KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Nahl Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübarek sûre, Mekke’i Mükerreme’de inmiştir. (128) âyeti celîleyi içermektedir. Ancak İbni Abbas Radiallahü Anhtan bir rivayete göre (95, 96, 97) inci âyetleri Hazreti Hamza’nın şehid olmasından sonra Medine-i Münevvere’de inmiştir. Diğer bir rivayete göre de (110, 126) ıncı âyetleri de Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştur. Bu mukaddes sûre, birçok güzel, eşsiz kudret eserini nazarı dikkatlere sunmaktadır. Bu tabiat alemindeki nice varlıkların insanlara hizmet ettiğini ve faydalı olduğunu bildirmektedir. İnsanların da seçkin bir mahlûk olup üstün bir varlığa sahip bulunduklarını beyan buyurmaktadır, insanlığın hidayet ve saadete kavuşmaları için ilâhî vahye mazhar bulunmuş olan Yüce peygamberine muhtaç bulunduklarını açıklamaktadır ve birnice ilâhî nimetlere işaret ederek beşeriyeti şükür vazifesini yerine getirmeye davet ve insanların amellerinden mes’ul olacaklarını ihtar eylemektedir. Bu cihetle bu mübarek süreye “Nlam Sûresi” adı da verilmiştir. Bununla beraber ilâhî eserlerin ehemmiyetine, faidelerine pek kıymetli bir numune olmak üzere de bal arılarının kavuştukları ilham ve güç sayesinde ne kadar hayat için yararlı bir gıda kaynağı vücude getirmekte olduklarına dikkatlerimizi çekmektedir. Bu münasebetle de bu sûre-i celileye Nahl Sûresi adı verilmiştir. Evet.. Bu mübarek Sûre gösteriyor ki: Bal arıları birer küçük mahlûk oldukları halde Cenab’ı Hak’kın verdiği bir kabiliyetle büyük bir eser vücude getirebiliyorlar. Yaptıkları peteklere verdikleri geometrik bir şekil, nekadar mühim ve ne kadar faideli bir gayeye yöneliktir. Meydana getirdikleri balların renkleri, tatları, kokuları farklıdır. Bu ballar pek leziz, maddî hayatımız için pek faideli bulunmaktadır. Artık öyle bir küçük mahlukun o kadar san’atkârca, nefis bir muhafaza içinde o kadar lezzetli bir hayat kaynağı vücude getirmesi, onun öyle büyük bir kabiliyete sahip bulunması, bir ilâhî ilham bir ilâhî ihsan değil de nedir?. Artık her düşünen insan bundan da sonuç çıkarabilir ki, bu zayıf, cılız mahlûka bu kadar bir kabiliyet ihsan buyuran bir Yüce Yaratıcı, bir Yüce Peygamberini de ilâhî vahyine mazhar ederek onu bütün insanlık için manevî, ebedî bir hayata, bir selâmet ve saadete vesile olacak apaçık bir kitaba kavuşturabilir. Nitekim de kavuşturmuştur. İşte Kur’an-ı Kerim, böyle apaçık bir kitaptır, bu bir sonsuz mucizedir, Allah’ın Yüceliğine pek açık bir delildir, insanlık için bir manevî gıdadır, bir hidâyet vesilesidir, onlara dînî, ictimâî, ahlâkî vazifelerini telkin buyurmaktadır. İşte bu sûre-i celilede bütün bu gibi uyanma vesilesi, kurtuluş sebebi olacak hususlara nazarı dikkatimizi çekmektedir.
1. Allah Teâlâ’nın emri geldi, artık onu acele istemeyiniz, Hak Tealâ onların ortak koştukları şeylerden uzak ve çok yücedir.
1. Bu mübarek âyetler, sorgulamaya tâbi olacakları evvelce bildirilmiş olan müşriklere o sorgulama gününün gelmiş gibi yaklaştığını ve Allah’ın zâtının ortaktan uzak olduğunu ihtar etmektedir. Ve o Yüce Yaratıcının insanları korkutmak için dilediği zata ilâhî vahyini melekler vasıtasıyle indireceğini bildirmektedir. Ve Cenab-ı Hak’kın gökleri ve yeri yaratmış olduğunu ve insanı da bir damla sudan vücude getirmiş olduğu halde onun açık bir düşman kesilmiş bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Allah Teâlâ’nın emri geldi) yani: Kıyametin alâmetleri ve bir kısımazaplar ortaya çıkmış bulundu veyahut kıyametin kendisi geliverdi, onun gelmesi, muhakkak olduğu için böyle geçmiş zaman kipi, gelecek zaman kipi yerinde zikredilmiştir. Gelecektir mânâsında olmak üzere “geldi” denilmiştir. Gerçekte de kıyamet ne kadar geç gelecek olsa da geçmiş ve gelecek milyarlarca zamana göre onun geleceği vakit, âdeta gelip çatmış demektir. (Artık onu acele istemeyiniz) daha gelmesinden evvel vukuunu beklemeyiniz. Çünkü o herhalde vâki olacaktır. Onun hemen meydana gelmesini istemeye ihtiyaç yok. Bu âyeti celilenin nuzul sebebi hakkında deniliyor ki:
Kıyamet yaklaştı. (Kamer, 54/1) âyeti inince kâfirler, bakalım ne vakit meydana gelecek diye söylenmişler bu hâdise gecikince, biz kıyamet adına bir şey göremiyoruz demeğe başlamışlar, bunun üzerine de
İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı (Enbiya, 21/1) âyeti kerimesi nâzil olmuş, bundan da korkmuşlar, beklemeye başlamışlar, günler uzayınca demişler ki: “Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- biz senin bizi korkutur olduğun şeylerden hiç birini görmüyoruz.
Bunların bu alaycı lâkırdıları üzerine de işbu:
âyeti celilesi inmiştir. Bunun vahiy yoluyla alan Resûl-i Ekrem, yerinden fırlayıp kalkmış, insanlar da başlarını kaldırarak kıyametin hakikaten derhâl geleceğini sanmışlardı.
Bunumüteakip de:
Bunumüteakip de:
ilâhî emri tecelli etmiş, müslümanlar tatmin olmaya başlamışlar, fakat müşrikler demiş ki: Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- Farzet ki, senin sözün bizce kabul edilmiş olsun, fakat biz putlarımıza ibadet ederiz ki, bize Allah katında şefaatde bulunsunlar, artık onlar bizi o kıyamet azabından kurtarırlar. Bunların bu cahilce sözlerini red için de buyuruldu ki, Hak Teâlâ (onların şerîk koştukları şeylerden uzaktır ve çok yücedir) O Yüce Yaratıcının mülkünde, idaresinde kendisinin bir ortak ve benzeri yoktur, onun yüce şanı bundan uzaktır. Onun rızası olmadıkça kimsenin şefaate selahiyeti olamaz. Artık ey müşrikler!. O batıl putlarınız, o maddeden yapılan âdi şeyler size nasıl şefaat ederek sizi Allah’ın azabından kurtarabilirler?. Bunu hiç düşünmez misiniz?. O Kerem sahibi Yaratıcının bu âlemdeki tasarruflarını güzelce düşünmeli değil midir?.
2. O, kullarından dilediği üzerine kendi emrinden ruh ile melekleri indirir ki, korkutunuz. Şüphe yok ki, benden başka ilâh yoktur. Artık benden korkunuz.
2. O Yüce Mabud (kullarından dilediği) zat (üzerine) herhangi bir Peygamberine (kendi emrinden) kendi ilâhî iradesine göre (ruh ile melekleri indirir) Cibril’i Emin ile diğer meleklerini yeryüzüne gönderir, yahut manevî bir ruh olan Kur’an’ı Kerim ile ve diğer semavî kitaplar ile Cibril’i Emin’i yeryüzüne sevkeder. Ve buyurur (ki) Ey Peygamberler!. Kâfirleri azap ile (korkutunuz) onlara ilâhî azabı hatırlatınız, (şüphe yok ki, benden başka ilâh yoktur) ibadete lâyık olan ancak benim kutsal zâlimdir. (Artık) Ey ilâhî azabın gelmesini acele eden inkarcılar!. (benden korkunuz) benim emrime muhalefet ederek öyle putlara, fani mahlûklara tapınıp durmayınız, onlardan birfâide beklemeyiniz, öyle Allah’ın birliğine aykırı hareketlere cür’et edip de kendinizi ebedî azaba uğratmayınız.
3. Gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. O kendisine ortak koştukları şeylerden çok yücedir.
3. Evet.. Ey insanlar!. Bir kere kudret eserlerine bakınız. O Yüce Yaratıcı (gökleri ve yeri hak ile) üstün bir şekille, lâyık bir üslup ile, bir menfaat ve hikmete uygun suretle (yaratmıştır.) Onları yüce kudretiyle varlık sahasına getirmiştir. Artık o Kerem sahibi Yaratıcının şanının yüceliği, zâtının kutsallığı şüphesiz son derece açıktır. O (kendisine ortak koştukları şeylerden çok yücedir) öyle fanî mahluklar, o ezelî ve ebedî olan Yüce Yaratıcıya nasıl ortak olabilirler?. O ortak ve benzerden uzak olan kâinatın Yaratıcının nice eşsiz eserleri meydana getirmiş olduğunu ayrı ayrı nazarı dikkate almalı değil midir?.
4. İnsanı bir damla sudan yaratmıştır. Böyle iken, o, apaçık bir düşmandır.
4. Evet.. Kerem sahibi Yaratıcı (insanı) bu çeşit mahlûkları (bir nutfeden yaratmıştır.) Hazreti Adem’i mutlak bir sudan vücude getirmiş, onun evlât ve torunlarını da bütün neslini de his ve şuurdan yoksun, birer hususî damladan ibaret olan birer meniden insanlık alanına çıkarmıştır. Artık o Yüce Yaratıcının kudreti, hikmet ve lütfu (böyle) açık (iken o) insan (apaçık bir düşmandır) kendisini vücude getirmiş olan kerem sahibi Yaratıcısını inkâra cür’et eder, kendisinin, hayalî, akıl ve şuurdan mahrum bir tabiatın eseri olduğunu iddiada bulunur. Kendisinin tekrar hayata kavuşturulacağına inanmaz. Gözlerinin önünde parlayan birnice eşsiz eserleri İlim ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığına şahadet edip dururken bunu güzelce düşünüp takdir ve tasdik eylemez. Ne büyük bir cehalet!.
5. Ve ehli hayvanları da yaratmıştır ki, siziniçin onlarda korunmak vardır ve menfaatler vardır ve onlardan yersiniz.
5. Bu mübarek âyetler, yer yüzünde insanlardan sonra en şerefli, en faideli olan bir kısım hayat sahiplerinin varlığını, ehemmiyetini gösteriyor. O gibi nimetlerin kadrini takdir ve Yaratıcısını tasdik etmenin lüzumuna işaret ediyor. Kâinatın Yaratıcısının varlığına şahitlik eden o gibi eserler meydanda iken artık hiçbir kimsenin Kerem sahibi Yaratıcısını bilip tasdik etmemesinden dolayı mazeret ileri sürmeye selahiyeti bulunmadığını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) o Yüce Yaratıcı (ehli hayvanları da yaratmıştır ki) onlar sekiz çift teşkil eden erkek ve dişi koyunlardan, keçilerden, develerden ve sığırlardan ibarettir. Ey insanlar!. (Sizin için onlar da) o hayvanlar da (korunmak vardır) onlardan elbiseler, sergiler vesaire yaparak kendinizi korumuş olursunuz (ve) sizin için başkaca (menfaatler) de (vardır) onların yavrularından, sütlerinden de istifade edersiniz ve onları satarak ticaretinize genişlik de verirsiniz (ve onlardan yersiniz) onlar sizin geçiminiz! temine başlıca bir vesilede bulunmuş olurlar.
6. Ve sizin için onları akşamleyin getirdiğiniz ve sabahleyin salıverdiğiniz sırada bir güzellik vardır.
6. (Ve) Ey insanlar!, (sizin için onları) o ehli hayvanları (akşamleyin) otlak yerlerinden evlerinize (getirdiğiniz) vakitte (ve) onları (sabahleyin) otlak yerlerine (sahverdiğiniz sırada bir ziynet vardır) onlar sahipleri için birer güzel manzara teşkil ederler ve sahiplerinin servete nimete kavuştuğuna birer alamet olacağından bu sebeple de bir kalp ferahlığına vesile bulunmuş olurlar.
7. Ve sizin ağırlıklarınızı yüklenirler, bir beldeye kadar ki, siz o beldeye nefisî bir zorluk olmaksızın kavuşamazsınız, şüphe yok ki, Rabbiniz elbette çok esirgeyicidir, çokmerhametlidir.
7. (Ve) bu ehli hayvanların daha nice faydaları vardır. Kısacası bunların bir kısmı (sizin ağırlıklarınızı yüklenirler) yurdunuzdan çıkıp başka bir yere gideceğiniz zaman bir kısım eşyanızı onlar taşırlar (bir beldeye kadar ki, siz o beldeye) piyade olarak kolay kolay gidemezsiniz (nefsî bir zorluk olmaksızın) kendi nefsinizi yormaksızın, bir meşakkate düşürmeksizin (kavuşacak olamazsınız) meselâ: Yaya olarak Mekke’i Mükerreme’den Yemen’e, Şam’a veya Mısır’a kolaylıkla varamazsınız. Bütün insanlar hakkında sözkonusu olan tabii durum böyledir. Aslında bazı zatlar, bir keramet eseri olarak uzak mesafelere mekanı atlarcasına geçmek suretiyle pek kolayca varabilirler. Fakat bu, hususî bir ilâhî lütuftur. Bu, keramet kabilindendir, bunun vukuu bir kısım deliller ile sabittir. Bu da yine bir kısım seçkin zatlar hakkında başka bir ilâhî lütuftan ibarettir. (Şüphe yok ki) ey insanlar!. Sizin (Rab’biniz elbette çok esirgeyicidir.) Kendisine sığınanları fazlasiyle korur ve (çok merhametlidir) mahlûkatı hakkında rahmeti, yardımı pek fazladır.
8. Ve kendilerine binmeniz için ve bir ziynet olarak atları, katırları ve merkepleri de yaratmıştır. Ve sizin bilemiyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratacaktır.
8. (Ve) O Kerem sahibi yaratıcı, ey insanlar!, (kendilerine binmeniz için) onların vasıtalariyle istediğiniz yerlere gidebilmeniz için (ve bir ziynet olarak atları, katırları ve merkepleri) de yaratmıştır. Bunlardan daima istifade eder durursunuz. Bununla beraber (daha nice şeyleri de yaratacaktır.) onlardan istikbalde yararlanacaksınız. Nitekim yaratmıştır ve daima yaratmaktadır. İşte trenler, otomobiller, bisikletler, uçaklar bu cümledendir. Cenab-ı Allah’ın insanlara verdiği büyük bir kabiliyet ile bunlar vakit vakit medeniyet âleminde ortayaçıkmaktadır. Bütün bunlar birer ilâhî ihsandır, istikbalde de daha nice şeyler Allah’ın kudreti ile varlık alanına gelecektir. “Bu âyeti kerimede bu hayvanların yalnız binilmek için yaratıldığı zikredilmiştir. Eğer etlerinin yenilmesi caiz olsa idi o daha büyük bir nimet olacağı için o da zikredilirdi. İşte İmamı Âzam ve İmamı Mâlik, bununla delil getirerek böyle at, katır ve eşek etlerinin yenilmesininin haram olduğunu kabul etmiştir. Fakat İmamı Şafiî ile bazı İslâm hukukçuları at etinin helâl olduğuna inanmaktadırlar. Katırlar ile eşeklerin etleri ise bu zatlarca da helâl değildir.
9. Ve kasdedilen doğru yolu beyan etmek te, Allah Teâlâ’ya aittir. Bununla beraber ondan sapan da vardır ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizi toptan hidayete erdirirdi.
9. (Ve) istenilen (doğru yolu beyanda Allah Teâlâ’ya aittir) her şeyi İlim ve kudretiyle kuşatan âlemlerin Yaratıcısı bir doğru yol olan ilâhî dinini, şer’î hükümlerini kullarına Peygamberleri vasıtasiyle bildirmiştir. Artık bir kimsenin kendi cehaletin, mazeret makamında ileri sürmesine imkân kalmamıştır. (Bununla beraber ondan) o yol cinsinden (sapık) doğru olmayan, haktan bâtıla meyilli (olanı da vardır) ki, o da sapıklık yoludur, nefsin ve arzunun yoludur, çeşitli dinsizlikler yoludur. Birçok kimseler, böyle bir yolu takip etmiştir. (Ve eğer Allah Teâlâ dileseydi elbette) ey insanlar!, (sizi top yekün hidayete erdirirdi.) Hepinizi de bir doğru yola zorla sevk ederdi. Fakat bu, Allah’ın hikmetine aykırı bulunmuştur. O Hikmet sahibi Yaratıcı insanlığı yaratmış, ona bir kabiliyet vermiş, onu bu imtihan dairesine getirmiştir ve kendisine bir irade, bir ihtiyar kuvveti vermiş ve kendisine doğru olan yolu da Peygamberleri ve kitapları vasıtasiyle göstermiştir. Artık kendi kabiliyetini, iradesini güzelce kullananları hidayet yoluna erdirir,bunun tersini yapanları da sapıklık yolunda bırakır, onları zorla doğru yola sevketmez. Çünkü öyle zorlamaya dayalı olan bir imân, makbul değildir ki, sahibi için bir hidayet vesilesi olsun.
10. O, o Kerem sahibi yaratıcı dır ki: Sizin için gökten bir su indirdi. Ondan bir içilecek şey vardır ve ondan bitkiler yetişir, onda hayvanlarınızı otlatırsınız.
10. Bu mübarek âyetler de hikmet sahibi yaratıcının kudretine, lûtuf ve ihsânına birer açık delil olan diğer bir takım eşsiz varlıklara bir takım faydalı, ışık saçan, ibret veren eserlere nazarı dikkatlerimizi çekmektedir. Şöyle ki: (o) ilahlık ve Yaratıcılık sıfatına sahip olan zat, başka değil, ancak (o) Kerem Sahibi Yaratıcı (dır ki, sizin) istif adeniz (için gökten) sema tarafından veya bulutlardan (bir su indirdi) su nevinden olan yağmuru yağdırdı ve sizin için (ondan) o sudan (bir içilecek şey vardır) onun bir kısmını içersiniz (ve ondan bitkiler) ağaçlar, otlar, çiçekler biter (yetişir) onlardan daima istifade edersiniz (onda) o bitkiler sahasında hayvanlarınızı (otlatırsınız) onların yiyeceklerini o sayede temin etmiş olursunuz. Ne büyük bir nimet!.
11. Allah Teâlâ onunla sizin için ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve meyvelerin hepsinden yetiştirir. Şüphe yok ki, bunda düşünecek olan bir kavim için elbette bir ibret vardır.
11. Allah Teâlâ (onunla) o gökten indirdiği su ile (sizin için) Ey insanlar!. Buğday, arpa, pirinç gibi (ekin) denilen hububatı bitirir (zeytin, hurma ağaçları) gibi faideli, kıymetli şeyleri vücude getirir ve bir nevi meyve ve gıda mahiyetinde olan (üzümler)! yaratır (ve meyvelerin hepsinden) çeşit çeşit yemişler (yetiştirir) kullarına bu çeşitli nimetleri nasip buyurur. (Şüphe yok ki, bunda) böyle suları indirmesinde ve o kadar çeşitli şeyleri yaratmasında (düşünecek olan bir kavim için)böyle eserlerden yaratıcısının kudretini, yüceliğini düşünecek bir cemaat için (elbette bir ibret vardır) bunları yaratan zatın birliğine, ilahlığına, kudret ve büyüklüğüne işaret eden pek büyük bir alâmet vardır. Evet.. Düşünen bir insan, yalnız bir goncanın bile rengini, güzelliğini, büyüyüp gelişme şeklini düşününce onun ne kadar büyük bir ilâhî kudret eseri olduğunu derhal anlar.
“Varlığın bilme ne hâcet Küre-i âlem ile”
“Yeter isbatına halk ettiği bir zerre bile”
12. Ve sizin için geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da onun emriyle hareket ederler. Muhakkak ki, bunda akıllıca düşünen bir kavim için elbette büyük âlemetler vardır.
12. (Ve) Ey insanlar!. Şunu da düşününüz ki, o Yüce Yaratıcı (sizin için) hayatınızı,. geçiminizi, durum ve fiillerinizi temin ve tanzim için (geceyi, gündüzü) meydana getirmektedir ki, geceleri rahat edersiniz, gündüzleri de geçiminizi kazanmaya çalışırsınız. Yine sizin için (güneşi, ayı) da (emrinize verdi) bunlardan da dilediğiniz şekilde istifade eder, ışıklarından, nûrlarından yararlanırsınız. (Yıldızlar da onun) O Hikmet sahibi Yaratıcının (emriyle) onun iradesiyle, takdiriyle (hareket ederler) onlar çeşitli vaziyetler alırlar ilâhî irade sebebiyle doğar ve batarlar (muhakkak ki, bunda) böyle bütün gök cisimlerinin vesairenin Allah’ın emri sebebiyle hareket etmesinde (akıllı düşünen bir kavim için elbette büyük alâmetler vardır) bunlar bir Yüce Yaratıcının varlığına, kuret ve büyüklüğüne şahitlik eden birer açık, parlak delillerdir, çeşitli kanıtlardır, şahitlerdir. Binaenaleyh fazla tefekküre, düşünmeye gerek yoktur. Bunları yalnız akıllıca düşünmek bile bunları yaratmış olan Hikmet sahibi Yaratıcının varlığını, birliğini, büyüklük ve kudretini güzelce anlamaya kifayet eder. Artık akıllarını kötüye kullanıp da bu hakikatı anlamadanmahrum kalanların yazıklar olsun hallerine!.
13. Ve sizin için yerde renkleri muhtelif olarak neler yaratmış ise şüphe yok onda da öğüt alacak bir kavim için elbette bir ibret vardır.
13. (Ve) Ey insanlar!. O Kerem sahibi Yaratıcı (sizin için yerde renkleri muhtelif) çeşitleri fazla, görünüşleri, durumları, özellikleri başka başka (olarak neler yaratmış) emrinize vermiş (ise) ne kadar öyle sonsuz faideli eserler meydana getirmiş ise (şüphe yok ki, onda da) onların her birinde de (öğüt alacak) nasihat kabul edecek bir durumda bulunan (bir kavim için elbette bir ibret vardır) Artık akıllı, düşünen bir topluluk için lâzımdır ki, Cenab’ı Hakkın böyle kudret eserlerini, eşsiz yaratıklarını gözönüne alarak bunlardan nasihat almış olsunlar, yanlış düşüncelere kapılmayarak hidayet yolunu takibedip dursunlar. Ve Yardım Allah’tandır.
14. Ve o Yüce Yaratıcı dır ki, denizi emrinize vermiştir. Tâki ondan taze bir et yiyesiniz ve ondan giyeceğiniz bir ziynet çıkarasınız. Gemileri de orada yara yara gider bir halde görürsün. Hem lütfunu isteyesiniz, hem de gerektir ki, şükredesiniz.
14. Bu mübarek âyetler de yeryüzündeki bazı yüce kudret eserlerine, yıldızlara ve bunların yaratılışlarındaki gayelere dikkatleri çekmektedir, bu gibi eşsiz eserleri yaratmış olan bir Yüce Yaratıcıya, yaratmak kudretinden mahrum şeylerin ortak olamıyacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) başka değil, yalnız (o) Yüce Yaratıcı (dır ki) Ey insanlar!, (denizi emrinize vermiştir.) ondan dilediğiniz gibi yararlanmada güçlü kılmıştır, (tâki ondan taze bir et yiyesiniz) balıkları avlıyarak onların güzel, taptaze etlerinden istifade edesiniz (ve ondan) o denizden gayret edip (giyeceğiniz) sizin için eşlerinizin kendilerini süsleyecekleri inci ve mercan gibi (bir ziynet) kıymetli, güzel görünüşlü bir şey (çıkarasınız) yine (gemileri de orada) o denizde suları (yara yara gider birhalde) kimisinin gelmekte, kimisinin gitmekte olduğunu, ve onların birçok eşyayı yüklenmiş bulunduğunu (görürsün) bütün bunlar insanlığın menfaatlerine hizmet etmektedir. Bunlar bütün Cenab’ı Hak’kın dilemesiyle, kudretiyle vücude gelmiştir. Bunlar (hem) Cenab-ı Hak’kın (fazlından) lütuf ve kereminden (isteyesiniz diye.) Bu nakil vasıtalariyle ticaretinizi geliştiresiniz ve bu yüzden de rızıklanasınız diye (hem de gerektir ki, şükredesiniz) diye vücude getirilmiştir. Artık lâzımdır ki: Cenab-ı Hak’ka şükrederek kulluk vâzifenizi yerine getirmeye çalışasınız. Eğer o Kerem sahibi Yaratıcının lütuf ve ihsanı olmasa idi bu gibi nakil vasıtaları böyle mükemmel, harikulâde bir şekilde meydana gelmiş olamazdı.
§ Astronomi bilginlerinin açıklınasına göre yer küresinin dörtte üçünü okyanus denilen büyük bir deniz kuşatmıştır. Bu okyanus ise yedi denize ayrılmıştır, İşte insanlar bütün bu denizlerden istifade etmektedirler.
15. Ve yerde sabit dağlar vücuda getirdi, sizi sallayıp muzdarip etmesin diye ve nehirler ve yollar da vücuda getirdi tâki, doğru yolu bulasınız.
15. (Ve) Kerem sahibi Yaratıcı yine bu (yerde) yer küresi üzerinde (sabit dağlar meydana getirdi) bunlar her taraftan dikkatleri çekmektedir. Ey insanlar!. Yeryüzü (sizi sallayıp muztarip etmesin diye) bu dağlar böyle yaratılmıştır. Bunlar vasıtasiyle yerküresinin hareketi hissedilmemekte, sakin bir vaziyette görülüp durmaktadır, (ve) Cenab-ı Hak yeryüzünde (nehirler ve yollar da) meydana getirdi. (tâki, doğru yolu bulasınız) o ırmakların lezzetli sularından içesiniz, hararetinizi giderip, kuvvetinizi temin edesiniz, o yollardan gideceğiniz yerlere doğruca, selâmetle gidebilesiniz ve bu nimetlerin varlığıyla Hak Teâlâ’nın Yaratıcılığına, lütfuna delil getirerek hidayetekavuşasınız. Ne büyük bir ilâhî yardım!.
16. Ve nice alâmetler vücuda getirdi ve onlar yıldızlar ile yollarını doğruturlar.
16. (Ve) o hikmet sahibi yaratıcı, bu âlemde daha (nice alâmetler) varlığına, kudretine şahitlik eden ne kadar muazzam şeyler yarattı, meydana getirdi ki, insanlar bunlardan daima yararlanmaktadırlar. (ve onlar) insanlar, özellikle astroloji ilmini bilen ve ticaret için gece ve gündüz yolculukta bulunan araplar vesaire (yıldızlar ile) karalarda ve denizlerde (yollarını doğruturlar) özellikle karanlık gecelerde Süreyya, Ferkedan, Cedi, Benatünnaş denilen yıldızlara bakarak yollarını takibe muvaffak olurlar.
17. İmdi yaratan zat, yaratamayan kimse gibi midir? Artık iyice düşünmez misiniz?
17. (İmdi) Ey insanlar!. Bir kere insaflıca düşününüz, artık (yaratan zat) gökleri, yerleri, dağları, denizleri, bütün mevcut olanları ve bugün mevcut olmayan şeyleri meydana getiren ve getirecek olan bir Yüce Yaratıcı, bu şeylerden hiç birini (yaratamayan) vücude getiremeyen bir (kimse gibi midir?.) Elbette değildir. Hiçbir mahlûk, yaratanına ortak, denk olabilir mi?. Hiç âciz, şuurdan mahrum, yok olmaya mahkum bir şey, bir kimse için mabud edinilebilir mi? (artık iyice düşünmez misiniz?.) Hiçbir akıllıya lâyık mıdır ki, Yüce Yaratıcının birliğini inkâr etsin, ibadetini terketsin de bir zerreyi bile yoktan yaratmaya kâdir bulunmayan putlara, fani şeylere ibadette bulunsun?, İnsanların vücude getirdikleri şeyler, bütün Cenab-ı Hak’kın yaratmasıyladır, kudret ve iradesiyledir. Kul bir şeyi irade eder, hikmet sahibi Yaratıcı da dilerse onu ilâhî kudretiyle var eder, aksi takdirde hiç bir kimse bir şey meydana çıkaramaz.
“İlâhî sensin ancak kâinatı eyleyen icat”
“Senin zatı aziminden eder mahlukun istimdat”
18. Ve eğer Allah’ın nimetini sayacak olsanız, onu tamamen sayamazsınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
18. Bu mübarek âyetler de ilâhî nimetlerin sonsuz olduğunu ve Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını bildirmektedir. Kâinatın yaratıcısından başka hiç bir kimsenin yaratıcılık, mabûdiyet sıfatına sahip bulunmadığını ve kendilerine tapılan putların hayattan, şuurdan mahrum şeylerden başka bir şey olmadığını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey insanlar!. Kerem sahibi Yaratıcının kudret eserlerini bir kere düşününüz. Özellikle size verdiği nimetleri bir düşününüz, muhakkak ki, siz, bütün insanlık bir araya gelip de (Allah’ın nimetini) onun sizlere olan nimet ve ihsanını (sayacak olsanız, onu tamamen sayamazsınız) o nimetin çeşitlerini, türlerini genel olarak da olsa sayıp tâyin etmeğe kâdir olamazsınız. Sizleri hayata, afiyete, beden sıhhatine, sağlam akla, sağlıklı düşünceye kavuşturmuştur. Sizleri hayata, afiyete, beden sıhhatine, sağlam akla, sağlıklı düşünceye kavuşturmuştur. Sizlere görmek, işitmek, anlamak harekette bulunmak gibi kuvvetler vermiştir. Sizler için nice nefis, lezzetli yiyecekler, meyveler meydana getirmiştir. Sizin için nice nakil vasıtaları, nice kıymetli seyahat sahaları yaratmıştır. Artık bu nimetlerin kadrini bilmek, şükrünü yerine getirmeye çalışmak bir kulluk vazifesi değil midir? (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayıcıdır) o gibi vazifelerinizdeki kusurlarınızdan dolayı da hakkınızda affı ve mağfireti tecelli eder ki, bu da pek büyük bir nimettir. (Ve) o Kerem sahibi Yaratıcı (çok merhametlidir.) sizi kusurlarınız sebebiyle hemen kesip atmıyor, size yine mühlet veriyor, sizi yine rızıklandırıyor. Bütün bunlar da birer büyük nimettir. Ne muazzam bir ilâhî lütuf!.
19. Ve Allah Teâlâ gizlediğiniz şeyi de veaçıkladığınız şeyi de bilir.
19. (Ve) Ey insanlar!. Ey isyankâr kullar!. Muhakkak ki (Allah Teâlâ) sizin kalben düşündüğünüz (gizlediğiniz şeyi de) bilir. O Yüce Mabuda karşı hiçbir şey gizli kalamaz (ve) sizin (açıkladığınız şeyi de bilir) sizin itikadınızı da, kalbinizden geçirdiklerinizi de, açıkça yaptığınız her hareketinizi de tamamen bilicidir. O Yüce Yaratıcı için gizli ve açık olan şeyler aynıdır. Binaenaleyh o ezelî mabud, bir kısım kâfirlerin Hazret-i Peygambere karşı, İslâm dinine karşı içlerinde gizledikleri şeyleri ve o mübarek zata ve onun dinine karşı açıkça gösterdikleri düşmanlıkları, tecavüzler! de tamamen bilmektedir. Böyle bir gen-iş İlim, ancak ilahlığa sahip olan bir Yüce Yaratıcıya mahsustur. Artık onun ilahlığını, birliğini güzelce bilmeli, onun nimetlerine şükür etmeli, onun hükümlerine muhalefetten kaçınmalı değil midir?
20. Ve Allah Teâlâ’dan başka kendilerine tapındıkları şeyler hiç bir şey yaratamazlar. Halbuki, onlar yaratılmışlardır.
20. (Ve) halbuki, o kâfirlerin (Allah Teâlâ’dan başka kendilerine tapındıkları) şeyler, o kendilerine ilahlık, mabudluk isnat eyledikleri putlar (hiçbir şey yaratamazlar) hiç bir şeyi yoktan var edip meydana çıkaramazlar (halbuki onlar yaratılırlar) onlar taşlardan vesaireden şekillenmiş şeylerden ibarettirler. Artık onlar nasıl yaratıcılık, mabudluk sıfatına sahip olabilirler?. Bu ilâhî beyan, büyük bir tenbihi ve müşrikler hakkında mühim bir tehdidi içermektedir.
21. Onlar ölülerdir, diriler değildirler ve ne zaman insanların diriltileceklerini de anlayamazlar.
21. Evet.. Onlar, o putlar (ölülerdir) ruhsuz maddelerden ibarettirler (Diriler değildirler) hayatsız şeylerdir. Artık onlar ibadete nasıl lâyık olabilirler?. İbadete lâyık olan is’â ancakölmeyen bir diri olan Allah Teâlâ’dan başkası değildir. (Ve) o tapılan mahluklar insanların ne zaman (dîriltileceklerini de) kabirlerinden kaldırılarak yeniden hayata kavuşturulacakları zamanı da bilip (anlayamazlar) artık onlar tapınılmaya nasıl lâyık olabilirler? Yahut: O putlar da kıyamet gününde geçici olarak hayata erdirilip kendilerine tapmış olanları yalanlayacaklardır. Fakat kendilerinin böyle bir hayata kavuşacaklarını o putlar bilemezler. Diğer bir görüşe göre de bazı kâfirler, meleklere, insanlara tapmışlardır. Halbuki melekler de kıyametten evvel öleceklerdir, bütün insanlar da ölmüş bulunacaklardır. Bunlardan hiç biri ne vakit diriltilerek mahşere sevkedileceklerini bilmezler. Artık bunlara tapılabilir mi?. İlahlığa sahip olan bir zat ise yaratılmaktan, ölmekten, cehaletten uzaktır. Şüphesiz buna inandık.
22. Sizin mabudunuz, bir tek mabutdur. Ahirete imân etmeyenler ise onların kalpleri inkâr edicidir ve onlar kibirlenen kimselerdir.
22. Bu mübarek âyetler, Allah’ın birliğini beyan ederek müşrikleri reddetmektedir. Putperestlerin ne için öyle bir sapıklığa düşmüş, küfürlerinde ısrarlı olduklarını bildiriyor. Ve kâfirlerin Kur’an’ı Kerim hakkında ne gibi bir isnâda cür’et etmiş olduklarını ve onların ne kadar büyük bir sorumlulukla karşı karşıya bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. Yaratıcınızın, mabûdunuzun varlığına, birliğine, kudret ve büyüklüğüne ait âyetleri, alâmetleri görüp duruyorsunuz. Artık şüphe yok ki, (sizin mabudunuz) kendisine kullukta bulunmanız icabeden Yaratıcınız (bir tek mabûtdur) ilahlıkla, mabutlukla vasıflanmış olan yalnız o’dur, onun ortak ve benzeri yoktur (ahirete İman etmeyenler ise) -bir kıyametin vukuuna, bir ahiret yurdunun mevcudiyetine inanmayanlar ise en büyük bir imân esasından mahrum bulunmuş olurlar. Çünkü ahirete imân,pek büyük bir esastır, insanlığın fiil ve hareketlerini tanzime, ahlâkını yüceltmeye kendisini ibadet ve itaate şevke mühim bir vesiledir. Artık (onların) o inkârcıların (kalpleri inkâr edicidir) o kadar âyetlerin, delillerin mevcudiyetine rağmen onlar yine Allah’ı, Allah’ın birliğini, ahiret gününü inkâr etmektedirler. (Ve onlar kibirlenen kimselerdir) onlar kendilerine büyük bir kıymet verirler, vicdanları yüce hislerden mahrum bulunur, o kadar eşsiz eserlere, delillere rağmen yine Allah’ın birliğini itirafta bulunmazlar, İmandan, hakkı kabulden böbürlenerek kaçınırlar. Ne büyük bir sapıklık!.
23. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ onların neyi gizlediklerini ve neyi açıkladıklarını bilir. Muhakkak ki, o, kibirlenenleri sevmez.
23. Fakat o inkarcılar, lâyık oldukları azaplara hazırlansmlar. (Şüphe yok ki: Allah Teâlâ onların) kalplerinde (neyi gizlediklerini) tamamen bilir (ve) onların (neyi açıkladıklarını) ortaya koyduklarını da (bilir) Evet.. Yüce Yaratıcı, onların Allah’ın birliğini inkâr ettiklerini de, Kur’an-ı Kerime “öncekilerin masalları” dediklerini de, İslâmiyet’e karşı içlerinde nasıl bir düşmanlık taşımakta olduklarını vesair bütün kabahatlerini de tamamen bilmektedir. Artık ona göre cezaya uğrayacaklardır. (Muhakkak ki, o) Yüce Yaratıcı (kibirlenenleri sevmez) öyle böbürlenerek hakkı kabulden kaçınan, Kerem sahibi Yaratıcının varlığını, birliğini tasdik etmeyen, ilâhî dinin hükümlerine karşı inkârcı, kibirli vaziyet alan herhangi bir şahsa azap eder, onu af ve lütfuna nail buyurmaz. Artık öyle inkarcılar, bu ilâhî tehdidin dehşetini, âkıbetini düşünmelidirler!.
24. Ve onlara Rabbiniz ne indirdi? Denildiği vakit dediler ki: Evvelkilerin masallarını.
24. Evet.. Ahireti inkâr edenler, o kibirli şahıslar her yönden azabı hak etmişlerdir. Onlar Allah’ın birliğini, inkâra cür’et ederler(ve onlara: Rab’biniz ne indirdi?.) Muhammed Aleyhisselâm’a nasıl bir kitap ihsan buyurdu?, (denildiği vakit) yani: Onlara müslümanlar tarafından böyle bir sual sorulduğu zaman veya o inkarcılar, kendi aralarında zorbalık yoluyla böyle konuştukları vakit veyahut Mekke yollarına dağıtarak insanları sapıtmaya çalışan kâfirler, kendilerine somlduğu an, o inkarcılar alay yoluyla (dedilerki: Evvelkilerin masallarını) yani: Eski kavimlerin yalan yere uydurmuş oldukları hikâyelerini indirdi. O inkarcılar, gözlerinin önünde parlayan Kur’an âyetlerini gördükleri, onun bir sûresine bile bir nazire meydana getiremedikleri halde sırf küfürlerinde israr için böyle bir iddiaya, bir iftiraya cür’et eder bulunmuşlardı.
25. Onlar nihayet kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak yüklenecekler ve bilgisizlikten dolayı sapıtmış oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat et! Yüklenecekleri şey ne kadar fena!
25. Evet.. O inkarcılar, böyle bâtıl bir iddiaya cür’et göstermişlerdi. Elbette bunun cezasını göreceklerdir. Elbette (onlar nihayet kıyamet günü kendi günahlarını) küfürlerini, başkalarını saptırmanın cezalarını (tam olarak yüklenecekler) dir, hiç bir günahları cezası kalmıyacaktır. Onlar dünyada bazı iyilikler yapsalar da, bazı musibetlere uğrasalar da yine bu sebeple azapları azalmış olmayacaktır. Bunun fâidesini yalnız dünyada görmüş olabilirler, fakat müminlerin bazı azapları böyle bir sebep ile düşebilecektir. Çünkü bu âyeti kerime gösteriyor ki: Bütün günahlarının cezasını ahirette tam olarak görecek olanlar ancak kâfirlerdir (Ve) o kâfirler (bilgisizlikten dolayı) yani: Kendilerinin veya saptırılacakların cehaletlerinden dolayı (saptırmış oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir) bu saptırmanın cezasına uğrayacaklardır. Elbette bilerek, bilmeyerekinsanları saptırmaya cür’et edenler, bu hareketlerinden dolayı sorumlu olacaklar ve azap göreceklerdir. Akıllarını güzelce kullanmayan, kendileri için lâzım gelen bilgiyi edinmeyen, bu yüzden sapıklığa kapılan kimseler de vazifelerini yerine getirmede kusur etmiş olacaklarından dolayı onlar da elbette azabı hak etmiş olacaklardır. (Dikkat et!. Yüklencceklerî şey ne kadar fena!.) evet.. Öyle insanları saptırmaya çalışanlar, kat kat azaba uğrayacaklardır. Bu ilâhî tehdidi bir kere düşünmeli değil midirler? Artık öyle korkunç bir âkibete uğramamak için insan, itikadına ahlâkını daha dünyada iken ıslaha çalışmalıdır. Ne kendisinin ve ne de başkalarının sapıklığına sebebiyet vermemelidir. Ve her insan için lâzımdır ki, akıllıca düşünsün, öyle kendisini saptırmak isteyenlerin, kâfirce fikirleri aşılamaya çalışanların o çirkin, düşmanca hareketlerine karşı bir nefret duysun. Onlara asla iltifat etmiyerek kendisini onların şerrinden, hilesinden korusun. Aksi takdirde istikbali, pek korkunçtur. Cenab’ı Hak muhafaza buyursun Âmin..
26. Muhakkak ki, onlardan evvelkiler de hile yapmışlardır. Nihayet Allah Teâlâ’nın emri onların binalarının temellerine geldi de artık tavanları yukarlarından üzerlerine çöküverdi ve onlara azap anlayamadıkları bir yönden gelivermişti.
26. Bu mübarek âyetler, müşriklerin, insanları saptırmaya çalışan kibirli kimselerin nihayet ne kadar mes’uliyetlere, felâketlere uğrayacaklarını ihtar ediyor, onların ruhlarını alacak olan meleklere karşı kendi kötü hallerini inkâr ederek nasıl bir nefis müdafaasında bulunacaklarını ve bu müdafaalarının nasıl reddedileceğini ve kendilerinin ne şekilde cehenneme sevkedileceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: O inkarcılar, o insanları saptırmaya çalışançağdaşlar!. Bir kere tarihe baksınlar!. (Muhakkak ki, onlardan evvelkiler de) eski inkârcı, müşrik kavimler de, küfre düşmüş, başkalarını küfre düşürmek için de (hilede) desisede, kötüce propağandalarda (bulunmuşlardı.) Fakat bu uğursuzca hareketleri yanlarına kalmadı (nihayet Allah Teâlâ’nın emri) ilâhî hükmü (onların binalarının temelerine geldî,) o binaların temellerinden yıkılıp harab olmasına yol açtı (da artık) o binaların (tavanları) kubbeleri ta (yukarılarından) itibaren o dinsizlerin (üzerlerine çöküverdi) hepsinin helâkına sebep oldu (ve onlara azap) Allah’ın kahrı; onların (anlayamadıkları) hatır ve hayâllerine gelmeyen (bir yerden gelivermişti) nitekim nice eski milletlerin yurtlarına ait harabeler görülmektedir. Kısacası, Nemrud’un, Kenan’ın Babil’de yaptırmış oldukları pek yüksek saraylar da, kaleler de başlarına yıkılmış, kendilerini mahvedivermişti. Nemrud’un yaptırdığı saray rivayete göre beşbin arşın yüksekliğinde imiş, bununla yükselerek göğün durumunu öğrenmek, göktekiler ile harp etmek hayaline düşmüş idi. Az sonra bu sarayı şiddetli bir rüzgâr ile yıkılarak kendisini helâk eylemiştir. Sivri sinekler ile mahvolduğu da anlatılmaktadır. Bu âyeti celile, bir misali de içermektedir. Şöyle ki: Allah’ın dinini söndürmek isteyenlerin bu husustaki hileleri, tuzakları nihayet kendilerinin başlarına yıkılacak, kendilerinin dünyevî ve uhrevî felâketlerine sebep olacaktır. Binaenlayeh Resûl-i Ekrem’i ve ona nâzil olan Kur’an’ı Kerim’i inkâr eden ve küçümseyenlerin de âkibetleri öyle bir felâketten ibaret olacaktır, bu muhakkaktır, artık böyle bir akibeti düşünmeli değil midirler?.
27. Sonra kıyamet gününde onları Cenab-ı Hak rezil edecektir ve diyeceklerdir ki: Nerede o, iddia ettiğiniz gibi benim ortaklarını ki, sizonlardan dolayı müminlere muhalefette bulunur idiniz. Kendilerine İlim verilmiş olanlar da diyeceklerdir ki: Şüphe yok bütün rezillik, bütün kötülük bugün kâfirlerin üzerinedir.
27. (Sonra kıyamet gününde onları) o inkârcıları, insanları saptırmaya çalışmış olanları Cenab-ı Hak (rezil edecektir) onları horluğa düşürecektir, cehennem azabına sevkeyleyecektir. (ve) Hak Tealâ, onları kınamak ve çirkin hallerini gözler önüne sermek için meleklerin lisaniyle (diyecektir ki, nerede o) sizin zannınızca, itikadınızca (benim ortaklarını ki, siz) onlara tapınıyordunuz ve (onlardan dolayı) müminlere (muhalefette bulunur idiniz?.) onların Cenab-ı hak’ka ortak olduklarını iddia eder Peygamberlere, müminlere karşı düşmanca bir tavır alır durur idiniz. (Kendilerine İlim verilmiş olanlar da) yani: Cenab-ı Hak’kın birliğine vesair dinî hükümlere dair malûmat sahibi olan Peygamberler de, müminler de veya melekler de yine o kıyamet günün de o inkârcıları kınamak için (diyeceklerdir ki: Şüphe yok bütün rezillik, bütün kötülük) her, nevi rezalet, zillet, azap (bu gün) bu mahşerde, bu kıyamet gününde (kâfirlerin üzerinedir) işte bu, onların küfürlerinin, kibirlenmelerinin bir cezasıdır. Dinsizler için ne büyük bir ihanet!. Müminler içinde ne kadar gönüllere şifâ vermeye vesile olacak bir müjde!.
28. O kimseler ki, kendi nefislerine zulümedici oldukları halde onların ruhlarını melekler alacaktır. O vakit onlar, biz bir kötülük yapmıyorduk diye teslimiyet göstereceklerdir. Hayır, şüphe yok ki, Allah Teâlâ sizin ne yaptığınızı hakkıyla bilicidir.
28. Evet.. Kâfirlerin âkibetleri böyle pek korkunçtur, (o kimseler ki,) o kâfirler ki, dünyada iken (kendi nefislerine zulum ediciler oldukları halde) öyle küfre, halkı saptırmaya çalışır dururlarken, bu suretle nefislerini helâke maruz bırakarak kendilerine zulümetmiş bulunurlarken (onların ruhlarını melekler alacaklardır.) Ölüm meleği ile yardımcıları onların dünya hayatına nihayet verecektir. (o vakit onlar) o dinsizler kendilerini müdafaa, azaptan korumak maksadıyle (biz bir kötülük yapmıyorduk) biz Allah a ortak koşmadık, ilâhî dine düşman bulunmadık (diye teslimiyet göstereceklerdîr.) ölüm korkusuyla boyun eğerek ve itaatde bulunarak kötü inançlarını, hareketlerini inkâra lüzum göreceklerdir. Melekler de diyeceklerdir ki: (Hayır) siz öyle imanda, itaatde bulunmuş kimseler değilsinizdir. Bilâkis en kötü bir kanaatle, bir saptırma hareketinde bulunuyordunuz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sizin ne yaptığınızı hakkıyla bilicidir.) Şimdi sizin hâl ve durumunuzu inkâr etmeniz, size bir fâide veremiyecektir. Siz herhalde lâyık olduğunuz cezayı göreceksinizdir, İşte zamanı gelmiştir.
29. Artık giriniz, cehennemin kapılarına, içinde ebedî olarak kalmak üzere. Artık kibirlenenlerin yurdu ne kadar fena!
29. (Artık) Ey kâfirler!, (giriniz) sizin için kurtuluş ümidi yok (cehennemin kapılarına) cehennemin muhtelif tabakalarının, bölümlerinin kapılarından içerilerine atılın, o cehennemin (içinde ebediyen kalmak üzere) orası sizin için sürekli bir azap yurdudur, sizin için ondan kurtuluş yoktur. Ne kadar müthiş bir yer!. Evet.. Cenab’ı Hak buyuruyor ki: (artık kibirlenenlerin yurdu) Allah’ın birliğini, Peygamberlerin beyanatını kabul etmeyip onlara karşı kibirlenen dinsizlerin duracakları yer (ne kadar kötü) ne kadar dehşetli bir mahaldir. Evet.. Bir cehennemdir, bir ateş deryasıdır. İşte dinsizliğin, Allah Teâlâ’dan korkmamanın pek korkunç akibeti!.
§ Cehennemin tabakaları arasında şiddetce farklılık vardır. Kâfirlerin öyle tabakalara dağılacaklar!, azaplarının farklı derecelerde bulunacağına işareti kapsamaktadır.
30. Ve sakınanlara denildi ki: Rabbiniz hangişeyi indirmiştir? Dediler ki: Hayır, bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır ve ahiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır ve takva sahiplerinin yurdu ise ne güzeldir!
30. Bu mübarek âyetler de takva sahibi olan zatların kendilerine yönelen suale verdikleri cevabı ve onların kavuşacakları mükâfatı, makamları bildiriyor ve takva sahiplerinin ruhlarını meleklerin ne şekilde alacaklarını ve kendilerini ne ile müjdeleyeceklerini beyan buyuruyor. Şöyle ki: İnkarcılar, Kur’an’ı Kerim hakkında “evvelkilerin masallar!” demişlerdi. Müminler ise o ilâhî kitabın insanlık hakkında ne kadar mühim bir hayır, bir saadet vesilesi olduğunu pek güzelce anlamış bulunuyorlardı. İslâm’ın başlangıcında her taraftan Arap kabileleri hac mevsimi günlerinde Mekke-İ Mükerreme’ye gelerek Peygamberimizin durumundan soruyorlardı. (ve) işte bunların tarafından (sakınanlara) yani: İslâmiyeti kabul edip küfür ve şirkten kaçınmış, Allah’ın azabından korkmuş (olanlara denildi ki: Rab’biniz) Hazret-i Muhammed’e (hangi şeyi indirmiştir?.) onun yaydığı Kur’an neden ibarettir?. Bu suale karşı ashab-ı kiramdan olan o takva sahipleri ise (dediler ki: Hayrı) indirmiştir. O Kur’an, sırf bir hayırdır, bir kurtuluş vesilesidir, onu tebliğ eden zat da bir Yüce Peygamberdir, bütün tebliğatı sırf hakikattır. İşte böyle sakınan, güzel itikafda bulunan zatlar, iyilik ehli, hakikatı gören zatlardır. Artık şüphe yok ki, (bu dünyada iyilik edenler için) öyle ihsanda, hayrı tavsiye edici hareketlerde bulunanlar için (iyilik vardır) temiz bir hayat vardır, bir mükâfat vardır. (Ve) onların haklarında (ahiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır) onlar ahirette cennetlere, ilâhî tecellilere kavuşacaklardır, (ve takva sahiplerinin yurdu ise) o ahiret alemindeki makamları, ikametgâhları ise (ne güzeldir) o zatlar o âlemde ne kadar çeşitli ve sonsuz nimetlere ulaşacaklardır.
31. Adn cennetleridir ki, ona gireceklerdir, altlarından ırmaklar akar. Ve onlar için orada istedikleri vardır. İşte Allah Teâlâ takva sahiplerini böylece mükâfatlandırır.
31. Evet.. O takva sahiplerinin kavuşacakları yüksek makamlar (Adn cennetleridir ki) o ebedî bağlar, bostanlar, gezinti yerleridir ki, o takva sahipleri (ona) o cennetlere (gireceklerdir) öyle güzel, ruhları coşturan cennetler ki, onların köşkleri (altlarından ırmaklar akar) lezzetli, şeffaf sular akar durur (ve onlar için) o cennet ehline mahsus (orada) o cennetlerde (istedikleri) arzu eyledikleri, kendisiyle ferahlanacakları, zevk alacakları her şey (vardır) onlar için her tûlü hayırlar, saadetler hazır bulunacaktır. (İşte Allah Teâlâ takva sahiplerini böylece) böyle cennetlere, nimetlere kavuşturmak suretiyle (mükâfatlandırır) artık hangi akıllı bir insandır ki, böyle ebedî, parlak mutluluk dolu bir istikbale kavuşmak için “daha dünyada iken imân ile, takva ile, ibadet ve itaat ile uğraşmayı kendisi için en güzel bir vazife telâkki etmesin?.
32. Onlar ki, tertemiz oldukları halde ruhlarını melekler alıverirler, derler ki: “Selâm size” yapmış olduğunuz şey sebebiyle cennete giriniz.
32. Evet.. (Onlar ki) o takva ehli müminler ki (tertemiz oldukları hâlde) temiz bir itikat ile, güzel ahlâk ile vasıflanmış, zulmetmek pisliğinden temiz, hakka yönelmiş bir durumda iken (ruhlarını melekler alıverirler) o melekler, onlara o ölüm anında (derler ki: Selâm size) Ey Allah’ın dostları!. Cenab-ı Hak sizi selâmetle, cennet ile müjdeliyor. Artık dünyada iken (yapmış olduğunuz şey sebebiyle) takvaya, ibadet ve itaate devam etmiş olduğunuzdan dolayı (cennete giriniz) yani: Cennet sizin için hazırdır, o size mahsustur, sizin için hazırlanmış bir mutluluk makamıdır. Siz haşrolununca lâyık olduğunuzcennetlere gireceksinizdir. Ne büyük bir müjde!. İnkarcılar, münafıklar ise bu saadetten ebediyen mahrumdurlar.
33. O inkarcılar kendilerine meleklerin gelmesinden veya Rabbin emrinin gelmesinden başka bir şey mi beklerler? Onlardan öncekiler de öylece yapmışlardı ve onlara Allah zulüm etmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulüm eder oldular.
33. Bu mübarek âyetler, müşriklerin ne kadar kendilerine faidesiz bir bekleyişte, yanlış bir fikirde bulunarak kendi nefislerine ne kadar zulüm eder olduklarını bildiriyor. Ve müşriklerin kendilerini müdafaa için ileri sürecekleri sözlerin boş olduğuna ve Peygamberlerin açık tebliğatı var iken artık kimsenin kendisni mazeretli göstermeğe selahiyeti bulunmadığına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: O inkarcılar, o Hz. Muhammed’in Peygamberliğini ve Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmeyen müşrikler (kendilerine meleklerin gelmesinden) başka bir şey mi bekliyorlar ki, o zaman imân etsinler?, (veya) kendilerine (Rab’bin emrinin) yani: Haklarında köklerini kazıyıcı azabın (gelmesinden başka bir şey mi beklerler) o zaman imanları kendilerine ne fâide verir?. Veyahut o inkarcılar, İmân etmeleri için meleklerin veya kıyamet gününün gelmesinden başka bir şeyi beklemezler. Öyle bir vakitte ise imanları elbette kabule lâyık olamaz. O bir zoraki İmân olmuş olur. (onlardan öncekiler de) asrı saadetteki müşriklerden önce olan ve kendilerine gönderilen Peygamberleri inkâr eden müşrikler de (öylece yapmışlardı) onların da sözleri, fiilleri bu kabildendi. O müşrikler hemen helâke uğramışlardı (ve onlara Allah zulüm etmedi) onlar haketmiş oldukları helâke kavuşmuşlardı (fakat olar kendi nefislerine zulüm ettiler) onlar küfre düştüler, Peygamberlerini tasdik etmediler başlarına gelen belâlara sebebiyet verdiler, lâyıkbulundular.
34. Artık onlara yaptıkları şeylerin kötülükleri dokundu ve onları kendisiyle alay ettikleri şey sarıverdi.
34. (Artık onlara yaptıkları şeylerin) o kâfirce hareketlerinin (kötülükleri dokundu) onların ezasına, azabına uğradılar, (ve onları kendisiyle alay ettikleri şey sanıverdi) onların etrafını öyle inkârlarının, alay etmelerinin cezası inerek kuşattı. Hepsini de mahvedip gitti. Artık o müthiş felâketlerden sonrakiler bir ibret dersi almalı değil midirler?.
35. Ve müşrikler dediler ki: Eğer Allah dilese idi ondan başkasına ne biz ve ne de babalarımız ibadette bulunmazdık ve ne de onsuz bir şeyi haram kılmazdık. İşte onlardan öcekiler de böyle yapmışlardır. Artık Peygamberlerîn üzerine apaçık tebliğden başka ne vardır?
35. Halbuki, sonraki müşriklerde o eski milletlerin başlarına gelen felâketlerden bir ibret dersi almadılar (ve) bu (müşriklerde) bir bâtıl inanç tesiriyle veya bir alay etme ve kıyameti inkâr maksadiyle (dediler ki: Eğer Allah Dilese idi ondan başkasına ne biz ve ne de babalarımız ibadette bulunmazdık) madem ki, Allah öyle dilemiş, artık biz başka türlü yapamazdık, (ve) Allah dilese idi (ne de onsuz) o Allah’ın dilemesi olmaksızın (bir şeyi haram kılmazdık.) Şevâib, behahir, ham gibi hayvanların etlerini haram kabul etmezdik. Cenab-ı Hak böyle dilememiş olsa idi biz de böyle yapmazdık (İşte onlardan evvelkilerde böyle yapmışlardı) eski ümmetlerde de böyle yanlış fikre sahip olmuş, onlar da Peygamberleri inkâra cür’et göstermişlerdi. Varsın onlar böyle küfürlerinde israr etsinler, elbette birgün cezalarına kavuşacaklardır. Bu gibi iddiada bulunan müşrikler kendilerinin cebriye mezhebinde olduklarını göstermişler ve şöyle demişlerdi. Madem ki, Hak Teâlâ neyi dilerse o meydana gelecektir, artık Peygambergönderilmesine gerek kalmamıştır. Herkes yaptığını mecburî bir şekilde yapmakta olduğundan kendisi özürlü bulunmuştur. Ne kadar yanlış bir inanç!. Cenab-ı Hak, kullarının bir takım fiillerini onların ihtiyarlarına, irâdelerine göre vücude getirir, Hak Teâlâ hikmet gereği kullarına bir cüz’î irâde, bir kazanma kuvveti vermiştir. Onların mükellef oldukları ameller, fiiller onların seçme ve tercihlerinden dolayı ilâhî irâde ile meydana gelmektedir. Öyle zorlamaya inanan kimseler ise bu hakikatten habersiz bulunmaktadırlar. Maamafih Allah’ı inkâr eden bir kısım kâfirler de böyle bir iddiayı üstünlük taslamak ve alay etmek için söylemiş olurlar. Demiş oluyorlar ki: Ey müminler!. Madem ki: Bir Yüce Yaratıcının varlığına inanmış bulunuyorsunuz, o halde biz mazur olmaz mıyız?. Her yaptığımız onun iradesiyle, yaratmasiyle meydana gelmiş olmaz mı?, (işte onlardan evvelkiler de böyle yapmışlardı) eski ümmetlerde böyle yanlış bir fikre sahip olmuşlardı, onlar da kendilerinin iradeye sahip, ve ondan dolayı mükellef olduklarını takdir edemeyip Peygamberlerini inkâra cür’et göstermişlerdi. (Artık Peygamberlerin üzerine apaçık tebliğden başka ne vardır?.) Evet.. Yüce Peygamberlerin vazifeleri dinî hükümleri ümmetlerine açık, parlak birer şekilde tebliğ etmekten ibarettir. Bu suretle ümmetler hakkında ilâhî delil tamam olmuştur. Hiç bir kimsenin cehaletin! mazeret makamında ileri sürmesine mahal kalmamıştır. Artık Peygamberlerinin tebliğlerini kabulden kaçınanlar kendi korkunç âkibetlerini düşünsünler, bütün mes’uliyet, onlara aittir. “Bu âyeti celile, Resûl-i Ekrem Efendimiz hakkında bir teselliyi de içermektedir. Ta ki: Tebliğlerini kabul etmiyenlerin o cahilce hallerinden dolayı fazla üzüntüye düşmesin. Bu da Peygamber Efendimiz hakkında bir ilâhî koruma, bir ilâhî lütuf demektir.
36. Andolsun ki, her ümmete Allah’a ibadet ediniz ve şeytandan kaçının diye birPeygamber göndermişizdir. Artık o ümmetlerden bir kısmına Allah hidayet etmiştir ve onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. İmdi yeryüzünde yürüyünüz de bakınız ki, yalanlayanların âkibetleri nasıl olmuştur.
36. Bu mübarek âyetler, vaktiyle her ümmete bir Peygamberin gönderilmiş ve kendilerine lâzım gelen tebliğatın yapılmış olduğunu bildiriyor, o ümmetlerden bir kısmının hidayete ermiş, bir kısmının da sapıklığa düşmüş bulunduğunu gösteriyor, o sapıklığa düşmüş milletlerin ibret verici âkibetlerine dikkatleri çekiyor, onların hidayet kabiliyetlerini kaybetmiş, gerçekleşmesi va’dedilen ahiret hayatım inkâr etmiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kutsal varlığıma (and olsun ki) muhakkak (her ümmete Allah’a ibadet ediniz) yalnız ortak ve benzerden uzak olan o Yüce Yaratıcıya kullukta bulununuz (ve şeytandan) bir takım putlara ibadetten (kaçının diye Peygamber göndermişizdir.) Nitekim bu ümmete de Hazreti Muhammed Aleyhisselâm gönderilmiştir, (artık o ümmetlerden bir kısmına Allah hidayet etmîştir) Onlar temiz yaratılışlarını bozmamış, iradelerini kötüye kullanmamış Peygamberlerinin tebliğlerini kabul edip onlara karşı muhalif bir cephe almamış oldukları için haklarında Allah’ın hidayeti tecellî etmiştir. (Ve onlardan) o ümmetlerden (bir kısmı da sapıklığı hak ettiler.) Kendi yaratılışlarını bozmuş, akıllarını güze! kullanmamış; Peygamberlerinin tebliğlerine inanmamış oldukları için sapıklığa mahkûm bulunmuşlar, nice felâketlere uğramışlardır. Eğer o ümmetlerin bu hallerinden şüphede iseniz (İmdi yeryüzünde yürüyünüz de bakınız ki) Peygamberlerini (yalanlayan) ilâhî dini kabulden kaçınan (ların âkibetleri nasıl olmuştur) Âd, Semud, kavimleri gibi inkârcı milletlerin harap yurtları, kendilerinin müthiş hayat tarihleri daima görülüp işitilmektedir. Bunlardan olsun bir ibret almalı değil midir?.
37. Sen onların hidayete ermelerine çok düşkünlük göstersen de faidesizdir çünki Allah Teâlâ sapıklığa düşürdüğüne hidayet etmez ve onlar için yardımcılardan bir kimse de yoktur.
37. Ey Son Peygamber!. (Sen onların) o seni yalanlayan bazı Kureyş kabilelerinin vesairenin (hidayete ermelerine düşkün olsan da) bütün çaba ve gayretini onların hakkı kabul edip imana kavuşmalarına harcasan da faidesizdir, ona kâdir olamazsın (çünkü Allah Teâlâ sapıklığa düşürdüğüne hîdayet etmez) onlarda hidayeti zorla yaratmaz, onları kendi kötü iradelerinden dolayı sapıklığa düşürmüştür, ilâhî irade bu imtihan âleminde hikmet gereği o şekilde tecelli etmektedir. (ve onlar için) öyle kendi iradeleri yüzünden sapıklığa düşürülmüşler için (yardımcılardan bir kimse de yoktur) ki, onlara hidayet edebilsin veya onlardan azabı def edebilsin. Onlar dünyada da, ahrette de öyle bir yardımcıya nail olama-yacaklardır.
38. Ve Allah’a yeminleriyle yemin ettiler ki: Allah ölen bir kimseyi diriltmeyecektir. Hayır.. Bu diriltmek onun üzerine hak olan bir vaaddır. Fakat insanların çoğu bilmezler.
38. Ve onların şu sapıklıklarına da bakınız ki, onlar (Allah’a olanca yeminlerîyle) son derece gayretleriyle (yemîn ettiler ki:) Bu dünyada ölüp giden kimse artık hayattan büsbütün mahrum kalmıştır, artık (Allah ölecek bir kimseyi diriltmeyecektir.) Onlara göre insan, bu hususî bünyeden ibarettir, İnsan ölünce bu bünyesi dağılır, parçalara, atomlara ayrılır, artık iadesi mümkün olamaz. Onların bu yanlış inançlarını red için de buyumluyorki: (Hayır) onların o iddiaları boştur. (Bu) diriltmek, ölmüş insanları yeniden hayata kavuşturmak (onun üzerine) o Kerem sahibi Yaratıcı tarafından (hak olan) hakikaten sâbit bulunan (bir vâ’ddır) kesin bir ilâhî va’din gereğidir, elbette ki her insanı yeniden hayata erdirecektir. İnsanın mahiyeti, öyle kuru bir bünyedenibaret değildir, İnsan ruh ile beraber cesetten ibarettir. Cenab-ı Hak, ruhu da cesedi de dilediği zaman iaedeye kadirdir. inanıyoruz (Fakat insaların çoğu bilmezler) Allah Teâlâ’nın ilmini, kudretini, hikmetini ve diğer yüce vasıflarını bilip tasdik etmezler. Öyle bir cehaletten dolayıdır ki, bir takım hakikatları inkâra cür’et gösterirler. Onlar, Kâinatın yaratıcısının kudret ve yüceliğini, beyanlarının hakikatin ta kendisi olduğunu bilseler, sözleride doğru oldukları, gösterdikleri mucizeler ile sâbit olan Peygamberlerin yüce değerini takdir etseler öyle cahilce bir inkâra düşmüş, kâfirce bir kanaatte bulunmuş olmazlar. Ne kadar uğursuz bir cehalet!.
39. Evet.. Cenab’ı Hak ölüleri diriltecektir ki onlara kendisinde ihtilâf ettikleri şeyi açıklasın ve kâfir olanlarda kendilerinin hakikaten ne yalancı kimseler olmuş olduklarını bilsinler.
39. Bu mübarek âyetler, Hak Teâlânın hikmet gereği ölüleri dirilteceğini ve inkârcıların yalancılığını ortaya koyacağını bildiriyor, İlâhî kudretin her şeye fazlasiyle kâfi olduğuna işaret ediyor ve İslâm yolunda zulme uğramış, hicret etmeye mecbur kalmış, sabır ve tevekkülde bulunmuş olan zatların da hem dünyada hem de ahirette nice nimetlere kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Hak Teâlâ ölüleri, ölmüş ve ölecek olan bütün müminleri ve kâfirleri yeniden hayata erdirecek tir ki (Onlara) o yeniden hayat bulacaklara dünyada iken (kendisinde ihtilâf ettikleri şeyi açıklasın) müminler, inançlarının pek doğru olduğunu gözleriyle görüp katiyyet derecesine ulaşmış olsunlar, (ve) kâfirler de ne kadar cahilce, inkârcı bir kanaatte b-uunmuş olduklarını katiyyen anlasınlar. Evet.. (Kâfir olanlar da) dünyada iken kıyameti inkâr etmişlerdi, bir kısmı da Allah dilemese idi biz putlara ibadet etmezdik diye kendilerini mazur göstermek istemişlerdi. Artık onlar yeniden hayta erdirileceklerdir ki: (kendilerininhakikaten ne yalancı olmuş olduklarını bilsinler.) Evet.. Onlar kıyamet gününde o iddialarının ne kadar bâtıl olduğunu anlayacaklardır.
§ Diğer bir görüşe göre de: Hak Teâlâ Hazretleri her ümmete bir Peygamber göndermiştir ki, insanlara ihtilafa düştükleri şeyleri açıklasınlar ve kâfirler de o Peygamberlerin gönderilmesinden önce cehalet ve sapıklık içinde bulunmuş olduklarını anlayabilsinler.
40. Bizim bir şeye sözümüz, onu dilediğimiz zaman ona ol dememizden ibarettir ki, o da hemen oluverir.
40. Evet.. Allah Teâlâ her şeye kadirdir, her ne şeyin varlığını dilemiş olursa o şey mutlaka meydana gelir. İşte insanları öldürdükten sonra tekrar diriltmesi de bu cümledendir. Binaenaleyh bu hakikatı bir misâl yoluyla beyan buyuruyor ki: (Bizim bir şeye sözümüz) yani: irademiz (onu dilediğimiz) meydana getirmek istediğimiz (zaman ona ol dememizden) yani: Onun o belirli zamanda varlığını dilemiş olmamızdan (ibarettir ki, o da hemen) o takdir edilen zamanda (oluverir) ilâhî iradeye muhâlefeti düşünülemez. İşte insanların öldüklerinden sonra tekra dirilmeleri de bu cümledendir. Bunlar ilâhî iradeden dolayı mutlaka tekrar hayat bulacaklardır. Allah’ın kudreti karşısında böyle bir hâdise asla imkânsız görülemez.
41. Ve o kimseler ki, zulüme uğratıldıktan sonra Allah uğrunda hicret ettiler. Elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz ve ahiret mükâfatı ise elbette daha büyüktür. Eğer bilirlerse.
41. (Ve o kimseler ki) o muhterem zatlar ki, Allah’ın dinini yaymaya çalıştıkları için kâfirler tarafından (zulme uğratıldıktan sonra Allah uğrunda) Allah’ın rızasını kazanmak, İslâm dinini yaymaya devam etmek için (hicretettiler) yurtlarını bırakarak başka yerlere gittiler (elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğîz) onlara fetihler ihsan edeceğiz, (ve) onlar için (ahiret mükâfatı ise) cennete kavuşmak, Allah’ın cemalini görmek ise (elbette daha büyüktür) daha yüce bir nimettir (eğer) kâfirler ve hicretten kaçınanlar o hicret eden müminlerin öyle kavuşacakları nimetleri, mükâfatları (bilseler) elbette onlara muhalefetde bulunmazlar, hak yolunda her fedakârlığa katlanır, sabır ederler, öyle dünyevî ve uhrevî mükâfatlara kavuşurlar.
42. Onlar ki sabr etmişlerdir ve Rablerine de tevekkülde bulunurlar.
42. (Onlar ki,) o hicret edenler, o muhterem zatlardır ki (sabır etmişlerdir) İslâm dini uğrunda sabır ve sebat göstermişlerdir, vatanlarından ayrılmaya, birçok şiddetlere karşı tahammülde bulunmaya razı olmuşlardı, (ve) o zatlar (Rablerine de tevekkülde bulunurlar) bütün işlerini Cenab-ı Hak’ka havale ederler, Hak Teâlâ’ya kalben yönelirler başarıyı ondan beklerler.
§ Bu seçkin vasıflara sahip olan zatlar, bilhassa Resûl-i Ekrem ile onun ashab-ı kiramıdır. O mübarek zatlara Mekke halkı zulüm etmişlerdi. Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere’ye hicret buyurmuştu. Ashab-ı Kiramının bir kısmı da evvelâ Habeşe’ye sonra Medine-i Münevvereye hicret etmişlerdi, bir kısmı da yalnız Medine-i Münevvere’ye hicret etmiş, bir kısmı da Mekke’i Mükerreme’den hicret edemeyip müşriklerin eziyetleriyle karşı karşıya kalmışlardı. Bilâli Habeşî, Suheyb, Ammâr gibi zatlar bu cümledendir. İşte bütün bu mübarek zatlar, bu sabırlarının, hakka tevekküllerinin dünyevî ve uhrevî mükafatlarına kavuşmuşlardı. Mekke-i Mükerreme’yi fethederek bütün düşmanlarına karşı galip ve hâkim bulunmuşlardı. Onların adları dünyada daima takdir ile, saygı ile hatırlanmaktadır.Uhrevî mükâfatları ise her türlü düşüncelerimizin üstündedir. İşte Allah’ın dinine hizmetin, bağlılığın büyük mükâfatı!.
43. Ve senden evvel de Resûl olarak göndermedik, ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri gönderdik. İmdi bilenlerden sorunuz eğer siz bilmiyor iseniz.
43. Bu mübarek âyetler, insanları irşat için yine insanlardan erkek olan birçok Peygamberlerin mucizeler ile, kitaplar ile gönderilmiş olduğunu bildiriyor. Allah’ın dinine muhalif, hilekârca hareketlerde cür’et edenlerin de ilâhî azaptan korkmalarını kendilerine ihtar buyuruyor. Ve Cenab-ı Hak’kın dinine girmekle onun acıma ve merhametine sığınmanın lüzumuna işaret buyurmaktadır. Şöyleki: (Ve) Ey Muhammed Aleyhisselâm!. (Senden evvelde) ümmetlere, insan topluluklarına (Resûl olarak) melekleri, kadınları, çocukları (göndermedik, ancak kendilerine) melekler vasıtasiyle (vahyettîğimiz) insan cinsinden olan (erkekleri gönderdik) bütün insanlığa gönderilmiş Peygamberler, insan cinsinden olan (erkekleri gönderdik) bütün insanlığa gönderilmiş Peygamberler, insan cinsinden olan bir kısım muhterem erkeklerdir. (İmdi) siz bu hakikatı (bilenlerden sorunuz) İlim sahibi olan, düya tarihini bilen, Tevrat, Zebur, İncil gibi kitapların içeriğine vakıf olan ve bu özellikle tanınan kimselere sorunuz. Meselâ: Kitap ehline sorsanız onlar da vaktiyle Hazret-i Musa, Hazret-i İsa gibi zatların Peygamber gönderilmiş olduklarını haber verirler. (Eğer siz) ey Kureyiş müşrikleri vesair inkarcılar bu hakikatı (bilmiyor iseniz) onlar size bu hususa dair bilgi verirler, bütün ümmetlere meleklerin değil, yine kendi cinslerinden olan erkeklerin Resûl gönderilmiş olduğunu söylerler.
§ Bu âyeti kerime de işaret vardır ki, bir cemiyetin fertleri, bilmedikleri mes’eleleri bilen kişilerden somp öğrenmelidirler.
44. O Peygamberleri açık mucizeler ile ve kitaplar ile gönderdik ve sana da Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirilmiş olan emir ve nehyi insanlara açıkça anlatasın ve gerek ki onlar da düşüneler.
44. Evet.. O Peygamberleri (açık mucizeler ile) parlak deliller ile (ve) Tevrat, Zebur, İncil gibi semavî (kitaplar ile) gönderdik ve sana da bir öğüt, bir zikir olan (Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine) iki âlemde de kurtuluş vesileleri olmak üzere (indirilmiş olanı) dinî vazifeleri, dinî kuralları, ve ilâhî emirleri ve yasakları (insanlara açıkça anlatasın) en fasih, en açık bir lisan ile onları irşada çalışasın (ve gerektir ki, onlarda tefekkür edeler) onları düşünüp uyanabileler. Eet.. İnsanlığın güzelce düşünerek uyanmaları, hakikatlardan haberdar olmaları hikmet ve menfaatından dolayıdır ki, hakikatlerin özeti olan Kur’an-ı Kerim nâzil olmuş, Resûl-i Ekrem de bu gerçekleri izah ederek ümmetine tebliğ eylemekle görevlendirilmiştir.
§ Bu âyeti Mücmel celilede işaret buyurulmuş oluyor ki, Yüce Peygamberimiz Kur’an-ı Kerim’in mücmel (kısa ve öz) olan bir kısım âyetlerinin hükümlerini ümmetine ayrıntılı olarak açıkça beyan etmekle mükelleftir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem’in mübarek hadisleri bir kısım mücmel Kur’ânî hükümleri açıklayarak bildirmektedir, ümmetin vazifeside bu hükümleri Hazreti Peygamberin bildirmiş olduğu şekilde bilip kabul etmektir.
45. Kötülük tuzakları kuranlar, Allah’ın onları yere geçireceğinden veya anlamadıkları bir yerden kendilerine azabın gelmesinden emin mi oldular?
45. Ya o (kötülük tuzakları kuranlar) öyle fena hilelerde, desiselerde bulunup duran bir kısım Kureyş müşrikleri (Allah’ın onları yere geçireceğinden) Karun ile ashabının başlarına gelen felâketlere uğratacağından emin mi oldular?. (Veya) onların (anlamadıkları biryerden kendilerine) başka türlü bir (azabın gelmesinden) Lût kavmi gibi ağır bir azaba tutulmalarından (emin mî oldular?.) böyle müthiş bir akıbeti hiç düşünmezler mi?
46. Veya onları dönüp dolaşırlarken yakalayıvermesinden emin mi oldular? Halbuki, onlar Hak Teâlâyı âciz bırakıcılar değildirler.
46. (Veya) o müşrikler (onları dönüp dolaşırlarken) sıhhatları, kuvvetleri yerinde mevcut bir halde seyahatlere çıkıp yeryüzünde gezip dururlarken, Allah Teâlâ’nın onları bir azap ile (yakalayıvermesinden) eminmi oldular. Böyle bir felâkete ansızın uğrayabileceklerini hiç hatıra getirmezler mi?, (halbuki onlar) haşa Hak Teâlâ’yı (âciz bırakıcılar değildirler) kendilerine gelecek herhangi bir felâketi bertaraf edebilecek bir güce sahip bulunmamaktadırlar.
47. Veya onları korkutmak üzere yakalayıvereceğinden emin midirler muhakkak ki, Rabbin elbette çok esirgeyicidir, çok merhametlidir.
47. (Veya onları) o müşrkilerı Cenab-ı Hak’kın sırf (korkutmak) uyanmalarına bir vesile meydana getirmek (üzere yakalayıvereceğinden) emin midirler?. Meselâ: Allah Teâlâ günahkâr bir beldeyi ansızın bir zelzele ile vesaire ile mahv ve harab eder, bununla etraf tâki beldeler halkı için korkunç bir manzara vücude getirilmiş olur. Veyahut bir millet, bir müddet kıtlık ve pahalılığa müthiş hastalıklara duçar olur, bu da kendileri için bir uyanma vesilesi teşkil etmiş bulunur, İşte böyle korku ve dehşeti gerektiren olaylar da meydana gelebilir. Artık insanlar uyanık bulunmalı, Hak Teâlâ’ya sığınmalı, onun kutsal hükümlerine uymalıdır ki, o gibi felâketlerden emin olabilsinler. (Muhakkak ki, Rab’bin elbette çok esirgeyicidir) bunun içindir ki, kullarını irşat edecek Peygamberler göndermiştir ve o Kerem sahibi Yaratıcı (çok merhametlidir) bundan dolayıdır ki, kullarınagünahları yüzünden hemen azap etmez, kendilerine durumlarını düzeltebilmeleri için bir müddet verir, onları bir müddet serbest bırakır.
48. Allah’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi ki, onun gölgesi Allah için mütevazi bir halde secde ederek sağa ve sol taraflara eğiliverir.
48. Bu mübarek âyetler, bütün mahlûkatın gölgelerinin kendilerine mahsus birer mütevazi vaziyetiyle Cenab-ı Hak’ka itaat secdesinde bulunduklarını bildiriyor. Ve bütün meleklerin Cenab’ı Hak’tan korkup emrolundukları şeyleri yaptıklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kâinatın yaratıcısının kudret eserlerini uyanık bir ruh ile seyretmek, Yüce Yaratıcının varlığını pek mükemmel bir şekilde isbata kifayet eder. Binaenaleyh o hikmet sahibi Yaratıcının varlığını, birliğini inkâr eden bir kısım beyinsiz insanlar (Allah’ın yarattığı) dağlar, ağaçlar, kuşlar gibi (herhangi bir şeyi görmediler mi ki) onlara birer nazarı ibretle bakmadılar mı ki o kadar cehalet, o kadar küfür ve şirk içinde yaşıyorlar. Halbuki (onun) öyle herbir şeyin (gölgesi) bile (Allah için mütevazi bir halde) her yönüyle Allah’ın iradesine tam boyun eğmekle (secde ederek) gündüzün başlangıcında (sağa ve) gündüzün nihayetlerinde de (sol taraflara eğiliverir) ilâhî irade, bütün bunların üzerinde hükümran bulunur. Bunlar bir düzen içinde o vaziyetleri gösterir, bir Yüce Yaratıcının kudretine tabi ve boyun eğer olduklarını lisanı hâl ile itirafta bulunmuş olur.
§ Fiyi; meyletmek, geri dönmek mânasınadır. Güneşin bıraktığı gölgeye de bir taraftan bir tarafa döndüğü için “fiyi şems” denilmşitir. Bu kelime harac, ganimet mânâsına da kullanılır. “Tefiü” de “temilü”, yani meyleder demektir. “Dehrû, “Dühûr” da hakir, zelil mânasınadır. Dahirun da zelil, hakir ve mütevazi olan kimselerdir.
49. Ve Allah için göklerde olanlar ve yerdeki canlılar ve melekler secde ederler ve onlar kibirlenmezler.
49. (Ve) Cenab-ı Hak’kın kudretine, iradesine mahlûkatının yalnız gölgeleri değil, hepsi de tâbi bulunmaktadır. Çünkü (Allah için göklerde olanlar) bir takım yüce ruhlar, (veya semalara mahsus olan) melekler, secde ederler (ve yerdeki canlılar) da secde ederler, hepsi de Allah’ın iradesine boyun eğerler. Kendi varlıkları da birer kulluk secdesi vaziyetini gösterir. Kerem sahibi Yaratıcının varlığına, büyüklüğüne işaret eyler (ve) özellikle mahlûkatın büyük bir kısmını teşkil eden (melekler) de (secde ederler) bunlardan maksat, bütün melekler olacağı gibi yeryüzündeki hafaza vesaire melekleri de olabilir. (Ve onlar) o melekler, (kibirlenmezler) kulluk vazifelerini tam bir tevazu ile yapar, onlar da diğer bir kısım mahlûkat gibi mükellef olup bir korku ve ümit içinde yaşarlar.
§ Bu (49) uncu âyeti kerime, üçüncü bir secde ayetidir.
50. Üzerlerinde hâkim olan Rablerinden korkarlar ve emredildikleri şeyleri yaparlar.
50. Ve o melekler (üzerlerinde) hâkim olan (rablerinden korkarlar) kendilerini yaratan, işlerini düzenleyen, haklarında ihsanda bulunan kerem sahibi Yaratıcılarından bir korku ve dehşet içinde yaşarlar. Diğer bir yoruma göre melekler üzerlerinden kendilerine ilâhî bir azabın gelmesinden veya kahır ve galebesiyle kendilerinin üstünde olan bir Yüce Yaratıcının büyüklük ve yüceliğinden dolayı bir korku ve heybet içinde bulunurlar. (Ve emrolundukları şeyleri yaparlar) mükellef oldukları ibadet ve itaatten ve işlerin idaresinden asla ayrılmazlar.
§ Meleklerin kibirlenmeyerek Yüce Yaratıcıya boyun eğmeleri, onların masum olduklarını göstermektedir. Onların Cenab-ı Hak’tankorkar olmaları da, onların diğer mükellefler gibi haddizatında mükellef bulunduklarını, onlara da emir ve yasağın, va’d ve tehdidin yönelik olduğunu, onların da korku ve ümit içinde yaşadıklarını bildirmektedir. Zaten kulluğun alâmeti de bundan ibarettir.
51. Ve Allah buyurmuştur ki, iki tanrı edinmeyiniz o ancak bir ilahtır. Artık yalnız benden korkunuz.
51. Bu mübarek âyetler, Cenab-ı Hak’kın birliğini, ortaktan uzak oluşunu, bütün kâinatın ve hakikî dinin ve bütün nimetlerin Hak Teâlâ’ya ait olduğunu bildiriyor ve insanların bir zarara uğradıkları zaman Allah Teâlâ’ya yalvarmaya başladıklarını, o zarardan kurtulunca da Hak Teâlâya ortak koşmaya cür’et gösterdiklerini açıklamakta ve böyle kimselerin yakında lâyık oldukları cezalara kavuşacaklarını şöylece ihtar buyurmaktadır. (Ve Allah) Teâlâ bütün mükelleflere (buyurmuştur ki) Ey kullarım!. Sakın (iki tanrı edinmeyiniz) sağlam yaratılışınızı, Allah’ın birliğini idrak etme kabiliyetine sahip olan aklınızı kötüye kullanarak şirke düşmeyiniz (o) ilahlığa sahip olan zat (ancak bir ilahtır) onun asla eşi ve benzeri yoktur, (artık yalnız benden korkunuz) diye sizlere emretmektedir. Ondan başkasından korkmayınız, ondan başkalarına da ilahlık isnat ederek onlardan korkmak cehaletini göstermeyiniz.
§ Rehb! Üzüntü ile ıztırap ile korkmaktır. İbadet eden korkan kimseye rahip denilmiştir. Çoğulu Rehâbibtir. Bu ünvan, Hıristiyan din adamlarına verilmektedir.
52. Ve göklerde ve yerde ne varsa onun içindir ve din de daima onun içindir, bu böyle iken siz Allah’tan başkasından mı korkarsınız?
52. (Ve) şüphe yok ki, bütün kâinat, onun birliğine; ilahlığına şahittir. Evet.. (göklerde ve yerde ne varsa) hepsi de (onun içindir) bütün onlar, o birlik sıfatıyla vasıflananyaratıcınızdır. (Ve dinde) ibadet ve itaatta (daima onun içindir) o Kerem sahibi Yaratıcı için sabittir, lüzumlu bir görevdir. Onun dininden başka dinler, haddizatında din değildirler, birer bâtıl, mensuplarını ebedî azaplara kavuşturan çıkmaz yollardan ibarettirler. Bu, böyle iken, bütün bu kâinat Allah’ın birliğine birer şahit iken, bütün mahlûkat o Kerem sahibi Yaratıcıya muhtaç iken artık ey müşrikler!. Siz (Allah’tan başkasından mı korkarsanız?.) da öyle putlara ibadet eder durursunuz?. Bu ne cehalet!.
§ Vasıb; vacip, sürekli, devamlı olan şey demektir. Ve çok uzak olan bir sahraya “Mefâze-i vâsibe” denilir.
53. Size gelen her nimet, Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman ancak ona seslerinizi yükseltip sığınırsınız.
53. Bir kere düşününüz, (size gelen her nimet) vücudunuzun sıhhati, rızkınızın genişliği, çoluk ve çocuğunuzun varlığı, kısacağı ilâhî din ile mükellefiyet şerefi gibi maddî ve manevî nimetler, lütuflar hep (Allah’tandır) onun birer ihsanıdır. Bunlara karşı şükretmek icabetmez mi?. Bununla beraber (sonra size bir zarar dokunduğu zaman) bir hastalık, bir musibet veya bir ihtiyaç yüz gösterdiği vakit (ancak ona) o birliğe, ilahlığa sahip olan Rab’binize (seslerinizi kaldırıp sığınırsınız) ondan yardım talebinde bulunursunuz, o zaman o putlarınızı unutursunuz, onlardan bir fâide beklemezsiniz. Artık nasıl olur da onları Cenab-ı Hak’ka ortak tanıyarak onlara ibadette bulunursunuz?
§ Ça’r; cüâr, sesi kaldırarak tam bir üzüntü ile dua ve yakarışta bulunmak mânâsınadır. “Tecârun” da yüksek ses ile dua ve niyazda bulunurlar demektir.
54. Sonra sizden o zararı giderdiği vakit o an sizden bir gurup Rab’lerine ortak koşarlar.
54. Evet.. Ey kullar!. O ortaktan uzak olanYaratıcınız (sisden o zararı giderdiği vakit o an sizden bir gurup) bir takım müşrikler, o Allah’ın lütfunu unuturlar (rablerine) kendilerine o nimetleri veren ortaktan uzak yaratıcılarına (ortak koşarlar) onlara da ibadette bulunurlar. Bu ne kadar cehalet!.
55. Kendilerine verdiğimiz şeylere karşı nankörlükte bulunmak için öyle harekette bulunurlar artık bir müddet faydalanıp durunuz, fakat yakında bileceksinizdir.
55. Evet.. O cahiller (kendilerine verdiğimiz şeylere) nimetlere (karşı nankörlükte bulunmak için) öyle müşrikce hareketlerde bulunurlar, o nimetlerin kendilerine Allah tarafından verilmiş olduğunu bilmez gibi bir halde görülürler. (Artık) Ey müşrikler!. Siz dünyada (bir müddet faydalanıp durunuz) öyle toplu olarak putlara tapmağa devam ediniz (fakat yakında bileceksinizdîr) başınıza gelecek azapları, akibeti anlamış olacaksınızdır. Ne korkunç bir ilâhî tehdid!.
56. Ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden mahiyetini bilmedikleri nesneler için bir hisse ayırırlar. Allah’a and olsun ki, iftira ettiğiniz şeyden dolayı elbette mes’ul olacaksınızdır.
56. Bu mübarek âyetler, müşriklerin putları adına neler harcadıklarını ve onların iftiracı sözlerinden dolayı mes’ul olacaklarını bildiriyor. Onların kendilerine isnat edilen kız evlâdından utanıp ızdırap duydukları halde onu Cenab’ı Hak’ka isnat etmekten sıkılmadıklarını beyan buyuruyor, ahirete imân etmiyenlerin çirkin vasıflarına, Kâinatın sahibinin ise yüce vasıflarına işarette bulunmaktadır. Şöyle ki: (ve) o müşrikler, (kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden) Tahıl ve hayvan gibi bazı ekinlerden, hayvanlardan vesaireden (mahiyetini bilmedikleri nesneler için) hiçbir şey bilmeyen, madde kabilinden olan putlar için (bir hisse ayırırlar) bu hayvanlar vesaire putlara aittir, onların etlerini yemek onlardan istifade etmek bizehelâl değildir, derler. O müşrikler de o putların kendilerine faydalı olamıyacağını bilmedikleri halde onlara tapar, onlardan şefaat umarlar. (Allah’a and olsun) ey müşrikler!, siz (iftira ettiğiniz şeyden dolayı) o putlara öyle tapınmayı Cenab-ı Hak’kın size emrettiğini yalan yere söyleyip iddiada bulunmanız sebebiyle (elbette mes’ul olacaksınızdır.) Ahirette bunun cezasına kavuşacaksınızdır. Mâide Sûresi (103) üncü ve Enâm Sûresi (136) ıncı âyeti celileye de bakınız!.
57. Ve Allah için kızlar isnat edinirler. Hâşâ o münezzehtir. Kendileri için ise arzu ettiklerini isnat ederler.
57. (Ve) o müşriklerin diğer bir çeşit cehaletleri de şudur ki: Onlar (Allah için kızlar isnat ederler) meselâ: Huzaa, Kinane kabileleri derlerdi ki: Melekler Allah’ın kızlandır. (Haşa, o) Yüce Yaratıcı kendisine öyle kız isnat edilmesinden (uzaktır) o bütün mahlûkların Yaratıcısıdır. Melekler de onun bir çeşit mahlûku bulunmakla övünürler. O cahil müşriklere gelince onlar (kendileri için ise arzu ettiklerini) erkek çocukları isnat ederler, kız babası olmaktan utanırlar.
58. Onlardan bir kız ile müjdelenince öfke dolu olarak yüzü simsiyah kesilir.
58. Şöyle ki: (Onlardan) o müşriklerden (biri kız ile müjdelenince) bir kız çocuğun doğdu diye kendisine haber verilince utancından dolayı (öfke dolu olarak) hiddete kapılır bir halde (yüzü simsiyah kesilir) hüzün içinde kalır, utanır, eşine karşı bir hiddet ve şiddet gösterir.
59. Müjdelendiği şeyin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu aşağılık duygusu içinde tutacak mı? Yoksa onu toprağa mı gömecek? Diye düşünürdü. Bak ne kötü şey ile hükmediyorlar!
59. (Müjdelendiği şeyin) kız çocuğunun kendi kanaatınca (kötülüğünden dolayı kavmindengizlenir) onlardan utanır, kendisini ayıplayacaklarından korkar. Evet.. Cahiliye araplarında bir âdet vardı ki: Eşlerinin çocuk doğuracağı zaman yaklaşınca kaçar, gizlenirlerdi. Eğer çocukları erkek olursa sevinir, meydana çıkarlardı ve eğer çocukları kız olarak doğmuş bulunursa üzülürler, günlerce meydana çıkıp gö-rünmezlerdi. (Onu) o doğan kız çocuğunu öldürmeksizin (aşağılık duygusu içinde tutacakmı, yoksa onu toprağa mı gömecek) diye düşünürdü. Ve bir çokları da o kız çocuklarını diri diri çukurlara atar, üzerlerine toprak doldururlardı (bak ne kötü bir şey ile hükmediyorlar) kız evlâdından ne kadar kaçınıyor, utanç duyuyorlar, onların öldürülmesine bile razı, oluyorlar. Öyle iken onlar melekleri Cenab-ı Hak’kın kızları sanıyorlar, Cenab’ı Hak’ka böyle kız isnadından utanmıyorlar evlât ise anaya, babaya benzer, aynı cinsten bulunmuş olur. Hak Teâlâ ise bütün mahlukata benzemekten uzaktır, yücedir, bütün mahlûkatın yaratıcıdır, onlar ile aynı cins olmaktan uzaktır, beridir. Şüphesiz buna inanıyoruz.
60. Ahirete inanmayanlar için çirkin bir sıfat vardır. Allah için ise en yüksek vasıflar vardır. Ve o herşeyden üstündür, hikmet sahibidir.
60. (Ahirete inanmayanlar için) o kâfir kimselere mahsus (çirkin bir sıfat vardır) onlar için evlada ihtiyaç vardır, silsilelerinin devamı evlada bağlıdır. Öyle olduğu halde kız evlâtlarını öldürmekten çekinmezler. Onlardan utanırlar, onların beslenmeler! yüzünden ihtiyaca düşeceklerini düşünürler, öyle çirkin, vahşîce bir sıfat ile vasıflanırlar. (Allah için ise en yüksek vasıflar) vardır. Evet Hak Teâlâ Hazretleri birdir, eşi ve benzeri yoktur, celâl ve kemâl sıfatlarına sahiptir, İlim ile, kudret ile, sonsuzluk ile, evlada vesaireye ihtiyaçtan uzak olmakla vasıflanmıştır, (ve o) Yüce Mabud (azizdir) onun benzeri yoktur, herhangi bir mümkün şeyi vücude getirmeğe kadirdir,kâfirleri de günahlarından dolayı sorgulamaya yüce kudreti fazlasiyle kâfidir ve o (hakimdir) onun bütün hüküm ve fiilleri birer hikmete, faydaya dayanmaktadır. Erkekleri de, kızları da yaratması birer ilâhî hikmet gereğidir, hak edenlerin azaplarını bir müddet geriye bırakması da yine hikmet gereği bulunmuştur. Bunu o inkârcıların biraz düşünmeleri icabetmez mi?.
61. Ve eğer Allah Teâlâ insanları zulümleri sebebiyle cezalandıracak olsa idi yeryüzünde hiç bir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir zamana kadar erteliyor. Onların ecelleri geldiği vakit ise onlar ne bir saat geri kalabilirler ve ne de öne geçebilirler.
61. Bu mübarek âyetler, azabı hak edenlerin deral azaba uğramamalarının hikmetine işaret ediyor, belirlenen zamanı gelince derhal hayattan mahrum kalacaklarını bildiriyor. Allah’ın şanına lâyık olmayan şeyleri Cenab-ı Hak’ka isnat etmek cüretinde bulunanların o bâtıl itikatlarından dolayı nasıl bir azaba uğrayacaklarını ihtar ediyor. Son Peygamber Hz. Muhammed’e teselli için ondan evvelki ümmetlerin durumlarını ve Kur’an-ı Kerim’in inişindeki faideleri, gayeleri beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kerem sahibi Yaratıcı insanlık hakkında, lütuf ve rahmetini göstermek ve insanların hareketlerini düzeltebilmeleri için kendilerine bir mühlet ihsan buyurmaktadır. (Ve eğer Allah Teâlâ), böyle bir lütufta bulunmayıp (insanları zulümleri sebebiyle) küfürleri, isyanları yüzünden (cezalandıracak olsa idi) hepsini de derhal yaşamaktan mahrum bırakırdı. (Yer yüzünde hiç bir canlı bırakmazdı) hepsi de o zalimlerin uğursuzlukları yüzünden helâk olur giderlerdi. (Fakat onları) Cenab-ı Hak lütuf ve Keremi ile (takdir edilen bir zamana kadar) takdir buyurmuş olduğu ecellernin sonuna, ömürlerinin nihayetine kadar (tehir eder) onlara mühlet vermiş olur (onların ecellerigeldiği vakit ise) artık onlar ecellerini (ne bir saat geriletcbilirler) bir dakika daha olsun yaşıyamazlar (ve ne de öne geçebilirler) daha ecelleri gelmeden bir saniye bile evvel ölüp gidemezler, ömürlerini kısalmaya kâdir olamazlar. Binaenaleyh insanlar bunu düşünmelidirler, daha hayatta iken kaybedileni kazanmaya çalışmadırlar, hallerini güzelce ıslah edip kendilerini istikbalin müthiş azaplarına uğratmış olmamalıdırlar.
62. Ve Allah için kendilerinin hoşlanmadıklarını isnat ederler ve dilleri yalanı söylüyor ki, onlar için elbette en güzel âkibet vardır. Şüphe yok ki onlar için ateş vardır. Ve onlar mutlaka o ateşte terkedilmişlerdir.
62. (Ve) o müşrikler (Allah için kendilerinin hoşlanmadıklarını isnat ederler) kendileri kız evlâtlarından nefret ederken melekleri Cenab-ı Hak’kın kızları sanırlar, kendi varlıklarına başkalarının ortak olmalarını istemezlerken bir takım mahlûkatı Hak Teâlâ’ya ortak koşarlar. (Ve dilleri yalan söylüyor ki; onlar için elbette en güzel âkıbet vardır.) Kendilerinin ne kadar bâtıl bir inançta olduklarını anlamazlar da öyle şirk içinde yaşadıkları halde kendilerinin cennetlere kavuşacaklarını iddiada bulunurlar. Hayır.. Öyle değil (şüphe yok ki, onlar için) o müşriklere mahsus (ateş vardır) o ateş, o suçluların cezasıdır (ve onlar mutlaka o ateşte terkedîlmişlerdir.) onlar o ateş içinde ebedî bir şekilde kalacaklardır.
63. Allah’a and olsun ki, senden evvel de ümmetlere Peygamberler gönderdik. Şeytan ise onlara amellerini süsleyiverdi. Artık o, bugün onların velisidir ve onlar için pek acıklı bir azap vardır.
63. (Allah’a and olsun ki) Ey Yüce Peygamber! (Senden evvel de ümmetlere Peygamberler gönderdik) yani: Kudret ve azametle seni kendi ümmetine Peygamber gönderdiğim gibi vaktiyle diğer ümmetlere de Peygamberler göndermiştim (şeytan ise o ümmetlere) kötü(amellerini) onların küfrünü, yalanlamalarını kendilerine (süsleyiverdi) bir takım vesveselerde bulundu, onların o kâfirce hareketlerini kendilerine güzel bir hareket gibi gösterdi. (Artık o) şeytan (bugün onların) o sapıttığı kimselerin bu dünyada (velisidir) onların yakınıdır, güyâ dostudur, koruyucudur. (Ve onlar için) o kâfirler için ahirette de (pek acıklı bir azap vardır) onlar cehenneme atılacaklardır, işte şeytanları, şeytan tabiatlı dinsizleri dost tutanların, onların sözlerine aldananların âkibetleri böle müthiş bir felâketten başka bir şey değildir.
64. Ve sana bu kitabı indirmedik, ancak onlara kendisinde ihtilâf ettikleri şeyi açıkça bildirmen için ve imân eden bir kavim için bir hîdayet ve bir rahmet olmak üzere indirdik.
64. (Ve) Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (Sana bu kitabı) bu Kur’an-ı Kerim’i (indirmedik) onu sana kudret ve azametle ve Cibril-i Emin vasıtasiyle boş yere ihsan etmiş olmadım (ancak onlara kendisinde ihtilâf ettikleri şeyi) onlara (açıkça bildirmen için) indirdik: Meselâ: Allah’ın birliğinin, şirkin bâtıl olduğunu, ahiret hayatının varlığını, helâl ve haram olan şeylerin nelerden ibaret bulunduğunu bilmeyen kimselere ve bu gibi mühim mes’elelerde ihtilâfa düşmüş, cehalet içinde kalmış şahıslara bunları anlatasın diye indirdik. (Ve) o mukaddes kitabı (İmân eden bir kavim için bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere indirdik) çünkü bu ilâhî kitaptan asıl istifade edecek olanlar müminlerdir. Müminler, o apaçık kitabı, hareket rehberi kabul ederler, ondan hakkıyla istifadeye çalışırlar, o sayede hidayete, saadete ererler. Ne büyük muvaffakiyet!.
65. Ve Allah Teâlâ gökten suyu indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra hayata erdirdi. Şüphe yok ki, bunda dinleyen bir tolum için elbette bir ibret vardır.
65. Bu mübarek âyetler de Cenab’ı Hak’kınvarlığına, kudretine şahitlik eden ve insanlığın uyanmasına vesile olan bir kısım yüce kudret eserlerini gözler önüne sermektedir. Hayatın kaynağı olan yağmurların, faideli hayvanların, en güzel gıda maddelerini teşkil eden meyvelerin ve özellikle bir yaratılış harikası olan bal arılarının ve onların pek faydalı, lezzetli olan ballarının birer büyük nimet ve birer ibret vesilesi olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın varlığına, kudretine dair yüce âlem ile bu insanlık âleminde nice deliller vardır, bunların miktarı ağaçların yapraklarından daha fazladır. Bunların parıltıları güneşin ışığından daha parlaktır. (Ve) kısacası (Allah Teâlâ) o Kerem sahibi yaratıcıdır ki (gökten) sema tarafından, veya yüksek bulutlardan (suyu indirdi) yağmurları yağdırdı (da onunla) o su ile (yeryüzünü ölümünden sonra hayata erdirdi) onu kurumuş, büyüyüp gdişmeden mahrum kalmış iken tekrar çeşit çeşit bitki ile faaliyete getirdi, ona pek hoş bir hayat manzarası ihsan buyurdu. (Şüphe yok ki, bunda) yeryüzünün böyle yeniden hayata kavuşmasında (dinleyen bir kavim için) bunlara güzel bir bakış ve tefekkür ile bakan hakikattan insaflı bir şekilde kalben dinleyip kabul eden zatlar için (elbette bir ibret vardır) Âlemin yaratıcısının mükemmel kudretine ait pek açık bir şahitlik vardır. Artık öyle bir kavim, elbetteki, bundan istifade ederek aydın bir kalbe, dinin feyziyle donatılmış bir ruha sahip olur.
66. Ve şüphe yok ki, sizin için sağmal hayvanlarda da elbette bir ibret vardır. Size onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından gelen hâlis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından kolaylıkla geçer gider.
66. (Ve şüphe yok ki,) Yüce Yaratıcı öyle kudret ve yüceliğine şahitlik eden daha nice şeyler vardır. Kısacası insanlar!. Sizin için sağmal hayvanlarda da elbette bir ibret vardır) onlar da ne kadar çeşitlidirler, nekadar faideli birer varlıktır. Özellikle (size onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından hâlis) saf, temiz kana vesaireye asla bulaşmamış, tadı, kokusu asla bozulmamış (bir süt) meydana getirerek size (içiriyoruz ki) o süt (içenlerin boğazından kolaylıkla geçer gider) kendisine bir zahmet vermez. Artık böyle bir hayat kaynağının temiz, güzel bir şekilde maydana getirilmesi, etrafındaki temiz olmayan şeyler ile kendi arasında bir perde bulunup onlardan etkilenmemesi elbetteki bir yüce kudretin eseridir. Bu da o yüce kudret sahibi olan Yaratıcımızın haşre ve neşre kâdir olacağına, nice eşsiz eserleri meydana getirmeğe güç yetireceğine pek güzel işaret ve şahitlik etmektedir.
67. Ve hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki ve hem de güzel rızık edinirsiniz. Muhakkak ki, bunda da aklını kullanan bir kavim için elbette bir ibret vardır.
67. (Ve) Ey insalar!. Şunu da düşününüz ki, sizi (hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden) de yararlandırırız, onların öz sularından ve sıkılarak çıkan sularından içersiniz ve siz onlardan (bir içki) bir hoşaf, bir şurup yaparsınız (ve) onlardan sirke, pekmez gibi (bir güzel rızık edinirsiniz) ihtiyaçlarınızı gidermeye çalışırsınız (muhakkak ki, bunda da) bu bildirilen şeylerin her birinde de (aklını kullanan) Cenab-ı Hak’kın bu yarattığı şeyleri güzelce düşünen (bir kavim için elbette bir ibret vardır) bunda da Allah’ın kudretine büyük bir işaret ve şahitlik mevcuttur.
68. Ve Rabbin bal arısına da ilham etmiştir ki, dağlardan ve ağaçlardan ve çardaklardan evler edin.
68. (Ve) Yüce Yaratıcının kudretine yine büyük bir delildir ki, (Rabbin) o varlığının terbiyecisi olan Kerem sahibi Yaratıcın (bal ansına da ilham etmiştir ki) yani: O zayıf mahlûku pek güzel, enteresan işleri yapmaya kudretli kılmıştır ki (dağlardan ve ağaçlardan) veinsanların bina ettikleri (çardaklardan) kendinize (evler edin) Ey arılar!. Öyle meskenlerde toplanıp çalışınız. O arılar da böylece hareket edip durmaktadırlar. İşte Cenab-ı Hak arılara da böyle bir ilâhî teklifi kabul edecek bir tabiat, bir içgüdü, bir kabiliyet ihsan buyurmuştur.
69. Sonra meyvelerin hepsinden yede Rabbin kolaylaştırdığı yollarına git. içlerinden renkleri muhtelif bir şerbet çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz ki, bunda düşünen bir kavim için elbette bir ibret vardır.
69. Ve Cenab’ı Hak, arılardan herbirine ilham buyurmuştur ki, sen (sonra meyvelerin hepsinen ye) istediğin meyvelerden yararlan (da Rabbin kolaylaştırdığı) senin emrine verilmiş bulunan (yollarına git) Hak Tealâ’nın sana ilham ettiği yollara giderek istediğin meyvelerden istifade et. Bakınız Allah’ın kudretine ki, o anların (içlerinden renkleri muhtelif bir şerbet) bir bal (çıkar) o ballar, o anların yedikleri meyvelere çiçeklere ve yaşlarının farklılığına göre beyaz, kırmızı, sarı gibi birer renkte bulunurlar. (Onda) o balda (insanlar için bir şifa vardır) birçok ağrıları gidermeye sebep olur, bir kısım hastalıklar için bir macun mahiyetinde bulunur, kısacası balgam hastalıkları hakkında bizzat şifaya vesile olmaktadır, diğer bazı hastalıklar için de diğer maddeler ile karıştırılmak suretiyle bir şifa vesilesi teşkil etmektedir. (Şüphesiz ki, bunda) bu zikredilen hoş, lezzetli kudret eserinde (düşünen bir kavim için elbette bir ibret vardır) Evet.. Arılar gibi küçük, cılız hayvancağızların o kadar ince bilgilere, enteresan fiillere kâdir olmaları, o kadar faideli bir hayat maddesini meydana getirebilmeleri, kendilerini yaratan, hikmet sahibi yaratıcının varlığına bir büyük delildir. Bunlar, güzelce düşünenler için uyanmayı gerektiren bir özellik taşımaktadır. Artık bu eşsiz eserleri meydana getiren bir YüceYaratıcı, insanları da öldürdükten sonra tekrar varlık cüzlerini bir araya getirerek kendilerini hayat ile, akıl ile vasıflanmış bir hale koyamaz mı? inanıyoruz koyabilir. Bunu ancak düşünceden mahrum olan ahmak insanlar inkâr edebilir. Onların bu inkârları ise kendi ahmaklarını cehâletlerini ortaya koymaktan başka bir önem taşımaz.
§ Zooloji ilminde bildirildiği üzere arıların binlerce çeşidi vardır. Onlar çok farklı biçimde ve birer düzen içinde yaşarlar. Onların bir kısmı, vahşidir ki, dağlarda, mağaralarda, meşeliklerde yaşarlar. Bunların bir takımına eşek arıları da denir. Bunlar yuvalarını ağaç kovuklarında, duvar oyuklarında ve benzer yerlerde yaparlar, bunlar zararlı böcekleri yok ederler, bazı meyveleri de yerler, sahiplerine zarar verirler. Arıların bir kısmı da ehlidir ki, onlar da kovanlarda çardaklarda yaşarlar. Bu ehli arılar, üç guruba ayrılmıştır. Birinci gurup, arıların üzerinde hâkim olan bir kısmı dişi arılardır. Bunlardan her kovanda bir tane bulunur, kendisine eş bulmak için bir defa uçuş yapar, ondan sonra yumurta yapmakla vakti geçer, üç dört bin kadar yumurta yapar, bu yumurtalar üç gün içinde patlar, içlerinden kurtçuk şeklinde yavrular çıkar, bunlar sekiz, on gün içinde arı halini alırlar, bunları işçi arılar beslerler. Ikinci gurup, Erkek arılardır. Dışarıya çıkan an hakimlerini bunlardan bir tanesi takibederler, onları döllendirirler, sonra da hemen ölürler, diğerleri de üçüncü gurubu teşkil eden arılar ile çarpışırlar, onlar bu erkek arıları öldürürler, kovanlarda kalanlarını da dışarıya atarlar, bu erkek arıların iğneleri yoktur. Üçüncü gurup, işçi arılardır. Bunlar her kovanda elli binden seksen bine kadar toplu bir halde yaşarlar. Bunlar çiçekleri emerler, o şekilde bal yaparlar. Arıların görmek, koku almak kuvvetleri pek ziyadedir. Kendisinden bal alackaları çiçekleri çok uzaktan görür, kokularını hissederler gider onlardan yararlanırlar, güzel nağmeleriyle yerlerinedönerler, gelirler. Bunların ikişer gözlerinden başka alınlarının ortasında da birer tek gözleri vardır, bu gözlerde muhtelif ve pek çok gözlere ayrılmıştır. Bu arıların birer iğneleri de vardır ki, onunla düşmanlarına karşı kendilerini korurlar. Şayet bu iğne bir insanın bir uzvuna saplanırsa onu çıkarmalıdır, aksi takdirde zararlıdır. Bal arıları peteklerini altıgen bir şekilde yaparlar, bu suretle boş bir yer bırakmamış olurlar. Pek büyük bir san’at eseri göstermiş bulunurlar. En kudretli mühendisler bile bir takım aletlere, edavata müracaat etmeksizin öyle mükemmel bir şekilde bir şey meydana getiremezler. Bal arılarının italyan, Kafkasya, Kıbrıs arıları diye bazı çeşitleri de vardır. Fennî bir şekilde yapılan kovanlardan senede kırk kilo bal elde edilebilir. Kışın bir kovandaki otuz bin kadar arı için onbeş kilogram kadar bal bırakılır. Bu onların gıdasını teşkil eder. Bal, insanlar için çok faidelidir. Vaktiyle şeker yapılmadan evvel insanlar şeker ihtiyaçlarını bal ile temin ederlerdi. Bal arıları insanlar tarafından beslenmeden evvel taş, ağaç kovuklarında barınırlardı. Milâddan beşbin sene evvel ilk defa olarak Mısır’da arı yetiştirmek usulü meydana gelmiş, o tarihten beri ehli arılar türemeye başlamıştır. Kısacası: Birer yaratılış harikası olan o küçük hayvancağızlar pek büyük birer ibret levhası teşkil etmektedirler.
70. Ve Allah Teâlâ sizi yaratmıştır. Sonra sizi öldürecektir ve sizden kimileri, ömrün en aşağı ihtiyarlık çağına red olunur ki, bir bilgiden sonra bir şey bilmez olsun. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bilgilidir, kudretlidir.
70. Bu mübarek âyetler de diğer bir kısım enteresan olayları ibret nazarlarına sunuyor, Cenab-ı Hak’kın insanları yaratıp öldürdüğünü ve onlardan bir kısmını hikmet gereği bir müddet fazla yaşattığını bildiriyor, ve insanların bazılarını diğer bazılarından dahafazla rızıklandırdığını ve onları aile hayatına, evlât ve torunlara kavuşturup ve nice nimetlerden yararlandırdığını gösteriyor. Bu kadar kudret eserle-rine ve ilâhî nimetlere rağmen nankörlükte bulunmanın rezilliğine, âciz şeylere tapınmanın ne kadar cahilce bir hareket olduğuna işaret buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) Ey insanlar!. (Allah Teâlâ) İlim ve kudret yönüyle her şeyi kuşatan hikmet sahibi yaratıcı (sizi yaratmıştır) sizi yoktan meydana getirmiştir, (sonra) eceliniz nihayet bulunca (sizi öldürecektir) kiminizin eceli daha genç veya orta bir yaşta iken nihayet bulur (ve sizden kimi) de vardır ki, çok yaşar (ömrün en aşağı ihtiyarlık çağına red olunur) o kadar ihtiyarlamadıkca hayatına nihayet verilmez. (ki bir bilgiden sonra) bir nice şeyleri öğrenmiş iken bilahara (bir şey bilmez olsun) kuvvetine, aklına noksanlık gelsin, anlayışının, kuvvetinin noksanlığı yüzünden çocukluk haline benzer bir vaziyete düşsün (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ alîmdir,) kullarının bütün hallerini, ömürlerinin miktarını vesaireyi bihakkın bilir ve o Hikmet sahibi Yaratıcı (kadirdir) her şeye kudreti kâfidir. Dilediği kulunu daha genç iken öldürür, dilediği kulunu çok yaşatır, ihtiyarlığın sonuna kadar öldürmez. Hikmet gereği ne ise onu meydana getirir. “İnsanların ömürleri dört mertebeye ayrılmıştır. Birinci mertebe, çocukluk ve gelişme zamanıdır ki, ömrün evvelinden itibaren onüç seneye kadar, bu bir gençlik zamanıdır. İkinci mertebe, öğrenme zamanıdır ki, otuzüç yaşından kırk seneye kadardır. Bu müddet, kuvvetin gayesi, aklın olgunluk zamanıdır. Üçüncü mertebe, olgunluk yaşıdır ki, bu da kırktan altmış yaşına kadar olan müddettir, insanlar bu yaştan sonra yavaşça eksilmeye başlarlar. Dördüncü mertebe ise ihtiyarlık çağıdır ki, altmışıncı yaştan ömrün sonuna kadar olan müddettir. Altmış beş yaştan sonra eksiklik ortaya çıkar, ihtiyarlık yüz göstermiş bulunur. İşte insanlığın vücude getirilmiş olması, onlarınhayatlarındaki bu ihtilaflar ve değişiklikler haşır ve neşrin varlığına, ilâhî kudretin her şeye kâfi olduğuna kuvvetli bir delildir. Erzeli ömürden maksat bir rivayete göre yetmiş, diğer rivayetlere göre seksen, doksan veya doksanbeş senelik bir ömürdür. Böyle bir ömrün “erzel” sayılması, bir görüşe göre gayrimüslimlere mahsustur. Çünkü bir müslümanın ömrü arttıkça Allah katında kıymeti, üstünlüğü artmış, daha fazla af ve lütfa kavuşması umulmuş olur.
Nitekim: Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. (Tîn, 95/5) âyeti kerimesinde buna işaret vardır. Çünkü bu âyet, aşağıların aşağısına indirilenlerin imandan, salih amellerden mahrum kimselerden ibaret olduğunu gösteriyor. İbadet ve itaat ile, Kur’an okumakla, dinî ilimlerle meşgul olanların uzunca bir müddet yaşamaları ise haklarında bir yardım, bir saadet alâmetidir. Nitekim bir hadisi şerifte de:
(İnsanların hayırlısı o zattır ki, ömrü uzar, ameli güzel olur, insanların şerlisi de o kimsedir ki, ömrü uzar, amelî kötü bulunur). Camiüssağir.
Binaenaleyh insan, ömrünün de değerini bilip onu hayra sarfetmelidir, gayrı meşrû hareketlerden kaçınmalıdır. Aksi takdirde nimete karşı nankörlük etmiş, azabı haketmiş olur.
71. Ve Allah Teâlâ bazınızı bazınız üzerine rızkhususunda üstün kılmıştır. Artık üstün kılınanlar, rızıklarını onda eşit olmak için ellerinin altındakilere verici değildirler. İmdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
71. (Ve) Ey insanlar!. Şüphe yok ki (Allah Teâlâ bazınızı bazınız üzerine rızk hususunda üstün kılmıştır) insanların kimisi zengin, kimisi de fakirdir, kimisi sahip kimisi de mülktür. Bazı insanlar, cahil, âciz oldukları halde kuvvetli, bilgili kimselerden fazla servete, mevkiye sahip olabilirler. Bütün bunlar birer ilâhî takdirin neticesidir, (Artık üstün kılınanlar) rızıkları fazla, sahiplikleri sabit olan insanlar (rızıklarını) kavuştukları servetlerini, sahipliklerini (onlar) o fakirler, o ellerinin altında olanlar (onda) o rızıklarda, servetlerde kendilerine (eşit olmak için) öyle (ellerinin altındakilere verici değildirler) o fakirleri, ellerinin altındakileri kendilerine eşit kılmak istemezler. Mademki: O insanlar, kendi rızıklarına, kendi servetlerine fakir ve yoksul insanları müşterek, eşit kılmak istemiyorlar, o halde kâinatın yaratıcısına onun bir kısım âciz mahluklarını yaratıcılık ve sahiplikte, ibadet ve itaat hususunda nasıl eşit, müşterek kılmak istiyorlar? Hiç mahlûk, yüce yaratıcısına eşit olabilir mi?. Diğer bir görüşe göre de zenginleri de, fakirleri de rızıklandıran ancak Allah Teâlâ’dır. Onlar Allah tarafından rızıklanmak itibariyle eşittirler. Patronlar zannetmemelidirler ki, kendi kölelerim işçilerin! kendileri rızıklandırıyor. Onlar birer vasıtadır, Cenab-ı Hak’kın o köleleri işçileri de o patronlarının elleriyle rızıklandırmaktadır. Binaenaleyh asıl kâinatın yaratıcısı ancak Allah Teâlâ’dır. (İmdi) o müşrikler (Allah’ın nimetini mî inkâr ediyorlar) onun âlemlere rızık veren olduğunu bilmiyorlar mı? Bir takım mahlûkatı ona eşit tutarak onlara da tapıyorlar. Nankörlükte bulunarak kendi haklarında istemedikleri bir eşitliği, bir ortaklığı Yüce Yaratıcı hakkında caiz görüyorlar. Bu ne kadar anlayışsızlık…
72. Ve Allah Teâlâ sizin için kendi cinsinizden eşler kıldı ve sizin için eşlerinizden, oğullar, torunlar yarattı. Ve sizi temiz, hoş şeylerden rızıklandırdı. Onlar hâlâ bâtıla imân edip de Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar!
72. (Ve) Ey insanlar!. Şunu da düşününüz ki (Allah Teâlâ sizin için) güzelce geçinesiniz diye (kendi cinsinizden eşler kıldı) onları yarattı, vücude getirdi. (Ve sizin için eşlerinizden oğullar, torunlar yarattı) ve bunlar sizin için birer hizmetçi, birer yardımcı durumunda bulunmaktadırlar, bu sayede nesilleriniz kesilmeyip devam etmektedir. Bunlar da birer nimettir. (Ve) o kerem sahibi Yaratıcı (sizi temiz, hoş şeylerden merzuk kıldı) size lezzetli sular, çeşitli meyveler, faideli gıda maddeleri ihsan buyurdu. Bunların kıymetlerini bilmeniz, bunlardan dolayı Cenab-ı Hak’ka şükretmeniz icabetmez mi?. (Artık) o müşrikler!. (Bâtıla imân edenler de) öyle Hak Tealâ’ya ortak isnâdına cür’et gösterirler de (onlar Allah’ın nimetini inkârda mı bulunurlar?.) o nimetleri kendilerine hakikaten başkalarının vermiş olduğunu mu iddia ederler?. Helâl olan bir kısım nimetlerin hürmetine ve hikmet gereği haram olan bir kısım şeylerin helâl bulunduğuna mı inanırlar? Bu ne kadar cür’et ve cehalet!.
73. Ve Allah bırakıp da kendileri için ne göklerde ve ne de yerde olan rızıktan hiçbir şeye sahip olmayan ve güçleri dahi yetmiyen şeylere ibadet ederler.
73. (Ve) Ne cehalet ki, o putlara ibadet edenler (Allah’ın bırakıp da kendileri için) o tapanlar için (ne göklerde ve ne de yerde bir rızka sahip olmayan) yağmurları yağdırmayan, bitkileri yetiştirmeyen (ve) zaten bunlara (güçleri dahi yetmeyen şeylere) bir takım putlara (ibadet ederler) bu ne ahmaklık!. Öyle Yaratma ve rızıklandırma sıfatına sahip olmayan, haddızatında maddeden ibaret olup hiç bir şeye kâdir bulunmayan şeylere nasılolur da ibadet edilebilir?. Böyle yanlış bir hareket, insanlığın şanına yakışır mı?. Bunu hiç düşünmezler mi?. Hiç Cenab-ı Hak’kın benzeri ortağı olabilir mi? Hâşâ o Yüce Yaratıcı, ortak ve benzerden, eşlerden ve nazirden uzaktır inanıyoruz!.
74. Artık Allah için benzerler kılmayınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bilir, halbuki, siz bilmezsiniz.
74. Bu mübarek âyetler, Cenab’ı Hak’kın hiçbir şeye benzer olmadığını bildiriyor. Alîm, hakim, kerim, kâdir olan Yüce Yaratıcı ile bu gibi yüksek sıfatlardan mahrum olan putların ve sairenin denk olamıyacaklarını iki misâl ile izah buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. Allah Teâlâ’nın eş ve ortaktan uzak olduğu aklen ve naklen sabittir. (artık Allah için benzerler kılmayınız) mahlûkattan hiçbirini o yüce Yaratıcı’ya benzetmeyin, onun bir eşi, benzeri asla yoktur. Hiçbir mahlûk Yaratıcısına, hiçbir âciz, cahil ve fani olan, kâdir, Âlim, Bâki olan zata denk olabilir mi?. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ bilir) her şyi bilir, kullarının hatalarını da, ne gibi yanlış yollara sapmış olduklarını da bilmektedir. (Halbuki siz bilmezsiniz) bir çok yanlış hareketlerde, itikâflarda bulunduğunuz halde bunların ne kadar bâtıl şeyler olduğunu anlamazsınız. Veyahut, o putları Cenab’ı Hak’ka ortak ve benzer sandığınızdan dolayı azap göreceksiniz de bunun farkında değilsiniz, nedir bu, kadar cehalet!.
75. Allah Teâlâ bir misâl verdi: Başkasının malı olmuş bir köle ki, hiç bir şeye gücü yetmez ve bir kimse ki, ona tarafımızdan güzel bir rızık vermişizdir de o ondan gizli ve açık olarak infak etmektedir. Ya hiç bunlar eşit olurlar mı? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çokları bilmezler.
75. Bakınız (Allah Teâlâ) yüce zatına hiçbir şeyin ortak ve benzer olmadığını size anlatmak için (bir misâl getirdi) tâki, bu hakikatı güzelce anlayabilesiniz. Şöyle ki:(Başkasının malı olmuş bir kul) bir köle düşününüz ki, o (hiçbir şeye gücü yetmez) hiçbir kudreti, serveti yok, sırf âcizlik içinde yaşıyor (ve) diğer (bir kimse) yi de düşününüz (ki, onu) o kimseyi (tarafımızdan) bir lütuf olarak (güzel bir rızık vermîşizdir,) o kimse ilâhî bir lütuf olan meşm, güzel, temiz bir servete, bir nimete kavuşmuş bulunmaktadır. Bunun bir şükür ifadesi olmak üzere (de o) kimse (ondan) o kavuştuğu nimetlerden (gizli ve açık olarak) daima bağış kasdıyla (infak etmektedir) kavuştuğu maddî ve manevî nimetlerden başkalarını da sürekli yararlandırmaya çalışmaktadır. Artık biraz düşünmeli (ya hiç bunlar denk olurlar mı?) elbetteki, olmazlar. Madem ki: Böyle iki mahlûk arasında bile bir eşitlik bulunamıyor, artık kâinatın Yaratıcısıyla onun âciz mahlûkatı, öyle madde kabilinden şeyler arasında bir benzerlik ve eşitlik düşünelebilir mi? Bu böyle iken ne cehalet ki bir takım putlara, mahlukata da mabûtluğu isnat edenler bulunuyor?. (Hamd Allah’a mahsustur) bütün hamd ve övgüye lâyık olan ancak Allah Teâlâ’dır, bütün insanlığı meydana getirmiş, onları tevhid dairesine davet buyurmuş, kendilerine bir akıl ve şuur ihsan etmiştir. Artık her yönüyle hamd ve şükre lâyık olan ancak o’dur, (fakat onların) o insanların bir (çoklarını bilmezler) ibadete, itaate lâyık olan ve kendilerini yaratıp nimet veren zatın Cenab’ı Hak’tan başka olmadığını anlamazlar da öyle putlara vesaireye taparlar, onlardan bir fâide beklerler. Bir kısmı da bütün bütün Allah’ı inkâr eder.
76. Ve Allah Teâlâ iki kişiyi de misâl getirmiştir: Onlardan biri dilsizdir, hiç bir şeye güç yetiremez ve o, efendisi üzerine bir yüktür, onu nereye gönderse bir hayır ile gelemez. Hiç bu, adaletle emreden ve kendisi doğru bir yol üzerinde bulunan kimseye eşit olabilir mi?
76. (Ve Allah Teâlâ) öyle putlara tapanlarınhatalarını, sapıklıklarını göstermek için (iki kişiyi de misâl getirmiştir) öyle açık, parlak bir misâl dahi zikretmiştir. Şöyle ki: (Onlardan) o iki kişiden (biri dilsizdir) söz söylemekten âciz bir halde bulunmaktadır (hiç bir şeye güç yetiremez) herhangi bir şeyi anlayıp anlatmaya kabiliyeti yoktur, hiç bir şey yapamaz bir haldedir, (ve o) âciz şahıs, öyle bir köledir ki hiçbir şeye sahip değildir, (efendisi üzerine bir yüktür) ona boş yere ağırlık verip durmaktadır (onu) efendisi (nereye gönderse bir hayır ile gelemez) hiçbir işi görmeğe kâdir olamaz, tam bir âcizlik ve miskinlik içinde bulunmuş olur. Şimdi bir düşünelim (hiç bu) âciz, öyle dört çeşit zelilce niteliği toplayan şahıs, (adaletle emir eden) başkalarına güzelce nasihat veren, başkalarının bir intizam dahilinde yaşamasını isteyen (ve kendisi doğru bir yol üzerinde bulunan) bir doğru yolu takip edip hikmet ve menfaata riayetten, hakka hizmetten ayrılmayan (kimseye) öyle yüksek vasıflara sahip bir zata (eşit olabilir mi?.) Elbetteki, olamaz. Hiç öyle aciz, miskin bir şahıs ile faal, iyiliksever bir zat birbirine eşit sayılabilir mi?. O halde bir kere düşünmeli değil midir? Bütün kâinatı yaratan, mahlûkatına lûtuf ve ihsanda bulunan, her fiili bir hikmet ve menfaat gereği olan bir Yüce Yaratıcı ile onun aciz, lütfuna muhtaç, kendi kendine birşey yapmağa güç yetiremeyen bir mahlûku arasında bir benzerlik ve eşitlik bulunabilir mi? Elbetteki bulunamaz. Bu pek açıktır. O halde birer âdi mahlûktan ibaret olan, birer maddeden ibaret bulunan, hiç .bir şeyi halk ve icada muktedir bulunmayan putlara, ölüme mahkûm, kendisini felâketlerden kurtarmaya güç yetiremeyen herhangi bir kimseye nasıl mâbutluk isnat edilerek tapılabilir? Böyle bir isnadın batıl olduğu açık değil midir? Ne yazık ki, böyle bâtıl, saçma sapan isnatlarda, itikâflarda bulunanlar daima görülmektedirler. Elbetteki, hepsinin durumunu, Cenab-ı Hak bilicidir,hepsi de ölür ölmez lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır.
77. Ve göklerin ve yerin gaybı, onları bilmek Allah’a mahsustur. Kıyametin işi ise başka değil, ancak göz kırpıp açacak kadardır veya ondan daha yakındır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ her şeye kadirdir.
77. Bu mübarek âyetler, Hak Teâlâ Hazretlerinin ilminin genişliğini ve kıyametin kopmasının yakın olduğunu bildiriyor ve kâinatın yaratıcısının kudretine, İlim ve hikmetine işâret eden insanlığın yaratılışına ve bir takım kuşların nasıl havalarda uçup durduklarına dikkat nazarlarımızı çekmektedir. Şöyleki: Evet.. Yüce Allah, tam bir İlim ve hikmet ile vasıflanmaktadır. (ve göklerin ve yerin gaybı) kulların görüp bilemiyecekleri birçok gayb, bilinmeyen işler, gelecekteki planlar (Allah’a mahsustur) onları yalnız Allah Teâlâ bilmektedir. O ğaybî işlerden olan (kıyametin işi ise) haşrın ve nesrin meydana getirilmesi ise (başka değil, ancak göz kırpıp açacak kadardır) o kadar az bir müddette meydana gelebilir (veya ondan daha yakındır) Evet.. Göz hareketinden daha az bir an içinde de meydana getirilebilir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şeye kadirdir) bütün mahlûkatını icada kadir olduğu gibi onları bir anda imhaya ve tekrar hepsini yeniden hayata kavuşturmaya da kadirdir, inandık!. Bu yüce beyanlar, kıyametin sür’atle vuku bulabileceği için bir misâldir. Yani: Cenab-ı Hak dilediği an kıyamet hadisesini fevkalâde bir sür’atle, kolaylıkla meydana getirebilir. Artık insanlık, bundan gafil bulunmamalıdır. Olabilir ki, o müthiş olay, hiç kimsenin düşünemediği bir anda meydana getirilir. Zaten her insan ölünce de onun kıyameti kopmuş demektir. Binaenaleyh her insan, daha hayatta iken kaybettiğini kazanmaya çalışmalıdır, o ebediyet âlemine hazır bulunmalıdır.
78. Ve Allah sizi analarınızın karınlarındanhiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkarır. Ve size teşekkür edesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi.
78. (Ve) Ey insanlar!. Bir kere Allah’ın kudretini düşününüz ki (Allah sizi analarınızın karınlarından) birer damla sular ile şekillendirerek (hiçbir şey bilmez olduğunuz halde) varlık sahasına (çıkardı) kendinizi de, başkalarını da bilemez bir vaziyette idiniz, (ve size teşekkür edesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi) sizi bilmemezlikten kurtarmak için bu kadar kıymetli kuvvetlere, kabiliyetlere kavuşturdu. Artık insanlara lâzımdır ki, kulaklariyle Cenab-ı Hak’kın âyetlerini, öğütlerim dinlesinler, gözleriyle Allah’ın kudret eserlerini seyrederek, Yüce Yaratıcının kudret ve büyüklüğünü düşünsünler, kalpleriyle de manevî bir zevk içinde kalarak tevhid ve tesbihe devam etsinler, kendilerini bu kadar maddî ve manevî nimetlere ulaştırmış olan Kerem sahibi Yaratıcıya karşı kulluk vazifesini ve şükür görevini yerine getirmeye çalışsınlar.
79. Görmediler mi? Gök ile yer arasında emre boyun eğdirilmiş olan kuşları. Onları Allah’tan başkası tutmuyor. Şüphe yok ki, bunda imân eden bir kavim için elbette ibretler vardır.
79. insanlara gaflet ile yaşamak yakışır mı? Kendilerini o kadar nimetlere kavuşturmuş olan Allah Teâlâ’nın kudret ve büyüklüğünün mükemmelliğine işaret eden bu kadar eserleri görmüyorlar mı?. Ve özellikle (görmediler mî, gök ile yer arasında boyun cğdirilen kuşları?.) Onlar ne kadar çeşitli birer kudret eseridir. (Onları Allah’tan başkası tutmuyor) onlar birer ağırca cisme sahiptirler, bununla beraber havada uçuşuyorlar, yere düşmüyorlar. Artık şüphe yok ki, onları öyle havalarda tutan, onlara o uçma kabiliyetini veren ancak Cenab-ı Hak’kın iradesidir, kudretidir. Ve (şüphe yok ki, bunda) bunların bu hayat tarzında da (İmân eden bir kavim için elbette ibretler vardır) çünki bunlar, bütün akıl sahiplerinekarşı ibret vesilesi iseler de bunlardan asıl yararlananlar, ancak hakikî müminlerdir. Elbetteki, Allah Teâlâyı tasdik eden, kalbinde imân nûru parlayan her insan bu çeşit çeşit mahlûkattan birer ibret hissesi alır, yaratanın kudret ve yüceliğine delil getirir, temiz bir ruh ile yaşar, Kerem sahibi yaratıcısı için kulluk secdesine ve şükrana kapanmayı en kutsal bir vazife bilir.
80. Ve Allah sizin için evlerinizden birer mesken kıldı ve sizin için ehli hayvanların derilerinden evler yaptı. Onları gerek göç gününde ve gerek ikametiniz gününde kolayca taşırsınız. Ve onların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından bir zamana kadar faydalanacağınız bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi.
80. Bu mübarek âyetler de Allah’ın birliğine ait delillerin ve insanlığa ihsan buyurulmuş olan nimetlerin diğer mühim bir kısmını bildiriyor. Bu nimetlere kavuşanların en mühim vazifelerini gösteriyor, Resûl-i Ekrem’in dinî hükümleri tebliğ ile mükellef olduğuna, ona muhalefet edenlerin sorumluluğuna işaret buyuruyor, Cenab-ı Hak’kın nimetlerine karşı inkârcı bir vaziyet alanların çoğunlukla kâfir kimseler olduklarını ihtar etmektedir. Şöyleki: (ve) Ey insanlar!. Sizlere olan lûtfuna bakınız ki (Allah Teâlâ sizin için evlerinizden birer mesken kıldı) taştan, tuğladan vesaireden yaptığınız sabit hanelerin odalarında tam bir huzur ile oturursunuz (ve sizin için ehli hayvanların derilerinden) de taşınır (evler yaptı) çadırlar, geçici ikametgâhlar bu cümledendir. (Ve onları) o taşınır evleri (gerek göç gününde) başka yerlere nakil zamanında (ve gerek) içlerinde geçici olarak (ikametiniz gününde kolayca taşırsınız) bunları bir yerden diğer yere nakil kolay bulunur. (Ve onların) o ehli hayvanların (tüylerinden, yünlerinden ve kıllarından bir zamana kadar) onlar eskiyinceye kadar veya sahipleri ölünceyekadar (bir ev eşyası ve ticaret malı) meydana getirdi. Bütün bunlar böyle birer fâide için yaratılmış bulunmaktadırlar.
81. Ve Allah Teâlâ yarattığı şeylerden sizin için gölgeler de yaptı ve sizin için dağlarda barınaklar yaptı ve sizin için elbiseler yaptı ki sizi sıcaktan korurlar. Ve zırhlar ki, sizi savaşlarınızda koruyacaklardır. İşte böyle nimetini sizin üzerinize tamam eder, tâki siz İslâmiyete eresiniz.
81. (Ve Allah Teâlâ yarattığı şeylerden) meselâ: Bulutlardan, binalardan, ağaçlardan (sizin için) ey insanlar!. (Gölgeler de yaptı) ki, o sayede istirahat edesiniz. (Ve sizin için dağlarda yuvalar yaptı) mağaralar kazılmış evler yaptı (ve sizin için) ketenden, pamuktan, yünden, ipekten (elbiseler yaptı ki) bunlar (sizi sıcaktan korurlar) soğuktan korurlar (ve zırhlar) yaptı (ki) demirden, tunçtan, vesaireden zırhlar, kalkanlar vücude getirdi ki bunlar da (sizi savaşlarınızda) düşmanlarınıza karşı (koruyacaklardır) muharebelerde bunlardan istifade edersiniz. (İşte) Ey insanlar!. Cenab-ı Hak (nimetini) böyle çeşitli şekilde (üzerinize tamam eder) size dünyevî ve uhrevî faidelerinizi gösterir, size kurtuluş ve hidayet yollarını beyan buyurur (tâki İslâmiyet’e eresiniz) o nimetleri güzelce düşünerek İslâmiyet’i kabul, Allah’ın Rab sıfatım tasdik eyleyesiniz, o sayede maddî ve manevî selâmete eresiniz.
82. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse artık sana düşen, apaçık bir tebliğden ibarettir.
82. Ey Yüce Resûl!. (Eğer onlar) o kendilerini İslâmiyete davet ettiğin kimseler, kavuştukları o kadar nimetleri takdir etmez (yine yüz çevirirlerse) senin tebliğatını kabulden kaçınırlarsa (artık) sen mazursun (senin üzerine) lâzım (olan) dinî hükümleri, vazifeleri (apaçık bir tebliğden ibarettir) sen bu tebliği yapmış bulunuyorsun, sen teselli bul, bütün sorumlulukları, bu tebliği kabul etmeyenlereaittir.
83. Allah’ın nimetini tanırlar, sonra da onu inkâr ederler ve onların ekserisi kâfirlerdir.
83. Allah’ın birliğini tasdike, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabule davet edilen o bir kısım insanlar (Allah’ın nimetini tanırlar) kavuştukları bir takım nimetlerin kendilerine Allah tarafından verilmiş olduğunu itiraf ederler (sonra da onu) o Kerem sahibi Yaratıcının birliğini (inkâr ederler) o itiraflarınâ fiilen muhalefette bulunurlar, o gerçek güven verici olan Allah Teâlâ’dan başkalarını da mabud tanırlar, bir takım putlara ibadette bulunurlar, onların şefaatleri sayesinde nimetlere ulaşacaklarını sanırlar. Yahut Hazreti Muhammed -Aleyhisselâm- büyük bir ilâhî nimettir. Onun ne kadar güzel ahlâk, olgunluk ve fazilet sahibi olduğunu müşrikler de bilirler, sonra da onun risaletini inkâr ederler. Aynı şekilde: İslâmiyetin de ne kadar faideli, insanlığın yükselmesini, selâmetini temine kâfi hükümleri içerdiğini anlarlar, sonra da onun ilâhî bir din olduğunu inkâra cür’et gösterirler. Nitekim zamanımızda da nice yabancılar, İslâmİyet’in, Kur’an-ı Kerim’in Yüce Peygamberimizin sahip oldukları yüceliği, kutsiyeti anlayıp kısmen de itiraf ettikleri halde yine bâtıl geleneklerine tâbi olarak İslâm dinini kabul etmezler. (Ve onların çoğu) o inkârcıların bir çokları (kâfirlerdir) ancak az bir kısmı henüz yükümlülük çağına ermemiş veya akıl hastası bulunmuş veya kendilerine İslâmî hükümlere dair hiçbir haber ulaşmamış olduğu için onlar birer inatçı kâfir sayılmazlar.
84. Ve birgün her ümmetten birer şahit göndereceğiz. Sonra kâfir olmuş olanlara izin verilmeyecektir ve onlardan bir özür dileme de istenmiyecektir.
84. Bu mübarek âyetler, ahirette tatbik edilecek ilâhî hükümleri ve kâfirlere ait azapların hafiflettirilmiyeceğini bir tehdit olarak bildirmektedir. Ve o zaman müşrikler iletapınmış oldukları putları arasında meydana gelecek olan münakaşalar! ve hakikatın tamamen ortaya çıkarak Allah’ın hükmüne teslimiyetten başka çare bulunamıyacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. O inkârcılara hatırlat (birgün) de gelecektir ki (her ümmetten) kıyamet gününde (birer şahit göndereceğiz) her ümmetin hallerine şahitlik etmek için onlara kendi Peygamberleri şahit gönderilmiş olacaklardır. Onların lehine veya aleyhine şahitlikle bulunacaklardır. Allah’ın hükmü, hikmet gereği bu şahitlikler üzerine cereyan edecektir, (sonra kâfir olmuş olanlara) o kıyamet zamanında izin (verilmiyecektir) özür beyan etmelerine müsaade olunmayacaktır. Veyahut onlar bu şahitlikleri sükûnetle dinleyeceklerdir, onlara dedikodu yapmaya izin verilmeyecektir. (Ve onlardan bir özür dilemede istenmiyecektir) onların af dilemelerine iltifat olunmayacaktır, onlar sürekli olarak hesaba çekilip duracaklardır.
85. Ve zulüm edenler azabı görünce artık onlardan hafifletilmiş olmayacaktır. Ve kendilerine mühlet verilmişte olmayacaklardır.
85. (Ve) nefislerine küfür ile, isyan ile (zulum edenler) kıyamette muhakemeyi gördükten ve şahitlikten sonra (azabı görünce) cehennem, azabına uğrayınca (artık onlardan) o azap (hafifletilmiş olmayacaktır) daima aynı şiddetle azap görüp duracaklardır, (ve kendilerine mühlet verilmiş de olmayacaklardır) hemen azaba yakalanmış bulunacaklardır.
86. Ve müşrikler ortak koşmuş oldukları şeyleri görünce diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz! Bunlar seni bırakıp da bizim kendilerine tapmış olduğumuz ortaklarımızdır. Bunlar da onlara söz atarlar ki: Muhakkak siz yalancılarsınızdır.
86. (Ve) kıyamet günü (müşrikler) dünyada iken kendilerine tapınmış, kendilerini Cenab’ı Hak’ka (ortak) eş ve benzer (tutmuş olduklarını) şeytanları, tapınmış olduklarıputları vesaireyi (görünce diyeceklerdir ki. Ey Rab’bimiz!) ey bize ihsan eden, bizi beslemiş olan Yaratıcımız (bunlar seni bırakıp bizim kendilerine tapmış olduğumuz ortaklarımızdır) bizleri sana yaklaştırmaları için kendilerine ibadet ettiğimiz şeylerdir. (Bunlar da) o ortak koşulmuş olanlar da başlarına gelecek bir felâketten korkarak kendilerini müdafaaya kalkışacak, (onlara söz atacaklardır ki: Muhakkak siz yalancılarsınızdır) siz hakikaten bize ibadet etmediniz, siz ancak kendi havalarınıza, nefsanî arzularınıza tapınmakta bulunmuştunuz. Maamafih bir takım putlar, madde kabilinden oldukları cihetle onların mâbutluk iddiasında bulunmadıkları açıktır. Onların bu tapınmalardan haberleri bile olmamıştır. Cenab-ı Hak, kadirdir ki, onlara da ahirette böyle kendilerini müdafaa edecek bir kabiliyet verir, onlar da o müşriklerin ne kadar cahilce ve iftiracı hareketlerde bulunmuş olduklarını göstererek iddialarını reddedeceklerdir.
87. Ve o gün Allah Teâlâ’ya teslim bayrağını çekmiş olacaklardır. Ve iftira etmekte oldukları da kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır.
87. (Ve o gün) o, kıyamet zamanında o müşrikler (Allah Teâlâ’ya teslim -bayrağını- çekmiş olacaklardır) dünyadaki böbürlenmelerini bırakmış, Hak Tealâ’nın hükmüne teslim olmak mecburiyetinde kalmış bulunacaklardır. (Ve) o kâfirlerden dünyada iken (iftira etmekte oldukları da) öyle kendilerine mâbutluk isnad eyledikleri şeylerde, onların kendilerine şefaat ve yardım edecekleri iddiaları da (kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır) hiç birinden bir fâide görmeyeceklerdir. İşte hakkı bırakıp da mahlukata tapanların, onlardan fâide bekleyenlerin âkibetleri böyle olacaktır.
88. O kimseler ki, kâfir olmuşlardır ve Allah’ın yolundan alıkoymuşlardır, onlar için bozgunculuk yaptıklarından dolayı azaplarınıkat kat arttırmışızdır.
88. Bu mübarek âyetler, insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışan kâfirlerin bu bozguncu hallerinden dolayı kat kat azaba uğrayacaklarını bildiriyor ve her ümmet arasında aleyhlerine şahadet edecek bir zat bulunacağı gibi son peygamberin de bütün ümmetler hakkında bir şahit olarak gönderilmiş olduğunu beyan buyuruyor ve Peygamber Efendimize indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim’in ne kadar yüce, faydalı bir mahiyette bulunduğunu izah buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. Muhakkak (o kimseler ki) kendileri (kâfir olmuşlardır) kendi nefislerini küfre düşürmüşlerdir. (ve Allah’ın yolundan) başkalarını da (alıkoymuşlardır) onları da küfre düşürmüşlerdir. Artık onların cezaları da o nisbette ziyade olacaktır. İşte Cenab-ı Hak o gibi kimseleri tehdit etmek pek korkunç akıbetlerini hatırlatmak için buyuruyor ki: (Onlar için) o kâfir kimseler hakkında (bozgunculuk yaptıklarından dolayı) başkalarını da imandan mahrum bırakmaya çalışıp durmuş olmaları sebebiyle (azaplarını kat kat arttırmışızdır) onlar hem kendi küfürleri yüzünden ve hem de başkalarının küfrüne sebebiyet vermiş oldukları cihetle kat kat azaba uğrayacaklardır. İşte halkı saptırmanın müthiş neticesi!.
89. Ve o gün her ümmet için de üzerlerine kendilerinden birer şahit göndereceğiz, seni de bunların üzerine bir şahit olarak getirdik ve sana kitabı her şey için bir apaçık beyan ve bir hidayet ve bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olmak üzere indirdik.
89. (Ve) Resûlüm!. Kendilerini İslâm dinine davetle emrolunduğun kimselere şunu da ihtar buyur ki: (o gün) o kıyamet zamanında (her ümmet) her cemaat (içinde üzerlerine kendilerinden) kendilerine Peygamber gönderilmiş zatlardan (bir şahit göndereceğiz) o şahit onların imân edip etmediklerine,itaatte mi, isyanda mı bulunduklarına şahitlik edecektir. Yüce Resûlüm!. (Seni de) kudret ve azametimle (bunların üzerine) bütün o ümmetlerin ve şahitlerin üzerlerine veyahut kendi ümmetin hakkında (bir şahit olarak getirdik) seni öyle büyük bir vazifeye tâyin ettik. Yani: Sen kıyamet günü bütün onların hakkında umumi bir şahit olacaksın. Evet.. Resûl-i Ekrem Efendimizin risaleti, evrenseldir, insanlar ve cinlere aittir. Geçmiş ümmetlerin durumlarını da Allah katından öğrenmiştir. Çünkü Kur’an’ı Kerim ile, ilâhî vahiy ile bütün bunlar kendisine bildirilmiş bulunmaktadır. Artık o son peygamber hem, kendi ümmetleri, hem de diğer ümmetler hakkında şahitlik sıfatına sahip olmuştur. İşte Cenab’ı Hak, buyuruyor ki: (ve) Ey Yüce Resûlüm!. (Sana kitab”) Hakikatleri açıklayan Kur’an’ı (her şey için) dinî hususlara, geçmiş ümmetlerin durumlarına, retimaî hayatın can damarı olan esaslara ait mevzular için (bir apaçık beyan) olarak ihsan ettik. Bütün dinî, ictimâî, ahlâkî mes’eleler, bu semavî kitabın gösterdiği metot, usul ve kurallar sayesinde anlaşılmış tâyin edilmiş olabilir. Resûl-i Ekrem’in mübarek hadisleri, sünnetleri de esasen Kur’an’ı Kerim’e dayanmaktadır. İslâm âlimlerinin ictihatları, kıyas yoluyla bir kısım mes’eleleri tâyin etmeleri de yine esasen Kur’an’ı Kerim sayesinde, onun gösterdiği usûl ve metot sayesinde mümkün bulunmuştur. (Ve) o apaçık kitabı (bir hîdayet) sapıklıktan kurtulmaya bir vesile (ve) onu kabul ve tasdik edenler için (bir rahmet ve) bütün (müslümanlar için) cennete, ilâhî lütuflara kavuşacaklarına dair (bir müjde) bir müjdeci (olmak üzere indirdik) çünkü, Kur’an-ı Kerim öyle bir ilâhî kitaptır ki, insanlığın bütün mhî ihtiyaçlarını karşılar, insanlığı en güzel ahlâkî, ictimâî vazifeler ile görevlendirir, insanlığı bütün zararlı, insaniyete aykırı olan hareketlerden meneder. Artık böyle yüce bir kitabı, bütün insanlık için bir hidayet, rehberibir rahmet ve saadet vesilesi olmaz mı? Ne mutlu onun kutsî hükümlerine riayet edenlere!.
90. Muhakkak ki, Allah Teâlâ adaleti, iyiliği ve akrabalara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emrediyor ve çirkin işlerden, fenalıktan hukuka tecavüzden de men ediyor. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.
90. Bu âyeti celile, en mühim ictimâî, ahlâkî esıasları ve umumî, hususî terbiye kurallarını içerir. Ve bütün insanlık için en büyük bir hareket rehberi mahiyetine sahip bulunmaktadır. Şöyle ki: Ey mükellef insanlar!. (Muhakkak ki. Allah Teâlâ adaleti) emrediyor. Her hususta adalete riayet ediniz, her hususta ifrat ve tefritten kaçınarak orta yollu yaşayın, insanların haklarına riayet ederek asla saldırıda bulunmayın. (Ve) Hak Teâlâ Hazretleri (iyiliği) de emrediyor. Vazifelerimizi gerektiği şekilde yapmahyız, insaniyete karşı daima ihsan ile, lütuf ve kerem ile muamelede bulunmalıyız. (ve) Kerem sahibi Yaratıcı (akrabalara) yakın ve uzak akrabaya muhtaç oldukları şeyleri (vermeyi) yardımda bulunmayı da (emrediyor) bunlar en mühim birer insanî vazifedir. (Ve) o Hikmet sahibi Yaratıcı, Ey insanlar!. Sizi (çirkin işlerden) men ediyor, zina gibi, livâta gibi, iffete insaniyete muhalif, ahlâk temizliğine aykırı olan çirkin hareketlerden kaçınmalıdır. Bunların âkibetleri pek korkunçtur. Ve o Yüce Yaratıcı (fenalıktan) da men ediyor. Dînen yasak, aklen çirkin görülen ve reddedilen şeylerden, meselâ: Kıskançlıktan, gıybetten kaçınmalıdır, gadap kuvvetinin aşırı şekilde ortaya çıkmasına meydan vermemelidir. Edeb ve terbiye sahiplerinin çirkin görecekleri şeyleri işlememelidir. Ve Yüce Yaratıcı (hukuka tecavüzden de men ediyor) insanlara karşı haksız yere cebir ve şiddet göstermek, haksız yere onun bunun üstüne atılmak, varlığına saldırmak, dînen yasaktır, kınanmıştır. İşte buüç nevi harekette en önemli yasaklardan sayılmıştır. İşte ey topluluk halinde yaşayan insanlar!. Bu emir ve yasak edilen şeylerin ne kadar mühim olduğunu güzelce (düşünüp tutasınız) gereğine göre hareketlerinizi tanzim edesiniz (diye) Hak Teâlâ Hazretleri bunlar ile size (öğüt veriyor) Artık bu pek mükemmel öğütten yararlanmalıdır, bunun gereğine göre hareket etmelidir. İnsanlığın selâmeti, saadeti ancak bunlara riayet sayesinde tecelli eder.
§ Görülüyor ki: Bu âyeti celile, en lüzumlu, faideli üç şey ile emrediyor, en zararlı üç şeyden de men ediyor. Bunlar ictimâî hayatın en önemli kanunlarıdır, bunlara riayet eden bir cemiyet arasında en güzel bir medenî hayat meydana gelir, ihtiraslardan, tecavüzlerden eser görülmez, halk arasında en faideli bir dayanışma, bir yardımlaşma cereyan eder durur. Bunları biraz izah edelim:
(1) Adl = Adalet: Güzel bir ruhî melekedir. Ifrat ve tefrit arasındaki orta yola riayet sayesinde meydana gelen en büyük bir ahlâkî fazîlettir. Bu melekeye sahip olan insanlar, dünyanın düzenine, sosyal dengeye hizmet etmiş olurlar. Özellikle kâinatın yaratıcısını inkâr sırf bir ifrattır, o ezelî yaratıcıya ortak ve benzer isnâdî da sırf bir tefrittir. Onun ortak ve benzerden uzak olduğunu tasdik ile Allah’ı birlemek ise sırf bir adaletten ibarettir. İnsanların haklarına dinî hükümler çerçevesinde riayet de bir adalettir.
(2) İhsan da iyilik etmektir, bağışta bulunmaktır, hayır adına yapılması münasip olanı yapmaktır, emir olunan bir şeyi gerektiği şekilde meydana getirmektir. Nitekim bir hâdisi şerifte: İhsân Allah Teâlâ’ya sanki onu görüyor imişsin gibi ibadet etmektir, her ne kadar sen onu göremez isen de şüphe yok ki o seni görüyor, diye buyurulmuştur. Binaenaleyh tam bir huzur ve edeb ile ibadette bulunmak da bir ihsan demektir.
(3) Akrabalara yardım etmek, bu da uzak ve yakın akrabaya iyiliktir, onlardan muhtaç olanlara yardımda bulunmaktır, haklarında iyiliksever olmaktır. Buda bir nevi ihsan ise de, hususî önemi arzetmesinden dolayı ayrıca zikredilmiştir. Hattâ bir hâdisi şerifte: Sevabı en acele verilecek itaat “sıla-i rahın”dır. Yani: Akrabaları vakit vakit zi-yarettir. Şimdi düşünelim: Bir cemiyetin fertleri, bu üç vazifeyi güzelce yapmaya çalışırsa aralarında pek güzel medenî, insanî bir hayat yüz göstermez mi?. Aralarında düşmanlıktan, zulûmdan, hukuka tecavüzden, akrabalık bağlarını koparmaktan bir eser görülebilir mi? Cemiyet hayatında sağlam bir inanç, mutlu bir hayat, karşılıklı bir sevgi ve dayanışma görülüp durmaz mı?. İşte bu üç ilâhî emre uymak, böyle muntazam, yüceltmeye lâyık bir medenî cemiyet meydana getirmiş olur. Şimdi biraz da yasaklanan üç özellik üzerinde duralım:
(1) Fahşa: Şehvanî kuvvetlerin ifrat derecesindeki heyecanıdır, temiz yaratılışların nefret edeceği, sağlam akılların noksanlık sayacağı herhangi çirkin bir harekettir. İslâm dininin ruhsatı hariçindeki şehvanî lezzetler bu cümledendir. Bunlara fuhşiyat da denir. Zina, livâta, nâmahreme şehvetle bakmak gibi. Fuhşiyattan olan şeyler ictimâî hayatı zehirler, felce uğratır, ruhları söndürür, cemiyet hayatında güzellikten, hakikî temizlikten eser bırakmaz.
(2) Münker de şeriatın veya aklın çirkin gördüğü veya Kur’an’da, Peygamber’in sünnetinde mevcut olmayan herhangi bir şeydir. Gadap kuvvetinin izlerini ortaya koyma hususundaki ifrattan ibarettir. Herhangi bir kimseye karşı lüzumsuz yere kalben bir düşmanlık, kötülük beslemek gibi. Kıskanma, gıybet de bu cümledendir. “Düşen bir kimsenin kurtulması gayetle müşküldür” “Hüda hıfz eylesin girdabe-i fahşav-ümünkerden”
3. Bağy: Bu da insanlara karşı kibirlenmek, azamet ve büyüklük göstermeğe çalışmaktır, insanlar üstün gelmeye cür’et göstermektir.
“Kibriya-ü azamet hakka yarar”
“Kul olanda bu sıfatlar ne arar”
Bağy, hayal gücünün bir kötü neticesidir. Sahibini gurura, kendini beğenmeye sevkeder. Bağy, haddızatında bir azgınlıktır, dikbaşlılıktır, normalin sınırını aşma talebinde bulunmaktır, isterse, fiilen tecavüz vuku bulmasın. Bir idareciye karşı isyan eden şahsa baği, kötü yola ve günaha düşen bir kadına da “müre-i bağiye” denir. Çoğulu bağiyattır. İşte kendilerinden yasaklanan bu üç şey de son derece zararlıdır, cemiyet hayatı için ne kadar helâk edici birer felâket sebebidir. Bunların işlenip durduğu yerlerde iffetten, ahlâk temizliğinden eser kalmaz, ümmetin fertleri için şeref vesilesi, dayanışma sebebi olacak bir vasıta bulunamaz, millî hürriyet bozulmuş, insanların hukuku mahv ve perişan bir hâle getirilmiş olur. Kısacası: Mukaddes İslâm dini, İslâm milletini yüceltmek için bütün sosyal felâketlerden korumak için kendilerine adaleti, ihsanı, akraba hukunu gözetmeyi emretmektedir. Cemiyet hayatında ferdî, ictimâî felâketlere, düşmanlıklara meydan verilmemesi için de fuhuşu, fenalığı ve azgınlığı katiyyen yasaklamıştır. Bu emir ve yasak, bütün insanlık hakkında ne büyük bir ilâhî ihsandır ve bizim uyanmamız, güzelce düşünüp hayatımızı tanzim edebilmemiz için de ne kadar edebî, yüce bir ilâhî öğüttür. İbni Mes’ut, Radiallahü Teâlâ anh demiştir ki: Kur’an-ı Kerim’de hayır ve şerri en çok bir araya toplayan âyet, bu:
âyeti celilesidir. Eğer Kur’an’da başka bir âyet daha olmasa idi bu âyeti kerime, yine Kur’an’ın her şey için bir açıklayıcı ve bir doğru yolu gösterici olmasına kifayet ederdi. Bu âyeti celile, Halife Ömer Ibnü’l Azîz’in zamanından beri cuma günleri hutbelerde okunmakta, müslüman cemaatlere en mükemmel bir öğüt verilmektedir. Ne mutlu akıllarını, kuvvetlerini, iradelerini güzelce kullanarak bu pek yüksek emirlere, yasaklara, hakkıyla uyanlara.
91. Ve antlaşma yaptığınız zaman da Allah’ın ahdini yerine getiriniz ve yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayınız. Halbuki, Allah Teâlâ’yı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ yapacağınız şeyi tamamen bilir.
91. Bu mübarek âyetler, müslümanların mükellef oldukları şeylerin bir kısmını ayrıntılı olarak bildiriyor. Antlaşmalara ve pekiştirilmiş yeminlere uyulmasını bir misâl vererek emrediyor, insanların çeşitli varlıklara sahip olmalarından dolayı birbirine karşı rekabette bulunmamalarını tavsiyede bulunuyor, insanların bir vaziyette top-lanılmamasının bir hikmet gereği olduğuna işaret ve herkesin sorguya tâbi olacağını ihtar “buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) ey İslâm dinini kabul edecek kimseler!. (Antlaşma yaptığınız zaman da) Resûl-i Ekrem ile balatta bulunduğunuz, yani onnu dinine hizmet edeceğinize dair söz verdiğiniz vakit de (Allah’ın ahdini yerîne getiriniz) o biata uyunuz. Çünkü Resûlullah’a biat etmek, onun risaletini kabul eylemek, Cenab-ı Hak ile yapılan bir antlaşma ve yemin mesabesindedir. Artık bunu muhafaza etmek mühim bir vazifedir. (Ve yeminleri takviye ettikten sonra) yaptığınız antlaşmaları Cenab’ı Hak’ka yemin ederek pekiştirdiğiniz takdirde onlara hakkıyla uyunuz, onları (bozmayınız)sonra yemini bozmuş, günahkâr olmuş olursunuz. (Halbuki, Allah Teâlâ’yı, üzerinize kefil) şahit, gözcü (kılmışsınızdır) onun mukaddes adına yemin ederek sözünüzü kuvvetlendirmişsinizdir. Artık nasıl olurda onu bozabilirsiniz? (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ yapacağınız şeyi tamamen bilir) yaptığınız anılaşmalara, yeminlere uyup uymayacağınızı da hakkıyla bilir, ona göre mükâfat ve ceza verir.
92. Ve ipliğini sağlamca büküp yaptıktan sonra çözüp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin diğer bir ümmetten daha fazla servet, kuvvet sahibi olduğu için yeminlerinizi aranızda bir fesat aracı edinirsiniz. Şüphesiz ki, Allah Teâlâ sizi bununla imtihan eder ve elbette kendisinde ihtilâf etmekte olduğunuz şeyi size kıyamet gününde açıkça beyan edecektir.
92. (Ve) Ey biat edenler!. Bu biatınızı bozmayınız (ipliğini sağlamca büküp yaptıktan sonra) bir vesvese, bir yanlış düşünce tesiriyle onu (çözüp bozan kadın gibi olmayın) siz de kuvvetlice yaptığınız ve hakkınızda pek faideli olduğu muhakkak bulunan bir antlaşmayı, bir biati bozup da öyle zararınıza hareket etmiş olmayınız. Böyle bir hareket, büyük bir cehalet, bir ahmaklık eserinden başka bir şey değildir. Müfessirlerin açıklamasına göre bu kadından maksat, Kureyş kabilesine mensup “Rita” ismindeki bir kadındır. Bu, sabahtan öğleye kadar çalışır yünden, kıldan ip eğirip büker, urgan yaparmış, öğleden sonra ise kendisine ariz olan bir vesvese tesiriyle o urganı söker, darmadağın eder, boş yere çalışmış bulunurdu. İşte bu, faideli şeylerin kadrini bilmeyip onları bozmaya çalışanlar hakkında maddî bir misâldir. Ne yazık ki: Siz (bir ümmetin diğer bir ümmetten daha ziyade) adet kuvvet veya servet sahibi (olduğu için yeminlerinizi aranızda bir fesat aracı edinirsiniz) bir zulme, hiyanete vesile edinirsiniz. Bu nasıl caiz, uygun olabilir?.Vaktiyle kabileler arasında anlaşmalar yapılırmış, sonra bir kabile, diğer bir kabileyi daha kuvvetli, daha faideli görünce kendisiyle antlaşma yaptığı kabileyi bırakır yemini bozar, hileye sarılır, o diğer kabile ile antlaşma yapmaya başlardı. Bu suretle ahlâk bozulmuş, antlaşmaların kıymeti kalmamış bulunuyordu. Halbuki, insan sözünde sabit olmalıdır, öyle lüzumsuz yere bir antlaşmayı bir hiyanetle bozmak doğru olamaz. Cemiyetler arasında itimat kalmaz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sizi bununla) ümmetlerin cemaatlerin kuvvet ve servet vesaire itibariyle muhtelif vaziyetlerde bulunmalariyle (imtihan eder) haklarında imtihan ediyormuş gibi bir muamelede bulunur. Cenab-ı Hak, herkesin bütün hâl ve durumunu bilir. İmtihan ihtiyacından uzaktır, ancak böyle bir imtihan, insanlara kendilerinin vaziyetlerini bildirmek içindir, onların sözlerini yerine getirip getirmediklerini kendilerine göstermek içindir, (ve elbette kendisinde ihtilâf etmekte olduğunuz şeyi) dünyada iken kabul veya inkâr etmekte olduğunuz şeyleri ve bu hususta isabet edip etmediğiniz! (size kıyâmet gününde açıkça beyan edecektir.) ona göre hakkınızda mükâfat veya ceza tatbik edilecektir. Artık daha dünyada iken hareket tarzınızı güzelce düzenlemeye çalışınız.
93. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizleri bir tek ümmet kılardı. Fakat o dilediğini sapıklıkta bırakır ve dilediğini hidayete erdirir ve sizler yapmakta olduğunuz şeylerden elbette sorulacaksınızdır.
93. (Ve) Ey insanlar!. Şunu da biliniz ki: (Eğer Allah Teâlâ dilese idi) ilâhî hikmetine uygun bulunsa idi (elbette sizi bir tek ümmet kılardı) aranızda bir birlik meydana getirirdi. Dînî ve dünyevî ihtilâflara düşmezdiniz. (Fakat o) Hikmet sahibi Yaratıcı (dilediğini sapıklıkta bırakır) kendi yaratılışlarını, iradelerini kötüye kullananları sapıklıktan ayırmaz. (Ve dilediğini) de (hidayet erdirir) kendi ihtiyarlarını,kabiliyetlerini güzelce kullananlar! da bilir, onları hidayete erdirmiş olur. Bu bir hikmet gereğidir. (Ve) Ey insanlar!, (sizler) bu dünyada iken (yapmakta olduğunuz şeylerden) verdiğiniz sözü tutup tutmadığınızdan ve diğer dinî vazife-lerinizden kıyamet günü (elbette sorulacaksınızdır.) dünyadaki kesb ve iradenizden dolayı sorgulamaya tâbi olacaksınızdır. Iyilik yapan ve sözlerinde duranlar hakkında ilâhî lütuf tecelli edecektir. Zalim, yeminlerine, antlaşmalarına riayetsiz olanlar da ilâhî adalet gereği lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır.
§ Enkas; Niksin çoğuludur. İpliği fitil yapıp kuvvetlendirdikten sonra bozmak mânasınadır. Eski bir elbise, vesaireyi bozup gazete = eğirmeğe, bükmeğe kabilyeti olanını yeniden eğirip bükmek mânasını da ifade eder.
§ Dehl; bozgunculuk” hile mânasınadır. Bir şahsı aldatmak için dıştan sözünü yerine getirir gibi görünmek, gerçek halde ise düşman olup sözü gizlice bozmak bir denî’den ibarettir.
94. Ve yeminlerinizi aranızda hileye, fesada vesile edinmeyiniz ki bir ayak sabit olduktan sonra kayar. Ve Allah yolundan alı koyduğunuzdan dolayı kötülüğü tadarsınız ve sizin için büyük bir azap da vardır.
94. Bu mübarek âyetler, hileye baş vurarak yeminlerini bozanları Allah’ın azabı ile tehdit etmektedir. Sözlerine riayet edenlere ve güzel amellerde bulunanlara da, kalıcı olan ilâhî lütuflara ve amellerinin üstünde mükâfatlara kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey peygamberlerin sonuncusu ile sözleşme ve yeminde bulunmuş olanlar!. (Yeminlerinizi aranızda fesada) tuzak ve hileye (vesile edinmeyiniz) yaptığınız sözleşmeyi, yemini birer bahane ile bozmaya cür’et göstermeyiniz (ki) bu sebeple (bir ayak sabit olduktan sonra) merkezinden (kayar)mertebesini, kararlılığını kaybeder. Yani: İmân ile, Resûlullah’a karşı yapılan hizmet ve sadakat ile kuvvet ve güce kavuşan bir şahıs, bilâhare sözünde durmaz, yeminde sebat etmezse mevkiini kaybeder, kendisini helâke, azaba maruz bırakmış olur. (ve Allah’ın yolundan) Allah’ın dininden kendi nefislerini veya başkalarını (men ettiğinizden dolayı) bir takım hilelere, tuzaklara cür’et göstermeniz sebebiyle dünyevî bir (kötülüğü) bir takım azapları, sıkıntıları (tadarsınız) başınıza bazı felâketler gelir. Bununla beraber (sizin için büyük) sabit (bir azap da vardır) öldükten sonra ahiretde müthiş bir azaba da maruz kalacaksınızdır. İşte dine karşı ihanetin, dinden dönmenin ebedî cezası.
95. Ve Allah’ın ahdini az bir bedel ile değişmeyin. Şüphe yok ki, Allah’ın katındaki sizin için daha hayırlıdır, eğer bilir iseniz.
95. Ve ey insanlar!. (Allah’ın ahdini) Peygamberi ile yaptığınız biati, anılaşmayı muhafaza ediniz, öyle ebedî selâmete, saadete vesile olan pek muazzam bir nimeti, dünya varlığı gibi, (az bir bedel ile değişmeyin) bu dünyevî varlık ne kadar büyük görülse de geçicidir, o muazzam din nimetine karşı ne kıymeti olabilir?. (şüphe yok ki. Allah’ın katındaki) sevap, dünyevî ve uhrevî mükâfat, zafer ve ganimet (sizin için daha hayırlıdır) o ebedî bir hayır ve olgunluktur. (Eğer bilir iseniz) eğer siz bilgili ve iyi ile kötüyü birbirinden ayıran kimseler iseniz, elbette bunu takdir edersiniz. Deniliyor ki: Kureyiş müşrikleri, bazı zayıf müslümanları saptırmaya çalışıyorlardı, dinden döndükleri takdirde kendilerini faidelendireceklerini va’d ediyorlardı. İşte bu âyetler, o gibi kimseleri uyanmaya davet etmekte bulunmuştur.
96. Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise bakidir. Ve sabır edenleri amellerinin daha güzeli ile muhakkak ki, mükâfatakavuşturacağız.
96. Ey insanlar!. Şüphe yok ki, (sizin katsnızda) dünyevî varlıklar, lezzetler (tükenir) birgün ellerinizden çıkar, ne kadar çok görülse de nihayet yok olur. Fakat (Allah’ın katındaki ise bakidir) onun rahmet hazineleri nihayet bulmaz, onun dünyevî ve uhrevî nimetleri birer saadet vesilesidir, onun rızasına uygun olan dünyevî bir nimet, uhrevî saadeti kazanmaya sebep olur. Hak yolunda sarfedilen servetler gibi. Cenab-ı Hak’kın uhrevî nimetleri ise pek muazzamdır ve ebedîdir. Artık akıllı olan bir insan elbetteki, bu ebedî nimetlere kavuşmak için çalışır bu yolda sabır ve sebattan ayrılmaz işte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (ve sabır edenleri) müşriklerin, bir takım kâfirlerin eziyetlerine tahammül ve kötü telkinlerine karşı direnç gösterip dîni vazifelerini yapmaya devam eyleyenleri (amellerinin daha güzeli ile muhakkak ki, mükâfata kavuşturacağız.) onlara amellerinin kat kat sevabını vereceğizdir. O sabırlarından dolayı kendilerini büyük mükâfatlara kavuşturacağızdır.
97. Erkekten veya kadından her kim mümin olduğu halde bir salih amelde bulunursa elbette onu temiz bir hayat ile yaşatırız ve onları yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle muhakkak ki, mükâfata erdireceğiz.
97. Evet.. Hak Teâlâ’nın mümin kulları hakkında ilâhî lütufları pek fazladır. İşte buyuruyor ki: (Erkekten veya kadından herkim mümin olduğu halde bir salih amelde bulunursa) üzerine düşen herhangi bir kulluk vazifesini yerine getirirse (elbette onu temiz bir hayat ile yaşatırız) onu dünyada helâl bir rızka kavuştururuz. Bol bir rızka ulaşırsa şükrünü yerine getirerek uhrevî bir mükâfaata aday olur. Rızkını dar bulursa sabır eder, kanaat eder, kısmetine razı olur. O da bu yüzden uhrevî mükâfatlara aday bulunur.'(Ve onları) öyle güzel itikatlı, sabırlı kullarıdünyada iken (yapmakta oldukları amellerin) ibadetlerin itaatların (daha güzeliyle) kat kat sevabiyle (muhakkak ki) ahirette (mükâfata erdireceğizdir.) onlar, İmanlan sayesinde ebedî saadetlere kavuşacaklardır. Kâfirler ise dünyada güzel görülen bir amelde, meselâ fakirlere yardımda bulunsalar bunun mükâfatını olsa olsa dünyada görürler, onlar için bu amelleri uhrevî mükâfata vesile olamaz. Çünkü uhrevî mükâfata kavuşmanın birinci şartı İslâmiyet’in gösterdiği şekilde imandan ibarettir. Bu imân bulunmadıkça uhrevî mükâfata, azaptan kurtulmaya bir çare yoktur.
98. İmdi Kur’an’ı okuyacağın zaman o kovulmuş olan şeytandan hemen Allah’a sığın.
98. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim okunduğu zaman şeytanın şerrinden Cenabı Hak’ka sığınılmasını emrediyor. Şeytanın inanan ve Allaha dayanan zatlara değil, kendisini dost tutan ve müşrik bulunan kimselere musallat olacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: En güzel amellerden biri de Kur’an-ı Kerim’i okumaktır. Bu okuma anında şeytanî vesveselerden kurtulmak için en birinci çare ise Cenab-ı Hak’ka sığınmaktır. İşte bu mühim çareye işaret için buyuruluyor ki: (İmdi) Ey Yüce Resûl!. Ey Resulûllah’ın ümmetinden bulunan zat!. (Kur’an okuyacağın zaman) o mukaddes kitabın âyetlerini okuyacağın vakit (o koğulmuş) Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış (olan şeytandan) iblisten ve öyle lânete uğramışların vesveselerinden kurtulmak için (hemen Allah’a sığın) o Kerem sahibi yaratıcıya sığın, ondan niyazda bulun, seni öyle melunların şerlerinden, vesveselerinden muhafaza buyursun. Bu sığınma, bu korunma vazifesi “evzü billâhi mineşşeytanirracîm” diye yapılır. Cibril-i Emin, bunu bu şekilde Levh-i Mahfuz’dan alarak Resûl-i Ekrem’e bildirmiştir. Bu istiâze (korunma) âlimlerin çoğunluğuna göre mendubtur, sünnettir Ataya göre isevaciptir. Bu, sesli de sessiz de yapılabilir. Bazı zatlara göre bu istiâze, Kur’an okunduktan sonra yapılır. Ashab-ı kiramdan bazıları ve İmam- Mâlik ile İmam-ı Zâhiri bu görüştedirler. Fakat ashab-ı kiramın ve fâkihlerin (İslâm hukukçularının) çoğuna göre okumaya başlamadan yapılır. Kur’an-ı Kerim’in okunması gibi mukaddes bir ibadete başlarken istiazede bulunulması ile emir edilmesi diğer herhangi bir hayırlı amelde de başarı sağlanması ve şeytanların vesveselerinden korunulması için istiazenin gerekli olduğunu göstermektedir.
99. Muhakkak ki, îmân etmiş olanların ve Rab’lerine tevekkülde bulunanların üzerine onun için bir hâkimiyet yoktur.
99. (Muhakkak ki, İmân etmiş olanların) Allah’ın birliğini tasdik, İslâm dinini kabul eylemiş zatların (ve Rab’lerine tevekkülde bulunanların) Cenab-ı Hak’ka işleri havale ederek her hususta başarıyı ve korunmayı o kerem sahibi mabûttan bekleyenlerin (üzerine onun) o kovulmuş şeytan (için bir hâkimiyet yoktur) o gibi zatlara şeytan musallat olamaz, vesveseler! ile onları saptıramaz. Öyle inanan ve hakka dayanan zatlar, Allah’ın koruması altındadırlar. Şeytanî vesveselerin onlara tesiri yoktur, şeytan onların işlerine karışamaz.
100. Şüphesiz ki, onun hâkimiyeti ancak onu dost edinenlerin ve Allah’a ortak koşanların üzerinedir.
100. (Şüphesiz ki, onun) o şeytanın (hâkimiyeti) musallat olması, sözünü geçirmesi vesveselerinin sürekli ve tesirli olması (ancak onu) o şeytanı kendilerine (dost edinenlerin) onu dost tutup vesveselerine kıymet veren ve onun davetini kabul eyleyenlerin üzerinedir. (Ve) o şeytanın hâkimiyeti (Allah’a ortak koşanların üzerinedir) binaenaleyh şeytanın ve şeytan yaratılışlı kimselerin kötü telkinlerinden korunmak için Allah’ın birlmiğini tasdik etmekten, ilâhî dîni seçmekten ve YüceYaratıcının korumasına sığınmaktan başka çare yoktur.
101. Ve biz bir âyeti bir âyetin yerine getirince, Allah ise indirdiğine çok iyi bilir, dediler ki: Sen şüphesiz bir iftiracısın. Hayır.. Onların çoğu bilmezler.
101. Bu mübarek âyetler, Allah tarafından mukaddes ruh vasıtasiyle son Peygamber’e inen Kur’an ayetlerinden bazılarının hikmet gereği neshedilmesini (yürürlükten kaldırılmasını) bahane ederek Hz. Muhammed’in Peygamberliğini inkâr edenleri reddetmektedir. Kur’an-ı Kerim’in yabancı dille değil, Arapça olarak nâzil olduğunu bildirmektedir. Kur’an’ı Kerim’in âyetlerine inanmayanların, yalancı, iftiracı, kâfir kimseler olduğundan onların hidayetten mahrum ve elem verici bir azaba mahkûm bulunduklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: İslâmın başlangıcında dînî hükümler, Kur’an’ı Kerim vasıtasiyle yavaş yavaş tebliğ edilmekte idi. Sonra bu hükümlerden bazılarının yerine diğer hükümler konulmuştur ki, buna “nesh = değiştirme” denilmiştir. Bu bir hikmet gereğidir. Meselâ: Başlangıçta bir İslâm mücahidinin cihad alanında on düşmana karşı koyması emir olunmuştu. Sonra müslümanların sayısı çoğalınca kendilerine kolaylık olması için bir İslâm askerinin iki düşman askerine karşı durması emir edilmiştir. Aynı şekilde: Başlangıçta Mescid’i Aksaya yönelerek namaz kılınırdı, sonra Kâbe-i Muazzama kıble edinilmiştir. Ve namazlar da bilahara beş vakit olarak emredilmiştir. Bütün bunlar ilâhî vahyin inişi zamanında birer hikmet ve menfaata dayalıdır. Fakat bu husustaki hikmet ve faydayı bir takım kâfirler anlayamıyorlardı. İşte Cenab-ı Hak o kâfirlerin öyle cahilce dedikodularını gözler önüne seriyor (Ve) buyuruyor ki (biz bir âyeti bir âyetin yerine getirince) bir dînî hükmü bildiren bir Kur’an âyeti yerine o hükmü ortadan kaldıran diğerbir âyeti kerime indirince o kâfirler söylenmeğe başladılar. Halbuki, (Allah ise indirdiğini çok iyi bilir) önceden indirdiği ve sonradan indireceği âyetlerin ne gibi hikmetlere, faidelere dayalı olacağını hakkıyla bilen ancak o kerem sahibi mabûttur. Kulları hakkında en faideli olan hükümler neler ise onları tesbit etmiş ve emretmiş olur. O kâfirler ise bu nesh hikmetini takdir edemediler. Bilâkis (dediler ki:) Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (sen şüphesiz bir iftiracısın) Allah adına yalan yere söz söylüyorsun, bir şey ile emrediyorsun, sonra ondan men eyliyorsun. (Hayır) o kâfirler takdir edemiyorlar, öyle bazı neshin meydana gelmesindeki hikmetleri anlayamıyorlar (onların çoğu bilmezler) onlar hatayı sevaptan ayıramazlar, neshin ne gibi faidelere, menfaatlara dayalı bulunduğunu anlayamazlar. Onların bir kısmı da bu faideleri, maslahatlar! anla-yabilseler de yine sırf inatlarından dolayı öyle inkâra devam eder dururlar.
102. De ki: Onu Rabbin tarafından hak olarak Mukaddes ruh indirmiştir ki, îmân edenleri sabit kılsın ve Müslümanlar için bir hidayet ve bir müjde olsun.
102. Resûlüm!. O inkârcılara (de ki: Onu) o Kur’an’ı Kerim’i (Rab’bin tarafından hak olarak) hikmete uygun ve sabit bir hakikat olmak üzere (kutsal ruh indirmiştir) mukaddes ve temiz olan Cibril-i Emin, Allah tarafından son peygambere indirmiştir (ki, İmân edenleri sabit kılsın) o Kur’an-ı Kerim ile müminlerin kalplerini kararlı kılsın, o Kur’an-ı Kerim’deki hikmet ve menfaata uygun olan âyetleri görüp okudukça inançları pek kuvvetlenerek imân nurları kalplerinde pek fazla parlamaya başlayıp dursun (ve) o kutsî âyetler, (müslümalar için bir hidayet) açık bir beyan, bir mutluluk rehberi (ve bir müjde olsun) öyle Kur’an’ın hükümlerine tâbi olup onun ilâhî birkitap olduğuna inananlar için uhrevî selâmet ve saadete kavuşacaklarını müjdeleyici bulunsun. Böyle bir inançtan mahrum olanlar ise şüphe yok ki, hidayetten, selâmetten ebediyyen mahrum kalacaklardır.
103. Ve muhakkak biliyoruz, onlar derler ki, onu şüphe yok bir insan öğretiyor. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır, bu ise apaçık bir Arapçadır.
103. (Ve) Resûlüm!, (muhakkak biliyoruz, onlar) o kâfirler (derler ki, onu) o Kur’an’ı (şüphe yok bir insan öğretîyor) öyle Cebrili Emin vasıtasiyle inen, yüceliği gün gibi açık bulunan bir büyük mucizeyi takdir edemiyerek böyle bâtıl bir iddiaya cür’et gösterirler. Halbuki, bu Kur’an’ı (kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır) o şahıs, böyle Arap dilini bilen ve belâgatına sahip olan birisi değildir, bu kadar hakikatları, hikmetleri bilip telkin edecek kabiliyetten mahrumdur. O şahıstan maksat, kimdir?. Onu açıklamıyorlar. Çünkü haddızatında öyle bir şahıs yoktur. Onun Selman-ı Farisî veya Belam adında bir Hıristiyan veya Rumca konuşur olan İbni Meysere gibi bir kimse olduğu sanılmaktadır. (Bu ise) bu mucize Kur’an ise (apaçık bir Arapçadır) artık bunu yabancı kimseler nasıl meydana getirebilirler?. O inkarcılar, bu hakikatı görmüyorlar mı?. Öyle bir iddiaya nasıl cür’et gösteriyorlar?. Bunun bir sûresine bile en fasih, edip Araplar bile bir nazire meydana getirmekten âciz bulunmuşlardır.
104. Şüphe yok, o kimseler ki, Allah’ın âyetlerine imân etmezler, Allah onlara hidayet etmez ve onlar için pek acıklı bir azap vardır.
104. (Şüphe yok, o kimseler ki. Allah’ın âyetlerine imân etmezler) onları inkâr ederler. Onları insanların uydurduğu bir şey sanırlar, onlara “öncekilerin masallar!” derler, onları birer iftiradan ibaret kabul ederler, artık (Allah onlara hidayet etmez.) onları Hakka, kurtuluş yoluna erdirmez, onları İman şerefinekavşuturmaz. (Ve onlar için) ahirette (pek acıklı bir azap vardır) onlar müthiş bir cehennem azabıyla karşı karşıya kalacaklardır.
105. Yalanı ancak Allah’ın âyetlerine imân etmeyenler uydurur. İşte yalancı olanlar onlardır.
105. Onlar yüce bir Peygambere iftira mı isnat ediyorlar?. Haşa.. O Peygamber ile diğer müminler iftirada bulunmazlar, (yalanı) iftirayı (ancak Allah’ın âyetlerine imân etmeyenler uydurur) öyle yalanları, Kur’an insanların sözüdür diyenler söylemiş olurlar, (işte) hakikaten (yalancı olanlar onlardır) öyle Allah’ın âyetlerine inanmayan yüce peygamberi tasdikten ve yüceltmekten kaçınan kâfir kimselerdir. Artık onlar kendilerinin bu dinsizliklerini, bu pek büyük ahlâksızlıklarını düşünüp de başkalarına gerçek dışı isnatlarda bulunmadan çekinmeli değil midirler?.
106. Kalbi İmân ile dolu olduğu halde zorlanan müstesnâ, fakat her kim imanından sonra Allah Teâlâ’yı inkâr eder de küfre kalbini açarsa işte onların üzerine Allah’tan bir gazap vardır ve onlar için pek büyük bir azap da vardır.
106. Bu mübarek âyetler, dinden dönerek kalben ve lisânen kâfir olanlar ile bir zorlamadan dolayı sözle kâfir olanların haklarındaki dînî hükme işaret ediyor, öyle küfürlerinden dolayı kalpleri ferahlamış olanların Allah’ın gazabına ve büyük bir azaba mâruz kalacaklarını ihtarda bulunuyor. Onların dünya hayatını ahiret hayatına tercih ettiklerinden dolayı nasıl bir felâkete uğradıklarını ve nasıl ebedî bir ziyana uğrayacaklarını da beyan buyuruyor. Şöyle ki: (Kalbi İmân ile dolu) sağlam inancı değişimden korunmuş (olduğu halde) küfrü söylemesi için (zorlanan) hayatına kasdetmek veya bir uzvunu kesmek gibi bir şey ile korkutulan bir mümin, böyle bir zorlamadan dolayı sözleküfrü kabul etse o (müstesnâ) dır. Böyle bir zorlamadan dolayı küfrünü ortaya koyduğu için kâfir olmaz. Önemli olan kalbidir, yeterki kabindeki İmân sâbit bulunsun. (Fakat) öyle olmayıp da (her kini imandan sonra) İslâmiyeti kabul etmiş iken bilâhare (Allah Teâlâ’yı inkâr eder) küfrünü itiraf eder veya küfrü gerektiren bir hareketi tercihde bulunur (da küfre kalbini açarsa) yani: Küfrü kabul etmesi için göğsünü genişletir, kalbi ferah olarak razı olursa (işte onların üzerine Allah’tan) Allah tarafından pek muazzam (bir gazap vardır) korkunçluğunu tayinden âciz bulunduğumuz pek büyük bir şiddet takdir edilmiştir (ve onlar için pek büyük bir azap da vardır) onlar bu irtidatlarının öyle müthiş cezasını ahiretde göreceklerdir. .
§ İkrah: Lûgatte bir kimseyi istemediği bir sözü söylemeğe veya bir işi yapmaya zorlamaktır. İstilâhta ikrah, bir kimseyi tehdit ile, korkutmakla rızası olmaksızın bir sözü söylemeğe veya bir işi yapmaya haksız yere sevketmektir. Buna “icbar” da denilir. Ve bu ikrah iki kısma ayrılır. Birincisi: “İkrahı mülef’dir ki: Bu öldürmekle, organ kesmekle veya bunlardan birine sebep olacak şiddetli bir ceza ile yapılan zorlamadır ki, zorlananın rızasını yok eder, iradesini bozar, bununla beraber asıl iradesi yine sâbit bulunur. İkincisi de “ikrahı gayrı müler’dir ki: Yalnız üzüntü ve kederi gerektirecek derecedeki dövmek ve hapsetmek gibi şeyler ile yapılan zorlamadır ki, zorlananın rızasını giderirse de iradesini bozmuş olmaz. Bu zorlamaların hükümleri ise şöyledir:
(l) Bir mümin bir “ikrahı mülerden dolayı sözle küfrü kabul etse Allah katında kâfir olmuş olmaz. Yeter ki, kalben imanında sebat etmiş olsun. Bununla beraber böyle bir zorlamaya rağmen sebat edip de küfrü sözle de olsakabul etmezse faziletli olan yolu tercih etmiş olur, bu yüzden öldürülrse şehit sayılır, İslâmiyeti ilk kabul edenlerden olan “Ammar” ile babası “Yâsir” ve annesi “Sümmeyye” böyle bir zorlamaya mâruz kalmışlardı. Babası ile.valdesi sebat ederek öldürülmüşlerdi. İslâmiyette ilk şehit edilen bu iki zattır. Ammar ise kalben imanında sâbit olduğu halde uğradığı zorlamadan dolayı sözle küfrü kabul etmişti. Ammarın böyle din değiştirdiğini Resûlullah’a haber verdiler, Resûl-i Ekrem ise: Hayır.. Ammar’ın bütün bedeninin organları İmân ile doludur, o dininden dönmez diye buyurmuştu. Ammar ise ağlayarak Peygamberin huzuruna geldi, o merhamet deryası Peygamberde Ammar ın gözlerini sildi, ona teselli verdi, öyle bir zorlanmadan dolayı küfrü söyleyebileceğini, ondan dolayı Allah katında mes’ul olmayacağını kendisine müjdeledi.
(2) Bir kimse bir “ikrahı mürr’den dolayı başkasının bir malını yok edebilir. Bu mübahtır. Maamafih başkasının malına tecavüzden kaçınırda bu yüzden öldürülürse sevaba nail olur.
(3) Herhangi bir zorlamadan dolayı başkasının hayatına kasdetmek veya bir uzvunu kesmek veya onu öleceğinden korkulacak derecede dövmek veya kendi anasını babasını isterse azca olsun dövmek caiz olmaz, haramdır. Nefisler eşittir. Bir kimse kendi nefsini kurtarmak için başkasının nefsine kastedemez, anaya, babaya ezada bulunmak ise katiyyen yasaktır.
(4) Zina da öldürme hükmündedir. Binaenaleyh zorlamadan dolayı zina da helâl olmaz. Hattâ İmam-ı Azam’dan bir görüşe göre bundan dolayı zina cezası da lâzım gelir. Deniliyor ki: Zorlama, şiddetli bir korkuyu icabeder. Böyle bir korku ise cinsel organın sertleşmesine mânidir. Zina yapıldığı takdirde ise onun zorlama yoluyla değil, isteyerek yapıldığıanlaşılmış olur.
(5) Zorlamadan dolayı yapılan boşamalar, İmam-ı Âzam’a göre vâki olur. İmam-ı Şafiîye göre vâki olmaz.
(6) İkrahı mülciden dolayı şarap içmek, domuz etini veya kendi kendine ölmüş, ölü sayılan herhangi bir hayvanın etini yemek vaciptir. Hayatı kurtarmak için bu tercih edilir bunda başkasına bir zarar yoktur ve Cenab-ı Hak’kın yasağına kasden razı olmak ve muhalefette bulunmak sözkonusu değildir.
107. Bu da bu korkunç ceza da onların dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercihen daha fazla sevmiş olmalarındandır ve şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.
107. (Bu da) O İslâm dininden dönenler hakkında bu korkunç ceza da yahut onların öyle imandan sonra küfrü tercih etmeleri de (onların dünya hayatını ahiret hayatı üzerine) tercih etmeleri sebebiyledir, fanî olan dünya hayatını (daha fazla sevmiş) onun uğrunda mutluluk kaynağı olan ahiret hayatını feda eylemiş (olmalarındandır) onlar dünya varlığına düşkünlük göstermiş, bakî olan ahiret nimetlerine kıymet vermemiş ahmak kimselerdir, (ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.) Onları öyle kötü iradelerinden, hareketlerinden dolayı küfr içinde bırakır, onları imana, güzel amellere zorla muvaffak buyurmaz. Bu teklif, hikmet gereğidir.
108. Onlar o kimselerdir ki, Allah onların kalpleri, kulakları ve gözleri üzerine mühür basmıştır ve gafiller olanlar da işte onlardır.
108. (Onlar) öyle küfr ile, İslâm dininden dönmekle nitelenen, hidayet yolundan ayrılan şahıslar (o kimselerdir ki. Allah onların) ö kötü irade ve hareketlerinden dolayı (kalpleri, kulakları ve gözleri üzerine mühür basmıştır) onlar hakkı anlamaktan, dinlemekten,görmekten, doğru yolu takib edebilmekten mahrum kalmışlardır. (Ve) gerçek halde tamamen (gafiller olanlar da işte onlardır) o kâfirler, o İslâm’dan dönenler, o kadar çirkin hareketlerde bulunan kimselerdir.
109. Hiç şüphe yok ki, ahirette ziyana uğrayanlar da onlardır, onlar.
109. (Hiç şüphe yok ki, ahirette) İnsanlar arasında en fazla (hüsrana uğrayanlar da, onlardır, onlar) çünkü onlar, ömürlerini boş yere zâyetmiş, hayatlarını ebedî azaba sebep olacak şeylere harcamışlardır. Evet.. Hak Teâlâ Hazretleri onları sorumluluk gerektiren şu altı sıfatla vasıflandırıyor:
(l) Onlar Allah’ın gazabını hak etmişlerdir.
(2) pek acıklı bir azaba aday olmuşlardır.
(3) Dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmişlerdir.
(4) Hidayetten mahrum bırakılmışlardır.
(5) Onların kalpleri, kulakları, gözleri mühürlenmiştir.
(6) Onlar ahiretin şiddetli azabından gafil kimselerdir. Bu kötü sıfatlardan her biri ise sahibini selâmete, saadete ulaşmaktan mahrum bırakacak bir engel teşkil etmektedir. Bunlardan kurtulmak için bir çare aramak icabetmez mi?. İşte Cenab-ı Hak, o çareyi de lütfen göstermektedir.
110. Sonra muhakkak ki, fitneye uğratıldıklarından sonra hicret edenleri, sonra da cihatta bulunanları ve sabır edenleri Rabbin mükâfatlandıracaktır Şüphe yok ki, senin Rabbin onun ardından da elbette bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir.
110. Bu mübarek âyetler, kâfirler tarafından fitneye düşürülmüş, sonra da hicret ederek cihada atılmış, sabır ve sebatta bulunmuş müminlerin âhiret gününde, o herkesin ameline göre mükâfat ve ceza göreceği bir günde ilâhî lütuflara, ilâhî mağfiretlere kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: İslâm dinine kavuşanlar! (sonra muhakkak)İslâmiyette sebat edenleri (fitneye uğratıldıklarından) kâfirler tarafından eziyet görüp zorla dinlerini terketmeye sevkedildiklerinden (sonra hicret edenleri) Ammar ve arkadaşları gibi Medine-i Münevvereye çıkıp gidenleri (sonra da) Allah yolunda (cihatda bulunanları) din düşmanlarına karşı cephe alanları (ve sabır edenleri) cihadın zorluklarına tahammül gösterip kulluk görevini yerine getirmeye devamda bulunanları (Rabbin) Kerem sahibi mabûdun mükâfat-landıracaktır. (Şüphe yok ki, senin Rab’bin) o ihsan eden ve merhametli olan Yaratıcın (onun ardından da) o hicretten, cihatdan, sabır ve sebattan sonra da .(elbette) o fitneye düşürülmüş olanları (bağışlayıcıdır) öyle kalben imanlarında sebat edip zorlamadan dolayı dil ile küfür sözü söylemiş olanları af ve mağfiretine kavşuturur. Ve o Kerem sahibi Rab (esirgeyicidir) öyle dinlerinde sebat eden kullarını ilâhî merhametine kavuşturacaktır.
111. O gün ki, herkes kendi nefisinden dolayı mücadelede bulunur ve herkese yaptığının karşılığı tamamen ödenir ve onlar zulüme uğratılmazlar.
111. Hatırlayınız!. (O gün ki,) o kıyamet günü ki, (Herkes kendi nefsinden dolay mücadelede bulunur) her şahıs, kendisini mes’ûliyetten, azaptan kurtarabilmek için mazeretler ileri sürer, başkalarını düşünemez, nefsim, nefsim diye çırpınır, durur (ve) o günde (her nefse) iyi olan ve olmayan her insana dünyada iken (yaptığının karşılığı tamamen ödenir) herkese kendi ameline göre yeteri kadar mükâfat ve ceza verilir. (Ve onlar) o insanlar (zulme uğratılmazlar) onların mükâfatları noksan verilmez. Ve hiç birinin azabı günahından ziyade olmaz. Azaba uğrayacak olanlar, mutlaka kendi günahlarından, Allah’ın nimetlerini inkâr ederek küfre düşmüş olmalarından dolayı azap göreceklerdir.
112. Ve Allah bir beldeyi bir örnek gösterdi ki, güven ve huzur içinde idi, ona rızkı da her yerden bol bol gelirdi. Sonra Allah’ın nimetlerine nankörlükte bulundular. Artık Allah da onlara işledikleri şeylerden dolayı açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.
112. Bu mübarek âyetler, Cenabı Hak’kın nimetlerine karşı nankörlükte bulunanların dünyada da nasıl korkunç felâketlere uğrayacaklarını bir misâl ile hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Ve Allah) Teâlâ ilâhî nimetlerin kadrini bilip şükrünü yerine getirmeyenleri uyandırmak için lûtfen (bir beldeyi) herhangi bir ülkeyi veya Mekkek-i Mükerreme şehrini (bir örnek) bir misâl olarak (verdi) o belde vaktiyle (güvenilir) idi, bir emniyet diyarı idi veya ahalisi tam bir emniyet içinde yaşarlardı. (Ve huzur içinde idi) başka yerlere nakil etmek ihtiyacında bulunmazlardı, ahalisi düşman hücumlarından bir endişe içinde yaşamayı? kalben huzurlu bulunurlardı. (Ona) o belde ahalisine (rızkı .da) kara ve deniz yoluyla (her yerden bolbol gelirdi) bolluk içinde yaşarlardı. (Sonra o ahali Allah’ın nimetlerine nankörlükte bulundular) o kadar emniyet içinde ve bol geçim ile yaşadıkları halde nankörlüğe cür’et gösterdiler (artık Allah’da onlara istedikleri şeylerden) öyle nimete karşı nankörlüğe devam edip durduklarından (dolayı açlık ve korku sıkıntısını tattırdı) bütün vücutlarını, bir korku, bir açlık kapladı, bunun tesiriyle kendi elbiselerini kemirecek bir hale geldiler, İşte Resûl-i Ekrem’e karşı isyan eden Mekke ahalisi de böyle bir felâkete uğramıştılar.
113. Ve andolsun ki, onlara kendilerinden bir Peygamber geldi, onu hemen yalanladılar, artık onlar zalimler oldukları halde kendilerini azap yakaladı.
113. Evet.. (Ve andolsun ki,) muhakkak bir hâdisedir ki, (onlara) Mekke ahalisine (kendilerinden) asıl ve nesep itibariyle kendi cinselrinden olup yüksek ahlâkî, tavırlarıkendilerince bilinen ve haklarında ne kadar iyilik sever olduğu aşikâr bulunan (bir Peygamber geldi) Muhammed Aleyhisselâm teşrif ederek kendilerini irşada, yüceltmeye çalıştı. Onlar ise (onu) o Yüce Peygamberi (hemen yalanladılar) onun Peygamberliğini kabul etmediler, (artık onlar) o inkârcı ahali öyle nankörlükte bulunarak (zalimler oldukları halde kendilerini azap yakaladı) yedi sene kadar açlık içinde kaldılar, Bedir gazvesinde de büyük bir mağlûbiyete uğradılar. Diğer inkârcı milletler de böyle birer takım felâketlere uğramışlardır. Artık bu tarihî facialardan ibret almalı değil midir?.
114. Artık siz, Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl ve tertemiz olanlarını yeyiniz ve Allah’ın nimetine şükr ediniz, eğer ona kullukta bulunuyorsanız.
114. Bu mübarek âyetler, bizim için dinen yiyilmesi helâl olup olmayan şeyleri bildiriyor. Bir şeyin helâl veya haram olmasına kendi kendilerine hükmedenlerin Cenab-ı Hak’ka karşı iftirada bulunmuş, felâketi hak etmiş olacaklarını hatırlatıyor. Dünya varlığının azlığına iftiracıların da şiddetle azap göreceklerine işaret ediyor. Nefislerine zulm etmiş olduklarından dolayı vaktiyle Yahudilere bazı şeylerin haram kılınmış bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık) Ey müminler!. Cenab-ı Hak sizlere helâl ve haram olan şeyleri beyan buyurmuştur. Binaenaleyh (siz, Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl ve tertemiz olanlarını yeyiniz) haramdan kaçınınız, kulluk vâzifenizi yerine getiriniz (Ve Allah’ın nimetine şükrediniz) meselâ size ganimet mallarından istifadeye müsaade vermiştir, birçok şeyleri helâl kılmıştır, onlardan dolayı Hak Teâlâya şükr ediniz, nimete karşı nankörlük etmeyiniz (eğer ona kullukta bulunuyorsanız) o şekilde hareket ediniz, yasaklara yaklaşmayınız, kulluğa aykırı hareketlerden kaçınınız.
115. O size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adıyla kesilmiş olanı haram kılmıştır. Ancak her kim mecbur kalırsa aşırı gitmek ve başka mecbur kalanın hakkına tecavüz etmemek üzere bunlardan yiyebilir artık şüphe yok ki, Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
115. (O) Kerem sahibi yaratıcı (size) Ey müminler!, (ancak ölüyü) kendi kendine ölmüş bir kısım hayvanların etlerini ve (kanı) genel olarak hayvanların kanlarım ve (domuz etini) haram kılmıştır, (ve Allah’tan başkasının adıyla kesilmiş) Cenab-ı Hak’kın mübarek ismi kasden terk edilerek putların veya başka kimselerin adına, şerefine olarak boğazlanmış (olanı) da (haram kılmıştır) Bunların dışında “behair”, “şevâib” denilen hayvanların etleri haram değildir. Yalnız haram olduğu şer’an bildirilen hayvanların etlerini yemek haramdır, (ancak her kim mecbur kalırsa) hayatını kurtarabilmek için başka bir yiyecek şey bulamazsa öyle bir mecburiyet halinde (aşırı gitmemek) haddi tecavüz etmemek, zaruret miktarını geçmemek (başka mecbur olanın hakkına tecavüz etmemek üzere) öyle haram olan şeylerden yiyebilir. (Artık şüphe yok ki. Allah gafurdur, râhimdir) kullarının haklarında af ve keremle, rahmet ve yardımla muamele buyurur. Sûre-i Bakaradaki (173) üncü ve En’âm Sûresindeki (145) inci âyetlere de bakınız!. 116. Lisanlarınızın yalan yere vasıflandırdığı şeyler hakkında şu helâldir ve şu haramdır demeyiniz ki, Allah’a karşı yalan iftirada bulunmuş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunanlar, kurtuluşa eremezler. 116. (Lisanlarınızın yalan yere vasıflandırdığı şeyler hakkında) “bahîre”, “şaibe” gibi bir takım hayvanlar hususunda (şu helâldır, şu haramdır demeyiniz) Allah Teâlâ’nın helâl bildirdiğini helâl, haram bildirdiğini de haram biliniz, kendi kendinize hükme kalkışmayınız(ki Allah’a karşı yalan iftirada bulunmuş olursunuz) onun helâl veya haram kıldığının aksini ona isnat etmiş bulunursunuz. (Şüphe yok ki. Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunanlar) herhangi bir hükmünün aksine bir iddiaya cür’et edenler (kurtuluşa ermezler) bir hayra kavuşamazlar; arzu ettikleri bir kurtuluş ve selâmete kavuşamazlar, Cenab-ı Hak’kın hükmüne karşı gelenler elbette ki, kurtuluş ve selâmetten mahrum kalacaklardır.
117. Bu, biraz menfaatden ibarettir ve onlara pek acıklı bir azap vardır.
117. -Bu, bir takım cahil, iftiracı kimselerin takip ettikleri menfaat (bir az menfaatten ibarettir) çabucak yok olucudur, haddızatında bir kıymeti yoktur (Ve onlara pek acıklı bir azap vardır) onlar ahirette ne şiddetli azaplara uğrayacaklardır. Artık böyle müthiş bir akibeti düşünen bir kimse, öyle geçici, cüz’i bir menfaati nasıl tercih edebilir?.
118. Ve sana evvelce anlatmış olduğumuz şeyleri Yahudilere haram kılmış idik. Ve onlara biz zulüm etmedik fakat onlar kendi nefislerine zulüm eder oldular.
118. (Ve sana) Ey Son Peygamber!, (evvelce) En’âm Sûresi’nin (146) ıncı âyeti celilesinde (anlatmış olduğumuz şeyleri Yahudilere haranı kılmış idik) bu onların hak ettikleri bir cezadan ibaret idi (ve onlara biz) bunları haram kılmakla (zulmetmedik) bu hürmet onların haklarında bir adalet, bir menfaat gereği idi (Fakat onlar kendi nefislerine zulmeder oldular) böyle bir haramlığı gerektiren hareketlerde bulundular, Peygamberlerine âsi oldular, mahlukata tapınmak cehaletini bile gösterdiler.
119. Sonra şüphe yok ki, senin Rabbin, bir cahillikle kötülükte bulunanları, sonra onun arkasından tövbe edenleri ve hallerini ıslâh eyleyenleri elbette af edecektir muhakkak ki, senin Rabbin ondan sonra elbettebağışlayıcıdır, pek esirgeyicidir.
119. Bu âyeti kerime, bir cehalet sebebiyle günahkâr olup da sonra tövbe eden, amellerini ıslâh eyleyen kimselere ilâhî affa kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Resûlüm!. Bu açıklanan hükümlerden (sonra) şu da (şüphe yok) bilinmelidir (ki, senin Rab’bin) senin ve ümmetin hakkında kolaylık gösteren ve lûtfu, ihsanı pek bol olan Kerem sahibi Yaratıcın (bir cehaletle kötülükte bulunanları) herhangi biı günahı işlemiş ve hattâ küfrü bile yapmış olanları (sonra onun) öyle kötü bir hareketin (arkasından) pişman olarak (tövbe edenleri ve) hallerini, amellerini (ıslâh eyleyenleri) tövbelerinde sabit ve kararlı olanları (elbette af edecektir) onlar ümitsizliğe düşmemelidirler, elverir ki, daha imkân var iken tövbekâr olsunlar. Evet.. (Muhakkak ki, senin Rab’bin) o Kerem sahibi Yaratıcın (ondan sonra) o tevbenin ardından, öyle evvelce kötülükte bulunmuş olan kullarını (elbette bağışlayıcıdır) onların o kötü amellerini fazlasiyle affedecektir. Ve onları (pek esirgeyicidir) haklarında pek ziyade marhamet ve ihsanda bulunacaktır.
§ Bu âyeti celile gösteriyor ki: Bir insanın Yaratıcısını inkâr etmesi veya onun hükümlerine aykırı harekette bulunması mutlaka bir cehalet eseridir. Çünkü tam bir aklı, bilgisi olan bir kimse, Kâinatın Yaratıcısını inkâr edemez, onun emirlerine muhalefette bulunamaz. Bir bilgin şahıs tarafından bir günahın işlenmesi de onun nefsani eğilimlerinin aklına, bilgisine isterse geçici olsun galip gelmesinden ileri gelmektedir. Yoksa aklını, ilmini güzelce kullanan, nefsanî arzularına mağlûp olmayan bir zat, hiçbir vakit kasden günaha cür’et edemez. Şayet bir gaflet eseri olarak bir günahta bulunursa hemen tevbe ederek Cenab’ı Hak’kın af ve bağışına sığınır. İşte Kerem sahibi Yaratıcı böyle tövbeleri kabul buyuracağını bizleremüjdelemektedir. Ne büyük bir ilâhî merhamet!.
120. Muhakkak ki İbrahim, başlıca bir ümmet idi. Allah’a itaat ediyordu, batıldan uzak idi ve müşriklerden olmuş değildi.
120. Bu mübarek âyetler, Allah’ın birliğini risalet ve Peygamberliği inkâr eden, bununla beraber Hazreti İbrahim’e bağlanma ve hürmet iddiasında bulunan müşrikleri reddediyor, İbrahim Aleyhisselâm’ın niteliklerine ve kavuşmuş olduğu ilâhî nimetlere işaret buyuruyor. Allah’ın dinî hususunda Hazreti İbrahim ile Resûl-i Ekrem Efendimizin bir olduklarını ve İbrahim Aleyhisselâm’ın müşrikler ile bir bağının bulunmadığını bildiriyor ve cumartesi günü hakkındaki ihtilâfların kıyamet gününde Allah’ın hükmüyle çözüleceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Milletler!. Hazreti İbrahim hakkında yanlış itîkatlarda bulunmayınız (muhakkak ki. İbrâhim) Aleyhisselâm, sahip olduğu fazilet ve olgunluk itibariyle başlı başına (bir ümmet idi) Tevhid ehlinin reisi, Allah’a inanma hususunda zamanındaki insanlığın en birincisi idi. Birçok üstün vasıflara sahip idi ki, bunlar herkeste bulunamaz. Kısacası, dokuz yüksek özelliğe sahip idi ki, bunların birincisi, öyle başlı başına bir ümmet durumunda bulunmuş olmasıdır. İkinci vasfı da o (Allah’a itaat ediyordu) Hak Teâlâ’nın bütün emirlerini yerine getirirdi, üçüncü vasfı da hânif idi. Yani: (Batıldan uzak idi) bütün bâtıl dinlerden uzak olup ilâhî dine sarılmış idi. (Ve) dördüncü vasfı da (müşriklerden olmuş değildi) hiçbir zaman müşrikler ile alâkası yok idi, daha çocukluğundan itibaren Allah’ı yegâne varlık kabul ediyordu putların, yıldızların ve diğer mahlûkların mabut olamıyacaklarını kavmine karşı en açık deliller ile isbata çalışmıştı. Artık o muhterem zatın müşriklerden ne kadar uzak olduğu açıkça görülmektedir.
121. Onun nimetlerine şükredici idi. Cenab’ı Hak da onu seçkin kıldı. Ve onu dosdoğru bir yola hidayet buyurdu.
121. İbrahim Aleyhisselâm’ın beşinci seçkin bir vasfı da kendisi (onun) Cenab-ı Hakkın (nimetlerine şükredici idi) yanlızca pek fazla kavuştuğu nimetler, değil Kerem sahibi Yaratıcının verdiği az bir nimete karşı da kendisini şükretmeye borçlu görürdü. Cenab-ı Hak da (onu) Hazreti İbrahim’i (seçkin kıldı) onu Peygamberlik mertebesine yükseltti. Bu da altıncı sütün bir vasfıdır. (Ve) Hak Teâlâ (onu) İbrahim Aleyhisselâm’ı (dosdoğru bir yola) Cenab-ı Hak’ka kavuşturan bir yola, İslâm dinine (hidayet buyurdu) bu da onun pek yüce, saadet veliseli olan yedinci bir sıfatıdır.
122. Ve biz ona dünyada bir güzellik verdik ve şüphe yok ki, o ahirette elbette salihlerdendir.
122. (Ve biz ona) O Yüce peygamberim olan İbrahim’e, sekizinci vasfı olmak üzere (dünyada bir güzellik verdik) bir şeref ve şan ihsan buyurduk. Bütün milletler, onu severler, onu överler hattâ kureyiş müşrikleri ve diğer Arap kabileleri de cahiliye döneminde İbrahim Aleyhisselâm’a hürmette bulunurlardı, yalnız onunla iftiharda bulunur dururlardı. O Yüce Peygamberin dokuzuncu seçkin bir vasfı da (o ahirette elbette salihlerdendir) en yüksek derecelere kavuşacak zatlardandır. O Yüce Peygamber, daha dünyada iken, Yarabbi!. Beni salihlere kat. Diye duada bulunmuştu. İşte bu duasının da kabul edildiğine bu âyeti kerime işaret etmektedir.
123. Sonra sana vahyettik ki, İbrahim’in dinine doğru yola yönelerek tâbi ol. Ve O asla müşriklerden olmadı.
123. Ey Peygamberlerin en şereflisi!. Hazreti Muhammed!. (Sonra sana vahyettik ki) Kur’an lisanı ile tebliğ eyledik ki, (İbrahim’in dinine) onun için Cenab-ı Hak’kın bildirmiş olduğuibadet ve itaate, meşrû yola (doğru yola yönelerek tâbi ol) sen de halkı yumuşaklıkla, kuvvetli deliller ile tevhid dinine davet et (ve) muhakkaktır ki, (o) Yüce Peygamber (asla müşriklerden olmadı) o Allah’ın birliğine inanıcıdır, müşrikler ile hiçbir alâkası yoktur, Yahudilerin, Hıristiyanların ve diğer müşriklerin ona bağlılık iddiaları boş sözdür.
124. Cumartesi tatili, ancak onda ihtilâf edenlere farz kılınmıştı. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin kıyamet günü onların arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında elbette hüküm verecektir.
124. (Cumartesi) tatiline gelince, bu, İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine, şeriatine ait bir mesele değildir ki, buna uymak lâzım gelsin. Bu günün (tatili) bu günde bazışeylerin yapılmaması, bu güne hürmet gösterilmesi (ancak onda ihtilâf edenlere) Yahudilere farz (kılınmıştı.) Onlar bugüne hürmet ile mükellef tutulmuşlardı. (ve şüphe yok ki, senin Rab’bin) Ey Yüce Resûl!. (Kıyamet günü onların) o ihtilâfa düşmüş fırkaların, milletlerin (arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında elbette hükmedecektir), iddialarında haklı olanları sevaba, haksız olanları da cezaya kavuşturacaktır. Nitekim onlar dünyada da vakit vakit mükâfatlara veya cezalara kavuşmuşlardır.
§ İbni Abbas Radiallahü anhtan rivayet olunduğu üzere, Musa Aleyhisselâm İsrail oğullarına haftada bir gün olmak üzere cuma günleri işlerini bırakarak Allah Teâlâya ibadet ve itaatle meşgul olmalarını emir etmişti. Onlar ise bunu kabulden kaçınmışlar, “Biz Allah’ın yaratmayı tamamladığı cumartesi gününü tercih ederiz” demişlerdi. Bunun üzerine cumartesi günü kabul edilmiş ve bu hususta aleyhlerine bir şiddet gösterilmiştir. Hıristiyan topluluğu da cuma gününü kabul etmeyip pazar gününü tercih etmişlerdir. Bunlar “yaratma ve icad etmenin başlangıcı, pazar günüdür” diyerek o günü bir bayram günükabul etmişerdir. Biz müslümanlarca ise cuma günü, bir tamam ve kemâl günüdür. Tamam ve kemâlin gelişi ise büyük bir sevinci, ferahlığı, şükrü icabeder. Binaenaleyh biz müslümanlarca cuma günü bir bayram günü demektir. Fakat bugünde bütün dünyevî işlerimizi terketmekle mükellef değiliz, elverirki, cuma namazını kılmak için işlerimizi geçici olarak terkedelim. Mamafih bir ümmetin vazifesi, Yüce Peygamberinin emir ve tayinine riayet etmektir. Günler haddızatında birer itibarî emirdir, bu sebeple esasen eşittirler, onlara kıymet vermek Allah’a aittir.
125. Rabbin yoluna hikmet ile, güzel öğüt ile davet et ve onlar ile en güzel bir şekilde mücadelede bulun, muhakkak ki, o senin Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir ve o, doğru yola ermiş olanları da hakkıyla bilendir.
125. Bu mübarek âyetler, insanlığı irşat için ne kadar güzel, hikmetli bir şekilde hareket edilmesini tavsiye buyurmaktadır. Tatbik edilecek cezalarda adalete, eşitliğe riayet edilmesi gereğini de bildirerek cezâ nazariyesinin en mühim bir konusunu özet olarak kapsamış bulunmaktadır. Bir kısım kötülüklere karşı af ve sabır ile karşılıkta bulunmanın da ahlâkî faziletlerden bulunduğunu göstermektedir. Bir takım kimselerin cahilce, aldatıcı hareketlerinden dolayı din ve insaniyet adına kalbi mahzun olan merhamet deryası Yüce Peygamberimize de teselli olmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. Kendilerine Peygamber gönderilmiş olduğun ümmetini (Rab’bin yoluna) İslâm dinine (hikmet ile) açık, dînî inançları isbat eden kesin delil ile ve (güzel öğüt ile) faydalı sözler ile, inandırıcı hitabeler ile, hayrı tavsiye edici nasihatler ile (davet et) İslâmiyet’i kabul etmeleri için özendir ve teşvikte bulun (ve onlar ile en güzel bir şekilde mücadelede bulun) onları tatlılıkla, yumuşaklıkla irşadaçalış, hiddet ve gaflet gösterme, toplumca kabul edilen sunuş konuşmaları yaparak mütalâalarda bulunarak onları ikna etmeye ve susturmaya gayret et, onlara kabiliyetlerine göre hitabta bulun. (Muhakkak ki, o senin Rab’bin) senin hakkında lûtf ve ihsanda bulunan kerem sahibi mabûdun, kendi (yolundan) İslâm dininden (sapanları en iyi bilicidir) öyle hikmetlere, hayrı tavsiye edici öğütlere rağmen yeteneklerini kötüye kullanarak batı! yolları takibedecek olanlar, Allah tarafından bilinmektedir. (Ve o) Yüce Yaratıcı (doğru yola ermiş) hidayete kavuşmuş (olanları da hakkıyla bilendir) Evet.. O Yüce Mabud, her iki gurubun hâlini de hakkıyla bilir. Kendi iradelerini kötüye kullanıp sapıklıkta kalacak olanları bildiği gibi kendi ihtiyarlarını, kabiliyetlerini muhafaza ederek hidayete erecekleri de bilir. Peygamberlik görevi ise Allah’ın hükümlerini O’nun emri doğrultusunda ümmetlere tebliğden ibarettir. Bu şekilde ilâhî deliller tamam olmuş olur, hiçbir kimsenin kendi cehaletin! mazeret makamında ileri sürmeye selahiyeti kalmamış bulunur.
126. Ve eğer bir kimseye ceza verecekseniz, kendisiyle cezaya uğramış olduğunuz şeyin misliyle ceza verin ve eğer sabır ederseniz, elbette o, sabır edenler için daha hayırlıdır.
126. (Ve eğer) Ey müslümanlar!. (Bir kimseye cezada) hakkında ceza tatbikinde (bulunacak iseniz) dıkkat ediniz, haddi tecavüzde bulunmayınız, o kimse tarafından (kendisiyle cezaya uğramış olduğunuz şeyin misliyle cezada bulunun) meselâ: Bir kimse, bir şahsı haksız yere öldürmüş ise o kimseyi kısas ile öldürünüz, ondan başkasını da öldürmeyiniz. Aynı şekilde: Bir kimse bir şahsın bir malını çalmış ise o malı geri isteyiniz veya ödettiriniz, ondan fazlasını almayınız, böyle bir fazlalık zulüm olmuş olur ki, haramdır. (Ve eğer sabır ederseniz) intikamı terkederek karşılık olarak cezada bulunmaz iseniz (elbette o) sabır ile,af ile muamele (sabır edenler için daha hayırlıdır) çünki af ve kerem, rahmetle muamele, bir çok sevaba vesile olacağı için intikamdan, gönlü rahatlatmaya çalışmaktan elbetteki, daha iyidir.
§ Rivayete göre Uhud gazvesinde kâfirler, ashab-ı kiramdan bazılarını şehit etmişler ve özellikle Hazreti Hamza’yı şehit edip mübarek vücudunu parçalamışlardı. Hattâ Utbe’nin kızı “Hind” Hazreti Hamza’nın ciğerinden bir parçasını yemişti. Resûl-i Ekrem ile ashab-ı kiramı da ahdetmişlerdi ki, o kâfirlere galip gelecekleri gün, onlardan bir çoklarını öldürüp intikam alsınlar. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hind’in öldürülmesine de emir vermiştir. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, adalet ve eşitliğe riayet edilmesi emir olunmuştu. Hattâ Mekke-i Mükerreme fethedilince Yüce Peygamberimiz Hind’i af buyurmuştur.
127. Ve sabır et ve senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir ve onlara karşı üzülme ve yapmakta oldukları hilekârca hareketten dolayı üzüntüye düşme.
127. (Ve) Ey Yüce Resûlüm!. Sen de İslâm dirini yaymak için, insanları hidayete eriştirmek için gayret gösteriyor, bu yolda birçok eziyetlere uğruyorsun, fakat sen (sabır et) o sana karşı muhalefette bulunanlar tarafından sana isabet eden elem ve kederlere karşı sabırdan sükûnetten ayrılma (ve) böyle bir sabır aslında zordur, tahammülsüz bırakmaktadır. Fakat (senin) bu (sabrın da ancak Allah’ın yardımıyladır) Cenab-ı Hak, seni böyle bir sabra muvaffak buyurur, sana kolaylık gösterir, seni mükâfatlara ulaştırır. (Ve onlara karşı üzülme) O, kâfirlerin imân etmiyeceklerinden, sana tâbi olmayacaklarından dolayı ümidini keserek üzüntü ve keder içinde kalma (ve) onları sana karşı (yapmakta oldukları hilekârca hareketten dolayı üzüntüye düşme) kalbin daralmasın, Hak Teâlâ Hazretleri seni koruyacaktır, senindinini doğuya ve batıya yayacaktır, İslâmiyet, Allah’ın koruması altında devam edecektir.
128. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ sakınanlarla ve o daimî ihsanda bulunanlar ile rahmet ve yardımı itibariyle beraberdir.
128. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) bütün kemâl sıfatlarını toplayan Kerem sahibi Yaratıcı (sakınanlarla) Cenab-ı Hak’tan korkan günahları terkedenlerle (ve o daimî ihsanda bulunanlar ile) halka güzel muamele yapanlar, onların eziyetlerine sabır ve tahammül gösterip haklarında iylik sever bulunanlar ile, onlara yardım etmeğe çalışanlar ile fadl ve keremi, rahmeti ve inâyeti itibariyle (beraberdir.) O Kerem sahibi Yaratıcı, öyle takva sahibi, iyilik eden, sabırlı, hak yolunda cihada devam eden kullarını herhalde mükâfatlara kavuşturacaktır. Ne mutlu bu gibi ahlâkî olgunluklara nitelenen zatlara. Allah Teâlâ Hazretleri, cümlemizi bu gibi Kur’ânî öğütlerden hakkıyla istifadeye muvaffak buyursun Amin. Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah içnidir, Âmin…
2. O, kullarından dilediği üzerine kendi emrinden ruh ile melekleri indirir ki, korkutunuz. Şüphe yok ki, benden başka ilâh yoktur. Artık benden korkunuz.
2. O Yüce Mabud (kullarından dilediği) zat (üzerine) herhangi bir Peygamberine (kendi emrinden) kendi ilâhî iradesine göre (ruh ile melekleri indirir) Cibril’i Emin ile diğer meleklerini yeryüzüne gönderir, yahut manevî bir ruh olan Kur’an’ı Kerim ile ve diğer semavî kitaplar ile Cibril’i Emin’i yeryüzüne sevkeder. Ve buyurur (ki) Ey Peygamberler!. Kâfirleri azap ile (korkutunuz) onlara ilâhî azabı hatırlatınız, (şüphe yok ki, benden başka ilâh yoktur) ibadete lâyık olan ancak benim kutsal zâlimdir. (Artık) Ey ilâhî azabın gelmesini acele eden inkarcılar!. (benden korkunuz) benim emrime muhalefet ederek öyle putlara, fani mahlûklara tapınıp durmayınız, onlardan birfâide beklemeyiniz, öyle Allah’ın birliğine aykırı hareketlere cür’et edip de kendinizi ebedî azaba uğratmayınız.
3. Gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. O kendisine ortak koştukları şeylerden çok yücedir.
3. Evet.. Ey insanlar!. Bir kere kudret eserlerine bakınız. O Yüce Yaratıcı (gökleri ve yeri hak ile) üstün bir şekille, lâyık bir üslup ile, bir menfaat ve hikmete uygun suretle (yaratmıştır.) Onları yüce kudretiyle varlık sahasına getirmiştir. Artık o Kerem sahibi Yaratıcının şanının yüceliği, zâtının kutsallığı şüphesiz son derece açıktır. O (kendisine ortak koştukları şeylerden çok yücedir) öyle fanî mahluklar, o ezelî ve ebedî olan Yüce Yaratıcıya nasıl ortak olabilirler?. O ortak ve benzerden uzak olan kâinatın Yaratıcının nice eşsiz eserleri meydana getirmiş olduğunu ayrı ayrı nazarı dikkate almalı değil midir?.
4. İnsanı bir damla sudan yaratmıştır. Böyle iken, o, apaçık bir düşmandır.
4. Evet.. Kerem sahibi Yaratıcı (insanı) bu çeşit mahlûkları (bir nutfeden yaratmıştır.) Hazreti Adem’i mutlak bir sudan vücude getirmiş, onun evlât ve torunlarını da bütün neslini de his ve şuurdan yoksun, birer hususî damladan ibaret olan birer meniden insanlık alanına çıkarmıştır. Artık o Yüce Yaratıcının kudreti, hikmet ve lütfu (böyle) açık (iken o) insan (apaçık bir düşmandır) kendisini vücude getirmiş olan kerem sahibi Yaratıcısını inkâra cür’et eder, kendisinin, hayalî, akıl ve şuurdan mahrum bir tabiatın eseri olduğunu iddiada bulunur. Kendisinin tekrar hayata kavuşturulacağına inanmaz. Gözlerinin önünde parlayan birnice eşsiz eserleri İlim ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığına şahadet edip dururken bunu güzelce düşünüp takdir ve tasdik eylemez. Ne büyük bir cehalet!.
5. Ve ehli hayvanları da yaratmıştır ki, siziniçin onlarda korunmak vardır ve menfaatler vardır ve onlardan yersiniz.
5. Bu mübarek âyetler, yer yüzünde insanlardan sonra en şerefli, en faideli olan bir kısım hayat sahiplerinin varlığını, ehemmiyetini gösteriyor. O gibi nimetlerin kadrini takdir ve Yaratıcısını tasdik etmenin lüzumuna işaret ediyor. Kâinatın Yaratıcısının varlığına şahitlik eden o gibi eserler meydanda iken artık hiçbir kimsenin Kerem sahibi Yaratıcısını bilip tasdik etmemesinden dolayı mazeret ileri sürmeye selahiyeti bulunmadığını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) o Yüce Yaratıcı (ehli hayvanları da yaratmıştır ki) onlar sekiz çift teşkil eden erkek ve dişi koyunlardan, keçilerden, develerden ve sığırlardan ibarettir. Ey insanlar!. (Sizin için onlar da) o hayvanlar da (korunmak vardır) onlardan elbiseler, sergiler vesaire yaparak kendinizi korumuş olursunuz (ve) sizin için başkaca (menfaatler) de (vardır) onların yavrularından, sütlerinden de istifade edersiniz ve onları satarak ticaretinize genişlik de verirsiniz (ve onlardan yersiniz) onlar sizin geçiminiz! temine başlıca bir vesilede bulunmuş olurlar.
6. Ve sizin için onları akşamleyin getirdiğiniz ve sabahleyin salıverdiğiniz sırada bir güzellik vardır.
6. (Ve) Ey insanlar!, (sizin için onları) o ehli hayvanları (akşamleyin) otlak yerlerinden evlerinize (getirdiğiniz) vakitte (ve) onları (sabahleyin) otlak yerlerine (sahverdiğiniz sırada bir ziynet vardır) onlar sahipleri için birer güzel manzara teşkil ederler ve sahiplerinin servete nimete kavuştuğuna birer alamet olacağından bu sebeple de bir kalp ferahlığına vesile bulunmuş olurlar.
7. Ve sizin ağırlıklarınızı yüklenirler, bir beldeye kadar ki, siz o beldeye nefisî bir zorluk olmaksızın kavuşamazsınız, şüphe yok ki, Rabbiniz elbette çok esirgeyicidir, çokmerhametlidir.
7. (Ve) bu ehli hayvanların daha nice faydaları vardır. Kısacası bunların bir kısmı (sizin ağırlıklarınızı yüklenirler) yurdunuzdan çıkıp başka bir yere gideceğiniz zaman bir kısım eşyanızı onlar taşırlar (bir beldeye kadar ki, siz o beldeye) piyade olarak kolay kolay gidemezsiniz (nefsî bir zorluk olmaksızın) kendi nefsinizi yormaksızın, bir meşakkate düşürmeksizin (kavuşacak olamazsınız) meselâ: Yaya olarak Mekke’i Mükerreme’den Yemen’e, Şam’a veya Mısır’a kolaylıkla varamazsınız. Bütün insanlar hakkında sözkonusu olan tabii durum böyledir. Aslında bazı zatlar, bir keramet eseri olarak uzak mesafelere mekanı atlarcasına geçmek suretiyle pek kolayca varabilirler. Fakat bu, hususî bir ilâhî lütuftur. Bu, keramet kabilindendir, bunun vukuu bir kısım deliller ile sabittir. Bu da yine bir kısım seçkin zatlar hakkında başka bir ilâhî lütuftan ibarettir. (Şüphe yok ki) ey insanlar!. Sizin (Rab’biniz elbette çok esirgeyicidir.) Kendisine sığınanları fazlasiyle korur ve (çok merhametlidir) mahlûkatı hakkında rahmeti, yardımı pek fazladır.
8. Ve kendilerine binmeniz için ve bir ziynet olarak atları, katırları ve merkepleri de yaratmıştır. Ve sizin bilemiyeceğiniz daha nice şeyleri de yaratacaktır.
8. (Ve) O Kerem sahibi yaratıcı, ey insanlar!, (kendilerine binmeniz için) onların vasıtalariyle istediğiniz yerlere gidebilmeniz için (ve bir ziynet olarak atları, katırları ve merkepleri) de yaratmıştır. Bunlardan daima istifade eder durursunuz. Bununla beraber (daha nice şeyleri de yaratacaktır.) onlardan istikbalde yararlanacaksınız. Nitekim yaratmıştır ve daima yaratmaktadır. İşte trenler, otomobiller, bisikletler, uçaklar bu cümledendir. Cenab-ı Allah’ın insanlara verdiği büyük bir kabiliyet ile bunlar vakit vakit medeniyet âleminde ortayaçıkmaktadır. Bütün bunlar birer ilâhî ihsandır, istikbalde de daha nice şeyler Allah’ın kudreti ile varlık alanına gelecektir. “Bu âyeti kerimede bu hayvanların yalnız binilmek için yaratıldığı zikredilmiştir. Eğer etlerinin yenilmesi caiz olsa idi o daha büyük bir nimet olacağı için o da zikredilirdi. İşte İmamı Âzam ve İmamı Mâlik, bununla delil getirerek böyle at, katır ve eşek etlerinin yenilmesininin haram olduğunu kabul etmiştir. Fakat İmamı Şafiî ile bazı İslâm hukukçuları at etinin helâl olduğuna inanmaktadırlar. Katırlar ile eşeklerin etleri ise bu zatlarca da helâl değildir.
9. Ve kasdedilen doğru yolu beyan etmek te, Allah Teâlâ’ya aittir. Bununla beraber ondan sapan da vardır ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizi toptan hidayete erdirirdi.
9. (Ve) istenilen (doğru yolu beyanda Allah Teâlâ’ya aittir) her şeyi İlim ve kudretiyle kuşatan âlemlerin Yaratıcısı bir doğru yol olan ilâhî dinini, şer’î hükümlerini kullarına Peygamberleri vasıtasiyle bildirmiştir. Artık bir kimsenin kendi cehaletin, mazeret makamında ileri sürmesine imkân kalmamıştır. (Bununla beraber ondan) o yol cinsinden (sapık) doğru olmayan, haktan bâtıla meyilli (olanı da vardır) ki, o da sapıklık yoludur, nefsin ve arzunun yoludur, çeşitli dinsizlikler yoludur. Birçok kimseler, böyle bir yolu takip etmiştir. (Ve eğer Allah Teâlâ dileseydi elbette) ey insanlar!, (sizi top yekün hidayete erdirirdi.) Hepinizi de bir doğru yola zorla sevk ederdi. Fakat bu, Allah’ın hikmetine aykırı bulunmuştur. O Hikmet sahibi Yaratıcı insanlığı yaratmış, ona bir kabiliyet vermiş, onu bu imtihan dairesine getirmiştir ve kendisine bir irade, bir ihtiyar kuvveti vermiş ve kendisine doğru olan yolu da Peygamberleri ve kitapları vasıtasiyle göstermiştir. Artık kendi kabiliyetini, iradesini güzelce kullananları hidayet yoluna erdirir,bunun tersini yapanları da sapıklık yolunda bırakır, onları zorla doğru yola sevketmez. Çünkü öyle zorlamaya dayalı olan bir imân, makbul değildir ki, sahibi için bir hidayet vesilesi olsun.
10. O, o Kerem sahibi yaratıcı dır ki: Sizin için gökten bir su indirdi. Ondan bir içilecek şey vardır ve ondan bitkiler yetişir, onda hayvanlarınızı otlatırsınız.
10. Bu mübarek âyetler de hikmet sahibi yaratıcının kudretine, lûtuf ve ihsânına birer açık delil olan diğer bir takım eşsiz varlıklara bir takım faydalı, ışık saçan, ibret veren eserlere nazarı dikkatlerimizi çekmektedir. Şöyle ki: (o) ilahlık ve Yaratıcılık sıfatına sahip olan zat, başka değil, ancak (o) Kerem Sahibi Yaratıcı (dır ki, sizin) istif adeniz (için gökten) sema tarafından veya bulutlardan (bir su indirdi) su nevinden olan yağmuru yağdırdı ve sizin için (ondan) o sudan (bir içilecek şey vardır) onun bir kısmını içersiniz (ve ondan bitkiler) ağaçlar, otlar, çiçekler biter (yetişir) onlardan daima istifade edersiniz (onda) o bitkiler sahasında hayvanlarınızı (otlatırsınız) onların yiyeceklerini o sayede temin etmiş olursunuz. Ne büyük bir nimet!.
11. Allah Teâlâ onunla sizin için ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve meyvelerin hepsinden yetiştirir. Şüphe yok ki, bunda düşünecek olan bir kavim için elbette bir ibret vardır.
11. Allah Teâlâ (onunla) o gökten indirdiği su ile (sizin için) Ey insanlar!. Buğday, arpa, pirinç gibi (ekin) denilen hububatı bitirir (zeytin, hurma ağaçları) gibi faideli, kıymetli şeyleri vücude getirir ve bir nevi meyve ve gıda mahiyetinde olan (üzümler)! yaratır (ve meyvelerin hepsinden) çeşit çeşit yemişler (yetiştirir) kullarına bu çeşitli nimetleri nasip buyurur. (Şüphe yok ki, bunda) böyle suları indirmesinde ve o kadar çeşitli şeyleri yaratmasında (düşünecek olan bir kavim için)böyle eserlerden yaratıcısının kudretini, yüceliğini düşünecek bir cemaat için (elbette bir ibret vardır) bunları yaratan zatın birliğine, ilahlığına, kudret ve büyüklüğüne işaret eden pek büyük bir alâmet vardır. Evet.. Düşünen bir insan, yalnız bir goncanın bile rengini, güzelliğini, büyüyüp gelişme şeklini düşününce onun ne kadar büyük bir ilâhî kudret eseri olduğunu derhal anlar.
“Varlığın bilme ne hâcet Küre-i âlem ile”
“Yeter isbatına halk ettiği bir zerre bile”
12. Ve sizin için geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da onun emriyle hareket ederler. Muhakkak ki, bunda akıllıca düşünen bir kavim için elbette büyük âlemetler vardır.
12. (Ve) Ey insanlar!. Şunu da düşününüz ki, o Yüce Yaratıcı (sizin için) hayatınızı,. geçiminizi, durum ve fiillerinizi temin ve tanzim için (geceyi, gündüzü) meydana getirmektedir ki, geceleri rahat edersiniz, gündüzleri de geçiminizi kazanmaya çalışırsınız. Yine sizin için (güneşi, ayı) da (emrinize verdi) bunlardan da dilediğiniz şekilde istifade eder, ışıklarından, nûrlarından yararlanırsınız. (Yıldızlar da onun) O Hikmet sahibi Yaratıcının (emriyle) onun iradesiyle, takdiriyle (hareket ederler) onlar çeşitli vaziyetler alırlar ilâhî irade sebebiyle doğar ve batarlar (muhakkak ki, bunda) böyle bütün gök cisimlerinin vesairenin Allah’ın emri sebebiyle hareket etmesinde (akıllı düşünen bir kavim için elbette büyük alâmetler vardır) bunlar bir Yüce Yaratıcının varlığına, kuret ve büyüklüğüne şahitlik eden birer açık, parlak delillerdir, çeşitli kanıtlardır, şahitlerdir. Binaenaleyh fazla tefekküre, düşünmeye gerek yoktur. Bunları yalnız akıllıca düşünmek bile bunları yaratmış olan Hikmet sahibi Yaratıcının varlığını, birliğini, büyüklük ve kudretini güzelce anlamaya kifayet eder. Artık akıllarını kötüye kullanıp da bu hakikatı anlamadanmahrum kalanların yazıklar olsun hallerine!.
13. Ve sizin için yerde renkleri muhtelif olarak neler yaratmış ise şüphe yok onda da öğüt alacak bir kavim için elbette bir ibret vardır.
13. (Ve) Ey insanlar!. O Kerem sahibi Yaratıcı (sizin için yerde renkleri muhtelif) çeşitleri fazla, görünüşleri, durumları, özellikleri başka başka (olarak neler yaratmış) emrinize vermiş (ise) ne kadar öyle sonsuz faideli eserler meydana getirmiş ise (şüphe yok ki, onda da) onların her birinde de (öğüt alacak) nasihat kabul edecek bir durumda bulunan (bir kavim için elbette bir ibret vardır) Artık akıllı, düşünen bir topluluk için lâzımdır ki, Cenab’ı Hakkın böyle kudret eserlerini, eşsiz yaratıklarını gözönüne alarak bunlardan nasihat almış olsunlar, yanlış düşüncelere kapılmayarak hidayet yolunu takibedip dursunlar. Ve Yardım Allah’tandır.
14. Ve o Yüce Yaratıcı dır ki, denizi emrinize vermiştir. Tâki ondan taze bir et yiyesiniz ve ondan giyeceğiniz bir ziynet çıkarasınız. Gemileri de orada yara yara gider bir halde görürsün. Hem lütfunu isteyesiniz, hem de gerektir ki, şükredesiniz.
14. Bu mübarek âyetler de yeryüzündeki bazı yüce kudret eserlerine, yıldızlara ve bunların yaratılışlarındaki gayelere dikkatleri çekmektedir, bu gibi eşsiz eserleri yaratmış olan bir Yüce Yaratıcıya, yaratmak kudretinden mahrum şeylerin ortak olamıyacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) başka değil, yalnız (o) Yüce Yaratıcı (dır ki) Ey insanlar!, (denizi emrinize vermiştir.) ondan dilediğiniz gibi yararlanmada güçlü kılmıştır, (tâki ondan taze bir et yiyesiniz) balıkları avlıyarak onların güzel, taptaze etlerinden istifade edesiniz (ve ondan) o denizden gayret edip (giyeceğiniz) sizin için eşlerinizin kendilerini süsleyecekleri inci ve mercan gibi (bir ziynet) kıymetli, güzel görünüşlü bir şey (çıkarasınız) yine (gemileri de orada) o denizde suları (yara yara gider birhalde) kimisinin gelmekte, kimisinin gitmekte olduğunu, ve onların birçok eşyayı yüklenmiş bulunduğunu (görürsün) bütün bunlar insanlığın menfaatlerine hizmet etmektedir. Bunlar bütün Cenab’ı Hak’kın dilemesiyle, kudretiyle vücude gelmiştir. Bunlar (hem) Cenab-ı Hak’kın (fazlından) lütuf ve kereminden (isteyesiniz diye.) Bu nakil vasıtalariyle ticaretinizi geliştiresiniz ve bu yüzden de rızıklanasınız diye (hem de gerektir ki, şükredesiniz) diye vücude getirilmiştir. Artık lâzımdır ki: Cenab-ı Hak’ka şükrederek kulluk vâzifenizi yerine getirmeye çalışasınız. Eğer o Kerem sahibi Yaratıcının lütuf ve ihsanı olmasa idi bu gibi nakil vasıtaları böyle mükemmel, harikulâde bir şekilde meydana gelmiş olamazdı.
§ Astronomi bilginlerinin açıklınasına göre yer küresinin dörtte üçünü okyanus denilen büyük bir deniz kuşatmıştır. Bu okyanus ise yedi denize ayrılmıştır, İşte insanlar bütün bu denizlerden istifade etmektedirler.
15. Ve yerde sabit dağlar vücuda getirdi, sizi sallayıp muzdarip etmesin diye ve nehirler ve yollar da vücuda getirdi tâki, doğru yolu bulasınız.
15. (Ve) Kerem sahibi Yaratıcı yine bu (yerde) yer küresi üzerinde (sabit dağlar meydana getirdi) bunlar her taraftan dikkatleri çekmektedir. Ey insanlar!. Yeryüzü (sizi sallayıp muztarip etmesin diye) bu dağlar böyle yaratılmıştır. Bunlar vasıtasiyle yerküresinin hareketi hissedilmemekte, sakin bir vaziyette görülüp durmaktadır, (ve) Cenab-ı Hak yeryüzünde (nehirler ve yollar da) meydana getirdi. (tâki, doğru yolu bulasınız) o ırmakların lezzetli sularından içesiniz, hararetinizi giderip, kuvvetinizi temin edesiniz, o yollardan gideceğiniz yerlere doğruca, selâmetle gidebilesiniz ve bu nimetlerin varlığıyla Hak Teâlâ’nın Yaratıcılığına, lütfuna delil getirerek hidayetekavuşasınız. Ne büyük bir ilâhî yardım!.
16. Ve nice alâmetler vücuda getirdi ve onlar yıldızlar ile yollarını doğruturlar.
16. (Ve) o hikmet sahibi yaratıcı, bu âlemde daha (nice alâmetler) varlığına, kudretine şahitlik eden ne kadar muazzam şeyler yarattı, meydana getirdi ki, insanlar bunlardan daima yararlanmaktadırlar. (ve onlar) insanlar, özellikle astroloji ilmini bilen ve ticaret için gece ve gündüz yolculukta bulunan araplar vesaire (yıldızlar ile) karalarda ve denizlerde (yollarını doğruturlar) özellikle karanlık gecelerde Süreyya, Ferkedan, Cedi, Benatünnaş denilen yıldızlara bakarak yollarını takibe muvaffak olurlar.
17. İmdi yaratan zat, yaratamayan kimse gibi midir? Artık iyice düşünmez misiniz?
17. (İmdi) Ey insanlar!. Bir kere insaflıca düşününüz, artık (yaratan zat) gökleri, yerleri, dağları, denizleri, bütün mevcut olanları ve bugün mevcut olmayan şeyleri meydana getiren ve getirecek olan bir Yüce Yaratıcı, bu şeylerden hiç birini (yaratamayan) vücude getiremeyen bir (kimse gibi midir?.) Elbette değildir. Hiçbir mahlûk, yaratanına ortak, denk olabilir mi?. Hiç âciz, şuurdan mahrum, yok olmaya mahkum bir şey, bir kimse için mabud edinilebilir mi? (artık iyice düşünmez misiniz?.) Hiçbir akıllıya lâyık mıdır ki, Yüce Yaratıcının birliğini inkâr etsin, ibadetini terketsin de bir zerreyi bile yoktan yaratmaya kâdir bulunmayan putlara, fani şeylere ibadette bulunsun?, İnsanların vücude getirdikleri şeyler, bütün Cenab-ı Hak’kın yaratmasıyladır, kudret ve iradesiyledir. Kul bir şeyi irade eder, hikmet sahibi Yaratıcı da dilerse onu ilâhî kudretiyle var eder, aksi takdirde hiç bir kimse bir şey meydana çıkaramaz.
“İlâhî sensin ancak kâinatı eyleyen icat”
“Senin zatı aziminden eder mahlukun istimdat”
18. Ve eğer Allah’ın nimetini sayacak olsanız, onu tamamen sayamazsınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
18. Bu mübarek âyetler de ilâhî nimetlerin sonsuz olduğunu ve Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını bildirmektedir. Kâinatın yaratıcısından başka hiç bir kimsenin yaratıcılık, mabûdiyet sıfatına sahip bulunmadığını ve kendilerine tapılan putların hayattan, şuurdan mahrum şeylerden başka bir şey olmadığını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey insanlar!. Kerem sahibi Yaratıcının kudret eserlerini bir kere düşününüz. Özellikle size verdiği nimetleri bir düşününüz, muhakkak ki, siz, bütün insanlık bir araya gelip de (Allah’ın nimetini) onun sizlere olan nimet ve ihsanını (sayacak olsanız, onu tamamen sayamazsınız) o nimetin çeşitlerini, türlerini genel olarak da olsa sayıp tâyin etmeğe kâdir olamazsınız. Sizleri hayata, afiyete, beden sıhhatine, sağlam akla, sağlıklı düşünceye kavuşturmuştur. Sizleri hayata, afiyete, beden sıhhatine, sağlam akla, sağlıklı düşünceye kavuşturmuştur. Sizlere görmek, işitmek, anlamak harekette bulunmak gibi kuvvetler vermiştir. Sizler için nice nefis, lezzetli yiyecekler, meyveler meydana getirmiştir. Sizin için nice nakil vasıtaları, nice kıymetli seyahat sahaları yaratmıştır. Artık bu nimetlerin kadrini bilmek, şükrünü yerine getirmeye çalışmak bir kulluk vazifesi değil midir? (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayıcıdır) o gibi vazifelerinizdeki kusurlarınızdan dolayı da hakkınızda affı ve mağfireti tecelli eder ki, bu da pek büyük bir nimettir. (Ve) o Kerem sahibi Yaratıcı (çok merhametlidir.) sizi kusurlarınız sebebiyle hemen kesip atmıyor, size yine mühlet veriyor, sizi yine rızıklandırıyor. Bütün bunlar da birer büyük nimettir. Ne muazzam bir ilâhî lütuf!.
19. Ve Allah Teâlâ gizlediğiniz şeyi de veaçıkladığınız şeyi de bilir.
19. (Ve) Ey insanlar!. Ey isyankâr kullar!. Muhakkak ki (Allah Teâlâ) sizin kalben düşündüğünüz (gizlediğiniz şeyi de) bilir. O Yüce Mabuda karşı hiçbir şey gizli kalamaz (ve) sizin (açıkladığınız şeyi de bilir) sizin itikadınızı da, kalbinizden geçirdiklerinizi de, açıkça yaptığınız her hareketinizi de tamamen bilicidir. O Yüce Yaratıcı için gizli ve açık olan şeyler aynıdır. Binaenaleyh o ezelî mabud, bir kısım kâfirlerin Hazret-i Peygambere karşı, İslâm dinine karşı içlerinde gizledikleri şeyleri ve o mübarek zata ve onun dinine karşı açıkça gösterdikleri düşmanlıkları, tecavüzler! de tamamen bilmektedir. Böyle bir gen-iş İlim, ancak ilahlığa sahip olan bir Yüce Yaratıcıya mahsustur. Artık onun ilahlığını, birliğini güzelce bilmeli, onun nimetlerine şükür etmeli, onun hükümlerine muhalefetten kaçınmalı değil midir?
20. Ve Allah Teâlâ’dan başka kendilerine tapındıkları şeyler hiç bir şey yaratamazlar. Halbuki, onlar yaratılmışlardır.
20. (Ve) halbuki, o kâfirlerin (Allah Teâlâ’dan başka kendilerine tapındıkları) şeyler, o kendilerine ilahlık, mabudluk isnat eyledikleri putlar (hiçbir şey yaratamazlar) hiç bir şeyi yoktan var edip meydana çıkaramazlar (halbuki onlar yaratılırlar) onlar taşlardan vesaireden şekillenmiş şeylerden ibarettirler. Artık onlar nasıl yaratıcılık, mabudluk sıfatına sahip olabilirler?. Bu ilâhî beyan, büyük bir tenbihi ve müşrikler hakkında mühim bir tehdidi içermektedir.
21. Onlar ölülerdir, diriler değildirler ve ne zaman insanların diriltileceklerini de anlayamazlar.
21. Evet.. Onlar, o putlar (ölülerdir) ruhsuz maddelerden ibarettirler (Diriler değildirler) hayatsız şeylerdir. Artık onlar ibadete nasıl lâyık olabilirler?. İbadete lâyık olan is’â ancakölmeyen bir diri olan Allah Teâlâ’dan başkası değildir. (Ve) o tapılan mahluklar insanların ne zaman (dîriltileceklerini de) kabirlerinden kaldırılarak yeniden hayata kavuşturulacakları zamanı da bilip (anlayamazlar) artık onlar tapınılmaya nasıl lâyık olabilirler? Yahut: O putlar da kıyamet gününde geçici olarak hayata erdirilip kendilerine tapmış olanları yalanlayacaklardır. Fakat kendilerinin böyle bir hayata kavuşacaklarını o putlar bilemezler. Diğer bir görüşe göre de bazı kâfirler, meleklere, insanlara tapmışlardır. Halbuki melekler de kıyametten evvel öleceklerdir, bütün insanlar da ölmüş bulunacaklardır. Bunlardan hiç biri ne vakit diriltilerek mahşere sevkedileceklerini bilmezler. Artık bunlara tapılabilir mi?. İlahlığa sahip olan bir zat ise yaratılmaktan, ölmekten, cehaletten uzaktır. Şüphesiz buna inandık.
22. Sizin mabudunuz, bir tek mabutdur. Ahirete imân etmeyenler ise onların kalpleri inkâr edicidir ve onlar kibirlenen kimselerdir.
22. Bu mübarek âyetler, Allah’ın birliğini beyan ederek müşrikleri reddetmektedir. Putperestlerin ne için öyle bir sapıklığa düşmüş, küfürlerinde ısrarlı olduklarını bildiriyor. Ve kâfirlerin Kur’an’ı Kerim hakkında ne gibi bir isnâda cür’et etmiş olduklarını ve onların ne kadar büyük bir sorumlulukla karşı karşıya bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. Yaratıcınızın, mabûdunuzun varlığına, birliğine, kudret ve büyüklüğüne ait âyetleri, alâmetleri görüp duruyorsunuz. Artık şüphe yok ki, (sizin mabudunuz) kendisine kullukta bulunmanız icabeden Yaratıcınız (bir tek mabûtdur) ilahlıkla, mabutlukla vasıflanmış olan yalnız o’dur, onun ortak ve benzeri yoktur (ahirete İman etmeyenler ise) -bir kıyametin vukuuna, bir ahiret yurdunun mevcudiyetine inanmayanlar ise en büyük bir imân esasından mahrum bulunmuş olurlar. Çünkü ahirete imân,pek büyük bir esastır, insanlığın fiil ve hareketlerini tanzime, ahlâkını yüceltmeye kendisini ibadet ve itaate şevke mühim bir vesiledir. Artık (onların) o inkârcıların (kalpleri inkâr edicidir) o kadar âyetlerin, delillerin mevcudiyetine rağmen onlar yine Allah’ı, Allah’ın birliğini, ahiret gününü inkâr etmektedirler. (Ve onlar kibirlenen kimselerdir) onlar kendilerine büyük bir kıymet verirler, vicdanları yüce hislerden mahrum bulunur, o kadar eşsiz eserlere, delillere rağmen yine Allah’ın birliğini itirafta bulunmazlar, İmandan, hakkı kabulden böbürlenerek kaçınırlar. Ne büyük bir sapıklık!.
23. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ onların neyi gizlediklerini ve neyi açıkladıklarını bilir. Muhakkak ki, o, kibirlenenleri sevmez.
23. Fakat o inkarcılar, lâyık oldukları azaplara hazırlansmlar. (Şüphe yok ki: Allah Teâlâ onların) kalplerinde (neyi gizlediklerini) tamamen bilir (ve) onların (neyi açıkladıklarını) ortaya koyduklarını da (bilir) Evet.. Yüce Yaratıcı, onların Allah’ın birliğini inkâr ettiklerini de, Kur’an-ı Kerime “öncekilerin masalları” dediklerini de, İslâmiyet’e karşı içlerinde nasıl bir düşmanlık taşımakta olduklarını vesair bütün kabahatlerini de tamamen bilmektedir. Artık ona göre cezaya uğrayacaklardır. (Muhakkak ki, o) Yüce Yaratıcı (kibirlenenleri sevmez) öyle böbürlenerek hakkı kabulden kaçınan, Kerem sahibi Yaratıcının varlığını, birliğini tasdik etmeyen, ilâhî dinin hükümlerine karşı inkârcı, kibirli vaziyet alan herhangi bir şahsa azap eder, onu af ve lütfuna nail buyurmaz. Artık öyle inkarcılar, bu ilâhî tehdidin dehşetini, âkıbetini düşünmelidirler!.
24. Ve onlara Rabbiniz ne indirdi? Denildiği vakit dediler ki: Evvelkilerin masallarını.
24. Evet.. Ahireti inkâr edenler, o kibirli şahıslar her yönden azabı hak etmişlerdir. Onlar Allah’ın birliğini, inkâra cür’et ederler(ve onlara: Rab’biniz ne indirdi?.) Muhammed Aleyhisselâm’a nasıl bir kitap ihsan buyurdu?, (denildiği vakit) yani: Onlara müslümanlar tarafından böyle bir sual sorulduğu zaman veya o inkarcılar, kendi aralarında zorbalık yoluyla böyle konuştukları vakit veyahut Mekke yollarına dağıtarak insanları sapıtmaya çalışan kâfirler, kendilerine somlduğu an, o inkarcılar alay yoluyla (dedilerki: Evvelkilerin masallarını) yani: Eski kavimlerin yalan yere uydurmuş oldukları hikâyelerini indirdi. O inkarcılar, gözlerinin önünde parlayan Kur’an âyetlerini gördükleri, onun bir sûresine bile bir nazire meydana getiremedikleri halde sırf küfürlerinde israr için böyle bir iddiaya, bir iftiraya cür’et eder bulunmuşlardı.
25. Onlar nihayet kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak yüklenecekler ve bilgisizlikten dolayı sapıtmış oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat et! Yüklenecekleri şey ne kadar fena!
25. Evet.. O inkarcılar, böyle bâtıl bir iddiaya cür’et göstermişlerdi. Elbette bunun cezasını göreceklerdir. Elbette (onlar nihayet kıyamet günü kendi günahlarını) küfürlerini, başkalarını saptırmanın cezalarını (tam olarak yüklenecekler) dir, hiç bir günahları cezası kalmıyacaktır. Onlar dünyada bazı iyilikler yapsalar da, bazı musibetlere uğrasalar da yine bu sebeple azapları azalmış olmayacaktır. Bunun fâidesini yalnız dünyada görmüş olabilirler, fakat müminlerin bazı azapları böyle bir sebep ile düşebilecektir. Çünkü bu âyeti kerime gösteriyor ki: Bütün günahlarının cezasını ahirette tam olarak görecek olanlar ancak kâfirlerdir (Ve) o kâfirler (bilgisizlikten dolayı) yani: Kendilerinin veya saptırılacakların cehaletlerinden dolayı (saptırmış oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir) bu saptırmanın cezasına uğrayacaklardır. Elbette bilerek, bilmeyerekinsanları saptırmaya cür’et edenler, bu hareketlerinden dolayı sorumlu olacaklar ve azap göreceklerdir. Akıllarını güzelce kullanmayan, kendileri için lâzım gelen bilgiyi edinmeyen, bu yüzden sapıklığa kapılan kimseler de vazifelerini yerine getirmede kusur etmiş olacaklarından dolayı onlar da elbette azabı hak etmiş olacaklardır. (Dikkat et!. Yüklencceklerî şey ne kadar fena!.) evet.. Öyle insanları saptırmaya çalışanlar, kat kat azaba uğrayacaklardır. Bu ilâhî tehdidi bir kere düşünmeli değil midirler? Artık öyle korkunç bir âkibete uğramamak için insan, itikadına ahlâkını daha dünyada iken ıslaha çalışmalıdır. Ne kendisinin ve ne de başkalarının sapıklığına sebebiyet vermemelidir. Ve her insan için lâzımdır ki, akıllıca düşünsün, öyle kendisini saptırmak isteyenlerin, kâfirce fikirleri aşılamaya çalışanların o çirkin, düşmanca hareketlerine karşı bir nefret duysun. Onlara asla iltifat etmiyerek kendisini onların şerrinden, hilesinden korusun. Aksi takdirde istikbali, pek korkunçtur. Cenab’ı Hak muhafaza buyursun Âmin..
26. Muhakkak ki, onlardan evvelkiler de hile yapmışlardır. Nihayet Allah Teâlâ’nın emri onların binalarının temellerine geldi de artık tavanları yukarlarından üzerlerine çöküverdi ve onlara azap anlayamadıkları bir yönden gelivermişti.
26. Bu mübarek âyetler, müşriklerin, insanları saptırmaya çalışan kibirli kimselerin nihayet ne kadar mes’uliyetlere, felâketlere uğrayacaklarını ihtar ediyor, onların ruhlarını alacak olan meleklere karşı kendi kötü hallerini inkâr ederek nasıl bir nefis müdafaasında bulunacaklarını ve bu müdafaalarının nasıl reddedileceğini ve kendilerinin ne şekilde cehenneme sevkedileceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: O inkarcılar, o insanları saptırmaya çalışançağdaşlar!. Bir kere tarihe baksınlar!. (Muhakkak ki, onlardan evvelkiler de) eski inkârcı, müşrik kavimler de, küfre düşmüş, başkalarını küfre düşürmek için de (hilede) desisede, kötüce propağandalarda (bulunmuşlardı.) Fakat bu uğursuzca hareketleri yanlarına kalmadı (nihayet Allah Teâlâ’nın emri) ilâhî hükmü (onların binalarının temelerine geldî,) o binaların temellerinden yıkılıp harab olmasına yol açtı (da artık) o binaların (tavanları) kubbeleri ta (yukarılarından) itibaren o dinsizlerin (üzerlerine çöküverdi) hepsinin helâkına sebep oldu (ve onlara azap) Allah’ın kahrı; onların (anlayamadıkları) hatır ve hayâllerine gelmeyen (bir yerden gelivermişti) nitekim nice eski milletlerin yurtlarına ait harabeler görülmektedir. Kısacası, Nemrud’un, Kenan’ın Babil’de yaptırmış oldukları pek yüksek saraylar da, kaleler de başlarına yıkılmış, kendilerini mahvedivermişti. Nemrud’un yaptırdığı saray rivayete göre beşbin arşın yüksekliğinde imiş, bununla yükselerek göğün durumunu öğrenmek, göktekiler ile harp etmek hayaline düşmüş idi. Az sonra bu sarayı şiddetli bir rüzgâr ile yıkılarak kendisini helâk eylemiştir. Sivri sinekler ile mahvolduğu da anlatılmaktadır. Bu âyeti celile, bir misali de içermektedir. Şöyle ki: Allah’ın dinini söndürmek isteyenlerin bu husustaki hileleri, tuzakları nihayet kendilerinin başlarına yıkılacak, kendilerinin dünyevî ve uhrevî felâketlerine sebep olacaktır. Binaenlayeh Resûl-i Ekrem’i ve ona nâzil olan Kur’an’ı Kerim’i inkâr eden ve küçümseyenlerin de âkibetleri öyle bir felâketten ibaret olacaktır, bu muhakkaktır, artık böyle bir akibeti düşünmeli değil midirler?.
27. Sonra kıyamet gününde onları Cenab-ı Hak rezil edecektir ve diyeceklerdir ki: Nerede o, iddia ettiğiniz gibi benim ortaklarını ki, sizonlardan dolayı müminlere muhalefette bulunur idiniz. Kendilerine İlim verilmiş olanlar da diyeceklerdir ki: Şüphe yok bütün rezillik, bütün kötülük bugün kâfirlerin üzerinedir.
27. (Sonra kıyamet gününde onları) o inkârcıları, insanları saptırmaya çalışmış olanları Cenab-ı Hak (rezil edecektir) onları horluğa düşürecektir, cehennem azabına sevkeyleyecektir. (ve) Hak Tealâ, onları kınamak ve çirkin hallerini gözler önüne sermek için meleklerin lisaniyle (diyecektir ki, nerede o) sizin zannınızca, itikadınızca (benim ortaklarını ki, siz) onlara tapınıyordunuz ve (onlardan dolayı) müminlere (muhalefette bulunur idiniz?.) onların Cenab-ı hak’ka ortak olduklarını iddia eder Peygamberlere, müminlere karşı düşmanca bir tavır alır durur idiniz. (Kendilerine İlim verilmiş olanlar da) yani: Cenab-ı Hak’kın birliğine vesair dinî hükümlere dair malûmat sahibi olan Peygamberler de, müminler de veya melekler de yine o kıyamet günün de o inkârcıları kınamak için (diyeceklerdir ki: Şüphe yok bütün rezillik, bütün kötülük) her, nevi rezalet, zillet, azap (bu gün) bu mahşerde, bu kıyamet gününde (kâfirlerin üzerinedir) işte bu, onların küfürlerinin, kibirlenmelerinin bir cezasıdır. Dinsizler için ne büyük bir ihanet!. Müminler içinde ne kadar gönüllere şifâ vermeye vesile olacak bir müjde!.
28. O kimseler ki, kendi nefislerine zulümedici oldukları halde onların ruhlarını melekler alacaktır. O vakit onlar, biz bir kötülük yapmıyorduk diye teslimiyet göstereceklerdir. Hayır, şüphe yok ki, Allah Teâlâ sizin ne yaptığınızı hakkıyla bilicidir.
28. Evet.. Kâfirlerin âkibetleri böyle pek korkunçtur, (o kimseler ki,) o kâfirler ki, dünyada iken (kendi nefislerine zulum ediciler oldukları halde) öyle küfre, halkı saptırmaya çalışır dururlarken, bu suretle nefislerini helâke maruz bırakarak kendilerine zulümetmiş bulunurlarken (onların ruhlarını melekler alacaklardır.) Ölüm meleği ile yardımcıları onların dünya hayatına nihayet verecektir. (o vakit onlar) o dinsizler kendilerini müdafaa, azaptan korumak maksadıyle (biz bir kötülük yapmıyorduk) biz Allah a ortak koşmadık, ilâhî dine düşman bulunmadık (diye teslimiyet göstereceklerdîr.) ölüm korkusuyla boyun eğerek ve itaatde bulunarak kötü inançlarını, hareketlerini inkâra lüzum göreceklerdir. Melekler de diyeceklerdir ki: (Hayır) siz öyle imanda, itaatde bulunmuş kimseler değilsinizdir. Bilâkis en kötü bir kanaatle, bir saptırma hareketinde bulunuyordunuz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sizin ne yaptığınızı hakkıyla bilicidir.) Şimdi sizin hâl ve durumunuzu inkâr etmeniz, size bir fâide veremiyecektir. Siz herhalde lâyık olduğunuz cezayı göreceksinizdir, İşte zamanı gelmiştir.
29. Artık giriniz, cehennemin kapılarına, içinde ebedî olarak kalmak üzere. Artık kibirlenenlerin yurdu ne kadar fena!
29. (Artık) Ey kâfirler!, (giriniz) sizin için kurtuluş ümidi yok (cehennemin kapılarına) cehennemin muhtelif tabakalarının, bölümlerinin kapılarından içerilerine atılın, o cehennemin (içinde ebediyen kalmak üzere) orası sizin için sürekli bir azap yurdudur, sizin için ondan kurtuluş yoktur. Ne kadar müthiş bir yer!. Evet.. Cenab’ı Hak buyuruyor ki: (artık kibirlenenlerin yurdu) Allah’ın birliğini, Peygamberlerin beyanatını kabul etmeyip onlara karşı kibirlenen dinsizlerin duracakları yer (ne kadar kötü) ne kadar dehşetli bir mahaldir. Evet.. Bir cehennemdir, bir ateş deryasıdır. İşte dinsizliğin, Allah Teâlâ’dan korkmamanın pek korkunç akibeti!.
§ Cehennemin tabakaları arasında şiddetce farklılık vardır. Kâfirlerin öyle tabakalara dağılacaklar!, azaplarının farklı derecelerde bulunacağına işareti kapsamaktadır.
30. Ve sakınanlara denildi ki: Rabbiniz hangişeyi indirmiştir? Dediler ki: Hayır, bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır ve ahiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır ve takva sahiplerinin yurdu ise ne güzeldir!
30. Bu mübarek âyetler de takva sahibi olan zatların kendilerine yönelen suale verdikleri cevabı ve onların kavuşacakları mükâfatı, makamları bildiriyor ve takva sahiplerinin ruhlarını meleklerin ne şekilde alacaklarını ve kendilerini ne ile müjdeleyeceklerini beyan buyuruyor. Şöyle ki: İnkarcılar, Kur’an’ı Kerim hakkında “evvelkilerin masallar!” demişlerdi. Müminler ise o ilâhî kitabın insanlık hakkında ne kadar mühim bir hayır, bir saadet vesilesi olduğunu pek güzelce anlamış bulunuyorlardı. İslâm’ın başlangıcında her taraftan Arap kabileleri hac mevsimi günlerinde Mekke-İ Mükerreme’ye gelerek Peygamberimizin durumundan soruyorlardı. (ve) işte bunların tarafından (sakınanlara) yani: İslâmiyeti kabul edip küfür ve şirkten kaçınmış, Allah’ın azabından korkmuş (olanlara denildi ki: Rab’biniz) Hazret-i Muhammed’e (hangi şeyi indirmiştir?.) onun yaydığı Kur’an neden ibarettir?. Bu suale karşı ashab-ı kiramdan olan o takva sahipleri ise (dediler ki: Hayrı) indirmiştir. O Kur’an, sırf bir hayırdır, bir kurtuluş vesilesidir, onu tebliğ eden zat da bir Yüce Peygamberdir, bütün tebliğatı sırf hakikattır. İşte böyle sakınan, güzel itikafda bulunan zatlar, iyilik ehli, hakikatı gören zatlardır. Artık şüphe yok ki, (bu dünyada iyilik edenler için) öyle ihsanda, hayrı tavsiye edici hareketlerde bulunanlar için (iyilik vardır) temiz bir hayat vardır, bir mükâfat vardır. (Ve) onların haklarında (ahiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır) onlar ahirette cennetlere, ilâhî tecellilere kavuşacaklardır, (ve takva sahiplerinin yurdu ise) o ahiret alemindeki makamları, ikametgâhları ise (ne güzeldir) o zatlar o âlemde ne kadar çeşitli ve sonsuz nimetlere ulaşacaklardır.
31. Adn cennetleridir ki, ona gireceklerdir, altlarından ırmaklar akar. Ve onlar için orada istedikleri vardır. İşte Allah Teâlâ takva sahiplerini böylece mükâfatlandırır.
31. Evet.. O takva sahiplerinin kavuşacakları yüksek makamlar (Adn cennetleridir ki) o ebedî bağlar, bostanlar, gezinti yerleridir ki, o takva sahipleri (ona) o cennetlere (gireceklerdir) öyle güzel, ruhları coşturan cennetler ki, onların köşkleri (altlarından ırmaklar akar) lezzetli, şeffaf sular akar durur (ve onlar için) o cennet ehline mahsus (orada) o cennetlerde (istedikleri) arzu eyledikleri, kendisiyle ferahlanacakları, zevk alacakları her şey (vardır) onlar için her tûlü hayırlar, saadetler hazır bulunacaktır. (İşte Allah Teâlâ takva sahiplerini böylece) böyle cennetlere, nimetlere kavuşturmak suretiyle (mükâfatlandırır) artık hangi akıllı bir insandır ki, böyle ebedî, parlak mutluluk dolu bir istikbale kavuşmak için “daha dünyada iken imân ile, takva ile, ibadet ve itaat ile uğraşmayı kendisi için en güzel bir vazife telâkki etmesin?.
32. Onlar ki, tertemiz oldukları halde ruhlarını melekler alıverirler, derler ki: “Selâm size” yapmış olduğunuz şey sebebiyle cennete giriniz.
32. Evet.. (Onlar ki) o takva ehli müminler ki (tertemiz oldukları hâlde) temiz bir itikat ile, güzel ahlâk ile vasıflanmış, zulmetmek pisliğinden temiz, hakka yönelmiş bir durumda iken (ruhlarını melekler alıverirler) o melekler, onlara o ölüm anında (derler ki: Selâm size) Ey Allah’ın dostları!. Cenab-ı Hak sizi selâmetle, cennet ile müjdeliyor. Artık dünyada iken (yapmış olduğunuz şey sebebiyle) takvaya, ibadet ve itaate devam etmiş olduğunuzdan dolayı (cennete giriniz) yani: Cennet sizin için hazırdır, o size mahsustur, sizin için hazırlanmış bir mutluluk makamıdır. Siz haşrolununca lâyık olduğunuzcennetlere gireceksinizdir. Ne büyük bir müjde!. İnkarcılar, münafıklar ise bu saadetten ebediyen mahrumdurlar.
33. O inkarcılar kendilerine meleklerin gelmesinden veya Rabbin emrinin gelmesinden başka bir şey mi beklerler? Onlardan öncekiler de öylece yapmışlardı ve onlara Allah zulüm etmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulüm eder oldular.
33. Bu mübarek âyetler, müşriklerin ne kadar kendilerine faidesiz bir bekleyişte, yanlış bir fikirde bulunarak kendi nefislerine ne kadar zulüm eder olduklarını bildiriyor. Ve müşriklerin kendilerini müdafaa için ileri sürecekleri sözlerin boş olduğuna ve Peygamberlerin açık tebliğatı var iken artık kimsenin kendisni mazeretli göstermeğe selahiyeti bulunmadığına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: O inkarcılar, o Hz. Muhammed’in Peygamberliğini ve Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmeyen müşrikler (kendilerine meleklerin gelmesinden) başka bir şey mi bekliyorlar ki, o zaman imân etsinler?, (veya) kendilerine (Rab’bin emrinin) yani: Haklarında köklerini kazıyıcı azabın (gelmesinden başka bir şey mi beklerler) o zaman imanları kendilerine ne fâide verir?. Veyahut o inkarcılar, İmân etmeleri için meleklerin veya kıyamet gününün gelmesinden başka bir şeyi beklemezler. Öyle bir vakitte ise imanları elbette kabule lâyık olamaz. O bir zoraki İmân olmuş olur. (onlardan öncekiler de) asrı saadetteki müşriklerden önce olan ve kendilerine gönderilen Peygamberleri inkâr eden müşrikler de (öylece yapmışlardı) onların da sözleri, fiilleri bu kabildendi. O müşrikler hemen helâke uğramışlardı (ve onlara Allah zulüm etmedi) onlar haketmiş oldukları helâke kavuşmuşlardı (fakat olar kendi nefislerine zulüm ettiler) onlar küfre düştüler, Peygamberlerini tasdik etmediler başlarına gelen belâlara sebebiyet verdiler, lâyıkbulundular.
34. Artık onlara yaptıkları şeylerin kötülükleri dokundu ve onları kendisiyle alay ettikleri şey sarıverdi.
34. (Artık onlara yaptıkları şeylerin) o kâfirce hareketlerinin (kötülükleri dokundu) onların ezasına, azabına uğradılar, (ve onları kendisiyle alay ettikleri şey sanıverdi) onların etrafını öyle inkârlarının, alay etmelerinin cezası inerek kuşattı. Hepsini de mahvedip gitti. Artık o müthiş felâketlerden sonrakiler bir ibret dersi almalı değil midirler?.
35. Ve müşrikler dediler ki: Eğer Allah dilese idi ondan başkasına ne biz ve ne de babalarımız ibadette bulunmazdık ve ne de onsuz bir şeyi haram kılmazdık. İşte onlardan öcekiler de böyle yapmışlardır. Artık Peygamberlerîn üzerine apaçık tebliğden başka ne vardır?
35. Halbuki, sonraki müşriklerde o eski milletlerin başlarına gelen felâketlerden bir ibret dersi almadılar (ve) bu (müşriklerde) bir bâtıl inanç tesiriyle veya bir alay etme ve kıyameti inkâr maksadiyle (dediler ki: Eğer Allah Dilese idi ondan başkasına ne biz ve ne de babalarımız ibadette bulunmazdık) madem ki, Allah öyle dilemiş, artık biz başka türlü yapamazdık, (ve) Allah dilese idi (ne de onsuz) o Allah’ın dilemesi olmaksızın (bir şeyi haram kılmazdık.) Şevâib, behahir, ham gibi hayvanların etlerini haram kabul etmezdik. Cenab-ı Hak böyle dilememiş olsa idi biz de böyle yapmazdık (İşte onlardan evvelkilerde böyle yapmışlardı) eski ümmetlerde de böyle yanlış fikre sahip olmuş, onlar da Peygamberleri inkâra cür’et göstermişlerdi. Varsın onlar böyle küfürlerinde israr etsinler, elbette birgün cezalarına kavuşacaklardır. Bu gibi iddiada bulunan müşrikler kendilerinin cebriye mezhebinde olduklarını göstermişler ve şöyle demişlerdi. Madem ki, Hak Teâlâ neyi dilerse o meydana gelecektir, artık Peygambergönderilmesine gerek kalmamıştır. Herkes yaptığını mecburî bir şekilde yapmakta olduğundan kendisi özürlü bulunmuştur. Ne kadar yanlış bir inanç!. Cenab-ı Hak, kullarının bir takım fiillerini onların ihtiyarlarına, irâdelerine göre vücude getirir, Hak Teâlâ hikmet gereği kullarına bir cüz’î irâde, bir kazanma kuvveti vermiştir. Onların mükellef oldukları ameller, fiiller onların seçme ve tercihlerinden dolayı ilâhî irâde ile meydana gelmektedir. Öyle zorlamaya inanan kimseler ise bu hakikatten habersiz bulunmaktadırlar. Maamafih Allah’ı inkâr eden bir kısım kâfirler de böyle bir iddiayı üstünlük taslamak ve alay etmek için söylemiş olurlar. Demiş oluyorlar ki: Ey müminler!. Madem ki: Bir Yüce Yaratıcının varlığına inanmış bulunuyorsunuz, o halde biz mazur olmaz mıyız?. Her yaptığımız onun iradesiyle, yaratmasiyle meydana gelmiş olmaz mı?, (işte onlardan evvelkiler de böyle yapmışlardı) eski ümmetlerde böyle yanlış bir fikre sahip olmuşlardı, onlar da kendilerinin iradeye sahip, ve ondan dolayı mükellef olduklarını takdir edemeyip Peygamberlerini inkâra cür’et göstermişlerdi. (Artık Peygamberlerin üzerine apaçık tebliğden başka ne vardır?.) Evet.. Yüce Peygamberlerin vazifeleri dinî hükümleri ümmetlerine açık, parlak birer şekilde tebliğ etmekten ibarettir. Bu suretle ümmetler hakkında ilâhî delil tamam olmuştur. Hiç bir kimsenin cehaletin! mazeret makamında ileri sürmesine mahal kalmamıştır. Artık Peygamberlerinin tebliğlerini kabulden kaçınanlar kendi korkunç âkibetlerini düşünsünler, bütün mes’uliyet, onlara aittir. “Bu âyeti celile, Resûl-i Ekrem Efendimiz hakkında bir teselliyi de içermektedir. Ta ki: Tebliğlerini kabul etmiyenlerin o cahilce hallerinden dolayı fazla üzüntüye düşmesin. Bu da Peygamber Efendimiz hakkında bir ilâhî koruma, bir ilâhî lütuf demektir.
36. Andolsun ki, her ümmete Allah’a ibadet ediniz ve şeytandan kaçının diye birPeygamber göndermişizdir. Artık o ümmetlerden bir kısmına Allah hidayet etmiştir ve onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. İmdi yeryüzünde yürüyünüz de bakınız ki, yalanlayanların âkibetleri nasıl olmuştur.
36. Bu mübarek âyetler, vaktiyle her ümmete bir Peygamberin gönderilmiş ve kendilerine lâzım gelen tebliğatın yapılmış olduğunu bildiriyor, o ümmetlerden bir kısmının hidayete ermiş, bir kısmının da sapıklığa düşmüş bulunduğunu gösteriyor, o sapıklığa düşmüş milletlerin ibret verici âkibetlerine dikkatleri çekiyor, onların hidayet kabiliyetlerini kaybetmiş, gerçekleşmesi va’dedilen ahiret hayatım inkâr etmiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kutsal varlığıma (and olsun ki) muhakkak (her ümmete Allah’a ibadet ediniz) yalnız ortak ve benzerden uzak olan o Yüce Yaratıcıya kullukta bulununuz (ve şeytandan) bir takım putlara ibadetten (kaçının diye Peygamber göndermişizdir.) Nitekim bu ümmete de Hazreti Muhammed Aleyhisselâm gönderilmiştir, (artık o ümmetlerden bir kısmına Allah hidayet etmîştir) Onlar temiz yaratılışlarını bozmamış, iradelerini kötüye kullanmamış Peygamberlerinin tebliğlerini kabul edip onlara karşı muhalif bir cephe almamış oldukları için haklarında Allah’ın hidayeti tecellî etmiştir. (Ve onlardan) o ümmetlerden (bir kısmı da sapıklığı hak ettiler.) Kendi yaratılışlarını bozmuş, akıllarını güze! kullanmamış; Peygamberlerinin tebliğlerine inanmamış oldukları için sapıklığa mahkûm bulunmuşlar, nice felâketlere uğramışlardır. Eğer o ümmetlerin bu hallerinden şüphede iseniz (İmdi yeryüzünde yürüyünüz de bakınız ki) Peygamberlerini (yalanlayan) ilâhî dini kabulden kaçınan (ların âkibetleri nasıl olmuştur) Âd, Semud, kavimleri gibi inkârcı milletlerin harap yurtları, kendilerinin müthiş hayat tarihleri daima görülüp işitilmektedir. Bunlardan olsun bir ibret almalı değil midir?.
37. Sen onların hidayete ermelerine çok düşkünlük göstersen de faidesizdir çünki Allah Teâlâ sapıklığa düşürdüğüne hidayet etmez ve onlar için yardımcılardan bir kimse de yoktur.
37. Ey Son Peygamber!. (Sen onların) o seni yalanlayan bazı Kureyş kabilelerinin vesairenin (hidayete ermelerine düşkün olsan da) bütün çaba ve gayretini onların hakkı kabul edip imana kavuşmalarına harcasan da faidesizdir, ona kâdir olamazsın (çünkü Allah Teâlâ sapıklığa düşürdüğüne hîdayet etmez) onlarda hidayeti zorla yaratmaz, onları kendi kötü iradelerinden dolayı sapıklığa düşürmüştür, ilâhî irade bu imtihan âleminde hikmet gereği o şekilde tecelli etmektedir. (ve onlar için) öyle kendi iradeleri yüzünden sapıklığa düşürülmüşler için (yardımcılardan bir kimse de yoktur) ki, onlara hidayet edebilsin veya onlardan azabı def edebilsin. Onlar dünyada da, ahrette de öyle bir yardımcıya nail olama-yacaklardır.
38. Ve Allah’a yeminleriyle yemin ettiler ki: Allah ölen bir kimseyi diriltmeyecektir. Hayır.. Bu diriltmek onun üzerine hak olan bir vaaddır. Fakat insanların çoğu bilmezler.
38. Ve onların şu sapıklıklarına da bakınız ki, onlar (Allah’a olanca yeminlerîyle) son derece gayretleriyle (yemîn ettiler ki:) Bu dünyada ölüp giden kimse artık hayattan büsbütün mahrum kalmıştır, artık (Allah ölecek bir kimseyi diriltmeyecektir.) Onlara göre insan, bu hususî bünyeden ibarettir, İnsan ölünce bu bünyesi dağılır, parçalara, atomlara ayrılır, artık iadesi mümkün olamaz. Onların bu yanlış inançlarını red için de buyumluyorki: (Hayır) onların o iddiaları boştur. (Bu) diriltmek, ölmüş insanları yeniden hayata kavuşturmak (onun üzerine) o Kerem sahibi Yaratıcı tarafından (hak olan) hakikaten sâbit bulunan (bir vâ’ddır) kesin bir ilâhî va’din gereğidir, elbette ki her insanı yeniden hayata erdirecektir. İnsanın mahiyeti, öyle kuru bir bünyedenibaret değildir, İnsan ruh ile beraber cesetten ibarettir. Cenab-ı Hak, ruhu da cesedi de dilediği zaman iaedeye kadirdir. inanıyoruz (Fakat insaların çoğu bilmezler) Allah Teâlâ’nın ilmini, kudretini, hikmetini ve diğer yüce vasıflarını bilip tasdik etmezler. Öyle bir cehaletten dolayıdır ki, bir takım hakikatları inkâra cür’et gösterirler. Onlar, Kâinatın yaratıcısının kudret ve yüceliğini, beyanlarının hakikatin ta kendisi olduğunu bilseler, sözleride doğru oldukları, gösterdikleri mucizeler ile sâbit olan Peygamberlerin yüce değerini takdir etseler öyle cahilce bir inkâra düşmüş, kâfirce bir kanaatte bulunmuş olmazlar. Ne kadar uğursuz bir cehalet!.
39. Evet.. Cenab’ı Hak ölüleri diriltecektir ki onlara kendisinde ihtilâf ettikleri şeyi açıklasın ve kâfir olanlarda kendilerinin hakikaten ne yalancı kimseler olmuş olduklarını bilsinler.
39. Bu mübarek âyetler, Hak Teâlânın hikmet gereği ölüleri dirilteceğini ve inkârcıların yalancılığını ortaya koyacağını bildiriyor, İlâhî kudretin her şeye fazlasiyle kâfi olduğuna işaret ediyor ve İslâm yolunda zulme uğramış, hicret etmeye mecbur kalmış, sabır ve tevekkülde bulunmuş olan zatların da hem dünyada hem de ahirette nice nimetlere kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Hak Teâlâ ölüleri, ölmüş ve ölecek olan bütün müminleri ve kâfirleri yeniden hayata erdirecek tir ki (Onlara) o yeniden hayat bulacaklara dünyada iken (kendisinde ihtilâf ettikleri şeyi açıklasın) müminler, inançlarının pek doğru olduğunu gözleriyle görüp katiyyet derecesine ulaşmış olsunlar, (ve) kâfirler de ne kadar cahilce, inkârcı bir kanaatte b-uunmuş olduklarını katiyyen anlasınlar. Evet.. (Kâfir olanlar da) dünyada iken kıyameti inkâr etmişlerdi, bir kısmı da Allah dilemese idi biz putlara ibadet etmezdik diye kendilerini mazur göstermek istemişlerdi. Artık onlar yeniden hayta erdirileceklerdir ki: (kendilerininhakikaten ne yalancı olmuş olduklarını bilsinler.) Evet.. Onlar kıyamet gününde o iddialarının ne kadar bâtıl olduğunu anlayacaklardır.
§ Diğer bir görüşe göre de: Hak Teâlâ Hazretleri her ümmete bir Peygamber göndermiştir ki, insanlara ihtilafa düştükleri şeyleri açıklasınlar ve kâfirler de o Peygamberlerin gönderilmesinden önce cehalet ve sapıklık içinde bulunmuş olduklarını anlayabilsinler.
40. Bizim bir şeye sözümüz, onu dilediğimiz zaman ona ol dememizden ibarettir ki, o da hemen oluverir.
40. Evet.. Allah Teâlâ her şeye kadirdir, her ne şeyin varlığını dilemiş olursa o şey mutlaka meydana gelir. İşte insanları öldürdükten sonra tekrar diriltmesi de bu cümledendir. Binaenaleyh bu hakikatı bir misâl yoluyla beyan buyuruyor ki: (Bizim bir şeye sözümüz) yani: irademiz (onu dilediğimiz) meydana getirmek istediğimiz (zaman ona ol dememizden) yani: Onun o belirli zamanda varlığını dilemiş olmamızdan (ibarettir ki, o da hemen) o takdir edilen zamanda (oluverir) ilâhî iradeye muhâlefeti düşünülemez. İşte insanların öldüklerinden sonra tekra dirilmeleri de bu cümledendir. Bunlar ilâhî iradeden dolayı mutlaka tekrar hayat bulacaklardır. Allah’ın kudreti karşısında böyle bir hâdise asla imkânsız görülemez.
41. Ve o kimseler ki, zulüme uğratıldıktan sonra Allah uğrunda hicret ettiler. Elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz ve ahiret mükâfatı ise elbette daha büyüktür. Eğer bilirlerse.
41. (Ve o kimseler ki) o muhterem zatlar ki, Allah’ın dinini yaymaya çalıştıkları için kâfirler tarafından (zulme uğratıldıktan sonra Allah uğrunda) Allah’ın rızasını kazanmak, İslâm dinini yaymaya devam etmek için (hicretettiler) yurtlarını bırakarak başka yerlere gittiler (elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğîz) onlara fetihler ihsan edeceğiz, (ve) onlar için (ahiret mükâfatı ise) cennete kavuşmak, Allah’ın cemalini görmek ise (elbette daha büyüktür) daha yüce bir nimettir (eğer) kâfirler ve hicretten kaçınanlar o hicret eden müminlerin öyle kavuşacakları nimetleri, mükâfatları (bilseler) elbette onlara muhalefetde bulunmazlar, hak yolunda her fedakârlığa katlanır, sabır ederler, öyle dünyevî ve uhrevî mükâfatlara kavuşurlar.
42. Onlar ki sabr etmişlerdir ve Rablerine de tevekkülde bulunurlar.
42. (Onlar ki,) o hicret edenler, o muhterem zatlardır ki (sabır etmişlerdir) İslâm dini uğrunda sabır ve sebat göstermişlerdir, vatanlarından ayrılmaya, birçok şiddetlere karşı tahammülde bulunmaya razı olmuşlardı, (ve) o zatlar (Rablerine de tevekkülde bulunurlar) bütün işlerini Cenab-ı Hak’ka havale ederler, Hak Teâlâ’ya kalben yönelirler başarıyı ondan beklerler.
§ Bu seçkin vasıflara sahip olan zatlar, bilhassa Resûl-i Ekrem ile onun ashab-ı kiramıdır. O mübarek zatlara Mekke halkı zulüm etmişlerdi. Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere’ye hicret buyurmuştu. Ashab-ı Kiramının bir kısmı da evvelâ Habeşe’ye sonra Medine-i Münevvereye hicret etmişlerdi, bir kısmı da yalnız Medine-i Münevvere’ye hicret etmiş, bir kısmı da Mekke’i Mükerreme’den hicret edemeyip müşriklerin eziyetleriyle karşı karşıya kalmışlardı. Bilâli Habeşî, Suheyb, Ammâr gibi zatlar bu cümledendir. İşte bütün bu mübarek zatlar, bu sabırlarının, hakka tevekküllerinin dünyevî ve uhrevî mükafatlarına kavuşmuşlardı. Mekke-i Mükerreme’yi fethederek bütün düşmanlarına karşı galip ve hâkim bulunmuşlardı. Onların adları dünyada daima takdir ile, saygı ile hatırlanmaktadır.Uhrevî mükâfatları ise her türlü düşüncelerimizin üstündedir. İşte Allah’ın dinine hizmetin, bağlılığın büyük mükâfatı!.
43. Ve senden evvel de Resûl olarak göndermedik, ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri gönderdik. İmdi bilenlerden sorunuz eğer siz bilmiyor iseniz.
43. Bu mübarek âyetler, insanları irşat için yine insanlardan erkek olan birçok Peygamberlerin mucizeler ile, kitaplar ile gönderilmiş olduğunu bildiriyor. Allah’ın dinine muhalif, hilekârca hareketlerde cür’et edenlerin de ilâhî azaptan korkmalarını kendilerine ihtar buyuruyor. Ve Cenab-ı Hak’kın dinine girmekle onun acıma ve merhametine sığınmanın lüzumuna işaret buyurmaktadır. Şöyleki: (Ve) Ey Muhammed Aleyhisselâm!. (Senden evvelde) ümmetlere, insan topluluklarına (Resûl olarak) melekleri, kadınları, çocukları (göndermedik, ancak kendilerine) melekler vasıtasiyle (vahyettîğimiz) insan cinsinden olan (erkekleri gönderdik) bütün insanlığa gönderilmiş Peygamberler, insan cinsinden olan (erkekleri gönderdik) bütün insanlığa gönderilmiş Peygamberler, insan cinsinden olan bir kısım muhterem erkeklerdir. (İmdi) siz bu hakikatı (bilenlerden sorunuz) İlim sahibi olan, düya tarihini bilen, Tevrat, Zebur, İncil gibi kitapların içeriğine vakıf olan ve bu özellikle tanınan kimselere sorunuz. Meselâ: Kitap ehline sorsanız onlar da vaktiyle Hazret-i Musa, Hazret-i İsa gibi zatların Peygamber gönderilmiş olduklarını haber verirler. (Eğer siz) ey Kureyiş müşrikleri vesair inkarcılar bu hakikatı (bilmiyor iseniz) onlar size bu hususa dair bilgi verirler, bütün ümmetlere meleklerin değil, yine kendi cinslerinden olan erkeklerin Resûl gönderilmiş olduğunu söylerler.
§ Bu âyeti kerime de işaret vardır ki, bir cemiyetin fertleri, bilmedikleri mes’eleleri bilen kişilerden somp öğrenmelidirler.
44. O Peygamberleri açık mucizeler ile ve kitaplar ile gönderdik ve sana da Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirilmiş olan emir ve nehyi insanlara açıkça anlatasın ve gerek ki onlar da düşüneler.
44. Evet.. O Peygamberleri (açık mucizeler ile) parlak deliller ile (ve) Tevrat, Zebur, İncil gibi semavî (kitaplar ile) gönderdik ve sana da bir öğüt, bir zikir olan (Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine) iki âlemde de kurtuluş vesileleri olmak üzere (indirilmiş olanı) dinî vazifeleri, dinî kuralları, ve ilâhî emirleri ve yasakları (insanlara açıkça anlatasın) en fasih, en açık bir lisan ile onları irşada çalışasın (ve gerektir ki, onlarda tefekkür edeler) onları düşünüp uyanabileler. Eet.. İnsanlığın güzelce düşünerek uyanmaları, hakikatlardan haberdar olmaları hikmet ve menfaatından dolayıdır ki, hakikatlerin özeti olan Kur’an-ı Kerim nâzil olmuş, Resûl-i Ekrem de bu gerçekleri izah ederek ümmetine tebliğ eylemekle görevlendirilmiştir.
§ Bu âyeti Mücmel celilede işaret buyurulmuş oluyor ki, Yüce Peygamberimiz Kur’an-ı Kerim’in mücmel (kısa ve öz) olan bir kısım âyetlerinin hükümlerini ümmetine ayrıntılı olarak açıkça beyan etmekle mükelleftir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem’in mübarek hadisleri bir kısım mücmel Kur’ânî hükümleri açıklayarak bildirmektedir, ümmetin vazifeside bu hükümleri Hazreti Peygamberin bildirmiş olduğu şekilde bilip kabul etmektir.
45. Kötülük tuzakları kuranlar, Allah’ın onları yere geçireceğinden veya anlamadıkları bir yerden kendilerine azabın gelmesinden emin mi oldular?
45. Ya o (kötülük tuzakları kuranlar) öyle fena hilelerde, desiselerde bulunup duran bir kısım Kureyş müşrikleri (Allah’ın onları yere geçireceğinden) Karun ile ashabının başlarına gelen felâketlere uğratacağından emin mi oldular?. (Veya) onların (anlamadıkları biryerden kendilerine) başka türlü bir (azabın gelmesinden) Lût kavmi gibi ağır bir azaba tutulmalarından (emin mî oldular?.) böyle müthiş bir akıbeti hiç düşünmezler mi?
46. Veya onları dönüp dolaşırlarken yakalayıvermesinden emin mi oldular? Halbuki, onlar Hak Teâlâyı âciz bırakıcılar değildirler.
46. (Veya) o müşrikler (onları dönüp dolaşırlarken) sıhhatları, kuvvetleri yerinde mevcut bir halde seyahatlere çıkıp yeryüzünde gezip dururlarken, Allah Teâlâ’nın onları bir azap ile (yakalayıvermesinden) eminmi oldular. Böyle bir felâkete ansızın uğrayabileceklerini hiç hatıra getirmezler mi?, (halbuki onlar) haşa Hak Teâlâ’yı (âciz bırakıcılar değildirler) kendilerine gelecek herhangi bir felâketi bertaraf edebilecek bir güce sahip bulunmamaktadırlar.
47. Veya onları korkutmak üzere yakalayıvereceğinden emin midirler muhakkak ki, Rabbin elbette çok esirgeyicidir, çok merhametlidir.
47. (Veya onları) o müşrkilerı Cenab-ı Hak’kın sırf (korkutmak) uyanmalarına bir vesile meydana getirmek (üzere yakalayıvereceğinden) emin midirler?. Meselâ: Allah Teâlâ günahkâr bir beldeyi ansızın bir zelzele ile vesaire ile mahv ve harab eder, bununla etraf tâki beldeler halkı için korkunç bir manzara vücude getirilmiş olur. Veyahut bir millet, bir müddet kıtlık ve pahalılığa müthiş hastalıklara duçar olur, bu da kendileri için bir uyanma vesilesi teşkil etmiş bulunur, İşte böyle korku ve dehşeti gerektiren olaylar da meydana gelebilir. Artık insanlar uyanık bulunmalı, Hak Teâlâ’ya sığınmalı, onun kutsal hükümlerine uymalıdır ki, o gibi felâketlerden emin olabilsinler. (Muhakkak ki, Rab’bin elbette çok esirgeyicidir) bunun içindir ki, kullarını irşat edecek Peygamberler göndermiştir ve o Kerem sahibi Yaratıcı (çok merhametlidir) bundan dolayıdır ki, kullarınagünahları yüzünden hemen azap etmez, kendilerine durumlarını düzeltebilmeleri için bir müddet verir, onları bir müddet serbest bırakır.
48. Allah’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi ki, onun gölgesi Allah için mütevazi bir halde secde ederek sağa ve sol taraflara eğiliverir.
48. Bu mübarek âyetler, bütün mahlûkatın gölgelerinin kendilerine mahsus birer mütevazi vaziyetiyle Cenab-ı Hak’ka itaat secdesinde bulunduklarını bildiriyor. Ve bütün meleklerin Cenab’ı Hak’tan korkup emrolundukları şeyleri yaptıklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kâinatın yaratıcısının kudret eserlerini uyanık bir ruh ile seyretmek, Yüce Yaratıcının varlığını pek mükemmel bir şekilde isbata kifayet eder. Binaenaleyh o hikmet sahibi Yaratıcının varlığını, birliğini inkâr eden bir kısım beyinsiz insanlar (Allah’ın yarattığı) dağlar, ağaçlar, kuşlar gibi (herhangi bir şeyi görmediler mi ki) onlara birer nazarı ibretle bakmadılar mı ki o kadar cehalet, o kadar küfür ve şirk içinde yaşıyorlar. Halbuki (onun) öyle herbir şeyin (gölgesi) bile (Allah için mütevazi bir halde) her yönüyle Allah’ın iradesine tam boyun eğmekle (secde ederek) gündüzün başlangıcında (sağa ve) gündüzün nihayetlerinde de (sol taraflara eğiliverir) ilâhî irade, bütün bunların üzerinde hükümran bulunur. Bunlar bir düzen içinde o vaziyetleri gösterir, bir Yüce Yaratıcının kudretine tabi ve boyun eğer olduklarını lisanı hâl ile itirafta bulunmuş olur.
§ Fiyi; meyletmek, geri dönmek mânasınadır. Güneşin bıraktığı gölgeye de bir taraftan bir tarafa döndüğü için “fiyi şems” denilmşitir. Bu kelime harac, ganimet mânâsına da kullanılır. “Tefiü” de “temilü”, yani meyleder demektir. “Dehrû, “Dühûr” da hakir, zelil mânasınadır. Dahirun da zelil, hakir ve mütevazi olan kimselerdir.
49. Ve Allah için göklerde olanlar ve yerdeki canlılar ve melekler secde ederler ve onlar kibirlenmezler.
49. (Ve) Cenab-ı Hak’kın kudretine, iradesine mahlûkatının yalnız gölgeleri değil, hepsi de tâbi bulunmaktadır. Çünkü (Allah için göklerde olanlar) bir takım yüce ruhlar, (veya semalara mahsus olan) melekler, secde ederler (ve yerdeki canlılar) da secde ederler, hepsi de Allah’ın iradesine boyun eğerler. Kendi varlıkları da birer kulluk secdesi vaziyetini gösterir. Kerem sahibi Yaratıcının varlığına, büyüklüğüne işaret eyler (ve) özellikle mahlûkatın büyük bir kısmını teşkil eden (melekler) de (secde ederler) bunlardan maksat, bütün melekler olacağı gibi yeryüzündeki hafaza vesaire melekleri de olabilir. (Ve onlar) o melekler, (kibirlenmezler) kulluk vazifelerini tam bir tevazu ile yapar, onlar da diğer bir kısım mahlûkat gibi mükellef olup bir korku ve ümit içinde yaşarlar.
§ Bu (49) uncu âyeti kerime, üçüncü bir secde ayetidir.
50. Üzerlerinde hâkim olan Rablerinden korkarlar ve emredildikleri şeyleri yaparlar.
50. Ve o melekler (üzerlerinde) hâkim olan (rablerinden korkarlar) kendilerini yaratan, işlerini düzenleyen, haklarında ihsanda bulunan kerem sahibi Yaratıcılarından bir korku ve dehşet içinde yaşarlar. Diğer bir yoruma göre melekler üzerlerinden kendilerine ilâhî bir azabın gelmesinden veya kahır ve galebesiyle kendilerinin üstünde olan bir Yüce Yaratıcının büyüklük ve yüceliğinden dolayı bir korku ve heybet içinde bulunurlar. (Ve emrolundukları şeyleri yaparlar) mükellef oldukları ibadet ve itaatten ve işlerin idaresinden asla ayrılmazlar.
§ Meleklerin kibirlenmeyerek Yüce Yaratıcıya boyun eğmeleri, onların masum olduklarını göstermektedir. Onların Cenab-ı Hak’tankorkar olmaları da, onların diğer mükellefler gibi haddizatında mükellef bulunduklarını, onlara da emir ve yasağın, va’d ve tehdidin yönelik olduğunu, onların da korku ve ümit içinde yaşadıklarını bildirmektedir. Zaten kulluğun alâmeti de bundan ibarettir.
51. Ve Allah buyurmuştur ki, iki tanrı edinmeyiniz o ancak bir ilahtır. Artık yalnız benden korkunuz.
51. Bu mübarek âyetler, Cenab-ı Hak’kın birliğini, ortaktan uzak oluşunu, bütün kâinatın ve hakikî dinin ve bütün nimetlerin Hak Teâlâ’ya ait olduğunu bildiriyor ve insanların bir zarara uğradıkları zaman Allah Teâlâ’ya yalvarmaya başladıklarını, o zarardan kurtulunca da Hak Teâlâya ortak koşmaya cür’et gösterdiklerini açıklamakta ve böyle kimselerin yakında lâyık oldukları cezalara kavuşacaklarını şöylece ihtar buyurmaktadır. (Ve Allah) Teâlâ bütün mükelleflere (buyurmuştur ki) Ey kullarım!. Sakın (iki tanrı edinmeyiniz) sağlam yaratılışınızı, Allah’ın birliğini idrak etme kabiliyetine sahip olan aklınızı kötüye kullanarak şirke düşmeyiniz (o) ilahlığa sahip olan zat (ancak bir ilahtır) onun asla eşi ve benzeri yoktur, (artık yalnız benden korkunuz) diye sizlere emretmektedir. Ondan başkasından korkmayınız, ondan başkalarına da ilahlık isnat ederek onlardan korkmak cehaletini göstermeyiniz.
§ Rehb! Üzüntü ile ıztırap ile korkmaktır. İbadet eden korkan kimseye rahip denilmiştir. Çoğulu Rehâbibtir. Bu ünvan, Hıristiyan din adamlarına verilmektedir.
52. Ve göklerde ve yerde ne varsa onun içindir ve din de daima onun içindir, bu böyle iken siz Allah’tan başkasından mı korkarsınız?
52. (Ve) şüphe yok ki, bütün kâinat, onun birliğine; ilahlığına şahittir. Evet.. (göklerde ve yerde ne varsa) hepsi de (onun içindir) bütün onlar, o birlik sıfatıyla vasıflananyaratıcınızdır. (Ve dinde) ibadet ve itaatta (daima onun içindir) o Kerem sahibi Yaratıcı için sabittir, lüzumlu bir görevdir. Onun dininden başka dinler, haddizatında din değildirler, birer bâtıl, mensuplarını ebedî azaplara kavuşturan çıkmaz yollardan ibarettirler. Bu, böyle iken, bütün bu kâinat Allah’ın birliğine birer şahit iken, bütün mahlûkat o Kerem sahibi Yaratıcıya muhtaç iken artık ey müşrikler!. Siz (Allah’tan başkasından mı korkarsanız?.) da öyle putlara ibadet eder durursunuz?. Bu ne cehalet!.
§ Vasıb; vacip, sürekli, devamlı olan şey demektir. Ve çok uzak olan bir sahraya “Mefâze-i vâsibe” denilir.
53. Size gelen her nimet, Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman ancak ona seslerinizi yükseltip sığınırsınız.
53. Bir kere düşününüz, (size gelen her nimet) vücudunuzun sıhhati, rızkınızın genişliği, çoluk ve çocuğunuzun varlığı, kısacağı ilâhî din ile mükellefiyet şerefi gibi maddî ve manevî nimetler, lütuflar hep (Allah’tandır) onun birer ihsanıdır. Bunlara karşı şükretmek icabetmez mi?. Bununla beraber (sonra size bir zarar dokunduğu zaman) bir hastalık, bir musibet veya bir ihtiyaç yüz gösterdiği vakit (ancak ona) o birliğe, ilahlığa sahip olan Rab’binize (seslerinizi kaldırıp sığınırsınız) ondan yardım talebinde bulunursunuz, o zaman o putlarınızı unutursunuz, onlardan bir fâide beklemezsiniz. Artık nasıl olur da onları Cenab-ı Hak’ka ortak tanıyarak onlara ibadette bulunursunuz?
§ Ça’r; cüâr, sesi kaldırarak tam bir üzüntü ile dua ve yakarışta bulunmak mânâsınadır. “Tecârun” da yüksek ses ile dua ve niyazda bulunurlar demektir.
54. Sonra sizden o zararı giderdiği vakit o an sizden bir gurup Rab’lerine ortak koşarlar.
54. Evet.. Ey kullar!. O ortaktan uzak olanYaratıcınız (sisden o zararı giderdiği vakit o an sizden bir gurup) bir takım müşrikler, o Allah’ın lütfunu unuturlar (rablerine) kendilerine o nimetleri veren ortaktan uzak yaratıcılarına (ortak koşarlar) onlara da ibadette bulunurlar. Bu ne kadar cehalet!.
55. Kendilerine verdiğimiz şeylere karşı nankörlükte bulunmak için öyle harekette bulunurlar artık bir müddet faydalanıp durunuz, fakat yakında bileceksinizdir.
55. Evet.. O cahiller (kendilerine verdiğimiz şeylere) nimetlere (karşı nankörlükte bulunmak için) öyle müşrikce hareketlerde bulunurlar, o nimetlerin kendilerine Allah tarafından verilmiş olduğunu bilmez gibi bir halde görülürler. (Artık) Ey müşrikler!. Siz dünyada (bir müddet faydalanıp durunuz) öyle toplu olarak putlara tapmağa devam ediniz (fakat yakında bileceksinizdîr) başınıza gelecek azapları, akibeti anlamış olacaksınızdır. Ne korkunç bir ilâhî tehdid!.
56. Ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden mahiyetini bilmedikleri nesneler için bir hisse ayırırlar. Allah’a and olsun ki, iftira ettiğiniz şeyden dolayı elbette mes’ul olacaksınızdır.
56. Bu mübarek âyetler, müşriklerin putları adına neler harcadıklarını ve onların iftiracı sözlerinden dolayı mes’ul olacaklarını bildiriyor. Onların kendilerine isnat edilen kız evlâdından utanıp ızdırap duydukları halde onu Cenab’ı Hak’ka isnat etmekten sıkılmadıklarını beyan buyuruyor, ahirete imân etmiyenlerin çirkin vasıflarına, Kâinatın sahibinin ise yüce vasıflarına işarette bulunmaktadır. Şöyle ki: (ve) o müşrikler, (kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden) Tahıl ve hayvan gibi bazı ekinlerden, hayvanlardan vesaireden (mahiyetini bilmedikleri nesneler için) hiçbir şey bilmeyen, madde kabilinden olan putlar için (bir hisse ayırırlar) bu hayvanlar vesaire putlara aittir, onların etlerini yemek onlardan istifade etmek bizehelâl değildir, derler. O müşrikler de o putların kendilerine faydalı olamıyacağını bilmedikleri halde onlara tapar, onlardan şefaat umarlar. (Allah’a and olsun) ey müşrikler!, siz (iftira ettiğiniz şeyden dolayı) o putlara öyle tapınmayı Cenab-ı Hak’kın size emrettiğini yalan yere söyleyip iddiada bulunmanız sebebiyle (elbette mes’ul olacaksınızdır.) Ahirette bunun cezasına kavuşacaksınızdır. Mâide Sûresi (103) üncü ve Enâm Sûresi (136) ıncı âyeti celileye de bakınız!.
57. Ve Allah için kızlar isnat edinirler. Hâşâ o münezzehtir. Kendileri için ise arzu ettiklerini isnat ederler.
57. (Ve) o müşriklerin diğer bir çeşit cehaletleri de şudur ki: Onlar (Allah için kızlar isnat ederler) meselâ: Huzaa, Kinane kabileleri derlerdi ki: Melekler Allah’ın kızlandır. (Haşa, o) Yüce Yaratıcı kendisine öyle kız isnat edilmesinden (uzaktır) o bütün mahlûkların Yaratıcısıdır. Melekler de onun bir çeşit mahlûku bulunmakla övünürler. O cahil müşriklere gelince onlar (kendileri için ise arzu ettiklerini) erkek çocukları isnat ederler, kız babası olmaktan utanırlar.
58. Onlardan bir kız ile müjdelenince öfke dolu olarak yüzü simsiyah kesilir.
58. Şöyle ki: (Onlardan) o müşriklerden (biri kız ile müjdelenince) bir kız çocuğun doğdu diye kendisine haber verilince utancından dolayı (öfke dolu olarak) hiddete kapılır bir halde (yüzü simsiyah kesilir) hüzün içinde kalır, utanır, eşine karşı bir hiddet ve şiddet gösterir.
59. Müjdelendiği şeyin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu aşağılık duygusu içinde tutacak mı? Yoksa onu toprağa mı gömecek? Diye düşünürdü. Bak ne kötü şey ile hükmediyorlar!
59. (Müjdelendiği şeyin) kız çocuğunun kendi kanaatınca (kötülüğünden dolayı kavmindengizlenir) onlardan utanır, kendisini ayıplayacaklarından korkar. Evet.. Cahiliye araplarında bir âdet vardı ki: Eşlerinin çocuk doğuracağı zaman yaklaşınca kaçar, gizlenirlerdi. Eğer çocukları erkek olursa sevinir, meydana çıkarlardı ve eğer çocukları kız olarak doğmuş bulunursa üzülürler, günlerce meydana çıkıp gö-rünmezlerdi. (Onu) o doğan kız çocuğunu öldürmeksizin (aşağılık duygusu içinde tutacakmı, yoksa onu toprağa mı gömecek) diye düşünürdü. Ve bir çokları da o kız çocuklarını diri diri çukurlara atar, üzerlerine toprak doldururlardı (bak ne kötü bir şey ile hükmediyorlar) kız evlâdından ne kadar kaçınıyor, utanç duyuyorlar, onların öldürülmesine bile razı, oluyorlar. Öyle iken onlar melekleri Cenab-ı Hak’kın kızları sanıyorlar, Cenab’ı Hak’ka böyle kız isnadından utanmıyorlar evlât ise anaya, babaya benzer, aynı cinsten bulunmuş olur. Hak Teâlâ ise bütün mahlukata benzemekten uzaktır, yücedir, bütün mahlûkatın yaratıcıdır, onlar ile aynı cins olmaktan uzaktır, beridir. Şüphesiz buna inanıyoruz.
60. Ahirete inanmayanlar için çirkin bir sıfat vardır. Allah için ise en yüksek vasıflar vardır. Ve o herşeyden üstündür, hikmet sahibidir.
60. (Ahirete inanmayanlar için) o kâfir kimselere mahsus (çirkin bir sıfat vardır) onlar için evlada ihtiyaç vardır, silsilelerinin devamı evlada bağlıdır. Öyle olduğu halde kız evlâtlarını öldürmekten çekinmezler. Onlardan utanırlar, onların beslenmeler! yüzünden ihtiyaca düşeceklerini düşünürler, öyle çirkin, vahşîce bir sıfat ile vasıflanırlar. (Allah için ise en yüksek vasıflar) vardır. Evet Hak Teâlâ Hazretleri birdir, eşi ve benzeri yoktur, celâl ve kemâl sıfatlarına sahiptir, İlim ile, kudret ile, sonsuzluk ile, evlada vesaireye ihtiyaçtan uzak olmakla vasıflanmıştır, (ve o) Yüce Mabud (azizdir) onun benzeri yoktur, herhangi bir mümkün şeyi vücude getirmeğe kadirdir,kâfirleri de günahlarından dolayı sorgulamaya yüce kudreti fazlasiyle kâfidir ve o (hakimdir) onun bütün hüküm ve fiilleri birer hikmete, faydaya dayanmaktadır. Erkekleri de, kızları da yaratması birer ilâhî hikmet gereğidir, hak edenlerin azaplarını bir müddet geriye bırakması da yine hikmet gereği bulunmuştur. Bunu o inkârcıların biraz düşünmeleri icabetmez mi?.
61. Ve eğer Allah Teâlâ insanları zulümleri sebebiyle cezalandıracak olsa idi yeryüzünde hiç bir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir zamana kadar erteliyor. Onların ecelleri geldiği vakit ise onlar ne bir saat geri kalabilirler ve ne de öne geçebilirler.
61. Bu mübarek âyetler, azabı hak edenlerin deral azaba uğramamalarının hikmetine işaret ediyor, belirlenen zamanı gelince derhal hayattan mahrum kalacaklarını bildiriyor. Allah’ın şanına lâyık olmayan şeyleri Cenab-ı Hak’ka isnat etmek cüretinde bulunanların o bâtıl itikatlarından dolayı nasıl bir azaba uğrayacaklarını ihtar ediyor. Son Peygamber Hz. Muhammed’e teselli için ondan evvelki ümmetlerin durumlarını ve Kur’an-ı Kerim’in inişindeki faideleri, gayeleri beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kerem sahibi Yaratıcı insanlık hakkında, lütuf ve rahmetini göstermek ve insanların hareketlerini düzeltebilmeleri için kendilerine bir mühlet ihsan buyurmaktadır. (Ve eğer Allah Teâlâ), böyle bir lütufta bulunmayıp (insanları zulümleri sebebiyle) küfürleri, isyanları yüzünden (cezalandıracak olsa idi) hepsini de derhal yaşamaktan mahrum bırakırdı. (Yer yüzünde hiç bir canlı bırakmazdı) hepsi de o zalimlerin uğursuzlukları yüzünden helâk olur giderlerdi. (Fakat onları) Cenab-ı Hak lütuf ve Keremi ile (takdir edilen bir zamana kadar) takdir buyurmuş olduğu ecellernin sonuna, ömürlerinin nihayetine kadar (tehir eder) onlara mühlet vermiş olur (onların ecellerigeldiği vakit ise) artık onlar ecellerini (ne bir saat geriletcbilirler) bir dakika daha olsun yaşıyamazlar (ve ne de öne geçebilirler) daha ecelleri gelmeden bir saniye bile evvel ölüp gidemezler, ömürlerini kısalmaya kâdir olamazlar. Binaenaleyh insanlar bunu düşünmelidirler, daha hayatta iken kaybedileni kazanmaya çalışmadırlar, hallerini güzelce ıslah edip kendilerini istikbalin müthiş azaplarına uğratmış olmamalıdırlar.
62. Ve Allah için kendilerinin hoşlanmadıklarını isnat ederler ve dilleri yalanı söylüyor ki, onlar için elbette en güzel âkibet vardır. Şüphe yok ki onlar için ateş vardır. Ve onlar mutlaka o ateşte terkedilmişlerdir.
62. (Ve) o müşrikler (Allah için kendilerinin hoşlanmadıklarını isnat ederler) kendileri kız evlâtlarından nefret ederken melekleri Cenab-ı Hak’kın kızları sanırlar, kendi varlıklarına başkalarının ortak olmalarını istemezlerken bir takım mahlûkatı Hak Teâlâ’ya ortak koşarlar. (Ve dilleri yalan söylüyor ki; onlar için elbette en güzel âkıbet vardır.) Kendilerinin ne kadar bâtıl bir inançta olduklarını anlamazlar da öyle şirk içinde yaşadıkları halde kendilerinin cennetlere kavuşacaklarını iddiada bulunurlar. Hayır.. Öyle değil (şüphe yok ki, onlar için) o müşriklere mahsus (ateş vardır) o ateş, o suçluların cezasıdır (ve onlar mutlaka o ateşte terkedîlmişlerdir.) onlar o ateş içinde ebedî bir şekilde kalacaklardır.
63. Allah’a and olsun ki, senden evvel de ümmetlere Peygamberler gönderdik. Şeytan ise onlara amellerini süsleyiverdi. Artık o, bugün onların velisidir ve onlar için pek acıklı bir azap vardır.
63. (Allah’a and olsun ki) Ey Yüce Peygamber! (Senden evvel de ümmetlere Peygamberler gönderdik) yani: Kudret ve azametle seni kendi ümmetine Peygamber gönderdiğim gibi vaktiyle diğer ümmetlere de Peygamberler göndermiştim (şeytan ise o ümmetlere) kötü(amellerini) onların küfrünü, yalanlamalarını kendilerine (süsleyiverdi) bir takım vesveselerde bulundu, onların o kâfirce hareketlerini kendilerine güzel bir hareket gibi gösterdi. (Artık o) şeytan (bugün onların) o sapıttığı kimselerin bu dünyada (velisidir) onların yakınıdır, güyâ dostudur, koruyucudur. (Ve onlar için) o kâfirler için ahirette de (pek acıklı bir azap vardır) onlar cehenneme atılacaklardır, işte şeytanları, şeytan tabiatlı dinsizleri dost tutanların, onların sözlerine aldananların âkibetleri böle müthiş bir felâketten başka bir şey değildir.
64. Ve sana bu kitabı indirmedik, ancak onlara kendisinde ihtilâf ettikleri şeyi açıkça bildirmen için ve imân eden bir kavim için bir hîdayet ve bir rahmet olmak üzere indirdik.
64. (Ve) Ey Peygamberlerin en şereflisi!. (Sana bu kitabı) bu Kur’an-ı Kerim’i (indirmedik) onu sana kudret ve azametle ve Cibril-i Emin vasıtasiyle boş yere ihsan etmiş olmadım (ancak onlara kendisinde ihtilâf ettikleri şeyi) onlara (açıkça bildirmen için) indirdik: Meselâ: Allah’ın birliğinin, şirkin bâtıl olduğunu, ahiret hayatının varlığını, helâl ve haram olan şeylerin nelerden ibaret bulunduğunu bilmeyen kimselere ve bu gibi mühim mes’elelerde ihtilâfa düşmüş, cehalet içinde kalmış şahıslara bunları anlatasın diye indirdik. (Ve) o mukaddes kitabı (İmân eden bir kavim için bir hidayet ve bir rahmet olmak üzere indirdik) çünkü bu ilâhî kitaptan asıl istifade edecek olanlar müminlerdir. Müminler, o apaçık kitabı, hareket rehberi kabul ederler, ondan hakkıyla istifadeye çalışırlar, o sayede hidayete, saadete ererler. Ne büyük muvaffakiyet!.
65. Ve Allah Teâlâ gökten suyu indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra hayata erdirdi. Şüphe yok ki, bunda dinleyen bir tolum için elbette bir ibret vardır.
65. Bu mübarek âyetler de Cenab’ı Hak’kınvarlığına, kudretine şahitlik eden ve insanlığın uyanmasına vesile olan bir kısım yüce kudret eserlerini gözler önüne sermektedir. Hayatın kaynağı olan yağmurların, faideli hayvanların, en güzel gıda maddelerini teşkil eden meyvelerin ve özellikle bir yaratılış harikası olan bal arılarının ve onların pek faydalı, lezzetli olan ballarının birer büyük nimet ve birer ibret vesilesi olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın varlığına, kudretine dair yüce âlem ile bu insanlık âleminde nice deliller vardır, bunların miktarı ağaçların yapraklarından daha fazladır. Bunların parıltıları güneşin ışığından daha parlaktır. (Ve) kısacası (Allah Teâlâ) o Kerem sahibi yaratıcıdır ki (gökten) sema tarafından, veya yüksek bulutlardan (suyu indirdi) yağmurları yağdırdı (da onunla) o su ile (yeryüzünü ölümünden sonra hayata erdirdi) onu kurumuş, büyüyüp gdişmeden mahrum kalmış iken tekrar çeşit çeşit bitki ile faaliyete getirdi, ona pek hoş bir hayat manzarası ihsan buyurdu. (Şüphe yok ki, bunda) yeryüzünün böyle yeniden hayata kavuşmasında (dinleyen bir kavim için) bunlara güzel bir bakış ve tefekkür ile bakan hakikattan insaflı bir şekilde kalben dinleyip kabul eden zatlar için (elbette bir ibret vardır) Âlemin yaratıcısının mükemmel kudretine ait pek açık bir şahitlik vardır. Artık öyle bir kavim, elbetteki, bundan istifade ederek aydın bir kalbe, dinin feyziyle donatılmış bir ruha sahip olur.
66. Ve şüphe yok ki, sizin için sağmal hayvanlarda da elbette bir ibret vardır. Size onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından gelen hâlis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından kolaylıkla geçer gider.
66. (Ve şüphe yok ki,) Yüce Yaratıcı öyle kudret ve yüceliğine şahitlik eden daha nice şeyler vardır. Kısacası insanlar!. Sizin için sağmal hayvanlarda da elbette bir ibret vardır) onlar da ne kadar çeşitlidirler, nekadar faideli birer varlıktır. Özellikle (size onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından hâlis) saf, temiz kana vesaireye asla bulaşmamış, tadı, kokusu asla bozulmamış (bir süt) meydana getirerek size (içiriyoruz ki) o süt (içenlerin boğazından kolaylıkla geçer gider) kendisine bir zahmet vermez. Artık böyle bir hayat kaynağının temiz, güzel bir şekilde maydana getirilmesi, etrafındaki temiz olmayan şeyler ile kendi arasında bir perde bulunup onlardan etkilenmemesi elbetteki bir yüce kudretin eseridir. Bu da o yüce kudret sahibi olan Yaratıcımızın haşre ve neşre kâdir olacağına, nice eşsiz eserleri meydana getirmeğe güç yetireceğine pek güzel işaret ve şahitlik etmektedir.
67. Ve hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki ve hem de güzel rızık edinirsiniz. Muhakkak ki, bunda da aklını kullanan bir kavim için elbette bir ibret vardır.
67. (Ve) Ey insalar!. Şunu da düşününüz ki, sizi (hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden) de yararlandırırız, onların öz sularından ve sıkılarak çıkan sularından içersiniz ve siz onlardan (bir içki) bir hoşaf, bir şurup yaparsınız (ve) onlardan sirke, pekmez gibi (bir güzel rızık edinirsiniz) ihtiyaçlarınızı gidermeye çalışırsınız (muhakkak ki, bunda da) bu bildirilen şeylerin her birinde de (aklını kullanan) Cenab-ı Hak’kın bu yarattığı şeyleri güzelce düşünen (bir kavim için elbette bir ibret vardır) bunda da Allah’ın kudretine büyük bir işaret ve şahitlik mevcuttur.
68. Ve Rabbin bal arısına da ilham etmiştir ki, dağlardan ve ağaçlardan ve çardaklardan evler edin.
68. (Ve) Yüce Yaratıcının kudretine yine büyük bir delildir ki, (Rabbin) o varlığının terbiyecisi olan Kerem sahibi Yaratıcın (bal ansına da ilham etmiştir ki) yani: O zayıf mahlûku pek güzel, enteresan işleri yapmaya kudretli kılmıştır ki (dağlardan ve ağaçlardan) veinsanların bina ettikleri (çardaklardan) kendinize (evler edin) Ey arılar!. Öyle meskenlerde toplanıp çalışınız. O arılar da böylece hareket edip durmaktadırlar. İşte Cenab-ı Hak arılara da böyle bir ilâhî teklifi kabul edecek bir tabiat, bir içgüdü, bir kabiliyet ihsan buyurmuştur.
69. Sonra meyvelerin hepsinden yede Rabbin kolaylaştırdığı yollarına git. içlerinden renkleri muhtelif bir şerbet çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz ki, bunda düşünen bir kavim için elbette bir ibret vardır.
69. Ve Cenab’ı Hak, arılardan herbirine ilham buyurmuştur ki, sen (sonra meyvelerin hepsinen ye) istediğin meyvelerden yararlan (da Rabbin kolaylaştırdığı) senin emrine verilmiş bulunan (yollarına git) Hak Tealâ’nın sana ilham ettiği yollara giderek istediğin meyvelerden istifade et. Bakınız Allah’ın kudretine ki, o anların (içlerinden renkleri muhtelif bir şerbet) bir bal (çıkar) o ballar, o anların yedikleri meyvelere çiçeklere ve yaşlarının farklılığına göre beyaz, kırmızı, sarı gibi birer renkte bulunurlar. (Onda) o balda (insanlar için bir şifa vardır) birçok ağrıları gidermeye sebep olur, bir kısım hastalıklar için bir macun mahiyetinde bulunur, kısacası balgam hastalıkları hakkında bizzat şifaya vesile olmaktadır, diğer bazı hastalıklar için de diğer maddeler ile karıştırılmak suretiyle bir şifa vesilesi teşkil etmektedir. (Şüphesiz ki, bunda) bu zikredilen hoş, lezzetli kudret eserinde (düşünen bir kavim için elbette bir ibret vardır) Evet.. Arılar gibi küçük, cılız hayvancağızların o kadar ince bilgilere, enteresan fiillere kâdir olmaları, o kadar faideli bir hayat maddesini meydana getirebilmeleri, kendilerini yaratan, hikmet sahibi yaratıcının varlığına bir büyük delildir. Bunlar, güzelce düşünenler için uyanmayı gerektiren bir özellik taşımaktadır. Artık bu eşsiz eserleri meydana getiren bir YüceYaratıcı, insanları da öldürdükten sonra tekrar varlık cüzlerini bir araya getirerek kendilerini hayat ile, akıl ile vasıflanmış bir hale koyamaz mı? inanıyoruz koyabilir. Bunu ancak düşünceden mahrum olan ahmak insanlar inkâr edebilir. Onların bu inkârları ise kendi ahmaklarını cehâletlerini ortaya koymaktan başka bir önem taşımaz.
§ Zooloji ilminde bildirildiği üzere arıların binlerce çeşidi vardır. Onlar çok farklı biçimde ve birer düzen içinde yaşarlar. Onların bir kısmı, vahşidir ki, dağlarda, mağaralarda, meşeliklerde yaşarlar. Bunların bir takımına eşek arıları da denir. Bunlar yuvalarını ağaç kovuklarında, duvar oyuklarında ve benzer yerlerde yaparlar, bunlar zararlı böcekleri yok ederler, bazı meyveleri de yerler, sahiplerine zarar verirler. Arıların bir kısmı da ehlidir ki, onlar da kovanlarda çardaklarda yaşarlar. Bu ehli arılar, üç guruba ayrılmıştır. Birinci gurup, arıların üzerinde hâkim olan bir kısmı dişi arılardır. Bunlardan her kovanda bir tane bulunur, kendisine eş bulmak için bir defa uçuş yapar, ondan sonra yumurta yapmakla vakti geçer, üç dört bin kadar yumurta yapar, bu yumurtalar üç gün içinde patlar, içlerinden kurtçuk şeklinde yavrular çıkar, bunlar sekiz, on gün içinde arı halini alırlar, bunları işçi arılar beslerler. Ikinci gurup, Erkek arılardır. Dışarıya çıkan an hakimlerini bunlardan bir tanesi takibederler, onları döllendirirler, sonra da hemen ölürler, diğerleri de üçüncü gurubu teşkil eden arılar ile çarpışırlar, onlar bu erkek arıları öldürürler, kovanlarda kalanlarını da dışarıya atarlar, bu erkek arıların iğneleri yoktur. Üçüncü gurup, işçi arılardır. Bunlar her kovanda elli binden seksen bine kadar toplu bir halde yaşarlar. Bunlar çiçekleri emerler, o şekilde bal yaparlar. Arıların görmek, koku almak kuvvetleri pek ziyadedir. Kendisinden bal alackaları çiçekleri çok uzaktan görür, kokularını hissederler gider onlardan yararlanırlar, güzel nağmeleriyle yerlerinedönerler, gelirler. Bunların ikişer gözlerinden başka alınlarının ortasında da birer tek gözleri vardır, bu gözlerde muhtelif ve pek çok gözlere ayrılmıştır. Bu arıların birer iğneleri de vardır ki, onunla düşmanlarına karşı kendilerini korurlar. Şayet bu iğne bir insanın bir uzvuna saplanırsa onu çıkarmalıdır, aksi takdirde zararlıdır. Bal arıları peteklerini altıgen bir şekilde yaparlar, bu suretle boş bir yer bırakmamış olurlar. Pek büyük bir san’at eseri göstermiş bulunurlar. En kudretli mühendisler bile bir takım aletlere, edavata müracaat etmeksizin öyle mükemmel bir şekilde bir şey meydana getiremezler. Bal arılarının italyan, Kafkasya, Kıbrıs arıları diye bazı çeşitleri de vardır. Fennî bir şekilde yapılan kovanlardan senede kırk kilo bal elde edilebilir. Kışın bir kovandaki otuz bin kadar arı için onbeş kilogram kadar bal bırakılır. Bu onların gıdasını teşkil eder. Bal, insanlar için çok faidelidir. Vaktiyle şeker yapılmadan evvel insanlar şeker ihtiyaçlarını bal ile temin ederlerdi. Bal arıları insanlar tarafından beslenmeden evvel taş, ağaç kovuklarında barınırlardı. Milâddan beşbin sene evvel ilk defa olarak Mısır’da arı yetiştirmek usulü meydana gelmiş, o tarihten beri ehli arılar türemeye başlamıştır. Kısacası: Birer yaratılış harikası olan o küçük hayvancağızlar pek büyük birer ibret levhası teşkil etmektedirler.
70. Ve Allah Teâlâ sizi yaratmıştır. Sonra sizi öldürecektir ve sizden kimileri, ömrün en aşağı ihtiyarlık çağına red olunur ki, bir bilgiden sonra bir şey bilmez olsun. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bilgilidir, kudretlidir.
70. Bu mübarek âyetler de diğer bir kısım enteresan olayları ibret nazarlarına sunuyor, Cenab-ı Hak’kın insanları yaratıp öldürdüğünü ve onlardan bir kısmını hikmet gereği bir müddet fazla yaşattığını bildiriyor, ve insanların bazılarını diğer bazılarından dahafazla rızıklandırdığını ve onları aile hayatına, evlât ve torunlara kavuşturup ve nice nimetlerden yararlandırdığını gösteriyor. Bu kadar kudret eserle-rine ve ilâhî nimetlere rağmen nankörlükte bulunmanın rezilliğine, âciz şeylere tapınmanın ne kadar cahilce bir hareket olduğuna işaret buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) Ey insanlar!. (Allah Teâlâ) İlim ve kudret yönüyle her şeyi kuşatan hikmet sahibi yaratıcı (sizi yaratmıştır) sizi yoktan meydana getirmiştir, (sonra) eceliniz nihayet bulunca (sizi öldürecektir) kiminizin eceli daha genç veya orta bir yaşta iken nihayet bulur (ve sizden kimi) de vardır ki, çok yaşar (ömrün en aşağı ihtiyarlık çağına red olunur) o kadar ihtiyarlamadıkca hayatına nihayet verilmez. (ki bir bilgiden sonra) bir nice şeyleri öğrenmiş iken bilahara (bir şey bilmez olsun) kuvvetine, aklına noksanlık gelsin, anlayışının, kuvvetinin noksanlığı yüzünden çocukluk haline benzer bir vaziyete düşsün (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ alîmdir,) kullarının bütün hallerini, ömürlerinin miktarını vesaireyi bihakkın bilir ve o Hikmet sahibi Yaratıcı (kadirdir) her şeye kudreti kâfidir. Dilediği kulunu daha genç iken öldürür, dilediği kulunu çok yaşatır, ihtiyarlığın sonuna kadar öldürmez. Hikmet gereği ne ise onu meydana getirir. “İnsanların ömürleri dört mertebeye ayrılmıştır. Birinci mertebe, çocukluk ve gelişme zamanıdır ki, ömrün evvelinden itibaren onüç seneye kadar, bu bir gençlik zamanıdır. İkinci mertebe, öğrenme zamanıdır ki, otuzüç yaşından kırk seneye kadardır. Bu müddet, kuvvetin gayesi, aklın olgunluk zamanıdır. Üçüncü mertebe, olgunluk yaşıdır ki, bu da kırktan altmış yaşına kadar olan müddettir, insanlar bu yaştan sonra yavaşça eksilmeye başlarlar. Dördüncü mertebe ise ihtiyarlık çağıdır ki, altmışıncı yaştan ömrün sonuna kadar olan müddettir. Altmış beş yaştan sonra eksiklik ortaya çıkar, ihtiyarlık yüz göstermiş bulunur. İşte insanlığın vücude getirilmiş olması, onlarınhayatlarındaki bu ihtilaflar ve değişiklikler haşır ve neşrin varlığına, ilâhî kudretin her şeye kâfi olduğuna kuvvetli bir delildir. Erzeli ömürden maksat bir rivayete göre yetmiş, diğer rivayetlere göre seksen, doksan veya doksanbeş senelik bir ömürdür. Böyle bir ömrün “erzel” sayılması, bir görüşe göre gayrimüslimlere mahsustur. Çünkü bir müslümanın ömrü arttıkça Allah katında kıymeti, üstünlüğü artmış, daha fazla af ve lütfa kavuşması umulmuş olur.
Nitekim: Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. (Tîn, 95/5) âyeti kerimesinde buna işaret vardır. Çünkü bu âyet, aşağıların aşağısına indirilenlerin imandan, salih amellerden mahrum kimselerden ibaret olduğunu gösteriyor. İbadet ve itaat ile, Kur’an okumakla, dinî ilimlerle meşgul olanların uzunca bir müddet yaşamaları ise haklarında bir yardım, bir saadet alâmetidir. Nitekim bir hadisi şerifte de:
(İnsanların hayırlısı o zattır ki, ömrü uzar, ameli güzel olur, insanların şerlisi de o kimsedir ki, ömrü uzar, amelî kötü bulunur). Camiüssağir.
Binaenaleyh insan, ömrünün de değerini bilip onu hayra sarfetmelidir, gayrı meşrû hareketlerden kaçınmalıdır. Aksi takdirde nimete karşı nankörlük etmiş, azabı haketmiş olur.
71. Ve Allah Teâlâ bazınızı bazınız üzerine rızkhususunda üstün kılmıştır. Artık üstün kılınanlar, rızıklarını onda eşit olmak için ellerinin altındakilere verici değildirler. İmdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
71. (Ve) Ey insanlar!. Şüphe yok ki (Allah Teâlâ bazınızı bazınız üzerine rızk hususunda üstün kılmıştır) insanların kimisi zengin, kimisi de fakirdir, kimisi sahip kimisi de mülktür. Bazı insanlar, cahil, âciz oldukları halde kuvvetli, bilgili kimselerden fazla servete, mevkiye sahip olabilirler. Bütün bunlar birer ilâhî takdirin neticesidir, (Artık üstün kılınanlar) rızıkları fazla, sahiplikleri sabit olan insanlar (rızıklarını) kavuştukları servetlerini, sahipliklerini (onlar) o fakirler, o ellerinin altında olanlar (onda) o rızıklarda, servetlerde kendilerine (eşit olmak için) öyle (ellerinin altındakilere verici değildirler) o fakirleri, ellerinin altındakileri kendilerine eşit kılmak istemezler. Mademki: O insanlar, kendi rızıklarına, kendi servetlerine fakir ve yoksul insanları müşterek, eşit kılmak istemiyorlar, o halde kâinatın yaratıcısına onun bir kısım âciz mahluklarını yaratıcılık ve sahiplikte, ibadet ve itaat hususunda nasıl eşit, müşterek kılmak istiyorlar? Hiç mahlûk, yüce yaratıcısına eşit olabilir mi?. Diğer bir görüşe göre de zenginleri de, fakirleri de rızıklandıran ancak Allah Teâlâ’dır. Onlar Allah tarafından rızıklanmak itibariyle eşittirler. Patronlar zannetmemelidirler ki, kendi kölelerim işçilerin! kendileri rızıklandırıyor. Onlar birer vasıtadır, Cenab-ı Hak’kın o köleleri işçileri de o patronlarının elleriyle rızıklandırmaktadır. Binaenaleyh asıl kâinatın yaratıcısı ancak Allah Teâlâ’dır. (İmdi) o müşrikler (Allah’ın nimetini mî inkâr ediyorlar) onun âlemlere rızık veren olduğunu bilmiyorlar mı? Bir takım mahlûkatı ona eşit tutarak onlara da tapıyorlar. Nankörlükte bulunarak kendi haklarında istemedikleri bir eşitliği, bir ortaklığı Yüce Yaratıcı hakkında caiz görüyorlar. Bu ne kadar anlayışsızlık…
72. Ve Allah Teâlâ sizin için kendi cinsinizden eşler kıldı ve sizin için eşlerinizden, oğullar, torunlar yarattı. Ve sizi temiz, hoş şeylerden rızıklandırdı. Onlar hâlâ bâtıla imân edip de Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar!
72. (Ve) Ey insanlar!. Şunu da düşününüz ki (Allah Teâlâ sizin için) güzelce geçinesiniz diye (kendi cinsinizden eşler kıldı) onları yarattı, vücude getirdi. (Ve sizin için eşlerinizden oğullar, torunlar yarattı) ve bunlar sizin için birer hizmetçi, birer yardımcı durumunda bulunmaktadırlar, bu sayede nesilleriniz kesilmeyip devam etmektedir. Bunlar da birer nimettir. (Ve) o kerem sahibi Yaratıcı (sizi temiz, hoş şeylerden merzuk kıldı) size lezzetli sular, çeşitli meyveler, faideli gıda maddeleri ihsan buyurdu. Bunların kıymetlerini bilmeniz, bunlardan dolayı Cenab-ı Hak’ka şükretmeniz icabetmez mi?. (Artık) o müşrikler!. (Bâtıla imân edenler de) öyle Hak Tealâ’ya ortak isnâdına cür’et gösterirler de (onlar Allah’ın nimetini inkârda mı bulunurlar?.) o nimetleri kendilerine hakikaten başkalarının vermiş olduğunu mu iddia ederler?. Helâl olan bir kısım nimetlerin hürmetine ve hikmet gereği haram olan bir kısım şeylerin helâl bulunduğuna mı inanırlar? Bu ne kadar cür’et ve cehalet!.
73. Ve Allah bırakıp da kendileri için ne göklerde ve ne de yerde olan rızıktan hiçbir şeye sahip olmayan ve güçleri dahi yetmiyen şeylere ibadet ederler.
73. (Ve) Ne cehalet ki, o putlara ibadet edenler (Allah’ın bırakıp da kendileri için) o tapanlar için (ne göklerde ve ne de yerde bir rızka sahip olmayan) yağmurları yağdırmayan, bitkileri yetiştirmeyen (ve) zaten bunlara (güçleri dahi yetmeyen şeylere) bir takım putlara (ibadet ederler) bu ne ahmaklık!. Öyle Yaratma ve rızıklandırma sıfatına sahip olmayan, haddızatında maddeden ibaret olup hiç bir şeye kâdir bulunmayan şeylere nasılolur da ibadet edilebilir?. Böyle yanlış bir hareket, insanlığın şanına yakışır mı?. Bunu hiç düşünmezler mi?. Hiç Cenab-ı Hak’kın benzeri ortağı olabilir mi? Hâşâ o Yüce Yaratıcı, ortak ve benzerden, eşlerden ve nazirden uzaktır inanıyoruz!.
74. Artık Allah için benzerler kılmayınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bilir, halbuki, siz bilmezsiniz.
74. Bu mübarek âyetler, Cenab’ı Hak’kın hiçbir şeye benzer olmadığını bildiriyor. Alîm, hakim, kerim, kâdir olan Yüce Yaratıcı ile bu gibi yüksek sıfatlardan mahrum olan putların ve sairenin denk olamıyacaklarını iki misâl ile izah buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. Allah Teâlâ’nın eş ve ortaktan uzak olduğu aklen ve naklen sabittir. (artık Allah için benzerler kılmayınız) mahlûkattan hiçbirini o yüce Yaratıcı’ya benzetmeyin, onun bir eşi, benzeri asla yoktur. Hiçbir mahlûk Yaratıcısına, hiçbir âciz, cahil ve fani olan, kâdir, Âlim, Bâki olan zata denk olabilir mi?. (şüphe yok ki. Allah Teâlâ bilir) her şyi bilir, kullarının hatalarını da, ne gibi yanlış yollara sapmış olduklarını da bilmektedir. (Halbuki siz bilmezsiniz) bir çok yanlış hareketlerde, itikâflarda bulunduğunuz halde bunların ne kadar bâtıl şeyler olduğunu anlamazsınız. Veyahut, o putları Cenab’ı Hak’ka ortak ve benzer sandığınızdan dolayı azap göreceksiniz de bunun farkında değilsiniz, nedir bu, kadar cehalet!.
75. Allah Teâlâ bir misâl verdi: Başkasının malı olmuş bir köle ki, hiç bir şeye gücü yetmez ve bir kimse ki, ona tarafımızdan güzel bir rızık vermişizdir de o ondan gizli ve açık olarak infak etmektedir. Ya hiç bunlar eşit olurlar mı? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çokları bilmezler.
75. Bakınız (Allah Teâlâ) yüce zatına hiçbir şeyin ortak ve benzer olmadığını size anlatmak için (bir misâl getirdi) tâki, bu hakikatı güzelce anlayabilesiniz. Şöyle ki:(Başkasının malı olmuş bir kul) bir köle düşününüz ki, o (hiçbir şeye gücü yetmez) hiçbir kudreti, serveti yok, sırf âcizlik içinde yaşıyor (ve) diğer (bir kimse) yi de düşününüz (ki, onu) o kimseyi (tarafımızdan) bir lütuf olarak (güzel bir rızık vermîşizdir,) o kimse ilâhî bir lütuf olan meşm, güzel, temiz bir servete, bir nimete kavuşmuş bulunmaktadır. Bunun bir şükür ifadesi olmak üzere (de o) kimse (ondan) o kavuştuğu nimetlerden (gizli ve açık olarak) daima bağış kasdıyla (infak etmektedir) kavuştuğu maddî ve manevî nimetlerden başkalarını da sürekli yararlandırmaya çalışmaktadır. Artık biraz düşünmeli (ya hiç bunlar denk olurlar mı?) elbetteki, olmazlar. Madem ki: Böyle iki mahlûk arasında bile bir eşitlik bulunamıyor, artık kâinatın Yaratıcısıyla onun âciz mahlûkatı, öyle madde kabilinden şeyler arasında bir benzerlik ve eşitlik düşünelebilir mi? Bu böyle iken ne cehalet ki bir takım putlara, mahlukata da mabûtluğu isnat edenler bulunuyor?. (Hamd Allah’a mahsustur) bütün hamd ve övgüye lâyık olan ancak Allah Teâlâ’dır, bütün insanlığı meydana getirmiş, onları tevhid dairesine davet buyurmuş, kendilerine bir akıl ve şuur ihsan etmiştir. Artık her yönüyle hamd ve şükre lâyık olan ancak o’dur, (fakat onların) o insanların bir (çoklarını bilmezler) ibadete, itaate lâyık olan ve kendilerini yaratıp nimet veren zatın Cenab’ı Hak’tan başka olmadığını anlamazlar da öyle putlara vesaireye taparlar, onlardan bir fâide beklerler. Bir kısmı da bütün bütün Allah’ı inkâr eder.
76. Ve Allah Teâlâ iki kişiyi de misâl getirmiştir: Onlardan biri dilsizdir, hiç bir şeye güç yetiremez ve o, efendisi üzerine bir yüktür, onu nereye gönderse bir hayır ile gelemez. Hiç bu, adaletle emreden ve kendisi doğru bir yol üzerinde bulunan kimseye eşit olabilir mi?
76. (Ve Allah Teâlâ) öyle putlara tapanlarınhatalarını, sapıklıklarını göstermek için (iki kişiyi de misâl getirmiştir) öyle açık, parlak bir misâl dahi zikretmiştir. Şöyle ki: (Onlardan) o iki kişiden (biri dilsizdir) söz söylemekten âciz bir halde bulunmaktadır (hiç bir şeye güç yetiremez) herhangi bir şeyi anlayıp anlatmaya kabiliyeti yoktur, hiç bir şey yapamaz bir haldedir, (ve o) âciz şahıs, öyle bir köledir ki hiçbir şeye sahip değildir, (efendisi üzerine bir yüktür) ona boş yere ağırlık verip durmaktadır (onu) efendisi (nereye gönderse bir hayır ile gelemez) hiçbir işi görmeğe kâdir olamaz, tam bir âcizlik ve miskinlik içinde bulunmuş olur. Şimdi bir düşünelim (hiç bu) âciz, öyle dört çeşit zelilce niteliği toplayan şahıs, (adaletle emir eden) başkalarına güzelce nasihat veren, başkalarının bir intizam dahilinde yaşamasını isteyen (ve kendisi doğru bir yol üzerinde bulunan) bir doğru yolu takip edip hikmet ve menfaata riayetten, hakka hizmetten ayrılmayan (kimseye) öyle yüksek vasıflara sahip bir zata (eşit olabilir mi?.) Elbetteki, olamaz. Hiç öyle aciz, miskin bir şahıs ile faal, iyiliksever bir zat birbirine eşit sayılabilir mi?. O halde bir kere düşünmeli değil midir? Bütün kâinatı yaratan, mahlûkatına lûtuf ve ihsanda bulunan, her fiili bir hikmet ve menfaat gereği olan bir Yüce Yaratıcı ile onun aciz, lütfuna muhtaç, kendi kendine birşey yapmağa güç yetiremeyen bir mahlûku arasında bir benzerlik ve eşitlik bulunabilir mi? Elbetteki bulunamaz. Bu pek açıktır. O halde birer âdi mahlûktan ibaret olan, birer maddeden ibaret bulunan, hiç .bir şeyi halk ve icada muktedir bulunmayan putlara, ölüme mahkûm, kendisini felâketlerden kurtarmaya güç yetiremeyen herhangi bir kimseye nasıl mâbutluk isnat edilerek tapılabilir? Böyle bir isnadın batıl olduğu açık değil midir? Ne yazık ki, böyle bâtıl, saçma sapan isnatlarda, itikâflarda bulunanlar daima görülmektedirler. Elbetteki, hepsinin durumunu, Cenab-ı Hak bilicidir,hepsi de ölür ölmez lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır.
77. Ve göklerin ve yerin gaybı, onları bilmek Allah’a mahsustur. Kıyametin işi ise başka değil, ancak göz kırpıp açacak kadardır veya ondan daha yakındır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ her şeye kadirdir.
77. Bu mübarek âyetler, Hak Teâlâ Hazretlerinin ilminin genişliğini ve kıyametin kopmasının yakın olduğunu bildiriyor ve kâinatın yaratıcısının kudretine, İlim ve hikmetine işâret eden insanlığın yaratılışına ve bir takım kuşların nasıl havalarda uçup durduklarına dikkat nazarlarımızı çekmektedir. Şöyleki: Evet.. Yüce Allah, tam bir İlim ve hikmet ile vasıflanmaktadır. (ve göklerin ve yerin gaybı) kulların görüp bilemiyecekleri birçok gayb, bilinmeyen işler, gelecekteki planlar (Allah’a mahsustur) onları yalnız Allah Teâlâ bilmektedir. O ğaybî işlerden olan (kıyametin işi ise) haşrın ve nesrin meydana getirilmesi ise (başka değil, ancak göz kırpıp açacak kadardır) o kadar az bir müddette meydana gelebilir (veya ondan daha yakındır) Evet.. Göz hareketinden daha az bir an içinde de meydana getirilebilir. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ her şeye kadirdir) bütün mahlûkatını icada kadir olduğu gibi onları bir anda imhaya ve tekrar hepsini yeniden hayata kavuşturmaya da kadirdir, inandık!. Bu yüce beyanlar, kıyametin sür’atle vuku bulabileceği için bir misâldir. Yani: Cenab-ı Hak dilediği an kıyamet hadisesini fevkalâde bir sür’atle, kolaylıkla meydana getirebilir. Artık insanlık, bundan gafil bulunmamalıdır. Olabilir ki, o müthiş olay, hiç kimsenin düşünemediği bir anda meydana getirilir. Zaten her insan ölünce de onun kıyameti kopmuş demektir. Binaenaleyh her insan, daha hayatta iken kaybettiğini kazanmaya çalışmalıdır, o ebediyet âlemine hazır bulunmalıdır.
78. Ve Allah sizi analarınızın karınlarındanhiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkarır. Ve size teşekkür edesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi.
78. (Ve) Ey insanlar!. Bir kere Allah’ın kudretini düşününüz ki (Allah sizi analarınızın karınlarından) birer damla sular ile şekillendirerek (hiçbir şey bilmez olduğunuz halde) varlık sahasına (çıkardı) kendinizi de, başkalarını da bilemez bir vaziyette idiniz, (ve size teşekkür edesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi) sizi bilmemezlikten kurtarmak için bu kadar kıymetli kuvvetlere, kabiliyetlere kavuşturdu. Artık insanlara lâzımdır ki, kulaklariyle Cenab-ı Hak’kın âyetlerini, öğütlerim dinlesinler, gözleriyle Allah’ın kudret eserlerini seyrederek, Yüce Yaratıcının kudret ve büyüklüğünü düşünsünler, kalpleriyle de manevî bir zevk içinde kalarak tevhid ve tesbihe devam etsinler, kendilerini bu kadar maddî ve manevî nimetlere ulaştırmış olan Kerem sahibi Yaratıcıya karşı kulluk vazifesini ve şükür görevini yerine getirmeye çalışsınlar.
79. Görmediler mi? Gök ile yer arasında emre boyun eğdirilmiş olan kuşları. Onları Allah’tan başkası tutmuyor. Şüphe yok ki, bunda imân eden bir kavim için elbette ibretler vardır.
79. insanlara gaflet ile yaşamak yakışır mı? Kendilerini o kadar nimetlere kavuşturmuş olan Allah Teâlâ’nın kudret ve büyüklüğünün mükemmelliğine işaret eden bu kadar eserleri görmüyorlar mı?. Ve özellikle (görmediler mî, gök ile yer arasında boyun cğdirilen kuşları?.) Onlar ne kadar çeşitli birer kudret eseridir. (Onları Allah’tan başkası tutmuyor) onlar birer ağırca cisme sahiptirler, bununla beraber havada uçuşuyorlar, yere düşmüyorlar. Artık şüphe yok ki, onları öyle havalarda tutan, onlara o uçma kabiliyetini veren ancak Cenab-ı Hak’kın iradesidir, kudretidir. Ve (şüphe yok ki, bunda) bunların bu hayat tarzında da (İmân eden bir kavim için elbette ibretler vardır) çünki bunlar, bütün akıl sahiplerinekarşı ibret vesilesi iseler de bunlardan asıl yararlananlar, ancak hakikî müminlerdir. Elbetteki, Allah Teâlâyı tasdik eden, kalbinde imân nûru parlayan her insan bu çeşit çeşit mahlûkattan birer ibret hissesi alır, yaratanın kudret ve yüceliğine delil getirir, temiz bir ruh ile yaşar, Kerem sahibi yaratıcısı için kulluk secdesine ve şükrana kapanmayı en kutsal bir vazife bilir.
80. Ve Allah sizin için evlerinizden birer mesken kıldı ve sizin için ehli hayvanların derilerinden evler yaptı. Onları gerek göç gününde ve gerek ikametiniz gününde kolayca taşırsınız. Ve onların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından bir zamana kadar faydalanacağınız bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi.
80. Bu mübarek âyetler de Allah’ın birliğine ait delillerin ve insanlığa ihsan buyurulmuş olan nimetlerin diğer mühim bir kısmını bildiriyor. Bu nimetlere kavuşanların en mühim vazifelerini gösteriyor, Resûl-i Ekrem’in dinî hükümleri tebliğ ile mükellef olduğuna, ona muhalefet edenlerin sorumluluğuna işaret buyuruyor, Cenab-ı Hak’kın nimetlerine karşı inkârcı bir vaziyet alanların çoğunlukla kâfir kimseler olduklarını ihtar etmektedir. Şöyleki: (ve) Ey insanlar!. Sizlere olan lûtfuna bakınız ki (Allah Teâlâ sizin için evlerinizden birer mesken kıldı) taştan, tuğladan vesaireden yaptığınız sabit hanelerin odalarında tam bir huzur ile oturursunuz (ve sizin için ehli hayvanların derilerinden) de taşınır (evler yaptı) çadırlar, geçici ikametgâhlar bu cümledendir. (Ve onları) o taşınır evleri (gerek göç gününde) başka yerlere nakil zamanında (ve gerek) içlerinde geçici olarak (ikametiniz gününde kolayca taşırsınız) bunları bir yerden diğer yere nakil kolay bulunur. (Ve onların) o ehli hayvanların (tüylerinden, yünlerinden ve kıllarından bir zamana kadar) onlar eskiyinceye kadar veya sahipleri ölünceyekadar (bir ev eşyası ve ticaret malı) meydana getirdi. Bütün bunlar böyle birer fâide için yaratılmış bulunmaktadırlar.
81. Ve Allah Teâlâ yarattığı şeylerden sizin için gölgeler de yaptı ve sizin için dağlarda barınaklar yaptı ve sizin için elbiseler yaptı ki sizi sıcaktan korurlar. Ve zırhlar ki, sizi savaşlarınızda koruyacaklardır. İşte böyle nimetini sizin üzerinize tamam eder, tâki siz İslâmiyete eresiniz.
81. (Ve Allah Teâlâ yarattığı şeylerden) meselâ: Bulutlardan, binalardan, ağaçlardan (sizin için) ey insanlar!. (Gölgeler de yaptı) ki, o sayede istirahat edesiniz. (Ve sizin için dağlarda yuvalar yaptı) mağaralar kazılmış evler yaptı (ve sizin için) ketenden, pamuktan, yünden, ipekten (elbiseler yaptı ki) bunlar (sizi sıcaktan korurlar) soğuktan korurlar (ve zırhlar) yaptı (ki) demirden, tunçtan, vesaireden zırhlar, kalkanlar vücude getirdi ki bunlar da (sizi savaşlarınızda) düşmanlarınıza karşı (koruyacaklardır) muharebelerde bunlardan istifade edersiniz. (İşte) Ey insanlar!. Cenab-ı Hak (nimetini) böyle çeşitli şekilde (üzerinize tamam eder) size dünyevî ve uhrevî faidelerinizi gösterir, size kurtuluş ve hidayet yollarını beyan buyurur (tâki İslâmiyet’e eresiniz) o nimetleri güzelce düşünerek İslâmiyet’i kabul, Allah’ın Rab sıfatım tasdik eyleyesiniz, o sayede maddî ve manevî selâmete eresiniz.
82. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse artık sana düşen, apaçık bir tebliğden ibarettir.
82. Ey Yüce Resûl!. (Eğer onlar) o kendilerini İslâmiyete davet ettiğin kimseler, kavuştukları o kadar nimetleri takdir etmez (yine yüz çevirirlerse) senin tebliğatını kabulden kaçınırlarsa (artık) sen mazursun (senin üzerine) lâzım (olan) dinî hükümleri, vazifeleri (apaçık bir tebliğden ibarettir) sen bu tebliği yapmış bulunuyorsun, sen teselli bul, bütün sorumlulukları, bu tebliği kabul etmeyenlereaittir.
83. Allah’ın nimetini tanırlar, sonra da onu inkâr ederler ve onların ekserisi kâfirlerdir.
83. Allah’ın birliğini tasdike, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabule davet edilen o bir kısım insanlar (Allah’ın nimetini tanırlar) kavuştukları bir takım nimetlerin kendilerine Allah tarafından verilmiş olduğunu itiraf ederler (sonra da onu) o Kerem sahibi Yaratıcının birliğini (inkâr ederler) o itiraflarınâ fiilen muhalefette bulunurlar, o gerçek güven verici olan Allah Teâlâ’dan başkalarını da mabud tanırlar, bir takım putlara ibadette bulunurlar, onların şefaatleri sayesinde nimetlere ulaşacaklarını sanırlar. Yahut Hazreti Muhammed -Aleyhisselâm- büyük bir ilâhî nimettir. Onun ne kadar güzel ahlâk, olgunluk ve fazilet sahibi olduğunu müşrikler de bilirler, sonra da onun risaletini inkâr ederler. Aynı şekilde: İslâmiyetin de ne kadar faideli, insanlığın yükselmesini, selâmetini temine kâfi hükümleri içerdiğini anlarlar, sonra da onun ilâhî bir din olduğunu inkâra cür’et gösterirler. Nitekim zamanımızda da nice yabancılar, İslâmİyet’in, Kur’an-ı Kerim’in Yüce Peygamberimizin sahip oldukları yüceliği, kutsiyeti anlayıp kısmen de itiraf ettikleri halde yine bâtıl geleneklerine tâbi olarak İslâm dinini kabul etmezler. (Ve onların çoğu) o inkârcıların bir çokları (kâfirlerdir) ancak az bir kısmı henüz yükümlülük çağına ermemiş veya akıl hastası bulunmuş veya kendilerine İslâmî hükümlere dair hiçbir haber ulaşmamış olduğu için onlar birer inatçı kâfir sayılmazlar.
84. Ve birgün her ümmetten birer şahit göndereceğiz. Sonra kâfir olmuş olanlara izin verilmeyecektir ve onlardan bir özür dileme de istenmiyecektir.
84. Bu mübarek âyetler, ahirette tatbik edilecek ilâhî hükümleri ve kâfirlere ait azapların hafiflettirilmiyeceğini bir tehdit olarak bildirmektedir. Ve o zaman müşrikler iletapınmış oldukları putları arasında meydana gelecek olan münakaşalar! ve hakikatın tamamen ortaya çıkarak Allah’ın hükmüne teslimiyetten başka çare bulunamıyacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Resûlüm!. O inkârcılara hatırlat (birgün) de gelecektir ki (her ümmetten) kıyamet gününde (birer şahit göndereceğiz) her ümmetin hallerine şahitlik etmek için onlara kendi Peygamberleri şahit gönderilmiş olacaklardır. Onların lehine veya aleyhine şahitlikle bulunacaklardır. Allah’ın hükmü, hikmet gereği bu şahitlikler üzerine cereyan edecektir, (sonra kâfir olmuş olanlara) o kıyamet zamanında izin (verilmiyecektir) özür beyan etmelerine müsaade olunmayacaktır. Veyahut onlar bu şahitlikleri sükûnetle dinleyeceklerdir, onlara dedikodu yapmaya izin verilmeyecektir. (Ve onlardan bir özür dilemede istenmiyecektir) onların af dilemelerine iltifat olunmayacaktır, onlar sürekli olarak hesaba çekilip duracaklardır.
85. Ve zulüm edenler azabı görünce artık onlardan hafifletilmiş olmayacaktır. Ve kendilerine mühlet verilmişte olmayacaklardır.
85. (Ve) nefislerine küfür ile, isyan ile (zulum edenler) kıyamette muhakemeyi gördükten ve şahitlikten sonra (azabı görünce) cehennem, azabına uğrayınca (artık onlardan) o azap (hafifletilmiş olmayacaktır) daima aynı şiddetle azap görüp duracaklardır, (ve kendilerine mühlet verilmiş de olmayacaklardır) hemen azaba yakalanmış bulunacaklardır.
86. Ve müşrikler ortak koşmuş oldukları şeyleri görünce diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz! Bunlar seni bırakıp da bizim kendilerine tapmış olduğumuz ortaklarımızdır. Bunlar da onlara söz atarlar ki: Muhakkak siz yalancılarsınızdır.
86. (Ve) kıyamet günü (müşrikler) dünyada iken kendilerine tapınmış, kendilerini Cenab’ı Hak’ka (ortak) eş ve benzer (tutmuş olduklarını) şeytanları, tapınmış olduklarıputları vesaireyi (görünce diyeceklerdir ki. Ey Rab’bimiz!) ey bize ihsan eden, bizi beslemiş olan Yaratıcımız (bunlar seni bırakıp bizim kendilerine tapmış olduğumuz ortaklarımızdır) bizleri sana yaklaştırmaları için kendilerine ibadet ettiğimiz şeylerdir. (Bunlar da) o ortak koşulmuş olanlar da başlarına gelecek bir felâketten korkarak kendilerini müdafaaya kalkışacak, (onlara söz atacaklardır ki: Muhakkak siz yalancılarsınızdır) siz hakikaten bize ibadet etmediniz, siz ancak kendi havalarınıza, nefsanî arzularınıza tapınmakta bulunmuştunuz. Maamafih bir takım putlar, madde kabilinden oldukları cihetle onların mâbutluk iddiasında bulunmadıkları açıktır. Onların bu tapınmalardan haberleri bile olmamıştır. Cenab-ı Hak, kadirdir ki, onlara da ahirette böyle kendilerini müdafaa edecek bir kabiliyet verir, onlar da o müşriklerin ne kadar cahilce ve iftiracı hareketlerde bulunmuş olduklarını göstererek iddialarını reddedeceklerdir.
87. Ve o gün Allah Teâlâ’ya teslim bayrağını çekmiş olacaklardır. Ve iftira etmekte oldukları da kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır.
87. (Ve o gün) o, kıyamet zamanında o müşrikler (Allah Teâlâ’ya teslim -bayrağını- çekmiş olacaklardır) dünyadaki böbürlenmelerini bırakmış, Hak Tealâ’nın hükmüne teslim olmak mecburiyetinde kalmış bulunacaklardır. (Ve) o kâfirlerden dünyada iken (iftira etmekte oldukları da) öyle kendilerine mâbutluk isnad eyledikleri şeylerde, onların kendilerine şefaat ve yardım edecekleri iddiaları da (kendilerinden kaybolup gitmiş bulunacaktır) hiç birinden bir fâide görmeyeceklerdir. İşte hakkı bırakıp da mahlukata tapanların, onlardan fâide bekleyenlerin âkibetleri böyle olacaktır.
88. O kimseler ki, kâfir olmuşlardır ve Allah’ın yolundan alıkoymuşlardır, onlar için bozgunculuk yaptıklarından dolayı azaplarınıkat kat arttırmışızdır.
88. Bu mübarek âyetler, insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışan kâfirlerin bu bozguncu hallerinden dolayı kat kat azaba uğrayacaklarını bildiriyor ve her ümmet arasında aleyhlerine şahadet edecek bir zat bulunacağı gibi son peygamberin de bütün ümmetler hakkında bir şahit olarak gönderilmiş olduğunu beyan buyuruyor ve Peygamber Efendimize indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim’in ne kadar yüce, faydalı bir mahiyette bulunduğunu izah buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. Muhakkak (o kimseler ki) kendileri (kâfir olmuşlardır) kendi nefislerini küfre düşürmüşlerdir. (ve Allah’ın yolundan) başkalarını da (alıkoymuşlardır) onları da küfre düşürmüşlerdir. Artık onların cezaları da o nisbette ziyade olacaktır. İşte Cenab-ı Hak o gibi kimseleri tehdit etmek pek korkunç akıbetlerini hatırlatmak için buyuruyor ki: (Onlar için) o kâfir kimseler hakkında (bozgunculuk yaptıklarından dolayı) başkalarını da imandan mahrum bırakmaya çalışıp durmuş olmaları sebebiyle (azaplarını kat kat arttırmışızdır) onlar hem kendi küfürleri yüzünden ve hem de başkalarının küfrüne sebebiyet vermiş oldukları cihetle kat kat azaba uğrayacaklardır. İşte halkı saptırmanın müthiş neticesi!.
89. Ve o gün her ümmet için de üzerlerine kendilerinden birer şahit göndereceğiz, seni de bunların üzerine bir şahit olarak getirdik ve sana kitabı her şey için bir apaçık beyan ve bir hidayet ve bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olmak üzere indirdik.
89. (Ve) Resûlüm!. Kendilerini İslâm dinine davetle emrolunduğun kimselere şunu da ihtar buyur ki: (o gün) o kıyamet zamanında (her ümmet) her cemaat (içinde üzerlerine kendilerinden) kendilerine Peygamber gönderilmiş zatlardan (bir şahit göndereceğiz) o şahit onların imân edip etmediklerine,itaatte mi, isyanda mı bulunduklarına şahitlik edecektir. Yüce Resûlüm!. (Seni de) kudret ve azametimle (bunların üzerine) bütün o ümmetlerin ve şahitlerin üzerlerine veyahut kendi ümmetin hakkında (bir şahit olarak getirdik) seni öyle büyük bir vazifeye tâyin ettik. Yani: Sen kıyamet günü bütün onların hakkında umumi bir şahit olacaksın. Evet.. Resûl-i Ekrem Efendimizin risaleti, evrenseldir, insanlar ve cinlere aittir. Geçmiş ümmetlerin durumlarını da Allah katından öğrenmiştir. Çünkü Kur’an’ı Kerim ile, ilâhî vahiy ile bütün bunlar kendisine bildirilmiş bulunmaktadır. Artık o son peygamber hem, kendi ümmetleri, hem de diğer ümmetler hakkında şahitlik sıfatına sahip olmuştur. İşte Cenab’ı Hak, buyuruyor ki: (ve) Ey Yüce Resûlüm!. (Sana kitab”) Hakikatleri açıklayan Kur’an’ı (her şey için) dinî hususlara, geçmiş ümmetlerin durumlarına, retimaî hayatın can damarı olan esaslara ait mevzular için (bir apaçık beyan) olarak ihsan ettik. Bütün dinî, ictimâî, ahlâkî mes’eleler, bu semavî kitabın gösterdiği metot, usul ve kurallar sayesinde anlaşılmış tâyin edilmiş olabilir. Resûl-i Ekrem’in mübarek hadisleri, sünnetleri de esasen Kur’an’ı Kerim’e dayanmaktadır. İslâm âlimlerinin ictihatları, kıyas yoluyla bir kısım mes’eleleri tâyin etmeleri de yine esasen Kur’an’ı Kerim sayesinde, onun gösterdiği usûl ve metot sayesinde mümkün bulunmuştur. (Ve) o apaçık kitabı (bir hîdayet) sapıklıktan kurtulmaya bir vesile (ve) onu kabul ve tasdik edenler için (bir rahmet ve) bütün (müslümanlar için) cennete, ilâhî lütuflara kavuşacaklarına dair (bir müjde) bir müjdeci (olmak üzere indirdik) çünkü, Kur’an-ı Kerim öyle bir ilâhî kitaptır ki, insanlığın bütün mhî ihtiyaçlarını karşılar, insanlığı en güzel ahlâkî, ictimâî vazifeler ile görevlendirir, insanlığı bütün zararlı, insaniyete aykırı olan hareketlerden meneder. Artık böyle yüce bir kitabı, bütün insanlık için bir hidayet, rehberibir rahmet ve saadet vesilesi olmaz mı? Ne mutlu onun kutsî hükümlerine riayet edenlere!.
90. Muhakkak ki, Allah Teâlâ adaleti, iyiliği ve akrabalara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emrediyor ve çirkin işlerden, fenalıktan hukuka tecavüzden de men ediyor. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.
90. Bu âyeti celile, en mühim ictimâî, ahlâkî esıasları ve umumî, hususî terbiye kurallarını içerir. Ve bütün insanlık için en büyük bir hareket rehberi mahiyetine sahip bulunmaktadır. Şöyle ki: Ey mükellef insanlar!. (Muhakkak ki. Allah Teâlâ adaleti) emrediyor. Her hususta adalete riayet ediniz, her hususta ifrat ve tefritten kaçınarak orta yollu yaşayın, insanların haklarına riayet ederek asla saldırıda bulunmayın. (Ve) Hak Teâlâ Hazretleri (iyiliği) de emrediyor. Vazifelerimizi gerektiği şekilde yapmahyız, insaniyete karşı daima ihsan ile, lütuf ve kerem ile muamelede bulunmalıyız. (ve) Kerem sahibi Yaratıcı (akrabalara) yakın ve uzak akrabaya muhtaç oldukları şeyleri (vermeyi) yardımda bulunmayı da (emrediyor) bunlar en mühim birer insanî vazifedir. (Ve) o Hikmet sahibi Yaratıcı, Ey insanlar!. Sizi (çirkin işlerden) men ediyor, zina gibi, livâta gibi, iffete insaniyete muhalif, ahlâk temizliğine aykırı olan çirkin hareketlerden kaçınmalıdır. Bunların âkibetleri pek korkunçtur. Ve o Yüce Yaratıcı (fenalıktan) da men ediyor. Dînen yasak, aklen çirkin görülen ve reddedilen şeylerden, meselâ: Kıskançlıktan, gıybetten kaçınmalıdır, gadap kuvvetinin aşırı şekilde ortaya çıkmasına meydan vermemelidir. Edeb ve terbiye sahiplerinin çirkin görecekleri şeyleri işlememelidir. Ve Yüce Yaratıcı (hukuka tecavüzden de men ediyor) insanlara karşı haksız yere cebir ve şiddet göstermek, haksız yere onun bunun üstüne atılmak, varlığına saldırmak, dînen yasaktır, kınanmıştır. İşte buüç nevi harekette en önemli yasaklardan sayılmıştır. İşte ey topluluk halinde yaşayan insanlar!. Bu emir ve yasak edilen şeylerin ne kadar mühim olduğunu güzelce (düşünüp tutasınız) gereğine göre hareketlerinizi tanzim edesiniz (diye) Hak Teâlâ Hazretleri bunlar ile size (öğüt veriyor) Artık bu pek mükemmel öğütten yararlanmalıdır, bunun gereğine göre hareket etmelidir. İnsanlığın selâmeti, saadeti ancak bunlara riayet sayesinde tecelli eder.
§ Görülüyor ki: Bu âyeti celile, en lüzumlu, faideli üç şey ile emrediyor, en zararlı üç şeyden de men ediyor. Bunlar ictimâî hayatın en önemli kanunlarıdır, bunlara riayet eden bir cemiyet arasında en güzel bir medenî hayat meydana gelir, ihtiraslardan, tecavüzlerden eser görülmez, halk arasında en faideli bir dayanışma, bir yardımlaşma cereyan eder durur. Bunları biraz izah edelim:
(1) Adl = Adalet: Güzel bir ruhî melekedir. Ifrat ve tefrit arasındaki orta yola riayet sayesinde meydana gelen en büyük bir ahlâkî fazîlettir. Bu melekeye sahip olan insanlar, dünyanın düzenine, sosyal dengeye hizmet etmiş olurlar. Özellikle kâinatın yaratıcısını inkâr sırf bir ifrattır, o ezelî yaratıcıya ortak ve benzer isnâdî da sırf bir tefrittir. Onun ortak ve benzerden uzak olduğunu tasdik ile Allah’ı birlemek ise sırf bir adaletten ibarettir. İnsanların haklarına dinî hükümler çerçevesinde riayet de bir adalettir.
(2) İhsan da iyilik etmektir, bağışta bulunmaktır, hayır adına yapılması münasip olanı yapmaktır, emir olunan bir şeyi gerektiği şekilde meydana getirmektir. Nitekim bir hâdisi şerifte: İhsân Allah Teâlâ’ya sanki onu görüyor imişsin gibi ibadet etmektir, her ne kadar sen onu göremez isen de şüphe yok ki o seni görüyor, diye buyurulmuştur. Binaenaleyh tam bir huzur ve edeb ile ibadette bulunmak da bir ihsan demektir.
(3) Akrabalara yardım etmek, bu da uzak ve yakın akrabaya iyiliktir, onlardan muhtaç olanlara yardımda bulunmaktır, haklarında iyiliksever olmaktır. Buda bir nevi ihsan ise de, hususî önemi arzetmesinden dolayı ayrıca zikredilmiştir. Hattâ bir hâdisi şerifte: Sevabı en acele verilecek itaat “sıla-i rahın”dır. Yani: Akrabaları vakit vakit zi-yarettir. Şimdi düşünelim: Bir cemiyetin fertleri, bu üç vazifeyi güzelce yapmaya çalışırsa aralarında pek güzel medenî, insanî bir hayat yüz göstermez mi?. Aralarında düşmanlıktan, zulûmdan, hukuka tecavüzden, akrabalık bağlarını koparmaktan bir eser görülebilir mi? Cemiyet hayatında sağlam bir inanç, mutlu bir hayat, karşılıklı bir sevgi ve dayanışma görülüp durmaz mı?. İşte bu üç ilâhî emre uymak, böyle muntazam, yüceltmeye lâyık bir medenî cemiyet meydana getirmiş olur. Şimdi biraz da yasaklanan üç özellik üzerinde duralım:
(1) Fahşa: Şehvanî kuvvetlerin ifrat derecesindeki heyecanıdır, temiz yaratılışların nefret edeceği, sağlam akılların noksanlık sayacağı herhangi çirkin bir harekettir. İslâm dininin ruhsatı hariçindeki şehvanî lezzetler bu cümledendir. Bunlara fuhşiyat da denir. Zina, livâta, nâmahreme şehvetle bakmak gibi. Fuhşiyattan olan şeyler ictimâî hayatı zehirler, felce uğratır, ruhları söndürür, cemiyet hayatında güzellikten, hakikî temizlikten eser bırakmaz.
(2) Münker de şeriatın veya aklın çirkin gördüğü veya Kur’an’da, Peygamber’in sünnetinde mevcut olmayan herhangi bir şeydir. Gadap kuvvetinin izlerini ortaya koyma hususundaki ifrattan ibarettir. Herhangi bir kimseye karşı lüzumsuz yere kalben bir düşmanlık, kötülük beslemek gibi. Kıskanma, gıybet de bu cümledendir. “Düşen bir kimsenin kurtulması gayetle müşküldür” “Hüda hıfz eylesin girdabe-i fahşav-ümünkerden”
3. Bağy: Bu da insanlara karşı kibirlenmek, azamet ve büyüklük göstermeğe çalışmaktır, insanlar üstün gelmeye cür’et göstermektir.
“Kibriya-ü azamet hakka yarar”
“Kul olanda bu sıfatlar ne arar”
Bağy, hayal gücünün bir kötü neticesidir. Sahibini gurura, kendini beğenmeye sevkeder. Bağy, haddızatında bir azgınlıktır, dikbaşlılıktır, normalin sınırını aşma talebinde bulunmaktır, isterse, fiilen tecavüz vuku bulmasın. Bir idareciye karşı isyan eden şahsa baği, kötü yola ve günaha düşen bir kadına da “müre-i bağiye” denir. Çoğulu bağiyattır. İşte kendilerinden yasaklanan bu üç şey de son derece zararlıdır, cemiyet hayatı için ne kadar helâk edici birer felâket sebebidir. Bunların işlenip durduğu yerlerde iffetten, ahlâk temizliğinden eser kalmaz, ümmetin fertleri için şeref vesilesi, dayanışma sebebi olacak bir vasıta bulunamaz, millî hürriyet bozulmuş, insanların hukuku mahv ve perişan bir hâle getirilmiş olur. Kısacası: Mukaddes İslâm dini, İslâm milletini yüceltmek için bütün sosyal felâketlerden korumak için kendilerine adaleti, ihsanı, akraba hukunu gözetmeyi emretmektedir. Cemiyet hayatında ferdî, ictimâî felâketlere, düşmanlıklara meydan verilmemesi için de fuhuşu, fenalığı ve azgınlığı katiyyen yasaklamıştır. Bu emir ve yasak, bütün insanlık hakkında ne büyük bir ilâhî ihsandır ve bizim uyanmamız, güzelce düşünüp hayatımızı tanzim edebilmemiz için de ne kadar edebî, yüce bir ilâhî öğüttür. İbni Mes’ut, Radiallahü Teâlâ anh demiştir ki: Kur’an-ı Kerim’de hayır ve şerri en çok bir araya toplayan âyet, bu:
âyeti celilesidir. Eğer Kur’an’da başka bir âyet daha olmasa idi bu âyeti kerime, yine Kur’an’ın her şey için bir açıklayıcı ve bir doğru yolu gösterici olmasına kifayet ederdi. Bu âyeti celile, Halife Ömer Ibnü’l Azîz’in zamanından beri cuma günleri hutbelerde okunmakta, müslüman cemaatlere en mükemmel bir öğüt verilmektedir. Ne mutlu akıllarını, kuvvetlerini, iradelerini güzelce kullanarak bu pek yüksek emirlere, yasaklara, hakkıyla uyanlara.
91. Ve antlaşma yaptığınız zaman da Allah’ın ahdini yerine getiriniz ve yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayınız. Halbuki, Allah Teâlâ’yı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ yapacağınız şeyi tamamen bilir.
91. Bu mübarek âyetler, müslümanların mükellef oldukları şeylerin bir kısmını ayrıntılı olarak bildiriyor. Antlaşmalara ve pekiştirilmiş yeminlere uyulmasını bir misâl vererek emrediyor, insanların çeşitli varlıklara sahip olmalarından dolayı birbirine karşı rekabette bulunmamalarını tavsiyede bulunuyor, insanların bir vaziyette top-lanılmamasının bir hikmet gereği olduğuna işaret ve herkesin sorguya tâbi olacağını ihtar “buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) ey İslâm dinini kabul edecek kimseler!. (Antlaşma yaptığınız zaman da) Resûl-i Ekrem ile balatta bulunduğunuz, yani onnu dinine hizmet edeceğinize dair söz verdiğiniz vakit de (Allah’ın ahdini yerîne getiriniz) o biata uyunuz. Çünkü Resûlullah’a biat etmek, onun risaletini kabul eylemek, Cenab-ı Hak ile yapılan bir antlaşma ve yemin mesabesindedir. Artık bunu muhafaza etmek mühim bir vazifedir. (Ve yeminleri takviye ettikten sonra) yaptığınız antlaşmaları Cenab’ı Hak’ka yemin ederek pekiştirdiğiniz takdirde onlara hakkıyla uyunuz, onları (bozmayınız)sonra yemini bozmuş, günahkâr olmuş olursunuz. (Halbuki, Allah Teâlâ’yı, üzerinize kefil) şahit, gözcü (kılmışsınızdır) onun mukaddes adına yemin ederek sözünüzü kuvvetlendirmişsinizdir. Artık nasıl olurda onu bozabilirsiniz? (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ yapacağınız şeyi tamamen bilir) yaptığınız anılaşmalara, yeminlere uyup uymayacağınızı da hakkıyla bilir, ona göre mükâfat ve ceza verir.
92. Ve ipliğini sağlamca büküp yaptıktan sonra çözüp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin diğer bir ümmetten daha fazla servet, kuvvet sahibi olduğu için yeminlerinizi aranızda bir fesat aracı edinirsiniz. Şüphesiz ki, Allah Teâlâ sizi bununla imtihan eder ve elbette kendisinde ihtilâf etmekte olduğunuz şeyi size kıyamet gününde açıkça beyan edecektir.
92. (Ve) Ey biat edenler!. Bu biatınızı bozmayınız (ipliğini sağlamca büküp yaptıktan sonra) bir vesvese, bir yanlış düşünce tesiriyle onu (çözüp bozan kadın gibi olmayın) siz de kuvvetlice yaptığınız ve hakkınızda pek faideli olduğu muhakkak bulunan bir antlaşmayı, bir biati bozup da öyle zararınıza hareket etmiş olmayınız. Böyle bir hareket, büyük bir cehalet, bir ahmaklık eserinden başka bir şey değildir. Müfessirlerin açıklamasına göre bu kadından maksat, Kureyş kabilesine mensup “Rita” ismindeki bir kadındır. Bu, sabahtan öğleye kadar çalışır yünden, kıldan ip eğirip büker, urgan yaparmış, öğleden sonra ise kendisine ariz olan bir vesvese tesiriyle o urganı söker, darmadağın eder, boş yere çalışmış bulunurdu. İşte bu, faideli şeylerin kadrini bilmeyip onları bozmaya çalışanlar hakkında maddî bir misâldir. Ne yazık ki: Siz (bir ümmetin diğer bir ümmetten daha ziyade) adet kuvvet veya servet sahibi (olduğu için yeminlerinizi aranızda bir fesat aracı edinirsiniz) bir zulme, hiyanete vesile edinirsiniz. Bu nasıl caiz, uygun olabilir?.Vaktiyle kabileler arasında anlaşmalar yapılırmış, sonra bir kabile, diğer bir kabileyi daha kuvvetli, daha faideli görünce kendisiyle antlaşma yaptığı kabileyi bırakır yemini bozar, hileye sarılır, o diğer kabile ile antlaşma yapmaya başlardı. Bu suretle ahlâk bozulmuş, antlaşmaların kıymeti kalmamış bulunuyordu. Halbuki, insan sözünde sabit olmalıdır, öyle lüzumsuz yere bir antlaşmayı bir hiyanetle bozmak doğru olamaz. Cemiyetler arasında itimat kalmaz. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sizi bununla) ümmetlerin cemaatlerin kuvvet ve servet vesaire itibariyle muhtelif vaziyetlerde bulunmalariyle (imtihan eder) haklarında imtihan ediyormuş gibi bir muamelede bulunur. Cenab-ı Hak, herkesin bütün hâl ve durumunu bilir. İmtihan ihtiyacından uzaktır, ancak böyle bir imtihan, insanlara kendilerinin vaziyetlerini bildirmek içindir, onların sözlerini yerine getirip getirmediklerini kendilerine göstermek içindir, (ve elbette kendisinde ihtilâf etmekte olduğunuz şeyi) dünyada iken kabul veya inkâr etmekte olduğunuz şeyleri ve bu hususta isabet edip etmediğiniz! (size kıyâmet gününde açıkça beyan edecektir.) ona göre hakkınızda mükâfat veya ceza tatbik edilecektir. Artık daha dünyada iken hareket tarzınızı güzelce düzenlemeye çalışınız.
93. Ve eğer Allah Teâlâ dilese idi elbette sizleri bir tek ümmet kılardı. Fakat o dilediğini sapıklıkta bırakır ve dilediğini hidayete erdirir ve sizler yapmakta olduğunuz şeylerden elbette sorulacaksınızdır.
93. (Ve) Ey insanlar!. Şunu da biliniz ki: (Eğer Allah Teâlâ dilese idi) ilâhî hikmetine uygun bulunsa idi (elbette sizi bir tek ümmet kılardı) aranızda bir birlik meydana getirirdi. Dînî ve dünyevî ihtilâflara düşmezdiniz. (Fakat o) Hikmet sahibi Yaratıcı (dilediğini sapıklıkta bırakır) kendi yaratılışlarını, iradelerini kötüye kullananları sapıklıktan ayırmaz. (Ve dilediğini) de (hidayet erdirir) kendi ihtiyarlarını,kabiliyetlerini güzelce kullananlar! da bilir, onları hidayete erdirmiş olur. Bu bir hikmet gereğidir. (Ve) Ey insanlar!, (sizler) bu dünyada iken (yapmakta olduğunuz şeylerden) verdiğiniz sözü tutup tutmadığınızdan ve diğer dinî vazife-lerinizden kıyamet günü (elbette sorulacaksınızdır.) dünyadaki kesb ve iradenizden dolayı sorgulamaya tâbi olacaksınızdır. Iyilik yapan ve sözlerinde duranlar hakkında ilâhî lütuf tecelli edecektir. Zalim, yeminlerine, antlaşmalarına riayetsiz olanlar da ilâhî adalet gereği lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır.
§ Enkas; Niksin çoğuludur. İpliği fitil yapıp kuvvetlendirdikten sonra bozmak mânasınadır. Eski bir elbise, vesaireyi bozup gazete = eğirmeğe, bükmeğe kabilyeti olanını yeniden eğirip bükmek mânasını da ifade eder.
§ Dehl; bozgunculuk” hile mânasınadır. Bir şahsı aldatmak için dıştan sözünü yerine getirir gibi görünmek, gerçek halde ise düşman olup sözü gizlice bozmak bir denî’den ibarettir.
94. Ve yeminlerinizi aranızda hileye, fesada vesile edinmeyiniz ki bir ayak sabit olduktan sonra kayar. Ve Allah yolundan alı koyduğunuzdan dolayı kötülüğü tadarsınız ve sizin için büyük bir azap da vardır.
94. Bu mübarek âyetler, hileye baş vurarak yeminlerini bozanları Allah’ın azabı ile tehdit etmektedir. Sözlerine riayet edenlere ve güzel amellerde bulunanlara da, kalıcı olan ilâhî lütuflara ve amellerinin üstünde mükâfatlara kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ve) Ey peygamberlerin sonuncusu ile sözleşme ve yeminde bulunmuş olanlar!. (Yeminlerinizi aranızda fesada) tuzak ve hileye (vesile edinmeyiniz) yaptığınız sözleşmeyi, yemini birer bahane ile bozmaya cür’et göstermeyiniz (ki) bu sebeple (bir ayak sabit olduktan sonra) merkezinden (kayar)mertebesini, kararlılığını kaybeder. Yani: İmân ile, Resûlullah’a karşı yapılan hizmet ve sadakat ile kuvvet ve güce kavuşan bir şahıs, bilâhare sözünde durmaz, yeminde sebat etmezse mevkiini kaybeder, kendisini helâke, azaba maruz bırakmış olur. (ve Allah’ın yolundan) Allah’ın dininden kendi nefislerini veya başkalarını (men ettiğinizden dolayı) bir takım hilelere, tuzaklara cür’et göstermeniz sebebiyle dünyevî bir (kötülüğü) bir takım azapları, sıkıntıları (tadarsınız) başınıza bazı felâketler gelir. Bununla beraber (sizin için büyük) sabit (bir azap da vardır) öldükten sonra ahiretde müthiş bir azaba da maruz kalacaksınızdır. İşte dine karşı ihanetin, dinden dönmenin ebedî cezası.
95. Ve Allah’ın ahdini az bir bedel ile değişmeyin. Şüphe yok ki, Allah’ın katındaki sizin için daha hayırlıdır, eğer bilir iseniz.
95. Ve ey insanlar!. (Allah’ın ahdini) Peygamberi ile yaptığınız biati, anılaşmayı muhafaza ediniz, öyle ebedî selâmete, saadete vesile olan pek muazzam bir nimeti, dünya varlığı gibi, (az bir bedel ile değişmeyin) bu dünyevî varlık ne kadar büyük görülse de geçicidir, o muazzam din nimetine karşı ne kıymeti olabilir?. (şüphe yok ki. Allah’ın katındaki) sevap, dünyevî ve uhrevî mükâfat, zafer ve ganimet (sizin için daha hayırlıdır) o ebedî bir hayır ve olgunluktur. (Eğer bilir iseniz) eğer siz bilgili ve iyi ile kötüyü birbirinden ayıran kimseler iseniz, elbette bunu takdir edersiniz. Deniliyor ki: Kureyiş müşrikleri, bazı zayıf müslümanları saptırmaya çalışıyorlardı, dinden döndükleri takdirde kendilerini faidelendireceklerini va’d ediyorlardı. İşte bu âyetler, o gibi kimseleri uyanmaya davet etmekte bulunmuştur.
96. Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise bakidir. Ve sabır edenleri amellerinin daha güzeli ile muhakkak ki, mükâfatakavuşturacağız.
96. Ey insanlar!. Şüphe yok ki, (sizin katsnızda) dünyevî varlıklar, lezzetler (tükenir) birgün ellerinizden çıkar, ne kadar çok görülse de nihayet yok olur. Fakat (Allah’ın katındaki ise bakidir) onun rahmet hazineleri nihayet bulmaz, onun dünyevî ve uhrevî nimetleri birer saadet vesilesidir, onun rızasına uygun olan dünyevî bir nimet, uhrevî saadeti kazanmaya sebep olur. Hak yolunda sarfedilen servetler gibi. Cenab-ı Hak’kın uhrevî nimetleri ise pek muazzamdır ve ebedîdir. Artık akıllı olan bir insan elbetteki, bu ebedî nimetlere kavuşmak için çalışır bu yolda sabır ve sebattan ayrılmaz işte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (ve sabır edenleri) müşriklerin, bir takım kâfirlerin eziyetlerine tahammül ve kötü telkinlerine karşı direnç gösterip dîni vazifelerini yapmaya devam eyleyenleri (amellerinin daha güzeli ile muhakkak ki, mükâfata kavuşturacağız.) onlara amellerinin kat kat sevabını vereceğizdir. O sabırlarından dolayı kendilerini büyük mükâfatlara kavuşturacağızdır.
97. Erkekten veya kadından her kim mümin olduğu halde bir salih amelde bulunursa elbette onu temiz bir hayat ile yaşatırız ve onları yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle muhakkak ki, mükâfata erdireceğiz.
97. Evet.. Hak Teâlâ’nın mümin kulları hakkında ilâhî lütufları pek fazladır. İşte buyuruyor ki: (Erkekten veya kadından herkim mümin olduğu halde bir salih amelde bulunursa) üzerine düşen herhangi bir kulluk vazifesini yerine getirirse (elbette onu temiz bir hayat ile yaşatırız) onu dünyada helâl bir rızka kavuştururuz. Bol bir rızka ulaşırsa şükrünü yerine getirerek uhrevî bir mükâfaata aday olur. Rızkını dar bulursa sabır eder, kanaat eder, kısmetine razı olur. O da bu yüzden uhrevî mükâfatlara aday bulunur.'(Ve onları) öyle güzel itikatlı, sabırlı kullarıdünyada iken (yapmakta oldukları amellerin) ibadetlerin itaatların (daha güzeliyle) kat kat sevabiyle (muhakkak ki) ahirette (mükâfata erdireceğizdir.) onlar, İmanlan sayesinde ebedî saadetlere kavuşacaklardır. Kâfirler ise dünyada güzel görülen bir amelde, meselâ fakirlere yardımda bulunsalar bunun mükâfatını olsa olsa dünyada görürler, onlar için bu amelleri uhrevî mükâfata vesile olamaz. Çünkü uhrevî mükâfata kavuşmanın birinci şartı İslâmiyet’in gösterdiği şekilde imandan ibarettir. Bu imân bulunmadıkça uhrevî mükâfata, azaptan kurtulmaya bir çare yoktur.
98. İmdi Kur’an’ı okuyacağın zaman o kovulmuş olan şeytandan hemen Allah’a sığın.
98. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim okunduğu zaman şeytanın şerrinden Cenabı Hak’ka sığınılmasını emrediyor. Şeytanın inanan ve Allaha dayanan zatlara değil, kendisini dost tutan ve müşrik bulunan kimselere musallat olacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: En güzel amellerden biri de Kur’an-ı Kerim’i okumaktır. Bu okuma anında şeytanî vesveselerden kurtulmak için en birinci çare ise Cenab-ı Hak’ka sığınmaktır. İşte bu mühim çareye işaret için buyuruluyor ki: (İmdi) Ey Yüce Resûl!. Ey Resulûllah’ın ümmetinden bulunan zat!. (Kur’an okuyacağın zaman) o mukaddes kitabın âyetlerini okuyacağın vakit (o koğulmuş) Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış (olan şeytandan) iblisten ve öyle lânete uğramışların vesveselerinden kurtulmak için (hemen Allah’a sığın) o Kerem sahibi yaratıcıya sığın, ondan niyazda bulun, seni öyle melunların şerlerinden, vesveselerinden muhafaza buyursun. Bu sığınma, bu korunma vazifesi “evzü billâhi mineşşeytanirracîm” diye yapılır. Cibril-i Emin, bunu bu şekilde Levh-i Mahfuz’dan alarak Resûl-i Ekrem’e bildirmiştir. Bu istiâze (korunma) âlimlerin çoğunluğuna göre mendubtur, sünnettir Ataya göre isevaciptir. Bu, sesli de sessiz de yapılabilir. Bazı zatlara göre bu istiâze, Kur’an okunduktan sonra yapılır. Ashab-ı kiramdan bazıları ve İmam- Mâlik ile İmam-ı Zâhiri bu görüştedirler. Fakat ashab-ı kiramın ve fâkihlerin (İslâm hukukçularının) çoğuna göre okumaya başlamadan yapılır. Kur’an-ı Kerim’in okunması gibi mukaddes bir ibadete başlarken istiazede bulunulması ile emir edilmesi diğer herhangi bir hayırlı amelde de başarı sağlanması ve şeytanların vesveselerinden korunulması için istiazenin gerekli olduğunu göstermektedir.
99. Muhakkak ki, îmân etmiş olanların ve Rab’lerine tevekkülde bulunanların üzerine onun için bir hâkimiyet yoktur.
99. (Muhakkak ki, İmân etmiş olanların) Allah’ın birliğini tasdik, İslâm dinini kabul eylemiş zatların (ve Rab’lerine tevekkülde bulunanların) Cenab-ı Hak’ka işleri havale ederek her hususta başarıyı ve korunmayı o kerem sahibi mabûttan bekleyenlerin (üzerine onun) o kovulmuş şeytan (için bir hâkimiyet yoktur) o gibi zatlara şeytan musallat olamaz, vesveseler! ile onları saptıramaz. Öyle inanan ve hakka dayanan zatlar, Allah’ın koruması altındadırlar. Şeytanî vesveselerin onlara tesiri yoktur, şeytan onların işlerine karışamaz.
100. Şüphesiz ki, onun hâkimiyeti ancak onu dost edinenlerin ve Allah’a ortak koşanların üzerinedir.
100. (Şüphesiz ki, onun) o şeytanın (hâkimiyeti) musallat olması, sözünü geçirmesi vesveselerinin sürekli ve tesirli olması (ancak onu) o şeytanı kendilerine (dost edinenlerin) onu dost tutup vesveselerine kıymet veren ve onun davetini kabul eyleyenlerin üzerinedir. (Ve) o şeytanın hâkimiyeti (Allah’a ortak koşanların üzerinedir) binaenaleyh şeytanın ve şeytan yaratılışlı kimselerin kötü telkinlerinden korunmak için Allah’ın birlmiğini tasdik etmekten, ilâhî dîni seçmekten ve YüceYaratıcının korumasına sığınmaktan başka çare yoktur.
101. Ve biz bir âyeti bir âyetin yerine getirince, Allah ise indirdiğine çok iyi bilir, dediler ki: Sen şüphesiz bir iftiracısın. Hayır.. Onların çoğu bilmezler.
101. Bu mübarek âyetler, Allah tarafından mukaddes ruh vasıtasiyle son Peygamber’e inen Kur’an ayetlerinden bazılarının hikmet gereği neshedilmesini (yürürlükten kaldırılmasını) bahane ederek Hz. Muhammed’in Peygamberliğini inkâr edenleri reddetmektedir. Kur’an-ı Kerim’in yabancı dille değil, Arapça olarak nâzil olduğunu bildirmektedir. Kur’an’ı Kerim’in âyetlerine inanmayanların, yalancı, iftiracı, kâfir kimseler olduğundan onların hidayetten mahrum ve elem verici bir azaba mahkûm bulunduklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: İslâmın başlangıcında dînî hükümler, Kur’an’ı Kerim vasıtasiyle yavaş yavaş tebliğ edilmekte idi. Sonra bu hükümlerden bazılarının yerine diğer hükümler konulmuştur ki, buna “nesh = değiştirme” denilmiştir. Bu bir hikmet gereğidir. Meselâ: Başlangıçta bir İslâm mücahidinin cihad alanında on düşmana karşı koyması emir olunmuştu. Sonra müslümanların sayısı çoğalınca kendilerine kolaylık olması için bir İslâm askerinin iki düşman askerine karşı durması emir edilmiştir. Aynı şekilde: Başlangıçta Mescid’i Aksaya yönelerek namaz kılınırdı, sonra Kâbe-i Muazzama kıble edinilmiştir. Ve namazlar da bilahara beş vakit olarak emredilmiştir. Bütün bunlar ilâhî vahyin inişi zamanında birer hikmet ve menfaata dayalıdır. Fakat bu husustaki hikmet ve faydayı bir takım kâfirler anlayamıyorlardı. İşte Cenab-ı Hak o kâfirlerin öyle cahilce dedikodularını gözler önüne seriyor (Ve) buyuruyor ki (biz bir âyeti bir âyetin yerine getirince) bir dînî hükmü bildiren bir Kur’an âyeti yerine o hükmü ortadan kaldıran diğerbir âyeti kerime indirince o kâfirler söylenmeğe başladılar. Halbuki, (Allah ise indirdiğini çok iyi bilir) önceden indirdiği ve sonradan indireceği âyetlerin ne gibi hikmetlere, faidelere dayalı olacağını hakkıyla bilen ancak o kerem sahibi mabûttur. Kulları hakkında en faideli olan hükümler neler ise onları tesbit etmiş ve emretmiş olur. O kâfirler ise bu nesh hikmetini takdir edemediler. Bilâkis (dediler ki:) Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (sen şüphesiz bir iftiracısın) Allah adına yalan yere söz söylüyorsun, bir şey ile emrediyorsun, sonra ondan men eyliyorsun. (Hayır) o kâfirler takdir edemiyorlar, öyle bazı neshin meydana gelmesindeki hikmetleri anlayamıyorlar (onların çoğu bilmezler) onlar hatayı sevaptan ayıramazlar, neshin ne gibi faidelere, menfaatlara dayalı bulunduğunu anlayamazlar. Onların bir kısmı da bu faideleri, maslahatlar! anla-yabilseler de yine sırf inatlarından dolayı öyle inkâra devam eder dururlar.
102. De ki: Onu Rabbin tarafından hak olarak Mukaddes ruh indirmiştir ki, îmân edenleri sabit kılsın ve Müslümanlar için bir hidayet ve bir müjde olsun.
102. Resûlüm!. O inkârcılara (de ki: Onu) o Kur’an’ı Kerim’i (Rab’bin tarafından hak olarak) hikmete uygun ve sabit bir hakikat olmak üzere (kutsal ruh indirmiştir) mukaddes ve temiz olan Cibril-i Emin, Allah tarafından son peygambere indirmiştir (ki, İmân edenleri sabit kılsın) o Kur’an-ı Kerim ile müminlerin kalplerini kararlı kılsın, o Kur’an-ı Kerim’deki hikmet ve menfaata uygun olan âyetleri görüp okudukça inançları pek kuvvetlenerek imân nurları kalplerinde pek fazla parlamaya başlayıp dursun (ve) o kutsî âyetler, (müslümalar için bir hidayet) açık bir beyan, bir mutluluk rehberi (ve bir müjde olsun) öyle Kur’an’ın hükümlerine tâbi olup onun ilâhî birkitap olduğuna inananlar için uhrevî selâmet ve saadete kavuşacaklarını müjdeleyici bulunsun. Böyle bir inançtan mahrum olanlar ise şüphe yok ki, hidayetten, selâmetten ebediyyen mahrum kalacaklardır.
103. Ve muhakkak biliyoruz, onlar derler ki, onu şüphe yok bir insan öğretiyor. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır, bu ise apaçık bir Arapçadır.
103. (Ve) Resûlüm!, (muhakkak biliyoruz, onlar) o kâfirler (derler ki, onu) o Kur’an’ı (şüphe yok bir insan öğretîyor) öyle Cebrili Emin vasıtasiyle inen, yüceliği gün gibi açık bulunan bir büyük mucizeyi takdir edemiyerek böyle bâtıl bir iddiaya cür’et gösterirler. Halbuki, bu Kur’an’ı (kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır) o şahıs, böyle Arap dilini bilen ve belâgatına sahip olan birisi değildir, bu kadar hakikatları, hikmetleri bilip telkin edecek kabiliyetten mahrumdur. O şahıstan maksat, kimdir?. Onu açıklamıyorlar. Çünkü haddızatında öyle bir şahıs yoktur. Onun Selman-ı Farisî veya Belam adında bir Hıristiyan veya Rumca konuşur olan İbni Meysere gibi bir kimse olduğu sanılmaktadır. (Bu ise) bu mucize Kur’an ise (apaçık bir Arapçadır) artık bunu yabancı kimseler nasıl meydana getirebilirler?. O inkarcılar, bu hakikatı görmüyorlar mı?. Öyle bir iddiaya nasıl cür’et gösteriyorlar?. Bunun bir sûresine bile en fasih, edip Araplar bile bir nazire meydana getirmekten âciz bulunmuşlardır.
104. Şüphe yok, o kimseler ki, Allah’ın âyetlerine imân etmezler, Allah onlara hidayet etmez ve onlar için pek acıklı bir azap vardır.
104. (Şüphe yok, o kimseler ki. Allah’ın âyetlerine imân etmezler) onları inkâr ederler. Onları insanların uydurduğu bir şey sanırlar, onlara “öncekilerin masallar!” derler, onları birer iftiradan ibaret kabul ederler, artık (Allah onlara hidayet etmez.) onları Hakka, kurtuluş yoluna erdirmez, onları İman şerefinekavşuturmaz. (Ve onlar için) ahirette (pek acıklı bir azap vardır) onlar müthiş bir cehennem azabıyla karşı karşıya kalacaklardır.
105. Yalanı ancak Allah’ın âyetlerine imân etmeyenler uydurur. İşte yalancı olanlar onlardır.
105. Onlar yüce bir Peygambere iftira mı isnat ediyorlar?. Haşa.. O Peygamber ile diğer müminler iftirada bulunmazlar, (yalanı) iftirayı (ancak Allah’ın âyetlerine imân etmeyenler uydurur) öyle yalanları, Kur’an insanların sözüdür diyenler söylemiş olurlar, (işte) hakikaten (yalancı olanlar onlardır) öyle Allah’ın âyetlerine inanmayan yüce peygamberi tasdikten ve yüceltmekten kaçınan kâfir kimselerdir. Artık onlar kendilerinin bu dinsizliklerini, bu pek büyük ahlâksızlıklarını düşünüp de başkalarına gerçek dışı isnatlarda bulunmadan çekinmeli değil midirler?.
106. Kalbi İmân ile dolu olduğu halde zorlanan müstesnâ, fakat her kim imanından sonra Allah Teâlâ’yı inkâr eder de küfre kalbini açarsa işte onların üzerine Allah’tan bir gazap vardır ve onlar için pek büyük bir azap da vardır.
106. Bu mübarek âyetler, dinden dönerek kalben ve lisânen kâfir olanlar ile bir zorlamadan dolayı sözle kâfir olanların haklarındaki dînî hükme işaret ediyor, öyle küfürlerinden dolayı kalpleri ferahlamış olanların Allah’ın gazabına ve büyük bir azaba mâruz kalacaklarını ihtarda bulunuyor. Onların dünya hayatını ahiret hayatına tercih ettiklerinden dolayı nasıl bir felâkete uğradıklarını ve nasıl ebedî bir ziyana uğrayacaklarını da beyan buyuruyor. Şöyle ki: (Kalbi İmân ile dolu) sağlam inancı değişimden korunmuş (olduğu halde) küfrü söylemesi için (zorlanan) hayatına kasdetmek veya bir uzvunu kesmek gibi bir şey ile korkutulan bir mümin, böyle bir zorlamadan dolayı sözleküfrü kabul etse o (müstesnâ) dır. Böyle bir zorlamadan dolayı küfrünü ortaya koyduğu için kâfir olmaz. Önemli olan kalbidir, yeterki kabindeki İmân sâbit bulunsun. (Fakat) öyle olmayıp da (her kini imandan sonra) İslâmiyeti kabul etmiş iken bilâhare (Allah Teâlâ’yı inkâr eder) küfrünü itiraf eder veya küfrü gerektiren bir hareketi tercihde bulunur (da küfre kalbini açarsa) yani: Küfrü kabul etmesi için göğsünü genişletir, kalbi ferah olarak razı olursa (işte onların üzerine Allah’tan) Allah tarafından pek muazzam (bir gazap vardır) korkunçluğunu tayinden âciz bulunduğumuz pek büyük bir şiddet takdir edilmiştir (ve onlar için pek büyük bir azap da vardır) onlar bu irtidatlarının öyle müthiş cezasını ahiretde göreceklerdir. .
§ İkrah: Lûgatte bir kimseyi istemediği bir sözü söylemeğe veya bir işi yapmaya zorlamaktır. İstilâhta ikrah, bir kimseyi tehdit ile, korkutmakla rızası olmaksızın bir sözü söylemeğe veya bir işi yapmaya haksız yere sevketmektir. Buna “icbar” da denilir. Ve bu ikrah iki kısma ayrılır. Birincisi: “İkrahı mülef’dir ki: Bu öldürmekle, organ kesmekle veya bunlardan birine sebep olacak şiddetli bir ceza ile yapılan zorlamadır ki, zorlananın rızasını yok eder, iradesini bozar, bununla beraber asıl iradesi yine sâbit bulunur. İkincisi de “ikrahı gayrı müler’dir ki: Yalnız üzüntü ve kederi gerektirecek derecedeki dövmek ve hapsetmek gibi şeyler ile yapılan zorlamadır ki, zorlananın rızasını giderirse de iradesini bozmuş olmaz. Bu zorlamaların hükümleri ise şöyledir:
(l) Bir mümin bir “ikrahı mülerden dolayı sözle küfrü kabul etse Allah katında kâfir olmuş olmaz. Yeter ki, kalben imanında sebat etmiş olsun. Bununla beraber böyle bir zorlamaya rağmen sebat edip de küfrü sözle de olsakabul etmezse faziletli olan yolu tercih etmiş olur, bu yüzden öldürülrse şehit sayılır, İslâmiyeti ilk kabul edenlerden olan “Ammar” ile babası “Yâsir” ve annesi “Sümmeyye” böyle bir zorlamaya mâruz kalmışlardı. Babası ile.valdesi sebat ederek öldürülmüşlerdi. İslâmiyette ilk şehit edilen bu iki zattır. Ammar ise kalben imanında sâbit olduğu halde uğradığı zorlamadan dolayı sözle küfrü kabul etmişti. Ammarın böyle din değiştirdiğini Resûlullah’a haber verdiler, Resûl-i Ekrem ise: Hayır.. Ammar’ın bütün bedeninin organları İmân ile doludur, o dininden dönmez diye buyurmuştu. Ammar ise ağlayarak Peygamberin huzuruna geldi, o merhamet deryası Peygamberde Ammar ın gözlerini sildi, ona teselli verdi, öyle bir zorlanmadan dolayı küfrü söyleyebileceğini, ondan dolayı Allah katında mes’ul olmayacağını kendisine müjdeledi.
(2) Bir kimse bir “ikrahı mürr’den dolayı başkasının bir malını yok edebilir. Bu mübahtır. Maamafih başkasının malına tecavüzden kaçınırda bu yüzden öldürülürse sevaba nail olur.
(3) Herhangi bir zorlamadan dolayı başkasının hayatına kasdetmek veya bir uzvunu kesmek veya onu öleceğinden korkulacak derecede dövmek veya kendi anasını babasını isterse azca olsun dövmek caiz olmaz, haramdır. Nefisler eşittir. Bir kimse kendi nefsini kurtarmak için başkasının nefsine kastedemez, anaya, babaya ezada bulunmak ise katiyyen yasaktır.
(4) Zina da öldürme hükmündedir. Binaenaleyh zorlamadan dolayı zina da helâl olmaz. Hattâ İmam-ı Azam’dan bir görüşe göre bundan dolayı zina cezası da lâzım gelir. Deniliyor ki: Zorlama, şiddetli bir korkuyu icabeder. Böyle bir korku ise cinsel organın sertleşmesine mânidir. Zina yapıldığı takdirde ise onun zorlama yoluyla değil, isteyerek yapıldığıanlaşılmış olur.
(5) Zorlamadan dolayı yapılan boşamalar, İmam-ı Âzam’a göre vâki olur. İmam-ı Şafiîye göre vâki olmaz.
(6) İkrahı mülciden dolayı şarap içmek, domuz etini veya kendi kendine ölmüş, ölü sayılan herhangi bir hayvanın etini yemek vaciptir. Hayatı kurtarmak için bu tercih edilir bunda başkasına bir zarar yoktur ve Cenab-ı Hak’kın yasağına kasden razı olmak ve muhalefette bulunmak sözkonusu değildir.
107. Bu da bu korkunç ceza da onların dünya hayatını ahiret hayatı üzerine tercihen daha fazla sevmiş olmalarındandır ve şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.
107. (Bu da) O İslâm dininden dönenler hakkında bu korkunç ceza da yahut onların öyle imandan sonra küfrü tercih etmeleri de (onların dünya hayatını ahiret hayatı üzerine) tercih etmeleri sebebiyledir, fanî olan dünya hayatını (daha fazla sevmiş) onun uğrunda mutluluk kaynağı olan ahiret hayatını feda eylemiş (olmalarındandır) onlar dünya varlığına düşkünlük göstermiş, bakî olan ahiret nimetlerine kıymet vermemiş ahmak kimselerdir, (ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.) Onları öyle kötü iradelerinden, hareketlerinden dolayı küfr içinde bırakır, onları imana, güzel amellere zorla muvaffak buyurmaz. Bu teklif, hikmet gereğidir.
108. Onlar o kimselerdir ki, Allah onların kalpleri, kulakları ve gözleri üzerine mühür basmıştır ve gafiller olanlar da işte onlardır.
108. (Onlar) öyle küfr ile, İslâm dininden dönmekle nitelenen, hidayet yolundan ayrılan şahıslar (o kimselerdir ki. Allah onların) ö kötü irade ve hareketlerinden dolayı (kalpleri, kulakları ve gözleri üzerine mühür basmıştır) onlar hakkı anlamaktan, dinlemekten,görmekten, doğru yolu takib edebilmekten mahrum kalmışlardır. (Ve) gerçek halde tamamen (gafiller olanlar da işte onlardır) o kâfirler, o İslâm’dan dönenler, o kadar çirkin hareketlerde bulunan kimselerdir.
109. Hiç şüphe yok ki, ahirette ziyana uğrayanlar da onlardır, onlar.
109. (Hiç şüphe yok ki, ahirette) İnsanlar arasında en fazla (hüsrana uğrayanlar da, onlardır, onlar) çünkü onlar, ömürlerini boş yere zâyetmiş, hayatlarını ebedî azaba sebep olacak şeylere harcamışlardır. Evet.. Hak Teâlâ Hazretleri onları sorumluluk gerektiren şu altı sıfatla vasıflandırıyor:
(l) Onlar Allah’ın gazabını hak etmişlerdir.
(2) pek acıklı bir azaba aday olmuşlardır.
(3) Dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmişlerdir.
(4) Hidayetten mahrum bırakılmışlardır.
(5) Onların kalpleri, kulakları, gözleri mühürlenmiştir.
(6) Onlar ahiretin şiddetli azabından gafil kimselerdir. Bu kötü sıfatlardan her biri ise sahibini selâmete, saadete ulaşmaktan mahrum bırakacak bir engel teşkil etmektedir. Bunlardan kurtulmak için bir çare aramak icabetmez mi?. İşte Cenab-ı Hak, o çareyi de lütfen göstermektedir.
110. Sonra muhakkak ki, fitneye uğratıldıklarından sonra hicret edenleri, sonra da cihatta bulunanları ve sabır edenleri Rabbin mükâfatlandıracaktır Şüphe yok ki, senin Rabbin onun ardından da elbette bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir.
110. Bu mübarek âyetler, kâfirler tarafından fitneye düşürülmüş, sonra da hicret ederek cihada atılmış, sabır ve sebatta bulunmuş müminlerin âhiret gününde, o herkesin ameline göre mükâfat ve ceza göreceği bir günde ilâhî lütuflara, ilâhî mağfiretlere kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: İslâm dinine kavuşanlar! (sonra muhakkak)İslâmiyette sebat edenleri (fitneye uğratıldıklarından) kâfirler tarafından eziyet görüp zorla dinlerini terketmeye sevkedildiklerinden (sonra hicret edenleri) Ammar ve arkadaşları gibi Medine-i Münevvereye çıkıp gidenleri (sonra da) Allah yolunda (cihatda bulunanları) din düşmanlarına karşı cephe alanları (ve sabır edenleri) cihadın zorluklarına tahammül gösterip kulluk görevini yerine getirmeye devamda bulunanları (Rabbin) Kerem sahibi mabûdun mükâfat-landıracaktır. (Şüphe yok ki, senin Rab’bin) o ihsan eden ve merhametli olan Yaratıcın (onun ardından da) o hicretten, cihatdan, sabır ve sebattan sonra da .(elbette) o fitneye düşürülmüş olanları (bağışlayıcıdır) öyle kalben imanlarında sebat edip zorlamadan dolayı dil ile küfür sözü söylemiş olanları af ve mağfiretine kavşuturur. Ve o Kerem sahibi Rab (esirgeyicidir) öyle dinlerinde sebat eden kullarını ilâhî merhametine kavuşturacaktır.
111. O gün ki, herkes kendi nefisinden dolayı mücadelede bulunur ve herkese yaptığının karşılığı tamamen ödenir ve onlar zulüme uğratılmazlar.
111. Hatırlayınız!. (O gün ki,) o kıyamet günü ki, (Herkes kendi nefsinden dolay mücadelede bulunur) her şahıs, kendisini mes’ûliyetten, azaptan kurtarabilmek için mazeretler ileri sürer, başkalarını düşünemez, nefsim, nefsim diye çırpınır, durur (ve) o günde (her nefse) iyi olan ve olmayan her insana dünyada iken (yaptığının karşılığı tamamen ödenir) herkese kendi ameline göre yeteri kadar mükâfat ve ceza verilir. (Ve onlar) o insanlar (zulme uğratılmazlar) onların mükâfatları noksan verilmez. Ve hiç birinin azabı günahından ziyade olmaz. Azaba uğrayacak olanlar, mutlaka kendi günahlarından, Allah’ın nimetlerini inkâr ederek küfre düşmüş olmalarından dolayı azap göreceklerdir.
112. Ve Allah bir beldeyi bir örnek gösterdi ki, güven ve huzur içinde idi, ona rızkı da her yerden bol bol gelirdi. Sonra Allah’ın nimetlerine nankörlükte bulundular. Artık Allah da onlara işledikleri şeylerden dolayı açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.
112. Bu mübarek âyetler, Cenabı Hak’kın nimetlerine karşı nankörlükte bulunanların dünyada da nasıl korkunç felâketlere uğrayacaklarını bir misâl ile hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Ve Allah) Teâlâ ilâhî nimetlerin kadrini bilip şükrünü yerine getirmeyenleri uyandırmak için lûtfen (bir beldeyi) herhangi bir ülkeyi veya Mekkek-i Mükerreme şehrini (bir örnek) bir misâl olarak (verdi) o belde vaktiyle (güvenilir) idi, bir emniyet diyarı idi veya ahalisi tam bir emniyet içinde yaşarlardı. (Ve huzur içinde idi) başka yerlere nakil etmek ihtiyacında bulunmazlardı, ahalisi düşman hücumlarından bir endişe içinde yaşamayı? kalben huzurlu bulunurlardı. (Ona) o belde ahalisine (rızkı .da) kara ve deniz yoluyla (her yerden bolbol gelirdi) bolluk içinde yaşarlardı. (Sonra o ahali Allah’ın nimetlerine nankörlükte bulundular) o kadar emniyet içinde ve bol geçim ile yaşadıkları halde nankörlüğe cür’et gösterdiler (artık Allah’da onlara istedikleri şeylerden) öyle nimete karşı nankörlüğe devam edip durduklarından (dolayı açlık ve korku sıkıntısını tattırdı) bütün vücutlarını, bir korku, bir açlık kapladı, bunun tesiriyle kendi elbiselerini kemirecek bir hale geldiler, İşte Resûl-i Ekrem’e karşı isyan eden Mekke ahalisi de böyle bir felâkete uğramıştılar.
113. Ve andolsun ki, onlara kendilerinden bir Peygamber geldi, onu hemen yalanladılar, artık onlar zalimler oldukları halde kendilerini azap yakaladı.
113. Evet.. (Ve andolsun ki,) muhakkak bir hâdisedir ki, (onlara) Mekke ahalisine (kendilerinden) asıl ve nesep itibariyle kendi cinselrinden olup yüksek ahlâkî, tavırlarıkendilerince bilinen ve haklarında ne kadar iyilik sever olduğu aşikâr bulunan (bir Peygamber geldi) Muhammed Aleyhisselâm teşrif ederek kendilerini irşada, yüceltmeye çalıştı. Onlar ise (onu) o Yüce Peygamberi (hemen yalanladılar) onun Peygamberliğini kabul etmediler, (artık onlar) o inkârcı ahali öyle nankörlükte bulunarak (zalimler oldukları halde kendilerini azap yakaladı) yedi sene kadar açlık içinde kaldılar, Bedir gazvesinde de büyük bir mağlûbiyete uğradılar. Diğer inkârcı milletler de böyle birer takım felâketlere uğramışlardır. Artık bu tarihî facialardan ibret almalı değil midir?.
114. Artık siz, Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl ve tertemiz olanlarını yeyiniz ve Allah’ın nimetine şükr ediniz, eğer ona kullukta bulunuyorsanız.
114. Bu mübarek âyetler, bizim için dinen yiyilmesi helâl olup olmayan şeyleri bildiriyor. Bir şeyin helâl veya haram olmasına kendi kendilerine hükmedenlerin Cenab-ı Hak’ka karşı iftirada bulunmuş, felâketi hak etmiş olacaklarını hatırlatıyor. Dünya varlığının azlığına iftiracıların da şiddetle azap göreceklerine işaret ediyor. Nefislerine zulm etmiş olduklarından dolayı vaktiyle Yahudilere bazı şeylerin haram kılınmış bulunduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık) Ey müminler!. Cenab-ı Hak sizlere helâl ve haram olan şeyleri beyan buyurmuştur. Binaenaleyh (siz, Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl ve tertemiz olanlarını yeyiniz) haramdan kaçınınız, kulluk vâzifenizi yerine getiriniz (Ve Allah’ın nimetine şükrediniz) meselâ size ganimet mallarından istifadeye müsaade vermiştir, birçok şeyleri helâl kılmıştır, onlardan dolayı Hak Teâlâya şükr ediniz, nimete karşı nankörlük etmeyiniz (eğer ona kullukta bulunuyorsanız) o şekilde hareket ediniz, yasaklara yaklaşmayınız, kulluğa aykırı hareketlerden kaçınınız.
115. O size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adıyla kesilmiş olanı haram kılmıştır. Ancak her kim mecbur kalırsa aşırı gitmek ve başka mecbur kalanın hakkına tecavüz etmemek üzere bunlardan yiyebilir artık şüphe yok ki, Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
115. (O) Kerem sahibi yaratıcı (size) Ey müminler!, (ancak ölüyü) kendi kendine ölmüş bir kısım hayvanların etlerini ve (kanı) genel olarak hayvanların kanlarım ve (domuz etini) haram kılmıştır, (ve Allah’tan başkasının adıyla kesilmiş) Cenab-ı Hak’kın mübarek ismi kasden terk edilerek putların veya başka kimselerin adına, şerefine olarak boğazlanmış (olanı) da (haram kılmıştır) Bunların dışında “behair”, “şevâib” denilen hayvanların etleri haram değildir. Yalnız haram olduğu şer’an bildirilen hayvanların etlerini yemek haramdır, (ancak her kim mecbur kalırsa) hayatını kurtarabilmek için başka bir yiyecek şey bulamazsa öyle bir mecburiyet halinde (aşırı gitmemek) haddi tecavüz etmemek, zaruret miktarını geçmemek (başka mecbur olanın hakkına tecavüz etmemek üzere) öyle haram olan şeylerden yiyebilir. (Artık şüphe yok ki. Allah gafurdur, râhimdir) kullarının haklarında af ve keremle, rahmet ve yardımla muamele buyurur. Sûre-i Bakaradaki (173) üncü ve En’âm Sûresindeki (145) inci âyetlere de bakınız!. 116. Lisanlarınızın yalan yere vasıflandırdığı şeyler hakkında şu helâldir ve şu haramdır demeyiniz ki, Allah’a karşı yalan iftirada bulunmuş olursunuz. Şüphe yok ki, Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunanlar, kurtuluşa eremezler. 116. (Lisanlarınızın yalan yere vasıflandırdığı şeyler hakkında) “bahîre”, “şaibe” gibi bir takım hayvanlar hususunda (şu helâldır, şu haramdır demeyiniz) Allah Teâlâ’nın helâl bildirdiğini helâl, haram bildirdiğini de haram biliniz, kendi kendinize hükme kalkışmayınız(ki Allah’a karşı yalan iftirada bulunmuş olursunuz) onun helâl veya haram kıldığının aksini ona isnat etmiş bulunursunuz. (Şüphe yok ki. Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunanlar) herhangi bir hükmünün aksine bir iddiaya cür’et edenler (kurtuluşa ermezler) bir hayra kavuşamazlar; arzu ettikleri bir kurtuluş ve selâmete kavuşamazlar, Cenab-ı Hak’kın hükmüne karşı gelenler elbette ki, kurtuluş ve selâmetten mahrum kalacaklardır.
117. Bu, biraz menfaatden ibarettir ve onlara pek acıklı bir azap vardır.
117. -Bu, bir takım cahil, iftiracı kimselerin takip ettikleri menfaat (bir az menfaatten ibarettir) çabucak yok olucudur, haddızatında bir kıymeti yoktur (Ve onlara pek acıklı bir azap vardır) onlar ahirette ne şiddetli azaplara uğrayacaklardır. Artık böyle müthiş bir akibeti düşünen bir kimse, öyle geçici, cüz’i bir menfaati nasıl tercih edebilir?.
118. Ve sana evvelce anlatmış olduğumuz şeyleri Yahudilere haram kılmış idik. Ve onlara biz zulüm etmedik fakat onlar kendi nefislerine zulüm eder oldular.
118. (Ve sana) Ey Son Peygamber!, (evvelce) En’âm Sûresi’nin (146) ıncı âyeti celilesinde (anlatmış olduğumuz şeyleri Yahudilere haranı kılmış idik) bu onların hak ettikleri bir cezadan ibaret idi (ve onlara biz) bunları haram kılmakla (zulmetmedik) bu hürmet onların haklarında bir adalet, bir menfaat gereği idi (Fakat onlar kendi nefislerine zulmeder oldular) böyle bir haramlığı gerektiren hareketlerde bulundular, Peygamberlerine âsi oldular, mahlukata tapınmak cehaletini bile gösterdiler.
119. Sonra şüphe yok ki, senin Rabbin, bir cahillikle kötülükte bulunanları, sonra onun arkasından tövbe edenleri ve hallerini ıslâh eyleyenleri elbette af edecektir muhakkak ki, senin Rabbin ondan sonra elbettebağışlayıcıdır, pek esirgeyicidir.
119. Bu âyeti kerime, bir cehalet sebebiyle günahkâr olup da sonra tövbe eden, amellerini ıslâh eyleyen kimselere ilâhî affa kavuşacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: Resûlüm!. Bu açıklanan hükümlerden (sonra) şu da (şüphe yok) bilinmelidir (ki, senin Rab’bin) senin ve ümmetin hakkında kolaylık gösteren ve lûtfu, ihsanı pek bol olan Kerem sahibi Yaratıcın (bir cehaletle kötülükte bulunanları) herhangi biı günahı işlemiş ve hattâ küfrü bile yapmış olanları (sonra onun) öyle kötü bir hareketin (arkasından) pişman olarak (tövbe edenleri ve) hallerini, amellerini (ıslâh eyleyenleri) tövbelerinde sabit ve kararlı olanları (elbette af edecektir) onlar ümitsizliğe düşmemelidirler, elverir ki, daha imkân var iken tövbekâr olsunlar. Evet.. (Muhakkak ki, senin Rab’bin) o Kerem sahibi Yaratıcın (ondan sonra) o tevbenin ardından, öyle evvelce kötülükte bulunmuş olan kullarını (elbette bağışlayıcıdır) onların o kötü amellerini fazlasiyle affedecektir. Ve onları (pek esirgeyicidir) haklarında pek ziyade marhamet ve ihsanda bulunacaktır.
§ Bu âyeti celile gösteriyor ki: Bir insanın Yaratıcısını inkâr etmesi veya onun hükümlerine aykırı harekette bulunması mutlaka bir cehalet eseridir. Çünkü tam bir aklı, bilgisi olan bir kimse, Kâinatın Yaratıcısını inkâr edemez, onun emirlerine muhalefette bulunamaz. Bir bilgin şahıs tarafından bir günahın işlenmesi de onun nefsani eğilimlerinin aklına, bilgisine isterse geçici olsun galip gelmesinden ileri gelmektedir. Yoksa aklını, ilmini güzelce kullanan, nefsanî arzularına mağlûp olmayan bir zat, hiçbir vakit kasden günaha cür’et edemez. Şayet bir gaflet eseri olarak bir günahta bulunursa hemen tevbe ederek Cenab’ı Hak’kın af ve bağışına sığınır. İşte Kerem sahibi Yaratıcı böyle tövbeleri kabul buyuracağını bizleremüjdelemektedir. Ne büyük bir ilâhî merhamet!.
120. Muhakkak ki İbrahim, başlıca bir ümmet idi. Allah’a itaat ediyordu, batıldan uzak idi ve müşriklerden olmuş değildi.
120. Bu mübarek âyetler, Allah’ın birliğini risalet ve Peygamberliği inkâr eden, bununla beraber Hazreti İbrahim’e bağlanma ve hürmet iddiasında bulunan müşrikleri reddediyor, İbrahim Aleyhisselâm’ın niteliklerine ve kavuşmuş olduğu ilâhî nimetlere işaret buyuruyor. Allah’ın dinî hususunda Hazreti İbrahim ile Resûl-i Ekrem Efendimizin bir olduklarını ve İbrahim Aleyhisselâm’ın müşrikler ile bir bağının bulunmadığını bildiriyor ve cumartesi günü hakkındaki ihtilâfların kıyamet gününde Allah’ın hükmüyle çözüleceğini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Milletler!. Hazreti İbrahim hakkında yanlış itîkatlarda bulunmayınız (muhakkak ki. İbrâhim) Aleyhisselâm, sahip olduğu fazilet ve olgunluk itibariyle başlı başına (bir ümmet idi) Tevhid ehlinin reisi, Allah’a inanma hususunda zamanındaki insanlığın en birincisi idi. Birçok üstün vasıflara sahip idi ki, bunlar herkeste bulunamaz. Kısacası, dokuz yüksek özelliğe sahip idi ki, bunların birincisi, öyle başlı başına bir ümmet durumunda bulunmuş olmasıdır. İkinci vasfı da o (Allah’a itaat ediyordu) Hak Teâlâ’nın bütün emirlerini yerine getirirdi, üçüncü vasfı da hânif idi. Yani: (Batıldan uzak idi) bütün bâtıl dinlerden uzak olup ilâhî dine sarılmış idi. (Ve) dördüncü vasfı da (müşriklerden olmuş değildi) hiçbir zaman müşrikler ile alâkası yok idi, daha çocukluğundan itibaren Allah’ı yegâne varlık kabul ediyordu putların, yıldızların ve diğer mahlûkların mabut olamıyacaklarını kavmine karşı en açık deliller ile isbata çalışmıştı. Artık o muhterem zatın müşriklerden ne kadar uzak olduğu açıkça görülmektedir.
121. Onun nimetlerine şükredici idi. Cenab’ı Hak da onu seçkin kıldı. Ve onu dosdoğru bir yola hidayet buyurdu.
121. İbrahim Aleyhisselâm’ın beşinci seçkin bir vasfı da kendisi (onun) Cenab-ı Hakkın (nimetlerine şükredici idi) yanlızca pek fazla kavuştuğu nimetler, değil Kerem sahibi Yaratıcının verdiği az bir nimete karşı da kendisini şükretmeye borçlu görürdü. Cenab-ı Hak da (onu) Hazreti İbrahim’i (seçkin kıldı) onu Peygamberlik mertebesine yükseltti. Bu da altıncı sütün bir vasfıdır. (Ve) Hak Teâlâ (onu) İbrahim Aleyhisselâm’ı (dosdoğru bir yola) Cenab-ı Hak’ka kavuşturan bir yola, İslâm dinine (hidayet buyurdu) bu da onun pek yüce, saadet veliseli olan yedinci bir sıfatıdır.
122. Ve biz ona dünyada bir güzellik verdik ve şüphe yok ki, o ahirette elbette salihlerdendir.
122. (Ve biz ona) O Yüce peygamberim olan İbrahim’e, sekizinci vasfı olmak üzere (dünyada bir güzellik verdik) bir şeref ve şan ihsan buyurduk. Bütün milletler, onu severler, onu överler hattâ kureyiş müşrikleri ve diğer Arap kabileleri de cahiliye döneminde İbrahim Aleyhisselâm’a hürmette bulunurlardı, yalnız onunla iftiharda bulunur dururlardı. O Yüce Peygamberin dokuzuncu seçkin bir vasfı da (o ahirette elbette salihlerdendir) en yüksek derecelere kavuşacak zatlardandır. O Yüce Peygamber, daha dünyada iken, Yarabbi!. Beni salihlere kat. Diye duada bulunmuştu. İşte bu duasının da kabul edildiğine bu âyeti kerime işaret etmektedir.
123. Sonra sana vahyettik ki, İbrahim’in dinine doğru yola yönelerek tâbi ol. Ve O asla müşriklerden olmadı.
123. Ey Peygamberlerin en şereflisi!. Hazreti Muhammed!. (Sonra sana vahyettik ki) Kur’an lisanı ile tebliğ eyledik ki, (İbrahim’in dinine) onun için Cenab-ı Hak’kın bildirmiş olduğuibadet ve itaate, meşrû yola (doğru yola yönelerek tâbi ol) sen de halkı yumuşaklıkla, kuvvetli deliller ile tevhid dinine davet et (ve) muhakkaktır ki, (o) Yüce Peygamber (asla müşriklerden olmadı) o Allah’ın birliğine inanıcıdır, müşrikler ile hiçbir alâkası yoktur, Yahudilerin, Hıristiyanların ve diğer müşriklerin ona bağlılık iddiaları boş sözdür.
124. Cumartesi tatili, ancak onda ihtilâf edenlere farz kılınmıştı. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin kıyamet günü onların arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında elbette hüküm verecektir.
124. (Cumartesi) tatiline gelince, bu, İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine, şeriatine ait bir mesele değildir ki, buna uymak lâzım gelsin. Bu günün (tatili) bu günde bazışeylerin yapılmaması, bu güne hürmet gösterilmesi (ancak onda ihtilâf edenlere) Yahudilere farz (kılınmıştı.) Onlar bugüne hürmet ile mükellef tutulmuşlardı. (ve şüphe yok ki, senin Rab’bin) Ey Yüce Resûl!. (Kıyamet günü onların) o ihtilâfa düşmüş fırkaların, milletlerin (arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında elbette hükmedecektir), iddialarında haklı olanları sevaba, haksız olanları da cezaya kavuşturacaktır. Nitekim onlar dünyada da vakit vakit mükâfatlara veya cezalara kavuşmuşlardır.
§ İbni Abbas Radiallahü anhtan rivayet olunduğu üzere, Musa Aleyhisselâm İsrail oğullarına haftada bir gün olmak üzere cuma günleri işlerini bırakarak Allah Teâlâya ibadet ve itaatle meşgul olmalarını emir etmişti. Onlar ise bunu kabulden kaçınmışlar, “Biz Allah’ın yaratmayı tamamladığı cumartesi gününü tercih ederiz” demişlerdi. Bunun üzerine cumartesi günü kabul edilmiş ve bu hususta aleyhlerine bir şiddet gösterilmiştir. Hıristiyan topluluğu da cuma gününü kabul etmeyip pazar gününü tercih etmişlerdir. Bunlar “yaratma ve icad etmenin başlangıcı, pazar günüdür” diyerek o günü bir bayram günükabul etmişerdir. Biz müslümanlarca ise cuma günü, bir tamam ve kemâl günüdür. Tamam ve kemâlin gelişi ise büyük bir sevinci, ferahlığı, şükrü icabeder. Binaenaleyh biz müslümanlarca cuma günü bir bayram günü demektir. Fakat bugünde bütün dünyevî işlerimizi terketmekle mükellef değiliz, elverirki, cuma namazını kılmak için işlerimizi geçici olarak terkedelim. Mamafih bir ümmetin vazifesi, Yüce Peygamberinin emir ve tayinine riayet etmektir. Günler haddızatında birer itibarî emirdir, bu sebeple esasen eşittirler, onlara kıymet vermek Allah’a aittir.
125. Rabbin yoluna hikmet ile, güzel öğüt ile davet et ve onlar ile en güzel bir şekilde mücadelede bulun, muhakkak ki, o senin Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir ve o, doğru yola ermiş olanları da hakkıyla bilendir.
125. Bu mübarek âyetler, insanlığı irşat için ne kadar güzel, hikmetli bir şekilde hareket edilmesini tavsiye buyurmaktadır. Tatbik edilecek cezalarda adalete, eşitliğe riayet edilmesi gereğini de bildirerek cezâ nazariyesinin en mühim bir konusunu özet olarak kapsamış bulunmaktadır. Bir kısım kötülüklere karşı af ve sabır ile karşılıkta bulunmanın da ahlâkî faziletlerden bulunduğunu göstermektedir. Bir takım kimselerin cahilce, aldatıcı hareketlerinden dolayı din ve insaniyet adına kalbi mahzun olan merhamet deryası Yüce Peygamberimize de teselli olmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. Kendilerine Peygamber gönderilmiş olduğun ümmetini (Rab’bin yoluna) İslâm dinine (hikmet ile) açık, dînî inançları isbat eden kesin delil ile ve (güzel öğüt ile) faydalı sözler ile, inandırıcı hitabeler ile, hayrı tavsiye edici nasihatler ile (davet et) İslâmiyet’i kabul etmeleri için özendir ve teşvikte bulun (ve onlar ile en güzel bir şekilde mücadelede bulun) onları tatlılıkla, yumuşaklıkla irşadaçalış, hiddet ve gaflet gösterme, toplumca kabul edilen sunuş konuşmaları yaparak mütalâalarda bulunarak onları ikna etmeye ve susturmaya gayret et, onlara kabiliyetlerine göre hitabta bulun. (Muhakkak ki, o senin Rab’bin) senin hakkında lûtf ve ihsanda bulunan kerem sahibi mabûdun, kendi (yolundan) İslâm dininden (sapanları en iyi bilicidir) öyle hikmetlere, hayrı tavsiye edici öğütlere rağmen yeteneklerini kötüye kullanarak batı! yolları takibedecek olanlar, Allah tarafından bilinmektedir. (Ve o) Yüce Yaratıcı (doğru yola ermiş) hidayete kavuşmuş (olanları da hakkıyla bilendir) Evet.. O Yüce Mabud, her iki gurubun hâlini de hakkıyla bilir. Kendi iradelerini kötüye kullanıp sapıklıkta kalacak olanları bildiği gibi kendi ihtiyarlarını, kabiliyetlerini muhafaza ederek hidayete erecekleri de bilir. Peygamberlik görevi ise Allah’ın hükümlerini O’nun emri doğrultusunda ümmetlere tebliğden ibarettir. Bu şekilde ilâhî deliller tamam olmuş olur, hiçbir kimsenin kendi cehaletin! mazeret makamında ileri sürmeye selahiyeti kalmamış bulunur.
126. Ve eğer bir kimseye ceza verecekseniz, kendisiyle cezaya uğramış olduğunuz şeyin misliyle ceza verin ve eğer sabır ederseniz, elbette o, sabır edenler için daha hayırlıdır.
126. (Ve eğer) Ey müslümanlar!. (Bir kimseye cezada) hakkında ceza tatbikinde (bulunacak iseniz) dıkkat ediniz, haddi tecavüzde bulunmayınız, o kimse tarafından (kendisiyle cezaya uğramış olduğunuz şeyin misliyle cezada bulunun) meselâ: Bir kimse, bir şahsı haksız yere öldürmüş ise o kimseyi kısas ile öldürünüz, ondan başkasını da öldürmeyiniz. Aynı şekilde: Bir kimse bir şahsın bir malını çalmış ise o malı geri isteyiniz veya ödettiriniz, ondan fazlasını almayınız, böyle bir fazlalık zulüm olmuş olur ki, haramdır. (Ve eğer sabır ederseniz) intikamı terkederek karşılık olarak cezada bulunmaz iseniz (elbette o) sabır ile,af ile muamele (sabır edenler için daha hayırlıdır) çünki af ve kerem, rahmetle muamele, bir çok sevaba vesile olacağı için intikamdan, gönlü rahatlatmaya çalışmaktan elbetteki, daha iyidir.
§ Rivayete göre Uhud gazvesinde kâfirler, ashab-ı kiramdan bazılarını şehit etmişler ve özellikle Hazreti Hamza’yı şehit edip mübarek vücudunu parçalamışlardı. Hattâ Utbe’nin kızı “Hind” Hazreti Hamza’nın ciğerinden bir parçasını yemişti. Resûl-i Ekrem ile ashab-ı kiramı da ahdetmişlerdi ki, o kâfirlere galip gelecekleri gün, onlardan bir çoklarını öldürüp intikam alsınlar. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hind’in öldürülmesine de emir vermiştir. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuş, adalet ve eşitliğe riayet edilmesi emir olunmuştu. Hattâ Mekke-i Mükerreme fethedilince Yüce Peygamberimiz Hind’i af buyurmuştur.
127. Ve sabır et ve senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir ve onlara karşı üzülme ve yapmakta oldukları hilekârca hareketten dolayı üzüntüye düşme.
127. (Ve) Ey Yüce Resûlüm!. Sen de İslâm dirini yaymak için, insanları hidayete eriştirmek için gayret gösteriyor, bu yolda birçok eziyetlere uğruyorsun, fakat sen (sabır et) o sana karşı muhalefette bulunanlar tarafından sana isabet eden elem ve kederlere karşı sabırdan sükûnetten ayrılma (ve) böyle bir sabır aslında zordur, tahammülsüz bırakmaktadır. Fakat (senin) bu (sabrın da ancak Allah’ın yardımıyladır) Cenab-ı Hak, seni böyle bir sabra muvaffak buyurur, sana kolaylık gösterir, seni mükâfatlara ulaştırır. (Ve onlara karşı üzülme) O, kâfirlerin imân etmiyeceklerinden, sana tâbi olmayacaklarından dolayı ümidini keserek üzüntü ve keder içinde kalma (ve) onları sana karşı (yapmakta oldukları hilekârca hareketten dolayı üzüntüye düşme) kalbin daralmasın, Hak Teâlâ Hazretleri seni koruyacaktır, senindinini doğuya ve batıya yayacaktır, İslâmiyet, Allah’ın koruması altında devam edecektir.
128. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ sakınanlarla ve o daimî ihsanda bulunanlar ile rahmet ve yardımı itibariyle beraberdir.
128. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ) bütün kemâl sıfatlarını toplayan Kerem sahibi Yaratıcı (sakınanlarla) Cenab-ı Hak’tan korkan günahları terkedenlerle (ve o daimî ihsanda bulunanlar ile) halka güzel muamele yapanlar, onların eziyetlerine sabır ve tahammül gösterip haklarında iylik sever bulunanlar ile, onlara yardım etmeğe çalışanlar ile fadl ve keremi, rahmeti ve inâyeti itibariyle (beraberdir.) O Kerem sahibi Yaratıcı, öyle takva sahibi, iyilik eden, sabırlı, hak yolunda cihada devam eden kullarını herhalde mükâfatlara kavuşturacaktır. Ne mutlu bu gibi ahlâkî olgunluklara nitelenen zatlara. Allah Teâlâ Hazretleri, cümlemizi bu gibi Kur’ânî öğütlerden hakkıyla istifadeye muvaffak buyursun Amin. Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah içnidir, Âmin…