca mükâfatı hak etmişlerdir. Özürsüz olarak cihattan geri duranlar ise bu mükâfat bakımından daha ziyade eşitlikten mahrumdurlar.
96. Allah tarafından verilmiş derecelerdir ve bağış ve rahmettir. Ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.
96. Mü’minlere va’dedilmiş olan bu sevaplar (Allah katından derecelerdir) yüksek makamlardır, birbirinin üstünde ikramlarda, lûtuflardır. (ve bağış ve rahmettir) bunları kullarına ihsan buyuracaktır, (ve Allah Teâlâ gafurdur) kullarını çok yarlıgayıcıdır ve (râhimdir) kendisine ibadet ve itaatte bulunanları çok esirgeyicidir. Onun merhamet ve şefkati bütün mü’min kulları hakkında devamlı olarak tecelli edip duracaktır.
§ Rivayete göre sahabe’i kiramdan âmâ bulunan “İbni Ümmi Mektum” mücahitler ile cihada katılmayanların dereceleri Allah katında eşit olamıyacağını anlayınca üzülmüş, kendisi özüründen dolayı cihada iştirâk edemediği için cihat sevabından büsbütün mahrum kalacağını sanmıştı. Bunun üzerine özürlü olanların müstesnâ olduğu bu mübârek âyetler ile beyan olunarak öyle özürlü olanların da niyetlerine göre sevaba nâil olacakları kendilerine müjdelenmiştir.
97. Muhakkak o kimseler ki, nefislerine zulmeder oldukları halde canlarını melekler alacaklardır, ne işte idiniz diyeceklerdir. Biz yeryüzünde zayıf sayılır kimseler idik derler. Melekler de Allah’ın yeryüzü geniş değil mi idi ki, orada hicret edeydiniz, deyiverirler. İşte onların varacakları yer cehennemdir. Ne fena uğranacak yer?
97. Bu mübârek âyetler, mazeretsiz olarak hicrette bulunmamış olanların kötü sonunu ve birer mazeret sebebiyle hicret edememiş olanların da Allah’ın affına kavuşacaklarını şöylece bildirmektedir. (Muhakkak o kimseler ki) hicreti terkettiler, şirk yurdunda kalarak kâfirlere uymak suretiyle (nefislerine zulmeder oldukları halde canlarını melekler) ölüm meleği ile arkadaşları (alacaklardır) o zaman melekler o kimselere (ne işte idiniz) dinî işlerinizs ait hangi şeyle meşgul bulunuyordunuz (diyeceklerdir) onları böylece kınayacaklardır. O kimseler de özür dileme makamında olarak (Biz yeryüzünde) Mekke yurdunda (zayıf sayılır) dinimizin icaplarını yerine getirmekten, dinini yüceltmek için hizmetden âciz bulunan (kimseler idik derler) boş mazeretler ileri sürerler, (melekler de) onların bu özür dilemelerini geçersiz kılmak ve kendilerini susturmak için (Allah’ın yeryüzü geniş değil mi İdî?, ki, orada) yeryüzünde müsait bir yere (hicret edeydiniz) o kâfirlerin arasından ayrılsa idiniz (deyiverirler) nitekim birçok müslümanlar, Mekke’den Medine’i Münevvereye ve Habeşistan’a hicret etmişlerdir. (İşte onların) o hicreti, özürsüz olduğu halde terkedenlerin âhirette (varacakları yer cehennemdir) onlar üzerlerine düşen bu hicret farizesini terkile kâfirlere müsait alan. bıraktıkları için böyle bir azabı hak etmişlerdir, (ne fena uğranacak yer!.) onların gidecekleri cehennem, en kadar elem verici bir azap yurdu.
§ Bu nefislerine zulmedenlerden maksat, bir rivâyete göre küfür yurdunda kalıp bir engel bulunmadığı halde İslâm yurduna hicret etmeyen müslümanlardır. Bunlar altı kimse imiş, Bedir savaşında kâfirler arasında ö ldürülmüşlerdir. Diğer bir rivayete göre de bunlar, müslümanlara karşı imân ettiklerini gösterdikleri halde kendi kavimleri arasında onlara karşı kâfir olduklarını açıklayan, Medine’i Münevvere’ye hicret etmeyen münafıklardır.
98. Ancak erkeklerden ve kadınlardan ve çocuklardan zayıf sayılıp da hiçbir çareye güçleri yetmeyenler ve hiçbir doğru yol bulama yanlar müstesnâ.
98. Bu hicret, farizesinden müstesnâ olanlar vardır. Şöyle ki, bundan (ancak erkeklerden ve kadınlardan ve çocuklardan) ergenlik çağına yaklaşmış olanlardan veya köle bulunanlardan (zayıf sayılı? da) yani aslında zayıf, âciz başkalarının etkisi altında güçsüz bulunup da (hiçbir çareye) hicret için hiçbir kuvvete ve nafakaya (güçleri yetmeyenler) böylece takatsiz olan (ve hiçbir doğru yol bulamayanlar) hicret için elverişli bir yol bilemeyip bir rehber bulamayanlar bu hicret farizesinden (müstesnâ) bulunmuşlardır. Çünki hiçbir kimse gücünün üstünde birşey ile mükellef olmaz.
99. İşte onları umulur ki, Allah Teâlâ af buyurur. Ve Allah Teâlâ affedici, mağfiret buyurucudur.
99. (İşte onları) öyle zayıf, her türlü çareden mahrum olan müslümanları (umulur ki. Allah Teâlâ af buyurur) onları bu hicret etmemiş olduklarından dolayı sorumlu tutmaz. (Ve Allah Teâlâ af edicidir) Onları da af buyurur ve Cenab’ı Hak, (mağfiret buyurucudur.) onların haklarında da ilâhî mağfireti tecelli eder bunu isteyip durmalıdır.
§ Bu mübârek âyetler, Rasûlü Ekrem’in Medine’i Münevvere’ye hicretlerinden sonra Mekke’i Mükerreme müşrikleri arasında kalan ve vaktiyle müslüman olduklarını açıklamış bulunan kimseler hakkında nâzil olmuştur. Çünki Mekke’i Mükerreme’nin fethinden evvel, hicret dinî bir farize bulunuyordu. Bunu mazeretsiz terketmek câiz bulunmuyordu. Mekke’i Mükerreme’nin fethinden sonra ise bu farize hakkında dinî hüküm nesh edilmiştir. Çünkü Mekke’i Mükerreme fethedilince insanlar takım takım İslâmiyet’i kabul etmiş, ashabı kiram etrafa yayılarak müslümanlara dinî vazifelerini öğretmiş ve telkinde bulunmuş, İslâm’ın yüceliği ve hâkimiyeti pek kuvvetlenmiş idi. Artık müslümanları saptıracak kimseler azalmıştı. Bununla beraber bir müslüman için bulunduğu yerde dinî vazifelerini yerine getirmeye imkân bulunmadığı takdirde oradan hicret etmek yine bir dinî vazifedir.
100. Ve her kim Allah Teâlâ yolunda hicret ederse yeryüzünde birçok hayırlı barınacak yer ve genişlik bulur. Ve her kim hanesinden Allah Teâlâ’ya ve resûlüne muhacir olarak çıkarsa, sonra da kendisine ölüm yetişirse muhakkak onun mükâfatını vermek Cenab’ı Hak’ka aittir. Ve Allah Teâlâ çok bağışlayıcı, pek esirgeyicidir.
100. Bu mübârek âyetler, hicret etmeye teşviki ve yolculuk halindeki dinî kolaylıkları göstermektedir. Şöyle ki: (Ve her kim Allah Teâlâ yolunda) cihat uğrunda, İslâm dinine hizmet hususunda (hicrette bulunursa) yurdunu bırakıp başka münasip bir yere giderse (yeryüzünde) yolculukta bulunacağı sahalarda (birçok hayırlı barınacak yer) düşmanlarının zilletine sebep olacak faideli yer (ve) geçimi hususunda (genişlik bulur) Cenâb-ı Hak ona genişlik gösterir, onu bol bol rızıklandırır, (ve her kim) hanesinden, yurdundan (Allah Teâlâ’ya ve Resûlüne) onların rızalarını kazanmak, İslâm dinini korumak için (muhacir olarak çıkarsa, sonra da) daha maksadına kavuşmadan (kendisine ölüm yetişirse muhakkak onun mükâfatını vermek Cenâb-ı Hak’ka aittir) onun sevap ve mükâfatı Allah katında bir lûtuf olarak sabit olmuş olur. (ve Allah Teâlâ çok bağışlayandır.) Bu gibi kullarının kusurları olsa da onu af eder ve örter ve Cenab’ı Hak (pek esirgeyendir) mağfiret buyurmakla beraber bir nice lûtuf ve marhamette de bulunur. O gibi zatlara hicret sevabını fazlasıyla ihsan buyurur.
§ Rivayete göre hicret hakkındaki âyetler nâzil olunca bunları Mekke’i Mükerreme’de ikamet eden ve pek ihtiyar, hasta bulunan Cündüb bini Zamre adındaki bir müslüman duymuş “ben zayıf bir kimse değilim, yolunu tayin edip girebilirim, vallahi ben bir gece bile artık Mekke’de duramam, beni yolcu ediniz diye yemin eylemiş, ve hazırlanan bir nakil vasıtasıyle Medine’i Münevvere tarafına yola çıkmış, fakat bu mübârek zat daha yolda iken kendisinde ölüm alâmetleri görünmeğe başlamış, bunun üzerine sağ elini sol eline koymuş, Allah’ım!. Şu senin, şu da Resûlün içindir, Resûlün sana ne ile beyât ettiyse ben de öyle beyât ediyorum demiş, bunu müteakip “Tenim” denilen mevkide vefat eylemiştir. Bu hadiseyi eshabı kiram işitince o zat Medineye kadar gelmiş olsa idi sevap ve mükâfatı daha fazla olurdu demişler, müşrikler de gülümsemişler, maksadına kavuşamadı diye söylenmişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, böyle güzel inanca sâhip, din uğrunda fedakâr olan zatların büyük mükâfatlara nâil olacakları müjde edilmiştir. Binaenaleyh bu gibi mübârek zatlar güzel niyetleri sebebiyle hicrete tamamen muvaffak olan zatlar gibi sevaba nâil bulunmuşlardır.
101. Ve yeryüzünde sefer ettiğiniz zaman kâfir olanların size kötülük edeceklerinden korkarsanız namazdan kısaltmanız sizin için bir günah değildir. Şüphe yok ki, kâfirler sizin için apaçık bir düşman bulunmaktadırlar.
101. Ey müslümanlar!. (Ve yeryüzünde sefer ettiğiniz) yurdunuzdan ayrılıp sefer sayılacak başka bir yere gittiğiniz (zaman) sizin için bir dinî müsaade vardır. Şöyle ki: (kâfir olanların size kötülük edeceklerinden) üzerinize saldırıda bulunacaklarından (korkarsanız) muhtemel bir endişeden dolayı (namazdan) dörder rekatlı olanları (kısaltmanız) onları ikişer rekât olarak kılmanız (sizin için bir günah değildir.) bundan dolayı mesul olmazsınız, bu hakkınızda ilâhî bir merhâmettir. Ey mü’minler!, (şüphe yok ki, kâfirler sizin için) tabiatları, yaratılışları ve eğitimleri bakımından (apaçık) düşmanlıkları ortada (bir düşman bulunmaktadırlar) binaenaleyh onlara karşı herhalde ihtiyatlı, uyanık bulunmalıdır. Bu âyeti kerimede kısaltılmasına müsaade edilen namaza “selâti havf = korku namazı” denilmiştir. Muayyen bir miktar yolculuktan dolayı öğle, ikindi, yatsı namazlarını ikişer rekât kılmanın meşruiyeti de sünneti nebeviye ile, icma’ı ümmet ile sabittir. Sahihi Buhârî ve Müslimde Hz. Âişe radiallahü anha validemizden rivayet olunduğuna göre öğle, ikindi ve yatsı namazları başlangıçta ikişer rekât olarak farz kılınmıştı. Sonra bu farziyet sefer halinde aynen bırakılmış, ikâmet halinde ise bunlar dörder rekata çıkarılmıştır.
§ Sefer = misaferet, lûgatte herhangi bir mesafeye gitmektir. Zıddı, ikamettir. Şer’an sefer, muayyen bir mesafeye gitmektir ki, bu mutedil bir yürüyüş ile üç günlük, yani: On sekiz saatlik bir mesafeden ibarettir. Mutedil yürüyüş, yaya yürüyüşüdür ve kafile arasındaki deve yürüyüşüdür. Denizlerde de yelken gemileri ile havanın itidali muteberdir. Bu kadar mesafeye süratle hareket eden bir nakil vasıtası ile bir günde veya birkaç saat içinde gidilse de o yine sefer mesafesi olmaktan çıkmaz. Yolculuk zahmetsiz olmadığı için yolcular hakkında böyle bir müsaade verilmiştir. Böyle bir yolcu, dört rekatlı farz namazları ikişer rekât olarak kılar. Bu, hanefî mezhebince bir vecibedir. Buna “kasri selât” denir. Fakat İmam Şafiiye göre misafir serbesttir, dilerse bu farzları yine dörder rekât olarak kılabilir.
102. Sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracağın zaman onlardan bir grup seninle beraber namaza dursun, silahlarını da alıversinler. Bunlar secde edince arka tarafınızda bulunsunlar ve namazı kılmamış olan diğer bir zümre de gelsin seninle beraber namazı kılsın ve ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını da alıversinler. Kâfir olan kimseler arzu ederler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil bulunasınız da sizin üzerinize bir baskın ile baskında bulunuversinler. Ve eğer size yağmurdan bir eziyet var ise veya siz hasta bulunmuş iseniz silâhlarınızı bırakmanızdan dolayı üzerinize bir günah yoktur. Ve ihtiyat tedbirinizi alınız, şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler için küçültücü olan bir azab hazırlamıştır.
102. Bu âyeti kerime, düşmanla karşı karşıya bulunan İslâm mücahitlerinin farz namazlarını ne şekilde kılabileceklerini ve düşmanlara karşı herhalde ihtiyatlı bulunmanın lüzumunu göstermektedir. Şöyle ki: Habibim!, (sen) mücahid erlerin (içlerinde olup da) düşmandan çekinmekte bulunduğunuz halde (onlara) o mücahitlere (namaz kıldıracağın zaman onlardan) bir grup beklesin diğer (bir grup seninle beraber namaza dursun) ve bu grup (silahlarını da alıversinler) ihtiyaten yanlarında bulundursunlar. (bunlar secde edince) böyle seninle bir rekâtı tamamlayınca (arka tarafınızda bulunsunlar) bunlar düşmana karşı duruversinler (ve namazı kılmamış) düşmana karşı durmakta bulunmuş (olan diğer bir grup da gelsin, seninle beraber) kalan (namazı kılsın ve) bu grup (ihtiat tedbirlerini ve silahlarını da alıversinler) çünkü bu halde İslâm erlerinin ibadetle meşgul olduğuna düşmanların bakışları daha fazla dönmüş olabilir, (kâfir olanlar arzu ederler ki) Temennide bulunurlar ki, (siz) ey müslüman erleri, namaz ile meşgul olduğunuz zaman (silâhlarınızdan ve eşyanızdan gafil bulunasınız da sizin üzerinize) ansızın (bir baskın ile baskında bulunuversinler) sizin hayatınıza kasdetsinler, sizin mallarınızı, silâhlarınızı elde ediversinler. Bununla beraber Cenâb-ı Hak, müslümanlar hakkında merhametlidir, kerem sahibidir, onlara her hususta genişlik ve kolaylık göstermektedir, (ve) kısaca (eğer size yağmurdan bir eziyet var ise) silâhlarınızın ıslanmasından, ağırlaşmasından korkuyorsanız (veya siz hasta bulunmuş iseniz) silâhlarınızı yüklenmeniz hastalığınızın artmasına sebep olabilecek ise (silâhlarınızı) yanınıza almayıp da münasib bir yerde (bırakmanızdan dolayı üzerinize bir günah yoktur) bundan dolayı mesul olmazsınız, (ve) bununla birlikte siz yine mümkün olan (ihtiyat tedbirinizi alınız) tâ ki, düşmanlarınız üzerinize anî bir hücumda bulunacak olmasınlar. Fakat onların herhalde hücum edebileceklerini, galip gelecekleri vehmine de düşmeyiniz. (Şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler için) ö ldürülmeleri, esir alınmaları, mallarının yağmaya uğraması gibi (küçültücü) zillete düşürücü (bir azab) bir ezilmişlik, bir mağlûbiyet (hazırlamıştır) onlar herhalde lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Elverir ki, müslümanlar, dinlerinin yüce emirleri çerçevesinde yaşasınlar. Nitekim saadet döneminde İslâm kuvvetleri az bir zaman içinde düşmanlarını mağlûbiyetlere uğratmış, onların yurtlarını ellerinden almış onları zelil bir durumda bırakmışlardır.
§ Rivayete göre Rasûlü Ekrem Efendimiz, Benî muharip ve Benî Anmar kabilelerine karşı savaşa çıkmıştı, bunlardan kimseyi göremediler. İslâm erleri silahlarını bırakıverdiler. Peygamber Efendimiz, tuvalet ihtiyacı için bir derenin öbür tarafına geçmişti, o esnada şiddetli yağmurlar yağdı, seller vücude geldi. Hz. Peygamber, bir ağaç altında dump sellerin kesilmesini bekliyordu, Beni muharibden “Gavres” adındaki bir şahıs çıkagelmiş, elindeki kılıncı göstererek: Ya Muhammed -Aleyhisselâm- seni şimdi bundan kim kurtaracak, demiş, Yüce Peygamber: Allah Teâlâ kurtarır, demiş ve Ey Allah’ım!. Gavres bin Haris hakkında dilediğin ile benim için yeterli ol, diye duada bulunmuş. Bunun üzerine Gavres titremeye tutularak elinden kılıcı düşmüştü. Rasûlü Ekrem Hazretleri kılıcı mübârek eline almış, ey Gavres şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?. Diye buyurmuş, Gavres de: Hiç kimse kurtaramaz, demişti. Rasûlü Ekrem Hazretleri: Ey Gavres müslüman ol, kılıcını sana vereyim, diye buyurmuş, Gavres de: “Ben müslüman olmam, fakat sana da kasdetmem ve senin aleyhinde bir kimseye de yardımda bulunmam demekle Hz. Peygamber kılıcı Gavrese iade buyurmuştu. Gavres de “elbette sen benden hayırlısın” demiş ve gidip bu hadiseyi kavmine anlatmış, onlardan bir kısmı bu olağanüstü hâdiseden dolayı İslâmiyet’i kabul eylemiştir. Rasûlü Ekrem de eshabı kiramının yanına dönerek bu hadiseyi onlara haber vermiştir, İşte bu âyeti kerime, bu hâdise üzerine nâzil olmuş, düşmanlara karşı daima ihtiyatlı bulunmayı ihtar buyurmuştur.
§ Selâtı havftan maksat: Düşmana veya sel veya yangın veya büyük bir canavar gibi bir tehlike karşısında bulunan bir İslâm cemâatinin kendilerini idare eden yönetiçinin ve başka muhterem bir imamın arkasında farz bir namazı nöbetle kılmalarıdır. Şöyle ki: Bu cemaattan bir grup o tehlike karşısında durur, bir grup da o imama uyar, arkasında iki rekatlı bir namazın bir rekatını, üç rekatlı bir namazın da iki rekatını ve seferî hükmünde değilseler dört rekatlı bir namazın da yine iki rekatını İmam ile beraber kılar, birinci oturuşta teşehhütten sonra o grup, meselâ düşman cebhesine gider, diğer grup gelerek imama uyar onunla beraber kalan namazı kılar. Teşehhüdden sonra tekrar cepheye gider, İmam kendi başına selâm verir, namazdan çıkar, birinci grup döner gelir, namazını kıraatsiz olarak tamamlar, selâm verir, cepheye gider, bu zümre lâhik hükmünde bulunduğundan kendisine Kur’an okumak lâzım gelmez. Sonra ikinci grup gelir, namazını Kur’an okuyarak tamamlayıp cepheye tekrar döner, bu grup ise mesbuk hükmünde bulunduğundan kendisine Kur’an okumak lâzım gelir. Rasûlü Ekrem Hazretleri Zatürrika, Batni Nahle, Asfan, Zikarede vak’alarında bu korku namazını kıldırmıştır. Sonra ashabı kiram da mecusiler ile yaptıkları savaşlarda bu namazı kıldırmışlardır. Korku namazı. İmamı Âzam ile İmam Muhammed’e göre bugün câizdir. Eğer İslâm erleri bir muhterem zatın arkasında namaz kılmayı arzu ederlerse bu suretle namaz kılabilirler. Fakat İmam Yusuf’a göre bu cevaz, saadet zamanına mahsus bulunmuştur. Bununla beraber korku namazı hususunda daha başka müsaadelerde vardır. Şöyle ki: Pek korkunç bir savaş ve saire halinde İslâm erlerinin korkuları artarsa ve binmiş oldukları hayvanlardan yere inmelerinden âciz bulunurlarsa her er binmiş olduğu hayvan üzerinde imkânı olduğu tarafa doğru ima ile namazını kılar, bu da mümkün değilse namazlarını ertelerler. Nitekim Hendek savaşında birkaç vakit namaz kazaya bırakılmıştı.
103. İmdi namazı kılıp bitirdiğiniz zaman ayakta iken ve otururken ve yanlarınız üzerinde iken Allah Teâlâ’yı zikrediniz. Vaktaki emniyet haline gelirsiniz artık namazı tamamiyle eda ediniz. Şüphe yok ki, namaz, mü’minlerin üzerine muayyen vakitlerde bir farize olmuştur.
103. Bu âyeti kerime, korku namazını müteakip yapılacak zikir ve fikrin vaziyetini ve korkunun gitmesini müteakip namazların bütün erkân ve şartları dairesinde edâ edilmesini bildirmektedir. Şöyle ki: (İmdi) Ey İslâm mücahitler!!, (namazı) korku namazını anlatıldığı şekil üzere (kılıp bitirdiğiniz) o namazdan ayrıldığınız (zaman) vaziyetinize göre (ayakta iken ve otururken ve yanlarınız üzerinde iken) böyle herhangi bir halde bulunurken (Allah Teâlâ’yı zikrediniz) onun zikrine, ona duaya, zafer ve yardımını temenniye devam eyleyiniz. Bununla beraber sağlık durumu iyi olanlar ayakta, hasta olanlar oturarak; kötürüm olanlar da yan üzerine yatarak namazlarını kılsınlar. (vaktaki, emniyet haline gelirsiniz) savaş son bulur da kalpleriniz korkudan kurtulur, (artık) vakti girmiş olan (namazı tamamiyle) tadil erkânına ve şartlarına riâyet ederek (edâ ediniz) bu mühim dinî vâzifenizi hakkiyle yerine getiriniz, (şüphe yok ki namaz) bu mübârek ibadet (mü’minlerin üzerine) tarafı ilâhîden (belirli) öne geçmeyecek ve sonraya kalmayacak (vakitlerde) Allah’ın kitabı ile sabit (bir farize olmuştur) Namaz vakitleri: Fıkıh kitabımızda bildirildiği üzere şöylecedir:
1 – Sabah namazının vakti, fecri sadıkın doğmasından güneşin doğmasına kadar olan müddettir. Fecri sadık ise sabaha karşı ufuktan yayılmaya başlayan bir nurdan, bir aydınlıktan ibarettir. Buna ikinci bir fecir de denilir. Bu ikinci fecrin karşıtı birinci fecirdir ki bu da gökte iki tarafı karanlık, uzunca bir çizgi şeklinde görülen bir beyazlıktır. Az sonra kaybolur, kendisini bir karanlık takip eder. Bu fecr gece hükmündedir. Bununla yatsı vakti çıkmış olmaz. Bu fecre sabahın gerçekten girmesini göstermediği ve yalancı, geçici bir aydınlık olduğu için “fecri kâzip = yalancı fecir” denilir. Bu fecri kâzip kaybolduktan sonra ikinci fecr meydana gelir.
2 – Öğle namazının vakti, İmamı Âzam’a göre zeval gölgesinden itibaren her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaşacağı zamana kadardır. Buna “asrı sânî” denir. Zeval gölgesi ki güneşin görünüşe karşı semada yarı yolu katetmekle her şeyin batıdan doğuya doğru ilk düşmeye başlayan gölgesidir, İmamiyne ve üç büyük imama göre ise öğle vaktinin sonu, zeval gölgesinden başka her şeyin gölgesi kendisinin bir misline ulaştığı andır. Buna “asrı evvel” denir. Cuma namazının vakti tam öğle namazının vaktidir.
3 – İkindi namazının vakti, İmamı Âzam’a göre her şeyin gölgesi kendisinin iki misline ulaştığından itibaren ve diğer imamlara göre de bir misline ulaştığından itibaren güneşin batacağı zamana kadardır.
4 – Akşam namazının vakti de güneşin batmasından itibaren şafağın kaybolacağı zamana kadardır. Şafak ise İmamı Âzam’a göre akşamleyin ufukta kızardıktan sonra meydana gelen beyazlıktır. İmameyn ile üç büyük imama göre ise ufukta meydana gelen kızartıdan ibarettir.
5″ Yatsı namazının vakti de şafağın kaybolmasından başlar, ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. Vitir namazının vakti de yatsı namazının vaktidir. Teravih namazının vakti de tercih edilen görüşe göre yatsı namazından sonra sabah namazının vaktine kadar devam eder. Bayram namazlarının vakti de sabahleyin güneş yükselip kerahat vakti çıktığı zamandan itibaren istiva zamanına kadar devam eder. İstiva zamanı; tam zeval vakti demektir ki, güneş, gündüzün ortası dâiresi üzerinde bulunur. Herkesin tam başı üstüne veya o sıraya gelmiş gibi görünür. İşte kerahat zamanı da bundan ibarettir.
§ Namazların böyle vakit vakit kılınmasındaki hikmet ise pek büyüktür. Bu yüce ibadet, kulların zamanlarını tanzim eder, ruhlarını gafletten kurtarır. Yaratıcımızın hikmet ve kudretine dalâlet eden muhtelif zamanların her birinde o Yüce Yaratıcıya saygı sunmakla onun şanının yüceliğini tazime vesil olur, daha nice maddî, mânevî menfaatleri temin buyurur.
104. Kavmi aramakta gevşek olmayınız. Eğer siz elem çekmekte olursanız şüphesiz onlar da sizin elem çektiğiniz gibi elem çekerler. Halbuki onların ümit etmediği şeyi siz Allah Teâlâ’dan ümit edersiniz ve Allah Teâlâ bilendir, hikmet sahibidir.
104. Bu mübârek âyetler, Din düşmanlarına karşı yiğitlik ve kahramanlık gösterilmesini, hakkı müdafaa yolundaki zahmetlere katlanılmasını, Allah’ın hükümlerine göre hükmedilerek haksızlara yardımda bulunulmamasını ve yanlış eğilimlerden dolayı istiğfar edilmesini emredici bulunmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Din düşmanları olan bir (kavmi aramakta) onu cihat sahasında takib etmekte (gevşek olmayınız) zafiyet, gevşeklik göstermeyiniz, (eğer siz) böylelerine karşı savaşta bulunmak sebebiyle (elem çekmekte) bazı arızalara uğrayarak müfessir bulunmakta (olursanız) ona sabr eyleyiniz, ondan dolayı cihattan geri durmayınız (şüphesiz onlar da) o düşmanlarınız da (sizin elem çektiğiniz gibi elem çekerler) onlar da tehlikelere mâruz kalırlar, yaralanırlar, buna rağmen korkarak size karşı savaşmaktan geri durmazlar. Artık siz de onlara karşı cihad etmekten geri durmayınız. (halbuki, onların ümit etmediği şeyi) bu savaş sebebiyle sevaba kavuşmayı, ilâhî yardımı, İslâm dinine hizmeti (siz) mü’minler (Allah Teâlâ’dan ümit edersiniz) dindarlığınızın verdiği güzel kanaat, ruhî metanet sayesinde bir nice muvaffakiyetlere nâil olacağınıza inanırsınız. Artık düşmanlarınızdan daha çok metin, mânevî kuvvete sâhip, sabr ve sebat ile vasıf lanmanız icap etmez mi?, (ve) bilirsiniz ki, (Allah Teâlâ bilendir) herkesin kalbindekileri, amel ve hareketlerini hakkiyle bilir ve (hikmet sahibidir) onun her emir ve yasağı bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır. Artık sizin böyle cihat ile mükellef olmanızda elbette bir ilâhî hikmet gereğidir. Binaenaleyh bu hususta metanetten, sabır ve kararlılıktan ayrılmayınız.
§ Rivâyete göre müslümanlardan bazıları yaralı, yorgun olduklarını ileri sürerek Bedri Suğrâ savaşından geri kalmak istemişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
105. Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah Teâlâ’nın sana bildirdiği şekilde hükmedesin ve hainler için müdafaacı olma.
105. Resûlüm!. (Şüphesiz biz sana kitabı) Kur’an’ı Kerim’i (hak olarak) bütün açıklamaları adalete, hak ve hikmete uygun bulunarak (indirdik ki, insanlar arasında) meydana gelen davalarda, anlaşmazlıklarda (Cenab’ı Hak’kın sana) gösterdiği (bildirdiği) vahy eylediği (şekilde hükmedesin) o apaçık kitabın hükümlerine muhalefette bulunmayasın (ve hainler için) hakikatları örten, gayrı meşru hareketleri örtbas etmek isteyen, kendi nefislerine ve başkalarına hiyanette bulunan kimselerin lehlerine olmak üzere (müdafaacı olma) onları koruyup lehlerine hüküm verme, onların mahiyetlerini hareketlerini güzelce anlamaya çalış. Binaenaleyh hâkimler için lâzımdır ki, hadiseleri güzelce tetkik etsinler, hasımların edebî konuşmasına, hakikatı örtecek şekilde olan ifadelerine tevillerine aldanmasınlar, bir tarafa cinsiyet, milliyet, akrabalık itibariyle meyil edip de tarafsızlığı ihlâl edecek bir durumda bulunmasınlar.
§ Rivâyete göre “Tuğme İbni Übeyrk” adında ensardan bir şahıs, komşusu bulunan “Katate”nin un dolu dağarcığı ile içindeki bir zırhını çalmış bunu götürüp “Zeyd İbni Semin” adındaki bir Yahudinin yanına emanet bırakmış, “Katate”, zırhını Tuğme’nin çalmış olduğunu tahmin ederek onun yanında arâmiş ise de bulamamış, ve bunu çalmadığına dâir Tuğme yemin de etmiş. Dağarcık içindeki un yollara dökülmüştü, Katate bunu takib ederek Yahudinin hanesine kadar gitmiş, zırhını onun yanında bulmuştu. Yahudi bu zırhı kendisine Tuğme’nin getirip emanet bıraktığını söylemiş, onun bu iddiasına bir takım Yahudiler de şehadette bulunmuşlardı. Tuğme’nin kabilesi Beni Zaferden bir cemaat da Rasûlullah’a müracaat etmişler, Tuğme’nin zırhtan haberdar olmadığını söylemişler, bu yüzden kabilelerinin mahçup bir halde kalacaklarını dermeyan eylemişlerdi. Zırh Yahudinin yanında bulunduğu için onun aleyhine hüküm verilmesini dilemiştiler. Rasûlü Ekrem Hazretlerine de bunların ifadelerine ve zırhın da Yahudinin yanında bulunmasına bakarak bunu Yahudinin almış olduğuna bir kanaat gelir gibi olmuştu. İşte bu hâdise üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, hiçbir taraf tutulmayıp hâdiselerin güzelce tetkik edilerek ona göre adaletle, tarafsız bir şekilde hüküm edilmesi emrolunmuştur. Tuğme ise Mekkeye gidip dinden dönmüş ve hırsızlık için içine girdiği bir binanın duvarı üstüne yıkılarak helâk olmuştur.
106. Ve Allah Teâlâ’dan bağış iste. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek merhametli bulunmaktadır.
106. Habibim!. (Allah Teâlâ’dan mağfiret iste) senin ve ümmetin hakkında ilâhî lutfun sübhânî affın tecellisini temenni eyle, Tuğme lehine yüz gösteren gayrı ihtiyarî bir temayülden dolayı da bağış dileğinde bulun. Aslında Rasûlüllah, bundan sorumlu değildir, bu ipuçlarına dayanan, iyilik isteyen bir kanaat neticesidir. Mâsum olan yüce bir Peygamberden kasıtlı olarak bir günah meydana gelemez, ancak peygamberliğin pek yüce olduğundan bunun daha fazla yücelmesi için istiğfarda bulunmak bir kulluk ve şükran sunma vazifesidir. Ümmetin fertleri için de bir irşad örneğidir, insanlık hali meydana gelen bazı yanlış düşüncelerden, kanaatlerden dolayı Cenâb-ı Hak’kın af ve bağışına sığınarak istiğfarda bulunmalıdırlar, (şüphe yok ki Allah Teâlâ gafur) dur, af isteyen kullarının hatalarını, günahlarını af eder ve örter ve (rahîm bulunmaktadır) kulları hakkında rahmet ve şefkati pek fazladır. Artık öyle bir yüce mabudun ilahlık eşiğine sığınarak kendisinden af ve bağış istemek icabetmez mi?.
107. Nefislerine hiyanet edenler tarafından mücadelede bulunma, şüphe yok ki, Allah Teâlâ hiyanete düşkün, çok günahkâr olan kimseyi sevmez.
107. Bu mübârek âyetler, hain kimselerin Cenâb-ı Hak’ka karşı ne kadar cahilce, cüretkârca hareket ettiklerini kınamakta ve onların korunmaya ve savunulmaya lâyık olmadıklarını bildirmektedir. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamberim!.. Ve ey ümmeti Muhammediye!, (nefislerine) Tuğme veya yardımcıları gibi günahları sebebiyle (hiyanet edenler tarafından) onların lehine olarak (mücadelede bulunma) onlar himayeye, korunmaya lâyık değildirler, (şüphe yok ki Allah Teâlâ hiyanete düşkün) çok hiyanette bulunan ve (çok günahkâr olan) isyana düşkünlük gösterip duran (kimseyi sevmez) yani onu cezaya, azaba ilâhî gazabına sokar. Binaenaleyh bu gibi cezayı gerektiren hareketlerden kaçınmalıdır.
108. İnsanlardan gizlenirlerde Allah Teâlâ’dan gizlenmezler. Halbuki, Allah Teâlâ, razı olmadığı lâkırdıyı onlar geceleyin konuştukları zaman onlar ile beraberdir. Ve Allah Teâlâ onların her yaptıkları şeyi kuşatmış bulunmaktadır.
108. Tuğme ve kavmi gibi cahiller (insanlardan) utanarak, zararlarından korkarak (gizlenirler de Allah Teâlâ’dan gizlenmezler) yani: Cenâb-ı Hak’tan korkmaz, hayâ etmezler, (halbuki. Allah Teâlâ, razı olmadığı lâkırdıyı) cinayeti başkasına yüklemek, yalan yere şahitlikte bulunmak gibi iddiaları (onlar geceleyin konuştukları) kendi aralarında gizlice düşünüp taşındıkları (zaman) ilmiyle, kudretiyle, ve görmesiyle (onlar ile beraberdir.) Cenâb-ı Hak, onların bütün lâkırdı ve harekâtını bilir, hiçbir işleri Hak Teâlâ’ya gizli kalamaz. (Ve Allah Teâlâ onların her yaptıkları şeyi) bütün açık ve gizli amellerini (kuşatmış) ihata buyurmuş (bulunmaktadır) Yüce Allah’ın ilminden, kudretinden hiçbiri dışarda değildir. Artık düşünmelidirler, mesuliyetten yakalarını kurtaramayacaklarına kani olup tövbe ve istiğfar etmelidirler. Başka türlü kurtuluş çaresi yoktur.
109. İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatı hususunda onlardan yana karşı kim mücadelede bulunacak? Veya onların üzerine kim vekil olacak?
109. Bu mübârek âyetler, haksız yere müdafaalarda bulunanları kınıyor, yaptıkları günahlardan dolayı pişman olup istiğfarda bulunanların ilâhî affa mazhar olacaklarını müjdeliyor. Herkesin yaptığı günahın kendi şahsı aleyhine olduğu ihtar ve kendi kusurlarını başkalarına isnat edenlerin ahlâka aykırı, mesuliyeti gerektirir bir şekilde hareket etmiş olacaklarını şöylece beyan buyuruyor. Ey Tuğme’nin lehine gerçeğe aykırı olarak şahitlikte bulunan kavmi!, (işte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatı) fâni menfaatlar (hususunda onlardan yana) Tuğme ile emsali şahıslar lehine (mücadelede) savunmada (bulundunuz) onun hırsızlıktan uzak olduğuna şahitlik ettiniz (fakat kıyamet gününde) Cenab’ı Hak’kın cezalandıracağı zaman (onlar tarafından) Tuğme ve benzeri şahıslar adına (Allah Teâlâ’ya karşı kim mücadelede bulunacak) onları azabtan kim kurtarabilecek?. (veya onların üzerlerine kim vekil olacak) onların işlerini üstlenecek, onları muhafaza ederek Allah’ın intikamından kurtaracak?. Elbette böyle bir yardımcı bulunmayacaktır. Artık haksızlara arka çıkmak nasıl doğru olabilir?.
110. Ve her kim bir kötülük yapar veya nefisine zulmeder de sonra Allah Teâlâ’dan mağfiret dilerse Allah Teâlâ’ya çok bağışlayan, pek esirgeyen bulur.
110. (Ve her kim bir kötülük yapar) meselâ: Tuğme gibi yaptığı gayrı meşru bir hareketi başkasına isnat eder (veya nefsine zulmeder) meselâ: İçki kullanır, yalan yere yemin eder, veya küfür ve şirke düşmüş bulunur (da sonra) nadim ve pişman olarak sadık bir tövbe ile (Allah Teâlâ’dan bağış dilerse Allah Teâlâ’yı çok bağışlayan) günahları af eden ve örten ve (pek esirgeyen) iyilik olarak fazla lûtuf ve kerem sahibi (bulur.) Binaenaleyh bir insan insanlık icabı herhangi bir günahta bulunmuş olursa olsun ümitsizliğe düşmemeli, hemen tövbe istiğfar edip Allah’ın merhametine iltica etmelidir. Bu sayede ilâhî affa kavuşarak ebedî hayatını kurtarmış olur. Bu âyeti kerime, bütün günahkarları tövbeye teşvik buyurmaktadır.
111. Ve her kim bir günah kazanırsa onu ancak kendi nefisi aleyhine kazanır. Allah Teâlâ ise bilendir, hikmet sahibidir.
111. (Ve her kim bir günah) Bir kusur, bir günah (kazanırsa) işlemiş olursa (onu ancak kendi aleyhine kazanır) onun vebali kendisine aittir. Onun mesuliyeti başkalarına değil, kendisine yöneliktir. Artık kendini dünyada da âhirette de soran ve cezaya maruz bırakmadan çekinmelidir. (Allah Teâlâ ise bilendir) gizli ve açık herşeyi tamamiyle bilir ve hiçbir şeyi terketmez ve (hikmet sahibidir) her emri ve yasağı, her yaptığı, takdir ettiği bir nice hikmetlere dayanmaktadır. Hiçbir kimsenin günahını başkasının yüklenmemesi, ondan mesul olmaması da bu ilâhî hikmet gereğidir.
112. Ve her kim bir kusur veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuz kimse üzerine atarsa muhakkak ki, bir iftirayı ve apaçık bir günahı yüklenmiş olur.
112. (Ve her kim bir kusur) kasıtlı olmaksızın küçük bir hata (veya bir günah) büyük bir günah veya kasıtlı olan küçük bir günah (kazanır) işler (de sonra onu) o günahı (bir suçsuz kimse üzerin atarsa) o günahı işlememiş bir kimseye isnat ederse, Tuğme’nin yaptığı hırsızlığı bir Yahudiye isnat ettiği gibi gerçeğe aykırı bir iddiada bulunursa (muhakkak ki, bir iftirayı) ondan habersiz olan şahsı hayrete düşürecek büyük bir yalanı (ve apaçık) çok çirkin (bir günahı yüklenmiş olur) bunun tesiri altında kalarak azap çeker. Çünkü bir kimse hakkında iftirada bulunmak, günahsız bir şahsı günahkâr göstermek asla câiz değildir. Bu sırf bir yalandır ki bütün dinlerde haramdır, bunun dünyada da âhirette de cezası görülür. Binaenaleyh bu gibi haram, ahlâk dışı hareketlerden sakınmalıdır. Herkes kendi kusurunu bilip tövbe ve istiğfar etmeye koşmalıdır, başka türlü çare yoktur.
113. Eğer Allah Teâlâ’nın lûtuf ve rahmeti senin üzerine olmasaydı elbette onlardan bir taife seni şaşırtmaya kasdedecekti. Halbuki, onlar kendi nefislerinden başkasını şaşırtamazlar ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler. Ve Allah Teâlâ sana kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilir olmadığın şeyleri öğretti. Ve Allah Teâlâ’nın lütfu senin üzerine pek büyük olmuştur.
113. Bu âyeti kerime, Rasûlü Ekrem’in Allah’ın lütfuna nâil, ilâhî vahye mazhar olup düşmanlarının sui kastlerinden korunmuş ve muhafaza edilmiş bulunduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (Eğer Allah Teâlâ’nın lütfu) peygamberlik ve risalete nâil kılması (ve rahmeti) günahsızlık sıfatına erdirmesi (senin üzerine) yönelmiş (olmasa idi) böyle bir ilâhî merhamet, ilâhî koruma senin hakkında tecelli etmeseydi (elbette onlardan) o Tuğme’nin kavmi gibi yalan yere şahitlik eden isyankâr insanlardan, münâfıklardan (bir taife seni şaşırtmaya) seni hatâya düşürüp hak üzere hüküm vermekten ayırmaya (kasdedecekti) bu isteklerinin meydana gelmesi için etkili olacak bir şekilde çalışmış olacaklardı. Onların vâki olan kasıtları, etkisiz olduğundan yok hükmünde bulunmuştur. (halbuki, onlar) o hakikatı değiştirme ve bozmaya çalışan münâfık tabiatlı harifler (kendi nefislerinden başkasını şaşırtamazlar) meşru olmayan hareketlerinin vebali kendilerine yöneliktir, (ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler) seni hiçbir zarar ile zarara uğratamazlar. Çünki Allah Teâlâ seni korumuştur, himayesine mazhar buyurmuştur. Öyle bir topluluğun, Tuğme kabilesi gibi kimselerin yalan yere yapılmış olan şahitliklerinden dolayı peygamberin kalbine gelen bir tamayül ise şahitlik edenlerin sözlerine itimat ve durumun zahiri ile amel kabilinden olduğundan bu, hüküm hususunda haksız yere bir temayül mahiyetinde değildir, (ve Allah Teâlâ sana) Ya Muhammed Aleyhisselâm!, (kitabı) Kur’an-ı Kerim’i (ve hikmeti) sünneti seniyeyi, şeriat ilmini, hakka uygun olan herhangi bir kelâmı (indirdi) inzal etti, ilham buyurdu (ve sana) peygamberliğe nâil olduğun zamana kadar (bilir olmadığın şeyleri öğretti) vahy yoluyla gizli olan işleri telkin etti, dünyaya ve âhirete ait nice müşkülâtın hal çaresini sana bildirdi ve bu cümleden olarak Tuğme gibi, kavmi gibi yalancıların yalanlarından seni haberdar buyurdu. (Ve Allah Teâlâ’nın fazlı) lûtfu keremi (senin üzerine pek büyük olmuştur) bâhusûs seni umumî peygamberliğe, umumi risalete nâil buyurmuştur. Artık bunlardan daha büyük lûtuf ve kerem düşünülebilir mi?..
114. Onların gizlice konuşmalarının bir çoğunda bir hayır yoktur. Bir sadaka verilmesiyle veya iyi bir iş yapılmasıyla veya insanların arasını ıslah etmek ile emir eden kimsenin böyle konuşması müstesnâ… Ve her kim Allah Teâlâ’nın rızasını taleb ederek bunu yaparsa biz ona elbette çok büyük bir mükâfat vereceğiz.
114. Bu mübârek âyetler, gizlice konuşulan sözlerin meşru, iyilik ister bir mahiyette bulunmadığı takdirde hayırdan uzak olacağını bildirmektedir. Ve Rasûlullah’a muhalefet edip mü’minlerin takib ettikleri doğru yoldan ayrılanların da pek büyük cezalara uğrayacaklarını ihtar etmektedir. Şöyle ki: (onların) insanların, ve Tuğme ile kavmi gibi bir takım grupların (gizlice konuşmalarının) bazı hadiseleri gerçeğe aykırı olarak aralarında fısıldaşıp yalan yere tavsiyelerde, şahitliklerde bulunanların (bir çoğunda hayır yoktur) çünki bu konuşmaları gerçeğe uygun, iyi niyete dayanmış değildir, bâtılı değerlendirmeye yöneliktir. Ancak vâcib veya mendup (bir sadaka verilmesiyle veya iyi bir iş yapılmasiyle) şeri şerifin güzel gördüğü ve aklın inkâr eylemediği mâruf denilen herhangi bir işin ifa edilmesiyle (veya insanların arasını ıslah etmek ile) insanların arasında münakaşa, düşmanlık ortaya çıktığı anında şer’i şerifin sınırını geçmemek suretiyle aralarını bulmaya, düşmanlıkları gidermeye ait sözler ile (emir eden kimsenin böyle konuşması) gizli olarak tavsiyelerde, temennilerde bulunması (müstesnâ) bu hayırdan sayılır, bir hayr işlerlik belirtisidir. Nitekim bir hadisi şerif ile beyan olunmuş olduğu üzere iki kimsenin arasını ıslaha çalışmak, birçok ibadetlerden derece bakımından üstündür, (ve her kim) dünyevî bir maksat için değil, yalnız (Allah Teâlâ’nın rızasını taleb ederek bunu yaparsa) böyle sadaka ile, mâruf ile, ara buluculuk ile emir ve tavsiyede bulunursa (biz ona elbette) âhirette (çok büyük bir mükâfat vereceğiz) o cennete girecek, Allah’ın cemalini seyretmeye mazhar olacaktır. Binaenaleyh insan daima her meşru işi sadece hak rızası için yapmalıdır, dünyevî bir menfaat düşüncesiyle veya onun bunun sevgisini kazanmak maksadı ile yapmamalıdır, kalbi fânî maksatlara yönelmiş olmaktan arınmış bulunmalıdır.
115. Her kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e muhalefet eder ve mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu o takib ettiği yola sevkederiz ve onu cehenneme daldırırız. Ve o ne fena bir gidilecek yer.
115. (Her kim de kendisine doğru yol) Hak ve hakikat (zahir olduktan sonra) bir takım deliller ile, mucizeler ile Hz. Muhammed’i peygamberliği sabit, İslâmiyet’in yüceliği göründükten sonra (Peygambere muhalefet eder) onun tebliğatının zıttına harekette bulunur (ve mü’minlerin yolundan) onların takib ettikleri İslâmiyet yolundan ayrılıp (başkasına uyup giderse) İslâm dininden başkasına tabi olursa (onu o takib ettiği yola sevkederiz) kendisiyle o yöneldiği yolun arasını boş bırakırız, bu gidişme mâni olmayız, kendi kötü tercihine göre harekette bulunmuş olur (ve onu cehenneme daldırırız) cehennem ateşine sokarız. (ve o) cehennem (ne fena bir gidilecek yer) dir. Artık oraya atılmaya sebep olan hareketlerden kaçınmalı, İslâm cemâatinin yolundan ayrılmamak değil midir?. Bu âyeti kerime, icmai ümmetin delili olduğuna ve ona muhalefetin haram olduğuna dalâlet etmektedir.
116. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz ve bunun aşağısındakini de dilediği kimseye bağışlar.. Ve her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa muhakkak ki pek uzak bir dalâlete sapmıştır.
116. Bu mübârek âyetler, Allah’a.ortak koşmanın affedilmesi mümkün olmayan bir cinâyet olduğunu ve müşriklerin ne kadar akılsızca hareketlerde bulunduklarını şöylece bildirmektedir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ kendisine ortak koşam) birden çok yaratıcıların, mâbutların varlığına inananlar!, Allah’ın birliğini inkâr eyleyen herhangi bir şahsı daha hayatta iken tövbe ve istiğfar etmedikçe (mağfiret etmez) onu ebedî bir azaba sokar. Çünkü böyle bir küfür ve şirk bütün günahların üstündedir. (bunun) bu küfür ve şirkin (aşağısındaki) öyle yüce yaratıcının birliğini veya büsbütün mukaddes varlığını inkârdan ibaret olmayıp bunun aşağısındaki diğer herhangi bir günahı (dilediği kimseye) tövbe ve istiğfar etmiş olsun olmasın (mağfiret buyurur) affeder ve örter. Ve dilediği günahkâr kimseyi de tövbe ve istiğfar etmedikçe mağfiret buyurmaz, günahına göre azap çektirir. Çünki Cenab’ı Hak dilediğini çokça yapandır. Kendi mülkünde kendi kulları hakkında dilediği şekilde hak tasarrufa sahiptir, ve her fiil ve irâdesi hikmet ve faydanın kendisidir, (ve her kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa) ondan .başka yaratıcı, mabut bulunduğuna inanırsa (muhakkak ki) haktan (pek uzak bir dalâlete sapmıştır) hidâyet caddesinden pek fazla ayrılmıştır. Binaenaleyh böyle bir şahıs, Allah’ın mağfiretine ebedî olarak nâil olamıyacaktır. Cenâb-ı Hak’ka ortak koşmak, en büyük bir cinâyet olduğu için bundan sakındırmak için bu ilâhî beyanlar bu sûre’i celilede tekrar etmiştir. (48) inci âyeti kerimeye müracaat!. Bununla beraber bu mübârek âyetler, başka başka sebeblere bağlı olarak da tekrar tekrar nâzil olmuştur. Rivayete göre bir şahıs, Rasûlü Ekrem’in huzuruna gelerek “ben günahlara düşkün bir ihtiyarım, şu kadar var ki ben Cenâb-ı Hak’ki bildiğim ve ona imân ettiğim günden beri ona hiç ortak koşmadım, yaptığım günahları da Hak Teâlâ’ya karşı bir cür’et olarak yapmış değilim, ve ben kaçmakla Cenâb-ı Hak’ki âciz bırakabileceğimi de bir an bile düşünmedim. Ben pişman olmuş ve tövbekâr da bulunuyorum, sen benim hâlimin Allah katında nasıl olacağını görürsün?” diye vaziyetini anlatmış, bunun üzerine de bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Binaenaleyh o şahıs da müşrik olmadığından ve özellikle tövbe ve istiğfar etmiş bulunduğundan artık ümitsizliğe düşmeyip Allah’ın mağfiretine nâil olabileceği kendisine müjde edilmiş demektir.
117. O müşrikler Cenab’ı Hak’ka değil, ancak dişilere taparlar ve ancak çok isyankâr bir şeytana tapıverirler.
117. (O müşrikler Cenab’ı Hak’ka değil, ancak dişilere) Lût, Uzza ve Menat denilen ve dişi sanılan putlara (taparlar) cahiliye zamanında Arab kabilelerinden her birinin bir putu vardı, ona taparlar ve onu dişi sayarlardı. Veyahut o putlara Allah’ın kızlarıdır derlerdi. Bazıları da meleklere tapar, onlara “Allah’ın kızları” derlerdi. (ve) onlar o putlara ibadetleriyle (ancak ziyade isyankâr) Allah’ın emrine itaatten hariç, katı, yoğun, inatçı (bir şeytana tapı verirler) çünki onları o putlara tapmaya sevk ve teşvik eden şeytandır, lânetli iblistir. O cahil müşrikler ise bunun farkında olmayarak öyle cansız varlıklar kabilinden putlara tapar dururlar.
§ Merid kelimesi: Lûgatte: Katı, yoğun, selâbetli, kavmi kimse demektir. İstılahta: İnat ederek emre muhalefet eden, hayır ile alâkası bulunmayan şahıstan ibarettir. İblis de Allah’ın emrine muhalefet ederek Hz. Adem’e secde etmekten kaçındığı için pis bir sıfat olan merid vasfını almayı hak etmiştir.
118. Allah Teâlâ ona lânet etmiştir. O da demiştir ki; elbette ben senin kullarından belli bir pay edineceğim.
118. Bu mübârek âyetler, Allah’ın lânetine uğramış olan şeytanın insanlık hakkındaki sui kasdini ve insanları ne suretle aldatmaya çalışacağım bildiriyor, insanları uyanmaya davet ederek şeytanların saptırmasına kapılmadan menedip sakındırıyor. Şöyle ki: (Allah Teâlâ ona) o inatçı şeytana (lânet etmiştir) onu rahmetinden uzaklaştırmıştır, (o da) o lânetlenmiş şeytana da (demiştir ki: Elbette ben senin kullarından belli bir pay edineceğim) onlardan belli bir miktar bir nasip elde ederek onları kendime itaate davet edeceğim. Onlar ise şeytanın izine giden, onun vesveselerini kabul eden kimselerdir. Maalesef insanların büyük bir kısmı şeytanın aldatmalarına tâbi bulunmaktadır. Bütün dinsizler, bâtıl dinlere tâbi olan bu cümledendir.
119. Ve elbette onları sapıtacağım ve elbette onları kuruntuya düşüreceğini ve muhakkak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve herhalde onlara emredeceğim de Allah Teâlâ’nın yarattığını değiştireceklerdir. Ve her kim Allah Teâlâ’yı bırakır da şeytanı dost edinirse şüphe yok ki, pek açık bir ziyan ile ziyana düşmüş olur.
119. Şeytan öyle de saçmalamada bulunmuştur: (ve) ben (elbette onları) Cenab’ı Hak’kın kullarını (sapıtacağım) onları vesveselerimle, bâtıl şeyleri süsleyerek doğru yoldan, din yolundan ayıracağım, (ve elbette onları kuruntuya düşüreceğini) onların kalplerine hırs ve tamah gibi şeyleri atacağım, onları kıyameti, hesabı, cennet ve cehennemi düşünmek duygusundan mahrum bıracağım (ve muhakkak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar) dır, keseceklerdir. Nitekim cahiliye zamanında Araplar, istifadesini kendilerine haram kıldıkları hayvanların kulaklarını keserlerdi. Onlar beş defa yavrulayan develerin kulaklarını yararlardı, bu yavruların beşincisi erkek olunca ondan istif âdeyi kendilerine haram kılarlardı. (Ve her halde onlara emredeceğim de Allah Teâlâ’nın yarattığını değiştireceklerdîr) Allah’ın yaratmasına aykırı hareketlerde bulunacaklardır. Meselâ İslâm dininin hükümlerini değiştirmeye çalışacaklardır. Allah Teâlâ’nın helâl kıldığını haram ve haram kıldığını helâl sayacaklardır. Sihir gibi şeyler ile uğraşacaklar, erkekliklerini gidererek kısır kalacaklardır, (ve her kim Allah Teâlâ’yı bırakır da şeytanı velî) dost, yardımcı, hareket rehberi (edinirse) ona itatte bulunursa, onun vesveselerine tâbi olup Allah’ın emrine muhalif hareketlerden ayrılmazsa (şüphe yok ki, pek açık bir ziyan ile ziyana düşmüş olur) çünkü hayatını zâyetmiş, geleceğini mahveylemiş, cenneti cehennem ile değiştirmiş, kendisini Allah’ın azabına mâruz bırakmış olur.
120. Şeytan onlara vadeder ve onları kuruntuya düşürür. Halbuki, şeytan onlara bir aldatmadan başka birşey vâdetmez.
120. (Şeytan onlara) O saptırmak istediği kimselere (vadeder) onları bir takım isteklerine, dünya varlıklarına kavuşturacağını bir hayal olmak üzere kalplerine düşürür, bir takım bâtıl şeyleri yaldızlı göstererek onlar ile gafil insanları oyalar durur, hiçbir vaadini yerine getirecek bir durumda bulunamaz, (ve onları kuruntuya düşürür) dünyada bütün isteklerine nâil olacaklarını onların kalplerine atar, onların başka bir âlemde hesaba, cezaya tâbi olmayacaklarını kâfirce bir şekilde telkin eder durur (halbuki şeytan onlara bir aldatmadan başka birşey vadetmez) zararlı olan şeyleri onlara faideli imiş gibi göstermekten başka bir muamelede bulunmaz. Şeytan bu vadini ya kalplere düşündüğü bâtıl hatıralar, vesveseler vasıtasıyle yapar veya bu vadini kendisinin dostları olan bir takım dinsizlerin lisaniyle telkin eyler. Artık öyle kimselerin o kötü telkinlerine karşı uyanık bulunmak lâzımdır.
121. İşte onların varacakları yer cehennemdir. Ve ondan kaçıp sığınacak bir yer de bulamıyacaklardır.
121. (İşte onların) O şeytan ile onun dostlarının, ona tâbi olanların (varacakları yer cehennemdir) orada yanıp duracaklardır, (ve ondan) o cehennemden (kaçıp sığınacak) iltica eyleyecek (bir yer de bulamayacaklardır, şeytana tâbi olup küfr içinde ölecekler) her halde o cehenneme sevkedileceklerdir. Orada ebedî olarak yanıp yakılacaklardır. İmanlarını muhafaza etmiş olan günahkâr kullar da herhalde cehenneme geçici olarak atılmayı hak etmiş kimselerdir, meğer ki Allah’ın mağfireti imdatlarına yetişsin. Binaenaleyh daha dünyada iken uyanmalı, şeytanın aldatmalarına kapılmamalı, insanlık icabı bir günah işlenilmiş ise hemen tövbe ve istiğfar edilmelidir ki, geleceğin selâmetinden emniyet meydana gelmiş olsun.
122. Ve o kimseler ki imân ettiler ve iyi iyi işler yaptılar. Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere orada ebedî olarak kalıp durmak üzere elbette girdireceğiz. Allah Teâlâ (bunu) hak bir söz olarak vâdetti. Allah Teâlâ’dan daha gerçek sözlü kim vardır?
122. Bu mübârek âyetler, imân ve salih âmâl sahiplerinin nâil olacakları, uhrevî mükâfatları müjdelemektedir. Ahirette sevaba kavuşmanın ise hiçbir milletin yalnız hayal ve düşüncesine tâbi olmayıp herkesin yaptığı fenalıktan dolayı cezaya uğrayacağını şöylece ihtar buyurmaktadır. Dinden mahrum olanlar, ebedî ziyana uğrayacaklardır. (Ve o kimseler ki, imân ettiler) İslâm dinini kalben tasdik ve lisânen ikrar eylediler (ve iyi iyi İşler yaptılar) üzerlerine düşen ibadetleri, vazifeleri ifa ettiler, işte onlar ebedî nimetlere nâil olacaklardır. Şöyle ki: (onların altlarından ırmaklar akar cennetlere orada) o cennetlerde (ebedî olarak kalıp durmak üzere elbette girdireceğiz) orada sonsuza kadar kalıp mükâfata nâil olacaklardır. (Hak Teâlâ (bunu) hak bir söz olarak vâdetti) onları öyle cennetlere girdireceğini Cenâb-ı Hak vadetmiştir. Bu vaad gerçeğin kendisidir, mutlaka gerçekleşecektir, (ve Allah Teâlâ’dan daha gerçek sözlü) vadinde sadık (kim vardır) artık nasıl olur da bir insan bu ilâhî vaade kavuşmak için imanda, güzel amellerde bulunmaz da şeytanların kuruntularına, vesveselerine kapılır, hakiki istikbâlini mahveder gider.
123. Sizin kuruntularınızla değildir, ehli kitabın kuruntuları ile de değildir. Her kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Ve kendisi için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yar ve ne de bir yardımcı bulamaz.
123. Ey müslümanlar!. Cenâb-ı Hak’kın vaad buyurduğu sevaplar, mükâfatlar öyle (sizin kuruntularınızla değildir) bunlar öyle kuru arzulara ve düşüncelere göre meydana gelecek değildir ve (ehli kitabın kuruntuları ile de değildir) biz ehli kitabız diye öyle mükâfatları hak etme hayallerinde bulunmalariyle değildir. Bilakis hakiki bir imân iledir ve salih ameller iledir. Binaenaleyh, (her kim bir kötülük yaparsa onunla) ya dünyada veya âhirette (cezalandırılır) bazı kimseler, yaptıkları fenalıkların cezasını daha dünyada iken görür, bazı kimseler de âhirette göreceklerdir. Ekseri mü’minler kusurlarının cezalarını dünyada görürler, uhrevî cezadan kurtulmuş olurlar. Ehli küfrün bir çoğu da bir kısım cezalarını dünyada görmeseler de onların hepsi de cehenneme aday olduklarından bütün cezalarını âhirette göreceklerdir. (Ve) hiç bir kimse (Kendisi için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yar) hakiki bir dost, onu affa kâdir bir yetkili (ve ne de bir yardımcı bulamaz.) kimse onu koruyamaz, onu cezadan kurtaramaz. O halde daha dünyada iken hayatı tanzim etmeli, kulluk vazifelerini yerine getirmeli, Cenab’ı Hak’kın korumasına, af ve mağfiretine sığınmalıdır.
§ Rivâyete göre ehli kitap denilen Yahudiler ile Hıristiyanlar, müslümanlara karşı iftihar ederek: Bizim Peygamberimiz, sizin peygamberinizden öncedir, bizim kitabımız da sizin kitabınızdan önce gelmiştir. Binaenaleyh biz Allah Teâlâ’ya sizden daha lâyıkız demişler, müslümanlar da: Bizim Peygamberimiz son peygamberdir ve bizim kitabımız sizin kitabınızı tasdik ediyor, ve biz sizin kitabınıza imân etmiş olduğumuz halde siz bizim kitabımıza imân etmiyorsunuz, o halde daha lâyık olanlar bizleriz, demişler. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, Cenâb-ı Hak’kın sevap ve mükâfat hakkındaki vâdi öyle insanların kuruntularına göre değildir, yalnız kuruntu ile ona hak kazanmak meydana gelmez, ancak imân ile salih amellerle meydana gelir diye bu hakikatı ihtar buyurmuştur.
124. Ve erkekten ve kadından herhangi bir kimse, mü’min olduğu halde iyi işlerden birşey işlerse işte onlar cennete gireceklerdir ve bir çekirdeğin arkasındaki bir çukurcuk kadar bile zulme uğramayacaklardır.
124. (Ve erkekten ve katından herhangi bir kimse) herhangi bir kavim (mü’min olduğu halde iyi işlerden birşey işlerse) onun mükâfatını görecektir. Fakat yapılacak güzel amellerin Allah katında makbul olması için evvelâ imân lâzımdır. Mü’min olmayanların amelleri Allah katında makbul, kendilerini cehennem azabından kurtarmaya vesile olamayacaktır. İmândan başka salih ameller de lâzımdır. Bununla beraber her mü’min sâlih amellerin tümüyle mükellef değildir. Meselâ: Fakir olan bir mü’min zekât ile mükellef değildir. Yine bir mü’min nafile, mendup olan amellerin hepsini yapabilecek bir durumda bulunamaz. Binaenaleyh herhangi bir mü’min mükellef ve gücünün yettiği herhangi bir salih ameli ifa ederse (işte onlar) öyle güzel amellerde bulunanlar (cennete gireceklerdir) bir imân sahibi günahından dolayı affa mazhar olmayıp cehenneme girse de bu geçicidir, yine oradan çıkarak cennete girecektir. Bunların cezaları geçici olduğu için cennete girmeden evvel görülecektir, cennet hayatı ise sonsuz olduğundan bir kesintiye uğramayacaktır. Artık hiçbir mü’min cennete girdikten sonra oradan çıkarılmayacaktır. (ve bir çekirdek arkasındaki bir çukurcuk kadar) yani: Amellerinin sevabından en az, en cüz’î bir miktar bile eksiltilmek suretiyle (zulme uğramayacaklardır) lâyık oldukları sevaplara tamamen kavuşacaklardır. Nitekim günahkâr olanların cezaları da lâyık oldukları miktarlardan en az bir derecede bile artırılmayacaktır. Çünki Hak Teâlâ Hazretleri mutlak adalet sahibidir. Merhametlilerin en merhametlisidir.
125. Ve din itibariyle daha güzel kimdir, o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü Allah Teâlâ’ya teslim etmiş ve hânif olarak İbrahim’in milletine tâbi olmuştur. Allah Teâlâ da İbrahim’i bir dost edinmiştir.
125. Bu mübârek âyetler, en mükemmel şekilde dindar olan zatların özelliklerine işâret etmekte ve Cenâb-ı Hak’kın bütün kâinata sâhip ve her şeyi ilmi ve kudreti ile kuşatmış olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve din itibariyle daha güzel kimdir?.) Yani Daha güzeli yoktur (o kimseden ki muhsin olduğu) yani mü’min olup iyilikleri ifa, kötülükleri terkettiği ve Cenâb-ı Hak’ka, yüce huzurunda bulunuyormuş gibi halisâne ibadette bulunduğu (halde yüzünü Allah Teâlâ’ya teslim etmiş) tam bir ihlâs ile hakka yönelerek kulluk arzetmiş (ve hânif olarak) yani: Diğer dinlerden beri olup hak dine girmiş bulunarak (İbrahim’in milletine) İslâm dinine muvafık olan İbrahim’in dinine (tâbi olmuştur) Allah’ın birliğini tasdik edip bâtıl inançlardan uzak bulunmuştur. (Allah Teâlâ da İbrahim’i) saf, samimi bir sevgili bir Yüce Peygamber (bir dost edinmiştir) onu böyle bir şeref ve seçkinliğe nâil kılmış onun kadrini bir takım ikramlar ile yükseltmiştir.
§ Halil lâfzı, hullet kelimesinden bir vasıftır. Hullet ise: Pek samimî bir dostluk demektir, kalbi işgal eden bir muhabbet ve sevgiden ibarettir, sevgiliden başkasından kalbin tahliye edilmesidir. Samimi bir muhabbet ve ihlâsa, bir zat ile sırdaş, karşılıklı bir muhabbete sâhip olmak da bir hullettir, ilâhî sırların bir kalbi kuşatması da bir hullettir. İşte Hz. İbrahim de Allah’ın muhabbetine nâil, muhterem bir Peygamber olduğundan kadrini yüceltmek için kendisine Halilullah denilmiştir. Yoksa onun Halilullah olması, Cenab’ı Hak’kın ona bir ihtiyacından veya onun bütün ilâhî sırlara vakıf olmasından dolayı değildir. Binaenaleyh onun bu ünvana, bu şerefe kavuşması onun kulluk mertebesinin üstünde olmasını gerektirmez. Keşşafı ıstılahatilfünunda anlatılmış olduğu üzere Peygamber Efendimize de Halilullah ünvanı verilmiş olduğunu bir hadisi şerif bildirmektedir. Ve aynı zamanda Peygamber Efendimiz Habibullah ünvanına da sahiptir ve peygamberlerin ve mürsellerin sonuncusu olup, peygamberliği bütün insanlığa ait bulunmuştur. Binaenaleyh Rasûlü Ekrem Efendimiz bütün peygamberler ve mürseller hazretlerinin üstünde bir rütbeye sahiptir. Şu da malumdur ki İbrahim Aleyhisselâm’ın pek muhterem bir zat olduğunu ehli kitap da Arap müşriklerin! de tasdik etmekte ve onunla iftihar eylemektedirler. Özellikle araplar, Hz. İbrahim’in neslinden olmakla da ayrıca övünmektedirler. O halde Hz. İbrahim ile aynı din ve milliyete sâhip ve bütün Peygamberleri ve özellikle Hz. İbrahim’in kıymetini, yüceliğini tasdik eden İslâm dininden daha güzel inanca sâhip kim olabilir?. Binaenaleyh Hz. İbrahim’i tasdik edip yücelten milletler, İslâm milletini de takdir ve İslâmiyet’in hak olduğunu itiraf etmeli değil midir?, İşte bu âyeti kerime, bu hususa da, işâreti içermektedir.
126. Göklerde ne varsa, yeryüzünde de ne varsa hepsi de Allah Teâlâ’nındır. Ve Allah Teâlâ her şeyi kuşatmış bulunmaktadır.
126. (Göklerde ne varsa ve yeryüzünde ne varsa) Bütün melekler, insanlar, bütün kâinat (hepsi de) yaratılış, mülkiyet, ve kulluk bakımından (Allah Teâlâ’nındır) Cenab’ı Hak, bunlarda dilediği gibi tasarrufta bulunur, İbrahim Aleyhisselâm da onun bir kuludur, onu Halilullah olmak şerefine nâil buyurmuştur. Bununla beraber o da Hak Teâlâ Hazretlerine kullukla mükelleftir ve bununla övünür. (Ve Allah Teâlâ her şeyi) İlim ve kudretiyle (kuşatmış) ihata etmiş (bulunmaktadır) onun İlim ve kudretinden hiçbirşey hariç değildir. Binaenaleyh o Yüce Mâbud, mükâfata lâyık kullarını da bilir, cezayı hak eden kullarını da bilir, haklarında hikmetinin icabına göre mükâfat ve ceza verir.
127. Ve senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onların hakkında size fetvayı Allah Teâlâ veriyor ve kendileri için yazılmış olanı kendilerine vermediğiniz ve kendilerini nikâhlamaya rağbet eylediğiniz yetim kadınlar hakkındaki ve zayıf bir durumda bulunan çocuklar hakkındaki ve yetimlere karşı adaletle hareket etmeniz hakkındaki size okunan âyetlerde bu hususlarda size fetva vermektedir. Ve siz hayırdan her ne yaparsanız şüphe yok ki; Allah Teâlâ onu hakkıyle bilicidir.
127. Bu âyeti kerime, kadınların, çaresiz çocukların, yetimlerin hukukuna riâyet edilmesi hakkındaki dinî hükümlere işâret etmekte, İslâm milletini bu hususlarda aydınlatmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. (Ve senden) mutlak olarak (kadınlar hakkında fetva isterler) bu fetva isteyenlere cevaben (de ki: Onların hakkında size fetvayı Allah Teâlâ veriyor) ilâhî hükmünü Kur’an’ı Kerim’inde beyan buyuruyor. Aynı şekilde (ve kendileri için yazılmış) şer’an farz ve tayin edilmiş (olanı) miras payını (kendilerine vermediğiniz ve kendilerini) kendiniz için (nikâhlamaya rağbet eylediğiniz) malları için başkalarına vermekten çekindiğiniz (yetim kadınlar) yetim kalmış kız çocukları (hakkındaki) âyetler (ve zayıf bir durumda bulunan) henüz bâliğ olmamış olan (çocuklar hakkındaki) âyetler (ve yetimlere karşı) miras ve saire hususunda (adaletle hareket etmeniz hakkındaki size okunan âyetlerde) bu hususlarda size fetva vermektedir. Şeriatın hükmünü açıklar bulunmaktadır, (ve siz hayırdan her ne yaparsanız) gerek böyle aile hukukuna ve gerek diğer şeylere dâir hayr isteyerek her ne harekette bulunursanız (şüphe yok ki. Allah Teâlâ onu hakkıyle bilicidir.) Ona göre sizi mükâfatlara nâil buyurur. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri kerem sahiplerinin en cömerdidir. Bu âyeti kerimenin işâret ettiği âyetler, işbu Nisa sûresinin ikinci, üçüncü, altıncı, dokuzuncu, onuncu ve on birinci ayetleridir. Evvelce de beyan olunduğu üzere câhiliyet devresinde kadınları, yetimleri mirastan mahrum bırakırlardı, hattâ Übeys adında bir şahıs peygamberin huzuruna gelmiş, “işittiğimize göre sen kızlara, kız kardeşlere yarım miras payı veriyormuşsun, halbuki, biz yalnız savaşlarda bulunan, ganimet malları alanları, yani erkekleri mirasçı tanıyoruz” demiş, Rasûlü Ekrem de: “Ben öyle emir olundum, yani kadınlara da miras payı vermekle memur bulundum diye cevap vermiştir.
§ İstîftâ, fetva istemektir. Fetva da bir şer’î mesele hakkında verilen cevaptır, delile dayanan, kuvvetli ve müşkülatı çözmeye hizmet eden bilgiler demektir. Böyle fetva vermeğe “iftâ” denir. Fetva veren zata da “Müftü” denilir ki bir mühim, müşkil meseleyi çözmüş ve açığa çıkarmış olur.
§ Bu Nisa sûresinin başlangıcında kadınlarla ilgili hükümlerden bazı hükümler beyan buyrulmuş, sonra vade, tehdide, teşvik ve korkutmaya, Cenâb-ı Hak’kın kudret ve azametine dâir âyetler bulunmuş, sonra da tekrar bazı şer’î hükümleri açıklamaya dönülmüştür ki, bu en güzel bir uslubtur. Kalplerde en fazla tesir bırakacak bir tertibtir, okuyup dinleyenleri usandırmayıp bir ferahlık içinde bırakacak bir tarzı beyandır ve şer’î hükümlere riâyeti temin için en etkili, en mükemmel bir i’câz üslûbudur. İşte mucize Kur’an-ı Kerim’in bütün sûreleri böyle en güzel en hikmetli bir tertib usûlü üzere bulunmaktadır.
128. Ve eğer bir kadın kocasının kaçıp nefret etmesinden veya yüz çevirmesinden korkarsa aralarını sulh ile ıslah etmelerinden dolayı üzerlerine bir günah yoktur ve sulh hayırlıdır. Ve nefislerde cimrilik hazırlanmıştır. Ve eğer ihsan eder ve ittikada bulunursanız şüphe yok ki; Allah Teâlâ yapacağınız şeyden tamamen haberdardır.
128. Bu mübârek âyetler, aile hakkındaki bazı hükümleri bildirmektedir. Eşler arasında mümkün mertebe adalet ve eşitliğe riâyetin lüzumunu ve gerektiğinde barış ve ıslah yoluna gidilmesinin hayırlı olacağını, ayrılma takdirinde de her birinin Allah’ın lütfu ile diğerine ihtiyacı olmayacağını göstermektedir. Şöyle ki: (ve eğer bir kadın kocasının) nüşuzundan, yani kendisinden (kaçıp nefret etmesinden) kendisi ile birlikte bulunmamasından endişeye düşerse (veya yüz çevirmesinden) kendisiyle birlikte, sohbette bulunmamasından (korkarsa) o halde bu koca ile karının kendi (aralarını) nafaka gibi, geceleyin beraber kalmak gibi hususlarda (sulh ile ıslah etmelerinden dolayı üzerlerine bir günah yoktur) bu yüzden kendilerine mânevî bir mesuliyet gelmez. Meselâ: Karı nafakasının veya bir malının bir miktarını kocasına bağışlayabilir ve geceleri kocasının diğer karısı yanında daha fazla bulunmasına müsaade edebilir. Koca da bu karısını nikâhı altında tutar, nafakasını güzelce temine çalışır, (ve sulh) ise yani: İki taraftan her birinin bir hakkını tamamen veya kısmen terk etmesi ise ayrılıktan, kötü geçinmekten, düşmanlıktan (hayırlıdır) daha muvafıktır. (ve nefislerde cimrilik hazırlanmıştır) cimrilik, insanlık tabiatı gereğidir ondan ayrılmaz. Binaenaleyh kadın, kendi nefsinden, kendi hakkından birşey kocasına vermek cömertliğinde bulunmak istemeyebilir, erkek de sevmediği, arzusuna muvafık bulmadığı bir eşine karşı güzelce geçinmede bulunmamak, nafakasını hakkiyle temin etmemek cimriliğinde bulunabilir. Fakat insan bu gibi hususlarda nefsine hâkim olmalı, fedakârlıkta bulunmak gayretini göstermelidir ki, barış ve iyilik tecelli etsin, (ve) Ey kocalar ile kanlar (eğer ihsan eder) güzelce geçinmeye çalışır (ve ittikada) geçimsizlikten, yüz çevirmekten sakınır (bulunursanız) böyle nefsanî isteklerinize muhalif, güzelce bir harekete muvaffak olursanız (şüphe yok ki Allah Teâlâ) bu gibi yapacağınız (şeyden tamamen haberdardır.) bundan dolayı sizleri sevaba, mükâfata nâil buyurur, hiçbir iyiliği mükâfatsız bırakmaz.
§ Rivayete göre İbni Ebissaib adında bir kimsenin ihtiyarlanmış bir karısı varmış, bu kadından çocukları da var idi. İstemiş ki, bunu boşayıp da başkasını nikâh etsin. Bu kadıncağız ise: “Sen beni evlâdımın üzerine bırak, her iki ayda bir yanıma gel ve dilersen hiç gelme tek beni boşama demiş” kocası da eğer böyle bir muamele münasip olursa bu benim için çok sevimlidir, demiş, bu durumu gidip Rasûlü Ekrem’e arzetmiş, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olarak böyle iki tarafın rızâsı ile yapılacak bir uzlaşmanın câiz ve iyi olduğu gösterilmiştir. Maamafih başka nüzul sebebi de tefsirlerde yazılıdır.
129. Ve kadınlar arasında adalette bulunmanıza ne kadar istekli olsanız da asla muktedir olamazsınız, artık birine büsbütün meyl ile temayül edîp de ötekini asıklı gibi bırakmayınız. Ve eğer ıslah eder ve sakınırsanız şüphe yok ki Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
129. (Ve) eşleriniz olan (kadınlar arasında) sevgi ve cinsel ilişki gibi hususlarda (adalette bulunmanıza) hakkıyla eşitliğe riâyet etmenize (ne kadar istekli olsanız da) böyle bir adaletin teminine istekli bulunsanız da (asla muktedir olamazsınız) meselâ: Bunlardan birini kalben daha fazla sevgi beslemek ve meyilli olmak zarurî birşeydir, bir haleti ruhiye gereğidir, insan bunu yok edemez, (artık) mümkün mertebe eşitliği temine gayret ediniz, eşlerinizden (birine büsbütün meyil ile temayül edip de ötekini) kendisine karşı kalben o kadar tutkunluk beslenilmeyen eşi (asıklı) yani: Ne koca sahibi ne de boşanmış gibi bir halde (bırakmayınız) ona karşı da mümkün olan adaleti gösteriniz, güzel muamelede bulununuz, gönlünün kırılmasına sebebiyet vermeyiniz. Bu, ailevî, ictimâî, ahlâkî fazilet gereğidir, (ve eğer ıslah eder) arada meydana gelmiş olan geçimsizliği, hırçınlığı giderir (ve) ilerde de böyle bir hareketin meydana gelmesinden (sakınırsanız şüphe yok ki. Âllah Teâlâ çok bağışlayandır) kalplerinizdeki meyilden ve evvelce vuku bulmuş olan öyle hoş olmayan hallerden dolayı sizi af ve mağfiret buyurur ve (pek merhametlidir) sizi bu hususta da, diğer hususlarda da merhamet ve şefkatine mazhar kılar. Elverir ki, onun kutsal emirlerine uymaya gayret edesiniz.
130. Ve eğer ayrılırlarsa Allah Teâlâ hepsini de lûtuf ve keremi ile zengin kılar. Ve Allah Teâlâ geniştir, hikmet sahibidir.
130. (Ve eğer) koca ile karı, daha hayırlı olan sulha muvaffak olamaz, uzlaşamazlarda boşanarak birbirinden (ayrılırlarsa Allah Teâlâ hepsini de) kocayı da karıyı da (kendi lütfu keremi ile) birbirinden (zengin kılar) birbirine muhtaç olmaktan kurtulurlar, her biri de rızıklanır ve gücü yetiyor ise başkası ile nikâh akdine muvaffak bulunur. Artık ayrılmadan dolayı fazla üzülmeye lüzum kalmaz, (ve Allah Teâlâ geniş) mahlûkatı hakkında lûtuf ve rahmeti geniştir ve (hikmet sahibi) bütün emirleri, hükümleri hikmet gereği (dir.) artık öyle bir Yüce Yaratıcının pek yüce olan evamir ve yasaklarına riâyet ederek onun merhamet ve şefkatine liyakat kazanmaya çalışmalıdır.
131. Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa Allah Teâlâ’nındır. And olsun ki, sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlara da, sizlere de Allah Teâlâ’dan korkunuz diye tavsiye etmişizdir. Ve eğer küfrederseniz şüphe yok ki, göklerdeki ve yerdeki her şey Allah Teâlâ’nındır. Ve Allah Teâlâ zengindir, övgüye lâyıktır.
131. Bu mübârek âyetler, bütün kâinatın Allah’ın kudreti ile vücude gelmiş ve Allah’ın hâkimiyeti altında bulunmuş olduğunu göstermektedir. Artık öyle muazzam, lütfu ihsanı bol yüce bir yaratıcıdan korkarak daima ona kullukta bulunulmasını ve yalnız ona iltica ve itimat edilmesini hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Cenab’ı Hak’kın kudreti; büyüklüğü sonsuzdur, (ve göklerde) varlıklardan (ne varsa ve yerde) mahlûkattan (ne varsa) hepsi de kulluk ve mülkiyet itibariyle (Allah Teâlâ’nındır) hepsini de yaratan, yaşatan, rızık veren Cenab’ı Hak’tır. (and olsun ki) yani: Sırf bir hakikattır ki, Ey Ümmeti Muhammediye!, (sizden evvel kendilerine kitap verilmiş olanlara da) yani İsrail oğullarına hıristiyanlara ve onlardan önceki kavimlere de ve (sizlere de Allah Teâlâ’dan korkunuz) onun azabından korkunuz, ona itaatten ayrılmayınız (diye tavsiye etmişizdir) cümlenize emretmiş, hepinizin selâmet ve saadeti için böylece tenbih buyurmuşuzdur. (ve) sizler hakkınızda sırf hayır olan bu tavsiyeye rağmen (eğer küfür ederseniz) bu tavsiyeye muhalefette bulunursanız (şüphe yok ki göklerdeki ve yerdeki her şey) bütün mahlûkat (Allah Teâlâ’nındır) onun mülkiyeti altında ve hakimiyetine tt; hidir. Sizlerin küfür ve isyanından hâşâ Cenab’ı Hak zarar görmez. Nasıl ki, ibadet ve takvanızla da fâidelenmiş olmaz. Sizlere emir ve tavsiye buyurması, bir ihtiyarından dolayı değildir, sadece sizin hakkınızda bir rahmet ve şefkatten dolayıdır. Anîk bundan istifâde etmez iseniz neticesini siz düşününüz. (Ve Allah Teâlâ zengindir), mahlûkatına ve onların ibadetlerine ihtiyacı yoktur ve (övgüye lâyıktır) bizzat övülmüştür, kulları hamdetsinler, etmesinler bizzat hamdü senaya sahiptir. Kulların itaatlerinin, hamdü senalarının faidesi ise kendilerine aittir. Yüce Yaratıcı ise hiçbirşeye muhtaç olmaz, hiçbirşeyden zarar görmez. Buna inanmışızdır.
132. Ve göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah Teâlâ’nındır. Ve bir vekil olarak da Allah Teâlâ yeter.
132. (Ve göklerde olanlar da, yerde olanlar da) bütün kâinat bütün ruh sâhipleri (Allah Teâlâ’nındır) bütün bunların üzerinde tasarruf hakkı o Yüce Yaratıcıya aittir, (ve) bütün işlerin ve olayların tedbiri hususunda (bir vekil olarak da Allah Teâlâ yeter) binaenaleyh bütün bu hususlarda başkasına değil, yalnız o Yüce Yaratıcıya tevekkül ve itimat ediniz. Başka türlü kurtuluş çaresi yoktur.
§ Bu mübârek iki âyette göklerin ve yerin Yüce Allah’a ait olduğu hikmete binaen üç kere zikredilmiştir. Çünki insanlığı irşat ve ikaz için böyle en kuvvetli bir delilin birer münasebetle tekrar zikredilmesi istenen bu irşat ve ikazın tecellisine daha ziyade yardım eder. Birinci defa zikredilmesi, Cenâb-ı Hak’kın cömertlik ve kereminin genişliğine bir delildir. İkinci defa zikredilmesi. Hak Teâlâ’nın bizzat bütün mahlukatından zengin olduğunu açıklamak içindir. Üçüncü defa zikredilmesi de Yüce Allah’ın her şeyi icada ve yok etmeye kâdir, binaenaleyh isyankâr kullarını da mahv ve idama bihakkın muktedir olduğunu tesbit hikmetine vesâireye mübtenidir. Artık bu itibarla bunlar tekrar edilmiş değil, birer başka delil demektir.
133. Ey insanlar! Allah Teâlâ dilerse sizi giderir, başkalarını getirir ve Allah Teâlâ buna hakkıyle kâdir bulunmaktadır.
133. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın her yönüyle yaratma ve yok etmeye kâdir olduğunu bildiriyor, insanları uyanık olmaya davet ederek yalnız dünyayı değil, hem dünya hem de âhiret nimetlerini istemeye sevketmektedir. Şöyle ki: (Ey insanlar!. Allah Teâlâ dilerse sizî giderir) sizi yok eder, helâk eder, sizi icat etmiş olduğu gibi (başkalarını) diğer bir kavmi veya başka mahiyette bir halkı sizin yerinize geçmek üzere varlık sahasına (getirir) artık kendi varlığınıza güvenmeyiniz, vazifelerinizi ifadan geri durmayınız (ve) şüphe yok ki, (Allah Teâlâ buna) böyle dilediğini yok etme ve icad etmeye (hakkiyle kâdir bulunmaktadır) onun yüce kudreti böyle her şeye fazlasıyla yeterlidir.
§ Rivâyete göre bu âyeti kerime, Hz. Peygamber’e karşı düşmanlık gösteren bazı araplar hakkında nâzil olmuştur. Bu âyeti kerime nâzil olunca Rasûlü Ekrem Efendimiz, mübârek eliyle Selmanı Farisinin arkasına vurarak işte onlar -o getirilecek kavim- bu müslümanın kavmidir, diye buyurmuştur.
134. Her kim dünya sevabını isterse muhakkak dünyanın da âhiretin de sevabı Allah Teâlâ’nın katındadır. Ve Allah Teâlâ hakkıyla işitici ve görücüdür.
134. (Her kim) yalnız (dünya sevabını isterse) dünyanın fanî, adî varlığını isterse, meselâ: Yalnız ganimet malına kavuşmak için cihatta bulunursa âlicenaplıkta bulunmamış olur. Çünki (muhakkak dünyanın da âhiretin de sevabı) nefîs, kalıcı olan nimetleri, mükâfatları (Allah Teâlâ’nın katındadır) meselâ: Sırf Allah rızası için cihâda atılan bir zatı, Cenab’ı Hak, hem ganimete, hem de uhrevî sevaba nâil buyurur. Artık nasıl olur da öyle yalnız dünya sevabını istemekle” yetinilir?. Bir mü’min, Cenâb-ı Hak’tan hem dünya sevabını, hem de âhiret sevabını, nimetlerini dilemelidir. “Ya Rabbenâ!. Bize hem dünyada güzel şey ver, hem de âhirette güzel şey ver ve bizi cehennem azabından koru” diye niyâz etmelidir, (ve Allah Teâlâ hakkiyle işitici) dir bütün işitenleri bilmektedir, bütün duaları, niyazları işitir, bilir (ve) tamamen her şeyi (görücüdür) binaenaleyh Hak Teâlâ Hazretleri, kullarının bütün sözlerine, amellerine, niyetlerine hakkıyle muttalidir. Artık ona göre hareket etmelidir.
§ Rivâyete göre bu âyeti kerime, yalnız ganimet malına kavuşmak hırsı ile cihâda katılan bir kısım münâfıklar hakkında nâzil olmuş, onları yalnız Allah rızası için savaşta bulunmaya davet etmekte bulunmuştur.
135. Ey imân edenler! Adaletle hakkıyla kaim. Allah için şahit kimseler olunuz. İsterse kendi şahıslarınızın veya ana babanızın veya en yakınlarınızın aleyhine olsun, ister zengin veya fakir bulunsun. Çünki Allah Teâlâ onlara daha yakındır. Artık haktan dönerek nefise tâbi olmayınız. Ve eğer dilinizi eğer bükerseniz veya yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah Teâlâ işlediğiniz şeyden hakkıyle haberdardır.
135. Bu âyeti kerime, müslümanların hak ve adalet üzere şahitlikle, hükümde bulunmalarını emrediyor, taraf tutmaktan çekinmelerini ihtar buyuruyor, aykırı hareket edecekleri tehdit buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler) Ey bütün mükellef olanlar!, (adaletle hakkiyle kaim) olunuz, adaleti tercih, haklara riâyet hususlarınıza çokca özen gösteriniz ve (Allah için şahit kimseler olunuz) sadece Allah rızası için şahitlikte bulununuz. (İsterse) şahitliğiniz (kendi şahıslarınızın) aleyhine olsun, yine şahitlikte bulununuz, hakkı saklamayınız (veya ana-babanızın) analarınızın, babalarınızın aleyhine olsun yine şahitlikten kaçınmayınız (veya) hut şahitliğiniz (en yakınlarınızın aleyhine olsun) meselâ: Kardeşlerinizin, evlâtlarınızın aleyhine olsun, yine şahitliğinizi terketmeyiniz, ve aleyhine şahitlik edeceğiniz kimse (ister zengin veya fakir bulunsun) ne zenginliğinden dolayı bir menfaat ümidiyle aleyhine şahitliği terkediniz, ne de fakirliğinden dolayı haline acıyarak aleyhinde şahitlikten geri durunuz, Böyle bir hareket hikmet ve menfaate uygun değildir. Eğer böyle olmasaydı Cenab’ı Hak sizi herhalde şahitlik etmekle mükellef kılmazdı, (çünki Allah Teâlâ onlara) Zengin olsun, fakir olsun bütün kullarına sizden (daha yakındır) onların hakkında sizden daha fazla bir merhamet ve şefkat gözüyle bakmaktadır. Eğer bunların aleyhindeki şahitlik, onların lehine bir hikmeti meselâ: Onları mânevî mesuliyetten kurtarmayı içermeseydi bu şahitliği meşru buyurmazdı, (artık haktan dönerek) Veyahut haktan ayrılacağınız endişesiyle şahitliğiniz hususunda (nefse tâbî olmayınız) bir menfeat veya bir merhamet hissine kapılarak şahitliği terk eylemeyiniz, (ve eğer dilinizi eğer bükerseniz) hak üzere şahitlikten veya adilâne hükümden kaçınmak çaresini arasanız, onu üzerinize alırsanız (veya) şahitlik etmekten büsbütün (yüz çevirirseniz) kaçınırsanız (şüphe yok ki. Allah Teâlâ işlediğiniz şeyden) şahitliğe, hükme dâir ve diğer işlere ait her yaptığınız muameleden (hakkiyle haberdardır) hakkınızda ona göre mükâfat veya ceza verecektir. Binaenaleyh hiçbir hususta hak ve hakikattan asla ayrılmayınız, sonra kendinizi uhrevî mesuliyetten asla kurtaramazsın.
136. Ey imân etmiş olanlar! Allah Teâlâ’ya ve onun Peygamberine ve Peygamberine indirmiş olduğu kitaba ve daha evvel indirmiş olduğu kitaba imân ediniz. Ve her kim Allah Teâlâ’yı ve meleklerini ve kitaplarını ve Peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse muhakkak ki pek uzak bir dalâletle sapıklığa düşmüş olur.
136. Bu mübârek âyetler, imân edilmesi gerekli olan esaslara tamamiyle itikat edilmesini ve bunları inkâr edenlerin pek büyük bir küfür ve sapıklığa mâruz kaldıklarını bildiriyor, inançlarında kararsızlık göstererek sonunda küfr içinde kalanların da hidayetten, ilâhî aftan, ebedî olarak mahrum kalacaklarını ihtar ediyor. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) Ey bütün müslümanlar!. Yahut Ey Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya imân etmiş bulunan ehli kitap!. Veyahut ey imân etmiş görünen münâfıklar!. (Allah Teâlâ’ya) onun varlığına, birliğine, yaratıcılık ve mâbudluğuna ve diğer ilâhî sıfatlarına tam bir şuur ile imân ediniz (ve onun Peygamberine) son peygamber olan Hz. Muhammed’e de hakkiyle imân ediniz (ve) o mübârek (Peygamberine) Cenâb-ı Hak’kın sûre sûre, âyet âyet (indirmiş olduğu kitaba) Kur’an-ı Kerim’e de gerektiği gibi imân ediniz (ve) Hak Teâlâ’nın (daha evvel) diğer peygamberlerine (indirmiş olduğu kitaba) da (imân ediniz) bütün bu semavî kitaplara olan imanınızda sebat eyleyiniz. Bunlara olan imanınızı deliller ve şahitler ile takviye eyleyiniz. Böyle kuvvetli bir imân, bir kulluk vazifesidir, bir saadet vesiledir, (ve) bilâkis (her kim Allah Teâlâ’yı) onun yaratıcılık ve mâbudluğunu inkâr eder (ve meleklerini ve kitaplarını ve Peygamberlerini ve âhiret gününü) de inkâr eder de küfre düşerse (muhakkak ki) o kimse haktan, hidayetten (pek uzak) olan (bir dalâletle sapıklığa düşmüş olur) öyle ki, artık hak yola ve hidâyete dönmesi umulamaz.
137. Muhakkak o kimseler ki, imân ettiler, sonra kâfir oldular, sonra imân ettiler sonra kâfir oldular, sonra da küfürlerini arttırdılar artık Allah Teâlâ, onlar için af edecek değildir. Ve onları bir doğru yola sevkedecek değildir.
137. (Muhakkak o kimseler ki) vaktiyle Hz. Musa’yı ve diğer peygamberleri tasdik edip (imân ettiler, sonra) putlara, buzağılara taparak (kâfir oldular) bundan (sonra) yine bir Peygambere tâbi olup (imân ettiler) mahlukata tapmaktan geri durdular, fakat yine dinden çıkarak (sonra kâfir oldular) meselâ: Hz. İsa gibi bir yüce peygamberi inkâr ettiler, (sonra da küfürlerini arttırdılar) Meselâ: Peygamberlik ve risaleti binlerce deliller ile, mucizeler ile sabit olan son peygamber gibi bir Yüce Resûlün peygamberlik ve risaletini kabul etmeyip büsbütün küfr içinde kaldılar, (artık) onlar böyle küfür ve sapıklık içinde devam ettikçe (Allah Teâlâ onlar için af edecek değildir) çünki böyle küfür ve şirk içinde yaşayıp hayatı terk edenler, Allah’ın mağfiretine ebedî olarak nâil olamayacaklardır. (ve) Cenâb-ı Hak, (onları) o inkârcıları (bir doğru yola) bir hak yola bir hidâyet sahasına (sevkedecek de değildir) zira onlar kabiliyetlerini kötüye kullanmış, tövbe ve istiğfar edecek bir durumda bulunmamış olacakları için samimî bir imândan pek uzak bulunmuşlardır. Binaenaleyh onlar bu halde hidâyete asla yetenekli değildirler.
§ Rivâyete göre Ehli kitaptan Abdullah İbni Selâm ve kız kardeşinin oğlu Seleme ve erkek kardeşinin oğlu Seleme ve Salebe gibi bir takım kimseler peygamberin huzuruna gelmişler, Ey Allah’ın Resûlü!. Biz sana ve senin kitabına ve Musa ile Tevrat’a ve Uzeyre imân ederiz, başka kitapları, Peygamberleri inkâr eyleriz demişler, Rasûlü Ekrem Hazretleri de “öyle değil” Allah Teâlâ’ya ve Peygamberi olan Muhammed’e ve kitabı olan Kur’an’a ve ondan evvelki bütün kitaplara imân ediniz diye buyurmuş, onlar ise hayır biz öyle yapamayız, demişler, bunun üzerine bu âyetler nâzil olmuştur. Binaenaleyh Allah katında makbul olan imân, hem Cenâb-ı Hak’ka, hem de bütün meleklere, bütün semavî kitaplara ve bütün Peygamberlere ve yevmi âhirete imân etmekle tecelli eder. Bunlardan herhangi birini inkâr, bir katıksız küfürdür, sahibinin cehennemde ebediyen azap çekmesine sebebtir.
138. Münafıklara müjdele ki, onlara muhakkak elem verici bir azap vardır.
138. Bu mübârek âyetler, münafıkların pek çirkin hareketlerini, kanaatlerini ve mâruz kalacaklar kötü sonu şöylece bildirmektedir: Resûlüm! (münafıklara müjdele ki) haber ver ki (onlara muhakkak bir elim) pek acıklı (bir azap vardır) yani: Cehennem azabı onlar için hazır bulunmaktadır. Onlar o münâfıkca hareketlerinden dolayı böyle büyük bir azabı hak etmişlerdir.
§ Tebşir = Müjde: Sevinç verici haber demektir. Burada korkutmak, haber vermek yerinde alay etmek için getirilmiştir.
139. Onlar ki, mü’minleri bırakarak, kâfirleri dost tutarlar. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki, bütün izzet Allah Teâlâ’nındır.
139. (Onlar ki) O görünüşte mü’min görünüp gizli olarak kâfir bulunan münâfıklar ki (mü’minleri bırakarak) mü’minler ile samimi şekilde görüşmekten, beraber çalışmaktan kaçınarak (kâfirleri dost tutarlar) onlarda bir kuvvet bir üstünlük var sanarak onlara kalben meyilli bulunurlar. Bu münâfıklar (izzeti) kuvveti, şeref ve gücü (onların) o kâfirlerin (yanında mı arıyorlar) onlardan mı isteyip duruyorlar. Ne kadar yanlış bir kanaat!. Onlar izzeti o kâfirlerin yanında bulamayacaklardır. (muhakkak ki bütün izzet) dünyada da âhirette de (Allah Teâlâ’nındır) bu izzete ancak o yüce mabudun dostları nâil olacaklardır.
Nitekim bir âyeti kerimede de
Ancak Allah Teâlâya, onun Resulüne ve mü’minlere aittir Münâfikûn, 63/8) diye buyrulmuştur. Kâfirlerin geçici, dünyevî kuvvetleri, varlıkları ise çabucak yok olur. Nitekim asrı saadetteki münafıkların kendilerine güvendikleri kâfirler yok olmuş, İslâm hâkimiyeti Arap yarımadasının her tarafına yayılmış, İslâm’ın gücü parlamaya başlayıp durmuştur.
140. Ve muhakkak kitapta sizin üzerinize indirmiştir ki, Allah Teâlâ’nın âyetlerine küfredildiğini ve onlar ile alay edildiğini işittiğiniz zaman başka lâkırdıya dalacaklarına değin onların yanında oturmayınız. Şüphe yok ki siz de o zaman onlar gibi olmuş olursunuz. Muhakkak ki, Allah Teâlâ münâfıkları ve kâfirleri cehennemde toptan toplayıcıdır.
140. Bu âyeti kerime mukaddesata hakâret eden kimseler ile aynı mecliste olmaktan müslümanları sakındırmakta, öyle bir yakınlığın neticedeki rezaletini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey sadık mü’minler!. Ve ey kâfirler ile aynı mecliste olup onların İslâmiyet aleyhindeki lâkırdılarına iştirâk eden münâfıklar!. Kâfirleri dost tutmayınız diye sizlere Cenâb-ı Hak emrediyor. (Ve muhakkak kitapta) Kur’an’ı Kerim’de, Mekke’i Mükerreme’de nâzil olan sûre’i en’amda (sizin üzerinize) bir âyeti kerime (İndîrmiştîr ki. Allah Teâlâ’nnı âyetlerine) Kur’an’ı Kerim’e (küfredildiğini) onun bir ilâhî kitap olduğu inkâr olunduğunu (ve onlar ile) o Kur’an âyetleriyle (alay edildiğini işittiğiniz zaman başka lâkırdıya) böyle mukaddesat aleyhinde olmayan sözlere (dalacakları) zamana (değin onların) o kâfirlerin, o alaycı herif lerin (yanında oturmayınız) onlardan yüz çeviriniz. O halde onlar ile dostlukta, onları ağırlamaz ve ikramda bulunmanız nasıl câiz olabilir?. (Şüphe yok ki) O kâfirce sözleri dinleyip durursanız (siz de o zaman) öyle onlar ile oturup durduğunuz vakit (onların) günahta, azâbı hak etmede (benzeri olmuş olursunuz) çünki onların meclisini terkedebilecek durumda iken terketmediğinizden dolayı onlara katılmış sayılırsınız. (muhakkak ki. Allah Teâlâ münâfıkları ve kâfirleri cehennemde toptan toplayıcıdır.) Çünki münâfıklar da küfür hususunda diğer küfrünü açıklayan kâfirler gibi olduklarından hepsi de birden cehenneme atılacaklardır. Dünyada aynı durumda oldukları gibi âhirette de cehennemde de aynı mecliste bulunacaklardır. Ne feci bir beraberlik!..
Sûre’i enamdaki âyeti kerime:
Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya daldıklarını gördüğün vakit, başka bir söze geçinceye kadar, onlardan uzaklaş. (En’am 6/68) Nazmı şerifidir. Malûm olduğu üzere bir kimse bir küfre razı olursa kâfir olur. Ve bir kimse bir kötülüğün, gayrimeşru bir muamelenin işlendiği yerde bulunur, onu işleyenlere karışırsa günahta onlar ile beraber olur. İsterse kendisi o kötülüğü fiilen işlemesin. Fakat onların o kötü işlerini kalben kınadığı halde bir korku, bir zaruret, bir tekıyye (sakınma) sebebiyle onlar ile aynı mecliste olursa o zaman sorumlu olmaz. Bununla beraber öyle bir mecliste bulunan bir mü’min için eğer imkân varsa onların gayrı meşru hareketlerini kınamak, onları usulü dairesinde aydınlatma ve irşad etmeye çalışmak lâzımdır. Bu bir iyiliği emretme vazifesidir.
141. Onlar ki, sizi gözetiverirler, eğer sizin için Allah Teâlâ’dan bir zafer olursa biz de sizinle beraber değilmiydik derler. Ve eğer kâfirler için bir pay olursa biz size galip gelmez miydik ve size mü’minlerin saldırısını engeller olmadık mı derler. Artık Allah Teâlâ kıyamet gününde aranızda hükmedecektir. Ve elbette Allah Teâlâ kâfirler için mü’minler aleyhine bir yol vermeyecektir.
141. Bu âyeti kerime de münafıkların şahsî menfaatleri için ne kadar dönek olduklarını ve hakiki mü’minlerin kâfirlere karşı Allah’ın korumasında bulunduklarını şöylece bildirmektedir. (Onlar ki) o münâfıklar ki, ey müslümanlar!, (sizi gözetiverirler) sizin işlerinize, zafere nâil olup olmayacağınızı beklemede bulunurlar, (eğer size Allah Teâlâ’dan bir zafer olursa) bir fetih ve ganimet yüz gösterirse (biz de sizinle) dinde, cihadda (beraber değil miydik?.) biz size yardımcı bulunmuyor mu idik. Artık bize de ganimetten hisse vermez misiniz?, (derler) kendilerini müslüman gösterirler, (ve eğer kâfirler için) savaştan (bir nasib olursa) bir kazanç elde edebilirler ise bu takdirde münâfıklar, o kâfirlere hitaben (biz size galip gelmez miydik) biz sizin aleyhinize savaşa katılsa idik sizi mağlûp, ö ldürülmüş bir hâle getiremez mi idik, halbuki, öyle aleyhinize harekette bulunmadık (ve size mü’minlerin saldırısını) musallat olmasını bir takım hilelere, aldatıcı sözlere tevessül ederek (engelleme) ile sizi himaye (eder olmadık mı?, derler) o kâfirlere karşı böyle taraftar olduklarını söyler, minnette bulunurlar, onların elde edebildikleri şeylerden kendilerine de hisse ayırmalarını isterler. (Artık Allah Teâlâ kâfirler için mü’minler aleyhine bir yol vermeyecektir) herhalde İslâmiyet ufuklara yayılacaktır. Herhalde İslâmiyet’in hak oluşu, yüceliği, binlerce deliller ile diğer dinler üzerine galip gelecektir. Bir hikmet ve imtihan yoluyla müslümanlar bazen dünyada mağlûb olsalar da bu geçicidir, kökünden yok etme şeklinde değildir, İşin sonu veya uhrevî hayat itibariyle galibiyet, selâmet ve saadet müslümanlara mahsustur. Hakiki dinden mahrum olanlar ise işin sonunda mağlûbiyete düşecek cehennemde ebediyen azap görüp duracaklardır.
142. Şüphesiz münâfıklar Allah Teâlâ’ya karşı hilede bulunmak isterler. Halbuki olan tuzağa düşüren o’dur. Ve namaza kalktıkları zaman tenbelcesine kalkarlar, insanlara gösterişle bulunurlar ve Allah Teâlâ’yı pek az anarlar.
142. Bu mübârek âyetlerde münafıkların pek cahilce, mütereddidce hallerini ve bedî mahrumiyete mâruz bulunacaklarını bildirmektedir. Şöyle ki: (Şüphesiz münâfıklar) Kendi bâtıl zanlarına göre (Allah Teâlâ’ya karşı hilede) aldatmak hareketinde (bulunmak isterler) asıl gizledikleri kanaatlerinin zıddını göstererek kendilerinden kâfirler hakkında icap eden ö ldürme ve kovma gibi dünyevî hükümleri uzaklaştırmak kasdında bulunurlar. Hâşâ Allah Teâlâyı onun Peygamberini aldatacaklarını zannederler, (halbuki onları) O münâfıkları asıl (hüd’aya düşüren) onları o hüd’aları yüzünden cezaya uğratacak olan (o’dur) O Yüce Yaratıcıdır. Onların o münafıkça hallerini Peygamberine haber veren, onları âleme rezil eden, onları âhirette ebediyen cezalandıracak olan o bilen ve hikmet sahibi olan mabuddur. Onların öyle dünyada geçici olarak canları korunmuş, malları korunmuş olarak bırakılmaları haklarında asıl bir tuzaktır ki, bu yüzden âhirette pek elim bir azaba uğrayacaklardır, onlar ise bundan habersiz bulunmaktadırlar, (ve) O münâfıklar, mü’minler ile beraber namaza kalkdıkları zaman tenbelcesine) ağırlanarak, zoraki bir his ile (kalkarlar) ve onlar bu namazlarıyle (insanlara gösterişte bulunurlar) tâki kendilerini mü’min sansınlar. (ve Allah Teâlâ’yı pek az anarlar) pek az namaz kılarlar insanların olmadığı yerde namazda, niyazda bulunmazlar. İşleri güçleri hep gösterişten ibarettir.
143. Onun arasında bocalayıp duruyorlar. Ne onlara ne de bunlara mensup ve her kimi ki, Allah Teâlâ sapıtırsa artık ona elbette bir yol bulamazsın.
143. O münâfıklar (onun) o imân ile küfrün veya mü’minler ile kâfirlerin (arasında bocalamaktadırlar) şeytan onları şaşkın bir hâle düşürmüştür, (ne onlara) mü’minlere (ne de bunlara) kâfirlere (mensub) değildirler. Öyle ikisi arasında bocalar, şaşkın bir halde bulunmaktadırlar, (ve her kimi ki) hidâyete, Allah’ın muvaffakiyetine kabiliyetsizliğinden dolayı (Allah Teâlâ sapıtırsa) dalâlete düşürürse (artık ona elbette bir yol) kendisini hidâyete erdirecek bir yol (bulamazsın.) Evet… Kendi fıtretini kötüye kullanıp da sırf dünya varlığı için münafıklık yapan, bu sebeble hak ve sevaptan, hidayetten, İslâm nurundan mahrum kalan bir şahıs için bir yardım eden bulunamaz. Artık böyle bir elem verici sonu düşünmeli!.
144. Ey imân etmiş olanlar! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyiniz. İster misiniz ki, Allah için aleyhinize bir apaçık hüccet edinesiniz.
144. Bu mübârek âyetler, müslümanları ikaz etmektedir, kendi kutsî dinlerine düşman olup bu yüzden ebedî olarak azap görecek olan kâfirleri münâfıkları dost tutmamalarını kendilerine ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar) Ey İslâmiyeti kabul etmiş, Allah’ın dinine samimî şekilde intisab şerefine nâil olmuş bulunanlar!. (mü’minleri) din kardeşlerini (bırakıp da) onlar ile muhabbet, sevgi, ve dayanışmada bulunmayı? da münâfıklar gibi (kâfirleri dostlar edinmeyiniz) onlar sizin asıl düşmanlarınızdır. Onlara yönelmek münafıklara mahsus bir rezilliktir. Artık onları tutup da din kardeşleriniz nasıl bırakabilirsiniz?, (ister misiniz ki) böyle kâfirlere dost olmak yüzünden (Allah Teâlâ için aleyhinize bir apaçık delil edinesiniz?.) sizin de münâfık kimseler olduğunuza dâir bir buhran, bir açık delil meydana gelmesini arzu eylermisiniz? Böyle bir alçaklığa nasıl cür’et edebilirsiniz. O halde ye mü’minler!. Siz, münâfıklar gibi harekette bulunmayınız.
145. Şüphe yok ki; münâfıklar ateşin en aşağı tabakasındadırlar. Ve elbette onlar için bir yardımcı da bulamazsın.
145. (Şüphe yok ki, münâfıklar ateşin) Cehennemin (en aşağı) en derin bulunan (tabakasındadırlar) çünki münâfıklar, kâfirlerin en kötüsü oldukları için böyle bir azaba lâyıktırlar. Onlar müslümanlar ile alay ederler, müslümanların aleyhinde tuzaklar, hileler meydana getirirler, fırsat buldukça İslâm düşmanlarına katılarak müslümanların hayatına suikasitte bulunurlar, (ve elbette onlar için) o münâfıklar hakkında (bir yardımcı da bulamazsın) ki, Allah’ın azabına mâni olarak, onları cehennemden çıkarmaya yardım ediversin. Binaenaleyh öyle münâfıkca hareketlerden son derece sakınmalıdır.
146. Ancak o kimseler ki tövbe ettiler ve hallerini islâhta bulundular ve Allah Teâlâ’ya iltica ediverdiler ve dinlerini Allah Teâlâ için hâlisâne kıldılar onlar müstesnâ. İşte onlar mü’minler ile beraberdirler. Mü’minlere ise Allah Teâlâ elbette pek büyük mükâfat verecektir.
146. Bu mübârek âyetler de, gerçekten tövbe ve istiğfar eden, Cenab’ı Hakka sığınan, samimi olarak dindar olmaya başlayan kimselerin de diğer mü’minler gibi uhrevî mükâfata nâil, Allah’ın azabından emin olacaklarını şöyle müjdelemektedir. (Ancak o kimseler ki) Nifaktan dönüp (tövbe ettiler ve) nifak zamanında iken bozmuş oldukları (hallerini ıslâhta bulundular ve Allah Teâlâ’ya iltica) edip onun rızasını taleb ve İslâm dinine tutunup iltica (ediverdiler ve dinlerini) gösterişten beri (Allah için hâlisâne kıldılar) ibadet ve itaatlariyle ancak Allah rızasını istediler, işte (onlar) öyle hallerini, hayatlarını ıslah ve tanzim eden, tövbe ve istiğfar eden kimseler (müstesnâ) artık onlar münafıklıktan kurtulmuştur. Artık (onlar) cennette (mü’minler ile beraberdirler) onlar da diğer mü’minler gibi mükâfata nâil olacaklardır, (mü’minlere ise Allah Teâlâ elbette pek büyük mükâfat verecektir) onlar da bu mükâfata iştirâk edeceklerdir. Günahından tövbe eden kimse o günahı hiç işlememiş kimse gibidir.
147. Eğer şükreder ve imân etmiş olursanız. Allah size ne diye azap etsin? Allah şükredenlerin mükafatlarını verir, yaptıklarını bilir.
147. Ey Allah Teâlâ’nın kulları!. (Eğer) nâil olduğunuz nimetelre (şükreder) ve Allah Teâlâ’ya gerektiği gibi (imân etmiş olursanız) artık Cenâb-ı Hak size azap eder mi?. Hak Teâlâ, kendinden hiçbirşeye muhtaç değildir. Menfaatleri sağlamak ve zararları defetmek ihtiyacından uzaktır. Kullarını bir takım mükâfat ve cezaya tâbi tutmuş olması, bir hikmet ve menfaate dayanmaktadır, onları güzel amelleri ifaya, çirkin hareketlerden sakınmaya sevk içindir, âlemin nizamını düzenli bir halde devam ettirmek içindir. Binaenaleyh Ey Allah Teâlâ’nın kulları!. Siz güzel amelleri yapıp çirkin şeylerden sakınınca o Yüce Yaratıcı sizlere azap etmez!.. (Allah size ne diye azap etsin) siz öyle durumunu ıslah etmiş kimseler olduktan sonra size azap etmek o Yüce Yaratıcının şefkat ve keremine lâyık olmaz. (Halbuki, Allah Teâlâ şâkirdir), kullarının güzel amelleri az da olsa yine onlara kat kat sevap verir ve (bilendir) bütün olayları tam mânâsıyla bilir, bu cümleden olmak üzere sizin imanınızı da bilir, ondan dolayı size mükâfat verir ve sizi mükâfatsız bırakması asla düşünülemez.
148. Allah Teâlâ çirkin lâkırdının açıklanmasını sevmez, zulmedilmiş olan başka. Ve Allah Teâlâ hakkıyla işiticidir, bilicidir.
148. Bu mübârek âyetler, zâlim, münâfık olmayan kimselerden insanlık icâbı vuku bulacak kusurların teşhir edilmemesini ihtar ve gizli, açıkça yapılacak hayırların, afların mükâfat vesilesi olacağını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ çirkin lâkırdının) çirkin, kötü her hangi bir sözün (açıklanmasını) yerme ve kınamayı gerektiren lâkırdıların söylenmesini, teşhir edilmesini (sevmez) belki ondan dolayı söyleyip durana ceza verir. Şu kadar var ki (zulmedilmiş olan başka) mazlum bundan müstesnadır. O gördüğü zulmü söyleyebilir ve zalime karşı bedduada bulunabilir, Binaenaleyh İslâm milleti aleyhine harekette bulunan, İslâm cemiyetine zarar veren münâfık tabiatlı kimselerin de bu düşmanca hareketlerini teşhir ederek onların zararlarından ehli İslâm’ın uyanmasına, korunmasına çalışmak câiz bulunmuştur. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’de münafıkların o kötü durumları teşhir edilmektedir. (Ve Allah Teâlâ hakkiyle işiticidir) Her söylenen sözü tamamen işitir, mazlumun duasını, halinden şikayetini de işitir ve (bilicidir.) her yapılan şeyi hakkiyle bilir, zalimin, mazlumun halleri de bu cümledendir. Artık bunu düşünüp de gayri meşru, zalimce hareketlerden sakınmalıdır.
149. Bir hayrı açıklarsanız veya gizlerseniz veya bir kötülüğü affederseniz şüphe yok ki, Allah Teâlâ affedici ve çok kudretlidir.
149. İyi işlerden her hangi (Bir hayrı açıklarsanız) gösterip açıkça yaparsanız (veya) o hayrı (gizlerseniz) gizlice yaparsanız, gösterişten kaçarsanız (veya bir kötülüğü) mâruz kaldığınız bir hakâreti, bir zalimce muameleyi (affeder) de intikama kalkışmaz (sanız) makbul, övülmüş, onurlu bir harekette bulunmuş olursunuz. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ affedici) dir. Nice âsi kulları af buyurmaktadır, ve (çok kuvvetlidir.) intikama kâdir olduğu halde intikam almayıp af buyurmaktadır. Ne yüce bir alınacak, örnek!. Artık biz kulların da affedici olarak öyle güzel ahlâk ile vasıflanmamız daha iyi olmaz mı?.
150. Muhakkak o kimseler ki, Allah Teâlâ’yı ve onun peygamberlerini inkâr ederler ve Allah Teâlâ ile Peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve bazısına imân eder ve bazısını inkâr eyleriz derler ve bunun arasında bir yol tutmak isterler.
150. Bu mübârek âyetler, kimlerin tam kâfir olup ebedî azâba çarpılmış olacaklarını, ve kimlerin de gerçek mü’min olup mükâfata nâil bulunacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Muhakkak o kimseler ki) o yanlış inançlı şahıslar ki (Allah Teâlâ’yı ve onun peygamberlerini inkâr ederler) gittikleri yol kendileri için böyle bir küfrü gerektirir, isterse bunu açıkça söylemesinler. (ve) çünki onlar (Allah Teâlâ ile Peygamberlerinin arasını ayırmak isterler) güya Allah Teâlâya imân etmek isterler, halbuki Peygamberlerini inkâr etmekle Cenab’ı Hak’ki da inkâr etmiş olurlar da bundan haberleri olmaz. Çünki Cenab’ı Hak’kın Peygamberler hakkındaki ilâhî beyanları ve o Peygamberlerin göstermeye muvaffak olduktan mucizeleri inkâr etmekle Yüce Allah’ı da inkâr etmiş bulunurlar, (ve) Maamafih bunlar bütün Peygamberleri inkâr ettiklerini açıklamazlar da biz (bazısına imân eder, ve bazısını inkâr eyleriz derler) meselâ: Hz. Musa’ya, Hz. Üzeyr’e imân eder de Hz. İsa’ya, Hz. Muhammed’e -Aleyhimüsselâm- imân etmezler. Böyle bir inanç ise Allah Teâlâ’yı da inkârdan başka bir şey değildir. Kısaca bütün Peygamberler, son peygamber efendimizin risâletini ümmetlerine haber vermişlerdir. Şimdi bu risaleti inkâr edenler, bütün Peygamberleri de inkâr etmiş olmazlar mı?, (ve bunun arasında) böyle imân ile küfür arasında (bir yol tutmak isterler) halbuki bunların arasında başka vasıta bulunamaz. Çünki hak farklılık kabul etmez.
151. İşte gerçekten kâfir olanlar onlardır. Biz de kâfirler için alçaltıcı olan bir azab hazırlamışızdır.
151. Böyle imâna aykırı bir kanaatta bulunalar yok mu (İşte tam manâsiyle kâfir olanlar onlardır) artık o kâfirler lâyık oldukları cezaya hazırlansınlar. Çünki (bîz de) ben Yüce Yaratıcı da (kâfirler için alçaltıcı olan) onları tam bir zilletle cezalandıracak bulunan (bir azab) bir cehennem ateşi (hazırlamışızdır) vakti gelince o azâba ebedî olarak mâruz kalacaklardır. Bütün bu felâket, onların imândan mahrum olmalarının bir cezasıdır.
§ Rivâyete göre bu mübârek âyetler, Yahudiler hakkında nâzil olmuştur. Çünki onlar Hz. Musa ile Tevrat’a ve Hz. Üzeyr’e imân ettikleri halde Hz. İsa ile İncil’e ve son peygamber ile Kur’an’ı Kerim’e imân etmezler. Binaenaleyh bunlar din bakımından bütün Peygamberler ile semavî kitapları ve bunun gereği olarak da Cenab’ı Hak’ki inkâr etmişlerdir.
152. Ve o kimseler ki, Allah Teâlâ’ya ve peygamberlerine imân etmişlerdir ve onlardan hiçbirinin arasını ayırmamışlardır. İşte onlara da mükafatlarını elbette verecektir. Ve Allah Teâlâ bağışlayandır, merhamet edendir.
152. (Ve o kimseler ki) O kâfirlere muhalif olarak (Allah Teâlâ’ya) da ve onun bütün Peygamberlerine de (imân etmişlerdir) hiçbirinin peygamberlik ve risâletini inkâr etmemişlerdir, (ve onlarda hiçbirinin arasını ayırmamışlardır) hepsini tasdik etmiş ve yüce tutmuşlardır (işte onlara da) böyle yüce, temiz bir itikatta bulunan müslümanlara da vadedilmiş olan (mükafatlarını) Cenab’ı Hak (elbette verecektir) onları bu güzel inançlarının meyvelerine mutlaka kavuşturacaktır, (ve Allah Teâlâ bağışlayıcıdır.) Böyle mü’min kullarından insanlık icâbı meydana gelen bazı kusurları affeder ve örter ve (esirgeyicidir) onlara daima merhamet buyurur, onların güzel amellerinin sevâbını kat kat verir, kendilerini cennetlerine nâil kılar. Ne muazzam bir ilâhî şefkat!..
153. Ehli kitab, üzerlerine bir kitap indirmeni senden isterler. Muhakkak onlar bundan daha büyüğünü Musa’dan istemişler de bize Allah’ı apaçık göster demişlerdi. Artık zulümleri sebebiyle kendilerini yıldırım çarptı. Kendilerine apaçık mucizeler geldikten sonra da buzağıyı mabut edindiler. Nihayet bundan affettik ve Musa’ya apaçık bir saltanat verdik.
153. Bu mübârek âyetler, Yahudilerin Rasûlü Ekrem Efendimizden ve evvelce de Hz. Musa’dan ne kadar inkârcı ve sınır tanımaz bir şekilde isteklerde bulunduklarını ve bu yüzden karşılaştıkları felâketleri bildiriyor. Hz. Musa’nın nâil olduğu güç ve kuvveti ve Yahudilerin vaktiyle ne gibi vazifeler ile görevli bulunmuş olduklarını da gösteriyor. Şöyle ki: Habibim!, (ehli kitap) Yahudi âlimleri (üzerlerine) gökten (bir kitap indirmeni senden isterler) Hz. Musa’ya nâzil olan kitap gibi sana da hepsi birden bir kitabın indirilmesini teklif ederler veyahut levhi mahfuz üzerine semavî bir yazı ile yazılmış bir kitabın inmesini isterler. Onların iyi niyetine dayanmayan bu sualinden dolayı üzülme, çünki (muhakkak onlar) o Yahudilerin ecdat ve soyları (bundan daha büyüğünü Musa’dan istemişler de bize Allah’ı) açıkça (apaçık göster demişlerdi) onların reislerinden bulunan yetmiş kişi böyle sınır tanımazca bir istekte bulunmuşlardı. Şimdiki Yahudiler de onların yolu ve tabiatı üzere bulunduklarından sen bunların böyle taleblerine ehemmiyet verme. Bunlar böyle bir suali iyi niyetle sormuş değildirler. Maksatları inkârdır. Yoksa Cenâb-ı Hak dilerse ilâhî kitabını birden de indirebilir. (Artık) o görmek talebinde bulunanları (zülumları sebebiyle) inatları ve kendi hallerine göre meydana gelmesi imkânsız olan bir yüce tecelliyi taleb eylemeleri yüzünden (kendilerini yıldırım çarptı) gök tarafından gelen bir ateşin çarpmasıyla helâk oldular. Sonra Hz. Musa’nın temennisiyle affa uğrayıp bir büyük mucize eseri olarak yeniden hayat buldular, (kendilerine) Cenâb-ı Hak’kın birliğine, peygamberlik ve risâletin hak olduğuna dâir (apaçık mucizeler geldikten sonra da) Meselâ: Hz. Musa’nın Firavne karşı gösterdiği asası, beyaz eli gibi, denizin yarılması gibi hârikalar vücude geldiği halde (buzağıyı -mabut- edindiler) Hz. Musa’nın bir müddet yokluğundan istifâde ederek Samirî adındaki bir lânetlinin sözüne kapılarak buzağıya taptılar, Hz. Harun’un sözlerini dinlemediler, (nihayet) onları bu büyük cinayetten de (affettik) onları, köklerini kesmek suretiyle, mahv ve helâk etmedik. (ve Musa’ya pek açık bir saltanat) bir açık delil, bir burhan, bir büyüklük ve galibiyet (verdik) öyle ki, o buzağıya tapanlara tövbekâr olabilmeleri için kendilerini ö ldürmelerini emretmiş, onlar da o isyanlarından kurtulmak için bu emre uymuşlardır.
154. Ve ahidlerine riâyet etmeleri için üstlerine Turu kaldırdık ve onlara secde eder olduğunuz halde o kapıdan girin dedik ve onlara Cumartesi günü haddi tecavüz etmeyin dedik ve onlardan ağır bir ahid aldık.
154. (Ve) O İsrail oğulları, Hz. Musa ile yapmış oldukları (ahd) ve misak (larına riâyet) Musa’nın şeriatına uymaya devam (etmeleri için) korkup bunları bozmamaları için (üstlerine Turu) o büyük dağı bir harika olmak üzere (kaldırdık) başları üstünde bir müddet aşılmış bir halde bulundurduk, (ve) Davûd Aleyhisselâm lisaniyle (onlara secde eder olduğunuz halde) saygılıca bir eğiliş ile (o kapıdan) Beyti mukaddesin bir kapısından içeriye (girin dedik) böyle bir vaziyette bulunmalarını emrettik (ve onlara cumartesi haddi aşmayın) o günde yapılmasına müsaade edilmiş olan şeylerin dışındakileri yapmayın, meselâ: O gün balık avlamayın, ticaretle ve diğer işlerle meşgul olmayın, size rızık veren ancak Cenâb-ı Hak’tır (dedik ve onlardan ağır) kuvvetli (bir söz aldık.) onlar
“işittik, itaat ettik” dediler, ahkamı dîniyelerine muhalefet etmeyeceklerine dâir söz verdi ve yemin ettiler. Bu sözü Cenâb-ı Hak, onlardan Tevrat’ta almıştır. Ne yazık ki onlar daha sonra bu söze riayetkâr olmamışlardır.
§ Bakara sûre’i celilesindeki 51, 52, 53, 64, 65 inci âyetlerin tefsirine de müracaat ediniz!.
155. Artık onların yeminlerini bozmaları ve Allah Teâlâ’nın âyetlerini inkâr eylemeleri ve Peygamberleri haksız yere ö ldürmeleri ve bizim kalplerimiz perdelidir demeleri sebebiyle lânete uğramışlardır Hayır Allah Teâlâ onların kalplerini küfürleri sebebiyle mühürlemiştir. Binaenaleyh pek azı müstesnâ olmak üzere onlar imân etmezler.
155. Bu mübârek âyetler, Yahudilerin yüce peygamberlere olan suikastlerini ve bu yüzden uğradıkları cezaları ve onların bu suikasdinden Hz. İsa’nın kurtularak göğe kaldırılmış bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık onlar) o Yahudi taifesi, vaktiyle yapmış oldukları (ahıtlerini) kabul etmiş oldukları yemini (bozmaları) ona muhalif harekette bulunmaları (ve Allah Teâlâ’nın âyetlerini) Kur’an-ı Kerim’i ve kendi kitaplarındaki beyanları (inkâr eylemelerî ve) mâsum olan her türlü kötülüklerden uzak bulunan (Peygamberleri haksız yere ö ldürmeleri) sebebiyle (ve bizim kalblerimiz perdelidir) Hz. Muhammed’in tebliğatı bizim kalblerimize giremez ve yahut bizim kalblerimiz ilimlerle dolmuştur, başkalarının beyanlarını dinlemeğe, kabul etmeye ihtiyacı yoktur, (demeleri sebebiyle) lânete uğramışlardır, (hayır) öyle dedikleri gibi değil (Allah Teâlâ onların kalblerini küfürleri sebebiyle mühürlemiştir.) onların kalbleri tabiat, yaratılış itîbariyle, İlim ve irfan ile dolu olmak suretiyle öyle perdeli, başka beyanatı kabule ihtiyaçsız değildir, bilakis kendi küfürleri, kötü inançları, cahilce hareketleri yüzünden öyle bir vaziyete düşmüştür, (binaenaleyh) Abdullah İbni Selâm ve arkadaşları gibi (pek azı müstesnâ olmak üzere onlar imân etmezler) yahut onların az şeye imanları müstesnâ olmak üzere bütün imân edilmesi icâbeden şeylere inanarak hakikî mü’min olmazlar.
156. Ve küfürleri sebebiyle ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle lânete uğramışlardır.
156. (Ve) O dinsizler Hz. İsa gibi bir Yüce peygamber’e (inkârları) onun peygamberliğini, hayatının temizliğini inkârları (sebebiyle ve) Hz. (Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları) öyle elinde meydana gelen birçok kerametleriyle iffet ve yüceliği sabit olan temiz bir anneye iftira etmeye cüretleri (sebebiyle) lânete mâruz kalmışlardır.
157. Ve muhakkak biz Meryem’in oğlu Allah’ın Peygamberi İsa’yı ö ldürdük demeleri sebebiyle lânete hedef olmuşlardır. Halbuki, onu ne ö ldürdüler ve ne de asıverdiler. Fakat onlar için bir benzetilmiş oldu. Ve şüphe yok ki, onda ihtilâf edenler, ondan dolayı şek içindedirler. Onlar için buna dâir zanna uymaktan başka bir bilgi yoktur ve onu hakikaten ö ldürmüş değildirler.
157. (Ve muhakkak biz Meryem’in oğlu. Allah’ın Peygamberi İsa’yı ö ldürdük demeleri sebebiyle) de lânete hedef olmuşlardır, (halbuki onu) hakikaten Allah’ın bir resuli olan Hz. İsa’yı (ne ö ldürdüler, ve ne de asıverdiler) bu iddiaları tamamen gerçek dışıdır, (fakat onlar için) Hz. İsa’yı ö ldürmeğe cür’et gösterenler için (bir benzedilmiş oldu) bir rivâyete göre Hz. İsa aleyhinde münâfıklıkta bulunan bir şahıs, Hz. İsa’yı bulup katillere teslim etmek için Hz. İsa’nın evine gitmiş, İsa Aleyhisselâm ise Allah’ın kudreti ile göğe kaldırılmış, bu münâfıkta Hz. İsa’ya benzeyiş çehresi meydana gelmiş, katiller de bunu yakalayarak Hz. İsa sanarak asmışlardır. Diğer bir görüşe göre de Yahudiler su’î kasitte bulunmak isterken Hz. İsa’nın göğe kaldırıldığını görmüşler, Yahut reisleri bu yüzden halk arasında bir fitne meydana geleceğinden korkmuşlar, bir şahsı yakalayıp asmışlar, insanlara karşı bu asılanın Hz. İsa olduğunu iddia eylemişlerdir. (Ve şüphe yok ki onda ihtilâf edenler) Hz. İsa’nın durumunda, ö ldürülmüş olup olmamasında, asılan şahsın Hz. İsa olduğunda tereddüde düştüler, (ondan dolayı şek içindedirler) bunu kat’î surette bilemiyorlar. (onlar için) böyle şek içinde bulunanlar için (buna) bu ö ldürmeye (dâir zanna uymaktan başka bir bilgi yoktur) onlar kendi kuruntularına tâbi olurlar, (ve onu) İsa Aleyhisselâm’ı (hakikaten katletmiş değildirler) Cenab’ı Hak onu korumuş, bir harika olarak semâya kaldırmıştır. Hattâ bu ö ldürme iddiasında bulunanlarda kuşkuludurlar. Ö ldürme olayının meydana gelmesine kesin olarak inanmamaktadırlar. Binaenaleyh öyle zan ve tahminin bir kıymeti yoktur. Gerçek durumu Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde açıkça beyan buyuruyor ki, o mübârek Peygamberini ilâhî kudretiyle di’ri olarak semaya kaldırmıştır. Ilâhî kudretinin büyüklüğüne ve kâinatta meydana gelen milyonlarca yaratılış harikasına uyanık bir göz ile bakanlara göre bir Yüce Peygamberin böyle ruhen ve cismen en yüksek makamlara yükseltilmesini uzak görmeye, tevile asla yer yoktur. Allah Teâlâ her şeye fazlasıyla kadirdir, buna inanmışızdır!..
158. Hayır, Allah Teâlâ onu kendisine yükseltmiştir. Ve Allah Teâlâ güçlüdür, hikmet sahibidir.
158. (Hayır) öyle inkârcıların, kuşkucuların dedikleri gibi değil (Allah Teâlâ onu) o mübârek Peygamberini (kendisine) kendisinin mânevî huzuruna, yüce, mukaddes bir makama, yüce bir semâya (yükseltmiştir.) Bunu kimse inkâr edemez, Cenab’ı Hak her şeye kadirdir. (Ve Allah Teâlâ güçlüdür) Mülkünde dilediği gibi tasarrufuna kimse mâni olamaz ve bir (hikmet sahibidir.) mülkünde her tasarrufu sırf hikmettir. Kimse onun zıddını ifa ve iddia edemez. Binaenaleyh Hz. İsa’yı göğe kaldırması da o Yüce Yaratıcının kudret ve hikmetine bakımından asla inkâr edilemez.
159. Ve ehli kitaptan hiçbir fert yoktur ki illâ ölümünden evvel elbette ona imân edecektir. Ve kıyamet gününde onların aleyhine bir şahit olacaktır.
159. Bu mübârek âyetler, ehli kitabın Hz. İsaya karşı vaziyetlerini ve Yahudilerin yapmış oldukları zulümleri, yasaklanmış fiilleri bildiriyor ve bu yüzden uğradıkları ve uğrayacakları cezaları, kötü sonu ihtar ediyor. Şöyle ki: (Ve ehli kitabtan) Yahudiler ile Hıristiyanlardan (hiçbir fert yoktur ki, illâ ölümünden evvel) can çekişme halinde, ruhu henüz kendisinden ayrılmadan (elbette) o fert, her nç vaziyette bulunursa bulunsun, gerek denize düşüp boğulsun, gerek hayvanlar tarafından parçalansın, ve gerek ateşe düşüp yansın, daha teslimi ruh etmeden (ona) Hz. İsa’ya, onun peygamberliğine, onun Allah’ın oğlu olmadığına (imân edecektir) fakat bu bir ümitsizlik imânı kabilinden olduğu için makbul değildir. Diğer bir yoruma göre de bütün ehli kitap, Hz. İsa’ya onun vefâtından evvel, yeryüzüne indiği zaman imân edeceklerdir. O zaman bütün insanlar İslâmiyet’e kavuşacaklar, bir İslâm milleti halinde bulunacaklardır. O vakit Cenab’ı Hak, deccalı helâk edecek, yeryüzünde bir emniyet, bir âsayiş ceryana başlayacak hayvanlar bile birbiriyle hoşça geçineceklerdir. Hz. İsa, kırk sene yeryüzünde kalacak, sonra vefat edip namazını müslümanlar kılarak kendisini defn edeceklerdir, (ve) İsa Aleyhisselâm (kıyamet gününde onların) ehli kitabın (aleyhine bir şâhit olacaktır) kendisi peygamberliğini tebliğ, kulluğunu itiraf etmiş olduğu halde Yahudilerin kendisini yalanlamış olduklarını, Hıristiyanların da kendisine Allah’ın oğlu demiş bulunduklarını söyleyerek onların bu kâfirce, müşrikce iddiaları aleyhinde şahitlikte bulunacaktır.
160. Artık Yahudilerden bir zulüm sebebiyle ve birçoklarını Allah Teâlâ’nın yolundan alıkomaları sebebiyle onlara helâl kılınmış olan temiz şeyleri üzerlerine haram kıldık.
160. (Artık Yahudilerden) meydana gelen mühim (bir zulüm) dine aykırı bir hareket (sebebiyle) onların yeminlerini bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr eylemeleri, Hz. Meryeme iftirada bulunmaları gibi pek zalimce hareketlerinden dolayı (ve) insanlardan (birçoklarını Allah Teâlâ’nın yolundan engellemeleri sebebiyle) veyahut bir engellemeye çok çalışmaları yüzünden (onlara) vaktiyle (helâl kılınmış olan temiz şeyleri) meselâ: Evvelce Tevrat’ta helâl gösterilmiş olan şeyleri daha sonra bir dünyevî ceza olmak üzere (üzerlerine haram kıldık) tırnaklı hayvanların haram kılınması da bu cümledendir.
161. Ve faizi, ondan nehy edilmiş oldukları halde, alıvermeleri sebebiyle ve insanların mallarını, haksız yere yemeleri sebebiyle. Ve onlardan kâfir olanlara elim bir azab hazırladık.
161. (Ve ribayı) faizi ve diğer faiz muamelelerini (ondan yasaklanmış oldukları halde alıvermeleri sebebiyle) o mahrumiyete düşmüşlerdir (ve insanların mallarını haksız yere) meselâ: Rüşvet yoluyla gerçeğe aykırı şâhitlik yoliyle ve diğer haram olan yollardan biriyle alıp (yemeleri sebebiyle) onlara bir ceza olarak evvelce helâl olan bir takım temiz şeyleri haram klıdık, (ve onlardan kâfir olanlara) küfürlerinde israr edip tövbe ve istiğfar etmeyenlere (acıklı bir azab hazırladık) dünyada temiz şeylerin helâl olmasından mahrum kaldıkları gibi âhirette de cehennem azâbına mâruz kalacaklardır. Artık devam eden bir küfür ve sapıklığın neticesi bundan başka değildir.
162. Fakat onlardan ilimde mütehassıs olanlar ve mü’min olanlar sana indirilmiş olana ve senden evvel indirilmiş olana inanırlar ve namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler ve Allah Teâlâ’ya ve âhiret gününe imân edenler, varya işte onlara elbette büyük bir mükâfat vereceğizdir.
162. Bu âyeti kerime doğru ve kesin bir ilme sâhip olan, bütün dinî esasları imân edip dinî vazifelerini ifa eden bütün mü’minlerin pek büyük, müstesnâ bir mükâfata nâil olacaklarını müjdeliyor. Şöyle ki: (Fakat onlardan) ehli kitaptan Abdullah İbni Selâm ve arkadaşları gibi (ilimde mütehassıs olanlar) din ilminde yetki, yetenek sâhibi bulunanlar (ve) mutlak olarak, muhacirini kiram ve ensarı kiram gibi (mü’min olanlar) Habibim!, (sana indirilmiş olana) Kur’an-ı Kerim’e (ve senden evvel) diğer Peygamberlere (indirilmiş olana) Tevrat, İncil gibi semavî kitaplardan herbirine (inanırlar) bunların birer ilâhî kitap olduğunu tasdik ederler, (ve) özellikle en mühim bir dinî vazife olan (namazlarını dosdoğru) bütüm erkân ve şartlarına riâyet etmek suretiyle (kılanlar ve) mükellef oldukları (zekâtı verenler ve Allah Teâlâ’ya) onun varlığına, birliğine, yaratıcılık ve ilâhlığına (ve âhiret gününe) bir yevmi kıyametin zuhura geleceğine ve onun bir ebedî mükâfat ve cezâ âlemi olduğuna (inananlar) var ya (işte) onlar yukarıda azâba uğrayacakları bildirilen ehli inkârdan müstesnâdırlar. (onlara elbette büyük bir mükâfat vereceğizdir.) Onlar o güzel itikatlarının, amellerinin mükafatlarını fazlasıyla göreceklerdir. Onlar cennetlere nâil. Allah’ın cemâlini görme saadetine kavuşacaklardır. Ne muazzam, ebedî bir mükâfat…
163. Muhakkak biz sana vahy ettik, Nuh’a ve ondan sonraki Peygamberlere vahy ettiğimiz gibi ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Esbat’a, İsa’ya, Eyüb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahy eylediğimiz gibi ve Davud’a Zebur’u verdiğimiz gibi.
163. Bu mübârek âyetler, son peygamber efendimizin insanlığa peygamber gönderilmesi ve ona Kur’an’ı Kerim’in inmesi, diğer peygamberlerin gönderilmeleri ve kendilerine ilâhî vahyin gelmesi gibi olduğundan drtık onun peygamberliğini inkâra ve kendisine bir kitabın birden inmesini istemeye mahal bulunmadığını ihtar mahiyetinde bulunmuştur. Şöyle ki: Resûlüm Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (muhakkak biz sana vahy ettik) İslâm’ın hükümlerini Cibrili Emin vasıtasıyle tebliğ eyledik, insanlığın ikinci babası sayılan (Nuh’a ve ondan sonraki Peygambere vahy ettiğimiz gibi) bu vahy hususunda seninle senden evvelki Peygamberlerin durumu, vaziyeti eşittir. Bu cümleden olarak (İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Esbat’a) Hz. Yakub’un Hz. Yusuf gibi evlât ve torunlarına (İsa’ya, Eyüb’e, Yunus’a, Harun’a, ve Süleyman’a vahy eylediğimiz gibi) artık ehli kitap, bunlardan ne için habersiz bulunuyorlar, ne için senin başka türlü vahye mazhar olmanı istiyorlar?. Onların başka türlü vahy, başka türlü kitab inmesini istemeye ne selâhiyetleri vardır?, (ve Davud’a Zebur’u verdiğimiz gibi) sana da o şekilde Kur’an’ı Kerim’i âyet âyet, sûre sûre indirdik, artık Kur’an’ın başka türlü verilmesini, birden inmesini neden istiyorlar. Cenab’ı Hak, ilâhî kitabını dilediği şekilde indirir. Buna kimse karışamaz.
§ Zebur; yüz elli sureden meydana gelen övgü ve saygı, va’z ve nasihatı kapsayan ilâhî bir kitaptır.
§ Vahy; Lûgatte kelâm, göndermek, işâret, ilham, bir şeyi gizlice bildirmek mânâlarında kullanılmıştır. Böyle hafiyyen bir şeyi bildirmeğe “iyha” denir. Şeriat dilinde vahy, Cenâb-ı Hak’kın dilediği şeyleri Peygamberlerine birer yol ile bildirmesi ve anlatması ve öğretmesi demektir. Vahy’in şöyle muhtelif yolları, mertebeleri vardır. (1) Doğru rüya yoludur ki, ilâhî vahy, peygamberin gönderilişinin başlangıcında çoğunlukla doğru rüya ile zuhur eder. Tâki alışıklık meydana gelsin. (2) İlham yoludur ki, Cenab’ı Hak dilediği şeyleri Yüce peygamberlerin kalblerine uyanık bir halde iken vasıtasız olarak ilka ve ilham buyurur. (3) Hitap yoludur ki, Hak Teâlâ Hazretleri dilediği Peygamberine dilediği hükümleri melek vasıtasıyle olmaksızın ilham eder ve anlatır. Hz. Musa’ya Tevrat levhaları bu şekilde nâzil olmuştur. Ve o Yüce Peygamber’e Tur dağında ilâhî emirlerini vasıtasız olarak bir hitab şeklinde tebliğ buyurmuştur. (4) Melek göndermek yoludur ki. Yüce Allah dilediği peygamberine dilediği şeyleri melek vasıtasıyla tebliğ ve ilham buyurur. Cibril Emin’in vakit vakit gelip Kur’an âyetlerini Rasûlü Ekrem Efendimize tebliğ buyurmuş olduğu gibi. İnsanlara gizlice telkin edilen yakışıksız sözlere, bozguncu, şeytanî vesveselere de lûgat mânâsı itibariyle “vahy” denilmiştir.
§ İlham tabiri de lûgatte: Haber vermek, anlatmak feyiz yoluyla kalbe düşen malûmat demektir. Vahy tabiri, ilhamdan daha kapsamlıdır. Çünkü vahy, ilham yoluyla olduğu gibi, diğer yollar ile de olabilir. Maamafih bir diğer bakımdan da ilham, vâhiden daha kapsamlıdır. Zira evliyaullahın kalblerine doğan bazı ilâhî sırlar ilâhî ilimlerde bir nevi ilham eseridir. Fakat bu, vahy sayılmaz. Her vahy ise bir Rabbanî ilham, bir ilâhî tebliğdir. Bir de ilham, bazı zatların kendi şahıslarına ait bir tecelli eseri olabilir. Vahy ise umuma yönelik hükümleri kapsayan ve Yüce Peygamberlere mahsus bir imtiyaz sayılır.
164. Ve evvelce kıssalarını sana bildirdiğimiz Peygamberleri ve kıssalarını sana bildirmediğimiz Peygamberleri gönderdik. Ve Allah Teâlâ Musa ile hitap yoluyla konuşmuştur.
164. (Ve) Ey Habibim!. Bu âyetlerin inmesinden evvel veya bugünkü günden önce (kıssalarını sana bildirdiğimiz) kendilerine dâir sana malûmat verdiğimiz (Peygamberleri) gönderdik, kavimleri dine dâvete memur ettik (ve kıssalarını sana) şimdiye kadar (bildirmediğîmiz) kimler olduğuna dâir sana malûmat vermediğimiz bir nice (Peygamberleri) de (gönderdik) insanlığı ilâhî dinden haberdar etmeğe memur kıldık. O halde Ey Son Peygamber! Senin risâlet ve peygamberliğin neden çok görülsün, neden tasdik edilmesin ki, senin peygamberlik ve risâletin sair Peygamberlerin nübüvvet ve risaleti gibi mucizelerle sabittir, temliğine memur olduğun hükümlerin yüceliği de buna şahittir, (ve Allah Teâlâ Musa ile) en yüksek bir vahy mertebesi olmak üzere (hitap yoluyla) meleklerin vasıtasıyla olmaksızın (konuşmuştur) ilâhî hükümlerini Tevrat kitabını o Yüce Peygamberine bu şekilde birden vahy ve tebliğ buyurmuştur. Artık Rasûlü Ekrem’in vahye mazhar oluşu, ona da Kur’an’ın hikmet gereği âyet âyet, sûre sûre inişi neden uzak görülsün. Evet… Son Peygamber Hazretleri de mîrac gecesinde vâsıtasız ilâhî vahye, Rabbanî hitaba nâil bulunmuştur. Ve ona Kur’an’ı Kerim’in öyle farklı zamanlarda inişi ise bir hikmeti ilâhîye icabıdır, bir ilâhî lûtuf gereğidir. Çünki bütün İslâmî hükümler İslâm’ın başlangıcında birden tebliğ edilecek olsa idi, mükellefler için pek ağır görülebilirdi, fakat öyle azar azar inmesi ile mükelleflere kolaylıklar gösterilmiş, yavaş yavaş alışıklık meydana gelmiş, o’da bu müslümanlar hakkında bir ilâhî rahmet eseri bulunmuştur.
§ Peygamberlerin sayısını Cenab’ı Hak bilir. Bir hadisi şerife göre Nebilerin (Peygamberlerin) sayısı yüz yirmi dört bindir. Bunların üçyüz otuzu Resûllük vasfına da sahiptir. Diğer bir rivâyete göre de Nebilerin adedi ikiyüz yirmi dört bindir. Kur’an’ı mübinde yirmibeş Yüce Peygamberin mübârek isimleri açıkça bildirilmiştir.
165. Müjdeleyici ve korkutucu oldukları halde Peygamberler gönderdik ki o peygamberlerden sonra insanlar için Cenab’ı Hak’ka karşı bir mazeret bulunmasın. Ve Allah Teâlâ güçlüdür, hikmet sahibidir.
165. Bu mübârek âyetler, Peygamberlerin ne gibi vazifelerle ve ne gibi bir hikmete binaen gönderilmiş olduklarını bildiriyor. Ve Son Peygamber Hazretlerinin peygamberlik ve risaletine ilâhî bir kitap Kur’an’ı Kerim ile Cenâb-ı Hak’kın ve meleklerin şahadette bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: İnsanları hak dine davet edip imân edenleri sevap ile (müjdeleyici ve) kâfir olanları da azap ile (korkutucu oldukları halde) insanlık âlemine (Peygamberler -gönderdik- ki o Peygamberlerden sonra) onlar hak dini tebliğ için insanlar arasına geldikleri sebebiyle artık (insanlar için) biz hak dinin neden ibâret olduğunu, üzerimize ne gibi dinî vazifelerin düştüğünü bilmiyorduk diyerek (Cenâb-ı Hak’ka karşı bir mazeret) bir hüccet, nefis müdafaası için bir delil, bir bahane (bulunmasın) binaenaleyh Peygamberler gönderilmiştir, onlar şer’î hükümleri ümmetlerine tebliğ etmişlerdir. Artık hak’ki kabul etmeyen hiçbir millet, hiçbir ferd cehaletini bahane ederek kendisini uhrevî azaptan kurtaramıyacaktır. (Ve Allah Teâlâ güçlüdür) mülkünde hakîmdir, bütün hükümleri ve emirleri hususunda mâğlûbiyetten uzaktır ve (hikmet sahibidir) bütün fiilleri, iradeleri hikmete dayanmaktadır. İşte Peygamberleri göndermesi, onlara kitabları indirmesi de bu cümledendir.
166. Fakat Allah Teâlâ senin peygamberliğine sana indirmiş olduğu Kur’an’ı Kerim ile şahitlik ediyor, ki, onu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahitlik ediyorlar. Maamafih Allah Teâlâ şahit olmaya kâfidir.
166. Habibim!. Senin peygamberlik ve risaletin açıktır. Buna rağmen senden semavî bir kitabın birden inmesini isteyenler, senin peygamberliğini tasdik etmemiş bulunurlar (fakat Allah Teâlâ -senin peygamberliğine- sana indirmiş olduğu -Kur’an-ı Kerim- ile şahitlik ediyor) o ilâhî kitap bir mucize söz olup senin risalet ve peygamberliğini bildirmekte ve isbat etmektedir. Öyle bir mukaddes kitap ki (onu) Cenâb-ı Hak (kendi ilmiyle) kendisine hâs olan bir İlim ve hikmetle bir eşsiz kelâm bir ebedî mucize olarak (indirmiştir.) insanlığın dikkat nazarlarına bir ilâhî şahitlik eseri olarak ortaya koymuştur. Bununla beraber Resulm!. Senin peygamberliğine (melekler de şahitlik ediyorlar) artık öyle bir takım inkârcıların tasdik etmemelerinin ne ehemmiyeti vardır?, (maamafih) Resûlüm!. Senin peygamberliğinin doğruluğuna (Allah Teâlâ şahit olmaya kâfidir) senin risaletini göstermen için nice açık mucizeler, zâhir deliller getirmiştir. Bunların kendileri hakkında başka şeylerden şahit getirmeye ihtiyacı yoktur.
167. Muhakkak o kimseler ki, kâfir olmuşlar ve Allah yolunda alıkomuşlardır, şüphe yok onlar pek uzak bir sapıklıkla sapıtmışlardır.
167. Bu mübârek âyetler, küfür ve zulme düşkün kimselerin hidayetten mahrum, pek korkunç akıbetlere uğrayacaklarını şu şekilde bildirmektedir, (muhakkak o kimseler ki,) o Yahudi taifesi ve emsali ki, Kur’an-ı Kerim gibi bir ilâhî kitabı inkâr ederek (kâfir olmuşlar ve) insanları aldatarak ve saptırarak (Allah yolundan) İslâm dininden (alıkomuşlardır.) Hz. Muhammed’in peygamberlik ve risaletini inkâr etmişler, öyle açık bir hakikatı gizleyerek insanların İslâmiyet’i kabulüne mâni olmuşlardır. Artık böyle pek büyük bir kötülüğü yaptıkları için (şüphe yok onlar) hidâyet sahasından (pek uzak bir sapıklıkla) bir dalâlete düşmüş olmakla (sapıtmışlardır) çünkü onlar hem dalâlete düşmüşler, hem de başkalarını azdırarak dalâlete düşürmek istemişlerdir. Bu sebeple bunların hak’ka dönmeleri pek uzak bulunmuştur.
168. Gerçekte o kimseler ki kâfir olmuşlar ve zulüm etmişlerdir, onlar için Allah Teâlâ mağfiret edecek değildir ve onları bir yola iletecek değildir.
168. (Filhakika o kimseler ki,) Beyan olunduğu üzere (kâfir olmuşlar) dır ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr etmeleri ve insanları İslâm dinine girmekten alıkomaları sebebiyle onlara (zulmetmişlerdir.) insanların dünyevî ve uhrevî iyilik ve saadetine mâni olmağa çalışmışlardır. Artık (onlar için Allah Teâlâ bağışlayacak değildir) çünki Allah’ın küfrü bağışlaması imkânsızdır, hikmeti ilâhîyeye aykırıdır, (ve onları bir yola) cennet yoluna (iletecek değildir) zira onlar böyle bir saadet yoluna girme yeteneğini kaybetmişlerdir. Onlar için hidâyet yolu, cennet yolu kapanmıştır.
169. Cehennem yolu müstesnâ. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Ve bu Allah Teâlâ için pek kolay bulunmaktadır.
169. (Cehennem yolu müstesnâ) Cenab’ı Hak onları cehenneme kavuşturacak olan bir yola sevkedecektir. (orada) o cehennemde (ebediyen) bir daha oradan çıkmamak üzere (ebedî olarak kalacaklardır) çünki Allah Teâlâ böyle kâfirce, müşrikce hareketleri asla mağfiret buyurmayacaktır. Rüfür ve şirkin gereği bundan başka değildir, (ve bu) onların öyle cehennemde ebedî bırakılması (Allah Teâlâ için pek kolay bulunmaktadır) çünki Hak Teâlâ neyi isterse meydana getirebilir, onun isteğine hiçbir şey mâni olamaz ve hiçbir şey o Yüce Yaratıcıyı hâşâ âciz müşkülâta mâruz bırakamaz. Artık ona göre düşünmeli, daha elde fırsat var iken Hak’ka dönmelidir.
170. Ey insanlar! Muhakkak ki size Rabbinizden bir Peygamber hak ile gelmiştir. Artık sizin için hayır olmak üzere ona imân ediniz. Ve eğer inkâr ederseniz şüphe yok ki, göklerde ve yerde her ne varsa Allah’ındır. Ve Allah Teâlâ, bilendir, hikmet sahibidir.
170. Bu âyeti kerime, bütün isanlığı sırf kendi selâmet ve saadetleri için İslâm dinine davet etmekte ve Cenâb-ı Hak’kın bütün kâinata sâhip ve hâkim olduğundan onlara muhtaç olmayıp, onları cezalandırmaya kâdir olduğu ihtar eylemektedir. Şöyle ki: (Ey insanlar!) Sizi irşat, sizi Haktan haberdar etmek için (muhakkak ki, size Rabbinizden) Allah tarafından en büyük bir rahmet olmak üzere (bir Peygamber) Son Peygamber Hazretleri (hak ile) Kur’an’ı Kerim ile (gelmiştir) size dinî vazifelerinizi telkin ederek uyanmanıza çalışmıştır, (artık sizin için hayır olmak) Sizi küfürden kurtarmak (üzere ona) o Peygamber’in size tebliğ ettiği Kur’an’a, İslâm’ın doğruluğuna (imân ediniz) küfürden kurtulup hidâyete kavuşmanız ancak bu sayede kabil olur. (ve eğer inkâr eder) o Peygamberi tasdik etmez (seniz) vebali, zararı size aittir, (şüphe yok ki göklerde ve yerde her ne varsa Allah’ındır) bütün kâinatın yaratıcısı, sahibi Allah Teâlâ’dır. Şirk ve küfrünüz ona hâşâ zarar vermez, nitekim imanınız da ona bir menfaat vermez. O bütün alemlerden zengindir, (ve Allah Teâlâ) sizin bütün ahvalinizi (bilendir) ve onun yüce zatı (hikmet sahibidir.) bütün fiilleri, bütün emir ve yasakları hikmet iledir, İşte bütün mü’minleri taltif etmesi, bütün kâfirleri küfürleri yüzünden cezalandırması da onun ilâhî hikmeti gereğidir. Artık o Yüce Yaratıcının, birliğini, büyüklük ve kudretini hakkiyle bilip ona göre doğru bir inanca nâil olmak bütün insanlık için en kutsî ve en zorunlu bir vazifedir.
171. Ey ehli kitap! Dininizde haddi aşmayınız ve Allah Teâlâ’ya karşı haktan başkasını söylemeyiniz. Şüphe yok ki, Meryem’in oğlu ise Allah Teâlâ’nın ancak bir Peygamberidir ve onun tarafından bir kelimedir, onu Meryem’e ulaştırmıştır ve onun tarafından bir ruhtur. Artık Allah Teâlâ’ya ve onun Peygamberlerine imân ediniz ve üç demeyiniz, vazgeçiniz, sizin için hayırlı olur. Muhakkak ki, Allah Teâlâ bir tanrıdır kendisi için bir çocuk bulunmaktan yücedir. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi de onundur. Vekil olmak için de Allah Teâlâ kâfidir.
171. Bu âyeti kerime, Cenab’ı Hak’kın evlât edinmekten yüce olduğunu, Hz. İsa’nın Allah’ın emri ile vücude gelmiş bir yaratılış harikası bulunduğunu, bunun hakkındaki yanlış inançlardan ehli kitabın sakınmaları lüzumunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey ehli kitab!) Ey Yahudi ve Hıristiyanlar taifesi!. (Dininizde) ifrat ve tefrit suretiyle (haddi asmayınız) Hz. İsa gibi bir zatı ne ilahlık derecesine yükselterek Allah’ın birliğine aykırı kanaatlere sâhip olunuz, ne de onun temiz hayatına iftirada bulununuz, itidalden, hakka uymaktan ayrılmayınız (ve Allah Teâlâ’ya karşı) onun yüce ilâhlığı hususunda (haktan) lâyık olan ilâhî vasıflarından (başkasını söylemeyiniz) onun ortak benzerden, herhangi kimseleri kendisine evlât edinmekten uzak olduğunu biliniz, aksini iddiada bulunmayınız. (Şüphe yok ki. Meryem’in oğlu İsa) Hâşâ Allah’ın oğlu değil (ancak Allah Teâlâ’nın) diğer Peygamberleri gibi (bir Peygamberidir) o böyle bir peygamberlik şerefine sahiptir. Yoksa Cenâb-ı Hak’kın ortağı veya onun oğlu değildir, (ve) İsa Aleyhisselâm (onun) Allah Teâlâ’nın (tarafından bir kelimedir) onun yüce kudretinden tecelli eden bir emirdir ki (onu Meryem’e ulaştırmıştır) o emrini Cibrili Emin vasıtasiyle Meryem’e yöneltmiş ve ulaştırmıştır, o vasıta ile ruh üflemesi gerçekleşmiştir, (ve) O Yüce Peygamber (onun) Cenab’ı Hak’kın (tarafından bir ruhtur) bir ruh sahibidir ki onun yaradılışında başkalarının bir aracılığı, bir babanın gebe koyması ve diğer şey bulunmamıştır. İşte Hz. İsa böyle bir baba vasıtası olmaksızın Cenab’ı Hak’kın “kün = ol” emriyle bir yaratılış hârikası olarak vücude geldiği için kendisine bir şeref olmak üzere “kelimetullah “Allah’ın kelimesi” ve “ruhullah “Allah’ın ruhu” denilmiştir. Yoksa hâşâ Cenab’ı Hak’kın hakikaten kelimesi ruhu demek değildir. Çünki kelimeler, mlılar bileşik şeylerdir, sonradan yaratılmışlardır, Cenâb-ı Hak ise öyle terkipten ve sonradan yaratılmış olmaktan uzaktır, (artık) ey Hıristiyanlar taifesi (Allah Teâlâ’ya ve onun Peygamberlerine imân ediniz) onları lâik oldukları vasıflarla tanıyınız, ne inkâr ederek tefrite düşünüz, ne de ilahlık derecesine yükselterek ifrata varınız, (ve üç) ilâh vardır (demeyiniz) Allah ile beraber İsa da, annesi de birer ilâhdır diye müşrikce bir inançta bulunmayınız böyle bir inançtan (vaz geçiniz) üçlemeye inanmayınız. Böyle yanlış bir kanaatten vazgeçmeniz (sizin için hayırlı olur) Allah’ı birlemeye nâil, selâmet ve hidâyete muvaffak olursunuz (muhakkak ki. Allah Teâlâ) ortaktan uzak (bir tarındır) kâinatın bir yaratıcısıdır, ezelî ve ebedî bir mabuddur. O Yüce Yaratıcı (kendisi için bir çocuk bulunmaktan yücedir) çünki çocuk ile babası arasında terkib ve cins birliği bakımından, birbirine ihtiyaç yönünden bir bağlılık bulunmak icap eder. Cenâb-ı Hak ise bu gibi mahlukata mahsus vasıflardan her yönüyle uzaktır, çoluk çocuğa ihtiyaçtan yücedir, (göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi de) yaratılış ve mülkiyet bakımından (onundur) O Yüce Yaratıcıdır. Artık bunlardan birine muhtaç, benzer olması, bunlar ile aynı cinsten bulunması katiyyen düşünülemez. Yaratıcılık ve sahiplik ise oğulluğa aykırıdır. Hz. İsa ile annesi ise Cenâb-ı Hak’ka muhtaçtırlar, onun mahlûkudurlar, onun sahipliği ve hâkimiyeti altındadırlar. Artık Hz. İsa’nın “Allah’ın oğlu” olması nasıl düşünülebilir?, (vekil olmak) bütün mahlûkatın ihtiyacını karşılayıp kendilerinin işlerini düzenlemek ve tasfiye eylemek (için de Allah Teâlâ kâfidir) mahlûkatın ondan başka bir yaratıcıya, bir mâbuda ihtiyaçları yoktur. Onun pek mukaddes zatı da hiçbir hususta başkasına muhtaç değildir. Binaenaleyh kendisine yardım edecek kendisinin yerini alacak evlada da asla ihtiyacı yoktur, o bütün alemlerden zengindir.
§ Hıristiyan taifesi, başlıca dört fırkaya ayrılmışlardır.
(1) Yakubiye fırkasıdır. Bunlar Hz. İsa’nın tam mânâsıyla ilâh olduğuna inanırlar.
(2) Milkâniye fırkasıdır. Bunlar da Hz. İsa hakkında aynı inançta bulunmaktadırlar.
(3) Nesturiye fırkasıdır. Bunlara göre Hz. İsa, Allah Teâlâ’nın hâşâ oğludur.
(4) Merkusiye fırkasıdır. Bunlar ekanimi selâse denilen üç asla inanırlar. Ekanimi selâse ise baba, oğul ile mhülkudusten ibarettir. Şöyle ki: Bunlara göre Allah Teâlâ ile İsa ve ruhülkudüsten ibaret olmak üzere üç tanrı vardır, bunların herbiri müstakil olarak ilahlık vasfına sahiptir. Bununla beraber bunlar yine üç Allah değil bir Allah’tır. Nekadar çelişkili sözler!. Bir üç olur mu. Ve üç birden ibaret bulunur mu?. Bunlar Hz. İsa’nın asılıp bir müddet hayatı terk etmiş olduğuna inanırlar. Demek ki, o müddet içinde kâinat, hâşâ -Allah’sız kalmış ve Allah kendisini kullarının ellerinden kurtarmaya kâdir olamamış?. Böyle bir eksiklik Yüce ilâh’a nasıl isnat edilebilir?. Velhâsıl: Hıristiyanların inancı, tamamen akla, hikmete muhalif, muhakemeye gayrı lâyık, son derece garib bulunmuştur.
§ Hz. İsa yüce bir Peygamberdir, Allah’ın kudretinin bir parlak eseridir. Cenab’ı Hak’kın “kün” emriyle, yani: Takdir ve iradesinin tecellisine binaen babasıs olarak yaradılmış olduğu için kendisine bir şeref olmak için “kelimetullah” denilmiştir.
§ İsa Aleyhisselâm’a “ruh” denilmesinde de şöyle birkaç yorum vardır.
(1) Son derece taharet ve temizliğe sâhip olan birşeye “ruh” denilmesi insanlar arasında yaygındır. Hz. İsa’da bir babanın menisi bulunmaksızın temiz bir anneden harikulâde bir şekilde dünyaya getirilmiş olduğu için kendisine ruh denilmiştir.
(2) Hz. İsa, kendisine gerektiği gibi imân edenler için bir mânevî hayat vesilesi olduğu için ruh unvanını taşımaktadır.
(3) Ruh rahmet mânâsında da kullanılmıştır. İsa Aleyhisselâmda Allah tarafından insanlık için bir rahmet olduğundan dolayı böyle ruh adını almıştır. Nitekim
kendisinden bir ruh ile onları desteklemiştir… (Mücadele 58/22) âyeti kerimesi de ( kendisinden bir rahmet ile) şeklinde tefsir edilmiştir.
(4) Ruh kelimesi, Arap dilinde “nefh = üflemek” mânâsında da kullanılmıştır. Hz. İsa’da Hak Teâlâ’nın emriyle Cibrili Emin tarafından annesi Hz. Meryem’e üflenmiş olduğu için böyle ruh adını almıştır.
(5) Hz. İsa hakkında “ruhun minh = ondan bir ruh” denilmek ruh kelimesinin böyle belirsiz olarak zikredilmesi de yüceltme ifade etmektedir. Onun şerefli, yüce, kutsî ruhlardan bir ruh olduğunu bildirmektedir. İşte bu ruhun Cenab’ı Hak’ka nisbet edilip “ruhullah” denilmesi de bu ruha saygı içindir. Yoksa Cenab’ı Hak insanlar gibi mha muhtaç olmaktan uzak olup bizzat diri ve ölümsüz olduğundan yüce zâtının mha ihtiyacı yoktur, o yücedir.
172. Mesihde Allah Teâlâ için kul olmaktan asla çekinmez. Allah’a yakın olan melekler de. Her kim onun ibadetinden çekinir ve kibirlenirse elbette onların hepsini huzuruna toplayacaktır.
172. Bu mübârek âyetler, bütün mahlûkatın en yücelerinin bile Cenâb-ı Hak’ka karşı kulluk göstermekle övündüklerini bildirmektedir, İmân ve iyi amel sahiblerinin büyük mükâfatlara nâil olacaklarını müjdelemektedir. Aksine hareket edenlerin de kötü âkibetlerini şöylece göstermektedir. Ey İsa Mesih’e ve meleklere ilahlık isnat edenler! Ey bu zatlara Allah’ın oğlu veya Allah’ın kızları diyenler!. Bir kere uyanınız, bu cahilce, müşrikce inançtan vaz geçiniz: (Mesih de Allah için kul olmaktan asla çekinmez) Allah Teâlâ’ya kullukta bulunmakla övünürler, bunu kendisi için en büyük bir şeref telâkki eder. Ve Allah’a (yakın olanlar) Arş’ı taşıyanlar gibi, kerrubin adını taşıyan melekler gibi, Cibrili Emin, İsrafil vesaire gibi yüce (melekler de) bu kullukla övünürler, bundan çekinmezler. Bu melekler, en yüksek makamlarda bulundukları, en büyük tecellilere mazhar olup nice gaip şeylerden haberdar oldukları ve babasız anasız olarak varlık alanına getirilmiş bulundukları halde yine kullukla mükellef hâşâ Allah’ın kızları olmak vasfından uzak bulunmaktadırlar. Artık Hz. İsa’da bir yaratılış hârikası olup bir kısım mümtaz vasıfları taşımış olduğundan dolayı hâşâ kulluktan uzak, Allah’ın oğlu olmak vasfına sâhip değildir. Bütün bu mübârek zatlar kullukla övünürler. Kaçınılacak şey ise Allah Teâlâ’dan başkasını mabut edinerek ona kulluk arzında bulunmaktır ki, bunun neticesi zillettir, en büyük azablara mâruz kalmaktır. Evet… (her kını onun) o yüce mabudun (ibadetinden çekinir ve kibirlenirse) bu kâfirce hareketinin elem verici neticesine hazır bulunsun çünki Allah Teâlâ (elbette onları) o ezelî mâbuda kullukta bulunanları da, bulunmayı? kaçınanları da (hepsini) bilip âhirette (huzuruna toplayacaktır) herbirine lâyık olduğu mükâfatı ve cezayı elbette verecektir.
§ Rivâyete göre: Hıristiyanlardan bulunan Necran elçileri Hz. Peygamber’in buzunmad bulunurken demişler ki: Sen ne için bizim sahibimize kusur isnad ediyorsun? Rasûlü Ekrem de sahîbiniz kimdir, diye sormuş, onlar da İsa’dır demişler. Hz. Peygamber de: Ben ona ne kusur isnat ettim diye buyurmuş, onlar da Sen İsa Allah’ın kuludur ve Peygamberidir diyorsun demişler. Rasûlü Ekrem Efendimiz de:. Onun Allah’ın bir kulu olması bir kusur değildir, diye cevap vermiş, bu hadiseyi müteakip bu âyeti kerime nâzil olmuştur.
173. Artık o kimseler ki, imân etmiş ve iyi amellerde bulunmuş olurlar, elbette onlara mükafatlarını ödeyecek ve onlara kendi lütfundan olarak mükafatlarını arttıracaktır. Amma o kimseler ki, yüz döndürdüler ve kibirlenmede bulundular, onları da elbette elîm bir azab ile azablandıracaktır. Ve onlar kendileri için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yar, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.
173. (Artık o kimseler ki, imân etmiş ve) Bu imânın hariçte bir tasdiki olmak üzere (iyi amellerde bulunmuş olurlar elbette) Cenab’ı Hak (onlara) bu güzel itikat ve amellerinin meyvelerini (mükafatlarını ödeyecek) ihsan buyuracaktır. (ve onlara kendi lütfundan olarak) mükafatlarını (arttıracaktır) sevaplarını kat kat ziyade edecektir. Özellikle gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş, ve hiçbir insanın hatırına gelmemiş olan nimetleri bolca verecektir. Hepsinin üstünde olarak da cemâli görmekle kendilerini tecellilerinin nurlarına gark edecektir, (amma o kimseler ki) bilâkis Cenâb-ı Hak’ka kulluktan yüz çevirdiler (yüz döndürdüler ve kibirlenmede bulundular) kendilerine kulluk mertebesinin üstünde gördüler (onları da) Yüce Allah (elbette elem verici bir azab ile) cehennemde (azablandıracaktır) bu suretle kibir ve gururlarının cezasına kavuşacaklardır, (ve onlar için) hiçbir vakit (Allah Teâlâ’dan başka) ondan gayrı (ne bir yar) bir yardımcı, azabı kendilerinden engellemeye hâdim bir kimse ve (ne de bir yardımcı) onlardan cezayı azaltmaya kâdir bir fert (bulamayacaklardır.) ebedî olarak dostlardan, yardımcılardan mahrum kalacaklardır, İşte küfr ve şirkin yakan, felâket getiren neticesi!.
174. Ey insanlar! Muhakkak size Rabbinizden bir delil geldi ve sizlere bir apaçık nur indirdik.
174. Bu mübârek âyetler, Cenâb-ı Hak’kın insanlık âlemine ihsan buyurmuş olduğu en muazzam hidâyet rehberlerini bildiriyor, bu rehberlere tâbi olarak kulluk vazifelerini ifa edenlere de nâil olacakları nimetleri müjdeliyor. Şöyle ki: (Ey insanlar!.) Ey bütün mükellef olan kullar! (muhakkak size Rabbinizden) Allah katından (bir delil geldi) hak dinin mahiyetini açıklayan ve aydınlatan bir kesin delil sizlere ulaştı ki, o da Son Peygamber Hazretleridir. Onun mucizeler ile desteklenmiş olan bütün beyanları sizin hakkınızda en kutsî, en nuranî birer delildir, (ve size bir apaçık) pek ziyade açık (nur indirdik) ki o da hikmet dolu Kur’an’ı Kerimdir. Bu ilâhî kitap, kutsal beyanları ile sâhip olduğu icâz ve yücelik ile bütün hakikatları açıklayacak ve aydınlatacak bir mahiyettedir. Bunun âyetleri güzelce düşünen ve anlayabilenler için birer nurlu rehber bulunmuştur.
175. Artık o kimseler ki, Allah Teâlâ’ya imân ettiler ve ona sığındılar, elbette onları kendi tarafından bir rahmetin ve lutfun içine girdirecektir ve onları kendine yönelik bir doğru yola da hidâyet edecektir.
175. Madem ki, Allah katında bu kadar kuvvetli bir delil, çok parlak bir hidâyet nuru insanlık âlemine ihsan buyrulmuştur, (artık o kimseler ki) bunlardan istifâde ederek (Allah Teâlâ’ya imân ettiler) onun birliğine, yaratıcılığına, mâbudluğuna inanmış bulundular (ve ona) o merhamet yüce yaratıcıya (sığındılar) ona iltica edip durdular (elbette onları) böyle hareket eden kullarını o yüce mâbud (kendi tarafından bir rahmetin) bir mükâfat yurdu olan cennetin (ve fazlın) hak ettiklerinden fazla ve görülüp tasavvur olunmamış pek büyük, yüce bir ihsan ve lutfun (içine girdirecektir) onları böyle fevkalâde ilâhî nimetlerine gark edecektir, (ve onları) o mü’min, kendisine bağlı kullarını Cenâb-ı Hak; (kendine yönelik) mânevî huzuruna kavuşturucu (bir doğru yola da) bir tecelliye mazhar yola da (hidâyet edecektir.) Onları İslâm dininde sabit ve ilâhî nûrların tecellisiyle ruhanî zevklere nail buyuracaktır. Ne büyük saadet ve hidâyet. Yarabbi!..
176. Senden fetvâ istiyorlar. De ki, Allah Teâlâ kelâle babası ve çocuğu olmayan kimse hakkında size fetva veriyor: Bir kimse çocuğu bulunmaksızın ölüp de kendisinin bir kız kardeşi bulunursa onun için terekesinin yarısı aittir. O kimse de bu kız kardeşine vâris olur, eğer bunun çocuğu bulunmazsa. Ve eğer onlar iki kız kardeş iseler onlara terekesinden üçte ikisi aittir. Ve eğer onlar erkek ve kız kardeşler olurlarsa erkek için iki kız miras payı miktarı ait olur. Allah Teâlâ size dalâlete düşmeyesiniz diye beyan ediyor ve Allah Teâlâ herşeyi bilendir.
176. Bu âyeti kerime, bu sûre’i celilenin evvelindeki âyetler gibi veraset hükümleri hakkındadır. Şöyle ki: Habibim!. Kelâle hakkında (senden fetva istiyorlar) ne miktar miras payı alabileceğini senden somyorlar. Onlara (de ki. Allah Teâlâ kelâle) hayatta babası ve çocuğu olmayan kimse (hakkında size fetva veriyor) onların ne miktara varis olacaklarını bildiriyor. Şöyle ki: (bir kimse çocuğu) veya babası (bulunmaksızın ölüp de kendisinin bir) ana baba bir veya yalnız baba bir (kız kardeşi bulunursa onun için) o kız kardeş için o ölünün (terekesinin yarısı aittir) bunu farz yoluyla alır. Kalan terekesi de asabeden kimsesi var ise ona verilir, yok ise o da bu kız kardeşe red yoluyla ait olur. Bu İmamı Âzam’ın mezhebine göredir. Zeyid bini Sâbit’in ve İmamı Şafiî’nin mezhebine göre bu kalan tereke hazineye aittir, (o kimse de) hayatta olup bir kız kardeşi vefat edecek olsa (bu kız kardeşine) usubiyet yoluyla (varis olur) başka varisi bulunmayınca terekesinin tamamına hak sahibi olur. Bu erkek kardeşin böyle usubet yoluyla varis olması, o kız kardeşin ana bir değil de baba ana bir veya yalnız baba bir kız kardeş olduğunu göstermektedir. Çünki bir kimse yalnız ana bir kardeşine böyle usubet yoluyla varis olamaz. Belki o erkek kardeşin takdir edilmiş hissesi altıda bir olmuş olur. Velhâsıl bu kardeş böyle varis olur (eğer bunun) o kız kardeşin erkek veya kız (çocuğu bulunmazsa). Bulunursa artık o kardeş varis olamaz, (ve eğer onlar) o ölenin kız kardeşleri (iki) veya daha ziyade (kız kardeşler iseler onlara terekesinden üçte ikisi aittir) başka varis bulunmazsa kalan tereke de kendilerine reddedilir, (ve eğer onlar) kardeşlik sebebiyle varis olanlar (erkek ve kız kardeşler olurlarsa) bu halde (erkek için iki kız miras hissesi ait olur) meselâ: Bir erkek kardeş ile bir kız kardeş bulunsalar terekenin üçte ikisi erkek kardeşe, biri de kız kardeşe verilir. Faraza bir erkek kardeş ile iki kız kardeş bulunsalar terekenin dörtte ikisi erkek kardeşe, birer hisse de kız kardeşlere isabet eder. (Allah Teâlâ size dalâlete düşmeyesiniz diye) veya sizin bu meselede cehalete düşmeniz kötü olacağı için size bu kelâlenin hükmünü böyle (beyan ediyor) artık buna göre miras hükmünü tatbik edersiniz (ve Allah Teâlâ herşeyi bilendir.) işte kullarının hayat ve ölümüne, nasıl mirasçı olacaklarına ait hususlar da bu cümledendir. Cenâb-ı Hak, sizlerin faydalan ve menfaatleri ile ilgili şeyleri size beyan buyuruyor, tâki, ona göre hayatınızı tanzim edesiniz.
§ İmamı Suyutî diyor ki: Faraiz meselelerine ait olmak üzere en son nâzil olan âyet, işbu “Yesteftunek” âyeti kerimesidir.
§ Rivâyete göre sehabe’i kiramdan Cabir İbni Abdullah demiş ki: Ben baygın bir halde hasta idim: Rasûlü Ekrem Hazretleri Ebubekir i Sıddık ile beraber ziyaretime gelmişlerdi, Rasûlüllah Sallallahu Aleyhi Vesellem abdest almış, abdest suyundan başıma serpmiş, bunun üzerine uyandım aklım başıma geldi. Dedim ki: Ya Rasûlüllah!. Benim yakınlarım ancak kelâle bulunuyor. Benim mirasım kime aittir. Bunun üzerine bu kelâle âyeti nâzil olarak kelâlenin hükmü bildirilmiştir.
§ Kelâle tabiri, hem varis hem de mevrus için kullanılır. Varis için kullanılırsa bundan maksat, baba ile evlâttan başka olan varislerdir. Mevrus için kullanılırsa bundan maksat ise kendisi için anası, babası ve evlâdı olmayın başka akrabaları varis olan kimsedir. 11 ve 12 inci âyetlerin tefsirine de müracaat ediniz!.
§ Farize, miktarı belirli olan miras payı demektir. Mirastan hisseleri nass ile belirlenmiş olan varislere de “eshabı ferâiz” denilir. Koca ile karının hisseleri gibi.
§ Asebe de baba tarafından olan akrabadır. Bir ve birden ziyade erkek ve kadın için kullanılır. Böyle bir akrabalığa “usubet” denildiği gibi bir kimseye asebe mirası vermeğe de “tasib” denilir.
§ Eshabı red ve neseb bakımından eshabı feraizden olan ve kendilerinden başka asebe bulunmadığı takdirde hem belirlenmiş miras payını alan, hem de kalan terekeye redden hak sahibi bulunan kimselerdir. Koca veya karı ile beraber bulunan kız gibi. Ve kız kardeşine tek başına varis olan erkek kardeş gibi. Nitekim bunlara yukarıda işâret olunmuştur. Nisa sûresine ait açıklamalarımız burada son buldu. Başarı Allah’tandır.