KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Müminun Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur, yüz onsekiz âyeti kerimeyi kapsamaktadır. Müminlerin vasıflarını bildirdiği ve onların Allah’ın yardımına nâil olacaklarını müjdelediği için kendisine böyle “Sûretül Müminun” ünvanı verilmiştir. Bu müminun sûresinin ilk âyetleri ile bundan evvelki Hac sûresinin son âyetleri arasında büyük bir münasebet ve irtibat vardır. Şöyle ki: Hac sûresinin sonundaki âyetler, müminlerin kurtuluşa nâil olabilmeleri için kendilerine yedi dinî vazife tebliğ etmektedir. Bu müminun sûresinin ilk âyetleri de yedi vasfı taşıyan, öyle yedi vazifeyi ifa eden, o husustaki ilâhi emre uymuş bulunan müminlerin kurtuluşa başarıya nâil olduklarını müjdelemektedir. Bu müminun sûrei celîlesi, yüce Peygamberlere ait beş kıssayı içermektedir. Özellikle Peygamber Efendimizin kadrinin yüceliğini, muvaffakiyetlere nâil olacağını da bildirmektedir. Bu mübârek sûre, Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine ve diğer mukaddes sıfatlarına delâlet ve şahitlik eden başlıca dört nevi kudret eserleri ve insanların yaradılışlarındaki dokuz mertebeyi insanlığın ibret bakışına vazediyor. Bu kadar açık delillere, kanıtlara rağmen küfürlerinde ısrar edip duran inkârcıların da kurtuluştan mahrum, ilâhi cezaya ve ebedî azaba mâruz bulunacaklarını ihtar ediyor. Erhamürrahimin olan Allah Teâlâ’nın mağfiretine, rahmetine iltica edilmesi gereğine de işaret buyurmaktadır. Ve başarı Allah’tandır.
1. Muhakkak ki, müminler kurtuluşa ermişlerdir.
1. Bu mübârek âyetler, yedi seçkin vasıflara sahip olan müminlerin başarı ve kurtuşa nâil ve cennetlerin en yükseğine kavuşacaklarını kendilerine şöylece müjde verilmektedir. (Muhakkak ki, müminler) yani: Cenab-ı Hakkı birleyenler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik edenler, kıyametin vuku bulacağını itiraf edenler, zaruriyyatı diniyeden sayılan hükümleri yerine getirenler (kurtuluşa ermişlerdir) onların gelecekleri emniyete alınmıştır, onların kurtuluş ve saadeti adeta şimdi meydana gelmiş gibi kesin olarak kararlaştırılmıştır. İşte bu gibi müminler, yedi güzel sıfata sahip oldukları için şimdiden kurtuluşa nâil olmuş gibidirler. Bu yüce vasıfların birincisi, en mühimi böyle îman, güzel inanç sahibi olmaktır.
§ Felâh: Fevz-i necattır. Yani: İstenilen meşru şeylere kavuşmaktır, kötü, nâhoş olan şeylerden de kurtulmaktır. İflâh da böyle bir fevz-ü necata dahil olmak demektir.
2. O müminler ki, namazlarında huşû tevazu sahipleridir.
2. Evet.. Kurtuluşa eren (o müminlerdir ki, onlar) mükellef oldukları ibadetlerin en yükseği olan (namazlarında huşû) tevazu, alçak gönüllülük (sahibidirler.) Namazlarını Cenab-ı Hak’ka kulluk arzında bulunmak için tam bir tevazu ile edaya çalışırlar. Namaz kılarken etrafa bakmayıp yalnız secde yerine bakanlar, elbiselerine, yüzlerine, gözlerine ellerini sürüp durmazlar, Hak Teâlâ’nın manevî huzurunda bulunduklarını düşünerek tam bir edeb ve itidal ile, kalp huzuru ile ve adab ve erkanına riayetle namazlarını kılmaya çalışırlar. Bu da müminlerin ikinci güzel vasfıdır.
3. Ve o müminler ki, onlar, her lüzumsuz şeyden yüz çevirirler.
3. (Ve o müminler ki) o muhterem kullarki (onlar her lüzumsuz şeyden) faidesi olmayan,fuzuli sözlerden, hareketlerden, oyun ve eğlence denilen yasak, faydasız şeylerden daima (yüz çevirirler) öyle “lağv” denilen boş, hayatı harcamayı gerektiren ve terk edilmesi hikmet gereği olan şeylere iltifatta bulunmazlar. Bu da onların üçüncü güzel vasıflarıdır.
4. Ve o müminler ki, onlar zekâtı ifa edenlerdir.
4. (Ve) kurtuluşa eren (o müminler) dir (ki, onlar zekâtı ifa edenlerdir.) Onlar öyle îman ile, mütevazice bir şekilde bedeni ibadet ile vasıflanmış, lağviyat türünden olan şeylerden sakınır oldukları gibi malî ibadetlerde de bulunarak hak etmiş olanlara mallarından birer belirli hisse de ayırırlar, bu şekilde de nefislerini arındırmaya, cimrilik lekesinden temizlemeye muvaffak olurlar. Bu da o zatların dürdüncü övülen vasıflarıdır.
§ Zekât; taharet, temizlik demektir. “Tezkiye” de arındırmak, temizleme manasınadır. Faraya verilen bir mal da verenin malını temizleyeceği, ahlâkının güzelleştireceği için ona da zekat denilmiştir.
5. Ve o müminler ki, onlar elbette avret mahallerini muhafaza edenlerdir.
5. (Ve O müminler ki, onlar) temiz bir hayat yaşamaya gayret ederler (avret mahallerini) tenasül organlarını ve şehvet güçlerini daima (muhafaza edenlerdir) haram olan ilişkilerden, insanlık terbiyesine aykırı olan vaziyetlerden kaçınırlar, örtülmesi icabeden azalarını açıvermekten son derece sakınırlar, ahlâka İslâmi edep kurallarına aykırı hareketlerde bulunmazlar. Bu da onların beşinci temiz vasıflarıdır.
6. Ancak eşleri veya sağ ellerinin sahip olduğu cariyeleri müstesnâ. Çünkü onlar, bu halde kınanılmış değildirler.
6. (Ancak) kendi (eşleri) nikâhları altındabulunan eşleri (veya sağ ellerinin sahip olduğu cariyeleri) yani: meşru şekilde elde edip kendilerine sahip bulundukları kadınlar (müstesna) bir mümin, kendi eşine ilişkide ve mülkü yemin denilen cariyesine şer’i bir mani bulunmayınca cinsel ilişkide bulunamaz veya cariyesini başkası ile ev1endirmişse yine kendisinin cinsel ilişkide bulunması câiz olamaz. Fakat böyle bir şer’i mâni bulunmadıkça bu ilişki caizdir. (Çünkü onlar) o müminler, bu takdirde (kınanılmış değildirler) onların bu şartlar altında eşleriyle, cariyeleri ile cinsel ilişkilerine şer’i müsaade vardır. Bu sosyal hayatın meşru şekilde gelişmesine, devamına bir vesiledir. Artık o kınanıp ayıplanamaz.
7. Artık kimler de bunların ötesini istemiş olursa işte haddi tecavüz etmiş olanlar, onlardır, onlar.
7. (Artık kimler de bunların ötesini istemiş olursa) yani: Herkim kendisi için verilen böyle bir şer’i müsaade dışına çıkmak isterse, kendileriyle cinsel ilişki câiz olmayan kimseler ile böyle bir yasaklanmış şeyi yapmak arzusuna düşerse: Meselâ zinada, oğlancılıkta, mastürbasyonda veya hayvanlarla cinsel ilişkide ve diğer yasak olan ilişkilerde bulunursa (işte haddi tecavüz etmiş olanlar) câiz olan çerçeveyi bırakıp yasak alanlara can atmış, İslâmi terbiyeye muhalefette bulunmuş kimseler (onlardır, onlar.) İşte temiz yaratılıştan uzak düşmüş olanlar, o gibi şahıslardan ibarettir.
8. Ve o müminler ki, onlar, emanetlerine ve ahdlerine riayet edenlerdir.
8. (ve) kurtuluşa eren (o müminler) dir (ki onlar emanetlerine) riayet ederler. Hiç bir kimsenin hukukuna, namusuna, haysiyyetine tecavüzde bulunmazlar. Kendilerine bırakılan emanetleri vediaları sahipleri adına korurlar. Kendileri için birer emanet sayılan hayatlarını, kuvvetlerini de kötüye kullanmazlar. (Ve) onlar(ahidlerine) de, yani: Vermiş oldukları sözlere, yapmış oldukları mukavelelere de (riayet edenlerdir.) Gerek Allah Teâlâ’ya karşı üstlenmiş oldukları ibadetleri, vazifeleri güzelce ifaya çalışırlar ve gerek insanlar ile yapmış oldukları ahit, sözleşme hükümlerini mutlaka yerine getirirler. Bu da o müminlerin şayani takdir olan altıncı vasıflarıdır.
9. Ve o müminler ki, onlar namazları üzerine muhafazada devamda bulunurlar.
9. (Ve) Allah katında makbul olup kurtuluşa ermiş olan (o müminler) dir (ki, onlar) namazlarını tam bir huşu ile kılmakla beraber (Namazları üzerine muhafazada) da (bulunurlar) yani: Namazlarına düzenli bir şekilde devam ederler. Namazlarının farzlarından, sünnetlerinden, âdabından bir şeyi terk eylemez, namazlarını vakitlerinde kılmaya çalışırlar. Beş vakit namaza, cuma namazına, teravih ve bayram namazlarına, vitir ve kuşluk namazlarına ve diğer nafile namazlara devam eder dururlar. Namazların en yüce bir ibadet olduğunu bilerek onları eda ile kalben neşeli, ruhani bir zevke nâil olurlar. İşte bu da kurtuluşa kavuşmuş olan hakiki müminlerin yedinci güzel vasıflarıdır.
10. İşte vâris olanlar, onlardır.
10. O güzel vasıflar ile nitelenmiş olan müminler var ya, (işte vâris olanlar onlardır) Evet.. Yüce makamlara nâil, vâris ünvanına lâyık olan ancak o zatlardır.
11. Onlardır ki, firdevse vâris olurlar, onlar orada ebedî olarak kalıcılardır.
11. İşte (onlar ki) o güzel vasıflara sahip olan müminlerdir ki (firdevse vâris olurlar.) cennetlerin en yüksek derecesini, tabakasını teşkil eden o ebedî saadet mevkiine kendilerine başkalarından miras kalmış gibi sahip bulunurlar. (Onlar, orada) o firdevscennetinde (ebedî olarak kalıcılardır.) Artık oradan ebedî olarak çıkmayacaklardır. İşte îmanın, İslâmi üstün vasıflara sahip olmanın büyük mükâfatı!
§ Ubadetübnüssamit; Radiallahu anh, Resûl-i Ekrem Sallallahü aleyhi vesellem efendimizden şu mealde bir hadisi şerif rivayet etmiştir.
§ Cennette yüz derece vardır, her iki derecenin arasındaki mesafe, gök ile yer arasındaki mesafe gibidir. Firdevs ise derece itibariyle cennetlerin en yükseğidir, dört cennetin ırmakları ondan cereyan edip akan, onun üstünde de Rahman’ın arşı vardır.. Artık Allah Teâlâ’dan dileyeceğiniz vakit, ondan firdevsi dileyiniz. Cenab-ı Hak, cümlemize nasip buyursun. Amin..
12. Ve andolsun ki, insanı çamurdan ibaret olan bir hülâsadan yarattık.
12. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın birlik, yaratıcılık ve uluculuk sıfatı ile vasıflanmasına ve kudret eserlerine dair delillerin birinci nevini kapsamaktadır. İnsanlığın yaratılış safhalarındaki dokuz değişim mertebesi ve insanlığın hallerinin sonunu bildirerek insanları düşünmeye davet buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, kullarını uyanmaya davet için şöyle buyuruyor. (ve andolsun ki,) muhakkaktır ki, her yüce yaratıcı, kudret ve büyüklüğüne (insanı) o mahlûk türünü, onların ilk babaları olan Hz. Àdem’in yaratılışı içinde (çamurdan) ibaret olan (bir hülâsadan yarattık) yani: Evvelâ Àdem Aleyhisselâmı bir toprak ile sudan ibaret olup “sülâle” denilen bir hülâsadan yaratmış, sonra da onun neslini yine su ile topraktan meydana gelen yiyeceklerden oluşan meniden vesaireden vücude getirmiş olduk. İşte bu, insanlığın birinci yaratılış mertebesidir.
13. Sonra onu sağlam bir karargâhta bir nutfe kıldık
13. (Sonra onu) o hülâsayı veya insan nevini,Hz. Àdem’in neslini evlât ve torunlarını (sağlam bir karargahta) annelerinin rahimlerinde (bir nutfe kıldık) yani; Bel ile göğüsten gelen, meni denilen ak, katı bir su halinde vücude getirdik. Bu da insanlığın ikinci yaratılış mertebesidir.
14. Sonra o nutfeyi bir donmuş kan yarattık, ardından o donmuş kanı da bir bir parça et kıldık, sonra o et parçasını da kemikler kıldık, kemiklere de bir et giydirdik. Sonra da onu başka bir yaratılışla inşa etmiş olduk. İmdi şekil verici takdir edici olanların en güzeli olan Allah Teâlâ, pek mübarektir.
14. (Sonra O nutfeyi bir donmuş kan yarattık) o meniyi “aleka” denilen kırmızı, uyuşmuş bir kan haline getirdik. Bu da üçüncü bir yaratılış mertebesidir. (Ardından) da (o donmuş kanı da bir parça et kıldık) yani: O uyuşmuş kanı da muazzam kudret ve kuvvetimle bir parça et halinde yaratmış oldum. Bu da insanlığın yaratılışının dürdüncü mertebesidir. (Sonra o et parçasını da kemikler kıldık) o et parçasının büyük bir kısmını da başlar, ayaklar ve bunların aralarındaki diğer kemikler gibi.
§ Izam; denilen kemikler halinde yaratmış olduk. Bu da beşinci yaratılış mertebesidir. (Kemiklere de bir et giydirdik) tekrar o kemikleri gerektiği gibi et ile donattık. Bu da insanlığın yaratılışının altıncı mertebesidir. (sonra da onu) öyle mertebe mertebe teşekkül eden mahlûku (başka bir halk olarak inşa etmiş olduk) o bir damla su gide gide hayat sahibi bir mahlûk halinde dünyaya gelmiş oldu. Görmekten, işitmekten söylemekten, düşünmekten yoksun olan o mahlûk, daha sonra ruh sahibi mahlûk olarak dünyaya geliyor, birçok şeyleri düşünebiliyor, simasında fevkalâde eşsiz güzel bir manzara tecelli ediyor. İşte bu da insanlığın yedinci yaratılış mertebesidir. (imdi musavvir olanların) şekil verme ve takdire kâdir olanların (en güzeli olan) bütün kemâl sıfatlarına sahip bulunan(Allah Teâlâ, pek mübârektir.) bütün noksanlık lekelerinden yücedir, bütün kâinatın yaratıcısıdır, her bakımdan ortak ve benzerden yücedir..
§ Bu âyeti kerimede yaratıcılardan maksat, şekil veren, takdir edenlerdir. Cenab-ı Hak’kın yaratmış olduğu şeylerden birer manzara, birer şekil ve sünneti tertib ve tanzim edebilen kimselerdir. Yoksa yoktan var eden, yaratan mânasına olan yaratıcılık, ancak Allah Teâlâ’ya mahsustur. Nitekim diğer bir âyeti kerimede:
Evet Allah Teâlâ’dan başka halk edici, yaratıcı yoktur. Buna inanmışızdır.
15. Sonra şüphe yok ki, siz, bundan sonra elbette ölmüş kimselersinizdir.
15. (Sonra) Ey insanlar!. (Şüphe yok ki, siz) bu gelişmiş durumunuz (bundan sonra) öyle büyük harikulâde bir şekilde yaratılıp hayata kavuştuğunuzu müteakip takdir edilen zamanlar gelince (elbette ölmüş kimselersinizdir) herhalde hepiniz de öleceksinizdir, bu muhakkaktır, dünya hayatı kimseye kalıcı değildir. Bu da insanlığın yaratılışının sekizinci mertebesidir.
16. Sonra da muhakkak ki, siz kıyamet günü diriltilip kaldırılacaksınızdır.
16. Ey insanlar!. Hepiniz öyle dünyaya gelip bir müddet yaşadıktan ve sonunda ölüme tutulmuş olduğnuzdan (sonra da muhakkak ki, siz kıyamet günü) ikinci üfleme gerçekleşince mahşerde toplanmak üzere ilâhi kudret ile (diriltip) kabirlerinizden (kaldırılacaksınızdır) Cenab-ı Hak’kın adalet mahkemesine sevkedileceksinizdir, dünyadaki amellerinize göre hakkınızda sevap ve ceza ile hükmolunacaktır. Bu da insanlığın yaratılışının dokuzuncu mertebesidir. Artık her insan, o sonu düşünmelidir, Allah’ın azabından kurtulupsevaba, mükâfata, cennetlere nâil olabilmesi için daha dünyada iken fill ve amellerini meşru şekilde tanzime çalışmalıdır. O ebedî geleceği temine çalışmamak, pek büyük bir felâkettir ki, insanlık şânına asla yakışmaz. Her insan, kendi yaradılışını, ebedî hayatını korumaya çalışmadan geri durmamalıdır, Hak Teâlâ Hazretlerinden de muvaffakiyet niyâzında bulunmalıdır. İşte gözlerimizin önünde parlayıp duran bir nice yaratılış eserleri, o yüce yaratıcının varlığına, kudretine, ilahlığına, mahlûkatı hakkındaki merhamet ve şefkatine birer kesin delil bulunmaktadır.
17. Ve yemin olsun ki, sizin üzerinizde yedi yol yarattık ve biz halktan gafiller olmadık.
17. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, ilâhi kudretine dair olan ikinci, üçüncü ve dürdüncü nevi delilleri kapsamaktadır. O yüce yaratıcının kudretiyle yedi kat göklerin yaratılmış olduğunu, gökten indirilen sular ile yeryüzünde çeşitli bitkilerin, meyvelerin, ağaçların meydana geldiğini, bunlardan ve evcil hayvanlar ile denizlerdeki gemilerden insanlığın ne kadar istifade eder olduklarını birer uyanış ihtarı olmak üzere beyan buyurmaktadır. (ve yemin olsun ki) var olan bir gerçektir ki, Ey insanlar!. (Sizin üzerinizde) sizin üstünüzdeki sonsuz uzayda (yedi yol yarattık) yani: Yedi kat gökleri vücude getirdik, gök kubbeleri o kadar muazzam bir şekilde meydana getirilmiş bulunmaktadır. (Ve biz halktan gafil olmadık) gerek o muazzam mahlûkattan olan göklerden ve gerek diğer yaratılmış şeylerden ve bu cümleden olarak insanlardan, onların ikametgâhlarından habersiz değiliz. Hâşa. Kâinatın yaratıcısı Hazretlerinde gaflet, bilgisizlik düşünülemez. Onların hepsi de o yüce yaratıcının emri ve koruması altındadır. Hepsinin de devamı, değişme ve bozulması, umumun menfaatlerine hizmeti ilâhi iradeye tâbidir, birer ilâhi hikmetgereğidir. Bu âyeti kerime, yüce Allah hakkındaki delillerin ikinci nevini teşkil etmektedir.
§ Teraik; Tarikanın çoğuludur. Gökler, birbirinin benzeri olarak bazısı bazısının üstünde olduğu için onlara “Terayık” denilmiştir. Veyahut gökler, meleklerin yolları olduğu için veya eflâk denilen gökler, güneşin, ayın ve yıldızların yolları sayılıp oralarda dolaşıp durdukları için göklere “teraik” adı verilmiştir.
18. Ve gökten kâfi miktar su indirdik, sonra onu yerde yerleştirdik. Şüphe yok ki, biz onu gidermek üzerine de elbette kadiriz.
18. (ve) Ey insanlar!. Hak’kınızdaki ilâhi lütuflara bakınız ki, Cenab-ı Hak, şöyle buyuruyor: (Gökten kâfi miktar su indirdik) yani: İnsanların ve yerde bulunan diğer hayat sahiplerinin içmeleri, istifade etmeleri için ve ekinlerin vesairenin büyüyüp gelişmeleri için yeryüzüne ilâhi kudret ile gökten yetecek miktarda yağmurlar indirmektedir. Yağmurlar esasen sema tabakasından indiriliyor veyahut yüksekliğinden dolayı kendisine sema denilen buluttan yağdırılıyor. Şöyle ki: Yeryüzündeki denizlerden, büyük ırmaklardan buharlaşarak havaya yükselen sular, orada toplarıp bulut haline geliyor, sonra da soğuk havanın dokunmasiyle yine su haline gelerek yeryüzüne yağmaya başlıyor. Velhasıl ne şekilde olursa olsun bütün bunları yaratan, böyle değişime, oluşuma tâbi tutan ancak Allah Teâlâ’dır. Ondan başka hiçbir kimse yoktan bir damla bile su yaratamaz. İbni Abbas Radiallahu Teâlâ anhın rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre Allah Teâlâ cennet nehirlerinden yeryüzüne beş ırmak indirmiştir. Biri, Hind ırmağı olan Seyhundur. İkincisi Belh ırmağı olan Ceyhundur. Üçüncüsü ve dördüncüsü de Irak ırmağı olan Dicle ve Fırattır. Beşincisi de Mısır’ın ırmağı olan Nildir. İşte bunlarda semadan indirilmiş olan sularcümlesindendir. Bunlar, insanlık için ne büyük bir ilâhi lütuftur. Evet.. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (sonra onu) o suyu (yerde yerleştirdik.) sabit kıldık, ondan yeryüzünün istifadesi, takdir edilen güne kadar devam edip duracaktır. Bununla birlikte (Şüphe yok ki, biz onu) o suyu (gidermek üzerine de elbette kâdiriz) onu öyle indirmeye kâdir olan bir yüce yaratıcı, onu dilediği zaman mahv ve yok etmeye her bakımdan kâdirdir. Buna inanmışızdır. Artık öyle kıymetli hayat veren suların birer ilâhi nimet olduğunu bilip bundan dolayı da kerem sahibi yaratıcımıza şükran arzında bulunmaya devam etmeliyiz.
19. Sonra sizin için onunla hurmalıklardan, üzümlüklerden bağlar inşa ettik ki, onlarda sizin için birçok meyveler vardır ve onlardan yersiniz.
19. Evet.. O yüce yaratıcı Hazretleri buyuruyor ki: (Sonra) o suları indirdiğimizi müteakip de ey insanlar!. (Sizin için) sizin yaşamanız, istifade etmeniz, menfaatine dayalı (onunla) o yeryüzüne indirdiğimiz su ile (hurmalıklardan, üzümlerden) ibaret olan güzel (bağlar inşa ettik) vücude getirdik (ki, onlardan) o bağlarda (sizin için birçok meyveler vardır) onlardan istifade edersiniz, onları alır satar ticarette bulunursunuz (ve onlardan) o bağlardan veya hurmalardan, üzümlerden, öyle faideli meyvelerden (yersiniz) gıdanızı, rızkınızı, geçiminizi temine muvaffak olursunuz.
20. Ve bir ağaç da inşa ettik ki, Turi Sinadan çıkar, yiyecekler için yağ ile bir katıklık ile biter.
20. Yüce yaratıcı Hazretleri buyuruyor ki: (ve) özellikle (bir ağaç da) vardır ki, müstesna bir kıymeti, menfaati içermektedir. Onu da ilâhi kudretimle yaratıp icad ettim (ki) o ağaç, zeytun ağacından ibaret olup, (Turi Sinadan çıkar) orada çokça yetişip çoğalır. Orası onun asıl yetiştiği yerdir. Turi Sina ise, Cenab-ıHak’kın mukaddes sözlerini Musa Aleyhisselâma yönelmiş olduğu mübârek bir dağın ismidir ki, Mısır ile Şam arasında veya Filistinde bulunmaktadır. O pek kıymetli, faideli ağaç ise (yiyecekler için yağ ile ve) ekmeğe sürülen zeytin yağı gibi (bir katık ile biter) neşvü nema bulur umumun faidesini temine hizmet eder. Bu (18, 19, 20) nci âyetlerde Allah Teâlâ’nın yaratıcılığı, kudret ve şefkati hakkındaki üçüncü nevi delilleri kapsamaktadır.
21. Şüphe yok ki, sizin için enamda = ehli hayvanlarda bir ibret vardır. Size onların karınlarındakinden içiririz ve sizin için onlarda birçok menfaatler de vardır. Ve onlardan yersiniz.
21. O yüce yaratıcı Hazretleri şunu da beyan buyuruyor ki: Ey insanlar!. (ve şüphe yok ki, sizin için enam da) deve, sığır, koyun, keçi, denilen evcil hayvanlarda da (bir ibret vardır) Sular, daima yenilenip duran bağlar, bahçeler birer kudret eseri olduğu gibi hayat sahibi olan bu hayvanatta birer büyük ibret vesilesidir, bunların varlıklariyle Allah Teâlâ’nın varlığına, büyüklük ve kudretine ve her dilediği şeyi yaratıp yok etmeğe kâdir olduğuna, öldükten sonra dirilmenin de vuku bulacağına pek mükemmel delil getirilebilir. Evet.. Ey insanlar!. Bir kere düşününüz, ne nimettir ki, (size onların karınlarındakinden) yani: Sütlerinden (içiririz) o, sizin için pek faideli, zevkinize uygun bir şurup mahiyetinde bulunmuş olur. (ve sizin için) Ey insanlar! (Onlarda) o evcil hayvanlarda (birçok menfaatler de vardır. ) Bunların yünlerinden, derilerinden, yavrularından istifade edersiniz, bunları alıp satmak suretiyle de ekonominize bir gelişme verirsiniz. (ve onlardan yersiniz) onların vücutlarından da böyle bir istifadede bulunur durursunuz, onlar size teslim olmaktan geri durmazlar.
22. Ve onların üzerlerine ve gemilerinüzerlerine yüklenilirsiniz.
22. (Ve onların) develer gibi yüklenmeye kabiliyetleri bulunan hayvanların (üzerlerine ve gemlerin üzerlerine yüklenilirsiniz) bu vasıtalar ile karalarda ve denizlerde rahatça gezmeğe, seyyahatte bulunmaya muvaffak olursunuz. Bütün bunlar insanlık hakkında Allah Teâlâ’nın birer büyük lütuf ve ihsanıdır. Bu (21,22) nci âyeti kerimede yüce yaratıcı Hazretlerinin varlığına, kudretine, ilâhi lütfuna delil getirmek için bu mübârek sûrede getirilmiş olan delillerin dördüncü nevinden ibaret bulunmuştur. Bu hakikat böyle açık iken maalesef yine bir çok insanlar, yüce yaratıcı Hazretlerine kulluk arzında bulunmaktan şükran vazifelerini ifa etmekten kaçınmışlar, kendilerini ikaz ve irşada çalışan zatların nasihatlarına iltifatta bulunmamışlar, yine inkârlarına devam edip gitmişlerdir. İşte yüce Peygamberlere ait kıssalar, bunu pek açık bir şekilde göstermekte, insanlığı uyanmaya davet buyurmaktadır.
23. Andolsun ki, Nuh’u kavmine gönderdik de dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Artık sakınmada bulunmaz mısınız?
23. Bu mübârek âyetler, Nuh Aleyhisselâmın kıssasını, kavminin Allah’ın dinine davet buyurmuş olduğunu bildiriyor. Kavminden ileri gelenlerin de Hz. Nuh’un bir beşer olduğunu ileri sürerek onun risaletini inkâr, kendisine delilik isnât ve bir müddet beklenilmesini tavsiye etmiş olduklarını naklediyor. Hazreti Nuh’un da kavminin inkârına karşı Allah’ın yardımını niyâzda bulunmuş olduğunu şöylece beyan buyurmaktadır. (Andolsun ki) muhakkak bir tarihi olaydır ki, vaktiyle (Nuh’u kavmine) Peygamber (gönderdik) insanlığın ikinci babası sayılan o muhterem Peygamber, zamanında bulunan ve kendisiyle aynı lisanı konuşan, bu sebeple aralarındaki bir ırk birliği meydana gelmiş, fakat ilâhi dinden mahrum bulunmuşolan kimselere (dedi ki: Ey Kavmim!) yalnız (Allah’a ibadet edin) çünkü sizin ilâhınız, mabûdunuz, yaratıcınız, ancak odur. (Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur) Gerçek mabûd olan ondan başka değildir. (artık sakınmaz mısınız?.) O yüce mabûdun azabından korkmaz mısınız ki, bir takım mahlûkları mabût tanımış, dalâlete düşmüş bulunuyorsunuz!.
24. Bunun üzerine kavminden kâfirler olmuş olan ileri gelen bir zümre dedi ki: Bu başka değil, ancak sizin gibi bir insan, istiyor ki, sizin üzerinize üstünlük etsin. Ve eğer Allah dilemiş olsa idi elbette melekleri indirirdi. Biz bunu evvelki babalarımızda işitmedik.
24. (Bunun üzerine) Hazreti Nuh’un bu ihtarına karşı (kavminden kâfirler olmuş olan ileri gelen bir zümre) kavminin eşrafından sayılan dinsiz bir taife, diğer halk takımına (dedi ki: Bu) Peygamberlik iddiasında bulunan Nuh -Aleyhisselâm- (başka değil) öyle iddia ettiği gibi Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber değil, o (ancak sizin gibi bir insan) aranızda bir fark yok, artık o nasıl olur da Peygamberlik gibi bir imtiyaza sahip bulunur!. O bu iddiasıyle (istiyor ki, sizin üzerinize üstünlük etsin) sizin âmiriniz olsun, sizi kendi arzusuna tâbi kılsın. (Ve eğer Allah dilemiş olsa idi) size bir Peygamber göndermek, sizi başkalarına ibadetten men eylemek istemiş bulunsa idi (elbette melekleri indirirdi) onları size Peygamber gönderirdi (biz bunu) yani: Yalnız bir Allaha ibadet edilip de başkalarına ibadet edilmemesini veyahut Nuh gibi peygamberlik davasında bulunmuş bir kimseyi (babalarımız arasında işitmedik) geçmiş ümmetler içinde böyle bir Allah’ın birliği inancı anlatılmış değildir. Bu cahil kavmin sözleri, kendilerinin akıl ve mantığa aykırı şüpheler içinde kalmış olduklarını göstermektedir. Bunlar, taşlardan, ağaçlardan yapılmış putların ilahlığına, mâbudluğuna inandıkları halde bir insanınpeygamber olacağına razı, inanmış bulunmuyorlardı. Düşünmüyorlardı ki: Bütün insanlık fertleri, melekler ile görüşerek dinî hükümleri o meleklerden bizzat işitip almaya müstait olamazlar. Allah Teâlâ ancak bir kısım seçkin kullarını melekler vasıtasiyle vahyi almaya müstait bir tabiatta yaratmıştır, böyle bir yetenek bütün insanlığa verilmemiştir. Bu hikmete aykırıdır. Bu sapıklar diyelim ki melekler insan şekline girip kendilerine görünecek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edecek olsalardı yine o melekleri de insan sanarak inkâr ederlerdi.
25. Bu başka değil, kendisinde cinnet bulunan bir erkek. Binaenaleyh onu bir zamana kadar gözetiniz.
25. O cahil taife şöyle bir şüpheye de düşerek dediler ki: (bu) Nuh Aleyhisselâm (başka değil, kendisinde delilik bulunan bir erkek) onun içindir ki Allah’ın birliğini iddia ederek bizi putlarımıza tapmaktan men ediyor, (Binaenaleyh onu bir zamana kadar gözetiniz) durumunun sonunu bekleyiniz, ya iyileşerek hastalıktan kurtulur, artık öyle bir iddiada bulunmaz veya ölüp gider de biz de onun tekliflerinden kurtulmuş oluruz.
26. Hazreti Nuh da dedi ki: Yarabbi! Bana yardım et, onların beni tekzib etmelerine karşı.
26. Hz. Nuh da sapıklık içinde çırpınıp duran kavminin durumunu ıslah etmesinden, hidayete, kurtuluşa ermesinden ümitsizliğe düşerek (dedi ki: Yarabbi!. Bana yardım et) onlara karşı bana yardım buyur, o inkârlarında ısrar edip duran kâfirleri helâk et (onların beni tekzib etmelerine karşı) onları bu yalanlamaları sebebiyle mahv et ve cezalandır. Çünkü bir Peygamberi yalanlamak, onu gönderen zatı da yalanlamak ve hafife almak olur. Artık Allah Teâlâ’nın muhterem bir resûlünü tekzib etmek rezaletine cür’et eden kimseler, elbetteki helâk olmaya lâyık olmuşolurlar. Onların yeryüzünde dolaşıp durmaları elbetteki, arzu edilmez.
27. Artık ona vahyettik ki, bizim nezaretimiz ve vahyimizle gemiyi yap. Vaktaki emrimiz gelir de tennûr kaynamağa başlarsa hemen o gemiyi her birinden iki çift, aleyhinde söz geçmiş olandan başka aileni de al ve zulümetmiş olanlar hakkında bana bir hitapta bulunma. Şüphe yok ki, onlar boğulmuşlardır.
27. Bu mübârek âyetler de Nuh Aleyhisselâmın bir gemi yapmakla ve mümin olanları o gemiye almakla ve o gemiye binince Cenab-ı Hak’ka hamd etmekle ve bir selâmet sahasına kavuşmasını Hak Teâlâ’dan niyâz eylemekle mükellef olmuş olduğunu bildiriyor ve Hz. Nuh’a ait olan bu birinci kıssada Allah’ın kudretinin büyüklüğüne, yüce peygamberlerin doğruluklarına ve güzelce sonlarına delâletler, işaretler bulunduğunu şöylece beyan buyurmaktadır. Allah Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: Nuh Aleyhisselâm’ın Allah’ın yardımını temennisi sebebiyle (artık ona vahyettik ki) Ey Nuh!. (Bizim nezaretimiz ve vahyimizle) yani: Yüce Mabûd’un hıfz ve koruması ile onun emir ve öğretmesiyle, sana vereceği kuvvet ve yetenek ile (gemiyi yap) seni ve sana tâbi olanları selâmet sahiline erdirecek bir gemi inşa et. Rivayete göre Cibril-i Emin, Cenab-ı Hak’kın emriyle Nuh Aleyhisselâm’a geminin yapılmasını öğretmiş, ondan ne şekilde istifade edileceğini bildirmiştir. (Vaktaki emrimiz gelir de) yani: Dinsizler hakkında mukadder olan ilâhi emir yaklaşmış olur da (tennur kaynamağa başlarsa) yani: Hz. Àdemden intikâl etmiş olan bir ekmek tandırı, adeta aykırı olarak bir su kaynağı kesilmeğe başlaşmış bulunursa veyahut yeryüzünden sular fışkırmaya yüz tutarsa (hemen o gemiye) hayvanların (her birinden iki çift) bir erkek, diğeri dişi olmak üzere ikişer adet al (ve aleyhinde söz geçmiş olandan başka) yani: Helâkleri takdir edilmişbulunan bir eşin ile oğlun Kenandan başka (aileni de al) mümin olan ehlibeytini de evlâdını da o gemiye al (Zulmetmiş olanlar hakkında) küfre düşmüş, nefislerini helâke mâruz bırakmış olanlara dair (bana bir hitapta bulunma) onların Tufan azabından kurtulmaları için istekte, bir temennide bulunup durma. Zira (Şüphe yok ki, onlar boğulmuşlardır.) Onların şirk ve isyanları yüzünden boğulup cezalarına kavuşacakları hakkında ilâhi hüküm tahakkuk etmiştir. Onlar gördükleri birnice mucizelere, apaçık delillere rağmen küfürlerinde devam edip gittikleri için nefislerine zulmetmiş, artık o zulmün cezasına kavuşacakları zaman yaklaşmıştır.
28. İmdi sen ve seninle beraber olanlar geminin üzerine çıktığınızda de ki: Hamd o Allah’a olsun ki, bizi o zalimler olan kavminden kurtardı.
28. (İmdi) Ey azim sahibi Peygamberlerden olan Hz. Nuh!. (Sen ve seninle beraber olanlar) mümin olan çoluk çocuğun ve diğer müminler ile birer çift hayvanat (geminin üzerine çıktığınızda) orada oturup yerleştiğiniz zaman, sizi kurtuluşa erdirecek olan Allah Teâlâ’ya şükran arzında bulunarak (de ki: Hamd o Allah’a olsun ki, bizi o zalimler olan kavimden) o kâfir inatçı kimselerden (kurtardı) onları boğulmaya mahkûm ederek bizi selâmete erdirdi. Evet.. Öyle dinsiz, ahlâksız bir taifenin içinden ayrılıp bir selâmet sahasına ermek, onların uğursuzluğundan dolayı bir felâkete, bir cezaya uğramamak büyük bir lütufi ilâhidir. Artık bundan dolayı o yüce yaratıcıya hamd ve övgüde bulunmak, bir kulluk vazifesidir.
29. Ve de ki: Yarabbi!, beni bir mübarek yere indir ve sen indirenlerin en hayırlısısın.
29. (Ve) Ey şânı yüce Nuh!. (De ki: Yarabbi!. beni bir mübârek yere indir) gemimi bir selâmet sahiline kavuştur, beni, bana tâbi olanları hayır ve bereketi bol olan bir yereulaştırmak lütfunda bulunan (ve sen) Ey Rabbi Kerim!. Şüphe yok ki, (indirenlerin) konuklayanların, bir iltifat yerine kabul edenlerin (en hayırlısısın) çünkü senin ilâhi zatın dilediği kullarını fevkalâde bir şekilde rahmete, nimete kavuşturur, korur. Bu âyeti kerime gösteriyor ki: Bizim gibi kullara yönelen en mühim vazife, daima Cenab-ı Hak’ka sığınmaktır, onun lütuflarını, himayesini niyâzda bulunmaktır, dünyada da ahirette de hayırlı bir menzile, bir makama kavuşmamızı yüce, merhametli yaratıcımızdan temenni eylemektir ve o yüce rızık vericinin verdiği nimetlerden dolayı ulu zatına daima hamd ve şükürde bulunup durmaktır.
30. Şüphe yok ki, bunda elbette bir nice ibretler vardır ve hakikaten biz elbette pek imtihan edicileriz.
30. (Şüphe yok ki, bunda) Nuh Aleyhisselâm’ın en garip olan bu kıssasında, müminlerin öyle selâmete kavuşup kâfirlerin bir azap tufanı ile mahv ve yok olmasından (elbette birnice ibretler vardır) Cenab-ı Hak’kın kudretine, Yüce peygamberlerin kadrinin yüksekliğine, onların bildirmiş oldukları şeylerin birer sırf hakikat olduğuna dair birçok deliller, kanıtlar vardır. Bu kıssadan pek büyük bir uyanış dersi alınabilir. Elverir ki, güzelce düşünülsün, (Hakikaten biz elbette pek imtihan edicileriz.) birçok hâdiseler ile kullarımız hakkında bir deneme muamelesi yapmış gibi oluruz. Evet.. İnsanlar, bu dünyada bazı vazifeler ile mükelleftirler, vakit vakit birnice nimetlere nâil olurlar, bazan da, bir takım sıkıntılara mâruz kalırlar. Bunlar ile kendilerinin ilâhi hükme uyma dereceleri, ahlâki metanetleri, din bakımından metanet dereceleri meydana çıkmış olur. Bu bir imtihan demektir, bunda muvaffak olanlar büyük mükâfatlara nâil olacaklardır, muvaffak olamayanlar da kendi kötü hareketlerinin cezasına uğrayacaklardır. Hak Teâlâ Hazretleri kullarının bütünkabiliyetlerini, onların neler yapıp neler yapmayacaklarını zaten ezeli ilmi ile tamamen bilmektedir. Böyle bir imtihandan maksat ise kullara kendi mahiyetlerini göstermek, onların kendi tercihlerini nasıl kullanmış olacağını meydana çıkarmak, ilâhi adaleti ortaya çıkarmak, ve kullar hakkında Allah’ın delilini gösterip bir itiraza asla mahal bırakmamak gibi hikmet gereği hususlardır. Nuh Aleyhisselâm’ın kıssası için Araf ve Yûnus ve Hud, Enbiya sûrelerinin tefsirine de müracaat ediniz!.
31. Sonra onların arkalarından başka bir nesil icat ettik.
31. Bu mübârek âyetler de insanlara Hz. Nuh’tan sonra Hz. Hud ve Hz. Salih gibi birer Peygamber gönderilmiş olduğunun ve onlara ait bulunan ikinci kıssayı bildiriyor. O insanların Peygamberlerine karşı almış oldukları inkârcı vaziyetlerini ve ahiret hayatını nasıl inkâra cür’et eylemiş bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sonra onların arkalarından) Nuh kavminin helâkini mükeakip (başka bir nesil) başka bir kavim (icat ettik) varlık alanına getirdik, hayata erdirdik. Bu kavimden maksat, tefsircilerin çoğuna göre Ad kavmidir. Bu, İbni Abbas Hazretlerinden de rivayet olunmuştur. Zaten diğer sûrelerde de Nuh kavminin kıssasından sonra Ad kıssası getirilmektedir ki, kendilerine Hud Aleyhisselâm gönderilmişti. Bir görüşe göre de bu kavimden maksat, Semûd kavmidir ki, kendilerine Salih Aleyhisselâm gönderilmiştir.
32. Onların içinde de onlardan bir Peygamber gönderdik, dedi ki: Siz Allah’a ibadet edin, sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Artık sakınmayacak mısınız?
32. (Onların içinde de onlardan) onların arasında yetişmiş olanlardan (bir Peygamber gönderdik) ki, o da Hud veya Salih Aleyhimesselâm’dır. O mübârek Peygamber, okavmi tevhid dinine davet ederek dedi ki: Ey kavmim!. Siz (Allah’a ibadet edin) ondan başkalarını tanrı kabul ederek kendilerine ibadette bulunmayın. Çünkü (sizin için ondan başka) o ortak ve benzerden münezzeh olan Allah Teâlâdan başka (bir ilâh yoktur) yaratıcılık, mâbudluk sıfatına sahip olan ancak o yüce Allah’tır. (Artık sakınmayacak mısınız?) ilâhi azaptan korkarak şirk ve isyanı terk, yalnız o yüce mâbuda ibadet ve itaate devam eylemiyecek misiniz?. Nedir bu sizdeki küfür ve isyan!.
33. Onun kavminden bir taife ki, kâfir oldular ve ahirete kavuşmayı tekzib ettiler ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz halde dediler ki: Bu başka değil, ancak sizin gibi bir insan, sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor.
33. (Onun kavminden) o yüce Peygamberin kendilerine öyle ihtarlarda bulunduğu cemaatin ileri gelenlerinden (bir taife ki, kâfir oldular) Allah’ın birliğini inkâr ettiler (ve ahirete kavuşmayı tekzib ettiler) uhrevî hayatı, ebedî azabı inkâr edip durdular, Peygamberlerinin ihtarlarını yalan sandılar (ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz) kendilerini birçok nimetlere, evlât ve mallara nâil kıldığımız (halde) bunları kendilerine ihsan buyuran yüce yaratıcının Peygamberini tasdik etmiyerek (dediler ki bu) Peygamberlik iddiasında bulunan zat, (başka değil) o da (ancak sizin gibi bir insan) o da sizin gibi aynı yaratılışta, aynı ihtiyaçta bulunuyor. O da (sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor.) artık o nasıl Resûl olabilir, o cahil kavim, o Peygamberlerin sahip oldukları, yüceliği, seçkinliği, güzel vasıfları görmüyorlar da onların diğer insanlar gibi yiyip içmek ihtiyacında bulunduklarını görüyorlardı.
34. Ve eğer siz benzeriniz olan bir insana itaat ederseniz şüphe yok ki, o halde muhakkak hüsrana uğramış kimselersiniz.
34. (Ve) diyorlardı ki: Ey millet fertleri!.. (Eger siz benzeriniz olan bir insana) sizin gibi beşeri bir mahiyette bulunan bir mahlûka (itaat ederseniz) onun emir ve yasağına boyun eğer iseniz (Şüphe yok ki, o halde muhakkak hüsrana uğramış) aldanmış, zarar ve ziyana düşmüş (kimselersinizdir) çünkü kendi benzerini kendi üzerimize tercih etmiş bulunursunuz. Bu inkârcı kimseler, ne kadar bir sapıklık içinde kalmışlardı. İnsani olgunluklara sahip olan, kendilerini dünya ve ahiret saadetine nâil etmek isteyen bir zata, bir yüce Peygambere tâbi olmayı bir hüsran sanıyorlardı. Bir takım putlara ilâhlık sıfatı vermeye bir hüsran görmüyorlardı. Halbuki, bundan daha büyük bir hüsran mı olabilirdi?
35. Size vâd ediyor ki, siz olduğunuz ve bir toprak ve bir takı kemikler kesildiğiniz vakit muhakkak ki, siz çıkarılmış olacaksınızdır.
35. Yine o inkârcı, yüksek düşünceden mahrum kimseler diyorlardı ki: Ey millet fertleri!. O Peygamberlik iddiasında bulunan (size vâd ediyor ki, siz öldüğünüz ve bir toprak ve bir takım) çürümüş (kemikler kesildiğiniz vakit) büsbütün mahv ve yok olmuş olmayacaksınız (muhakkak ki, siz) kabirlerinizden diri olarak (çıkarılmış olacaksınızdır) ilk şekil ve heyetinizi yeniden almış bulunacaksınız.
36. Ne uzak, ne uzak o vâd olunduğunuz şey!
36. O inkârcılar, böyle yeni bir hayata nâil olmayı inkâr ederek diyorlardı ki: (Ne uzak, ne uzak!.) cidden ne derece uzak, garip bir şey!. (o vâd olunduğunuz şey) öyle yeniden hayata nâil almak işte ilâhi kudreti takdir edemedikleri için böyle bir inkârda bulunuyorlar, küfürlerinde devam edip duruyorlardı.
37. O hayat değildir, ancak bizim bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız ve biz tekrar hayata erdirilecekler değiliz.
37. Ve diyorlardı ki: (O) hayat başka (değildir)ayrı türlü tasavvur olunamaz. (Ancak bizim bu dünya hayatımızdan ibarettir) ikinci bir hayat yoktur. Tekrar hayata kavuşmak, mümkün değildir. Biz bu dünyada (ölürüz ve yaşarız) yani: Bizden bazıları, ölür, bazıları doğar dünyaya gelir, bir müddet yaşar. Bu hal asırların yok olmasına kadar böyle devameder, işte hayatımız bu dünya hayatından ibaretti. (ve biz tekrar) öldükten sonra (hayata erdirilecekler değiliz) yeniden hayata kavuşup mahşere sevkedilecek değiliz, o Peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin bu husustaki iddiası doğru değildir.
38. O başka değil, ancak bir erkektir ki, Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunmuştur ve biz ona inananlar değiliz.
38. O inkârcılar, bu gibi bâtıl sözlerini pekiştirmek için de diyorlardı ki (o başka değil) o peygamberlik iddiasında bulunan kimse de (ancak bir erkektir ki, Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunmuştur.) o, öyle Peygamberlik iddiasında ve bizlerin öldükten sonra yeniden hayata erip mahşere sevkedileceğimize dair tehditkârane sözlerinde doğru değildir, o Allah adına yalan söylüyor (ve) artık (biz ona inananlar değiliz) onun sözlerini tasdik etmeyiz. İşte o müşrik kavim, Peygamberlerinin insan oluşuna bakıp da onların Allah tarafından sahip oldukları yüce vasıflarına ve göstermeye muvaffak oldukları mucizelere bakmıyorlardı, küfürlerinde devam ederek artık ilâhi azaba tamamen lâyık bulunmuşlardır.
39. O Peygamber de dedi ki: Yarabbi!, beni tekzib ettikleri için bana yardım et.
39. Bu mübârek âyetler de Hz. Hud gibi kavmi tarafından yalanlanan bir yüce Peygamberin Cenab-ı Hak’tan yardım istemiş olduğunu, bunun üzerine o kavmin bir azap sesi ile mahv ve yok olup gittiğini bildiriyor. Üçüncü bir kıssa olmak üzere de diğer Peygamberlerinkavimlerine gönderilmiş olduklarını ve kavimlerin takdir edilmiş vakitleri gelince inkârları yüzünden helâke uğramış, birer ibret verici tarihi olay teşkil etmiş olduklarını bir uyanma vesilesi olmak üzere beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kavmi tarafından yalanlanmaya devam edilen Peygamber de, Hud ve Salih Aleyhimesselâm da vaki olan devamlı ve güzelce davetine rağmen kavminin îman etmesinden ümidi kesince Cenab-ı Hak’ka dua ve niyâzda bulunarak (dedi ki: Yarabbi!. Beni tekzib ettikleri için) bu sebepten dolayı onlara karşı (bana yardım et) artık onları durumlarını ıslah etmiyecekler, benim için onlardan intikam al, onları lâyık oldukları âkibete kavuştur.
40. Cenab Hak da vahyen buyurdu ki: Biraz sonra elbette ki pişman olarak sabahlayacaklardır.
40. Hak Teâlâ Hazretleri de o Peygamberinin bu dua ve niyâzını kabul edip kendisini ilâhi vahyi ile müjdeleyerek (buyurdu ki: biraz sonra elbette ki) o kavim kendilerine gelen azabı görürler de (pişman olarak sabahlayacaklardır.) Öyle küfre, yalanlamaya devam etmiş olduklarından dolayı pişman olacaklarsa da kendilerine bir faide vermiyecektir.
41. Derken onları gerçekten bir ses yakaladı da biz onları bir sel süprüntüsü kıldık. Ardık zalimler olan kavim için bir uzaklık olsun.
41. (Derken) onlar öyle yalanlamalarına devam ederken ansızın (onları hakkiyle bir ses yakaladı) kendileri için takdir edilmiş olup müdafaası mümkün olmayan bir ilâhi azap meydana geldi. (de) o ses sebebiyle (biz onları bir sel süpürüntüsü kıldık) “Husa” selin getirdiği çerçöp ki, su üstünde veya kenarında görünür. (artık zalimler olan kavim için) öyle Peygamberlerini tekzib eden inatçı bir millet için Allah’ın rahmetinden (bir uzaklık olsun) onlar kendi kuvvetlerini kendileri hakkında pekhayır dileyen Peygamberleri aleyhine sarfettikleri için böyle bir bedduaya, bir helâke lâyık olmuşlardır.
42. Sonra onların ardından başka başka kavimler vücuda getirdik.
42. Allah Teâlâ Hazretleri bu mübârek sûrede üçüncü bir kıssa olmak üzere de özet olarak buyuruyor ki: (Sonra onların ardından) öyle Peygamberlerini yalanlamaları yüzünden helâke mâruz kalan Nuh ve Hud kavimlerini müteakip (başka başka kavimler vücude getirdik) Salih, Lût, Şüayb Aleyhimesselâm gibi Peygamberlerin kavimleri gibi çeşitli milletler vüdude getirilmiş oldular, onları da kendi itikatlarına; amellerine göre lâyık oldukları âkibetlere kavuştular. Bütün onların tarihi hayatı umum insanlık için birer ibret levhasıdır.
43. Hiçbir ümmet, ecelini geçemez ve geriye de kalamazlar.
43. Her kavmin, her insanın bir hayat müddeti vardır, bu Allah katında malûmdur, Levh-i Mahfuzda yazılıdır. Binaenaleyh (hiçbir ümmet, ecelini geçemez) daha hayatı müddeti tamam olmadıkça ölüp gidemez. (ve geriye de kalamazlar) hayatları müddeti tamam olduğu takdirde artık bir saniye bile yaşayamazlar.. Takdiri ilâhiyi kimse değiştirmeye kâdir değildir. Binaenaleyh o kavimler de takdir edilmiş olan zamanları gelince hemen mahvolup gitmişlerdir.
44. Sonra birbirinin ardından Peygamberlerimizi gönderdik. Her ne zaman bir ümmete Peygamberi geldi ise onun tekzib ettiler. Artık biz de onların bazılarını bazılarına helâk suretiyle tâbi kıldık ve onları birer acayip hâdise kılmış olduk, artık îmân etmezler olan bir kavim için uzaklık olsun.
44. Hak Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: (Sonra) öyle çeşitli kavimleri vücut sahasına getirdiğimiz gibi o kavimlere (birbirini müteakip) aralarında uzunca zamanlarbulunmayarak teker teker (Peygamberlerimizi) de (gönderdik) o muhterem Peygamberler, o kavimleri ilâhi dine davet, kendilerini uyandırmaya gayret edip durdular. Buna rağmen (her ne zaman bir ümmete Peygamberi geldi ise onu yalanladılar) işte Ad, Semud gibi kavimler bu cümledendirler. (Artık biz de onların) o eski asırlar kavimlerinin (bazılarını bazılarına) o yalanlamaları sebebiyle katmak hususunda (tâbi kıldık) artık onlardan insanlar arasında birer ibret verdi haberden başka bir şey kalmamış oldu. (ve onları birer ibret hâdisesi kılmış olduk) tâki, onların başlarına gelmiş olan felâketleri işitip duranlar onlardan öğüt almış olsunlar. (artık îman etmezler olan bir kavim için) Allah’ın rahmetinden (uzaklık olsun.) Öyle birnice âyetleri, hârikaları gördükleri halde ve kendilerinden evvelki kavimlerin başlarına gelmiş olan felâketleri işitip bildikleri halde onlardan uyanma hissesi almamış bulunan cemiyetler elbette öyle öldürücü bir âkibete lâyıktırlar. Muhakkaktır ki: Kâfirler kurtuluş bulmazlar, ergeç ilâhi azaba kavuşurlar. Müminler de hikmet gereği geçici bir takım dünyevî sıkıntılara uğrasalar da sonları selâmettir, onlar için kurtuluş ve saadet takdir edilmiştir. Onlar dünyada da güzel bir ad bırakmış olurlar.
“Minnet hüdaya devleti dünya fena bulur”
“Baki kalır sahife-i âlemde adımız”
§ Ahâdis; hâdisin çoğuludur ki: Sonradan olan şey, söylenilen söz, insandan sonra baki kalan zikir, nam ve nişan demektir. Peygamber efendimizin mübârek sözlerine, fiilerine ve gördüğü halde men etmediği şeylere de hadis-i şerif denilir. Yahut ühdûsenin çoğuludur ki, kendisinden şaşılacak olan hikâye demektir.
45. Sonra Musa’yı ve kardeşi Harun’u âyetlerimizle ve bir açık delil ile gönderdik.
45. Bu mübârek âyetler de dürdündü kıssaolmak üzere Musa ve Harun Aleyhimesselâm’ın birçok mucizeler ile, pek kuvvetli bir delil ile Firavunu ve kavminin eşrafını îmana davete görevli olduklarını bildiriyor. Firavun ile kendisine tâbi olanların ise böbürlenerek o iki yüce Peygamberi yalanlamaya cür’et etmiş, nihayet helâke maruz kalmış olduklarını, Hz. Musa’ya ise kavminin hidayete nâil olabilmeleri için Tevrat kitabı verilmiş olduğu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sonra) o eski kavimlere gönderilen Peygamberleri müteakip (Musa’yı ve kardeşi Harun’u) da (âyetlerimizle) çeşitli mucizeler ile, onların peygamberlik iddiasında doğru olduklarını gösteren bir takım hayvancıkların ortaya çıkması gibi, Taunun, kıtlık ve pahalılığın yüz göstermesi gibi deliller ile ve özellikle (bir açık delil ile) asa gibi bir harika ile, öyle çarpmasıyle taşlardan çeşmelerin fışkırmasiyle, denizin yanrılmasiyle sihirbazların meydana attıkları şeyleri yutup yok etmesiyle temayüz etmiş olan pek kuvvetli bir mucize ile (gönderdik) yani: Kudret ve azametle o iki muhterem Peygamberi ilâhi dinî tebliğ etmekle görevlendirdim.
46. Firavun’a ve onun kavmine. Onlar ise ululandılar ve kendilerini yüksek görür bir kavim oldular.
46. Evet.. O iki zat (Firâun’a ve onun kavmine) Firavun’un eşraftan sayılan cemaatine gönderildi, onlara gidip: Yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz, ondan başka mâbut yoktur” diye tebligatta bulundular. (onlar ise) Firâun ile kendisine tâbi olanlar ise (ululandılar) kibirlice bir vaziyet aldılar (ve kendilerini yüksek görür bir kavim oldular) hakkı kabulden kaçındılar, başkalarını kahır pençeleri altında yaşatabilmek istediler. O mübârek Peygamberlerin değerinin yüceliğini takdir edemediler.
47. Binaenaleyh dediler ki: Bizim benzerimiz olan iki insana îmân eder miyiz onların kavmi ise bizim için kulluk edenlerdir.
47. (Binaenaleyh) öyle kibirlice, ve inatçı bir şekildeki tavırlarından dolayı (dediler ki: Bizim benzerimiz olan iki insana) bizim gibi insanlık vasfını taşıyan iki şahsa (îman eder miyiz?.) onları tasdik ederek yalnız bir Allah’ın varlığına inanır mıyız? (onların kavmi ise) İsrailoğulları ise (bizim için kulluk edenlerdir) onlar birer köle gibi bize zilletle boyun eğmiş bulunanlardır. Artık onları nasıl tasdik edebiliriz?
48. Bu cihetle onları tekzib ettiler de artık helâk olmuş olanlardan oldular.
48. (Bu yüzden) böyle yanlış bir düşünce, bir iddia neticesi olarak (onları) Hz. Musa ile Hz. Harun’u Firavun ile taraftarları (yalanladılar artık) Firavun ile kendisine tâbi olanlar (helâk olmuş olanlardan oldular.) Kızıl Deniz’de boğulup gittiler, onların iddia ettikleri kuvvetleri, mevkileri kendilerini böyle bir felâketten kurtaramadı. Öyle zayıf, köle sandıkları İsrailoğulları selâmet sahasına erdi, kendileri ise denizin dalgalar arasında mahvolup gittiler.
49. Andolsun ki, Musa’ya kitap verdik, kavmi hidayete erebilsinler.
49. (Andolsun ki,) muhakkak bir ilâhi lütuftur ki, (Musa’ya) Firavun’un boğulması ve helakinden sonra (kitap verdik) ona Tevrat’ı indirdik. O mübârek kitabın hükümlerini kavmi olan İsrailoğulları’na telkin buyursun da o sayede onun kavmi, sapıklıktan, cehaletten kurtularak (hidayete) hak yola, marifetlere, dinlerinin hükümlerini idrake (erebilsinler diye) kendilerini öyle bir nimete nâil kıldık. Artık onlar da bu ilâhi lütuftan istifade edemez de inkâra, yalanlamaya kalkışırlarsa elbette ki, onlar da Firavun ile taraftarlarının kötü sonuna uğrarlar. “Bu mübârek âyetler gösteriyor ki: Bir takım cahiller, Peygamberleri de kendileri gibi birer insan gördükleri için onlara tâbi olmayı bir alçalma sanmışlardır. Halbuki, insanlar, insanlık itibariyle eşit iselerde haiz oldukları üstün vasıflar itibariyle eşit değildirler. İnsanlar bu bakımdan muhtelif tabakalara ayrılmışlardır. Hak Teâlâ Hazretleri bir kısım kullarını hikmeti gereği bir büyük yeteneğe nâil kılmıştır. Onlar birer temiz ruh ile yükseltmiştir, onları birer mukaddes kuvvet ile desteklemiştir, onlarda ruhani ve cismani birer harikulâde yücelik tecelli etmekte bulunmuştur. Artık öyle seçkin, yüce yaratılış sahibi zatların pek hayır diler tekliflerine, tavsiyelerine iltifat edilmesi, onun pek büyük bir selâmet vesilesi telâkki olunması icabetmez mi? İşte bu yüceliği takdir edemiyen Firavun ile onun gibi bir insanın maddî servetine, saltanatına bakarak kendisine tapınmakta bulunan cahil kavmi sonunda lâyık oldukları fecî âkibete kavuşmuşlardır. Bu kudret harikasını gören israiloğulları da daha sonra Musa Aleyhisselâm’a karşı isyankârca bir vaziyet alarak onun emirlerine, Tevrat’ın hükümlerine muhalefette bulunmuşlar, bu yüzden bir yıldırım azabına tutulmuşlardır.
§ Hud, Salih, Musa ve Harun Aleyhimüsselâtü vesselâmın kıssaları için “Bakara”, “Araf”, “Yûnus”, Hud”, “İbrahim”, “İsrâ”, “Kehf”, “Ta Ha”, “Enbiya” sûrelerinin tefsirine de müraacat ediniz!.
50. Ve Meryem’in oğlunu ve anasını bir harika kıldık ve ikisini bir oturaklı ve akar sulu yüksek bir mekânda barındırdık.
50. Bu mübârek âyetler de Hz, İsa ile muhterem annesine ait beşinci kıssaya ve onların birer ilâhi kudret alameti olduğuna işaret ediyor. Allah’ın dininin yalnızca İslâm dininden ibaret bulunduğunu bildiriyor. Buna rağmen milletlerin muhtelif fırkalara ayrılıp dinlerini aralarında parçalamış ve her taifenin kendi diniyle sevinçli bulunmuş olduğunu gösteriyor. Öyle sapıklık içinde kalmış taifelerin dünyadaki maddî varlıklarının bir kıymeti olmadığını, onların haklarında hayır ve saadetin takdir edilmiş bulunmadığını beyanbuyurmaktadır. Allah Teâlâ kudret ve yüceliğine diğer bir delil olmak üzere buyuruyor ki: (Ve Meryem’in oğlunu) İsa Aleyhisselâmı (ve) bu yaradılış harikasının (anasını) Hz. Meryem’i (bir harika kıldık) onları yüce kudretime delâlet eden birer âyet olarak vücude getirdik. Çünkü Hz. Meryem, son derece temiz yaratılışa sahip olup kendisine hiçbir erkek temas etmemiş olduğu halde Hz. İsa gibi bir melek yüzlüyü doğurmuştur. İsa Aleyhisselâm da babası olmaksızın dünyaya gelmiş, daha beşikte iken annesinin temizliğini, kendisinin peygamber olduğunu söylemiş, nasıl bir kudret hârikası olduğunu göstermiştir. İşte bunlar, ne kadar büyük bir ilâhi kudret alâmetidir, işaretidir. (Ve ikisini) Hz. Meryem ile muhterem oğlunu (bir oturaklı) sabit, geniş, kolaylıkla üzerinde oturulur bir yerde (ve akar sulu) gözlerin göreceği şekilde açıktan akan bir ırmak civarı olan (yüksek bir mekânda barındırdık.) Bu mekandan maksat ise İbni Abbas Hazretlerine göre Beytülmukaddestir. Diğer zatlara göre de ya Dımışk’tır veya Remke’dir veya Mısır’dır. Veyahut Filistin topraklarıdır.
§ İyva; İskân etmek, bir yere götürüp yerleştirmek ve ilticada bulunmak manâsınadır.
§ Rebve; Yerden yüksek olan mekân demektir. “Main” açıktan akıp gözler ile görülen sudan, ırmaktan ibarettir. İsa Aleyhisselâm için Al-i İmran, Nisa ve Meryem sûrelerinin tefsirine de müracaat ediniz!.
51. Ey Resuller! Safi, helâl şeylerden yiyin ve iyi amelde bulunun şüphe yok ki, ben sizin her yapar olduğunuz şeyi tamamiyle biliciyim.
51. Ve Allah Teâlâ beşeriyete vakit vakit birer Peygamber olarak göndermiş olduğu zatlara olan ilâhi hitabını şöylece hikaye buyuruyor: (Ey Resûller!.) Her biriniz, tayyibattan yani: (Safi, helâl şeylerden) yiyilmeleri mübah olan leziz yiyeceklerden, meyvelerden (yiyin ve iyiamelde bulunun) farz ve nafile ibadetlere gizli ve açık olarak devam edin. (şüphe yok ki, ben sizin her yapar olduğunuz şeyi) zahiri ve bâtıni amellerinizi (tamamiyle biliciyim) Bir olan yüce zatıma hiçbir şey gizli kalamaz. Herkese amellerine göre mükâfat veririm, artık yüce mabûdunuzdan başka hiçbir kimseden korkmayarak ibadet ve itaatinize devam edin.
52. Ve muhakkak ki bu, İslâmiyet bir tek din olarak hepinizin dinidir. Ve ben de Rabbinizim, artık bana ittikada bulunun.
52. (Ve) Ey Resûller!. Ve ey ümmetler. (Muhakkak ki, bu) beyan olunan İslâm dinî ilâhi şeriat (bir tek din olarak hepinizin dinidir.) Hepinizin bu dinî vahdet üzere devam ve sebat etmeniz gereklidir. (ve) bu din, aranızda tek din olduğu gibi (ben de Rabbinizim) sizi yaratan, besleyen, size rızık ihsan eden ancak benim. Bu hakikati kabul etmeyen şirke düşmüş, helâk olmuş olur. (Artık bana ittikada bulunun) benim bir olan zatımdan korkun, ilâhi dine aykırı hareketlerden kaçının, muhtelif kitaplara tâbi olarak boş ihtilâflara düşmeyin.
53. Fakat ümmetler, fırka fırka olarak aralarında dinlerini parçaladılar. Her fırka kendi yanlarında olan ile mesrurlardır
53. (Fakat) böyle bir ilâhi uyarıya rağmen (ümmetler grup grup olarak) farklı cereyanlara kapılarak, veya muhtelif kitaplara tâbi olarak (aralarında dinlerini parçaladılar) birlikten sonra iltilâfa düştüler, Yahudi, Hıristiyan, Ateşperest vesaire gibi milletler, muhtelif dinlere tâbi oldular. Ve (her fırka kendi yanlarında olan ile sevinçlidirler.) hakiki bir dine, yani: İslâm dinine mensup olanlar, bu mukaddes dinleriyle övünür ve sevinir oldukları gibi, bâtıl, bozulmuş dinlere mensup olanlar da kendilerinin o makbul olmayan dinlerinden dolayı memnun ve hoşlanır bulunmaktadırlar. Bunlar ne kadar sapıklık içinde yaşadıklarının farkında değildirler.Kendilerine tebliğ edilen İslâmiyeti, o hakiki, ilâhi dinî kabule yanaşmıyorlar.
§ Zubur, kelimesi, Zeburun çoğulu olup fırkalar manasınadır. Kitaplar mânâsını da ifade eder.
54. Artık sen onları kendi sapıklıklar! içinde bir zamana kadar terk et.
54. (Artık) Ey hâtemülmürselin!. (Sen onları kendi sapıklıkları içinde bir zamana kadar terket) seni inkâr eden Mekke’deki kâfirleri vesair müşrikleri katledilecekleri veya ölüp gidecekleri bir vakte kadar içine batmış oldukları küfür ve sapıklık dalgaları içinde bırak, onların azaplarını acele isteme. Sen vazifeni ifa etmiş bulunuyorsun, onların halinden, azaba hemen uğramamış olduklarından dolayı üzülmeye lüzum yok, onlar lâyık oldukları âkibete elbetteki, kavuşacaklardır. Bu, Resûl-i Ekrem hakkında bir tesellidir.
55. Zannediyorlar mı ki, onlara kendisiyle imdad ettiğimiz mal ve evlât ile.
55. Evet.. O inkârcılar, o bâtı1 inanç sahipleri (zannediyorlar mı ki, onlara kendisiye imdat ettiğimiz mal ve evlât ile) öyle dünyada hal rızk, çoluk çocuk vermiş olmakla onları hayra kavuşturmak isteriz. Ne yanlış bir kuruntu!.
56. Onlar için hayırları hususunda acele ederiz. Hayır anlamıyorlar.
56. Evet Zannederler mi ki, kendilerine öyle muvakkat şeyleri vermekle (onlar için hayırları hususunda acele ederiz.) Onları biran evvel hayra kavuşturmak dileriz. Ne boş bir düşünce!. (Hayır) onlar (anlayamıyorlar) kendilerinin hayırdan ne kadar uzak olduklarını bilemiyorlar. Kendilerine verilen fâni, dünyevî şeyler, bir yaşça helâke götürmek içindir, yani: Kâfirlere hacetlerini, istedikleri dünyevî şeyleri vakit vakit verip onları yavaş yavaş azaba yaklaştırmak içindir. Onlar azsonra yakalanacaklar, lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Nail oldukları nimetlerin şükrünü ifa etmemiş olacakları için bundan dolayı da ayrıca cezalandırılacaklardır. Binaenaleyh öyle hakiki bir dinden mahrum kimselerin dünyada geçici bir zaman için elde edebildikleri fani varlıkların, servetlerin haddizatında bir kıymeti yoktur, gıpta edilecek, kazanılmaya ve takibine çalışılacak şey, müminlerin halleri ve davranışlarıdır.
57. Muhakkak o kimseler ki, onlar Rablerinin korkusundan dolayı daima korku üzere bulunur kimselerdir.
57. Bu mübârek âyetler, hayırlara ve iyiliklere koşup duran müminlerin dört güzel vasfını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hayır işlere ibadet ve itaate hulûsi kalp ile koşan zatlara gelince (muhakkak o kimseler) dir (ki:) onlarda başlıca dört güzel haslet mevcut bulunur. Birincisi: (Onlar Rablerinin korkusundan) onun rızasına muhalif harekette bulunmak endişesinden (dolayı daima korku üzere bulunur kimselerdir) onlar daima ilâhi azabı düşünür, ilâhi rızaya muhalefetten sakınınlar.
§ İşfak; korkmak, tam bir rikkaz ve zaaf ile bir korku ve endişe üzere bulunmaktır. Esirgemek, merhamet etmek manâsına da gelir.
58. Ve o kimseler ki, onlar Rablerinin âyetlerine îmân ederler.
58. (Ve) onlar (o kimseler) dir (ki, Onlar Rablerinin âyetlerine îman ederler) Kur’an-ı Kerim’i tasdikte bulunurlar. Cenab-ı Hak’kın ilahlığını, birliğini, kudret ve büyüklüğünü gösteren yaratılış eserlerini müşahede ederek bunlar ile de kâinatın varlığına, birliğine, yüce sıfatlarına delil getirmiş olurlar. Bu da onların ikinci vasfıdır.
59. Ve o kimseler ki, onlar Rablerine ortak koşmazlar.
59. (Ve) o muhterem zatların üçüncü vasfı da (onlar) o zatlardır ki (Rablerine ortak koşmazlar.) Kendilerini yaratmış, lütuf ve ihsanına nâil kılmış olan yüce yaratıcının hiçbir hususta ortak ve benzeri olmadığını bilir, ibadetlerini pek hâlisane ifa eder, gösterişten, öyle bir gizli şirkten de kaçınırlar.
60. Ve o kimseler ki, onlar Rablerinin huzuruna muhakkak varacaklarından dolayı kalpleri şiddetli korkarak verdiklerini sadakaları vesaireyi verirler.
60. (Ve) onların dördüncü güzel vasıflarına gelince onlar (o kimseler) dir (ki, onlar Rablerinin huzuruna muhakkak varacaklarından) kıyamet gününde yeniden hayat bulup mahşere, bir mahkemei kübraya sevk edileceklerinden, orada dünyadaki amellerine göre mükâfat veya cezaya uğrayacaklarından (dolayı kalpleri şiddetli korkarak) kendilerinden kabul edilmeyeceğini, kendilerini ilâhi azaptan kurtaramıyacağını düşünerek (verdiklerini verirler.) Zekâtlarını, sadakalarını fakirlere dağıtırlar veya üzerlerindeki diğer emanetleri sahiplerine teslim ederler, uhrevî sorumluluktan korkarak böyle salih amellere koşarlar.
61. İşte onlar hayırlarda sür’at gösterirler ve onlar onun için ileri gidenlerdir.
61. (İşte onlar) bu dört güzel vasfa sahip olan zatlar ki, (hayırlarda sür’at gösterirler.) Ölüm gelmeden evvel öyle iyi amelleri ifaya koşarlar. (Ve onlar) o zatlar (onun için) o iyi amelleri yerine getirmek için (ileri gidenlerdir) başkalarından öne geçenler onlardır. Onlar, daha ahirete gitmeden bu güzel amelleri ifaya çalışmış bulunurlar. İşte hakikaten mutlu, gelecekleri tamamen temin edilmiş yüce makamlara sahip olan zatlar da bunlardan ibarettir. Yoksa bir takım ihtilâflara düşmüş, kendileri için tevhid dinine muhalif birer din edinmiş kimseler değildir. Allah katında makbul olan dinî tevhidin yani İslâm dininin ise bütünmübârek hükümleri hikmet ve menfaate uygun, tatbiki her bakımdan kolay olan pek faideli şeylerden ibaret bulunmaktadır.
62. Ve biz bir kimseye gücünün yettiğinden başka bir şey ile teklifte bulunmayız ve bizim katımızda bir kitap vardır ki, hakkı söyler ve onlar zulm olunmazlar.
62. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ Hazretlerinin kullarını güçlerinin üstünde bir şey ile mükellef kılmayacağını ve ahvalin hakikatını söyleyen bir kitabın varlığını ve hiçbir kimsenin zulme uğramayacağını bildiriyor. Küfür içinde kalmış olanların başlıca üç tür kötülüğü işler bulunduklarını, onların başlarında bulunup kendilerini saptıranların azaplara giriftar olacaklarını, fakat onlara artık yardım edilmeyeceğini, çünkü onların kendilerine telkin edilen âyetleri dinlemeyip gerisin geriye kaçındıklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve biz bir kimseye gücünün yettiğinden) gücünün üstünde (bir şey ile) bir ibadet ve itaat ile (teklifte bulunmayız) iyi kulların yaptıkları ibadetler de onların güçlerinin üstünde değildir. Evet Cenab-ı Hak, merhametlidir, herşeyin sahibidir, kullarını zor şeyler ile mükellef kılmaz. Meselâ: Ayakta namaz kılamayacak bir kuluna oturduğu yerde namaz kılmasına, oruç tutamıyacak bir kulunun iftar etmesine müsaade buyurmuştur. (Ve) o Yüce Yaratıcı şunu da buyuruyor ki: (ve bizim katımızda) kudret katımızda (bir kitap) yani: Levh-i Mahfuz veya herkese ait bir amel defteri (vardır ki,) o apaçık kitap (hakkı söyler) herkesin söz ve fiilleri o kitapta yazılmıştır, ona bakılınca her şey bilinmiş olur. Cenab-ı Hak, her şeyi bizzat tamamen bilici oduğu halde her şeyi de öyle bir kitapta tesbit buyurmuştur. (Ve onlar) bütün halk (zulmolunmazlar) hiçbir kimsenin iyi amelleri noksan gösterilmez. Kötü amelleri de arttırılmış olmaz, ilâhi adalet her bakımdantecelli eder.
63. Fakat kâfirlerin kalpleri bundan derin bir cehalet içindedir ve onlar için bundan başka işler vardır. Onlar o işler için çalışanlardır.
63. (Fakat kâfirlerin kalpleri bundan) bu beyan olunan hakikattan veya bunu bildiren Kur’an-ı Kerim’den veya koruyucu meleklerinin tesbit ettikleri amel defterinden (derin bir cehalet içindedir) onlar gaflet ve inkâr dalgaları arasında gark olup gitmiş bir haldedir. (ve onlar için) o kâfirlere mahsus (bundan başka) böyle kalpleri bir cehalet içinde kalmış olmaktan aynı (başka işler) de (vardır) onlar devam ederler, onlar öylece bâtıl, kötü şeyleri adet üzere işleyerek lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır.
§ Gamre; şiddet, zahmet, insanlardan bir galiplik ve örtmek manâsınadır. Yeryüzünü örttüğü için denize gamr” denilir. Hayret ve derince tefekkür manâsında mecazdır.
64. Nihayet biz onların ileri gelenlerini azap ile yakaladığımız zaman onlar o an bağırıp yalvarmağa başlarlar.
64. (Nihayet biz onların ileri gelenlerini) onların eşrafından sayılıp kendilerine servet, çoluk çocuk verilmiş bulunanlarını (azap ile yakaladığımız zaman) yani: Bedir savaşında öldürülecekleri vakit veya Resûlullah’ın duasiyle kendilerine âriz olacak olan açlık, kıtlık ve pahalılık zamanındaki, köpekleri, laşeleri, kendi çocuklarını bile yemeğe mecbur kalmışlardır. Elbette (onlar) kâfirler, öyle bir felâkete maruz kalacaklarını evvelce düşünmemiş olanla inkârcılar, (o an) o felâket zamanı (bağırıp yalvarmaya başlarlar) feryat ve figan ederek Cenab-ı Haktan yardım istemekte bulunurlar. Na yazık ki artık vakti geçmiştir.
§ Mutrif; nimet, servet sahibi, rahat yaşayan kimse, ileri gelenler ve eşraf manasınadır.
§ Ce’r ve cüar; feryat ve figan, yakarmak için ses kaldırmak, yardım için müracaat edip yalvarmak demektir.
65. Bugün bağırıp yalvarmayınız. Şüphe yok ki, siz bizden yardım olunamazsınız.
65. Allah tarafından bir lisanı hal ile onlara denilir ki: Siz (Bugün bağırıp yalvarmayınız) artık bu dua ve niyâzınız sizin için bir faide verecek değildir. (şüphe yok ki, siz bizden yardım olunamazsınız) bizim tarafımızdan sizi kurtaracak bir yardıma nâil olamazsınız. Sizdeki başlıca üç kötü özellik bu mahrumiyetinize sebeptir.
66. Muhakkak ki, size karşı benim âyetlerim, okunuyordu da siz ardınıza dönüyordunuz.
66. Evet.. Siz ilâhi yardıma kavuşma selâhiyetini kaybetmiş bulunuyorsunuz (muhakkak ki, size karşı benim âyetlerim okunuyordu da) Kur’an-ı Kerim’in âyetleri sizi uyandırmak için ehli îman tarafından tilâvet olunuyor, ahkâmı sizlere tebliğ buyuruluyordu da (siz ardınıza dönüyordunuz) o mübârek Kur’anın âyetlerini dinlememek için gerisin geriye kaçıyordunuz. İşte yardımdan mahrum olmanıza birinci sebep budur.
§ Nükûs; ardına dönmek, geri çekilmek demektir. Burada haktan kaçınmak manâsınadır.
67. Onunla böbürlenerek geceleyin konuşan bir cemaat halinde hezeyanlarda bulunuyordunuz.
67. Evet.. Ey Hz. Muhammedin peygamberliğini inkâr eden kâfirler!. Siz (onunla) Kâbede bulunmakla, onun hizmeçileri olmakla (böbürlenerek) iftihar ederek İslâm dinini kabul etmiyor, biz Allah’ın harem evinin halkıyız, bize kimse galip alamaz diyordunuz, halbuki siz Allah Teâlâ’ya âsi oluyor harem-i şerifin kadrini, hürmetini ihlâl ediyordunuz, bu da muhrum olmanızın ikinci sebebidir. Ve sizler(geceleyin) Beytülharemin çevresinde toplanıp (konuşan bir cemaat halinde hezeyanlarda bulunuyordunuz) Resûl-i Ekrem’in ve onun mübârek ashabının aleyhinde lakırdı sarfediyordunuz, Cenab-ı Hak’ka îmandan, onun Peygamberini tasdikten, Kur’an-ı Kerim’i kabulden kaçınıyordunuz. Mucize Kur’an’a sihir ve şiir demekten sıkılmıyordunuz. İşte bu da mahrum olmanızın üçüncü sebebidir. Artık bu inkârcı vasıflar ile yaşayıp ölenler, ilâht yardıma, rahmeti subhaniyeye nasıl nâil olabilirler?.
§ Samir; geceleyin konuşan cemaat demektir. Müsamere de geceleyin konuşmak ve eğlence yapmaktır.
§ Hucr; da fuhş, hezeyan, kötü lakırdıları söylemek, çoğulu “Hevacir” dir.
68. Ya o kelâmı hâlâ tefekkür etmezler mi? Yahut onlara evvelki atalarına gelmemiş bir şey mi gelmiş oldu.
68. Bu mübârek âyetler, ilâhi yardım nâil olamayacak olan inkârcıların dört cahilce zanlarını reddediyor. Kendilerine yönelip şereflerine, iyilikle anılmaya nâil olmalarını sebep olacak olan Kur’an-ı Kerim’den kaçındıklarını bildiriyor. Öyle kâfirlerin hevalarına uymanın ne büyük felâketlere sebebiyet vereceğini ihtar eyliyor. Resûl-i Ekrem’in ise âlemlerin rızkının yegâne vericisi olan yüce yaratıcının rızası için dinî hükümleri insanlara tebliğ etmekte olup karşılığında kimseden bir ücret istemediğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: son peygamber Hazretlerinin ve ona indirilen Kur’an-ı Kerim’in aleyhinde söz söyleyen o cahil, dinden mahrum kimseler (ya o kelâmı) Resûl-i Ekrem’in doğruluğuna delalet ve şahitlik eden Kur’an-ı Kerim’i (hâlâ tefekkür etmezler mi?.) Onun ne büyük bir mucize olduğunu, insanlık için ne yüksek bir hareket bulunduğunu düşünmezler mi?. Ne için onun hakkında öyle kâfirce iddialarda bulunurlar?. Bu onlarınbirinci fasıt zanlarıdır. (yahut onlara) o inkârcı şahıslara (evvelki atalarına gelmemiş bir şey mi gelmiş oldu?.) Meselâ: İsmaili takib eden Adnan, Kahtan gibi kabilelere ve diğer insan topluluklarına Allah tarafından birer Peygamber, birer şeriat, birer kitap gönderilmiş olduğu halde yalnız o inkârcılara mı bunlar gönderilmiş bulunuyor?. Onlar böyle bir zanda mı bulunuyorlar, bu da onların ikinci bâtıl kuruntuları demektir. Halbuki, Cenab-ı Hak, bütün eski milletlere de Peygamberleri vasıtasiyle ilâhi hükümlerini bildirmiş, onları da ilâhi dinine davet buyurmuştur.
69. Yoksa Peygamberlerini bilmediler mi? Bunun için midir ki, onu inkâr edicilerdir.
69. (Yoksa) Hz. Peygamber zamanındaki inkârcılar (Peygamberlerini bilmediler mi?.) kendilerine Allah tarafından Peygamber gönderilmiş olan Hz. Muhammed Aleyhisselâtü vesselâmı pekâlâ bilirler. O mübârek zatın ne kadar doğruluk ve emniyetle, güzel ahâk ile vasıflanmış ve hiçbir kimseden bir şey öğrenmemiş olduğu halde ne kadar fevkalâde dinî olgunluklara sahip olduğunu görüp bilmiyorlar mı? (Bunun için midir ki) bu bilmeyişlerinden dolayı mıdır ki (onu) o yüce Peygamberi (inkâr edicilerdir.) İşte bu inkârları da onların üçüncü bâtıl zanları ve iddialarıdır. Çünkü o pek büyük Peygamberin yüksek hayatı, ahlâki faziletleri ve yaydığı dinin kutsiyeti, insanlığın mutluluğunu temin edecek bir mahiyette bulunduğu zâhirdir. Her insaflı ve düşünen insanın tasdik edeceği bir vaziyette bulunmaktadır.
70. Yoksa onda cinnet vardır mı diyorlar? Hayır onlara hak ile gelmiştir. Halbuki, onların ekserisi haktan hoşlanmayanlardır.
70. (Yoksa) o inkârcılar (onda) o yüce Peygamber’de (cinnet vardır mı diyorlar?.) ne kadar bâtıl olduğu açık kâfirce bir zan!. İşte bu zan da onların pek çirkin, bâtıl olduğu açık olan dördüncü zanlarıdır. Halbuki, opeygamberlerin en üstünü, akıl, zihin ve görüş bakımından bütün insanlığın üstündedir. Onun bütün hareket tarzı, bütün yüce tebligatı kendisinin ne kadar temiz bir ruha, ne kadar nurani bir kalbe, ne kadar hikmetli bir idareye, ne derece faideler sağlayan bir emir yasağa sahip olduğunu gün gibi açık bir şekilde gösterip durmaktadır. (Hayır) o inkârcılar çok büyük bir zulmet cehalet içinde kalmışlar, bu hakikatı takdir edemiyorlar. O eşsiz Peygamberi ise (onlara) o inkârcılara (Hak ile gelmiştir) Kur’an-ı Kerim gibi ilâhi bir kitap ile gönderilmiştir, onun bütün beyanatı hakikatın kendisidir. (halbuki onların) o inkârcıların (ekserisi hakkı çirkin görenlerin) onlar kendi zararlı isteklerine tâbi, hayvani şehvetlerine esir oldukları için hakkı çirkin görerek ondan kaçınırlar. Onların bir takımı da başlarında bulunan şahıslara fazlaca uyarak sırf bir korku, bir taklit, bir maddî menfaat tesiriyle öyle inkârda devam ederler. Fakat bazıları da daha sonra uyanır, güzelce düşünmeye başlar, hakkı kabul eden, Allah’ın yardımlarına nâil olarak İslâm şerefine nâil bulunur.
71. Eğer hak onların hevalarına uyacak olsa idi elbette gökle ve yer onlarda olanlar fesada uğramış olurdu. Hayır.. biz onlara şereflerine vesile olacak olan Kur’an’ı, getirdik, onlar ise kendi vesilei şerefleri olan Kur’andan yüz çevirenlerdir.
71. Evet.. Allah Teâlâ, yüce hikmet sahibi yüce yaratıcıdır. Bütün emirleri, yasakları birer hikmet gereğidir. Peygamberlerinin ifadeleri, tebliğ ettikleri kitaplar da birer hikmet ve faydayı içermektedir. Diyelim ki (eğer hak) harhangi hikmete uygun olan şey, mesela Kur’an-ın beyanları (onların) o inkârcıların (hevalarına uyacak olsa idi) meselâ, onların bâtıl iddialarına kıymet vererek Allah’ın birliğini inkâr, birden çok ilahın varlığına inansaydı veyahut faraza iki ilâh bulunsa idi (elbette gökler ve yer ve onlarda olanlarfesada uğramış olurdu.) bütün ulvi ve süfli âlemler böyle bir intizama sahip olamayıp bu görülen nizam ve intizamdan çıkmış bulunurdu, akla hikmete, hakikate uygun şeyler bulunmamış olurdu. Halbuki, bütün kâinattaki nizam ve ihtişam, bir hikmet sahihi yaratıcının varlığına şahitlik etmektedir. Bütün yaratılış eserlerinin hak ve hakikate, bir hikmet ve menfaate bağlı olduğu pek güzel görülmektedir. (Hayır biz onlara) o inkârcılara ya bütün insanlığa hakkı, yani: Onların şereflerine, iyilik ile anılmaya nâil olmalarına vesile olacak olan (Kur’an-ı getirdik) ki, o insanlığın iftihar ve şerefini temin edecek hak bir ilâhi kelâmdır. (Onlar ise) o inkârcılar topluluğu ise kendi şereflerine, dünyada ve ahirette güzel üne kavuşmalarına vesile olacak olan haktan o (Kur’andan yüz çevirenlerdir.) ona iltifat etmiyorlar, ondan feyz almak istemiyorlar, o sayede hakka kavuşup sapıklıktan kurtulmak arzusunda bulunmuyorlar, sapıklıklarında devam edip durmak istiyorlar.
72. Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? İşte Rabbin ecri daha hayırlıdır ve o rızık verenlerin en hayırlısıdır
72. (Yoksa) Ey yüce Resûl!. Sen onlardan, o inkârcılardan o peygamberlik karşılığında (bir ücret mi istiyorsun?.) Elbette ki, istemiyorsun. Öyle bir şeye asla muhtaç değilsin. (İşte) senin hakkında (Rabbin ecri) dünyadaki rızkı ve ahiretteki sevabı (daha hayırlıdır) daha geniştir, daha devamlıdır. (Ve o) yüce yaratıcı elbette ki (rızık verenlerin en hayırlısıdır) o seni dünyada da ahirette de rızıklandırır, büyük mükâfatlara nâil buyurur. Artık senin başkalarından bir ücret istemeğe ne ihtiyacın olabilir ki, onlardan öyle bir talepte bulunasın?. Artık ne oluyor ki o pek yanlış düşünceli kimseler, senin peygamberliğini kabul etmiyorlar?. Nedir o kadar cehalet!. Kur’an-ı Kerim’in bu husustaki beyanatı daResûl-i Ekrem’in kadrini yüceltmekte ve aleyhinde bulunanların cahil olduklarını bildirmekte ve onları kınamaktadır.
73. Ve şüphe yok ki, sen onları dosdoğru bir caddeye davet ediyorsun.
73. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in pek doğru bir yola insanları davet buyurduğunun, ahirete îman etmeyenlerin ise o yoldan yüz çevirir olduklarını bildiriyor. Kendilerine merhamet edip de uğradıkları felâketler kaldırılacak olsa onların yine sapıklıklarında ısrar edeceklerini ve onların azaplara uğratıldıkları halde yine Cenab-ı Hak’ka yalvarıp niyâzda bulunmadıklarını ve kendilerine şiddetli bir azap yöneleceği zaman da ümitsizlikde kalıp duracaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki, Ey yüce Resûl!. Sen bütün insanlığa gönderilmiş bir Peygambersin (ve Şüphe yok ki; sen onları) insanları (dosdoğru bir caddeye) bir hidayet yoluna (davet ediyorsun) bütün selim akıllar, o yolun doğruluğuna, yolcularını selâmet ve saadete kavuşturacağına şahitlik eder. Artık nasıl oluyor da bir takım inkârcılar, senin peygamberliğini inkâra cür’et edebiliyorlar?. Bu ne büyük cehalet!.
74. Ve muhakkak o kimseler ki, ahirete îmân etmezler, elbette onlar yoldan sapıtmışlardır.
74. (Ve muhakkak o kimseler ki, ahirete îman etmezler) bu dünya hayatından başka hayat olmadığına inanırlar, kıyameti, sevap ve cezayı inkâr ederler (elbette onlar yoldan) takib edilmesi icabeden herhangi bir caddeden (sapıtmışlardır.) Binaenaleyh onlar asıl dosdoğru yol olan, mensuplarını selâmete eriştiren İslâmiyet yolundan da ayrılmış, sapık kimselerdir. Bundan dolayıdır ki, kendilerini bir felâh ve kurtuluş yoluna davet eden bir yüce Peygamberi de inkâra cüret gösterirler.
75. Ve eğer onlara merhamet etsen ve kendilerindeki zararı açıversen elbetteki, yineazgınlıklarında devam edip tereddütte bulunacaklardır.
75. Evet.. O inkârcılar, nankörler, kendilerine gönderilen Peygamberin, kendi haklarında ne büyük bir nimet olduğunu takdir edemiyorlar. (ve eğer onlara merhamet etsek) onları herhalde korumada bulunsak (ve kendilerindeki zararı) kıtlık ve pahalılığı, cemiyetlerine isabet eden yedi senelik bir açlık devresini (açıversek) giderip kendilerini genişliğe kavuştursak onlar (elbette ki, yine azgınlıklarında devam edip) o küfürlerindeki, böbürlenmelerindeki, aşırılıktan ayrılmazlar, yine (tereddütte bulunacaklardır.) Hidayeti kabule yanaşmıyacaklardır. Yine Resûl-i Ekrem’e düşmanlıkta bulunup duracaklardır.
§ Rivayete göre Peygamber efendimizin duası üzerine Mekke’deki müşrikler bir müddet kıtlık ve pahalılığa uğramış, pek aç bir halde kalmışlardı. Ebu Süfyan, Resûl-i Ekrem’e müracaat etmiş, sen âlemlere rahmet olarak gönderildiğini iddia ediyorsun, halbuki, kavmin açlıktan ölmekte bulunmaktadır, demiş, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Evet.. Buyurulmuş oluyor ki: O bir kimsenin inkârcılar, öyle kimselerdir ki, kendilerine isabet eden musibetler de birer uyanma vesilesi olmak üzere bir rahmet eseri demektir. Fakat onlar yine uyanmazlar. Hattâ bu musibetler giderilip kendilerine büyük nimetler verilse de onlar yine nankörlüklerinde devam edip dururlar.
76. Andolsun ki, biz onları azap ile yakaladık, onlar yine Rableri için tevazuda bulunmadılar ve yalvarışta bulunmadılar.
76. Evet.. Onlar öyle küfürlerinde ısrar eden kimselerdir. (Andolsun ki) muhakkak bir hâdisedir ki (biz onları azap ile yakaladık) Bedir savaşında öldürülmeğe, esarete uğradılar ve senelerce kıtlık içinde kaldılar (onlar yine Rableri için tevazuda bulunmadılar) alçak gönüllü bulunarak onun af vemağfiretine iltica etmediler. (ve yalvarışta bulunmadılar) o kendilerine musibetlerin giderilmesi için kerim olan Rabbülâlemine dua ve niyâza başlamadılar, yine âdetleri olan kibir ve gururdan geri durmadılar.
77. Sonunda onların üzerine bir şiddetli azabı olan kapı açlığımız vakit de onlar onun içinde ümitsizliğe düşmüş şaşkın kimselerdir.
77. Evet.. Onlar öyle uyanıştan mahrum, kusuru itiraftan kaçınan, gafil kimselerdir ki: (Sonunda onların üzerine bir şiddetli azapkarin kapı açtığımız vakit de) yani: Bir savaş neticesinde katledilince veya ölünce vayahut kıyamet kopup kendilerini yakalayınca da (onlar onun içinde) öyle açılan müthiş bir felâket kapısı dairesinde (ümitsizliğe düşmüş şaşkın kimselerdir.) onlar, her türlü hayırdan, kurtuluş ümidinden mahrum kalmış lâyık oldukları cezaya kavuşmuş bulunurlar. Artık yaratılıştan sahip oldukları kuvvetleri kötüye kullanmayıp da bu elem verici âkibeti düşünmeli değil midirler?.
78. Halbuki, o, o yüce yaratıcı dır ki, sizin için kulağı ve gözleri ve kalpleri yaratmıştır. Sizler ise ne kadar az şükredersiniz.
78. Bu mübârek âyetler, kâinatın yaratıcısı Hazretlerinin insanlara vermiş olduğu bir kısım mühim kuvvetleri ve onları yeryüzünde yaymış olduğunu ve onların ahirete sevkedileceklerini bildiriyor ve o âlemlerin Rabbinin kudretiyle meydana gelen hayat ve ölüm hâdiselerini ve geceler ile gündüzlerin ihtilâfını uyanmak için gözlen önüne koyuyor. Bu kadar kudret eserlerini bir şekilde tefekkür etmeyen bir takım inkârcıların ise eski kavimler gibi ahiret hayatını inkâr edip buna dair beyanları eski milletlerin hurafeleri kabilinden saymak cehaletinde bulunduklarını teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey ahirete îman etmeyip doğru yoldan yüz çeviren, sapıklık içinde çırpınıp duran inkârcılar!. Siz neden böyle cahilce bir vaziyette bulunuyorsunuz?.(Halbuki o) sizi yaratan, sizi îman ile mükellef kılan (o) yüce yaratıcı (dır ki, sizin için kulağı) yaratmıştır, siz öyle bir işitme kuvvetine sahip, onunla birçok şeyleri, sizi uyandıracak hikmetli nasihatları işitirsiniz, (ve) o hikmet sahibi mabûd, sizin için (gözleri) yaratmıştır.. Onlar ile yollarınızı görüp takibedersiniz, birnice kudret eserlerini görürsünüz, bu kadar kudret harikaları gözlerinizin önünde parlayıp dururken onları yaratan yüce yartıcı nasıl inkâr edilebilir?. Onun kudretiyle ahiret hayatının meydana gelmesi nasıl imkânsız sanılabilir?. (ve) o yüce yaratıcı sizin için (kalpleri) de (yaratmıştır) birer akıl merkezi olan kalpler sayesinde siz birçok seyleri tefekkür edebilirsiniz. Onlar ile Cenab-ı Hak’kın varlığına şahitlik eden âyetler, hârikalar anlaşılarak bunlar ile o ezeli yaratıcının varlığına, kudretine delil getirilir. Artık siz böyle pek büyük nimetlere nâil bulunduğunuz halde bunları size bir lütuf olarak vermiş olan Kerem sahibi yaratıcınıza kulluk arzında, onun kadr ve büyüklüğünü tasdik edip yüceltmeli değil misiniz?.. Maalesef (sizler ise) bu kadar nimetleri size veren o yüce mabuda (ne kadar az şükür edersiniz?.) O’nun o kadar büyük nimetleri karşısındaki inkârcı vaziyetiniz, ilâhi kudret ile âhiret hayatının meydana geleceğini inkâr etmeniz, ne kâfirce bir cür’ettir ki. artık bir nevi şükreder olsanız da o yok mertebesindedir.
79. Ve sizi yerde yaratıp yayan. O’dur ve O’na haşrolunacaksınız.
79. (Ve) o yüce yaratıcının şu nimetini de düşünmeli değil misiniz ki: (sizi yerde yaratıp yayan O’dur.) dünya hayatına nâil oldunuz, üreme şeklinde artıp cemiyetler kurdunuz. (ve) kıyamet günü (Ona) yalnız o Ezeli yaratıcının mânevî huzuruna, O’nun tâyin buyuracağı mahşer sahasına (haşrolunacaksınızdır.) Yeniden bir hayata kavuşacaksınızdır. Artık o hayatınızın mutlu olması için, dünyada ikenCenab-ı Hak’kın kudret ve büyüklüğünü tasdik etmeniz, bir olan zatına ibadet ve itaatle şükür arzında bulunmanız icabetmez mi?.
80. Ve o, yüce yaratıcı diriltir ve öldürür ve gecenin ve gündüzün ihtilâfı da O’nun dilemesiyle dir. Hâlâ akıllıca düşünmez misiniz?
80. Ve o, (o) kudret sahibi yaratıcı (dır ki,) dilediğini (diriltir) hayata erdirir (ve) dilediğini (öldürür) kimse O’na mâni ve ortak olamaz. Artık öldürdüklerini yeniden diriltimesine ne mâni olabilir ki, bunu inkâr ediyorsunuz?. (Ve gecenin ve gündüzün ihtilâfı da) yani: Artıp eksilmeleri, karanlık ve aydınlık olmaları da (o’nun) o yüce yaratıcının dilemesiyle (dir.) Bu vakitlerin böyle ihtilâfı ise nice faideleri, hikmetleri kapsamaktadır. (Halâ akıllıca düşünmez misiniz?.) Bütün bunlara kâdir olamaz mı?. Neden bunları tefekkür etmiyor da ahiret hayatını inkâra cür’et gösteriyorsunuz?.
81. Hayır.. Evvelkilerin dedikleri gibi dediler.
81. (Hayır) o inkârcılar, akıllıca düşünmezler, belki onlar (evvelkilerin dedikleri gibi dediler) Nuh kavmi gibi vesair eski inkârcı kavimler gibi, kendilerinin cehalet içinde ölüp gitmiş olan babaları gibi iddiada bulundular.
82. Dediler ki: Olduğumuz ve toprak ve kemikler olduğumuz zaman mı biz herhalde dirilip kaldırılacağız?
82. Evet.. Onlar da o eskiler gibi kibirlice bir vaziyet alarak (dediler ki: Öldüğümüz ve toprak ve) çürümüş (kemikler olduğumuz zaman mı biz herhalde diriltilip kaldırılacağız?.) Bu ne mümkün!. Bu, onların birinci şüpheleri. O inkârcılar, bir kere düşünmeli değil midirler ki, vaktiyle hiç mevcut değiller iken daha sonra topraktan, bir damla sudan yaratılmışlardır. Artık ikinci defa yaradılmaları neden uzak görülsün?. Onları öyle ilk defa yaratan bir yüce yaratıcı, onları toprak kesildikten sonra tekrar iade edemezmi?. Neden gözleri önünde parlayan sonsuz kudret harikalarını görüp düşünmüyorlar?.
83. Andolsun ki, biz de ve evvelce babalarımız da bununla vâd olunmuşuzdur. Şüphe yok ki, bu evvelkilerin efsanelerinden başka değildir.
83. Evet.. O inkârcılar, bu bâtıl iddialarında ısrar edip kibirlice bir tarzda şöyle de dediler: (Andolsun ki, biz de ve evvelce babalarımız da bununla) böyle öldükten sonra dirilmek ile, yeniden hayata ereceğimiz ile (vâd olunmuşuzdur.) yani: Bu vâd bize Muhammed Aleyhisselâtü vesselâm tarafından vâki bulunmuştur. Halbuki, henüz gerçekleşmedi. (Şüphe yok ki, bu) vâd olunan yeni hayat meselesi (evvelkilerin efsanelerinden başka değildir) eski milletlerin yazmış oldukları hakikatı olmayan şeyler kabilindedir. Bu eski kavimler arasında yaygın olan yalan haberlerden ibarettir. Bu da o cahillerin ikinci şüphesidir. O cahil kimseler bu haşir ve neşir hâdisesinin hemen bu dünyada vâki olacağını sanmışlar, aradan asırlar geçtiği halde vâki olmadığını göz önüne alarak onu inkâra kalkışmış bulunuyorlardır. Halbuki, bu dünya hayatı ne kadar uzasa da birgün son bulacaktır. Yeniden hayata kavuşmak meselesi ise ahiret âlemine muhsus bir hâdisedir ki ergeç vâki olmadığını göz önüne alarak onu inkâra kalkışmış bulunuyorlardı. Halbuki, bu dünyada hayatı ne kadar uzasa da birgün son bulacaktır. Yeniden hayata kavuşmak meselesi ise ahiret âlemine mahsus bir hâdisedir ki ergeç vâki olacaktır. Yerleri, gökleri göz önüne alan, bu dünya hayatında nice hârikaların vücude geldiğini görüp düşünen akıllı bir kimse ilâhi kudret ile kıyamet hayatının da vuku bulacağını elbette inkâr edemez, bu aklen mümkündür, bunun tahakkuk edeceği ise doğru sözlü oldukları göstermiş oldukları nice mucizeler ile sâbit olan mübârek Peygamberler tarafından kesin bir şekilde haber verilmiştir. Birer sırf hakikat olan semavi kitaplar da bunuhaber vermektedir. Artık bunu inkâr etmek, pek büyük bir cehalet ve sapıklık alâmetinden başka değildir.
84. De ki: Yer ve on’da olanlar, kimindir? Eğer siz bilir, kimseler oldunuz ise söyleyin.
84. Bu mübârek âyetler, kıyameti veya Allah’ın birliğini inkâr eden cahilleri ikaz ve onları çeşitli deliller ile susturup tehdit ediyor, Allah tarafından hak ve hakikatın meydana gelmiş olduğuna ve bunu itiraf etmelerine rağmen o münkirlerin yine bâtıl inançlarda bulunarak yalancı kimseler olduklarını teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey yüce Resûl!. O inkârcıları susturmak için birinci delil olarak (de ki: Yer ve onda olanlar kimindir?.) O kadar geniş olan yeryüzü ve onun üzerinde bulunan çeşitli, türlu türlü mahlûkat, hangi zatın kudret eseri?. (Eğer siz bilir kimseler oldunuz iseniz) bilmek kabiliyetine sahip bulunuyorsanız, haber veriniz, bu koskoca varlık, kimin mahlûkudur. Siz ne için hiçbir akıllı kimsenin inkâr edemiyeceği bir hakikatı inkâra cüret ediyorsunuz?.
85. Elbette diyeceklerdir ki: Allah’ındır. De ki: O halde düşünmez misiniz?
85. Bu kınamak ve susturmak için kendilerine yöneltilen suale cevap olarak o inkârcılar (elbette diyeceklerdir ki) bunlar (Allah’ındır) onun birer kudret eseridir. Onlar böyle bir itirafta bulunacaklardır. Çünkü bu meselenin açıklığı ve Allah’ın yaratıcılığının bu kâinattaki tecellisi, onları böyle bir itirafa mecbur edecektir. Onlara (de ki: O halde) siz hiç (düşünmez misiniz?.) Nedir sizdeki o sapıklık!. Madem ki: Bu kâinatı yoktan var eden bir yaratıcının varlığını itiraf ediyorsunuz?. Yahut madem ki, Allah Teâlâ’yı bütün mahlûkatın yaratıcısı biliyorsunuz, artık neden O’na bir takım mahlûkatı ortak eyliyorsunuz?. Bir kere güzel düşünüp de böyle bâtıl inancınızı terketmeniz icabetmez mi?
86. De ki: Yedi semanın Rabbi ve o yüce arşın Rabbi kimdir?
86. Ve Ey yüce Peygamber!. O inkârcıları susturmak için ikinci bir delil olarak da (de ki Yedi göğün Rabbi) yaratıcısı, idare edicisi kimdir?. (ve o yüce arşın Rabbi kimdir?.) göklerden ve yerlerden daha geniş olan o âlemi ulvinin, o kudret kürsüsünün yaratıcısı, sahibi hangi zattır?. Haber veriniz..
87. Hemen diyeceklerdir ki: Allah’ındır. De ki: O halde korkmaz mısınız?
87. O inkârcılar, başka cevap bulamayarak (hemen diyeceklerdir ki) bu gökler gibi o yüce Arş da (Allah’ındır) onun bir kudret eseridir, bunların yaratıcısı da, ezeli Rabbi de Allah Teâlâdan başka değildir. Ey Resûl-i Ekrem!. Sen de onlara de ki: (O halde korkmaz mısınız?.) O yüce yaratıcıya başkalarını nasıl ortak edebiliyorsunuz?. O kâinatın yaratıcısının insanlığı tamamen öldükten sonra tekrar dirilteceğini neden inkâr ediyorsunuz?. Şu sonsuz âlemleri var eden bir yüce yaratıcı, insanlık kitlesini tekrar hayata kavuşturamaz mı?. Siz bu şirk ve inkârınızdan dolayı azabı ilâhiye uğrayacağınızı düşünüp de hiç titremez misiniz?
88. De ki: Her şeyin melekütu elinde kudret elinde olan, kimdir ki: O himaye eder ve kendisine karşı kimse himaye edilemez. Eğer siz bilir kimseler olduğunuz iseniz söyleyin bakalım.
88. Ey Fahri Kâinat!. Ey insan ve cinlerin peygamberi!. O inkârcılara, ikaz için üçüncü bir delil, olmak üzere de (de ki: Her şeyin melekûtu) tamamen mülkiyyeti, tasarrufları, hâkimiyeti (elinde olan) kudret ve dilemesi altında bulunan (kimdir) o zikredilen âlemlerin bütün meleklerin, bütün insan ve cinlerin mülkiyeti hangi zata aittir (ki, o) zat, dilediği mahlûkunu (himaye eder) muhafaza buyurur, artık O’na kimse zarar veremez, kimse O’nunsahasına yanaşamaz (ve kendisine karşı kimse himaye edilemez.) O yüce yaratıcının gazab ettiği bir kimseye başkaları yardım edip onu kurtaramaz, ilâhi iradeye aykırı bir şey yapılamaz. İşte kudret ve azamet sahibi, bütün kâinata hâkim olan zat kimdir?. (Eğer) ey inkârcılar!. (Siz bilir kimseler oldunuz iseniz) bana cevap veriniz, söyleyin bakalım!.
89. Hemen diyeceklerdir ki: Allah içindir. De ki: Artık siz nereden büyüleniyorsunuz?
89. Bu suale cevaben de o inkârcılar (hemen diyeceklerdir ki, Allah içindir) her şeyin mülkiyyeti, hâkimiyeti Allah’a mahsustur, o dilediğini korur, onun korumak istemediğini de hiç bir kimse koruyamaz. (artık) ey inkârcılar!. (Siz nereden büyükleniyorsunuz?) Sizi kimler aldatıyor da inkâra sapıyorsunuz?. Böyle Allah Teâlâ’nın varlığının, hâkimiyetini itiraf ettiğiniz halde neden O’na ortak koşabiliyorsunuz?. Veya O’nun vücude getirdiği ahiret hayatını inkâr edip duruyorsunuz?. Eğer siz büyülenmiş şuuru bozulmuş olmasanız öyle apaçık olan Allah’ın birliğini, ahiret hayatını inkâra cür’et edemezsiniz.
90. Hayır.. Biz onlara hakkı getirdik. Onlar ise şüphe yok ki, elbette yalancılardır.
90. (Hayır) onların o inkârları bâtıldır (biz onlara hakkı getirdik) yaratıcıyı birlemeye, öldükten sonra dirilmeye dair olan beyanatımız, getirdiğimiz deliller, hakikatın kendisidir. (Onlar ise) o inkârcılar güruhu ise (şüphe yok ki, elbette yalancılardır.) Onların hayatı ahirete ait olan ilâhi vâdi inkâr etmeleri ve Cenab-ı Hak’ka ortak koşmaları ve o mahlûkatın yaratıcısına çocuk isnadında bulunmaları birer yalandır, hakikata aykırıdır, Allah tarafından red edilmektedir.
91. Allah hiçbir çocuk edinmedi ve O’nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. O zaman her ilâh, kendi yarattığı ile giderdi ve bazıları bazısı üzerine yükselirdi. Allah ise onlarınvasfettiklerinden münezzehtir.
91. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın evlât edinmesinden ve ortağı bulunmaktan yüce olduğunu bildiriyor, Allah’ın birliğini ispat eden iki mühim delil getiriyor. İnkârcılar hakkında Resûl-i Ekrem’in nasıl dua edeceğine ve o inkârcılara va’d edilmiş felâketin Hz. Peygambere gösterileceğine işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Allah hiçbir velet ittihaz etmedi) Öyle Hıristiyanların dediği gibi Hz. İsa Allah Teâlâ’nın oğlu değildir ve bir takım kâfirlerin iddia ettikleri gibi melekler Cenab-ı Hak’kın kızları değildirler. Bütün bunlar, o yüce yaratıcının birer kudret eseridir, o Ezeli yaratıcı, evlâda ihtiyacı yoktur, kendisiyle aynı hüviyette hiçbir şey olamaz. (ve onunla beraber hiçbir ilâh da yoktur) o yüce mâbud, her bakımdan birdir. O’na ilâhlıkta benzer, ortak hiçbir şey bulunamaz. Puta tapanların putperestlik iddiaları son derece bâtıldır. (Ve o zaman) diyelim ki çeşitli ilâhlar olduğu takdirde (her ilâh kendi yarattığı ile giderdi) her biri kendi yarattığı üzerine bağımsız olarak, müstebitce muamelede bulunurdu, her birinin mülkü, hâkimiyet alanı, diğerinin mülkünden, hâkimiyeti dairesinden ayrılmış ilâhlıkları, yaratıcılıkları sınırlı bulunmuş, aralarında ihtilâflar cereyana başlamış olurdu. (Ve bazıları bazısı üzerine yükselirdi) hiç birinin elinde bütün kâinatın hâkimiyeti bulunmamış, bazıları âciz bir durumda kalmış bulunurdu, aralarında çekişmeler, savaşlar meydana gelirdi. Nitekim birçok hükümdarlar arasında bu gibi hâdiseler daima görülmektedir. (Allah ise onların) o müşriklerin (vasfettiklerinden yücedir.) O’nun ilâhlık şânı, evlat edinmekten, kendisine ortak ve benzer bulunmasından uzaktır, yücedir, o bütün kâinatın yaratıcısıdır, mutasarrıfıdır. İşte bu yüce beyan, Cenab-ı Hak’kın ortaktan yüce olduğuna ait bir kesin delildir.
92. Gaip olanı da, aşikâre bulunanı da bilendir. İşte onların ortak koştuklarından yücedir.
92. Evet.. O mukaddes kâinatın yaratıcısı (gaip olanı da âşikâre bulunanı da bilendir.) O’nun ilminden hiçbir şey hariç değildir. Bu da o yüce mabûdun ortaktan yüce, eşsiz olduğuna dair ikinci bir delildir. (İşte) böyle yüce, sonsuz evsaf ve üstünlükleri kendisinde toplamış olan âlemlerin yüce yaratıcısı (öyle bir kısım müşriklerin) o yüce yaratıcıya ilahlık, yaratıcılık gibi hususlarda (ortak koştuklarından yücedir) hiçbir şey, o ezeli yaratıcıya ortak ve benzer olamaz, hepsi de O’nun mahlûkudur, hepsi de onun tasarruf dairesinde olup emir ve takdirine boyun eğmiş şeylerdir. Bunun aksine inananlar, elbetteki lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır.
93. De ki: Yarabbi! Eğer onlara yapılan tehdidi bana herhalde gösterecek isen..
93. Allah Teâlâ Hazretleri Resûl-i Ekrem’ine olan şefkatini göstermek, onun dualarının Allah katında makbul olduğuna işaret buyurmak için emrediyor ki, Resûlüm!. Dua ve niyâzda bulunarak (de ki: Yarabbi!.) Ey bana ihsanı bol olan ezeli yaratıcım! (Eğer onlara) o müşriklere (edilen tehdidi) onların dünyada da azaplara uğrayacaklarına dair tehdidi (bana herhalde gösterecek isen) onların başlarına gelecek felâketi ben de seyredecek isem:
94. Yarabbi!, beni o zalimler olan kavmin içinde bulundurma.
94. (Yarabbi!. Beni o zalimler olan) müşrik (kavmin içinde bulundurma) o müthiş azabı öyle yakından görmüş olmayayım. Çünkü onun seyri bile fevkalâde müthiştir. Yüce Peygambere Allah tarafından böyle bir tavsiyede bulunulması, o müşriklere gelecek dünyevî azabın da pek dehşetli olacağına işareti içermektedir. Ve Resûl-i Ekrem, mâsum, ilâhi korumada korunmuş olduğu halde böylebir dua ile mükellef olması, bütün ümmetine bir işareti içermektedir ki, daima Cenab-ı Hak’kın korumasına ve himayesine sığınsınlar, dinsizlerden uzak bulunsunlar, duadan ve niyâzdan geri durmasınlar. Her bakımdan Allah’ın korumasına mazhar olan yüce Peygamberi, böyle bir duada bulunursa artık ümmetinin de daima böyle dualarda bulunması elbette ki, icabeder. Maamafih dua bir nevi ibadettir. Cenab-ı Hak’kın kudret ve azametini itiraftır. Bu yüzden de dua yapılması dinen pek övülmüştür.
95. Ve şüphe yok ki, biz onlara yapmış olduğumuz tehdidi sana göstermeğe elbette kadirleriz.
95. (ve) Cenab-ı Hak, yüce Resûlüne şöyle de beyan buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz) azamet ve kudretimizle (onlara) o müşriklere (yapmış olduğumuz tehdidi) onların haklarında va’d olunmuş ve kararlaşmış olan dünyevî ve uhrevî azabı (sana göstermeğe elbette kadirleriz) onların başlarına gelecek olan azabı sen de görebilirsin. İlâhi kudret buna fazlasıyla yeterlidir. Fakat bir hikmet gereği olarak o azap sonraya bırakılmış olur. Onlardan bazıları veya onların evlât ve ahfadı daha sonra mümin olacaklardır. Resûl-i Ekrem’in vücudu da, âlemlere rahmet olduğundan onun zamanındaki inkârcılar, birden kökünü kazacak azaba uğramayacaklardır. Bununla beraber onlara daha dünyadalarken gelen bir kısım azapları Resûl-i Ekrem görmüştür. Bedir savaşı ve Mekke-i Mükerremenin fethi zamanında bir takım müşriklerin öldürülmeleri bu cümledendir. O merhamet abidesi Peygamberin pek güzel, pek hayırlı olan emirlerini, öğütlerini, dinlemeyenler elbetteki, birçok cezalara lâyık olurlar.
96. Sen o kötülüğü en güzel olan şey ile defet. Biz onların neler ile vasfeder olduklarını daha iyi biliriz.
96. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in birtakım kötülüklere karşı pek güzel bir şekilde muamelede bulunmakla memur olduğunu bildiriyor ve kendisinin Cenab-ı Hak’ka ne şekilde sığınacağını dua ve niyâzda bulunacağını gösteriyor. Ölume mâruz kalacak kâfirlerin yapacakları temennilerinin ise artık vakti geçmiş olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûlüm!. (Sen) o inkârcılardan gördüğün (kötülüğü) fena lakırdıları, çirkin muameleleri (en güzel olan şey ile) en faideli olan sözler ile, fiiller ile (defet) onların kötülüklerine karşı sen iyilikten ayrılma, onlara karşı af ve bağış ile, güler yüz ile muamelede bulun. (Biz onların neler ile vasfeder olduklarını) seni ve ilâhi zatımı nelerle nitelerdirmede bulunduklarını (daha iyi biliriz) öyle olduğu halde onların cezalarını hemen vermiyoruz. Artık sen de sabret, nitekim diğer azim sahibi Peygamberler de sabır etmişlerdir. Bu ilâhi beyan, Resûl-i Ekrem hakkında bir teselliyi ve inkârcılar hakkında da bir tehdidi içermektedir. Bir takım cahilce inkârcı sözlere karşı mukabelede bulunmak veya pek nazikçe, halimce bir tarzda karşılık vermek bir ahlâki fazilet mes’elesidir. Böyle bir muamele, bazan düşmanı dost etmeğe vesile olur. Nitekim “Hasmın sitemin anlamamak, hasma sitemdir” de denilmiştir. Su kadar var ki, yapılacak yumuşak mnuamele, dine, mürüvvete, insan karakterine aykırı bir şekilde olmamalıdır. Böyle bir yumuşaklık câiz değildir.
“Var iken elde müdara cenk-ü gavgadır abes”
“Düşmeni bed tıynete amma müdaradır abes”
97. Ve de ki: Yarabbi! Ben sana şeytanların vesveselerinden sığınırım!
97. (Ve) Ey yüce Resûl!. (De ki: Yarabbi!. Ben sana şeytanların vesveselerinden sığınırım) senin mukaddes emirlerine, yasaklarına aykırı hareketlere götüren ve güzel ahlâka aykırı olan ve bu cümleden olarak kötülüklere karşı iyilikle muamelede bulunulmasına engel kesilen şeytani aldatmalardan beni muhafazabuyur, ey kerem sahibi Rabbim!.
98. Ve yarabbi!, sana sığınırım, onların huzuruma gelmelerinden.
98. (Ve) şöyle de duada bulun ki: (Yarabbi!. Sana sığınırım, onların huzuruma gelmelerinden) o şeytanların herhangi bir vakit yanıma gelerek vesveselerine cür’et etmelerinden beni koru, namaz kılarken veya Kur’an okurken veya ölüm anı gelip çatmışken o pis şeytanın vesveseleri artar. Artık onun vesveselerine uğramamak için Cenab-ı Hak’ka niyâzda bulunmalıdır. Yüce Peygamberimize olan bu ilâhi uyarı, onun bütün ümmetine yöneliktir. Her insan daha hayatta iken noksanlarını telâfiye çalışmalıdır, Hak Teâlâ’dan muvaffakiyet dilemelidir.
99. Nihayet onlardan birine ölüm gelince derki: Yarabbi! Beni geri gönderin.
99. Fakat insanlardan bir çokları küfür ve isyan içinde yaşarlar, şeytanların vesveselerine uyar dururlar (nihayet onlardan birine ölüm gelince) ahiret halleri, azap haileleri gözleri önünde görülmeye başlayınca, kusurlarının kötü neticesini düşünerek pişmanlık ile (der ki: Yarabbi!. beni geri gönderin) bana bir müddet daha hayat verin, yaşayayım. Böyle Cenab-ı Hak’ka çoğul kipiyle hitabedilmesi saygı içindir. Nitekim hükümdarlardan ve diğer büyüklerden her birine sen; yerine ‘siz”, diye hitabedilir. Yahut geri döndürülmek hususunda meleklerin de hizmetleri olacağı için çoğul kipiyle hitap, Cenab-ı Hak ile meleklere yönelik bulunmuştur.
100. Belki ben terkettiğim şey hususunda bir iyi amel isterim. Hayır, bu bir lakırdıdır ki: Bunu söyleyen O’dur ve onların önlerinde diriltilecekleri güne kadar engel vardır.
100. Evet.. Yarabbi!. Beni bir müddet daha yaşat, dünyada bulundur. (belki ben terkettiğim şey hususunda) kaybetmişolduğum îmana, bedeni ve malî amellere dair (bir iyi amel işlerim) kaybedileni telef etmeye çalışırım, bu yüz gösteren felâketten kurtulmuş olurum. Fakat bu temennisi reddedilerek deniliyor ki: (Hayır) sana öyle bir müddet daha verilemez. (Bu) senin temenni ettiğin şey (bir lakırdıdır ki) bir sözdür ki, (bunu) bu sözü (söyleyen O’dur) o ölüme mahküm şahsın hasret ve pişmanlıktan doğan, vakti geçmiş olan ve kabule şayan bulunmayan bir temennisinden ibarettir. Antık bu vaziyetteki kimselerin pişmanlıkları kendilerine bir faide vermez. (Ve onların önlerinde diritilecekleri güne kadar bir engel vardır) onların dünyaya dönmelerine mânidir. Onların kabirlerde bulunmaları, ruhlarının berzah âlemine gitmiş olması, kıyametin kopmasına da daha bir müddet bulunması sebebiyle onların tekrar hayat bulup bu dünyaya gelmeleri takdir edilmiş delildir. Binaenaleyh onlar öyle geri döndürülmek ümidinden vazgeçsinler, o temennileri boş yeredir, kendilerine bir faide vermeyecektir. Daha sonra kabirlerinden kalkınca dünyaya değil, mahşere ve cehenneme sevkedilecekledir.
101. Sura üfürüleceği zaman artık aralarında ne soy bağları vardır ve ne de soruşurlar.
101. Bu mübârek âyetler, Sura üfürülmekle kıyametin kopacağının ve insanların o göndeki durumunu ve kimlerin kurtuluşa nâil olup kimlerin hüsrana uğrayacaklarını bildiriyor, cehennem ateşine mâruz kalanları azarlamak ve kınamak suretiyle yönelecek olan ilâhî hitabı da beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sura üfürüleceği zaman) İsrafil Aleyhimesselâmın sur denilen fevkalâde bir âlete üfüreceği vakit, yani: kıyametin kopması için ikinci üfleme denilen müthiş hâdisenin meydana gelip ruhların cesetlere iade edileceği an (artık) insanlar yeniden hayat alanına atılmış olurlar, kendi dertlerine düşerler, pek büyük birhayret ve dehşet içinde kalırlar, birbirlerine karşı ilgisiz ilim vaziyet alırlar. O vakit (aralarında ne soy bağları vardır) ki, kendilerine bir faide versin. Öyle bir zamanda her insan kendi kardaşından, anasından, babasından ve evlâdından firar eder, zararlarının dokunmasından titrer dururlar. (Ve) o zaman (ne de soruşurlar) birbirlerinin hallerini sual de etmezler. Çünkü her şahıs kendi nefsiyle meşgul olur, başkalarının hallerini sormaya mecali bulunmaz. Fakat bu müthiş vaziyet, ikinci üfleme zamanına mahsustur. Ondan sonra insanların arasında konuşmalar, soruşmalar vâki olacaktır.
102. Artık kimin tartıları ağır gelirse işte kurtuluşu bulmuş olanlar, onlardır.
102. Bu ikinci üflemeyi müteakip herkes mahşer alanına sevkedilecek, dünyadaki amelleri bir kudret terazisi ile tartılacaktır. (artık kimin tartıları) tartılan iyi ameller, inanç, ibadet ve itaate ait dünyadaki iyi amelleri (ağır gelirse işte kurtuluş bulmuş) istedikleri nimetlere kavuşmuş, korktukları şeylerden kurtulmuş (olanlar, onlardır) o iyilikleri galip olan müminlerdir.
103. Ve kimin tartıları da hafif olmuş olursa işte nefislerine yazık etmiş olanlar, cehennemde ebedî kalanlar da onlardır.
103. (Ve) bilakis (kimin tartıları da hafif olmuş olursa) yani: kendisinin îman ile birlikte Allah katında makbul, tartılacak, iyi amelleri bulunmazsa böyle kimseler de kurtuluştan tamamen mahrumdurlar. (İşte nefislerine yazık etmiş olanlar) dünyadaki ömürlerini heva ve heves ile geçirmiş, nefislerinin hayvani arzularına tâbi olmuş, kendilerini Allah katında makbul faziletlerden mahrum bırakmış bulunanlar, onlardır. Evet.. (Cehennemde ebedî kalanlar da onlardır.) çünkü, küfr ile ahirete gidenler cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Küfür gibi en büyük bir cinayet cezası da öyle müthiş ilim âkibettir. Bu hususadair sûrei Enbiyanin “47” nci âyetinin tefsirine de müracaat ediniz!.
104. Onların yüzlerini ateş şiddetle yakar ve onlar orada dudakları açılarak dişleri sırıtıp duran kimselerdir.
104. (Onların yüzlerini) o cehenneme atılacak kâfirlerin en mühim azaları olan yüzlerini (ateş şiddetli yakar) artık diğer azalarının da ne kadar müthiş ilim ateş azabı içinde kalacağı düşünülsün. (ve onlar orada) cehennem içinde kalarak oradaki ateşin şiddetli tesirinden dolayı (dudakları açılarak dişleri sırıtıp duran kimselerdir) onlar cehennemde böyle tuhaf, hayret verici bir vaziyet alacaklardır. Öyle şiddetli ilim ateş içinde kaldıkları halde azapları devam etmek için yanıp gitmeyeceklerdir. Vücutları daima ateşler içinde kalıp azap çekeceklerdir.
§ Lefh; vurmak, ve şiddetle yakmak mânasınadır. ‘Kelh” “Külûh” katı yüzlü, ekşi yüzlü olmak, üst ve alt dudakları açılıp dişlerin sırıtması, açığa çıkması demektir.
105. Değil mi ki benim âyetlerim size karşı okunuyordu da siz onları tekzib ediyordunuz.
105. Kâfirlere cehennemde kınamak için, tutuldukları azab hak edilmiş olduklarını kendilerine ihtar için Allah tarafından şöyle denilecektir: (değil mi ki, benim âyetlerim) Kur’an-i Kerim gibi semavî kitaplarım (size okunuyordu da) size o kitapların hükümleri bildiriliyordu, ilâhi din her tarafa yayılmakta olup parlayıp duruyordu da (siz onları tekzib ediyordunuz!.) Evet.. Siz ilâhi âyetleri inkâr ediyor, onları size tebliğ edenleri tekzibe cür’et gösteriyordunuz. Artık siz kendinizi mazeretli sayabilir misiniz? Elhetteki, sayamazsınız.
106. Diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz!, bizim üzerimize azgınlığımız galip geldi ve biz sapıtmışlar olan bir kavim olduk.
106. Bu mübârek âyetler, cehennemdeki kâfirlerin gerçekleşecek ilâhi kınama üzerine kendi cinâyetlerini itiraf edip bir cinâyetlerde bulunmayacaklarını arz ile cehennemden çıkarılmalarını rica edeceklerini bildiriyor. Ve onların sükûta davet edilerek dünyada iken bir kısım ehli îman hakkında ne kadar hakaretlerde bulunmuş olduklarının kendilerine ihtar edileceğini ve ahiret âleminde o müminlerin mükâfata ve kurtuluşa nâil olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cehenneme atılacak kâfirlere: Ayetlerim size okunduğu halde siz onları inkâr etmiyor mu idiniz?. “Diye Allah tarafından kınama vâki olunca onlar kendi kâfirce haraketlerini itiraf ederek (diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz!. Bizim üzerimize azgınlığımız galip geldi) nefsimizin arzusu, kötü irademiz hâkim kesilerek bizi müthiş bir âkibete sevkeylemiş oldu. (Ve biz) o sebeple hak yoldan (sapıtmışlardan olan bir kavim olduk) bundan dolayıdır ki, kötü hareketlerde bulunmuş, saadet yolundan mahrum kalmış bulunduk.
§ Şıkvet; âdi lezzet, nefsin arzusu gibi şeylerdir ki, bunlar şekavete götürücü olacakları için bu adı almışlardır.
107. Ey Rabbimiz!, bundan bizleri çıkar, İmdi bir daha dönersek artık şüphe yok ki, biz zalim kimseleriz.
107. O kâfirler, öyle cinâyetlerini itiraf ederek şöyle niyâzda bulunacaklardır: (Ey Rabbimiz!. Bundan bizleri çıkar) bizi lütfen bu cehennem ateşinden kurtar, dünya hayatına iade et, senin rızana uygun hareketlerde bulunalım (imdi bir dönersek) evvelce işlemiş olduğumuz azgınlığın, sapıklığın bir benzerini işlersek (artık şüphe yok ki, biz zalim kimseleriz.) Nefsimize zulmetmiş, zulümda haddi aşmış, böyle ebedî bir azaba lâyık kimseler bulunmuş oluruz.
108. Buyuracaktır ki: Alçakça sükût edip durun orada, bana bir şey söylemeyin.
108. Cenab-ı Hak da bunların bu talebine cevaben melek lisaniyle (buyuracaktır ki,) artık siz bu cehennemde (alçakça) bir şekilde (sukût edip durun orada) köpekler gibi ürüp durmayın, siz bu azabı dünyadaki cinayetinizden dolayı hak etmiş bulunuyorsunuz. Şimdi (bana bir şey söylemeyin) bu ateşten çıkarılıp dünyaya iade edilmenizi isteyip durmayın. Bunun zamanı geçmiştir
§ Hisa; zillet ve horluk ile sukût etmektir. Ihseû; da zillet içinde sukût ediniz manasınadır. Köpeğe karşı “ihsa” deniliyor ki: Ürüp durma, çekil git demektir.
109. Çünkü kullarımdan bir zümre var idi ki, “Ey Rabbimiz! Sana îmân ettik, artık bizi yarlığa ve bize merhamet buyur ve sen rahmet edenlerin elbette hayırlısısın” derlerdi.
109. (Çünkü kullarımdan bir zümre var idi ki,) onlar dünyada îman sahibi idiler, hürmete lâyık zatlar idiler, onlar kendi îmanlarındaki sağlamlığı, inançlarındaki temizliği daima göstererek (Ey Rabbimiz!) ey bizi yaratan, rızıklandıran, bizlere lütuf ve ihsanda bulunan mâbudumuz!. Biz (sana îman ettik) senin muhterem Peygamberinin tebligatını kabul eyledik, senin birliğine inanır ve seni takdis ederiz (artık bizi yarlıga) kusurlarımızı affet ve ört (ve bize merhamet buyur) bizi ilâhi rahmetine nâil buyur (ve sen) ey Mukaddes mabûdumuz!. (Rahmet edenlerin hayırlısısın) çünkü sen rahmetine lâyık olan kullarını her felâketten kurtarırsın (derlerdi) böyle îmanlarını açtılar, Allah’ın merhametine iltica ederek dua ve niyâzda bulunurlardı.
110. Halbuki, siz onları alaya aldınız, tâki, bunlar böyle maskaralıklarınız size beni hatırlamayı unutturdular ve onlardan alay ederek güler kimseler olmuştunuz.
110. (Halbuki,) Ey kâfirler!. (siz onları) o mümin kulları (alaya aldınız) onların öylesamimi dua ve niyâzlariyle alayda bulundunuz. Şimdi siz ne yüzle dua ediyorsunuz?. Cehennemden çıkmanızı niyâz eyliyorsunuz?. Ey inkârcılar!. (Tâki bunlar) böyle maskaralıklarınız, o muhterem müminler ile istihzada bulunmanız (size beni yâd etmeyi unutturdular) öyle alay etmelerle fazlaca iştigalinizden dolayı Allah’ın zatını zikretmez, ilâhi azaptan korkmaz olmuş idiniz. (ve) siz (onlardan) o mümin kullardan alay ile (güler kimseler olmuştunuz) kendi kusurlarınızı görmüyordunuz, o müminlerin îmanlariyle, dualariyle alay ederek onlara karşı alay eder bir şekilde kahkahalar ile gülüp duruyordunuz. Artık o kötü, kâfirce, edepsizce hareketlerinizin bu cezasına katlanın durun. Elbetteki, ilâhi dinî inkâr eden, mukaddesatı diniyeyi maskaraya alan: Müminlerin hâlisane dualariyle ibadet ve itaatleriyle alayda bulunan kimselerin âkibetleri böyle müthiş ebedî bir azaptır.
§ Bu âyeti kerime, Kureyş kâfirleri hakkında nazil olmuştur. Onlar ashab-ı kiramın fakirlerinden olan Bilâli Habeşi, Ammar, Suheyb ve Habbab Radiallahuteâlâ anhum gibi zatlar ile alayda bulunuyorlardı. Cenab-ı Hak da onların bu alay etmeleri yüzünden daha sonra ne şiddetli azaplara giriftar olacaklarını ihtar buyurmuştur ki, hükmü umumidir. Bütün o gibi inkârcı, alaycı kimseleri kapsar.
111. Şüphe yok ki, bugün ben onları sabrettikleri sebebiyle mükâfata nail ettim, muhakkak ki, kurtuluşa ermiş olanlar da onlardır, onlar.
111. Hak Teâlâ Hazretleri o dinlerinde sebat eden ve bir takım düşmanların eza ve cefasına karşı sabredip katlanan müminler hakkında da şöyle müjdelerde bulunuyor. (Şüphe yok ki, bugün) bu ahiret âleminde (ben onları sabrettikleri sebebiyle) öyle dinsizlerin alay etmelerine aldırmayarak, ibadet ve itaatlarında devam edip durduklarından dolayı(mükâfata nâil ettim) onları sürekli olarak cennet nimetlerinden faydalanır kıldım. (Muhakkak ki, kurtuluşa ermiş) muratlarına kavuşmuş (olanlar da onlardır) evet (onlardır) o müminlerden başkası değildir. İşte îmanın, hak yolundan sabır ve sebatin neticesi böyle ebedî bir kazanç ve kurtuluştur. Ne muazzam bir mükâfat!.
112. Buyuracaktır ki: Yerde ne kadar seneler kaldınız?
112. Bu mübârek âyetler, dünyaya döndürülmelerini isteyecek olan cehennem ehline karşı yönelecek ilâhi suali bildiriyor. Ahiret hayatına göre dünya hayatının az bir müddetten ibaret olduğuna işaret ediyor, Allah Teâlâ’nın abes yere bir şey yaratmamış olduğunun ve bütün kâinatın sahip ve hâkimi olan o yüce yaratıcının mânevi huzuruna insanlığın döndürüleceğini ihtar eyliyor. O yüce yaratıcıdan başka bir yaratıcı ve mâbudun bulunduğuna asla bir delil bulunmadığını, bunun aksini iddia edenlerin asla kurtuluş bulamayacaklarını ve o kerem ve merhamet sahibi yüce yaratıcıya ne şekilde dua ve niyâzda bulunulmasını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cehenneme atılacak kâfirlere karşı Hak Teâlâ Hazretleri veya onun emrettiği melek bir kınamak için (buyuracaktır ki) siz (yerde) o kendisine iade edilmenizi istediğiniz dünyada (ne kadar seneler kaldınız?) O dünya hayatını bir kurtuluş vesilesi mi sanarak ona tekrar dönmenizi istiyorsunuz?
113. Diyeceklerdir ki: Ya bir gün veya bir günün birazı kadar kaldık. İmdi sayanlara sor.
113. Kendilerine böyle her hitap yönelecek olan o kâfirler de (diyeceklerdir ki) biz dünyada (ya bir gün veya bir günün birazı kadar kaldık) onlar ahiret hayatının ebediliğine bakarak dünya hayatını o kadar az görmekte bulunmuşlardır veyahut kendilerini büyük bir dehşet ve korku sarmış olacağındandünyadaki hayatlarının müddetini belirtmeye muktedir olamayacaklardır. Bundan dolayı diyeceklerdir ki: (imdi sayanlara sor) yani: O müddeti tesbit etmiş olan, insanlığın ömürlerini, amellerini sayıp yazmış bulunan meleklere sual buyur. Çünkü biz mâruz kaldığımız bu azaptan dolayı hayretlere düşmüş, dünyadaki hayatımız müddetini belirleyecek bir yetenekten mahrum kalmış bulunuyoruz.
114. Buyuracaktır ki: Siz ancak pek az kaldınız, eğer siz hakikaten bilir kimseler oldunuz iseniz..
114. Onların o aczlerine itiraflarına karşı Cenab-ı Hak veya melek (buyuracaktır ki,) bu sözünüz doğrudur (siz ancak pek az kaldınız) zira madem ki, dünya hayatı fâni idi, orada ne kadar çok kalınsa da yine ahiret hayatına göre pek az bir müddetten ibarettir. (Eğer siz hakikaten bilir kimseler oldunuz iseniz) yani: Siz eğer ilim ehli olsa idiniz, daha dünyada iken orada pak az kalacağınızı bilir, hayatınızı boş yere zâyetmiş olmaz, geleceğinizi temine çalışırrdınız.
115. Ya siz zannetiniz mi ki, biz sizi ancak bir abes yere yarattık ve hakikaten siz bize döndürülmeyeceksiniz?
115. Ve kâfirlere kınamak için buyuracaktır ki: (Ve siz zannettiniz mi ki: Biz sizi ancak bir abes yere yarattık) sizin yaradılışınız bir hikmete dayanmış değildir, siz bir ibadet ve itaatle mükellef değilsiniz, böyle mi sandınız? (ve hakikaten siz) sandınız mi ki (bize döndürülmeyeceksiniz?.) Ahiret âlemine sevkedilmeyeceksiniz?. Bu ne kadar yanlış bir zan, bir kanaat!. Hayır.. Siz hakka ibadet edip amellerinize göre mükâfat ve ceza görmek için yaradılmışsınızdır, niçin onu anlamadınız?.
116. Hakkıyla hükümdar olan Allah Teâlâ pek yücedir. O’ndan başka bir ilâh yoktur. O yüce arşın Rabbi dir.
116. Ey inkârcılar! Siz bilmediniz mi ki, Allah Teâlâ abes yere bir şey yaratmamıştır. (Hakkiyle hükümdar olan) bütün kâinata sahip ve her şeyde hükmü geçer bulunan, zatı da sıfatları da bâtıl şeylerden yüce olup kendisi için ve hâkimiyeti için yok olmak düşünülemeyen (Allah Teâlâ pek yücedir) boş şeyleri yaratmaktan yaratıcı yücedir. (Ondan başka bir ilâh yoktur) onun ne mukaddes zatında ve ne yüce sıfatlarında ve ne de fiillerinde bir ortak ve benzeri bulunamaz, o (yüce olan arşın Rabbidir.) bütün kâinatı kuşatmış olan bir yüce tahtın, bir yüce arşın sahibidir, mâlikidir, yaratıcısıdır.
§ Arşı âzim; Kur’an-ı Kerim gibi ilâhi vahyin indiği yer olduğundan veya hayır ve bereketin, ilâhi rahmetin mahlûkata o taraftan geldiğinden veya yüce olan Cenab-ı Hak’ka nisbet edildiğinden dolayı ona böyle “arşı kerim” verilmiştir. “Kâfirlerin cehenneme sevkedilecekleri ve onlara bir kınamak için ilâhi hitabın geleceği kararlaştırılmış olduğu için bunların gerçekleşmesine bir işaret olarak gelecek zaman kipi yerinde mazi kipi getirilmiş, “yekulü=der” yerinde “kale=dedi” denilmiştir. Bu bir edebi sanat gereğidir.
117. Ve her kim Allah ile beraber bir ilâha da taparsa ki, bunun için ona biçbir delil yoktur, artık onun hisabı muhakkak ki Rabbinin katındadır. Şüphe yok ki, kâfirler kurtuluşa nail olmazlar.
117. (Ve her kim Allah ile beraber başka bir ilâha da taparsa) başkasını tek olarak mâbut tanırsa veya Cenab-ı Hak’ka başkasını ortak koşarsa (ki, bunun için) böyle yanlış bir harekette bulunup başkasına da ibadet edildiğinden dolayı (ona hiçbir delil yoktur) o kimse, bu husustaki kanaatinin doğruluğunu isbat edecek bir delile sahip olamaz halbuki, delile dayanmayan bir kanaat bâtıldır. Özellikle ki, öyle bir kanaatin bâtıl olduğu aklen ve naklen apaçık sabit olursa artık öylebâtıl bir kanaatte, inançta nasıl devam edilebilir?. (Artık onun) öyle bâtıl bir itikatta, ibadette bulunan kimsenin (hesabı muhakkak ki, Rabbinin katındadır.) Elbette ki, onu hak ettiği derecede cezalandıracaktır. (Şüphe yok ki, kâfirler kurtuluşa nâil olmazlar) onlar kurtuluşa, selâmete, saadete, asla kavuşamazlar. Artık o gibi gelecekleri pek kötü olacak kimseler, daha dünyadalarken o ghbi kötü hareketlerinin neticesini düşünerek hallerini ıslaha, Allah’ın hükümlerini gözetmeye son derece çalışmalı, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah Teâlâ’dan başarılar temenni etmeli değil midirler?. Başka türlü kurtuluş çaresi yoktur. Bu mübârek sûrenin başlangıcında müminlerin kurtuluş bulacakları, bunun sonunda da kâfirlerin kurtuluş bulmayacakları beyan buyurulmuş, bu iki grubun gelecekleri gösterilmiştir. Bu; insanlığa büyük bir nasihat demektir.
118. Ve de ki: Yarabbi! Mağfiret ve rahmet buyur ve sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.
118. Allah Teâlâ Hazretleri, kullarının kurtuluşa nâil olmaları için ilâhi rahmete kavuşmaları için daima ilâhi zatına ilticada, dua ve niyâzda bulunmalarının gereğine bir işaret olmak üzere yüce Peygamberine emrediyor ki: (Ve) Resûlüm!. (De ki: Yarabbi!.) Ey bana lütuf ve ihsanı sonsuz olan mâbudum!. (Mağfiret ve rahmet buyur) böyle çokca niyâz ederek Allah’ın şefkatine sığın (ve) de ki: Yarabbi!. (Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın) ancak senin merhametin ve şefkatin sayesindedir kin, bizler felah ve kurtuluşa nâil oluruz. Resûl-i Ekrem’e yönelik olan bu ilâhi hitap, onun hakkında bir ilâhi iltifat alâmetidir. Ve onu ümmeti için bir uyulacak örnek göstermek hikmetini içermektedir. Evet.. Her bakımdan mâsum, olan bir yüce Peygamber ilâhi mağfiret verahmeti niyâz eder onlara ihtiyaç gösterirse, artık birçok kusurlardan uzak olmayan ümmetin fertleri içinde elbette lâzımdır ki, daima yüce yaratanın mağfiretini, rahmetini niyâz ederek o sayede kurtuluş ve saadete nâil olsunlar. Bu sûrei celîlenin ilk âyetinde müminlerin kurtuluş bulacakları, bu sonunda da kâfirlerin kurtuluş bulmayacakları beyan buyurulmuş, iki grubun da geleceği gösterilmiştir. Bu, insanlık için büyük bir nasihat demektir. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan yüce mâbudumuz!. Bütün mahlûkatın birbirine olan şefkat ve merhameti, senin rahmet denizine göre ondan yararlanmış bulunan bir damla hükmündedir. Biz mümin kulların daima senin sonsuz olan rahmetine, affına ve bağışlamana iltica ederiz, biz âciz kullarını ilâhi rahmetinden ve mağfiretinden mahrum bırakma, Peygamberlerin efendisinin hürmetine!. Salat ve selâm onun ve diğer peygamber ve resûllerin üzerine olsun. Hamd sana mahsustur ey âlemlerin Rabbi!. Velhamdüleke Yarabbelâlemin..
Müminun Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur, yüz onsekiz âyeti kerimeyi kapsamaktadır. Müminlerin vasıflarını bildirdiği ve onların Allah’ın yardımına nâil olacaklarını müjdelediği için kendisine böyle “Sûretül Müminun” ünvanı verilmiştir. Bu müminun sûresinin ilk âyetleri ile bundan evvelki Hac sûresinin son âyetleri arasında büyük bir münasebet ve irtibat vardır. Şöyle ki: Hac sûresinin sonundaki âyetler, müminlerin kurtuluşa nâil olabilmeleri için kendilerine yedi dinî vazife tebliğ etmektedir. Bu müminun sûresinin ilk âyetleri de yedi vasfı taşıyan, öyle yedi vazifeyi ifa eden, o husustaki ilâhi emre uymuş bulunan müminlerin kurtuluşa başarıya nâil olduklarını müjdelemektedir. Bu müminun sûrei celîlesi, yüce Peygamberlere ait beş kıssayı içermektedir. Özellikle Peygamber Efendimizin kadrinin yüceliğini, muvaffakiyetlere nâil olacağını da bildirmektedir. Bu mübârek sûre, Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine ve diğer mukaddes sıfatlarına delâlet ve şahitlik eden başlıca dört nevi kudret eserleri ve insanların yaradılışlarındaki dokuz mertebeyi insanlığın ibret bakışına vazediyor. Bu kadar açık delillere, kanıtlara rağmen küfürlerinde ısrar edip duran inkârcıların da kurtuluştan mahrum, ilâhi cezaya ve ebedî azaba mâruz bulunacaklarını ihtar ediyor. Erhamürrahimin olan Allah Teâlâ’nın mağfiretine, rahmetine iltica edilmesi gereğine de işaret buyurmaktadır. Ve başarı Allah’tandır.
1. Muhakkak ki, müminler kurtuluşa ermişlerdir.
1. Bu mübârek âyetler, yedi seçkin vasıflara sahip olan müminlerin başarı ve kurtuşa nâil ve cennetlerin en yükseğine kavuşacaklarını kendilerine şöylece müjde verilmektedir. (Muhakkak ki, müminler) yani: Cenab-ı Hakkı birleyenler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik edenler, kıyametin vuku bulacağını itiraf edenler, zaruriyyatı diniyeden sayılan hükümleri yerine getirenler (kurtuluşa ermişlerdir) onların gelecekleri emniyete alınmıştır, onların kurtuluş ve saadeti adeta şimdi meydana gelmiş gibi kesin olarak kararlaştırılmıştır. İşte bu gibi müminler, yedi güzel sıfata sahip oldukları için şimdiden kurtuluşa nâil olmuş gibidirler. Bu yüce vasıfların birincisi, en mühimi böyle îman, güzel inanç sahibi olmaktır.
§ Felâh: Fevz-i necattır. Yani: İstenilen meşru şeylere kavuşmaktır, kötü, nâhoş olan şeylerden de kurtulmaktır. İflâh da böyle bir fevz-ü necata dahil olmak demektir.
2. O müminler ki, namazlarında huşû tevazu sahipleridir.
2. Evet.. Kurtuluşa eren (o müminlerdir ki, onlar) mükellef oldukları ibadetlerin en yükseği olan (namazlarında huşû) tevazu, alçak gönüllülük (sahibidirler.) Namazlarını Cenab-ı Hak’ka kulluk arzında bulunmak için tam bir tevazu ile edaya çalışırlar. Namaz kılarken etrafa bakmayıp yalnız secde yerine bakanlar, elbiselerine, yüzlerine, gözlerine ellerini sürüp durmazlar, Hak Teâlâ’nın manevî huzurunda bulunduklarını düşünerek tam bir edeb ve itidal ile, kalp huzuru ile ve adab ve erkanına riayetle namazlarını kılmaya çalışırlar. Bu da müminlerin ikinci güzel vasfıdır.
3. Ve o müminler ki, onlar, her lüzumsuz şeyden yüz çevirirler.
3. (Ve o müminler ki) o muhterem kullarki (onlar her lüzumsuz şeyden) faidesi olmayan,fuzuli sözlerden, hareketlerden, oyun ve eğlence denilen yasak, faydasız şeylerden daima (yüz çevirirler) öyle “lağv” denilen boş, hayatı harcamayı gerektiren ve terk edilmesi hikmet gereği olan şeylere iltifatta bulunmazlar. Bu da onların üçüncü güzel vasıflarıdır.
4. Ve o müminler ki, onlar zekâtı ifa edenlerdir.
4. (Ve) kurtuluşa eren (o müminler) dir (ki, onlar zekâtı ifa edenlerdir.) Onlar öyle îman ile, mütevazice bir şekilde bedeni ibadet ile vasıflanmış, lağviyat türünden olan şeylerden sakınır oldukları gibi malî ibadetlerde de bulunarak hak etmiş olanlara mallarından birer belirli hisse de ayırırlar, bu şekilde de nefislerini arındırmaya, cimrilik lekesinden temizlemeye muvaffak olurlar. Bu da o zatların dürdüncü övülen vasıflarıdır.
§ Zekât; taharet, temizlik demektir. “Tezkiye” de arındırmak, temizleme manasınadır. Faraya verilen bir mal da verenin malını temizleyeceği, ahlâkının güzelleştireceği için ona da zekat denilmiştir.
5. Ve o müminler ki, onlar elbette avret mahallerini muhafaza edenlerdir.
5. (Ve O müminler ki, onlar) temiz bir hayat yaşamaya gayret ederler (avret mahallerini) tenasül organlarını ve şehvet güçlerini daima (muhafaza edenlerdir) haram olan ilişkilerden, insanlık terbiyesine aykırı olan vaziyetlerden kaçınırlar, örtülmesi icabeden azalarını açıvermekten son derece sakınırlar, ahlâka İslâmi edep kurallarına aykırı hareketlerde bulunmazlar. Bu da onların beşinci temiz vasıflarıdır.
6. Ancak eşleri veya sağ ellerinin sahip olduğu cariyeleri müstesnâ. Çünkü onlar, bu halde kınanılmış değildirler.
6. (Ancak) kendi (eşleri) nikâhları altındabulunan eşleri (veya sağ ellerinin sahip olduğu cariyeleri) yani: meşru şekilde elde edip kendilerine sahip bulundukları kadınlar (müstesna) bir mümin, kendi eşine ilişkide ve mülkü yemin denilen cariyesine şer’i bir mani bulunmayınca cinsel ilişkide bulunamaz veya cariyesini başkası ile ev1endirmişse yine kendisinin cinsel ilişkide bulunması câiz olamaz. Fakat böyle bir şer’i mâni bulunmadıkça bu ilişki caizdir. (Çünkü onlar) o müminler, bu takdirde (kınanılmış değildirler) onların bu şartlar altında eşleriyle, cariyeleri ile cinsel ilişkilerine şer’i müsaade vardır. Bu sosyal hayatın meşru şekilde gelişmesine, devamına bir vesiledir. Artık o kınanıp ayıplanamaz.
7. Artık kimler de bunların ötesini istemiş olursa işte haddi tecavüz etmiş olanlar, onlardır, onlar.
7. (Artık kimler de bunların ötesini istemiş olursa) yani: Herkim kendisi için verilen böyle bir şer’i müsaade dışına çıkmak isterse, kendileriyle cinsel ilişki câiz olmayan kimseler ile böyle bir yasaklanmış şeyi yapmak arzusuna düşerse: Meselâ zinada, oğlancılıkta, mastürbasyonda veya hayvanlarla cinsel ilişkide ve diğer yasak olan ilişkilerde bulunursa (işte haddi tecavüz etmiş olanlar) câiz olan çerçeveyi bırakıp yasak alanlara can atmış, İslâmi terbiyeye muhalefette bulunmuş kimseler (onlardır, onlar.) İşte temiz yaratılıştan uzak düşmüş olanlar, o gibi şahıslardan ibarettir.
8. Ve o müminler ki, onlar, emanetlerine ve ahdlerine riayet edenlerdir.
8. (ve) kurtuluşa eren (o müminler) dir (ki onlar emanetlerine) riayet ederler. Hiç bir kimsenin hukukuna, namusuna, haysiyyetine tecavüzde bulunmazlar. Kendilerine bırakılan emanetleri vediaları sahipleri adına korurlar. Kendileri için birer emanet sayılan hayatlarını, kuvvetlerini de kötüye kullanmazlar. (Ve) onlar(ahidlerine) de, yani: Vermiş oldukları sözlere, yapmış oldukları mukavelelere de (riayet edenlerdir.) Gerek Allah Teâlâ’ya karşı üstlenmiş oldukları ibadetleri, vazifeleri güzelce ifaya çalışırlar ve gerek insanlar ile yapmış oldukları ahit, sözleşme hükümlerini mutlaka yerine getirirler. Bu da o müminlerin şayani takdir olan altıncı vasıflarıdır.
9. Ve o müminler ki, onlar namazları üzerine muhafazada devamda bulunurlar.
9. (Ve) Allah katında makbul olup kurtuluşa ermiş olan (o müminler) dir (ki, onlar) namazlarını tam bir huşu ile kılmakla beraber (Namazları üzerine muhafazada) da (bulunurlar) yani: Namazlarına düzenli bir şekilde devam ederler. Namazlarının farzlarından, sünnetlerinden, âdabından bir şeyi terk eylemez, namazlarını vakitlerinde kılmaya çalışırlar. Beş vakit namaza, cuma namazına, teravih ve bayram namazlarına, vitir ve kuşluk namazlarına ve diğer nafile namazlara devam eder dururlar. Namazların en yüce bir ibadet olduğunu bilerek onları eda ile kalben neşeli, ruhani bir zevke nâil olurlar. İşte bu da kurtuluşa kavuşmuş olan hakiki müminlerin yedinci güzel vasıflarıdır.
10. İşte vâris olanlar, onlardır.
10. O güzel vasıflar ile nitelenmiş olan müminler var ya, (işte vâris olanlar onlardır) Evet.. Yüce makamlara nâil, vâris ünvanına lâyık olan ancak o zatlardır.
11. Onlardır ki, firdevse vâris olurlar, onlar orada ebedî olarak kalıcılardır.
11. İşte (onlar ki) o güzel vasıflara sahip olan müminlerdir ki (firdevse vâris olurlar.) cennetlerin en yüksek derecesini, tabakasını teşkil eden o ebedî saadet mevkiine kendilerine başkalarından miras kalmış gibi sahip bulunurlar. (Onlar, orada) o firdevscennetinde (ebedî olarak kalıcılardır.) Artık oradan ebedî olarak çıkmayacaklardır. İşte îmanın, İslâmi üstün vasıflara sahip olmanın büyük mükâfatı!
§ Ubadetübnüssamit; Radiallahu anh, Resûl-i Ekrem Sallallahü aleyhi vesellem efendimizden şu mealde bir hadisi şerif rivayet etmiştir.
§ Cennette yüz derece vardır, her iki derecenin arasındaki mesafe, gök ile yer arasındaki mesafe gibidir. Firdevs ise derece itibariyle cennetlerin en yükseğidir, dört cennetin ırmakları ondan cereyan edip akan, onun üstünde de Rahman’ın arşı vardır.. Artık Allah Teâlâ’dan dileyeceğiniz vakit, ondan firdevsi dileyiniz. Cenab-ı Hak, cümlemize nasip buyursun. Amin..
12. Ve andolsun ki, insanı çamurdan ibaret olan bir hülâsadan yarattık.
12. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın birlik, yaratıcılık ve uluculuk sıfatı ile vasıflanmasına ve kudret eserlerine dair delillerin birinci nevini kapsamaktadır. İnsanlığın yaratılış safhalarındaki dokuz değişim mertebesi ve insanlığın hallerinin sonunu bildirerek insanları düşünmeye davet buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, kullarını uyanmaya davet için şöyle buyuruyor. (ve andolsun ki,) muhakkaktır ki, her yüce yaratıcı, kudret ve büyüklüğüne (insanı) o mahlûk türünü, onların ilk babaları olan Hz. Àdem’in yaratılışı içinde (çamurdan) ibaret olan (bir hülâsadan yarattık) yani: Evvelâ Àdem Aleyhisselâmı bir toprak ile sudan ibaret olup “sülâle” denilen bir hülâsadan yaratmış, sonra da onun neslini yine su ile topraktan meydana gelen yiyeceklerden oluşan meniden vesaireden vücude getirmiş olduk. İşte bu, insanlığın birinci yaratılış mertebesidir.
13. Sonra onu sağlam bir karargâhta bir nutfe kıldık
13. (Sonra onu) o hülâsayı veya insan nevini,Hz. Àdem’in neslini evlât ve torunlarını (sağlam bir karargahta) annelerinin rahimlerinde (bir nutfe kıldık) yani; Bel ile göğüsten gelen, meni denilen ak, katı bir su halinde vücude getirdik. Bu da insanlığın ikinci yaratılış mertebesidir.
14. Sonra o nutfeyi bir donmuş kan yarattık, ardından o donmuş kanı da bir bir parça et kıldık, sonra o et parçasını da kemikler kıldık, kemiklere de bir et giydirdik. Sonra da onu başka bir yaratılışla inşa etmiş olduk. İmdi şekil verici takdir edici olanların en güzeli olan Allah Teâlâ, pek mübarektir.
14. (Sonra O nutfeyi bir donmuş kan yarattık) o meniyi “aleka” denilen kırmızı, uyuşmuş bir kan haline getirdik. Bu da üçüncü bir yaratılış mertebesidir. (Ardından) da (o donmuş kanı da bir parça et kıldık) yani: O uyuşmuş kanı da muazzam kudret ve kuvvetimle bir parça et halinde yaratmış oldum. Bu da insanlığın yaratılışının dürdüncü mertebesidir. (Sonra o et parçasını da kemikler kıldık) o et parçasının büyük bir kısmını da başlar, ayaklar ve bunların aralarındaki diğer kemikler gibi.
§ Izam; denilen kemikler halinde yaratmış olduk. Bu da beşinci yaratılış mertebesidir. (Kemiklere de bir et giydirdik) tekrar o kemikleri gerektiği gibi et ile donattık. Bu da insanlığın yaratılışının altıncı mertebesidir. (sonra da onu) öyle mertebe mertebe teşekkül eden mahlûku (başka bir halk olarak inşa etmiş olduk) o bir damla su gide gide hayat sahibi bir mahlûk halinde dünyaya gelmiş oldu. Görmekten, işitmekten söylemekten, düşünmekten yoksun olan o mahlûk, daha sonra ruh sahibi mahlûk olarak dünyaya geliyor, birçok şeyleri düşünebiliyor, simasında fevkalâde eşsiz güzel bir manzara tecelli ediyor. İşte bu da insanlığın yedinci yaratılış mertebesidir. (imdi musavvir olanların) şekil verme ve takdire kâdir olanların (en güzeli olan) bütün kemâl sıfatlarına sahip bulunan(Allah Teâlâ, pek mübârektir.) bütün noksanlık lekelerinden yücedir, bütün kâinatın yaratıcısıdır, her bakımdan ortak ve benzerden yücedir..
§ Bu âyeti kerimede yaratıcılardan maksat, şekil veren, takdir edenlerdir. Cenab-ı Hak’kın yaratmış olduğu şeylerden birer manzara, birer şekil ve sünneti tertib ve tanzim edebilen kimselerdir. Yoksa yoktan var eden, yaratan mânasına olan yaratıcılık, ancak Allah Teâlâ’ya mahsustur. Nitekim diğer bir âyeti kerimede:
Evet Allah Teâlâ’dan başka halk edici, yaratıcı yoktur. Buna inanmışızdır.
15. Sonra şüphe yok ki, siz, bundan sonra elbette ölmüş kimselersinizdir.
15. (Sonra) Ey insanlar!. (Şüphe yok ki, siz) bu gelişmiş durumunuz (bundan sonra) öyle büyük harikulâde bir şekilde yaratılıp hayata kavuştuğunuzu müteakip takdir edilen zamanlar gelince (elbette ölmüş kimselersinizdir) herhalde hepiniz de öleceksinizdir, bu muhakkaktır, dünya hayatı kimseye kalıcı değildir. Bu da insanlığın yaratılışının sekizinci mertebesidir.
16. Sonra da muhakkak ki, siz kıyamet günü diriltilip kaldırılacaksınızdır.
16. Ey insanlar!. Hepiniz öyle dünyaya gelip bir müddet yaşadıktan ve sonunda ölüme tutulmuş olduğnuzdan (sonra da muhakkak ki, siz kıyamet günü) ikinci üfleme gerçekleşince mahşerde toplanmak üzere ilâhi kudret ile (diriltip) kabirlerinizden (kaldırılacaksınızdır) Cenab-ı Hak’kın adalet mahkemesine sevkedileceksinizdir, dünyadaki amellerinize göre hakkınızda sevap ve ceza ile hükmolunacaktır. Bu da insanlığın yaratılışının dokuzuncu mertebesidir. Artık her insan, o sonu düşünmelidir, Allah’ın azabından kurtulupsevaba, mükâfata, cennetlere nâil olabilmesi için daha dünyada iken fill ve amellerini meşru şekilde tanzime çalışmalıdır. O ebedî geleceği temine çalışmamak, pek büyük bir felâkettir ki, insanlık şânına asla yakışmaz. Her insan, kendi yaradılışını, ebedî hayatını korumaya çalışmadan geri durmamalıdır, Hak Teâlâ Hazretlerinden de muvaffakiyet niyâzında bulunmalıdır. İşte gözlerimizin önünde parlayıp duran bir nice yaratılış eserleri, o yüce yaratıcının varlığına, kudretine, ilahlığına, mahlûkatı hakkındaki merhamet ve şefkatine birer kesin delil bulunmaktadır.
17. Ve yemin olsun ki, sizin üzerinizde yedi yol yarattık ve biz halktan gafiller olmadık.
17. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, ilâhi kudretine dair olan ikinci, üçüncü ve dürdüncü nevi delilleri kapsamaktadır. O yüce yaratıcının kudretiyle yedi kat göklerin yaratılmış olduğunu, gökten indirilen sular ile yeryüzünde çeşitli bitkilerin, meyvelerin, ağaçların meydana geldiğini, bunlardan ve evcil hayvanlar ile denizlerdeki gemilerden insanlığın ne kadar istifade eder olduklarını birer uyanış ihtarı olmak üzere beyan buyurmaktadır. (ve yemin olsun ki) var olan bir gerçektir ki, Ey insanlar!. (Sizin üzerinizde) sizin üstünüzdeki sonsuz uzayda (yedi yol yarattık) yani: Yedi kat gökleri vücude getirdik, gök kubbeleri o kadar muazzam bir şekilde meydana getirilmiş bulunmaktadır. (Ve biz halktan gafil olmadık) gerek o muazzam mahlûkattan olan göklerden ve gerek diğer yaratılmış şeylerden ve bu cümleden olarak insanlardan, onların ikametgâhlarından habersiz değiliz. Hâşa. Kâinatın yaratıcısı Hazretlerinde gaflet, bilgisizlik düşünülemez. Onların hepsi de o yüce yaratıcının emri ve koruması altındadır. Hepsinin de devamı, değişme ve bozulması, umumun menfaatlerine hizmeti ilâhi iradeye tâbidir, birer ilâhi hikmetgereğidir. Bu âyeti kerime, yüce Allah hakkındaki delillerin ikinci nevini teşkil etmektedir.
§ Teraik; Tarikanın çoğuludur. Gökler, birbirinin benzeri olarak bazısı bazısının üstünde olduğu için onlara “Terayık” denilmiştir. Veyahut gökler, meleklerin yolları olduğu için veya eflâk denilen gökler, güneşin, ayın ve yıldızların yolları sayılıp oralarda dolaşıp durdukları için göklere “teraik” adı verilmiştir.
18. Ve gökten kâfi miktar su indirdik, sonra onu yerde yerleştirdik. Şüphe yok ki, biz onu gidermek üzerine de elbette kadiriz.
18. (ve) Ey insanlar!. Hak’kınızdaki ilâhi lütuflara bakınız ki, Cenab-ı Hak, şöyle buyuruyor: (Gökten kâfi miktar su indirdik) yani: İnsanların ve yerde bulunan diğer hayat sahiplerinin içmeleri, istifade etmeleri için ve ekinlerin vesairenin büyüyüp gelişmeleri için yeryüzüne ilâhi kudret ile gökten yetecek miktarda yağmurlar indirmektedir. Yağmurlar esasen sema tabakasından indiriliyor veyahut yüksekliğinden dolayı kendisine sema denilen buluttan yağdırılıyor. Şöyle ki: Yeryüzündeki denizlerden, büyük ırmaklardan buharlaşarak havaya yükselen sular, orada toplarıp bulut haline geliyor, sonra da soğuk havanın dokunmasiyle yine su haline gelerek yeryüzüne yağmaya başlıyor. Velhasıl ne şekilde olursa olsun bütün bunları yaratan, böyle değişime, oluşuma tâbi tutan ancak Allah Teâlâ’dır. Ondan başka hiçbir kimse yoktan bir damla bile su yaratamaz. İbni Abbas Radiallahu Teâlâ anhın rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre Allah Teâlâ cennet nehirlerinden yeryüzüne beş ırmak indirmiştir. Biri, Hind ırmağı olan Seyhundur. İkincisi Belh ırmağı olan Ceyhundur. Üçüncüsü ve dördüncüsü de Irak ırmağı olan Dicle ve Fırattır. Beşincisi de Mısır’ın ırmağı olan Nildir. İşte bunlarda semadan indirilmiş olan sularcümlesindendir. Bunlar, insanlık için ne büyük bir ilâhi lütuftur. Evet.. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (sonra onu) o suyu (yerde yerleştirdik.) sabit kıldık, ondan yeryüzünün istifadesi, takdir edilen güne kadar devam edip duracaktır. Bununla birlikte (Şüphe yok ki, biz onu) o suyu (gidermek üzerine de elbette kâdiriz) onu öyle indirmeye kâdir olan bir yüce yaratıcı, onu dilediği zaman mahv ve yok etmeye her bakımdan kâdirdir. Buna inanmışızdır. Artık öyle kıymetli hayat veren suların birer ilâhi nimet olduğunu bilip bundan dolayı da kerem sahibi yaratıcımıza şükran arzında bulunmaya devam etmeliyiz.
19. Sonra sizin için onunla hurmalıklardan, üzümlüklerden bağlar inşa ettik ki, onlarda sizin için birçok meyveler vardır ve onlardan yersiniz.
19. Evet.. O yüce yaratıcı Hazretleri buyuruyor ki: (Sonra) o suları indirdiğimizi müteakip de ey insanlar!. (Sizin için) sizin yaşamanız, istifade etmeniz, menfaatine dayalı (onunla) o yeryüzüne indirdiğimiz su ile (hurmalıklardan, üzümlerden) ibaret olan güzel (bağlar inşa ettik) vücude getirdik (ki, onlardan) o bağlarda (sizin için birçok meyveler vardır) onlardan istifade edersiniz, onları alır satar ticarette bulunursunuz (ve onlardan) o bağlardan veya hurmalardan, üzümlerden, öyle faideli meyvelerden (yersiniz) gıdanızı, rızkınızı, geçiminizi temine muvaffak olursunuz.
20. Ve bir ağaç da inşa ettik ki, Turi Sinadan çıkar, yiyecekler için yağ ile bir katıklık ile biter.
20. Yüce yaratıcı Hazretleri buyuruyor ki: (ve) özellikle (bir ağaç da) vardır ki, müstesna bir kıymeti, menfaati içermektedir. Onu da ilâhi kudretimle yaratıp icad ettim (ki) o ağaç, zeytun ağacından ibaret olup, (Turi Sinadan çıkar) orada çokça yetişip çoğalır. Orası onun asıl yetiştiği yerdir. Turi Sina ise, Cenab-ıHak’kın mukaddes sözlerini Musa Aleyhisselâma yönelmiş olduğu mübârek bir dağın ismidir ki, Mısır ile Şam arasında veya Filistinde bulunmaktadır. O pek kıymetli, faideli ağaç ise (yiyecekler için yağ ile ve) ekmeğe sürülen zeytin yağı gibi (bir katık ile biter) neşvü nema bulur umumun faidesini temine hizmet eder. Bu (18, 19, 20) nci âyetlerde Allah Teâlâ’nın yaratıcılığı, kudret ve şefkati hakkındaki üçüncü nevi delilleri kapsamaktadır.
21. Şüphe yok ki, sizin için enamda = ehli hayvanlarda bir ibret vardır. Size onların karınlarındakinden içiririz ve sizin için onlarda birçok menfaatler de vardır. Ve onlardan yersiniz.
21. O yüce yaratıcı Hazretleri şunu da beyan buyuruyor ki: Ey insanlar!. (ve şüphe yok ki, sizin için enam da) deve, sığır, koyun, keçi, denilen evcil hayvanlarda da (bir ibret vardır) Sular, daima yenilenip duran bağlar, bahçeler birer kudret eseri olduğu gibi hayat sahibi olan bu hayvanatta birer büyük ibret vesilesidir, bunların varlıklariyle Allah Teâlâ’nın varlığına, büyüklük ve kudretine ve her dilediği şeyi yaratıp yok etmeğe kâdir olduğuna, öldükten sonra dirilmenin de vuku bulacağına pek mükemmel delil getirilebilir. Evet.. Ey insanlar!. Bir kere düşününüz, ne nimettir ki, (size onların karınlarındakinden) yani: Sütlerinden (içiririz) o, sizin için pek faideli, zevkinize uygun bir şurup mahiyetinde bulunmuş olur. (ve sizin için) Ey insanlar! (Onlarda) o evcil hayvanlarda (birçok menfaatler de vardır. ) Bunların yünlerinden, derilerinden, yavrularından istifade edersiniz, bunları alıp satmak suretiyle de ekonominize bir gelişme verirsiniz. (ve onlardan yersiniz) onların vücutlarından da böyle bir istifadede bulunur durursunuz, onlar size teslim olmaktan geri durmazlar.
22. Ve onların üzerlerine ve gemilerinüzerlerine yüklenilirsiniz.
22. (Ve onların) develer gibi yüklenmeye kabiliyetleri bulunan hayvanların (üzerlerine ve gemlerin üzerlerine yüklenilirsiniz) bu vasıtalar ile karalarda ve denizlerde rahatça gezmeğe, seyyahatte bulunmaya muvaffak olursunuz. Bütün bunlar insanlık hakkında Allah Teâlâ’nın birer büyük lütuf ve ihsanıdır. Bu (21,22) nci âyeti kerimede yüce yaratıcı Hazretlerinin varlığına, kudretine, ilâhi lütfuna delil getirmek için bu mübârek sûrede getirilmiş olan delillerin dördüncü nevinden ibaret bulunmuştur. Bu hakikat böyle açık iken maalesef yine bir çok insanlar, yüce yaratıcı Hazretlerine kulluk arzında bulunmaktan şükran vazifelerini ifa etmekten kaçınmışlar, kendilerini ikaz ve irşada çalışan zatların nasihatlarına iltifatta bulunmamışlar, yine inkârlarına devam edip gitmişlerdir. İşte yüce Peygamberlere ait kıssalar, bunu pek açık bir şekilde göstermekte, insanlığı uyanmaya davet buyurmaktadır.
23. Andolsun ki, Nuh’u kavmine gönderdik de dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Artık sakınmada bulunmaz mısınız?
23. Bu mübârek âyetler, Nuh Aleyhisselâmın kıssasını, kavminin Allah’ın dinine davet buyurmuş olduğunu bildiriyor. Kavminden ileri gelenlerin de Hz. Nuh’un bir beşer olduğunu ileri sürerek onun risaletini inkâr, kendisine delilik isnât ve bir müddet beklenilmesini tavsiye etmiş olduklarını naklediyor. Hazreti Nuh’un da kavminin inkârına karşı Allah’ın yardımını niyâzda bulunmuş olduğunu şöylece beyan buyurmaktadır. (Andolsun ki) muhakkak bir tarihi olaydır ki, vaktiyle (Nuh’u kavmine) Peygamber (gönderdik) insanlığın ikinci babası sayılan o muhterem Peygamber, zamanında bulunan ve kendisiyle aynı lisanı konuşan, bu sebeple aralarındaki bir ırk birliği meydana gelmiş, fakat ilâhi dinden mahrum bulunmuşolan kimselere (dedi ki: Ey Kavmim!) yalnız (Allah’a ibadet edin) çünkü sizin ilâhınız, mabûdunuz, yaratıcınız, ancak odur. (Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur) Gerçek mabûd olan ondan başka değildir. (artık sakınmaz mısınız?.) O yüce mabûdun azabından korkmaz mısınız ki, bir takım mahlûkları mabût tanımış, dalâlete düşmüş bulunuyorsunuz!.
24. Bunun üzerine kavminden kâfirler olmuş olan ileri gelen bir zümre dedi ki: Bu başka değil, ancak sizin gibi bir insan, istiyor ki, sizin üzerinize üstünlük etsin. Ve eğer Allah dilemiş olsa idi elbette melekleri indirirdi. Biz bunu evvelki babalarımızda işitmedik.
24. (Bunun üzerine) Hazreti Nuh’un bu ihtarına karşı (kavminden kâfirler olmuş olan ileri gelen bir zümre) kavminin eşrafından sayılan dinsiz bir taife, diğer halk takımına (dedi ki: Bu) Peygamberlik iddiasında bulunan Nuh -Aleyhisselâm- (başka değil) öyle iddia ettiği gibi Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber değil, o (ancak sizin gibi bir insan) aranızda bir fark yok, artık o nasıl olur da Peygamberlik gibi bir imtiyaza sahip bulunur!. O bu iddiasıyle (istiyor ki, sizin üzerinize üstünlük etsin) sizin âmiriniz olsun, sizi kendi arzusuna tâbi kılsın. (Ve eğer Allah dilemiş olsa idi) size bir Peygamber göndermek, sizi başkalarına ibadetten men eylemek istemiş bulunsa idi (elbette melekleri indirirdi) onları size Peygamber gönderirdi (biz bunu) yani: Yalnız bir Allaha ibadet edilip de başkalarına ibadet edilmemesini veyahut Nuh gibi peygamberlik davasında bulunmuş bir kimseyi (babalarımız arasında işitmedik) geçmiş ümmetler içinde böyle bir Allah’ın birliği inancı anlatılmış değildir. Bu cahil kavmin sözleri, kendilerinin akıl ve mantığa aykırı şüpheler içinde kalmış olduklarını göstermektedir. Bunlar, taşlardan, ağaçlardan yapılmış putların ilahlığına, mâbudluğuna inandıkları halde bir insanınpeygamber olacağına razı, inanmış bulunmuyorlardı. Düşünmüyorlardı ki: Bütün insanlık fertleri, melekler ile görüşerek dinî hükümleri o meleklerden bizzat işitip almaya müstait olamazlar. Allah Teâlâ ancak bir kısım seçkin kullarını melekler vasıtasiyle vahyi almaya müstait bir tabiatta yaratmıştır, böyle bir yetenek bütün insanlığa verilmemiştir. Bu hikmete aykırıdır. Bu sapıklar diyelim ki melekler insan şekline girip kendilerine görünecek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edecek olsalardı yine o melekleri de insan sanarak inkâr ederlerdi.
25. Bu başka değil, kendisinde cinnet bulunan bir erkek. Binaenaleyh onu bir zamana kadar gözetiniz.
25. O cahil taife şöyle bir şüpheye de düşerek dediler ki: (bu) Nuh Aleyhisselâm (başka değil, kendisinde delilik bulunan bir erkek) onun içindir ki Allah’ın birliğini iddia ederek bizi putlarımıza tapmaktan men ediyor, (Binaenaleyh onu bir zamana kadar gözetiniz) durumunun sonunu bekleyiniz, ya iyileşerek hastalıktan kurtulur, artık öyle bir iddiada bulunmaz veya ölüp gider de biz de onun tekliflerinden kurtulmuş oluruz.
26. Hazreti Nuh da dedi ki: Yarabbi! Bana yardım et, onların beni tekzib etmelerine karşı.
26. Hz. Nuh da sapıklık içinde çırpınıp duran kavminin durumunu ıslah etmesinden, hidayete, kurtuluşa ermesinden ümitsizliğe düşerek (dedi ki: Yarabbi!. Bana yardım et) onlara karşı bana yardım buyur, o inkârlarında ısrar edip duran kâfirleri helâk et (onların beni tekzib etmelerine karşı) onları bu yalanlamaları sebebiyle mahv et ve cezalandır. Çünkü bir Peygamberi yalanlamak, onu gönderen zatı da yalanlamak ve hafife almak olur. Artık Allah Teâlâ’nın muhterem bir resûlünü tekzib etmek rezaletine cür’et eden kimseler, elbetteki helâk olmaya lâyık olmuşolurlar. Onların yeryüzünde dolaşıp durmaları elbetteki, arzu edilmez.
27. Artık ona vahyettik ki, bizim nezaretimiz ve vahyimizle gemiyi yap. Vaktaki emrimiz gelir de tennûr kaynamağa başlarsa hemen o gemiyi her birinden iki çift, aleyhinde söz geçmiş olandan başka aileni de al ve zulümetmiş olanlar hakkında bana bir hitapta bulunma. Şüphe yok ki, onlar boğulmuşlardır.
27. Bu mübârek âyetler de Nuh Aleyhisselâmın bir gemi yapmakla ve mümin olanları o gemiye almakla ve o gemiye binince Cenab-ı Hak’ka hamd etmekle ve bir selâmet sahasına kavuşmasını Hak Teâlâ’dan niyâz eylemekle mükellef olmuş olduğunu bildiriyor ve Hz. Nuh’a ait olan bu birinci kıssada Allah’ın kudretinin büyüklüğüne, yüce peygamberlerin doğruluklarına ve güzelce sonlarına delâletler, işaretler bulunduğunu şöylece beyan buyurmaktadır. Allah Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: Nuh Aleyhisselâm’ın Allah’ın yardımını temennisi sebebiyle (artık ona vahyettik ki) Ey Nuh!. (Bizim nezaretimiz ve vahyimizle) yani: Yüce Mabûd’un hıfz ve koruması ile onun emir ve öğretmesiyle, sana vereceği kuvvet ve yetenek ile (gemiyi yap) seni ve sana tâbi olanları selâmet sahiline erdirecek bir gemi inşa et. Rivayete göre Cibril-i Emin, Cenab-ı Hak’kın emriyle Nuh Aleyhisselâm’a geminin yapılmasını öğretmiş, ondan ne şekilde istifade edileceğini bildirmiştir. (Vaktaki emrimiz gelir de) yani: Dinsizler hakkında mukadder olan ilâhi emir yaklaşmış olur da (tennur kaynamağa başlarsa) yani: Hz. Àdemden intikâl etmiş olan bir ekmek tandırı, adeta aykırı olarak bir su kaynağı kesilmeğe başlaşmış bulunursa veyahut yeryüzünden sular fışkırmaya yüz tutarsa (hemen o gemiye) hayvanların (her birinden iki çift) bir erkek, diğeri dişi olmak üzere ikişer adet al (ve aleyhinde söz geçmiş olandan başka) yani: Helâkleri takdir edilmişbulunan bir eşin ile oğlun Kenandan başka (aileni de al) mümin olan ehlibeytini de evlâdını da o gemiye al (Zulmetmiş olanlar hakkında) küfre düşmüş, nefislerini helâke mâruz bırakmış olanlara dair (bana bir hitapta bulunma) onların Tufan azabından kurtulmaları için istekte, bir temennide bulunup durma. Zira (Şüphe yok ki, onlar boğulmuşlardır.) Onların şirk ve isyanları yüzünden boğulup cezalarına kavuşacakları hakkında ilâhi hüküm tahakkuk etmiştir. Onlar gördükleri birnice mucizelere, apaçık delillere rağmen küfürlerinde devam edip gittikleri için nefislerine zulmetmiş, artık o zulmün cezasına kavuşacakları zaman yaklaşmıştır.
28. İmdi sen ve seninle beraber olanlar geminin üzerine çıktığınızda de ki: Hamd o Allah’a olsun ki, bizi o zalimler olan kavminden kurtardı.
28. (İmdi) Ey azim sahibi Peygamberlerden olan Hz. Nuh!. (Sen ve seninle beraber olanlar) mümin olan çoluk çocuğun ve diğer müminler ile birer çift hayvanat (geminin üzerine çıktığınızda) orada oturup yerleştiğiniz zaman, sizi kurtuluşa erdirecek olan Allah Teâlâ’ya şükran arzında bulunarak (de ki: Hamd o Allah’a olsun ki, bizi o zalimler olan kavimden) o kâfir inatçı kimselerden (kurtardı) onları boğulmaya mahkûm ederek bizi selâmete erdirdi. Evet.. Öyle dinsiz, ahlâksız bir taifenin içinden ayrılıp bir selâmet sahasına ermek, onların uğursuzluğundan dolayı bir felâkete, bir cezaya uğramamak büyük bir lütufi ilâhidir. Artık bundan dolayı o yüce yaratıcıya hamd ve övgüde bulunmak, bir kulluk vazifesidir.
29. Ve de ki: Yarabbi!, beni bir mübarek yere indir ve sen indirenlerin en hayırlısısın.
29. (Ve) Ey şânı yüce Nuh!. (De ki: Yarabbi!. beni bir mübârek yere indir) gemimi bir selâmet sahiline kavuştur, beni, bana tâbi olanları hayır ve bereketi bol olan bir yereulaştırmak lütfunda bulunan (ve sen) Ey Rabbi Kerim!. Şüphe yok ki, (indirenlerin) konuklayanların, bir iltifat yerine kabul edenlerin (en hayırlısısın) çünkü senin ilâhi zatın dilediği kullarını fevkalâde bir şekilde rahmete, nimete kavuşturur, korur. Bu âyeti kerime gösteriyor ki: Bizim gibi kullara yönelen en mühim vazife, daima Cenab-ı Hak’ka sığınmaktır, onun lütuflarını, himayesini niyâzda bulunmaktır, dünyada da ahirette de hayırlı bir menzile, bir makama kavuşmamızı yüce, merhametli yaratıcımızdan temenni eylemektir ve o yüce rızık vericinin verdiği nimetlerden dolayı ulu zatına daima hamd ve şükürde bulunup durmaktır.
30. Şüphe yok ki, bunda elbette bir nice ibretler vardır ve hakikaten biz elbette pek imtihan edicileriz.
30. (Şüphe yok ki, bunda) Nuh Aleyhisselâm’ın en garip olan bu kıssasında, müminlerin öyle selâmete kavuşup kâfirlerin bir azap tufanı ile mahv ve yok olmasından (elbette birnice ibretler vardır) Cenab-ı Hak’kın kudretine, Yüce peygamberlerin kadrinin yüksekliğine, onların bildirmiş oldukları şeylerin birer sırf hakikat olduğuna dair birçok deliller, kanıtlar vardır. Bu kıssadan pek büyük bir uyanış dersi alınabilir. Elverir ki, güzelce düşünülsün, (Hakikaten biz elbette pek imtihan edicileriz.) birçok hâdiseler ile kullarımız hakkında bir deneme muamelesi yapmış gibi oluruz. Evet.. İnsanlar, bu dünyada bazı vazifeler ile mükelleftirler, vakit vakit birnice nimetlere nâil olurlar, bazan da, bir takım sıkıntılara mâruz kalırlar. Bunlar ile kendilerinin ilâhi hükme uyma dereceleri, ahlâki metanetleri, din bakımından metanet dereceleri meydana çıkmış olur. Bu bir imtihan demektir, bunda muvaffak olanlar büyük mükâfatlara nâil olacaklardır, muvaffak olamayanlar da kendi kötü hareketlerinin cezasına uğrayacaklardır. Hak Teâlâ Hazretleri kullarının bütünkabiliyetlerini, onların neler yapıp neler yapmayacaklarını zaten ezeli ilmi ile tamamen bilmektedir. Böyle bir imtihandan maksat ise kullara kendi mahiyetlerini göstermek, onların kendi tercihlerini nasıl kullanmış olacağını meydana çıkarmak, ilâhi adaleti ortaya çıkarmak, ve kullar hakkında Allah’ın delilini gösterip bir itiraza asla mahal bırakmamak gibi hikmet gereği hususlardır. Nuh Aleyhisselâm’ın kıssası için Araf ve Yûnus ve Hud, Enbiya sûrelerinin tefsirine de müracaat ediniz!.
31. Sonra onların arkalarından başka bir nesil icat ettik.
31. Bu mübârek âyetler de insanlara Hz. Nuh’tan sonra Hz. Hud ve Hz. Salih gibi birer Peygamber gönderilmiş olduğunun ve onlara ait bulunan ikinci kıssayı bildiriyor. O insanların Peygamberlerine karşı almış oldukları inkârcı vaziyetlerini ve ahiret hayatını nasıl inkâra cür’et eylemiş bulunduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sonra onların arkalarından) Nuh kavminin helâkini mükeakip (başka bir nesil) başka bir kavim (icat ettik) varlık alanına getirdik, hayata erdirdik. Bu kavimden maksat, tefsircilerin çoğuna göre Ad kavmidir. Bu, İbni Abbas Hazretlerinden de rivayet olunmuştur. Zaten diğer sûrelerde de Nuh kavminin kıssasından sonra Ad kıssası getirilmektedir ki, kendilerine Hud Aleyhisselâm gönderilmişti. Bir görüşe göre de bu kavimden maksat, Semûd kavmidir ki, kendilerine Salih Aleyhisselâm gönderilmiştir.
32. Onların içinde de onlardan bir Peygamber gönderdik, dedi ki: Siz Allah’a ibadet edin, sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Artık sakınmayacak mısınız?
32. (Onların içinde de onlardan) onların arasında yetişmiş olanlardan (bir Peygamber gönderdik) ki, o da Hud veya Salih Aleyhimesselâm’dır. O mübârek Peygamber, okavmi tevhid dinine davet ederek dedi ki: Ey kavmim!. Siz (Allah’a ibadet edin) ondan başkalarını tanrı kabul ederek kendilerine ibadette bulunmayın. Çünkü (sizin için ondan başka) o ortak ve benzerden münezzeh olan Allah Teâlâdan başka (bir ilâh yoktur) yaratıcılık, mâbudluk sıfatına sahip olan ancak o yüce Allah’tır. (Artık sakınmayacak mısınız?) ilâhi azaptan korkarak şirk ve isyanı terk, yalnız o yüce mâbuda ibadet ve itaate devam eylemiyecek misiniz?. Nedir bu sizdeki küfür ve isyan!.
33. Onun kavminden bir taife ki, kâfir oldular ve ahirete kavuşmayı tekzib ettiler ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz halde dediler ki: Bu başka değil, ancak sizin gibi bir insan, sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor.
33. (Onun kavminden) o yüce Peygamberin kendilerine öyle ihtarlarda bulunduğu cemaatin ileri gelenlerinden (bir taife ki, kâfir oldular) Allah’ın birliğini inkâr ettiler (ve ahirete kavuşmayı tekzib ettiler) uhrevî hayatı, ebedî azabı inkâr edip durdular, Peygamberlerinin ihtarlarını yalan sandılar (ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz) kendilerini birçok nimetlere, evlât ve mallara nâil kıldığımız (halde) bunları kendilerine ihsan buyuran yüce yaratıcının Peygamberini tasdik etmiyerek (dediler ki bu) Peygamberlik iddiasında bulunan zat, (başka değil) o da (ancak sizin gibi bir insan) o da sizin gibi aynı yaratılışta, aynı ihtiyaçta bulunuyor. O da (sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor.) artık o nasıl Resûl olabilir, o cahil kavim, o Peygamberlerin sahip oldukları, yüceliği, seçkinliği, güzel vasıfları görmüyorlar da onların diğer insanlar gibi yiyip içmek ihtiyacında bulunduklarını görüyorlardı.
34. Ve eğer siz benzeriniz olan bir insana itaat ederseniz şüphe yok ki, o halde muhakkak hüsrana uğramış kimselersiniz.
34. (Ve) diyorlardı ki: Ey millet fertleri!.. (Eger siz benzeriniz olan bir insana) sizin gibi beşeri bir mahiyette bulunan bir mahlûka (itaat ederseniz) onun emir ve yasağına boyun eğer iseniz (Şüphe yok ki, o halde muhakkak hüsrana uğramış) aldanmış, zarar ve ziyana düşmüş (kimselersinizdir) çünkü kendi benzerini kendi üzerimize tercih etmiş bulunursunuz. Bu inkârcı kimseler, ne kadar bir sapıklık içinde kalmışlardı. İnsani olgunluklara sahip olan, kendilerini dünya ve ahiret saadetine nâil etmek isteyen bir zata, bir yüce Peygambere tâbi olmayı bir hüsran sanıyorlardı. Bir takım putlara ilâhlık sıfatı vermeye bir hüsran görmüyorlardı. Halbuki, bundan daha büyük bir hüsran mı olabilirdi?
35. Size vâd ediyor ki, siz olduğunuz ve bir toprak ve bir takı kemikler kesildiğiniz vakit muhakkak ki, siz çıkarılmış olacaksınızdır.
35. Yine o inkârcı, yüksek düşünceden mahrum kimseler diyorlardı ki: Ey millet fertleri!. O Peygamberlik iddiasında bulunan (size vâd ediyor ki, siz öldüğünüz ve bir toprak ve bir takım) çürümüş (kemikler kesildiğiniz vakit) büsbütün mahv ve yok olmuş olmayacaksınız (muhakkak ki, siz) kabirlerinizden diri olarak (çıkarılmış olacaksınızdır) ilk şekil ve heyetinizi yeniden almış bulunacaksınız.
36. Ne uzak, ne uzak o vâd olunduğunuz şey!
36. O inkârcılar, böyle yeni bir hayata nâil olmayı inkâr ederek diyorlardı ki: (Ne uzak, ne uzak!.) cidden ne derece uzak, garip bir şey!. (o vâd olunduğunuz şey) öyle yeniden hayata nâil almak işte ilâhi kudreti takdir edemedikleri için böyle bir inkârda bulunuyorlar, küfürlerinde devam edip duruyorlardı.
37. O hayat değildir, ancak bizim bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız ve biz tekrar hayata erdirilecekler değiliz.
37. Ve diyorlardı ki: (O) hayat başka (değildir)ayrı türlü tasavvur olunamaz. (Ancak bizim bu dünya hayatımızdan ibarettir) ikinci bir hayat yoktur. Tekrar hayata kavuşmak, mümkün değildir. Biz bu dünyada (ölürüz ve yaşarız) yani: Bizden bazıları, ölür, bazıları doğar dünyaya gelir, bir müddet yaşar. Bu hal asırların yok olmasına kadar böyle devameder, işte hayatımız bu dünya hayatından ibaretti. (ve biz tekrar) öldükten sonra (hayata erdirilecekler değiliz) yeniden hayata kavuşup mahşere sevkedilecek değiliz, o Peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin bu husustaki iddiası doğru değildir.
38. O başka değil, ancak bir erkektir ki, Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunmuştur ve biz ona inananlar değiliz.
38. O inkârcılar, bu gibi bâtıl sözlerini pekiştirmek için de diyorlardı ki (o başka değil) o peygamberlik iddiasında bulunan kimse de (ancak bir erkektir ki, Allah’a karşı yalan yere iftirada bulunmuştur.) o, öyle Peygamberlik iddiasında ve bizlerin öldükten sonra yeniden hayata erip mahşere sevkedileceğimize dair tehditkârane sözlerinde doğru değildir, o Allah adına yalan söylüyor (ve) artık (biz ona inananlar değiliz) onun sözlerini tasdik etmeyiz. İşte o müşrik kavim, Peygamberlerinin insan oluşuna bakıp da onların Allah tarafından sahip oldukları yüce vasıflarına ve göstermeye muvaffak oldukları mucizelere bakmıyorlardı, küfürlerinde devam ederek artık ilâhi azaba tamamen lâyık bulunmuşlardır.
39. O Peygamber de dedi ki: Yarabbi!, beni tekzib ettikleri için bana yardım et.
39. Bu mübârek âyetler de Hz. Hud gibi kavmi tarafından yalanlanan bir yüce Peygamberin Cenab-ı Hak’tan yardım istemiş olduğunu, bunun üzerine o kavmin bir azap sesi ile mahv ve yok olup gittiğini bildiriyor. Üçüncü bir kıssa olmak üzere de diğer Peygamberlerinkavimlerine gönderilmiş olduklarını ve kavimlerin takdir edilmiş vakitleri gelince inkârları yüzünden helâke uğramış, birer ibret verici tarihi olay teşkil etmiş olduklarını bir uyanma vesilesi olmak üzere beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kavmi tarafından yalanlanmaya devam edilen Peygamber de, Hud ve Salih Aleyhimesselâm da vaki olan devamlı ve güzelce davetine rağmen kavminin îman etmesinden ümidi kesince Cenab-ı Hak’ka dua ve niyâzda bulunarak (dedi ki: Yarabbi!. Beni tekzib ettikleri için) bu sebepten dolayı onlara karşı (bana yardım et) artık onları durumlarını ıslah etmiyecekler, benim için onlardan intikam al, onları lâyık oldukları âkibete kavuştur.
40. Cenab Hak da vahyen buyurdu ki: Biraz sonra elbette ki pişman olarak sabahlayacaklardır.
40. Hak Teâlâ Hazretleri de o Peygamberinin bu dua ve niyâzını kabul edip kendisini ilâhi vahyi ile müjdeleyerek (buyurdu ki: biraz sonra elbette ki) o kavim kendilerine gelen azabı görürler de (pişman olarak sabahlayacaklardır.) Öyle küfre, yalanlamaya devam etmiş olduklarından dolayı pişman olacaklarsa da kendilerine bir faide vermiyecektir.
41. Derken onları gerçekten bir ses yakaladı da biz onları bir sel süprüntüsü kıldık. Ardık zalimler olan kavim için bir uzaklık olsun.
41. (Derken) onlar öyle yalanlamalarına devam ederken ansızın (onları hakkiyle bir ses yakaladı) kendileri için takdir edilmiş olup müdafaası mümkün olmayan bir ilâhi azap meydana geldi. (de) o ses sebebiyle (biz onları bir sel süpürüntüsü kıldık) “Husa” selin getirdiği çerçöp ki, su üstünde veya kenarında görünür. (artık zalimler olan kavim için) öyle Peygamberlerini tekzib eden inatçı bir millet için Allah’ın rahmetinden (bir uzaklık olsun) onlar kendi kuvvetlerini kendileri hakkında pekhayır dileyen Peygamberleri aleyhine sarfettikleri için böyle bir bedduaya, bir helâke lâyık olmuşlardır.
42. Sonra onların ardından başka başka kavimler vücuda getirdik.
42. Allah Teâlâ Hazretleri bu mübârek sûrede üçüncü bir kıssa olmak üzere de özet olarak buyuruyor ki: (Sonra onların ardından) öyle Peygamberlerini yalanlamaları yüzünden helâke mâruz kalan Nuh ve Hud kavimlerini müteakip (başka başka kavimler vücude getirdik) Salih, Lût, Şüayb Aleyhimesselâm gibi Peygamberlerin kavimleri gibi çeşitli milletler vüdude getirilmiş oldular, onları da kendi itikatlarına; amellerine göre lâyık oldukları âkibetlere kavuştular. Bütün onların tarihi hayatı umum insanlık için birer ibret levhasıdır.
43. Hiçbir ümmet, ecelini geçemez ve geriye de kalamazlar.
43. Her kavmin, her insanın bir hayat müddeti vardır, bu Allah katında malûmdur, Levh-i Mahfuzda yazılıdır. Binaenaleyh (hiçbir ümmet, ecelini geçemez) daha hayatı müddeti tamam olmadıkça ölüp gidemez. (ve geriye de kalamazlar) hayatları müddeti tamam olduğu takdirde artık bir saniye bile yaşayamazlar.. Takdiri ilâhiyi kimse değiştirmeye kâdir değildir. Binaenaleyh o kavimler de takdir edilmiş olan zamanları gelince hemen mahvolup gitmişlerdir.
44. Sonra birbirinin ardından Peygamberlerimizi gönderdik. Her ne zaman bir ümmete Peygamberi geldi ise onun tekzib ettiler. Artık biz de onların bazılarını bazılarına helâk suretiyle tâbi kıldık ve onları birer acayip hâdise kılmış olduk, artık îmân etmezler olan bir kavim için uzaklık olsun.
44. Hak Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: (Sonra) öyle çeşitli kavimleri vücut sahasına getirdiğimiz gibi o kavimlere (birbirini müteakip) aralarında uzunca zamanlarbulunmayarak teker teker (Peygamberlerimizi) de (gönderdik) o muhterem Peygamberler, o kavimleri ilâhi dine davet, kendilerini uyandırmaya gayret edip durdular. Buna rağmen (her ne zaman bir ümmete Peygamberi geldi ise onu yalanladılar) işte Ad, Semud gibi kavimler bu cümledendirler. (Artık biz de onların) o eski asırlar kavimlerinin (bazılarını bazılarına) o yalanlamaları sebebiyle katmak hususunda (tâbi kıldık) artık onlardan insanlar arasında birer ibret verdi haberden başka bir şey kalmamış oldu. (ve onları birer ibret hâdisesi kılmış olduk) tâki, onların başlarına gelmiş olan felâketleri işitip duranlar onlardan öğüt almış olsunlar. (artık îman etmezler olan bir kavim için) Allah’ın rahmetinden (uzaklık olsun.) Öyle birnice âyetleri, hârikaları gördükleri halde ve kendilerinden evvelki kavimlerin başlarına gelmiş olan felâketleri işitip bildikleri halde onlardan uyanma hissesi almamış bulunan cemiyetler elbette öyle öldürücü bir âkibete lâyıktırlar. Muhakkaktır ki: Kâfirler kurtuluş bulmazlar, ergeç ilâhi azaba kavuşurlar. Müminler de hikmet gereği geçici bir takım dünyevî sıkıntılara uğrasalar da sonları selâmettir, onlar için kurtuluş ve saadet takdir edilmiştir. Onlar dünyada da güzel bir ad bırakmış olurlar.
“Minnet hüdaya devleti dünya fena bulur”
“Baki kalır sahife-i âlemde adımız”
§ Ahâdis; hâdisin çoğuludur ki: Sonradan olan şey, söylenilen söz, insandan sonra baki kalan zikir, nam ve nişan demektir. Peygamber efendimizin mübârek sözlerine, fiilerine ve gördüğü halde men etmediği şeylere de hadis-i şerif denilir. Yahut ühdûsenin çoğuludur ki, kendisinden şaşılacak olan hikâye demektir.
45. Sonra Musa’yı ve kardeşi Harun’u âyetlerimizle ve bir açık delil ile gönderdik.
45. Bu mübârek âyetler de dürdündü kıssaolmak üzere Musa ve Harun Aleyhimesselâm’ın birçok mucizeler ile, pek kuvvetli bir delil ile Firavunu ve kavminin eşrafını îmana davete görevli olduklarını bildiriyor. Firavun ile kendisine tâbi olanların ise böbürlenerek o iki yüce Peygamberi yalanlamaya cür’et etmiş, nihayet helâke maruz kalmış olduklarını, Hz. Musa’ya ise kavminin hidayete nâil olabilmeleri için Tevrat kitabı verilmiş olduğu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sonra) o eski kavimlere gönderilen Peygamberleri müteakip (Musa’yı ve kardeşi Harun’u) da (âyetlerimizle) çeşitli mucizeler ile, onların peygamberlik iddiasında doğru olduklarını gösteren bir takım hayvancıkların ortaya çıkması gibi, Taunun, kıtlık ve pahalılığın yüz göstermesi gibi deliller ile ve özellikle (bir açık delil ile) asa gibi bir harika ile, öyle çarpmasıyle taşlardan çeşmelerin fışkırmasiyle, denizin yanrılmasiyle sihirbazların meydana attıkları şeyleri yutup yok etmesiyle temayüz etmiş olan pek kuvvetli bir mucize ile (gönderdik) yani: Kudret ve azametle o iki muhterem Peygamberi ilâhi dinî tebliğ etmekle görevlendirdim.
46. Firavun’a ve onun kavmine. Onlar ise ululandılar ve kendilerini yüksek görür bir kavim oldular.
46. Evet.. O iki zat (Firâun’a ve onun kavmine) Firavun’un eşraftan sayılan cemaatine gönderildi, onlara gidip: Yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz, ondan başka mâbut yoktur” diye tebligatta bulundular. (onlar ise) Firâun ile kendisine tâbi olanlar ise (ululandılar) kibirlice bir vaziyet aldılar (ve kendilerini yüksek görür bir kavim oldular) hakkı kabulden kaçındılar, başkalarını kahır pençeleri altında yaşatabilmek istediler. O mübârek Peygamberlerin değerinin yüceliğini takdir edemediler.
47. Binaenaleyh dediler ki: Bizim benzerimiz olan iki insana îmân eder miyiz onların kavmi ise bizim için kulluk edenlerdir.
47. (Binaenaleyh) öyle kibirlice, ve inatçı bir şekildeki tavırlarından dolayı (dediler ki: Bizim benzerimiz olan iki insana) bizim gibi insanlık vasfını taşıyan iki şahsa (îman eder miyiz?.) onları tasdik ederek yalnız bir Allah’ın varlığına inanır mıyız? (onların kavmi ise) İsrailoğulları ise (bizim için kulluk edenlerdir) onlar birer köle gibi bize zilletle boyun eğmiş bulunanlardır. Artık onları nasıl tasdik edebiliriz?
48. Bu cihetle onları tekzib ettiler de artık helâk olmuş olanlardan oldular.
48. (Bu yüzden) böyle yanlış bir düşünce, bir iddia neticesi olarak (onları) Hz. Musa ile Hz. Harun’u Firavun ile taraftarları (yalanladılar artık) Firavun ile kendisine tâbi olanlar (helâk olmuş olanlardan oldular.) Kızıl Deniz’de boğulup gittiler, onların iddia ettikleri kuvvetleri, mevkileri kendilerini böyle bir felâketten kurtaramadı. Öyle zayıf, köle sandıkları İsrailoğulları selâmet sahasına erdi, kendileri ise denizin dalgalar arasında mahvolup gittiler.
49. Andolsun ki, Musa’ya kitap verdik, kavmi hidayete erebilsinler.
49. (Andolsun ki,) muhakkak bir ilâhi lütuftur ki, (Musa’ya) Firavun’un boğulması ve helakinden sonra (kitap verdik) ona Tevrat’ı indirdik. O mübârek kitabın hükümlerini kavmi olan İsrailoğulları’na telkin buyursun da o sayede onun kavmi, sapıklıktan, cehaletten kurtularak (hidayete) hak yola, marifetlere, dinlerinin hükümlerini idrake (erebilsinler diye) kendilerini öyle bir nimete nâil kıldık. Artık onlar da bu ilâhi lütuftan istifade edemez de inkâra, yalanlamaya kalkışırlarsa elbette ki, onlar da Firavun ile taraftarlarının kötü sonuna uğrarlar. “Bu mübârek âyetler gösteriyor ki: Bir takım cahiller, Peygamberleri de kendileri gibi birer insan gördükleri için onlara tâbi olmayı bir alçalma sanmışlardır. Halbuki, insanlar, insanlık itibariyle eşit iselerde haiz oldukları üstün vasıflar itibariyle eşit değildirler. İnsanlar bu bakımdan muhtelif tabakalara ayrılmışlardır. Hak Teâlâ Hazretleri bir kısım kullarını hikmeti gereği bir büyük yeteneğe nâil kılmıştır. Onlar birer temiz ruh ile yükseltmiştir, onları birer mukaddes kuvvet ile desteklemiştir, onlarda ruhani ve cismani birer harikulâde yücelik tecelli etmekte bulunmuştur. Artık öyle seçkin, yüce yaratılış sahibi zatların pek hayır diler tekliflerine, tavsiyelerine iltifat edilmesi, onun pek büyük bir selâmet vesilesi telâkki olunması icabetmez mi? İşte bu yüceliği takdir edemiyen Firavun ile onun gibi bir insanın maddî servetine, saltanatına bakarak kendisine tapınmakta bulunan cahil kavmi sonunda lâyık oldukları fecî âkibete kavuşmuşlardır. Bu kudret harikasını gören israiloğulları da daha sonra Musa Aleyhisselâm’a karşı isyankârca bir vaziyet alarak onun emirlerine, Tevrat’ın hükümlerine muhalefette bulunmuşlar, bu yüzden bir yıldırım azabına tutulmuşlardır.
§ Hud, Salih, Musa ve Harun Aleyhimüsselâtü vesselâmın kıssaları için “Bakara”, “Araf”, “Yûnus”, Hud”, “İbrahim”, “İsrâ”, “Kehf”, “Ta Ha”, “Enbiya” sûrelerinin tefsirine de müraacat ediniz!.
50. Ve Meryem’in oğlunu ve anasını bir harika kıldık ve ikisini bir oturaklı ve akar sulu yüksek bir mekânda barındırdık.
50. Bu mübârek âyetler de Hz, İsa ile muhterem annesine ait beşinci kıssaya ve onların birer ilâhi kudret alameti olduğuna işaret ediyor. Allah’ın dininin yalnızca İslâm dininden ibaret bulunduğunu bildiriyor. Buna rağmen milletlerin muhtelif fırkalara ayrılıp dinlerini aralarında parçalamış ve her taifenin kendi diniyle sevinçli bulunmuş olduğunu gösteriyor. Öyle sapıklık içinde kalmış taifelerin dünyadaki maddî varlıklarının bir kıymeti olmadığını, onların haklarında hayır ve saadetin takdir edilmiş bulunmadığını beyanbuyurmaktadır. Allah Teâlâ kudret ve yüceliğine diğer bir delil olmak üzere buyuruyor ki: (Ve Meryem’in oğlunu) İsa Aleyhisselâmı (ve) bu yaradılış harikasının (anasını) Hz. Meryem’i (bir harika kıldık) onları yüce kudretime delâlet eden birer âyet olarak vücude getirdik. Çünkü Hz. Meryem, son derece temiz yaratılışa sahip olup kendisine hiçbir erkek temas etmemiş olduğu halde Hz. İsa gibi bir melek yüzlüyü doğurmuştur. İsa Aleyhisselâm da babası olmaksızın dünyaya gelmiş, daha beşikte iken annesinin temizliğini, kendisinin peygamber olduğunu söylemiş, nasıl bir kudret hârikası olduğunu göstermiştir. İşte bunlar, ne kadar büyük bir ilâhi kudret alâmetidir, işaretidir. (Ve ikisini) Hz. Meryem ile muhterem oğlunu (bir oturaklı) sabit, geniş, kolaylıkla üzerinde oturulur bir yerde (ve akar sulu) gözlerin göreceği şekilde açıktan akan bir ırmak civarı olan (yüksek bir mekânda barındırdık.) Bu mekandan maksat ise İbni Abbas Hazretlerine göre Beytülmukaddestir. Diğer zatlara göre de ya Dımışk’tır veya Remke’dir veya Mısır’dır. Veyahut Filistin topraklarıdır.
§ İyva; İskân etmek, bir yere götürüp yerleştirmek ve ilticada bulunmak manâsınadır.
§ Rebve; Yerden yüksek olan mekân demektir. “Main” açıktan akıp gözler ile görülen sudan, ırmaktan ibarettir. İsa Aleyhisselâm için Al-i İmran, Nisa ve Meryem sûrelerinin tefsirine de müracaat ediniz!.
51. Ey Resuller! Safi, helâl şeylerden yiyin ve iyi amelde bulunun şüphe yok ki, ben sizin her yapar olduğunuz şeyi tamamiyle biliciyim.
51. Ve Allah Teâlâ beşeriyete vakit vakit birer Peygamber olarak göndermiş olduğu zatlara olan ilâhi hitabını şöylece hikaye buyuruyor: (Ey Resûller!.) Her biriniz, tayyibattan yani: (Safi, helâl şeylerden) yiyilmeleri mübah olan leziz yiyeceklerden, meyvelerden (yiyin ve iyiamelde bulunun) farz ve nafile ibadetlere gizli ve açık olarak devam edin. (şüphe yok ki, ben sizin her yapar olduğunuz şeyi) zahiri ve bâtıni amellerinizi (tamamiyle biliciyim) Bir olan yüce zatıma hiçbir şey gizli kalamaz. Herkese amellerine göre mükâfat veririm, artık yüce mabûdunuzdan başka hiçbir kimseden korkmayarak ibadet ve itaatinize devam edin.
52. Ve muhakkak ki bu, İslâmiyet bir tek din olarak hepinizin dinidir. Ve ben de Rabbinizim, artık bana ittikada bulunun.
52. (Ve) Ey Resûller!. Ve ey ümmetler. (Muhakkak ki, bu) beyan olunan İslâm dinî ilâhi şeriat (bir tek din olarak hepinizin dinidir.) Hepinizin bu dinî vahdet üzere devam ve sebat etmeniz gereklidir. (ve) bu din, aranızda tek din olduğu gibi (ben de Rabbinizim) sizi yaratan, besleyen, size rızık ihsan eden ancak benim. Bu hakikati kabul etmeyen şirke düşmüş, helâk olmuş olur. (Artık bana ittikada bulunun) benim bir olan zatımdan korkun, ilâhi dine aykırı hareketlerden kaçının, muhtelif kitaplara tâbi olarak boş ihtilâflara düşmeyin.
53. Fakat ümmetler, fırka fırka olarak aralarında dinlerini parçaladılar. Her fırka kendi yanlarında olan ile mesrurlardır
53. (Fakat) böyle bir ilâhi uyarıya rağmen (ümmetler grup grup olarak) farklı cereyanlara kapılarak, veya muhtelif kitaplara tâbi olarak (aralarında dinlerini parçaladılar) birlikten sonra iltilâfa düştüler, Yahudi, Hıristiyan, Ateşperest vesaire gibi milletler, muhtelif dinlere tâbi oldular. Ve (her fırka kendi yanlarında olan ile sevinçlidirler.) hakiki bir dine, yani: İslâm dinine mensup olanlar, bu mukaddes dinleriyle övünür ve sevinir oldukları gibi, bâtıl, bozulmuş dinlere mensup olanlar da kendilerinin o makbul olmayan dinlerinden dolayı memnun ve hoşlanır bulunmaktadırlar. Bunlar ne kadar sapıklık içinde yaşadıklarının farkında değildirler.Kendilerine tebliğ edilen İslâmiyeti, o hakiki, ilâhi dinî kabule yanaşmıyorlar.
§ Zubur, kelimesi, Zeburun çoğulu olup fırkalar manasınadır. Kitaplar mânâsını da ifade eder.
54. Artık sen onları kendi sapıklıklar! içinde bir zamana kadar terk et.
54. (Artık) Ey hâtemülmürselin!. (Sen onları kendi sapıklıkları içinde bir zamana kadar terket) seni inkâr eden Mekke’deki kâfirleri vesair müşrikleri katledilecekleri veya ölüp gidecekleri bir vakte kadar içine batmış oldukları küfür ve sapıklık dalgaları içinde bırak, onların azaplarını acele isteme. Sen vazifeni ifa etmiş bulunuyorsun, onların halinden, azaba hemen uğramamış olduklarından dolayı üzülmeye lüzum yok, onlar lâyık oldukları âkibete elbetteki, kavuşacaklardır. Bu, Resûl-i Ekrem hakkında bir tesellidir.
55. Zannediyorlar mı ki, onlara kendisiyle imdad ettiğimiz mal ve evlât ile.
55. Evet.. O inkârcılar, o bâtı1 inanç sahipleri (zannediyorlar mı ki, onlara kendisiye imdat ettiğimiz mal ve evlât ile) öyle dünyada hal rızk, çoluk çocuk vermiş olmakla onları hayra kavuşturmak isteriz. Ne yanlış bir kuruntu!.
56. Onlar için hayırları hususunda acele ederiz. Hayır anlamıyorlar.
56. Evet Zannederler mi ki, kendilerine öyle muvakkat şeyleri vermekle (onlar için hayırları hususunda acele ederiz.) Onları biran evvel hayra kavuşturmak dileriz. Ne boş bir düşünce!. (Hayır) onlar (anlayamıyorlar) kendilerinin hayırdan ne kadar uzak olduklarını bilemiyorlar. Kendilerine verilen fâni, dünyevî şeyler, bir yaşça helâke götürmek içindir, yani: Kâfirlere hacetlerini, istedikleri dünyevî şeyleri vakit vakit verip onları yavaş yavaş azaba yaklaştırmak içindir. Onlar azsonra yakalanacaklar, lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Nail oldukları nimetlerin şükrünü ifa etmemiş olacakları için bundan dolayı da ayrıca cezalandırılacaklardır. Binaenaleyh öyle hakiki bir dinden mahrum kimselerin dünyada geçici bir zaman için elde edebildikleri fani varlıkların, servetlerin haddizatında bir kıymeti yoktur, gıpta edilecek, kazanılmaya ve takibine çalışılacak şey, müminlerin halleri ve davranışlarıdır.
57. Muhakkak o kimseler ki, onlar Rablerinin korkusundan dolayı daima korku üzere bulunur kimselerdir.
57. Bu mübârek âyetler, hayırlara ve iyiliklere koşup duran müminlerin dört güzel vasfını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Hayır işlere ibadet ve itaate hulûsi kalp ile koşan zatlara gelince (muhakkak o kimseler) dir (ki:) onlarda başlıca dört güzel haslet mevcut bulunur. Birincisi: (Onlar Rablerinin korkusundan) onun rızasına muhalif harekette bulunmak endişesinden (dolayı daima korku üzere bulunur kimselerdir) onlar daima ilâhi azabı düşünür, ilâhi rızaya muhalefetten sakınınlar.
§ İşfak; korkmak, tam bir rikkaz ve zaaf ile bir korku ve endişe üzere bulunmaktır. Esirgemek, merhamet etmek manâsına da gelir.
58. Ve o kimseler ki, onlar Rablerinin âyetlerine îmân ederler.
58. (Ve) onlar (o kimseler) dir (ki, Onlar Rablerinin âyetlerine îman ederler) Kur’an-ı Kerim’i tasdikte bulunurlar. Cenab-ı Hak’kın ilahlığını, birliğini, kudret ve büyüklüğünü gösteren yaratılış eserlerini müşahede ederek bunlar ile de kâinatın varlığına, birliğine, yüce sıfatlarına delil getirmiş olurlar. Bu da onların ikinci vasfıdır.
59. Ve o kimseler ki, onlar Rablerine ortak koşmazlar.
59. (Ve) o muhterem zatların üçüncü vasfı da (onlar) o zatlardır ki (Rablerine ortak koşmazlar.) Kendilerini yaratmış, lütuf ve ihsanına nâil kılmış olan yüce yaratıcının hiçbir hususta ortak ve benzeri olmadığını bilir, ibadetlerini pek hâlisane ifa eder, gösterişten, öyle bir gizli şirkten de kaçınırlar.
60. Ve o kimseler ki, onlar Rablerinin huzuruna muhakkak varacaklarından dolayı kalpleri şiddetli korkarak verdiklerini sadakaları vesaireyi verirler.
60. (Ve) onların dördüncü güzel vasıflarına gelince onlar (o kimseler) dir (ki, onlar Rablerinin huzuruna muhakkak varacaklarından) kıyamet gününde yeniden hayat bulup mahşere, bir mahkemei kübraya sevk edileceklerinden, orada dünyadaki amellerine göre mükâfat veya cezaya uğrayacaklarından (dolayı kalpleri şiddetli korkarak) kendilerinden kabul edilmeyeceğini, kendilerini ilâhi azaptan kurtaramıyacağını düşünerek (verdiklerini verirler.) Zekâtlarını, sadakalarını fakirlere dağıtırlar veya üzerlerindeki diğer emanetleri sahiplerine teslim ederler, uhrevî sorumluluktan korkarak böyle salih amellere koşarlar.
61. İşte onlar hayırlarda sür’at gösterirler ve onlar onun için ileri gidenlerdir.
61. (İşte onlar) bu dört güzel vasfa sahip olan zatlar ki, (hayırlarda sür’at gösterirler.) Ölüm gelmeden evvel öyle iyi amelleri ifaya koşarlar. (Ve onlar) o zatlar (onun için) o iyi amelleri yerine getirmek için (ileri gidenlerdir) başkalarından öne geçenler onlardır. Onlar, daha ahirete gitmeden bu güzel amelleri ifaya çalışmış bulunurlar. İşte hakikaten mutlu, gelecekleri tamamen temin edilmiş yüce makamlara sahip olan zatlar da bunlardan ibarettir. Yoksa bir takım ihtilâflara düşmüş, kendileri için tevhid dinine muhalif birer din edinmiş kimseler değildir. Allah katında makbul olan dinî tevhidin yani İslâm dininin ise bütünmübârek hükümleri hikmet ve menfaate uygun, tatbiki her bakımdan kolay olan pek faideli şeylerden ibaret bulunmaktadır.
62. Ve biz bir kimseye gücünün yettiğinden başka bir şey ile teklifte bulunmayız ve bizim katımızda bir kitap vardır ki, hakkı söyler ve onlar zulm olunmazlar.
62. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ Hazretlerinin kullarını güçlerinin üstünde bir şey ile mükellef kılmayacağını ve ahvalin hakikatını söyleyen bir kitabın varlığını ve hiçbir kimsenin zulme uğramayacağını bildiriyor. Küfür içinde kalmış olanların başlıca üç tür kötülüğü işler bulunduklarını, onların başlarında bulunup kendilerini saptıranların azaplara giriftar olacaklarını, fakat onlara artık yardım edilmeyeceğini, çünkü onların kendilerine telkin edilen âyetleri dinlemeyip gerisin geriye kaçındıklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve biz bir kimseye gücünün yettiğinden) gücünün üstünde (bir şey ile) bir ibadet ve itaat ile (teklifte bulunmayız) iyi kulların yaptıkları ibadetler de onların güçlerinin üstünde değildir. Evet Cenab-ı Hak, merhametlidir, herşeyin sahibidir, kullarını zor şeyler ile mükellef kılmaz. Meselâ: Ayakta namaz kılamayacak bir kuluna oturduğu yerde namaz kılmasına, oruç tutamıyacak bir kulunun iftar etmesine müsaade buyurmuştur. (Ve) o Yüce Yaratıcı şunu da buyuruyor ki: (ve bizim katımızda) kudret katımızda (bir kitap) yani: Levh-i Mahfuz veya herkese ait bir amel defteri (vardır ki,) o apaçık kitap (hakkı söyler) herkesin söz ve fiilleri o kitapta yazılmıştır, ona bakılınca her şey bilinmiş olur. Cenab-ı Hak, her şeyi bizzat tamamen bilici oduğu halde her şeyi de öyle bir kitapta tesbit buyurmuştur. (Ve onlar) bütün halk (zulmolunmazlar) hiçbir kimsenin iyi amelleri noksan gösterilmez. Kötü amelleri de arttırılmış olmaz, ilâhi adalet her bakımdantecelli eder.
63. Fakat kâfirlerin kalpleri bundan derin bir cehalet içindedir ve onlar için bundan başka işler vardır. Onlar o işler için çalışanlardır.
63. (Fakat kâfirlerin kalpleri bundan) bu beyan olunan hakikattan veya bunu bildiren Kur’an-ı Kerim’den veya koruyucu meleklerinin tesbit ettikleri amel defterinden (derin bir cehalet içindedir) onlar gaflet ve inkâr dalgaları arasında gark olup gitmiş bir haldedir. (ve onlar için) o kâfirlere mahsus (bundan başka) böyle kalpleri bir cehalet içinde kalmış olmaktan aynı (başka işler) de (vardır) onlar devam ederler, onlar öylece bâtıl, kötü şeyleri adet üzere işleyerek lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır.
§ Gamre; şiddet, zahmet, insanlardan bir galiplik ve örtmek manâsınadır. Yeryüzünü örttüğü için denize gamr” denilir. Hayret ve derince tefekkür manâsında mecazdır.
64. Nihayet biz onların ileri gelenlerini azap ile yakaladığımız zaman onlar o an bağırıp yalvarmağa başlarlar.
64. (Nihayet biz onların ileri gelenlerini) onların eşrafından sayılıp kendilerine servet, çoluk çocuk verilmiş bulunanlarını (azap ile yakaladığımız zaman) yani: Bedir savaşında öldürülecekleri vakit veya Resûlullah’ın duasiyle kendilerine âriz olacak olan açlık, kıtlık ve pahalılık zamanındaki, köpekleri, laşeleri, kendi çocuklarını bile yemeğe mecbur kalmışlardır. Elbette (onlar) kâfirler, öyle bir felâkete maruz kalacaklarını evvelce düşünmemiş olanla inkârcılar, (o an) o felâket zamanı (bağırıp yalvarmaya başlarlar) feryat ve figan ederek Cenab-ı Haktan yardım istemekte bulunurlar. Na yazık ki artık vakti geçmiştir.
§ Mutrif; nimet, servet sahibi, rahat yaşayan kimse, ileri gelenler ve eşraf manasınadır.
§ Ce’r ve cüar; feryat ve figan, yakarmak için ses kaldırmak, yardım için müracaat edip yalvarmak demektir.
65. Bugün bağırıp yalvarmayınız. Şüphe yok ki, siz bizden yardım olunamazsınız.
65. Allah tarafından bir lisanı hal ile onlara denilir ki: Siz (Bugün bağırıp yalvarmayınız) artık bu dua ve niyâzınız sizin için bir faide verecek değildir. (şüphe yok ki, siz bizden yardım olunamazsınız) bizim tarafımızdan sizi kurtaracak bir yardıma nâil olamazsınız. Sizdeki başlıca üç kötü özellik bu mahrumiyetinize sebeptir.
66. Muhakkak ki, size karşı benim âyetlerim, okunuyordu da siz ardınıza dönüyordunuz.
66. Evet.. Siz ilâhi yardıma kavuşma selâhiyetini kaybetmiş bulunuyorsunuz (muhakkak ki, size karşı benim âyetlerim okunuyordu da) Kur’an-ı Kerim’in âyetleri sizi uyandırmak için ehli îman tarafından tilâvet olunuyor, ahkâmı sizlere tebliğ buyuruluyordu da (siz ardınıza dönüyordunuz) o mübârek Kur’anın âyetlerini dinlememek için gerisin geriye kaçıyordunuz. İşte yardımdan mahrum olmanıza birinci sebep budur.
§ Nükûs; ardına dönmek, geri çekilmek demektir. Burada haktan kaçınmak manâsınadır.
67. Onunla böbürlenerek geceleyin konuşan bir cemaat halinde hezeyanlarda bulunuyordunuz.
67. Evet.. Ey Hz. Muhammedin peygamberliğini inkâr eden kâfirler!. Siz (onunla) Kâbede bulunmakla, onun hizmeçileri olmakla (böbürlenerek) iftihar ederek İslâm dinini kabul etmiyor, biz Allah’ın harem evinin halkıyız, bize kimse galip alamaz diyordunuz, halbuki siz Allah Teâlâ’ya âsi oluyor harem-i şerifin kadrini, hürmetini ihlâl ediyordunuz, bu da muhrum olmanızın ikinci sebebidir. Ve sizler(geceleyin) Beytülharemin çevresinde toplanıp (konuşan bir cemaat halinde hezeyanlarda bulunuyordunuz) Resûl-i Ekrem’in ve onun mübârek ashabının aleyhinde lakırdı sarfediyordunuz, Cenab-ı Hak’ka îmandan, onun Peygamberini tasdikten, Kur’an-ı Kerim’i kabulden kaçınıyordunuz. Mucize Kur’an’a sihir ve şiir demekten sıkılmıyordunuz. İşte bu da mahrum olmanızın üçüncü sebebidir. Artık bu inkârcı vasıflar ile yaşayıp ölenler, ilâht yardıma, rahmeti subhaniyeye nasıl nâil olabilirler?.
§ Samir; geceleyin konuşan cemaat demektir. Müsamere de geceleyin konuşmak ve eğlence yapmaktır.
§ Hucr; da fuhş, hezeyan, kötü lakırdıları söylemek, çoğulu “Hevacir” dir.
68. Ya o kelâmı hâlâ tefekkür etmezler mi? Yahut onlara evvelki atalarına gelmemiş bir şey mi gelmiş oldu.
68. Bu mübârek âyetler, ilâhi yardım nâil olamayacak olan inkârcıların dört cahilce zanlarını reddediyor. Kendilerine yönelip şereflerine, iyilikle anılmaya nâil olmalarını sebep olacak olan Kur’an-ı Kerim’den kaçındıklarını bildiriyor. Öyle kâfirlerin hevalarına uymanın ne büyük felâketlere sebebiyet vereceğini ihtar eyliyor. Resûl-i Ekrem’in ise âlemlerin rızkının yegâne vericisi olan yüce yaratıcının rızası için dinî hükümleri insanlara tebliğ etmekte olup karşılığında kimseden bir ücret istemediğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: son peygamber Hazretlerinin ve ona indirilen Kur’an-ı Kerim’in aleyhinde söz söyleyen o cahil, dinden mahrum kimseler (ya o kelâmı) Resûl-i Ekrem’in doğruluğuna delalet ve şahitlik eden Kur’an-ı Kerim’i (hâlâ tefekkür etmezler mi?.) Onun ne büyük bir mucize olduğunu, insanlık için ne yüksek bir hareket bulunduğunu düşünmezler mi?. Ne için onun hakkında öyle kâfirce iddialarda bulunurlar?. Bu onlarınbirinci fasıt zanlarıdır. (yahut onlara) o inkârcı şahıslara (evvelki atalarına gelmemiş bir şey mi gelmiş oldu?.) Meselâ: İsmaili takib eden Adnan, Kahtan gibi kabilelere ve diğer insan topluluklarına Allah tarafından birer Peygamber, birer şeriat, birer kitap gönderilmiş olduğu halde yalnız o inkârcılara mı bunlar gönderilmiş bulunuyor?. Onlar böyle bir zanda mı bulunuyorlar, bu da onların ikinci bâtıl kuruntuları demektir. Halbuki, Cenab-ı Hak, bütün eski milletlere de Peygamberleri vasıtasiyle ilâhi hükümlerini bildirmiş, onları da ilâhi dinine davet buyurmuştur.
69. Yoksa Peygamberlerini bilmediler mi? Bunun için midir ki, onu inkâr edicilerdir.
69. (Yoksa) Hz. Peygamber zamanındaki inkârcılar (Peygamberlerini bilmediler mi?.) kendilerine Allah tarafından Peygamber gönderilmiş olan Hz. Muhammed Aleyhisselâtü vesselâmı pekâlâ bilirler. O mübârek zatın ne kadar doğruluk ve emniyetle, güzel ahâk ile vasıflanmış ve hiçbir kimseden bir şey öğrenmemiş olduğu halde ne kadar fevkalâde dinî olgunluklara sahip olduğunu görüp bilmiyorlar mı? (Bunun için midir ki) bu bilmeyişlerinden dolayı mıdır ki (onu) o yüce Peygamberi (inkâr edicilerdir.) İşte bu inkârları da onların üçüncü bâtıl zanları ve iddialarıdır. Çünkü o pek büyük Peygamberin yüksek hayatı, ahlâki faziletleri ve yaydığı dinin kutsiyeti, insanlığın mutluluğunu temin edecek bir mahiyette bulunduğu zâhirdir. Her insaflı ve düşünen insanın tasdik edeceği bir vaziyette bulunmaktadır.
70. Yoksa onda cinnet vardır mı diyorlar? Hayır onlara hak ile gelmiştir. Halbuki, onların ekserisi haktan hoşlanmayanlardır.
70. (Yoksa) o inkârcılar (onda) o yüce Peygamber’de (cinnet vardır mı diyorlar?.) ne kadar bâtıl olduğu açık kâfirce bir zan!. İşte bu zan da onların pek çirkin, bâtıl olduğu açık olan dördüncü zanlarıdır. Halbuki, opeygamberlerin en üstünü, akıl, zihin ve görüş bakımından bütün insanlığın üstündedir. Onun bütün hareket tarzı, bütün yüce tebligatı kendisinin ne kadar temiz bir ruha, ne kadar nurani bir kalbe, ne kadar hikmetli bir idareye, ne derece faideler sağlayan bir emir yasağa sahip olduğunu gün gibi açık bir şekilde gösterip durmaktadır. (Hayır) o inkârcılar çok büyük bir zulmet cehalet içinde kalmışlar, bu hakikatı takdir edemiyorlar. O eşsiz Peygamberi ise (onlara) o inkârcılara (Hak ile gelmiştir) Kur’an-ı Kerim gibi ilâhi bir kitap ile gönderilmiştir, onun bütün beyanatı hakikatın kendisidir. (halbuki onların) o inkârcıların (ekserisi hakkı çirkin görenlerin) onlar kendi zararlı isteklerine tâbi, hayvani şehvetlerine esir oldukları için hakkı çirkin görerek ondan kaçınırlar. Onların bir takımı da başlarında bulunan şahıslara fazlaca uyarak sırf bir korku, bir taklit, bir maddî menfaat tesiriyle öyle inkârda devam ederler. Fakat bazıları da daha sonra uyanır, güzelce düşünmeye başlar, hakkı kabul eden, Allah’ın yardımlarına nâil olarak İslâm şerefine nâil bulunur.
71. Eğer hak onların hevalarına uyacak olsa idi elbette gökle ve yer onlarda olanlar fesada uğramış olurdu. Hayır.. biz onlara şereflerine vesile olacak olan Kur’an’ı, getirdik, onlar ise kendi vesilei şerefleri olan Kur’andan yüz çevirenlerdir.
71. Evet.. Allah Teâlâ, yüce hikmet sahibi yüce yaratıcıdır. Bütün emirleri, yasakları birer hikmet gereğidir. Peygamberlerinin ifadeleri, tebliğ ettikleri kitaplar da birer hikmet ve faydayı içermektedir. Diyelim ki (eğer hak) harhangi hikmete uygun olan şey, mesela Kur’an-ın beyanları (onların) o inkârcıların (hevalarına uyacak olsa idi) meselâ, onların bâtıl iddialarına kıymet vererek Allah’ın birliğini inkâr, birden çok ilahın varlığına inansaydı veyahut faraza iki ilâh bulunsa idi (elbette gökler ve yer ve onlarda olanlarfesada uğramış olurdu.) bütün ulvi ve süfli âlemler böyle bir intizama sahip olamayıp bu görülen nizam ve intizamdan çıkmış bulunurdu, akla hikmete, hakikate uygun şeyler bulunmamış olurdu. Halbuki, bütün kâinattaki nizam ve ihtişam, bir hikmet sahihi yaratıcının varlığına şahitlik etmektedir. Bütün yaratılış eserlerinin hak ve hakikate, bir hikmet ve menfaate bağlı olduğu pek güzel görülmektedir. (Hayır biz onlara) o inkârcılara ya bütün insanlığa hakkı, yani: Onların şereflerine, iyilik ile anılmaya nâil olmalarına vesile olacak olan (Kur’an-ı getirdik) ki, o insanlığın iftihar ve şerefini temin edecek hak bir ilâhi kelâmdır. (Onlar ise) o inkârcılar topluluğu ise kendi şereflerine, dünyada ve ahirette güzel üne kavuşmalarına vesile olacak olan haktan o (Kur’andan yüz çevirenlerdir.) ona iltifat etmiyorlar, ondan feyz almak istemiyorlar, o sayede hakka kavuşup sapıklıktan kurtulmak arzusunda bulunmuyorlar, sapıklıklarında devam edip durmak istiyorlar.
72. Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? İşte Rabbin ecri daha hayırlıdır ve o rızık verenlerin en hayırlısıdır
72. (Yoksa) Ey yüce Resûl!. Sen onlardan, o inkârcılardan o peygamberlik karşılığında (bir ücret mi istiyorsun?.) Elbette ki, istemiyorsun. Öyle bir şeye asla muhtaç değilsin. (İşte) senin hakkında (Rabbin ecri) dünyadaki rızkı ve ahiretteki sevabı (daha hayırlıdır) daha geniştir, daha devamlıdır. (Ve o) yüce yaratıcı elbette ki (rızık verenlerin en hayırlısıdır) o seni dünyada da ahirette de rızıklandırır, büyük mükâfatlara nâil buyurur. Artık senin başkalarından bir ücret istemeğe ne ihtiyacın olabilir ki, onlardan öyle bir talepte bulunasın?. Artık ne oluyor ki o pek yanlış düşünceli kimseler, senin peygamberliğini kabul etmiyorlar?. Nedir o kadar cehalet!. Kur’an-ı Kerim’in bu husustaki beyanatı daResûl-i Ekrem’in kadrini yüceltmekte ve aleyhinde bulunanların cahil olduklarını bildirmekte ve onları kınamaktadır.
73. Ve şüphe yok ki, sen onları dosdoğru bir caddeye davet ediyorsun.
73. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in pek doğru bir yola insanları davet buyurduğunun, ahirete îman etmeyenlerin ise o yoldan yüz çevirir olduklarını bildiriyor. Kendilerine merhamet edip de uğradıkları felâketler kaldırılacak olsa onların yine sapıklıklarında ısrar edeceklerini ve onların azaplara uğratıldıkları halde yine Cenab-ı Hak’ka yalvarıp niyâzda bulunmadıklarını ve kendilerine şiddetli bir azap yöneleceği zaman da ümitsizlikde kalıp duracaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki, Ey yüce Resûl!. Sen bütün insanlığa gönderilmiş bir Peygambersin (ve Şüphe yok ki; sen onları) insanları (dosdoğru bir caddeye) bir hidayet yoluna (davet ediyorsun) bütün selim akıllar, o yolun doğruluğuna, yolcularını selâmet ve saadete kavuşturacağına şahitlik eder. Artık nasıl oluyor da bir takım inkârcılar, senin peygamberliğini inkâra cür’et edebiliyorlar?. Bu ne büyük cehalet!.
74. Ve muhakkak o kimseler ki, ahirete îmân etmezler, elbette onlar yoldan sapıtmışlardır.
74. (Ve muhakkak o kimseler ki, ahirete îman etmezler) bu dünya hayatından başka hayat olmadığına inanırlar, kıyameti, sevap ve cezayı inkâr ederler (elbette onlar yoldan) takib edilmesi icabeden herhangi bir caddeden (sapıtmışlardır.) Binaenaleyh onlar asıl dosdoğru yol olan, mensuplarını selâmete eriştiren İslâmiyet yolundan da ayrılmış, sapık kimselerdir. Bundan dolayıdır ki, kendilerini bir felâh ve kurtuluş yoluna davet eden bir yüce Peygamberi de inkâra cüret gösterirler.
75. Ve eğer onlara merhamet etsen ve kendilerindeki zararı açıversen elbetteki, yineazgınlıklarında devam edip tereddütte bulunacaklardır.
75. Evet.. O inkârcılar, nankörler, kendilerine gönderilen Peygamberin, kendi haklarında ne büyük bir nimet olduğunu takdir edemiyorlar. (ve eğer onlara merhamet etsek) onları herhalde korumada bulunsak (ve kendilerindeki zararı) kıtlık ve pahalılığı, cemiyetlerine isabet eden yedi senelik bir açlık devresini (açıversek) giderip kendilerini genişliğe kavuştursak onlar (elbette ki, yine azgınlıklarında devam edip) o küfürlerindeki, böbürlenmelerindeki, aşırılıktan ayrılmazlar, yine (tereddütte bulunacaklardır.) Hidayeti kabule yanaşmıyacaklardır. Yine Resûl-i Ekrem’e düşmanlıkta bulunup duracaklardır.
§ Rivayete göre Peygamber efendimizin duası üzerine Mekke’deki müşrikler bir müddet kıtlık ve pahalılığa uğramış, pek aç bir halde kalmışlardı. Ebu Süfyan, Resûl-i Ekrem’e müracaat etmiş, sen âlemlere rahmet olarak gönderildiğini iddia ediyorsun, halbuki, kavmin açlıktan ölmekte bulunmaktadır, demiş, bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Evet.. Buyurulmuş oluyor ki: O bir kimsenin inkârcılar, öyle kimselerdir ki, kendilerine isabet eden musibetler de birer uyanma vesilesi olmak üzere bir rahmet eseri demektir. Fakat onlar yine uyanmazlar. Hattâ bu musibetler giderilip kendilerine büyük nimetler verilse de onlar yine nankörlüklerinde devam edip dururlar.
76. Andolsun ki, biz onları azap ile yakaladık, onlar yine Rableri için tevazuda bulunmadılar ve yalvarışta bulunmadılar.
76. Evet.. Onlar öyle küfürlerinde ısrar eden kimselerdir. (Andolsun ki) muhakkak bir hâdisedir ki (biz onları azap ile yakaladık) Bedir savaşında öldürülmeğe, esarete uğradılar ve senelerce kıtlık içinde kaldılar (onlar yine Rableri için tevazuda bulunmadılar) alçak gönüllü bulunarak onun af vemağfiretine iltica etmediler. (ve yalvarışta bulunmadılar) o kendilerine musibetlerin giderilmesi için kerim olan Rabbülâlemine dua ve niyâza başlamadılar, yine âdetleri olan kibir ve gururdan geri durmadılar.
77. Sonunda onların üzerine bir şiddetli azabı olan kapı açlığımız vakit de onlar onun içinde ümitsizliğe düşmüş şaşkın kimselerdir.
77. Evet.. Onlar öyle uyanıştan mahrum, kusuru itiraftan kaçınan, gafil kimselerdir ki: (Sonunda onların üzerine bir şiddetli azapkarin kapı açtığımız vakit de) yani: Bir savaş neticesinde katledilince veya ölünce vayahut kıyamet kopup kendilerini yakalayınca da (onlar onun içinde) öyle açılan müthiş bir felâket kapısı dairesinde (ümitsizliğe düşmüş şaşkın kimselerdir.) onlar, her türlü hayırdan, kurtuluş ümidinden mahrum kalmış lâyık oldukları cezaya kavuşmuş bulunurlar. Artık yaratılıştan sahip oldukları kuvvetleri kötüye kullanmayıp da bu elem verici âkibeti düşünmeli değil midirler?.
78. Halbuki, o, o yüce yaratıcı dır ki, sizin için kulağı ve gözleri ve kalpleri yaratmıştır. Sizler ise ne kadar az şükredersiniz.
78. Bu mübârek âyetler, kâinatın yaratıcısı Hazretlerinin insanlara vermiş olduğu bir kısım mühim kuvvetleri ve onları yeryüzünde yaymış olduğunu ve onların ahirete sevkedileceklerini bildiriyor ve o âlemlerin Rabbinin kudretiyle meydana gelen hayat ve ölüm hâdiselerini ve geceler ile gündüzlerin ihtilâfını uyanmak için gözlen önüne koyuyor. Bu kadar kudret eserlerini bir şekilde tefekkür etmeyen bir takım inkârcıların ise eski kavimler gibi ahiret hayatını inkâr edip buna dair beyanları eski milletlerin hurafeleri kabilinden saymak cehaletinde bulunduklarını teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey ahirete îman etmeyip doğru yoldan yüz çeviren, sapıklık içinde çırpınıp duran inkârcılar!. Siz neden böyle cahilce bir vaziyette bulunuyorsunuz?.(Halbuki o) sizi yaratan, sizi îman ile mükellef kılan (o) yüce yaratıcı (dır ki, sizin için kulağı) yaratmıştır, siz öyle bir işitme kuvvetine sahip, onunla birçok şeyleri, sizi uyandıracak hikmetli nasihatları işitirsiniz, (ve) o hikmet sahibi mabûd, sizin için (gözleri) yaratmıştır.. Onlar ile yollarınızı görüp takibedersiniz, birnice kudret eserlerini görürsünüz, bu kadar kudret harikaları gözlerinizin önünde parlayıp dururken onları yaratan yüce yartıcı nasıl inkâr edilebilir?. Onun kudretiyle ahiret hayatının meydana gelmesi nasıl imkânsız sanılabilir?. (ve) o yüce yaratıcı sizin için (kalpleri) de (yaratmıştır) birer akıl merkezi olan kalpler sayesinde siz birçok seyleri tefekkür edebilirsiniz. Onlar ile Cenab-ı Hak’kın varlığına şahitlik eden âyetler, hârikalar anlaşılarak bunlar ile o ezeli yaratıcının varlığına, kudretine delil getirilir. Artık siz böyle pek büyük nimetlere nâil bulunduğunuz halde bunları size bir lütuf olarak vermiş olan Kerem sahibi yaratıcınıza kulluk arzında, onun kadr ve büyüklüğünü tasdik edip yüceltmeli değil misiniz?.. Maalesef (sizler ise) bu kadar nimetleri size veren o yüce mabuda (ne kadar az şükür edersiniz?.) O’nun o kadar büyük nimetleri karşısındaki inkârcı vaziyetiniz, ilâhi kudret ile âhiret hayatının meydana geleceğini inkâr etmeniz, ne kâfirce bir cür’ettir ki. artık bir nevi şükreder olsanız da o yok mertebesindedir.
79. Ve sizi yerde yaratıp yayan. O’dur ve O’na haşrolunacaksınız.
79. (Ve) o yüce yaratıcının şu nimetini de düşünmeli değil misiniz ki: (sizi yerde yaratıp yayan O’dur.) dünya hayatına nâil oldunuz, üreme şeklinde artıp cemiyetler kurdunuz. (ve) kıyamet günü (Ona) yalnız o Ezeli yaratıcının mânevî huzuruna, O’nun tâyin buyuracağı mahşer sahasına (haşrolunacaksınızdır.) Yeniden bir hayata kavuşacaksınızdır. Artık o hayatınızın mutlu olması için, dünyada ikenCenab-ı Hak’kın kudret ve büyüklüğünü tasdik etmeniz, bir olan zatına ibadet ve itaatle şükür arzında bulunmanız icabetmez mi?.
80. Ve o, yüce yaratıcı diriltir ve öldürür ve gecenin ve gündüzün ihtilâfı da O’nun dilemesiyle dir. Hâlâ akıllıca düşünmez misiniz?
80. Ve o, (o) kudret sahibi yaratıcı (dır ki,) dilediğini (diriltir) hayata erdirir (ve) dilediğini (öldürür) kimse O’na mâni ve ortak olamaz. Artık öldürdüklerini yeniden diriltimesine ne mâni olabilir ki, bunu inkâr ediyorsunuz?. (Ve gecenin ve gündüzün ihtilâfı da) yani: Artıp eksilmeleri, karanlık ve aydınlık olmaları da (o’nun) o yüce yaratıcının dilemesiyle (dir.) Bu vakitlerin böyle ihtilâfı ise nice faideleri, hikmetleri kapsamaktadır. (Halâ akıllıca düşünmez misiniz?.) Bütün bunlara kâdir olamaz mı?. Neden bunları tefekkür etmiyor da ahiret hayatını inkâra cür’et gösteriyorsunuz?.
81. Hayır.. Evvelkilerin dedikleri gibi dediler.
81. (Hayır) o inkârcılar, akıllıca düşünmezler, belki onlar (evvelkilerin dedikleri gibi dediler) Nuh kavmi gibi vesair eski inkârcı kavimler gibi, kendilerinin cehalet içinde ölüp gitmiş olan babaları gibi iddiada bulundular.
82. Dediler ki: Olduğumuz ve toprak ve kemikler olduğumuz zaman mı biz herhalde dirilip kaldırılacağız?
82. Evet.. Onlar da o eskiler gibi kibirlice bir vaziyet alarak (dediler ki: Öldüğümüz ve toprak ve) çürümüş (kemikler olduğumuz zaman mı biz herhalde diriltilip kaldırılacağız?.) Bu ne mümkün!. Bu, onların birinci şüpheleri. O inkârcılar, bir kere düşünmeli değil midirler ki, vaktiyle hiç mevcut değiller iken daha sonra topraktan, bir damla sudan yaratılmışlardır. Artık ikinci defa yaradılmaları neden uzak görülsün?. Onları öyle ilk defa yaratan bir yüce yaratıcı, onları toprak kesildikten sonra tekrar iade edemezmi?. Neden gözleri önünde parlayan sonsuz kudret harikalarını görüp düşünmüyorlar?.
83. Andolsun ki, biz de ve evvelce babalarımız da bununla vâd olunmuşuzdur. Şüphe yok ki, bu evvelkilerin efsanelerinden başka değildir.
83. Evet.. O inkârcılar, bu bâtıl iddialarında ısrar edip kibirlice bir tarzda şöyle de dediler: (Andolsun ki, biz de ve evvelce babalarımız da bununla) böyle öldükten sonra dirilmek ile, yeniden hayata ereceğimiz ile (vâd olunmuşuzdur.) yani: Bu vâd bize Muhammed Aleyhisselâtü vesselâm tarafından vâki bulunmuştur. Halbuki, henüz gerçekleşmedi. (Şüphe yok ki, bu) vâd olunan yeni hayat meselesi (evvelkilerin efsanelerinden başka değildir) eski milletlerin yazmış oldukları hakikatı olmayan şeyler kabilindedir. Bu eski kavimler arasında yaygın olan yalan haberlerden ibarettir. Bu da o cahillerin ikinci şüphesidir. O cahil kimseler bu haşir ve neşir hâdisesinin hemen bu dünyada vâki olacağını sanmışlar, aradan asırlar geçtiği halde vâki olmadığını göz önüne alarak onu inkâra kalkışmış bulunuyorlardır. Halbuki, bu dünya hayatı ne kadar uzasa da birgün son bulacaktır. Yeniden hayata kavuşmak meselesi ise ahiret âlemine muhsus bir hâdisedir ki ergeç vâki olmadığını göz önüne alarak onu inkâra kalkışmış bulunuyorlardı. Halbuki, bu dünyada hayatı ne kadar uzasa da birgün son bulacaktır. Yeniden hayata kavuşmak meselesi ise ahiret âlemine mahsus bir hâdisedir ki ergeç vâki olacaktır. Yerleri, gökleri göz önüne alan, bu dünya hayatında nice hârikaların vücude geldiğini görüp düşünen akıllı bir kimse ilâhi kudret ile kıyamet hayatının da vuku bulacağını elbette inkâr edemez, bu aklen mümkündür, bunun tahakkuk edeceği ise doğru sözlü oldukları göstermiş oldukları nice mucizeler ile sâbit olan mübârek Peygamberler tarafından kesin bir şekilde haber verilmiştir. Birer sırf hakikat olan semavi kitaplar da bunuhaber vermektedir. Artık bunu inkâr etmek, pek büyük bir cehalet ve sapıklık alâmetinden başka değildir.
84. De ki: Yer ve on’da olanlar, kimindir? Eğer siz bilir, kimseler oldunuz ise söyleyin.
84. Bu mübârek âyetler, kıyameti veya Allah’ın birliğini inkâr eden cahilleri ikaz ve onları çeşitli deliller ile susturup tehdit ediyor, Allah tarafından hak ve hakikatın meydana gelmiş olduğuna ve bunu itiraf etmelerine rağmen o münkirlerin yine bâtıl inançlarda bulunarak yalancı kimseler olduklarını teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey yüce Resûl!. O inkârcıları susturmak için birinci delil olarak (de ki: Yer ve onda olanlar kimindir?.) O kadar geniş olan yeryüzü ve onun üzerinde bulunan çeşitli, türlu türlü mahlûkat, hangi zatın kudret eseri?. (Eğer siz bilir kimseler oldunuz iseniz) bilmek kabiliyetine sahip bulunuyorsanız, haber veriniz, bu koskoca varlık, kimin mahlûkudur. Siz ne için hiçbir akıllı kimsenin inkâr edemiyeceği bir hakikatı inkâra cüret ediyorsunuz?.
85. Elbette diyeceklerdir ki: Allah’ındır. De ki: O halde düşünmez misiniz?
85. Bu kınamak ve susturmak için kendilerine yöneltilen suale cevap olarak o inkârcılar (elbette diyeceklerdir ki) bunlar (Allah’ındır) onun birer kudret eseridir. Onlar böyle bir itirafta bulunacaklardır. Çünkü bu meselenin açıklığı ve Allah’ın yaratıcılığının bu kâinattaki tecellisi, onları böyle bir itirafa mecbur edecektir. Onlara (de ki: O halde) siz hiç (düşünmez misiniz?.) Nedir sizdeki o sapıklık!. Madem ki: Bu kâinatı yoktan var eden bir yaratıcının varlığını itiraf ediyorsunuz?. Yahut madem ki, Allah Teâlâ’yı bütün mahlûkatın yaratıcısı biliyorsunuz, artık neden O’na bir takım mahlûkatı ortak eyliyorsunuz?. Bir kere güzel düşünüp de böyle bâtıl inancınızı terketmeniz icabetmez mi?
86. De ki: Yedi semanın Rabbi ve o yüce arşın Rabbi kimdir?
86. Ve Ey yüce Peygamber!. O inkârcıları susturmak için ikinci bir delil olarak da (de ki Yedi göğün Rabbi) yaratıcısı, idare edicisi kimdir?. (ve o yüce arşın Rabbi kimdir?.) göklerden ve yerlerden daha geniş olan o âlemi ulvinin, o kudret kürsüsünün yaratıcısı, sahibi hangi zattır?. Haber veriniz..
87. Hemen diyeceklerdir ki: Allah’ındır. De ki: O halde korkmaz mısınız?
87. O inkârcılar, başka cevap bulamayarak (hemen diyeceklerdir ki) bu gökler gibi o yüce Arş da (Allah’ındır) onun bir kudret eseridir, bunların yaratıcısı da, ezeli Rabbi de Allah Teâlâdan başka değildir. Ey Resûl-i Ekrem!. Sen de onlara de ki: (O halde korkmaz mısınız?.) O yüce yaratıcıya başkalarını nasıl ortak edebiliyorsunuz?. O kâinatın yaratıcısının insanlığı tamamen öldükten sonra tekrar dirilteceğini neden inkâr ediyorsunuz?. Şu sonsuz âlemleri var eden bir yüce yaratıcı, insanlık kitlesini tekrar hayata kavuşturamaz mı?. Siz bu şirk ve inkârınızdan dolayı azabı ilâhiye uğrayacağınızı düşünüp de hiç titremez misiniz?
88. De ki: Her şeyin melekütu elinde kudret elinde olan, kimdir ki: O himaye eder ve kendisine karşı kimse himaye edilemez. Eğer siz bilir kimseler olduğunuz iseniz söyleyin bakalım.
88. Ey Fahri Kâinat!. Ey insan ve cinlerin peygamberi!. O inkârcılara, ikaz için üçüncü bir delil, olmak üzere de (de ki: Her şeyin melekûtu) tamamen mülkiyyeti, tasarrufları, hâkimiyeti (elinde olan) kudret ve dilemesi altında bulunan (kimdir) o zikredilen âlemlerin bütün meleklerin, bütün insan ve cinlerin mülkiyeti hangi zata aittir (ki, o) zat, dilediği mahlûkunu (himaye eder) muhafaza buyurur, artık O’na kimse zarar veremez, kimse O’nunsahasına yanaşamaz (ve kendisine karşı kimse himaye edilemez.) O yüce yaratıcının gazab ettiği bir kimseye başkaları yardım edip onu kurtaramaz, ilâhi iradeye aykırı bir şey yapılamaz. İşte kudret ve azamet sahibi, bütün kâinata hâkim olan zat kimdir?. (Eğer) ey inkârcılar!. (Siz bilir kimseler oldunuz iseniz) bana cevap veriniz, söyleyin bakalım!.
89. Hemen diyeceklerdir ki: Allah içindir. De ki: Artık siz nereden büyüleniyorsunuz?
89. Bu suale cevaben de o inkârcılar (hemen diyeceklerdir ki, Allah içindir) her şeyin mülkiyyeti, hâkimiyeti Allah’a mahsustur, o dilediğini korur, onun korumak istemediğini de hiç bir kimse koruyamaz. (artık) ey inkârcılar!. (Siz nereden büyükleniyorsunuz?) Sizi kimler aldatıyor da inkâra sapıyorsunuz?. Böyle Allah Teâlâ’nın varlığının, hâkimiyetini itiraf ettiğiniz halde neden O’na ortak koşabiliyorsunuz?. Veya O’nun vücude getirdiği ahiret hayatını inkâr edip duruyorsunuz?. Eğer siz büyülenmiş şuuru bozulmuş olmasanız öyle apaçık olan Allah’ın birliğini, ahiret hayatını inkâra cür’et edemezsiniz.
90. Hayır.. Biz onlara hakkı getirdik. Onlar ise şüphe yok ki, elbette yalancılardır.
90. (Hayır) onların o inkârları bâtıldır (biz onlara hakkı getirdik) yaratıcıyı birlemeye, öldükten sonra dirilmeye dair olan beyanatımız, getirdiğimiz deliller, hakikatın kendisidir. (Onlar ise) o inkârcılar güruhu ise (şüphe yok ki, elbette yalancılardır.) Onların hayatı ahirete ait olan ilâhi vâdi inkâr etmeleri ve Cenab-ı Hak’ka ortak koşmaları ve o mahlûkatın yaratıcısına çocuk isnadında bulunmaları birer yalandır, hakikata aykırıdır, Allah tarafından red edilmektedir.
91. Allah hiçbir çocuk edinmedi ve O’nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. O zaman her ilâh, kendi yarattığı ile giderdi ve bazıları bazısı üzerine yükselirdi. Allah ise onlarınvasfettiklerinden münezzehtir.
91. Bu mübârek âyetler, Allah Teâlâ’nın evlât edinmesinden ve ortağı bulunmaktan yüce olduğunu bildiriyor, Allah’ın birliğini ispat eden iki mühim delil getiriyor. İnkârcılar hakkında Resûl-i Ekrem’in nasıl dua edeceğine ve o inkârcılara va’d edilmiş felâketin Hz. Peygambere gösterileceğine işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Allah hiçbir velet ittihaz etmedi) Öyle Hıristiyanların dediği gibi Hz. İsa Allah Teâlâ’nın oğlu değildir ve bir takım kâfirlerin iddia ettikleri gibi melekler Cenab-ı Hak’kın kızları değildirler. Bütün bunlar, o yüce yaratıcının birer kudret eseridir, o Ezeli yaratıcı, evlâda ihtiyacı yoktur, kendisiyle aynı hüviyette hiçbir şey olamaz. (ve onunla beraber hiçbir ilâh da yoktur) o yüce mâbud, her bakımdan birdir. O’na ilâhlıkta benzer, ortak hiçbir şey bulunamaz. Puta tapanların putperestlik iddiaları son derece bâtıldır. (Ve o zaman) diyelim ki çeşitli ilâhlar olduğu takdirde (her ilâh kendi yarattığı ile giderdi) her biri kendi yarattığı üzerine bağımsız olarak, müstebitce muamelede bulunurdu, her birinin mülkü, hâkimiyet alanı, diğerinin mülkünden, hâkimiyeti dairesinden ayrılmış ilâhlıkları, yaratıcılıkları sınırlı bulunmuş, aralarında ihtilâflar cereyana başlamış olurdu. (Ve bazıları bazısı üzerine yükselirdi) hiç birinin elinde bütün kâinatın hâkimiyeti bulunmamış, bazıları âciz bir durumda kalmış bulunurdu, aralarında çekişmeler, savaşlar meydana gelirdi. Nitekim birçok hükümdarlar arasında bu gibi hâdiseler daima görülmektedir. (Allah ise onların) o müşriklerin (vasfettiklerinden yücedir.) O’nun ilâhlık şânı, evlat edinmekten, kendisine ortak ve benzer bulunmasından uzaktır, yücedir, o bütün kâinatın yaratıcısıdır, mutasarrıfıdır. İşte bu yüce beyan, Cenab-ı Hak’kın ortaktan yüce olduğuna ait bir kesin delildir.
92. Gaip olanı da, aşikâre bulunanı da bilendir. İşte onların ortak koştuklarından yücedir.
92. Evet.. O mukaddes kâinatın yaratıcısı (gaip olanı da âşikâre bulunanı da bilendir.) O’nun ilminden hiçbir şey hariç değildir. Bu da o yüce mabûdun ortaktan yüce, eşsiz olduğuna dair ikinci bir delildir. (İşte) böyle yüce, sonsuz evsaf ve üstünlükleri kendisinde toplamış olan âlemlerin yüce yaratıcısı (öyle bir kısım müşriklerin) o yüce yaratıcıya ilahlık, yaratıcılık gibi hususlarda (ortak koştuklarından yücedir) hiçbir şey, o ezeli yaratıcıya ortak ve benzer olamaz, hepsi de O’nun mahlûkudur, hepsi de onun tasarruf dairesinde olup emir ve takdirine boyun eğmiş şeylerdir. Bunun aksine inananlar, elbetteki lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır.
93. De ki: Yarabbi! Eğer onlara yapılan tehdidi bana herhalde gösterecek isen..
93. Allah Teâlâ Hazretleri Resûl-i Ekrem’ine olan şefkatini göstermek, onun dualarının Allah katında makbul olduğuna işaret buyurmak için emrediyor ki, Resûlüm!. Dua ve niyâzda bulunarak (de ki: Yarabbi!.) Ey bana ihsanı bol olan ezeli yaratıcım! (Eğer onlara) o müşriklere (edilen tehdidi) onların dünyada da azaplara uğrayacaklarına dair tehdidi (bana herhalde gösterecek isen) onların başlarına gelecek felâketi ben de seyredecek isem:
94. Yarabbi!, beni o zalimler olan kavmin içinde bulundurma.
94. (Yarabbi!. Beni o zalimler olan) müşrik (kavmin içinde bulundurma) o müthiş azabı öyle yakından görmüş olmayayım. Çünkü onun seyri bile fevkalâde müthiştir. Yüce Peygambere Allah tarafından böyle bir tavsiyede bulunulması, o müşriklere gelecek dünyevî azabın da pek dehşetli olacağına işareti içermektedir. Ve Resûl-i Ekrem, mâsum, ilâhi korumada korunmuş olduğu halde böylebir dua ile mükellef olması, bütün ümmetine bir işareti içermektedir ki, daima Cenab-ı Hak’kın korumasına ve himayesine sığınsınlar, dinsizlerden uzak bulunsunlar, duadan ve niyâzdan geri durmasınlar. Her bakımdan Allah’ın korumasına mazhar olan yüce Peygamberi, böyle bir duada bulunursa artık ümmetinin de daima böyle dualarda bulunması elbette ki, icabeder. Maamafih dua bir nevi ibadettir. Cenab-ı Hak’kın kudret ve azametini itiraftır. Bu yüzden de dua yapılması dinen pek övülmüştür.
95. Ve şüphe yok ki, biz onlara yapmış olduğumuz tehdidi sana göstermeğe elbette kadirleriz.
95. (ve) Cenab-ı Hak, yüce Resûlüne şöyle de beyan buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz) azamet ve kudretimizle (onlara) o müşriklere (yapmış olduğumuz tehdidi) onların haklarında va’d olunmuş ve kararlaşmış olan dünyevî ve uhrevî azabı (sana göstermeğe elbette kadirleriz) onların başlarına gelecek olan azabı sen de görebilirsin. İlâhi kudret buna fazlasıyla yeterlidir. Fakat bir hikmet gereği olarak o azap sonraya bırakılmış olur. Onlardan bazıları veya onların evlât ve ahfadı daha sonra mümin olacaklardır. Resûl-i Ekrem’in vücudu da, âlemlere rahmet olduğundan onun zamanındaki inkârcılar, birden kökünü kazacak azaba uğramayacaklardır. Bununla beraber onlara daha dünyadalarken gelen bir kısım azapları Resûl-i Ekrem görmüştür. Bedir savaşı ve Mekke-i Mükerremenin fethi zamanında bir takım müşriklerin öldürülmeleri bu cümledendir. O merhamet abidesi Peygamberin pek güzel, pek hayırlı olan emirlerini, öğütlerini, dinlemeyenler elbetteki, birçok cezalara lâyık olurlar.
96. Sen o kötülüğü en güzel olan şey ile defet. Biz onların neler ile vasfeder olduklarını daha iyi biliriz.
96. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in birtakım kötülüklere karşı pek güzel bir şekilde muamelede bulunmakla memur olduğunu bildiriyor ve kendisinin Cenab-ı Hak’ka ne şekilde sığınacağını dua ve niyâzda bulunacağını gösteriyor. Ölume mâruz kalacak kâfirlerin yapacakları temennilerinin ise artık vakti geçmiş olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûlüm!. (Sen) o inkârcılardan gördüğün (kötülüğü) fena lakırdıları, çirkin muameleleri (en güzel olan şey ile) en faideli olan sözler ile, fiiller ile (defet) onların kötülüklerine karşı sen iyilikten ayrılma, onlara karşı af ve bağış ile, güler yüz ile muamelede bulun. (Biz onların neler ile vasfeder olduklarını) seni ve ilâhi zatımı nelerle nitelerdirmede bulunduklarını (daha iyi biliriz) öyle olduğu halde onların cezalarını hemen vermiyoruz. Artık sen de sabret, nitekim diğer azim sahibi Peygamberler de sabır etmişlerdir. Bu ilâhi beyan, Resûl-i Ekrem hakkında bir teselliyi ve inkârcılar hakkında da bir tehdidi içermektedir. Bir takım cahilce inkârcı sözlere karşı mukabelede bulunmak veya pek nazikçe, halimce bir tarzda karşılık vermek bir ahlâki fazilet mes’elesidir. Böyle bir muamele, bazan düşmanı dost etmeğe vesile olur. Nitekim “Hasmın sitemin anlamamak, hasma sitemdir” de denilmiştir. Su kadar var ki, yapılacak yumuşak mnuamele, dine, mürüvvete, insan karakterine aykırı bir şekilde olmamalıdır. Böyle bir yumuşaklık câiz değildir.
“Var iken elde müdara cenk-ü gavgadır abes”
“Düşmeni bed tıynete amma müdaradır abes”
97. Ve de ki: Yarabbi! Ben sana şeytanların vesveselerinden sığınırım!
97. (Ve) Ey yüce Resûl!. (De ki: Yarabbi!. Ben sana şeytanların vesveselerinden sığınırım) senin mukaddes emirlerine, yasaklarına aykırı hareketlere götüren ve güzel ahlâka aykırı olan ve bu cümleden olarak kötülüklere karşı iyilikle muamelede bulunulmasına engel kesilen şeytani aldatmalardan beni muhafazabuyur, ey kerem sahibi Rabbim!.
98. Ve yarabbi!, sana sığınırım, onların huzuruma gelmelerinden.
98. (Ve) şöyle de duada bulun ki: (Yarabbi!. Sana sığınırım, onların huzuruma gelmelerinden) o şeytanların herhangi bir vakit yanıma gelerek vesveselerine cür’et etmelerinden beni koru, namaz kılarken veya Kur’an okurken veya ölüm anı gelip çatmışken o pis şeytanın vesveseleri artar. Artık onun vesveselerine uğramamak için Cenab-ı Hak’ka niyâzda bulunmalıdır. Yüce Peygamberimize olan bu ilâhi uyarı, onun bütün ümmetine yöneliktir. Her insan daha hayatta iken noksanlarını telâfiye çalışmalıdır, Hak Teâlâ’dan muvaffakiyet dilemelidir.
99. Nihayet onlardan birine ölüm gelince derki: Yarabbi! Beni geri gönderin.
99. Fakat insanlardan bir çokları küfür ve isyan içinde yaşarlar, şeytanların vesveselerine uyar dururlar (nihayet onlardan birine ölüm gelince) ahiret halleri, azap haileleri gözleri önünde görülmeye başlayınca, kusurlarının kötü neticesini düşünerek pişmanlık ile (der ki: Yarabbi!. beni geri gönderin) bana bir müddet daha hayat verin, yaşayayım. Böyle Cenab-ı Hak’ka çoğul kipiyle hitabedilmesi saygı içindir. Nitekim hükümdarlardan ve diğer büyüklerden her birine sen; yerine ‘siz”, diye hitabedilir. Yahut geri döndürülmek hususunda meleklerin de hizmetleri olacağı için çoğul kipiyle hitap, Cenab-ı Hak ile meleklere yönelik bulunmuştur.
100. Belki ben terkettiğim şey hususunda bir iyi amel isterim. Hayır, bu bir lakırdıdır ki: Bunu söyleyen O’dur ve onların önlerinde diriltilecekleri güne kadar engel vardır.
100. Evet.. Yarabbi!. Beni bir müddet daha yaşat, dünyada bulundur. (belki ben terkettiğim şey hususunda) kaybetmişolduğum îmana, bedeni ve malî amellere dair (bir iyi amel işlerim) kaybedileni telef etmeye çalışırım, bu yüz gösteren felâketten kurtulmuş olurum. Fakat bu temennisi reddedilerek deniliyor ki: (Hayır) sana öyle bir müddet daha verilemez. (Bu) senin temenni ettiğin şey (bir lakırdıdır ki) bir sözdür ki, (bunu) bu sözü (söyleyen O’dur) o ölüme mahküm şahsın hasret ve pişmanlıktan doğan, vakti geçmiş olan ve kabule şayan bulunmayan bir temennisinden ibarettir. Antık bu vaziyetteki kimselerin pişmanlıkları kendilerine bir faide vermez. (Ve onların önlerinde diritilecekleri güne kadar bir engel vardır) onların dünyaya dönmelerine mânidir. Onların kabirlerde bulunmaları, ruhlarının berzah âlemine gitmiş olması, kıyametin kopmasına da daha bir müddet bulunması sebebiyle onların tekrar hayat bulup bu dünyaya gelmeleri takdir edilmiş delildir. Binaenaleyh onlar öyle geri döndürülmek ümidinden vazgeçsinler, o temennileri boş yeredir, kendilerine bir faide vermeyecektir. Daha sonra kabirlerinden kalkınca dünyaya değil, mahşere ve cehenneme sevkedilecekledir.
101. Sura üfürüleceği zaman artık aralarında ne soy bağları vardır ve ne de soruşurlar.
101. Bu mübârek âyetler, Sura üfürülmekle kıyametin kopacağının ve insanların o göndeki durumunu ve kimlerin kurtuluşa nâil olup kimlerin hüsrana uğrayacaklarını bildiriyor, cehennem ateşine mâruz kalanları azarlamak ve kınamak suretiyle yönelecek olan ilâhî hitabı da beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Sura üfürüleceği zaman) İsrafil Aleyhimesselâmın sur denilen fevkalâde bir âlete üfüreceği vakit, yani: kıyametin kopması için ikinci üfleme denilen müthiş hâdisenin meydana gelip ruhların cesetlere iade edileceği an (artık) insanlar yeniden hayat alanına atılmış olurlar, kendi dertlerine düşerler, pek büyük birhayret ve dehşet içinde kalırlar, birbirlerine karşı ilgisiz ilim vaziyet alırlar. O vakit (aralarında ne soy bağları vardır) ki, kendilerine bir faide versin. Öyle bir zamanda her insan kendi kardaşından, anasından, babasından ve evlâdından firar eder, zararlarının dokunmasından titrer dururlar. (Ve) o zaman (ne de soruşurlar) birbirlerinin hallerini sual de etmezler. Çünkü her şahıs kendi nefsiyle meşgul olur, başkalarının hallerini sormaya mecali bulunmaz. Fakat bu müthiş vaziyet, ikinci üfleme zamanına mahsustur. Ondan sonra insanların arasında konuşmalar, soruşmalar vâki olacaktır.
102. Artık kimin tartıları ağır gelirse işte kurtuluşu bulmuş olanlar, onlardır.
102. Bu ikinci üflemeyi müteakip herkes mahşer alanına sevkedilecek, dünyadaki amelleri bir kudret terazisi ile tartılacaktır. (artık kimin tartıları) tartılan iyi ameller, inanç, ibadet ve itaate ait dünyadaki iyi amelleri (ağır gelirse işte kurtuluş bulmuş) istedikleri nimetlere kavuşmuş, korktukları şeylerden kurtulmuş (olanlar, onlardır) o iyilikleri galip olan müminlerdir.
103. Ve kimin tartıları da hafif olmuş olursa işte nefislerine yazık etmiş olanlar, cehennemde ebedî kalanlar da onlardır.
103. (Ve) bilakis (kimin tartıları da hafif olmuş olursa) yani: kendisinin îman ile birlikte Allah katında makbul, tartılacak, iyi amelleri bulunmazsa böyle kimseler de kurtuluştan tamamen mahrumdurlar. (İşte nefislerine yazık etmiş olanlar) dünyadaki ömürlerini heva ve heves ile geçirmiş, nefislerinin hayvani arzularına tâbi olmuş, kendilerini Allah katında makbul faziletlerden mahrum bırakmış bulunanlar, onlardır. Evet.. (Cehennemde ebedî kalanlar da onlardır.) çünkü, küfr ile ahirete gidenler cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Küfür gibi en büyük bir cinayet cezası da öyle müthiş ilim âkibettir. Bu hususadair sûrei Enbiyanin “47” nci âyetinin tefsirine de müracaat ediniz!.
104. Onların yüzlerini ateş şiddetle yakar ve onlar orada dudakları açılarak dişleri sırıtıp duran kimselerdir.
104. (Onların yüzlerini) o cehenneme atılacak kâfirlerin en mühim azaları olan yüzlerini (ateş şiddetli yakar) artık diğer azalarının da ne kadar müthiş ilim ateş azabı içinde kalacağı düşünülsün. (ve onlar orada) cehennem içinde kalarak oradaki ateşin şiddetli tesirinden dolayı (dudakları açılarak dişleri sırıtıp duran kimselerdir) onlar cehennemde böyle tuhaf, hayret verici bir vaziyet alacaklardır. Öyle şiddetli ilim ateş içinde kaldıkları halde azapları devam etmek için yanıp gitmeyeceklerdir. Vücutları daima ateşler içinde kalıp azap çekeceklerdir.
§ Lefh; vurmak, ve şiddetle yakmak mânasınadır. ‘Kelh” “Külûh” katı yüzlü, ekşi yüzlü olmak, üst ve alt dudakları açılıp dişlerin sırıtması, açığa çıkması demektir.
105. Değil mi ki benim âyetlerim size karşı okunuyordu da siz onları tekzib ediyordunuz.
105. Kâfirlere cehennemde kınamak için, tutuldukları azab hak edilmiş olduklarını kendilerine ihtar için Allah tarafından şöyle denilecektir: (değil mi ki, benim âyetlerim) Kur’an-i Kerim gibi semavî kitaplarım (size okunuyordu da) size o kitapların hükümleri bildiriliyordu, ilâhi din her tarafa yayılmakta olup parlayıp duruyordu da (siz onları tekzib ediyordunuz!.) Evet.. Siz ilâhi âyetleri inkâr ediyor, onları size tebliğ edenleri tekzibe cür’et gösteriyordunuz. Artık siz kendinizi mazeretli sayabilir misiniz? Elhetteki, sayamazsınız.
106. Diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz!, bizim üzerimize azgınlığımız galip geldi ve biz sapıtmışlar olan bir kavim olduk.
106. Bu mübârek âyetler, cehennemdeki kâfirlerin gerçekleşecek ilâhi kınama üzerine kendi cinâyetlerini itiraf edip bir cinâyetlerde bulunmayacaklarını arz ile cehennemden çıkarılmalarını rica edeceklerini bildiriyor. Ve onların sükûta davet edilerek dünyada iken bir kısım ehli îman hakkında ne kadar hakaretlerde bulunmuş olduklarının kendilerine ihtar edileceğini ve ahiret âleminde o müminlerin mükâfata ve kurtuluşa nâil olacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cehenneme atılacak kâfirlere: Ayetlerim size okunduğu halde siz onları inkâr etmiyor mu idiniz?. “Diye Allah tarafından kınama vâki olunca onlar kendi kâfirce haraketlerini itiraf ederek (diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz!. Bizim üzerimize azgınlığımız galip geldi) nefsimizin arzusu, kötü irademiz hâkim kesilerek bizi müthiş bir âkibete sevkeylemiş oldu. (Ve biz) o sebeple hak yoldan (sapıtmışlardan olan bir kavim olduk) bundan dolayıdır ki, kötü hareketlerde bulunmuş, saadet yolundan mahrum kalmış bulunduk.
§ Şıkvet; âdi lezzet, nefsin arzusu gibi şeylerdir ki, bunlar şekavete götürücü olacakları için bu adı almışlardır.
107. Ey Rabbimiz!, bundan bizleri çıkar, İmdi bir daha dönersek artık şüphe yok ki, biz zalim kimseleriz.
107. O kâfirler, öyle cinâyetlerini itiraf ederek şöyle niyâzda bulunacaklardır: (Ey Rabbimiz!. Bundan bizleri çıkar) bizi lütfen bu cehennem ateşinden kurtar, dünya hayatına iade et, senin rızana uygun hareketlerde bulunalım (imdi bir dönersek) evvelce işlemiş olduğumuz azgınlığın, sapıklığın bir benzerini işlersek (artık şüphe yok ki, biz zalim kimseleriz.) Nefsimize zulmetmiş, zulümda haddi aşmış, böyle ebedî bir azaba lâyık kimseler bulunmuş oluruz.
108. Buyuracaktır ki: Alçakça sükût edip durun orada, bana bir şey söylemeyin.
108. Cenab-ı Hak da bunların bu talebine cevaben melek lisaniyle (buyuracaktır ki,) artık siz bu cehennemde (alçakça) bir şekilde (sukût edip durun orada) köpekler gibi ürüp durmayın, siz bu azabı dünyadaki cinayetinizden dolayı hak etmiş bulunuyorsunuz. Şimdi (bana bir şey söylemeyin) bu ateşten çıkarılıp dünyaya iade edilmenizi isteyip durmayın. Bunun zamanı geçmiştir
§ Hisa; zillet ve horluk ile sukût etmektir. Ihseû; da zillet içinde sukût ediniz manasınadır. Köpeğe karşı “ihsa” deniliyor ki: Ürüp durma, çekil git demektir.
109. Çünkü kullarımdan bir zümre var idi ki, “Ey Rabbimiz! Sana îmân ettik, artık bizi yarlığa ve bize merhamet buyur ve sen rahmet edenlerin elbette hayırlısısın” derlerdi.
109. (Çünkü kullarımdan bir zümre var idi ki,) onlar dünyada îman sahibi idiler, hürmete lâyık zatlar idiler, onlar kendi îmanlarındaki sağlamlığı, inançlarındaki temizliği daima göstererek (Ey Rabbimiz!) ey bizi yaratan, rızıklandıran, bizlere lütuf ve ihsanda bulunan mâbudumuz!. Biz (sana îman ettik) senin muhterem Peygamberinin tebligatını kabul eyledik, senin birliğine inanır ve seni takdis ederiz (artık bizi yarlıga) kusurlarımızı affet ve ört (ve bize merhamet buyur) bizi ilâhi rahmetine nâil buyur (ve sen) ey Mukaddes mabûdumuz!. (Rahmet edenlerin hayırlısısın) çünkü sen rahmetine lâyık olan kullarını her felâketten kurtarırsın (derlerdi) böyle îmanlarını açtılar, Allah’ın merhametine iltica ederek dua ve niyâzda bulunurlardı.
110. Halbuki, siz onları alaya aldınız, tâki, bunlar böyle maskaralıklarınız size beni hatırlamayı unutturdular ve onlardan alay ederek güler kimseler olmuştunuz.
110. (Halbuki,) Ey kâfirler!. (siz onları) o mümin kulları (alaya aldınız) onların öylesamimi dua ve niyâzlariyle alayda bulundunuz. Şimdi siz ne yüzle dua ediyorsunuz?. Cehennemden çıkmanızı niyâz eyliyorsunuz?. Ey inkârcılar!. (Tâki bunlar) böyle maskaralıklarınız, o muhterem müminler ile istihzada bulunmanız (size beni yâd etmeyi unutturdular) öyle alay etmelerle fazlaca iştigalinizden dolayı Allah’ın zatını zikretmez, ilâhi azaptan korkmaz olmuş idiniz. (ve) siz (onlardan) o mümin kullardan alay ile (güler kimseler olmuştunuz) kendi kusurlarınızı görmüyordunuz, o müminlerin îmanlariyle, dualariyle alay ederek onlara karşı alay eder bir şekilde kahkahalar ile gülüp duruyordunuz. Artık o kötü, kâfirce, edepsizce hareketlerinizin bu cezasına katlanın durun. Elbetteki, ilâhi dinî inkâr eden, mukaddesatı diniyeyi maskaraya alan: Müminlerin hâlisane dualariyle ibadet ve itaatleriyle alayda bulunan kimselerin âkibetleri böyle müthiş ebedî bir azaptır.
§ Bu âyeti kerime, Kureyş kâfirleri hakkında nazil olmuştur. Onlar ashab-ı kiramın fakirlerinden olan Bilâli Habeşi, Ammar, Suheyb ve Habbab Radiallahuteâlâ anhum gibi zatlar ile alayda bulunuyorlardı. Cenab-ı Hak da onların bu alay etmeleri yüzünden daha sonra ne şiddetli azaplara giriftar olacaklarını ihtar buyurmuştur ki, hükmü umumidir. Bütün o gibi inkârcı, alaycı kimseleri kapsar.
111. Şüphe yok ki, bugün ben onları sabrettikleri sebebiyle mükâfata nail ettim, muhakkak ki, kurtuluşa ermiş olanlar da onlardır, onlar.
111. Hak Teâlâ Hazretleri o dinlerinde sebat eden ve bir takım düşmanların eza ve cefasına karşı sabredip katlanan müminler hakkında da şöyle müjdelerde bulunuyor. (Şüphe yok ki, bugün) bu ahiret âleminde (ben onları sabrettikleri sebebiyle) öyle dinsizlerin alay etmelerine aldırmayarak, ibadet ve itaatlarında devam edip durduklarından dolayı(mükâfata nâil ettim) onları sürekli olarak cennet nimetlerinden faydalanır kıldım. (Muhakkak ki, kurtuluşa ermiş) muratlarına kavuşmuş (olanlar da onlardır) evet (onlardır) o müminlerden başkası değildir. İşte îmanın, hak yolundan sabır ve sebatin neticesi böyle ebedî bir kazanç ve kurtuluştur. Ne muazzam bir mükâfat!.
112. Buyuracaktır ki: Yerde ne kadar seneler kaldınız?
112. Bu mübârek âyetler, dünyaya döndürülmelerini isteyecek olan cehennem ehline karşı yönelecek ilâhi suali bildiriyor. Ahiret hayatına göre dünya hayatının az bir müddetten ibaret olduğuna işaret ediyor, Allah Teâlâ’nın abes yere bir şey yaratmamış olduğunun ve bütün kâinatın sahip ve hâkimi olan o yüce yaratıcının mânevi huzuruna insanlığın döndürüleceğini ihtar eyliyor. O yüce yaratıcıdan başka bir yaratıcı ve mâbudun bulunduğuna asla bir delil bulunmadığını, bunun aksini iddia edenlerin asla kurtuluş bulamayacaklarını ve o kerem ve merhamet sahibi yüce yaratıcıya ne şekilde dua ve niyâzda bulunulmasını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Cehenneme atılacak kâfirlere karşı Hak Teâlâ Hazretleri veya onun emrettiği melek bir kınamak için (buyuracaktır ki) siz (yerde) o kendisine iade edilmenizi istediğiniz dünyada (ne kadar seneler kaldınız?) O dünya hayatını bir kurtuluş vesilesi mi sanarak ona tekrar dönmenizi istiyorsunuz?
113. Diyeceklerdir ki: Ya bir gün veya bir günün birazı kadar kaldık. İmdi sayanlara sor.
113. Kendilerine böyle her hitap yönelecek olan o kâfirler de (diyeceklerdir ki) biz dünyada (ya bir gün veya bir günün birazı kadar kaldık) onlar ahiret hayatının ebediliğine bakarak dünya hayatını o kadar az görmekte bulunmuşlardır veyahut kendilerini büyük bir dehşet ve korku sarmış olacağındandünyadaki hayatlarının müddetini belirtmeye muktedir olamayacaklardır. Bundan dolayı diyeceklerdir ki: (imdi sayanlara sor) yani: O müddeti tesbit etmiş olan, insanlığın ömürlerini, amellerini sayıp yazmış bulunan meleklere sual buyur. Çünkü biz mâruz kaldığımız bu azaptan dolayı hayretlere düşmüş, dünyadaki hayatımız müddetini belirleyecek bir yetenekten mahrum kalmış bulunuyoruz.
114. Buyuracaktır ki: Siz ancak pek az kaldınız, eğer siz hakikaten bilir kimseler oldunuz iseniz..
114. Onların o aczlerine itiraflarına karşı Cenab-ı Hak veya melek (buyuracaktır ki,) bu sözünüz doğrudur (siz ancak pek az kaldınız) zira madem ki, dünya hayatı fâni idi, orada ne kadar çok kalınsa da yine ahiret hayatına göre pek az bir müddetten ibarettir. (Eğer siz hakikaten bilir kimseler oldunuz iseniz) yani: Siz eğer ilim ehli olsa idiniz, daha dünyada iken orada pak az kalacağınızı bilir, hayatınızı boş yere zâyetmiş olmaz, geleceğinizi temine çalışırrdınız.
115. Ya siz zannetiniz mi ki, biz sizi ancak bir abes yere yarattık ve hakikaten siz bize döndürülmeyeceksiniz?
115. Ve kâfirlere kınamak için buyuracaktır ki: (Ve siz zannettiniz mi ki: Biz sizi ancak bir abes yere yarattık) sizin yaradılışınız bir hikmete dayanmış değildir, siz bir ibadet ve itaatle mükellef değilsiniz, böyle mi sandınız? (ve hakikaten siz) sandınız mi ki (bize döndürülmeyeceksiniz?.) Ahiret âlemine sevkedilmeyeceksiniz?. Bu ne kadar yanlış bir zan, bir kanaat!. Hayır.. Siz hakka ibadet edip amellerinize göre mükâfat ve ceza görmek için yaradılmışsınızdır, niçin onu anlamadınız?.
116. Hakkıyla hükümdar olan Allah Teâlâ pek yücedir. O’ndan başka bir ilâh yoktur. O yüce arşın Rabbi dir.
116. Ey inkârcılar! Siz bilmediniz mi ki, Allah Teâlâ abes yere bir şey yaratmamıştır. (Hakkiyle hükümdar olan) bütün kâinata sahip ve her şeyde hükmü geçer bulunan, zatı da sıfatları da bâtıl şeylerden yüce olup kendisi için ve hâkimiyeti için yok olmak düşünülemeyen (Allah Teâlâ pek yücedir) boş şeyleri yaratmaktan yaratıcı yücedir. (Ondan başka bir ilâh yoktur) onun ne mukaddes zatında ve ne yüce sıfatlarında ve ne de fiillerinde bir ortak ve benzeri bulunamaz, o (yüce olan arşın Rabbidir.) bütün kâinatı kuşatmış olan bir yüce tahtın, bir yüce arşın sahibidir, mâlikidir, yaratıcısıdır.
§ Arşı âzim; Kur’an-ı Kerim gibi ilâhi vahyin indiği yer olduğundan veya hayır ve bereketin, ilâhi rahmetin mahlûkata o taraftan geldiğinden veya yüce olan Cenab-ı Hak’ka nisbet edildiğinden dolayı ona böyle “arşı kerim” verilmiştir. “Kâfirlerin cehenneme sevkedilecekleri ve onlara bir kınamak için ilâhi hitabın geleceği kararlaştırılmış olduğu için bunların gerçekleşmesine bir işaret olarak gelecek zaman kipi yerinde mazi kipi getirilmiş, “yekulü=der” yerinde “kale=dedi” denilmiştir. Bu bir edebi sanat gereğidir.
117. Ve her kim Allah ile beraber bir ilâha da taparsa ki, bunun için ona biçbir delil yoktur, artık onun hisabı muhakkak ki Rabbinin katındadır. Şüphe yok ki, kâfirler kurtuluşa nail olmazlar.
117. (Ve her kim Allah ile beraber başka bir ilâha da taparsa) başkasını tek olarak mâbut tanırsa veya Cenab-ı Hak’ka başkasını ortak koşarsa (ki, bunun için) böyle yanlış bir harekette bulunup başkasına da ibadet edildiğinden dolayı (ona hiçbir delil yoktur) o kimse, bu husustaki kanaatinin doğruluğunu isbat edecek bir delile sahip olamaz halbuki, delile dayanmayan bir kanaat bâtıldır. Özellikle ki, öyle bir kanaatin bâtıl olduğu aklen ve naklen apaçık sabit olursa artık öylebâtıl bir kanaatte, inançta nasıl devam edilebilir?. (Artık onun) öyle bâtıl bir itikatta, ibadette bulunan kimsenin (hesabı muhakkak ki, Rabbinin katındadır.) Elbette ki, onu hak ettiği derecede cezalandıracaktır. (Şüphe yok ki, kâfirler kurtuluşa nâil olmazlar) onlar kurtuluşa, selâmete, saadete, asla kavuşamazlar. Artık o gibi gelecekleri pek kötü olacak kimseler, daha dünyadalarken o ghbi kötü hareketlerinin neticesini düşünerek hallerini ıslaha, Allah’ın hükümlerini gözetmeye son derece çalışmalı, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah Teâlâ’dan başarılar temenni etmeli değil midirler?. Başka türlü kurtuluş çaresi yoktur. Bu mübârek sûrenin başlangıcında müminlerin kurtuluş bulacakları, bunun sonunda da kâfirlerin kurtuluş bulmayacakları beyan buyurulmuş, bu iki grubun gelecekleri gösterilmiştir. Bu; insanlığa büyük bir nasihat demektir.
118. Ve de ki: Yarabbi! Mağfiret ve rahmet buyur ve sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.
118. Allah Teâlâ Hazretleri, kullarının kurtuluşa nâil olmaları için ilâhi rahmete kavuşmaları için daima ilâhi zatına ilticada, dua ve niyâzda bulunmalarının gereğine bir işaret olmak üzere yüce Peygamberine emrediyor ki: (Ve) Resûlüm!. (De ki: Yarabbi!.) Ey bana lütuf ve ihsanı sonsuz olan mâbudum!. (Mağfiret ve rahmet buyur) böyle çokca niyâz ederek Allah’ın şefkatine sığın (ve) de ki: Yarabbi!. (Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın) ancak senin merhametin ve şefkatin sayesindedir kin, bizler felah ve kurtuluşa nâil oluruz. Resûl-i Ekrem’e yönelik olan bu ilâhi hitap, onun hakkında bir ilâhi iltifat alâmetidir. Ve onu ümmeti için bir uyulacak örnek göstermek hikmetini içermektedir. Evet.. Her bakımdan mâsum, olan bir yüce Peygamber ilâhi mağfiret verahmeti niyâz eder onlara ihtiyaç gösterirse, artık birçok kusurlardan uzak olmayan ümmetin fertleri içinde elbette lâzımdır ki, daima yüce yaratanın mağfiretini, rahmetini niyâz ederek o sayede kurtuluş ve saadete nâil olsunlar. Bu sûrei celîlenin ilk âyetinde müminlerin kurtuluş bulacakları, bu sonunda da kâfirlerin kurtuluş bulmayacakları beyan buyurulmuş, iki grubun da geleceği gösterilmiştir. Bu, insanlık için büyük bir nasihat demektir. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan yüce mâbudumuz!. Bütün mahlûkatın birbirine olan şefkat ve merhameti, senin rahmet denizine göre ondan yararlanmış bulunan bir damla hükmündedir. Biz mümin kulların daima senin sonsuz olan rahmetine, affına ve bağışlamana iltica ederiz, biz âciz kullarını ilâhi rahmetinden ve mağfiretinden mahrum bırakma, Peygamberlerin efendisinin hürmetine!. Salat ve selâm onun ve diğer peygamber ve resûllerin üzerine olsun. Hamd sana mahsustur ey âlemlerin Rabbi!. Velhamdüleke Yarabbelâlemin..