KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Muhammed Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştur. Otuz sekiz âyet-i kerîme’yi içermektedir. Ancak bir rivâyete göre (13)üncü âyeti, Peygamberimizin hicreti esnâsında mağarada bulunurken inmiştir. İkinci âyetinde Resûl-i Ekrem’in ism-i şerifi zikredilmiş olduğu için bu mübârek sûreye böyle “Muhammed Sûresi” Aleyhisselâm adı verilmiştir. Yirminci âyetinde de savaşa işâret olunduğu için kendisine “Kıtal Sûresi” adı da verilmiştir.
Bu sûrenin ilk âyeti ile bundan evvelki sûrenin son âyeti arasında büyük bir irtibat vardır. Başlıca konuları şunlardır:
(1): Müminler ile kâfirlerin muhtelif vasıflarına ve âkıbetlerine işâret.
(2): Müminleri birçok muvaffakiyetler ile müjdeleme, kâfirleri, münâfıkları da tehdit.
(3): Müslümanların bâzı vazifelerini ve kendilerine düşmanlıkta bulunan ehl-i küfre karşı cihâd ile mükellef bulunduklarını beyân.
(4): Allah yolunda harcamaktan, fedakârlıktan kaçınanların hâllerinin kötülüğünü ve onların yerlerine başka seçkin zâtların geçeceklerini ihtar.
1. O kimseler ki, kâfir oldular ve Allah’ın yolundan men’e çalıştılar Allah onların amellerini iptâl etmiştir.
1. Bu mübârek âyetler, insanların iki kısma ayrılmış olup bir kısmının kâfirlerden, diğer bir kısmının da ehl-i imândan ibâret bulunduğunu bildiriyor. Kâfirlerin ne kadar eliboş ve ziyanda olacaklarını ihtar ediyor. Müminlerin de Allah’ın lütuflarına nâil bulunacaklarını müjdeliyor. Bunun sebep ve hikmetine işâret ederek kâfirlerin bâtıla tâbi oldukları için mahrumiyetlere, ilâhî kahra uğrayacaklarını, müminlerin de hakka tâbi oldukları için ilâhî lütfa lâyık bulunmuş olduklarını şöylece beyân buyurmaktadır.
(O kimseler ki: Kâfir oldular) Allah’ın birliğini, Peygamberin risâletini ve İslâm dininin hak olduğunu inkârda bulundular (ve) başkalarını da (Allah’ın yolundan) ilâhî dinden (men’e çalıştılar) insanların din şerefine kavuşmasına engel kesildiler, din aleyhinde cereyanlara sebebiyet verdiler, Allah Teâlâ da (onların amellerini ibtâl etmiştir.) onların dünyadaki fâideli, hayır diler görülen amelleri de boşunadır, onlardan dolayı âhirette bir mükâfat göremeyeceklerdir. Meselâ: O kâfirler, dünyada sıla-i rahmde bulunsalar, fakirlere yardım etseler, esirleri âzad eyleseler, mescitleri imar ediverseler bu amellerinden dolayı dünyada bir fâide görseler de âhirette göremeyeceklerdir. Çünkü o amelleri, Allah rızâsı için değil birer dünyevî ve dine aykırı maksada dayalı bulunmuştur. Sahih imâna dayanmayan herhangi bir amel, bir uhrevî fâide temin edemez.
Rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Bedr savaşında askerlere yemek yediren Ebû Cehl ve Hars Bin-i Hişam gibi oniki kâfir hakkında nâzil olmuştur. Bununla birlikte hükmü bütün kâfirleri içine alır. O kâfirler, insanları İslâmiyet’ten men’e çalışıyor, onları küfre sevk etmek istiyorlardı, işte o gibi kâfirlerin İslâmiyet aleyhindeki çalışmaları da boşunadır, o hususta da eliboş ve ziyanda kalacaklardır, hepsi de tevhid nûrundan mahrum kalmış, zulmetler içinde yaşayarak hidâyet yolundan uzak bulunmuş kimselerdir.
2. Ve o kimseler ki, iman ettiler ve güzel güzel amellerde bulundular ve Muhammed’e indirilene de inandılar ki, o Rab’lerinden gelen bir sırf hakikattir. Allah Teâlâ da onlardan kusurlarını örtmüştür ve hâllerini ıslâh etmiştir.
2. (Ve o kimseler ki,) O kâfirlerin aksine olarak (imân ettiler) Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine kalben inanmış bulundular ve imânlarının birer nişânesi, birer neticesi olmak üzere (güzel güzel amellerde bulundular) namazlarına, oruçlarına vesâir dinî vazifelerine devam ettiler (ve Muhammed’e) o Son Peygamber Hazretlerine (indirilene de) Kur’an-ı Kerim’e de (inandılar ki:) O, bir ilâhî kitaptır (O, Rab’lerinden) gelen (sırf bir hakikattir) işte İslâm şerefine nâil bulunmuş olan değerli muhacirler ve muhterem Ensâr ve diğer bilcümle ehl-i imân, bu seçkin zümreyi teşkil ederler. Allah Teâlâ da (onlardan kusurlarını örtmüştür.) onların İslâm’dan önce olan günâhlarını af etmiştir. Bilâhare meydana gelen bir kısım günâhlarını da imânları ve sâlih amelleri sebebiyle af etmiş ve örtmüştür (ve) O muhterem mü’minlerin (hâllerini) de din ve dünya hususunda (ıslâh etmiştir.) kendilerini desteklemiş ve ilâhî başarıya nâil buyurmuştur.
3. Bunun sebebi şudur ki: Şüphe yok, kâfir olanlar, bâtıla tâbi olmuşlardır. İmân edenler de Rab’lerinden gelen hakka tâbi bulunmuşlardır. İşte Allah, insanlara hâllerini böylece beyân eder.
3. (Bunun) Yâni: Kâfirlerin öyle cezaya, müminlerin de böyle mükâfata uğramalarının (sebebi şudur ki: Şüphe yok, kâfirler olanlar, bâtıla tâbi olmuşlardır.) Şeytanî vesveselere kapılmışlar, hak ve hakikatten gâfil bulunarak küfr ve isyân içinde yaşamışlardır. (İmân edenler de) O kâfirlere muhalif olarak (Rab’lerinden gelen hakka tâbi bulunmuşlardır) gerçeğe uygun, hikmete ve menfaate dayanmış olan bir bilgiye sarılmış, Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmiş, İslâm dinine nâil olmak şerefine ermişlerdir, (işte Allah, insanlara hâllerini böyle beyân eder) Onların pek garip, güzel emsâl hükmünde bulunan muhtelif vasıflarını, vaziyetlerini böylece bildirir, kâfirlerin kötü âkıbetlerini, müminlerin de nasıl ilâhî lütfa mazhar olacaklarını böyle Kur’an lisânı ile anlatıyor ve teşhir buyurur. Ne mutlu bu ilâhî beyânlardan istifâde edenlere!.
4. İmdi kâfir olanlar ile savaşta karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurunuz, nihâyet onların kanlarını ziyadesiyle döktüğünüz vakit artık bukağıyı sıkıca bağlayın, sonra da onları ya meccânen âzad edersiniz veya bir bedel karşılığında serbest bırakırsınız. Tâki: Savaş ağırlıklarını atıversin. Emir böyledir. Ve eğer Allah dilese elbette onlardan muharebesiz de intikam almış olurdu. Velâkin bâzınızı bâzınız ile imtihan etmesi için, böyle savaş ile emretmiştir. Ve o kimseler ki; Allah yolunda öldürülmüşlerdir, elbette Allah onların amellerini zayi kılmayacaktır.
4. Bu mübârek âyetler, ehl-i îmanın ehl-i küfre karşı savaşa atıldıkları zaman ne yolda hareket ederek İslâm’ın gücünü ortaya koyacaklarını tâyin ediyor, cihâdın meşrûiyetindeki hikmet ve maslahata işâret buyuruyor. İslâm mücahitlerinin dünyada da, âhirette de muvaffakiyetlere, saadetlere nâil olacaklarını tebşîr buyurmaktadır.
Şöyle ki: Ey mü’minler! Kâfirlerin ne kadar bâtıla tâbi, haktan uzak olduklarını bilmiş bulunuyorsunuz, (şimdi) Öyle (kâfir olanlar ile) muharebede (karşılaştığınız zaman) kahramanca hareket ediniz, dini yüceltmek, İslâm’ın şerefini muhafaza etmek için o kâfirlerin (hemen boyunlarını vurunuz) onların büyük bir kitlesini öldürünüz (nihâyet onların kanlarını ziyâdesiyle döktüğünüz vakit) öyle bir çoklarını hayattan mahrum, size karşı cephe almaya gayrı müstaid bıraktığınız zaman (artık) geride kalan, esir düşen düşman neferlerinin boyunlarına (bukağı sıkıca bağlayın), tâki size karşı tekrar cephe alamasınlar veya kaçıp kurtulamasınlar, (sonra da) siz muhayyersiniz, onları (ya meccanen âzad edersiniz) yâni elde ettiğiniz esirleri kendilerinden bir bedel almaksızın salıverirsiniz (veya bir bedel mukabilinde serbest bırakırsınız) böyle bir muamele, çok kere ruhlar üzerinde büyük bir tesir bırakarak İslâmiyetin azametini, üstün emirlerini anlamaya vesîle olur, İslâmiyet; kabule sevk eder. Tarihte bunun emsâli çoktur.
Velhâsıl: Savaşa atılmış olan düşmana karşı böyle bir muamele yapılabilir, emirül mü’min’in, bu hususta muhayyerdir. (Tâki, savaş ağırlıklarını atıversin) Yâni, kâfirler, mağlûb olmuş, silâhlarını bırakmış, şevket ve kuvvetlerini kaybetmiş, müslümanlara karşı cephe alamaz bir vaziyete gelmiş olsunlar. İşte (emir böyledir.) kâfirlere karşı müslümanların yapacakları muamele, bu beyân olunandan ibârettir, ilâhî müsaade bir hikmete binaen tecellî etmiştir, (ve eğer Allah dilese elbette onlardan) O kâfirlerden muharebesiz de (intikam almış olurdu) hiç cihâda lüzum görülmeksizin onları yok edebilirdi.
Amenna, (velâkin) Ey müslümanlar! Sizi öyle cihâd ile mükellef kılması (bâzınızı bâzınız ile imtihan etmesi içindir) Tâki: Sizin hak yolunda sabr ve sebâtınız meydana çıksın, İslâm mücahitleri
herkesçe bilinsin, birer numune-i imtisal kesilsinler. İslâmiyet uğrunda canlarını fedâ eden İslâm cehenneme sevk edilsinler. işte bu imtihandan murâd, bu âkıbetlerin meydan-ı zuhura çıkmasını teminden ibârettir. Yoksa Cenab-ı Hak, herhangi bir şeyi bilmek için bir imtihan yapmaya hâşâ muhtaç değildir. İşte buyuruyor ki: (ve o kimseler ki: Allah yolunda öldürülmüşlerdir) Şehit düşmüşlerdir, (elbette) Allah Teâlâ din düşmanlarına karşı mücadelede bulunan o İslâm kahramanlarının (amellerini zâyi kılmayacaktır.) onları o güzel amellerinden dolayı nice mükâfatlara nâil buyuracaktır.
5. Allah Teâlâ, o mücahitleri hidâyete kavuşturacaktır ve onların hâllerini ıslâh buyuracaktır.
5. Evet… Allah Teâlâ o mücahitleri (Hidâyete kavuşturacaktır.) Onları dünyada iken şeref ve şâna, rızây-ı ilâhîye muvafık hareketlere muvaffak kılacaktır, âhirette de en yüksek derecelere nâil buyuracaktır, (ve onların hâllerini ıslâh buyuracaktır.) Amellerini kabul ederek kendilerini ilâhî lütuflarını mazhar kılacaktı.
6. Ve onları cennete girdirir. Onu kendilerine bildirmiştir.
6. (Ve) Allah Teâlâ (onları) o İslâm mücahitlerini âhiret âleminde (cennete girdirir) onları öyle ebedî bir saadet yurduna kavuşturur (onu) yâni cenneti, onun evsâfını daha dünyada iken (kendilerine) Cenab-ı Hak, Peygamber-i Zîşan’ı ve kitab-ı ilâhîsi vasıtasiyle (bildirmiştir.) İslâm mücahitleri öyle ulvî, birer ikâmetgâha nâil olacaklardır. Yâhut âhirette o muhterem kahramanlara varacakları cennet dosdoğru bildirilmiş, kendilerine dereceleri ilham edilmiş olacağından oraya kemâl-i zevk ve huzur ile gidip kavuşacaklardır. İşte hak yolundaki fedakârlığın pek muazzam mükâfatı budur.
Bu mübârek âyetler, cihâdın birçok fâidelerinin ihtiva ettiğine işâret buyurmaktadır. Vakıa İslâmiyet, bir adâlet dinidir, hürriyet ve müsavâta riâyet edilmesini amirdir. İnsanları din-i ilâhîye bir ikrah ile, bir savaş ile zoru zoruna dâvet etmez, belki hikmet ile, güzel öğüt ile dâvet eder, aklî ve naklî deliller, hüccetler ile beşeriyeti tenvire çalışır, vâki olan dâveti kabul etmeyenler, hasmâne bir vaziyet alıp da İslâm varlığına saldırmak istemedikçe kendilerine savaşta bulunmak icâbetmez.
Fakat zaman oluyor ki: İslâm varlığını, mukaddesatını muhafaza ve müdafaa için savaşa lüzum görülür. Bundan dolayı da cihâd, büyük bir hikmet-i ictimaiyeyi ihtiva eder. Vakıa İslâmiyet, bir din-i merhamettir, bir dini selâmet ve saadettir, bütün beşeriyetin din-i ilâhî sâyesinde toplanarak bir vücud hükmünde bulunmalarını, birbirleri hakkında hayırhâh olmalarını emreder. Fakat ne yazık ki; beşeriyet muhitinde çeşitli ihtirasları yüz gösterip durmaktadır. Binaenaleyh bu ihtirasların pençe-i kahrında esir olmamak için, cihâd için hazır bulunmak hayat için zaruridir.
Bunu takdir eden bir İslâm cemiyeti dâima kuvvetli bulunmaya çalışır, kendi varlığını, geleceğini koruyabilmek için zamanın icaplarına göre mücehhez, müsellâh bir hâlde bulunur. Bunu temin için de servete, say ve gayrete ihtiyaç görüleceği için üretim ve ekonomi sahasında faaliyete devam eder. Çeşitli san’atlar ile iştigâl eyler, fertlerinin sıhhatini, güzel ahlâkını, fâideli faaliyetini arttırmaya çalışır durur. Bu sâyede ortaya çıkabîlecek tehlikelere karşı metin bir vaziyet almış olacakları için o tehlike bertaraf olur, düşmanların ümitleri kırılır. Vaziyet almaya mecburiyet görürler. Bunun içindir ki: “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-u salâh” denilmiştir. Evet.. Lüzum görüldükçe “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-u salâh” denilmiştir. Evet.. Lüzum görüldükçe düşmanlara metin bir şekilde cephe alarak Cenab-ı Hak’ka tevekkül, ondan muvaffakiyetler niyâz etmelidir.
“Var iken elde müdara cenk-ü gavgadır abes”
“Düşmeni bed tınete amma müdaradır abes”
Ulemâ-i Hanefiyenin ekserisine göre işbu (4)üncü âyet-i kerîme
Haram aylar çıkınca… (Tevbe 9/5) âyet-i kerîmesi ile nesh edilmiştir.
Fakat tefsircilerin çoğuna göre nesh edilmiş değildir, hükmü geçerlidir. Devlet Başkanı serbesttir, esirleri yâ meccanen veya bir bedel karşılığında âzad eder, savaş bittikten sonra artık esirleri öldürmek câiz değildir. Fakat savaş henüz bitmek üzere ise elde edilen düşmanlar, esir alınabileceği gibi öldürülebilirler de.
Bir de Arab müşrikleri bu hususda müstesnâ görülmektedir. Onlardan cizye kabul edilmez. Yâni esirler bir bedel karşılığında serbest bırakılmazlar, onlar İslâmiyet’i kabul edinceye değin kendilerine karşı harbe devam edilir. Çünkü evvel onların muhitinde İslâmiyet yayılmış, bütün yüksekliği gösterilmiş ve cihânın her tarafına yayılmağa başladığı görülmüş olduğu hâlde onlar yine inkârlarında, düşmanlıklarında devam edince haklarında öyle bir muamelenin yapılması fayda gereği bulunmuş olur.
İmam-ı Âzam’dan bir rivâyete göre mutlak olarak esirlerden fidye = bir bedel alınarak kendileri salıverilmezler. İslâmiyet’i kabul etmedikleri taktirde öldürülürler. Çünkü onları salıvermek, küfre yardım demektir, daha sonra o esir, yine savaşçı olarak müslümanlara karşı saldırabilir. Fakat İmam-ı Mâlik ve İmam-ı
Şafiî ve İmam-ı Ahmed’e göre ve İmam-ı Âzam’dan diğer bir görüşe göre devlet başkanı serbesttir. Dört muameleden hangisini uygun görürse onu tatbik eder. Şöyle ki: İslâmiyet’i kabul etmeyen esirler, ya öldürülürler, veya meccanen veya bir bedel karşılığında âzad edilirler ve yâhut esir olarak İslâm diyârında bırakılırlar. “Sirac-ül Münîr” tefsir-i Merağî “Tefsir-i Vâzih”.
§ İshan; Pek zayıf, zebûn, mağlûb düşürmek demektir, çokça öldürmekten kinâyedir.
§ Vesak; Bukagu, esirlerin boyunlarına bağlanacak şey, kayd ve ahd ve yemin mânasınadır.
§ Men; Esiri meccânen salıvermek, ve yormak zayıf düşürmek ve batman mânalarınadır.
§ Fida; Bedel vermek, saçmak, dağılmak mânasınadır.
§ Evzar; Yük, harp âletleri, ağırlıkları ve günâhlar mânasınadır,
§ Belva; Tecrübe, imtihan, belâ ve zahmet mânasınadır.
§ Bâl; Hâl, kalb ihtimam ve büyük balık demektir.
7. Ey iman etmiş olanlar! Eğer siz Allah için yardım ederseniz size yardım eder ve ayaklarınızı sâbit kılar.
7. Bu mübârek âyetler, Allah yolunda çalışanların ilâhî yardıma nâil olacaklarını müjdeliyor, kâfirlerin de ilâhî kitaba inkârları yüzünden helâke uğrayıp amellerinin boş yere zâyi olacağını ihtar buyuruyor. İnkârcıların dikkatlerini kendilerinden evvel ilâhî kahra uğramış olan eski kâfir milletlerin tarihî hâllerine çekiyor. Ehl-i imânı Allah Teâlâ’nın koruyacağını, ehl-i küfrün ise koruyucudan, yardımcıdan mahrum kalacaklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey ehl-i İslâm!. (Eğer siz Allah için yardım ederseniz) Cenab-ı Hak’kın dinine,
Peygamberine hizmet eder, o uğurda cihâd meydanlarına atılırsanız, Hak Teâlâ Hazretleri de (size yardım eder) sizi düşmanlarınıza galip kılar (ve ayaklarınızı) harb meydanında (sâbit kılar) İslâm hukukuna riâyet hususunda, dinsizler ile cihâd hususunda sizi teyid buyurur, siz Allah’ı dinini yüceltmeye muvaffak olursunuz. Elverir ki: Cihâdınız sırf Allah rızâsı için olsun, ilâhî dine hizmet maksadına dayanmış bulunsun.
8. Ve o kimseler ki: Kâfir oldular. Artık helâk onlara! Ve onların amellerini iptâl etmiştir.
8. (Ve o kimseler ki, kâfir oldular) Akla, selim yaratılışa aykırı harekette bulundular, Cenab-ı Hak’kın birliğini, Peygamberinin risâletini inkâr ettiler (artık helâk onlara) onlar büyük bir düşüşe, felâkete uğramış kimselerdir, (ve) Allah Teâlâ (onların amellerini ibtâl etmiştir.) artık onların dünyadaki bâzı işleri görünüşte fâideli, ahlâka uygun görülse de onların mânen kıymeti, fâidesi yoktur. Çünkü: Dinî bir esasa dayalı değildir, Cenab-ı Hak’ka itaat için yapılmış bulunmamaktadır.
9. O öyledir, çünkü: Şüphesiz onlar, Allah’ın indirdiğini kötü gördüler. Artık Allah da onların amellerini iptâl etti.
9. Evet.. (O öyledir) Onlar, helâke mâruzdurlar, amelleri boşunadır. (çünkü: Şüphesiz onlar, Allah’ın indirdiğini kötü gördüler) âhır zaman Peygamberini tasdik etmediler, ona indirilen Kur’an-ı inkâr ettiler, onun beyânatından hoşnut olmadılar (artık) Allah Teâlâ da (onların amellerini ibtâl etti) onları, o amellerinden dolayı âhiretten bir fâide göremeyeceklerdir. Çünkü, amellerin kabulü için esas olan imândır, onlar ise bu imândan mahrum kimselerdir.
10. Yeryüzünde gezmediler mi ki, bakıversinler: Kendilerinden evvelkilerin âkıbetleri nasıl olmuş! Allah onların üzerlerine kahretmiş ve kâfirler için de onların emsâli vardır.
10. O Son Peygamberi ve ona indirilen ilâhî kitabı inkâr edenler (Yeryüzünde gezmediler mi?.) eski inkârcıların harab olmuş yurtlarını görmediler mi?. Onların müthiş tarihî hâllerine vakıf olmadılar mı?, (ki, bakıversinler) Bir ibret gözüyle bakıp düşünsünler (kendilerinden evvelkilerin âkıbetleri nasıl olmuş) onlar, küfrleri yüzünden ne kadar felâketlere uğramışlar (Allah onların üzerlerine kahretmiş) onları helâke mâruz bırakmış, bütün canları, malları mahvolup gitmiş, (ve) Artık onların yollarını tâkibeden sonraki (kâfirler için de onların emsâli vardır.) bu sonrakilerin başlarına da o eski kavimlere âid felâketlerin, müthiş âkıbetlerin birer misli ve benzeri gelecektir. Hiç bunu düşünmezler mi? Nitekim bilâhare başlarına bir nice felâketler, mağlûbiyetler gelmiştir. Bu cümleden olarak bir kısmı Bedr savaşında öldürülmüş esir düşmüş idiler.
11. Şunun için ki, muhakkak Allah iman edenlerin yardımcısıdır ve şüphe yok ki, kâfirlere gelince onlar için yardımcı yoktur.
11. Evet.. Ehl-i İmânın zafere, güzel âkıbete, ehl-i küfrün de kahra ve fecî âkıbetlere aday bulunmaları (Şunun için) dir (ki: Muhakkak Allah, imân edenlerin yardımcısıdır) onların velîsidir, yardımcısıdır (ve şüphe yok ki, kâfirlere gelince onlar için mevlâ yoktur) onlar için bir koruyucu bir yardımcı yoktur ki, onlara yönelen azabı, felâketi kendilerinden uzaklaştırabilsin.
Evet.. Allah Teâlâ, yaratıcı, sâhip Rab ve tasarruf edici olmak mânasına kâfirlerin de mevlâsıdır. Fakat onlara yardım edici olarak azabtan, uhrevî kahırdan kurtarmak mânasına onların mevlâsı değildir. Burada da ki mânadan maksat da budur.
§ Ta’s; Sürçüp yüzü üstüne düşmek mânasınadır. Helâk ve ümitsizlik mânasında olarak beddua makâmında kullanılır.
§ Tedmîr; de helâk etmek mânâsınadır.
12. Şüphe yok ki: Allah, iman eden ve güzel güzel amellerde bulunan kimseleri altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirecektir ve o kimseler ki: Kâfir olmuşlardır, menfaatlenirler ve hayvanların yedikleri gibi yerler ve âteş ise onlar için bir yurddur.
12. Bu mübârek âyetler, müminlerin âhirette nâil olacakları nîmetleri kâfirlerin de nasıl müthiş bir azaba mâruz kalacaklarını bildiriyor. Peygamberlerine ihanetde bulunmuş olan birnice belde ahâlisinin helâke uğramış olduklarını beyân ile Mekke-i Mükerreme’den hicrete mecbur edilmiş olan Resûl-i Ekrem’e teselli verici oluyor. Müminler ile kendi arzularına tâbi olan kâfirlerin birbirlerine eşit olamayacaklarını beyân ve ehl-i imânın değerinin yüceliğine şöylece işâret buyurmaktadır. (Şüphe yok ki, Allah) dünyadalarken (imân eden ve güzel güzel amellerde bulunan kimseleri) âhiret gününde (altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirecektir.) onları öyle güzel, ruhefzâ köşklerde, bahçelerde tam bir zevk ve sevinç ile ebediyyen yaşatacaktır.
(Ve o kimseler ki, kâfir olmuşlardır) Allah Teâlâ’nın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr ederek küfre düşmüşlerdir, onlar bu dünyada geçici olarak (menfaatlenirler) servet, mevki sâhibi olabilirler (ve hayvanların yedikleri gibi yerler) helâli haramdan ayırmazlar, işin âkıbetini düşünmezler, kendilerini rızıklandıran Yüce Yaratıcıya şükrân sunmada bulunmazlar. (ve âteş ise onlar için yurddur.) nihâyet o kâfirlerin varacakları yer, cehennemdir. Cehennem onlar için ebedî bir ikâmetgâhtır. Evet.. Düşünen bir mümin, nefsinin isteğine uymaz, fâni bir hayata tapınmaz, üzerine düşen dinî vazifeleri terketmez, sonunda ebedî ve pek büyük nîmetlere nâil olur. İşte bu, dine sarılmanın pek güzel bir neticesi.
Dinsizler ise, şeytanların aldatmalarına kapılırlar, şehvetlerinin esiri olurlar, pek çirkin şeyleri birer yaldızlı güzel şey imiş gibi görürler, güzelce düşünmeden mahrum bulunurlar, bunun neticesinde de pek büyük bir cezaya uğrarlar. İşte bu da küfrün pek vahim bir neticesi!.
13. Ve nice beldeler de var idi ki: Seni çıkarmış olan beldeden kuvvetçe daha şiddetli idi. Onları helâk ettik, artık onlar için bir yardımcı yoktur.
13. Evet.. Kâfirler, fâni varlıklarına güveniyorlar. Resûl-i Ekrem’i kendi beldesinden hicrete mecbur eden müşrikler, hiç bu kötü muamelelerinin korkunç âkıbetini düşünmediler mi?. (Ve nice beldeler de var idi ki) Ey Son Peygamber!, (seni çıkarmış olan) Hicrete mecbur eden (beldeden) yâni: Mekke-i Mükerreme ahâlisinden (kuvvetçe daha şiddetli idi) onlar da Peygamberlerini tekzîb etmişlerdi, fakat sayılarının çokluğu, kuvvetlerinin, servetlerinin fazlalığı kendilerine bir fâide vermemişti (onları) O küfrlerinden dolayı (helâk ettik) nice felâketlere, azablara uğramış oldular (artık onlar için bir yardımcı yoktur.) onları dünyadaki felâketlerinden kurtaracak bir kimse bulunmadığı gibi yarın âhirette de kendilerini cehennem azabından hiçbir kimse kurtaramayacaktır. Artık Ey Son Peygamber!. Seni inkâr edenler de böyle bir âkıbeti düşünsünler, onlar da kendilerinden evvelki inkârcı kavimler gibi helâke mâruz kalacaklardır, kendilerine bir yardım edecek bulunmayacaktır.
İbn-i Abbas Radiyallâhü Anhtan rivâyet olunuyor ki: Resûl-i Ekrem Sallallâhü Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de hicreti esnâsında bir mağarada biraz durmuştu. Oradan Mekke-i Mükerreme tarafına dönmüş: “Sen bence Allah’ın beldelerinin en sevgilisi bulunuyorsun, eğer
senin ahâlin beni çıkarmamış olsa idiler ben senden çıkmazdım.” diye buyurmuş, bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur.
14. Yâ şimdi Rabbinden bir açık delil üzerine olan kimse, kendisine kötü âmeli bezetilmiş ve hevalarının ardına düşmüş kimseler gibi midir?
14. Evet.. Müminler zümresi ile kâfirler topluluğu elbette eşit değildirler. (Yâ şimdi Rab’binden bir açık delil üzerine olan kimse) apaçık bir delile, bir ilâhî kitaba dayanarak ilâhî din ile vasıflanmış bulunan hangi bir mümin (kendisine kötü ameli bezetilmiş) dine, insaniyete muhalif hareketleri şeytanlar tarafından kendisine süslü gösterilmekte bulunmuş (ve hevalarının ardına düşmüş) nefslerinin gayrı meşrû arzularına tâbi olmuş, ahlâk dışı hareketleri işleyip durmuş (kimseler gibi midir?.) Elbette ki: Değildir.
Evet.. Bir zümre ki: Yüce mâbud’un emirlerine, yasaklarına riâyetkâr bulunmuş, ahlâkî fâzilet ile nitelenmiş ve tertemiz hayata sâhip bulunmaktadır. Diğer bir tâife ise Yüce Yaratıcının birliğini, ilâhî hükümlerini inkârcı bulunmuş, nefslerinin arzularına kapılmış, şeytan gibi kimselerin aldatmalarına tâbi olmuş, hakikî geleceklerini düşünmekten mahrum kalmıştır. Artık o seçkin zümre ile bu şaşkın tâife eşit olabilir mi?. Elbette ki olamaz. O zümrenin geleceği pek emîndir, pek nûranîdir. O tâifenin istikbâli ise pek korkunçtur, pek karanlıktır. Öyle bir âkıbetten Allah Teâlâ’ya sığınırız.
15. Takva sahipleri için vaad olunan cennetin sıfatı, onun içinde bozulmamış su’dan ırmaklar ve tadı değişmemiş sütten ırmaklar ve içenler için lezîz, şaraptan ırmaklar ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır ve onlar için orada her türlü meyvelerden vardır ve Rab’lerinden yarlığanma da vardır. Artık böyle zâtlar âteşte ebedîyyen kalan ve pek kaynar sudan içirilip de bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir?
15. Bu mübârek âyet, müminlerin nâil olacakları cennetin vasıflarını beyân ve müminlerin ilâhî mağfirete mazhar olacaklarını müjdeliyor. Cehennemde ebedî olarak kalacak olan kâfirlerin de pek kötü, âteşin âkıbetlerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Müttakîler için) yâni: îman ile, iyi ameller ile nitelenen, azabı gerektiren şeylerden kaçınan zâtlar için Allah tarafından (vâ’d olunan cennetin sıfatı) güzel vasfı, şu beyân olunandır, (onun) O cennetin (içinde bozulmamış) tadı, kokusu değişmemiş (su’dan ırmaklar) vardır.
Dâima lezzetlerini, güzelliklerini korumuş bulunurlar, (ve tadı değişmemiş) Ekşimemiş, bozulmamış (sütten ırmaklar) vardır, akar dururlar ve (içenler için leziz şaraptan) dünyadaki şaraplar gibi tadında, kokusunda kerahat bulunan, içenleri sarhoş eden, bir nice zararları görülen şaraplar türünden olmayan, bilâkis pek lezzetli, fâideli meşrûbat türünden bulunan (ırmaklar) vardır. Ehl-i Cennet, onlardan içer zevk alırlar, (ve süzülmüş) Tam saf, lezîz başka şeylerden arınmış (baldan ırmaklar vardır.) cennette bulunanlar, onlardan bol bol istifâde ederler (ve onlar için) cennet ehline mahsus (orada her türlü meyvelerden vardır) onlar, tatları, kokuları, şekilleri muhtelif; çeşitli şeylerdir.
Bu yemişlerden ehl-i Cennet, yiyip lezzet alacaklardır. (ve) Özellikle onlar için en büyük bir ilâhî lütuf olmak üzere (Rab’lerinden yarlıganma da vardır) Yüce Yaratıcı Hazretleri onlardan râzı olacaktır, onların haklarında öyle pek büyük ilâhî ihsân da tecellî edecektir. Artık düşünmeli!. Böyle zâtlar, bu kadar ebedî nîmetlere, iltifatlara nâil olacak olan ehl-i imân (âteşte ebediyyen kalan ve pek kaynar sudan içirilip bağırsakları parçalanan) kâfir (kimseler gibi midir?.) elbette ki değildirler. Mümin olanlar, ebedî selâmet ve saadete ve nice nîmetlere kavuşacaklardır. Kâfir olanlar da ebedî azaplar içinde kalarak tasavvurların üstünde ızdıraplara mâruz kalacaklardır. Artık bunlar birbirlerine eşit görülebilirler mi?.
§ Asin; Dura dura tadı bozulmuş olan şey demektir. “Hamim” sıcak su, sıcak günde yağan yağmur ve ter mânasınadır. “Em’a” da barsaklar demektir.
16. Ve onlardan bâzı kimseler vardır ki: Seni dinler, sonra senin yanından çıktıkları zaman kendilerine ilim verilmiş olanlara derler ki: O biraz evvel ne söyledi? Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onların kalpleri üzerine mühürlemiştir ve arzularına tâbi olmuşlardır.
16. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’in meclisinde bulunan, onun yüksek sözlerini işiten bir kısım münâfıkların alay edici hareketlerini teşhir ediyor. Bir kısım zâtların da hidâyete nâil, takvâ ile nitelenmiş olup ilâhî desteğe mazhar bulunmuş olduklarını bildiriyor. Münâfıkların kıyameti beklemekte olduklarına, kıyametin ise bâzı alâmetleri meydana gelmiş bulunduğuna, o ehl-i küfrün ise bunlardan ibret alacak bir kabiliyette bulunmadıklarına işâret ediyor. Sonra da Son Peygamber Hazretlerine Allah’ın birliği inancına devam edilmesinin lüzumunu, kendisiyle mümin erkekler ve mümin kadınlar hakkında istiğfarda bulunmasını emr ve Cenab-ı Hak’kın ilmî ihatasını beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Onlardan) İnsanlardan (bâzı kimseler vardır ki) onlar münâfık, hakkı kabulden mahrum kimselerdir. Ey Son Peygamber!. Onlar (seni dinler) meclisinde bulunarak beyânatını dinlemiş olurlar. Fakat o beyânata karşı lâzım gelen dikkat ve riâyette bulunmazlar (sonra senin yanından çıktıkları zaman) giderler (kendilerine ilm verilmiş olanlara) İbn-i Mes’ut, İbn-i Abbas gibi ulemâdan bulunan Ashâb-ı kirâm’a (derler ki:) onlardan bir alay yoluyla sorarlar ki: (O) Hz. Muhammed, (ne söyledi?.) biz anlamadık, siz bize anlatabilir misiniz?. Allah Teâlâ da buyuruyor ki: (Onlar) O vasıfları bildirilen münâfıklar, (öyle kimselerdir ki: Allah, onların kalbleri üzerine mühürlemiştir.) onların kendi kötü tercihlerinden dolayı küfrleri hakkında ilâhî hüküm verilmiştir. Onlar kalblerini hayır tarafına çevirmezler, hakikatları işitip kabul etmek istemezler (ve) münâfıklar, kendi (arzularına tâbi olmuşlardır) kendi nefslerinin meyillerine uyarlar, kendi şehvetlerinin esiri bulunurlar. Onun içindir ki: Hak sözleri kabul etmezler, tâkibettikleri bâtıl yoldan geri dönmezler.
17. Ve o kimseler ki: Hidâyete ermişlerdir, Onlara hidâyeti arttırmıştır ve onlara takvâlarını vermiştir.
17. (Ve o kimseler ki:) O münâfıkların hilâfına olarak (hidâyete ermişlerdir) imâna nâil olmuş, Kur’an-ı Kerim’den istifâde etmişlerdir ve nefsleriyle cihâdda bulunarak hakka teslim olmaktan ayrılmamışlardır. Artık Allah Teâlâ da (onlara) öyle seçkin kullarına (hidâyeti arttırmıştır.) onların kalblerini imân nûru ile pek ziyade doğru bir yola sevk etmiştir. (ve onlara takvâlarını vermiştir.) O seçkin kullarını takvâya muvaffak etmiş, o hususta kendilerine yardımda bulunmuş onları pek büyük sevaplara vesîle olan bir nice güzel amellere muvaffak buyurmuştur.
18. Onlar, kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka birşeyi beklemiyorlar. İşte muhakkak ki, onun alâmetleri gelmiştir. Artık onlara geldiği vakit düşünmeleri anlamaları kendilerine ne fâide verecektir?
18. Fakat münâfıklara, imândan mahrum kimselere gelince (Onlar, kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka birşeyi beklemekte bulunmuyorlar) çünkü onlar, Allah’ın birliğine dâir, Hz. Peygamber’in doğruluğuna âid, kıyametin de herhâlde kopacağına dâir birçok âyetler, deliller, alâmetler var iken ve bir nice kulların küfrleri yüzünden helâk olup gittikleri herkesçe malûm iken o inkârcılar yine inkârlarında devam edip dururlar. Artık onlar, kıyametin ansızın kopmasını mı bekliyorlar?, (işte muhakkak ki: Onun alâmetleri gelmiştir) Yâni: Son Peygamber olan zât, dünyaya şeref vermiştir, ay’ın yarılması mûcizesi meydana gelmiştir, kıyamet yakın olunca insanların işleyecekleri beyân olunan bir nice dinî yasaklar yapılmakta bulunmuştur, (artık onlara) O inkârcılara kıyamet (geldiği vakit düşünmeleri) anlamaları, tevbeye koşmaları (kendilerine ne fâide verecektir!.) elbette ki, bir fâide vermeyecektir. Çünkü artık tevbe zamanı geçmiş bulunur.
19. İmdi şunu bil ki: Şüphe yok, Allah’tan başka ilâh yoktur ve günâhın için ve îmânlı erkekler ile imânlı kadınlar için mağfiret dile ve Allah, dolaştığınız yeri de, durduğunuz yeri de bilir.
19. (İmdi) Ey Yüce Peygamber!, (şunu bil ki: Şüphe yok Allah’tan başka ilâh yoktur) yâni: Sen ki: Müminlerin saadete nâil, kâfirlerin de bedbahtlığa mâruz bulunduklarını bilmiş bulunuyorsun. Binaenaleyh Allah’ın birliğine âid sâhip olduğun bilginde sâbit ol, bu husustaki bilgin kat kat artmış bulunsun. Bu gibi ilâhî hitaplar, Resûl-i Ekrem vasıtasiyle onun ümmetine de yöneliktir. Buyurulmuş oluyor ki: Her mümin, imânında sebât etmeli, onun imânı ilmülyakin derecesinden aynülyakin derecesine yükselmelidir. Çünkü bütün deliller, kanıtlar, mûcizeler bunu icap etmektedir.
(ve) Ey Yüce Resûl!. Kendi (günâhın için) yâni: İnsanlık hâli meydana gelen ve daha iyiyi yapmama kabilinden bulunan hangi bir hareketinden dolayı (ve imânlı erkekler ile imânlı kadınlar için mağfiret dile) onlardan da meydana gelmiş olan günâhların af ve örtülmesini, yüce mâbuttan niyâz eyle. Hz. Peygamber, mâsum olduğu hâlde, yine istiğfar ile mükellef olması onun için bir tevazu vazifesidir, lütfa olan ihtiyacı göstermektedir bir şükür yerinde bulunmaktadır.
Hattâ o Yüce Peygamber Efendimiz: Her gün yüz defa istiğfarda bulunduğunu Ashâb-ı kirâmına haber vermiştir. (ve) Ey insanlar!. (Allah dolaştığınız yeri de) Bilir, gündüzleri dünyadaki hareketlerinizi, nerelerde gezip durduğunuzu bilmektedir. Ve sizlerin (durduğunuz yeri de bilir.) geceleyin nerelerde kaldığınızı veya âhirette ne gibi birer mevkide bulunacağınızı da bilicidir. Onun muazzam ilminden hiçbir şey hariç bulunamaz. Artık dâima muntazam bir vaziyette bulunmak, o Yüce Yaratıcının lütfuna ilticâ etmek, ondan mağfiretler taleb eylemek her kul için en mühim bir kulluk vazifesi bulunmaktadır.
20. Ve imân edenler derler ki: Bir sûre indirilmiş olmalı değil mi idi, Vaktaki, bir muhkem sûre indirildi ve onda savaş zikiredildi, kalplerinde bir hastalık olanları gördün ki: Sana ölümden baygın kimsenin bakışı gibi bakıyorlar. Artık ölüm olarak daha lâyıktır.
20. Bu mübârek âyetler, cihâda vesâireye dâir âyetlerin inişini müminler temennî ettikleri hâlde münâfıkların ise böyle bir âyet nâzil olunca ne kadar üzgün, baygın bir hâlde kaldıklarını bildiriyor: Halbuki: Allah’ın emrine itaat etmiş, sadâkat göstermiş olsalar haklarında ne kadar hayırlı olacağını haber veriyor. Öyle fesata çalışan akrabalık haklarına riâyet etmeyen kimselerin ne kadar zillete, felâkete uğrayacaklarını ihtar ediyor. Onların Kur’an’ı düşünmez, kalbleri kilitlenmiş kimseler olduklarını beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki: (ve imân edenler) Yâni: Allah yolunda cihâda atılmayı isteyen samimi müminler, ilâhî vahyi bekleyerek (derler ki: Bir sûre indirilmiş olmalı değil mi idi?.) ki: Bizi cihâd ile mükellef tutsa idi de o yüzden sevaplara nâil olsa idik (Ne zaman ki,) cihâda dâir (bir muhkem) nesh edilmemiş ve her vakit için tatbiki geçerli, fâidesi kabul edilmiş (sûre indirildi ve onda) o sûrede (savaş zikredildi) müslümanlara cihâd ile emr olundu (kalblerinde bir hastalık) nifak, şek ve şüphe (olanları gördük ki,) o münâfıklar topluluğunun hâllerini anladın ki, (sana ölümden baygın kimsenin bakışı gibi bakıyorlar) kendilerine ölüm hâli isâbet etmiş kimseler gibi bir vaziyet almışlar, şuursuzca bir bakışta bulunuyorlar. (artık) Ölüm (onlara daha lâyıktır.) onlar kahrolası kimselerdir. Allah onları kahretsin, onların ölmeleri, yaşamalarından iyidir, onlar İslâm âlemi için zararlı kimselerdir.
21. Onlar için, itaat ve güzel söz yaraşır sonra savaş emri, kesinlik kazanınca eğer Allah’a sadakatda bulunsalar idi elbette kendileri için hayırlı olurdu.
21. Onlar için (İtaat ve güzel söz) yaraşır. O münâfıklar, ilâhî emre hemen itaat etmeli değil midirler?. Yâhut bir ilâhî emir gelince o münâfıklar, görünürde itaat gösterir, bizim vazifemiz itaattir, meşrû lâkırdıdır derler (sonra) savaş (emri kesinlik kazanınca) onu hoş görmez, ölüm korkusundan titrer, cihâddan yüz çevirirler. Halbuki (eğer Allah’a sadâkatte bulunsalar idi) ciddi biçimde imân etmiş, Peygambere tâbi olmuş, güzel niyet sâhibi bulunmuş olsalar idi (elbette kendileri için hayırlı olurdu.) büyük şereflere, sevaplara nâil bulunurlardı.
22. Demek umulur ki: Eğer siz imândan yüz çevirirseniz, yeryüzünde bozgunculuğa çalışırsınız ve akrabalık münasebetlerini parçalayıverirsiniz.
22. (Demek umulur ki:) Ey münâfıklar!. Sizin bu hâliniz göstermiş oluyor ki: (Eğer siz imândan) cihâddan, hak yolunda çalışmaktan (yüz çevirirseniz) bunun neticesi olarak (yeryüzünde bozgunculuğa çalışırsınız) savaş meydanlarından kaçar, İslâm varlığını, kuvvetini darmadağın etmek alçaklığında
bulunursunuz (ve akrabalık münâsebetlerini parçalayıverirsiniz) câhiliyet zamanında olduğu gibi birbirinize karşı düşmanca birer vaziyet alırsınız, birbirlerinizin kanlarını akıtırsınız, yurdunuzu, akrabanızı perişan bir hâlde bırakmak istersiniz.
23. Onlar o kimselerdir ki: Onlara Allah lânet etmiştir, sonra onları sağır kılmıştır ve gözlerini kör etmiştir.
23. Evet.. (Onlar) O münâfık, fesâtçı şahıslar (o kimselerdir ki: Onlara Allah lânet etmiştir) onları rahmetinden uzak bulundurmuştur (sonra onları sağır kılmıştır) işittikleri hayırlı sözlerden, nasihatlardan istifâde edemezler (ve gözlerini kör etmiştir) onlar gördükleri şeylerden fâidelenemezler insanların nefslerinde ve dışındaki bir nice kudret eserlerini bir ibret gözü ile görerek onlardan nasihat alamazlar. Onlar yaratılışlarını zâyi etmiş, zararlı kimseler kesilmişlerdir.
24. Kur’an’ı düşünmeye çalışmazlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde onların kilitleri mi var?
24. O münâfıklar (Kur’an-ı düşünmeye çalışmazlar mı?.) bütün insanlığı irşâd lütfunda bulunan, bütün şüpheleri gideren, bütün insanlara hidâyet yolunu açıkça gösteren Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini dinleyip yüce meâlini düşünmekte bulunmazlar mı?. Nedir onlardaki o gaflet o cehâlet!, (yoksa kalblerinin üzerinde onların) O kalblerin kendilerine mahsus (kilitler mi var?.) ki: Kur’an-ı Kerim’in o pek açık nasihatlarından istifâde edemiyorlar?. Düşünme özelliğinden tamamen mahrum bir hâlde bulunuyorlar. Evet.. Onların bütün bu kötü vaziyetleri kendi nifaklarının, kötü tercihlerinin bir neticesidir.
25. Şüphe yok, o kimseler ki, kendilerine hidâyet besbelli olduktan sonra arkaları üzerine dönüverdiler, onlar için şeytan süslemiş ve onları uzunca emellere düşürmüştür.
25. Bu mübârek âyetler, bir takım münâfıkların şeytanlara uyarak pek açık delillere rağmen dinden dönmüş olduklarını haber veriyor. Onların Kur’an-ı Kerim’i hoşlanmayan bâzı kabîlelere itaat edeceklerini gizlice söylediklerini, Allah Teâlâ’nın ise onların bu gizlediklerini bildiğini ihtar ediyor. Artık öyle Allah’ın gazabına uğramış, rızâsından uzaklaşmış, amelleri mahv ve yok olmuş olan şahısların öldükleri zaman melekler tarafından nasıl darbelere mâruz kalacaklarını bildiriyor. Onların İslâmiyet’e karşı olan şiddetli düşmanlıklarından Yüce Yaratıcı’nın haberdar olmadığını sanmak cehâletinde bulunduklarını teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: (Şüphe yok, o kimseler ki,) bir takım ehl-i kitaptan vesâireden olup da İslâmiyet’i kabul edenler ki, veya münâfıkça bir şekilde İslâm görünenler ki: (kendilerine hidâyet besbelli oldukları) İslâmiyet’in hakkiyyeti, onun bir hidâyet yolu olduğu birçok açık, parlak mûcizeler ile, deliller ile besbelli oldukları (sonra arkaları üzerine dönüverdiler) dinden döndüler, küfrlerini meydana koydular (onlar için şeytan) o dönmelerini, İslâmiyet’e muhalif cephe almalarını (süslemiş) güzelce bir hareket etmiş gibi göstermiş (ve onları uzunca emellere düşürmüştür.) bu dinsizliklerinden dolayı dünyada nice nîmetlere, lezzetlere nâil olacaklarını şeytan onlara telkin etmiştir.
26. Bunun sebebi şudur ki: Onlar, Allah’ın indirdiğini hoşlanmayanlara dediler ki: Biz size bâzı emirde itaat ederiz. Halbuki, Allah onların bütün gizli konuşmalarını biliyor.
26. (Bunun sebebi şudur ki:) O dinden dönenlerin, münâfıkların öyle küfre düşmeleri şundan ileri gelmektedir ki: (onlar, Allah’ın indirdiğini kerîh görenlere) Kur’an-ı Kerim’e karşı büyük bir nefret, düşmanlık besleyen müşriklere, Ben-i Kureyza, Ben-i Nâdir gibi Yâhudî tâifelerine gizlice (dediler ki: Biz size bâzı emirde itaat ederiz) Peygambere
düşmanlık hususunda, müslümanları cihâddan men hususunda size yardımda bulunuruz, sizin galip gelmenizi temine çalışırız. (halbuki, Allah, onların bütün gizli konuşmalarını biliyor.) Onlar, kendilerinin o ihanetini, o alçaklığını müslümanlardan gizli tutabileceklerini mi sanıyorlar?. O ne cehâlet!. Allah Teâlâ, onların bütün o gizli sözlerini, hareketlerini elbette Peygamberine haber verir.
27. Artık melekler, onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları vakit hâlleri ne olacak?
27. (Artık melekler) Ruhlarını almaya memur olan Azrail ve onun yardımcıları olan diğer ruhanî zâtlar (onların) o kâfirlerin, o İslâm düşmanlarının (yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları vakit) o dinsizlerin (hâlleri ne olacak?.) kendilerini o felâket darbesinden, o ilâhî kahırdan nasıl kurtarabilecekler?. Böyle bir âkıbeti hiç düşünmezler mi?.
28. Bunun sebebi de şüphe yok ki, onlar, Allah’ın gazabını çeken şeye tâbi oldular ve onun râzı olduğu şeyi kötü gördüler. Artık onların amellerini mahvediverdi.
28. (Bunun sebebi de) O kâfirlerin böylece fecî bir âkıbete uğramalarını gerektiren şey de (şüphe yok ki, onlar, Allah’ın gazabını çeken şeye tâbi oldular) Allah’ın birliğini inkâr ettiler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik eylemediler, şeytanın vesveselerine kapılarak en çirkin şeyleri güzel görerek yapmaya cür’et gösterdiler, (ve onun râzı olduğu şeyi) Cenab-ı Hak’kın rızâsına vesîle olan imân gibi, ibâdet ve itaat gibi şeyleri (hoş görmediler. Artık) Allah Teâlâ da (onların) bu kâfirce, düşmanca hâllerinden dolayı (amellerini mahv ediverdi.) meselâ: Bir müddet imân ile yaşamış iseler bilâhare kâfir olunca o imânları kendilerine bir fâide veremez bulunmuştur. Kâfirlik hâllerinde yaptıkları iyiliklerde, fakirlere yardımlarda uhrevî bir mükâfata sebep olamaz. Çünkü imâna dayalı olmayan bu gibi amellerin Allah katında bir kıymeti yoktur.
29. Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar, sandılar mı ki, Allah onların kinlerini meydana çıkarmayacaktır?
29. (Yoksa kalblerinde) Nifak gibi, fesatçı hareketlere meyil gibi mânevî bir (hastalık bulunanlar) içlerinde müminlere karşı kin ve düşmanlık besleyenler (sandılar mı ki, Allah onların kinlerini) o düşmanca kuruntularını (meydana çıkarmayacaktır?.) Yok, yok.. Elbette Cenab-ı Hak, elbette onların bütün gizli ve âleni hâllerini meydana çıkaracaktır, Yüce Peygamberine bildirecektir, o düşmanları eliboş ve ziyanda bırakacaktır. Nitekim bilâhare da öyle olmuştur. Nitekim Beraet sûresinde onların çirkin, rezil hâlleri haber verilmiş, bu münâsebetle o mübârek sûreye “Essuretülfazihe” adı da verilmiştir.
30. Ve eğer dilesek elbette onları sana gösteriveririz de onları herhâlde simâlarıyla bilirsin. And olsun ki: Onları lâkırdılarının üslûbundan da bilirsin. Ve Allah ise bütün amellerinizi bilir.
30. Bu mübârek âyetler, münâfıkların hangi şahıslardan ibâret olduğunu Cenab-ı Hak dilemiş olsa idi Peygamberine tamamen göstereceğini, bununla beraber Yüce Peygamber’in de o münâfıkları ifâde tarzlarından tanımakta bulunduğunu, Yüce Yaratıcının ise bütün kullarının amellerini bildiğini beyân buyuruyor. Hikmet sâhibi Yaratıcının kullarından sabırlı ve mücahit olan ile olmayanların belli olması, hâllerinin ortaya çıkması için onları cihâd gibi vazifeler ile imtihana tâbi tutacağını haber veriyor.
Pek açık, parlak olan İslâmiyet’e, hidâyete rağmen küfre düşen, Peygambere muhalefetde bulunan, başkalarını da hidâyetten mahrum bırakmaya çalışan bir kısım cemaatlerin ilâhî dine bir zarar veremeyip kendi amellerinin yok olmuş olacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve eğer dilesek elbette onları) O münâfıkları Ey Yüce Resûl!, (sana gösteriveririz) Onların hangi şahıslar olduğunu sana bildiririz (de onları herhâlde simâlariyle bilirsin) münâfık olduklarını gösteren alâmetleri apaçık bir hâle getirmiş oluruz. Fakat münâfıkların bir kısmı böyle apaçık bir şekilde hikmet gereği bildirilmemiştir, onların hâlleri dünyada örtülmüştür. Onların bir kısmı samimi müslüman olan akrabalarının o yüzden müteessir olup mahcup olmalarına sebebiyet verilmemiştir.
Bununla beraber deniliyor ki: Bu âyet-i kerîmenin inmesinden sonra bütün münâfıklar, Resûl-i Ekrem’ce malûm olmuştur, onları yüzlerinden tanımakta bulunmuştur. İşte Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: Ey Resûlüm!, (and olsun ki,) Muhakkak ki: Sen (onları lâkırdılarının üslûbundan da bilirsin) onların sözleri, samimî değildir, kinâyeli ve târizli lâkırdılardan ibârettir, söyledikleri şeylerin tersini yaparlar, görünüşte güzel sözler söylerler ki, o sözler haddizâtında çirkin şeylerdir, (ve Allah ise bütün amellerinizi bilir.) Samimi kullarının güzel işleri, münâfıkların da çirkin işleri Allah katında malûmdur. Herkesi ameline göre mükâfat ve cezaya erdirecektir. Bu ilâhî beyân, müminler hakkında bir müjdeyi kapsamaktadır.
31. Celâlim hakkı için sizi imtihana tâbi tutacağız, tâki, sizden mücahit olanlar ile sabredici olanları bilelim ve sizin haberinizi de deneyeceğizdir.
31. (Celâlim hakkı için sizi) Ey Resûl-i Ekrem’in etrafında toplanmış insanlar!. (imtihana tâbi tutacağız) Sizi cihâd ile vesâir bâzı meşakkatli vazifeler ile mükellef tutmak sûretiyle hakkınızda hikmet gereği bir imtihan muamelesi yapılmış olacaktır. (Tâki, mücahid olanlar ile sabredici olanları bilelim) yâni: ilâhî emre uyarak cihâd gibi şiddetli işlere isteye isteye atılanlar, bir takım sıkıntılara karşı sabr göstererek ilâhî takdire teslimiyette bulunanlar, belli olsun, zâten Allah katında malûm olan bütün bu gibi şeyler, bir görme bilgisi ile de malûm bulunsun. bunlar, Cenab-ı Hak’kın muhterem kullarınca da bilinmiş olsun, (ve sizin haberinizi de deneyeceğizdir.) Onları da açığa çıkaracağız. Onların güzelleri ile çirkinleri meydana çıkmış olacaktır. İbrâhim Bin-i Leş’es diyor ki: Fudeyl Bin-i İlyâs, bu âyet-i kerîmeyi okudukça ağlar ve derdi ki: Allah’ım!. Bizi imtihan buyurma, çünkü: Bizi imtihan eder isen rüsvay etmiş ve bizim perdelerimizi yırtmış olursun. Yâni nice kusurlarımız meydana çıkarılmış olur.
32. Şüphe yok, o kimseler ki, kâfir oldular ve Allah yolundan men ettiler ve kendilerine hidâyet apaşikâr belli olduktan sonra Peygambere muhalefetde bulundular, elbette Allah’a hiçbir zarar vermiş olmadılar ve onların amellerini iptâl edecektir.
32. (Şüphe yok, o kimseler ki, kâfir oldular) Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr ettiler (ve Allah yolunda) insanları (men ettiler) İslâm dinini kabul etmelerine engel kesildiler (ve kendilerine hidâyet apşikâr belli olduktan sonra) Son Peygamberin risâleti hakkında nice deliller, mûcizeler zuhura geldiğini müteâkip (peygambere muhalefetde bulundular) öyle muhterem ve Allah katından desteklenmiş bir zâta karşı düşmanlık gösterip durdular (elbette) onlar, o fenâ hareketleriyle (Allah’a) O Yüce Yaratıcının dinine, Peygamberine (hiçbir zarar vermiş olmadılar) onlar kendilerini ebedî zararlara aday bırakmış oldular ve bunun farkında bulunamıyorlar. (ve) Yüce Allah (onların) o kâfirlerin (amellerini ibtâl edecektir.) onlar, dünyada güzel işler yapmış olsalar da bunların Allah katında bir kıymeti yoktur, çünkü imâna dayalı değildir veyahut onların İslâmiyet aleyhindeki hareketleri, hileleri kendilerine bir fâide vermeyecektir, hepsi de yok olup gidecektir, kendileri için birer ceza sebebi teşkil etmiş bulunacaktır.
33. Ey imân etmiş olanlar! Allah’a itaat ediniz ve Peygambere itaat ediniz ve amellerinizi iptâl etmeyiniz.
33. Bu mübârek âyetler, müminlerin Allah Teâlâ’ya ve Yüce Peygamber’e itaat edip amellerini ibtâl etmemelerini emrediyor. Kâfirlerin, dinin yayılmasına mâni olanların da ilâhî mağfiretden mahrum kalacaklarını ihtar buyuruyor. Yüce değere sâhip olan müminlerin düşmanlara karşı sertlik gösterip, zâfiyet göstermemelerini emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) Ey İslâm dinine girmiş bulunanlar!. (Allah’a itaat ediniz) onun bütün emirlerine, yasaklarına riâyetde bulununuz, (ve Peygamber’e itaat ediniz) Onun gösterdiği yolu tâkibediniz, ona muhalefette bulunmayınız. Çünkü bir Peygambere muhalefet, onu Peygamber göndermiş olan Allah’a muhalefet demektir. Ona itaat de Hak Teâlâ’ya itaatten başka değildir. (ve) Güzel (amellerinizi) şek ve şüphe ile, kibir ve riya ile, büyük günâhlardan olan diğer günâhları işlemek ile (ibtâl etmeyiniz) meselâ: Bir kimse, senelerce imân ve ibâdet dairesinde yaşadığı hâlde bilâhare küfrü, nifakı gerektiren bir harekette bulunsa ve tevbe ve istiğfar etmeden ölse ebedî azabı hak etmiş olur. Vaktiyle olan imânı, ibâdetleri ibtâl edilmiş bulunur. Binaenaleyh bu gibi pek korkunç hâdiselerden son derece sakınmalıdır.
34. Muhakkak o kimseler ki, kâfir oldular ve Allah yolundan men ediverdiler, sonra da onlar kâfir olarak öldüler, artık Allah, onlar için mağfirette bulunmayacaktır.
34. (Muhakkak o kimseler ki, kâfir oldular) İslâm dininden mahrum kaldılar (ve Allah yolundan men ediverdiler) İslâmiyet’i kabul etmek isteyenleri o saadetten mahrum
bırakmaya çalıştılar, kendi dinsizliklerini yaymaya çalışıp durdular (sonra da onlar) İslâm dinini kabul etmeksizin, dinsizliklerinden dolayı tevbe ve istiğfar etmeksizin (kâfir olarak öldüler) öyle dinsiz bir hâlde hayatları sona ermiş bulundu (artık Allah, onlar için mağfirette bulunmayacaktır.) onları ebedî şekilde azaplandıracaktır, dünyadaki o kâfirce hâllerini mahşer âleminde örtmeyip teşhir buyuracaktır.
Bu âyet-i kerîme, Ashâb-ı Felib hakkında, yâni: Bedr savaşında öldürülmüş ve pis cesetleri “Felib” denilen kuyuya atılmış olan müşrikler hakkında nâzil olmuş ise de hükmü bütün kâfirlere şâmildir.
35. Binaenaleyh zâfiyet göstermeyiniz ve sizler en üstün olduğunuz hâlde sulha dâvet etmeyiniz ve Allah sizinle beraberdir ve size amelinizi eksiltmez.
35. Kâfirlerin Allah katında ne kadar yerilmiş, ne derece kahredilmiş oldukları beyân buyurulmuş oluyor. (Binaenaleyh) Ey müslümanlar!. Siz o zelîl şahıslara karşı (zâfiyet göstermeyiniz) onlar ile cihâddan korkup kaçmayınız, onların görünür varlıklarına kıymet vererek kendi şeref ve şânınızı ihlâl edecek hareketlerde bulunmayın (ve sizler en üstün) onların üstünde bir mevkie sâhip, haddizâtında galibiyetle nitelenmiş (olduğunuz hâlde) onları (sulha dâvet etmeyiniz) kendinizi sulha muhtaç gibi göstermeyiniz, celâdet ve yiğitliğinizi muhafaza ediniz (ve Allah sizinle beraberdir) Allah’ın yardımı size yönelmiş bulunmaktadır (ve) Kerem Sâhibi Yaratıcınız (size amelinizi eksiltmez.) din yolundaki, cihâd sahasındaki çalışma ve gayretinizin mükâfatını tamamen görürsünüz, lâyık olduğunuz sevaplara kavuşursunuz. Ancak dinsizler hakkındadır ki, onların dünyada bâzı güzel muameleleri bulunsa da bunların uhrevî bir kıymeti yoktur. Onlar, o yüzden âhirette bir sevaba nâil olamayacaklardır. Çünkü imândan mahrumiyetleri, bu sevaba mânidir.
§ Vetr; Gâib, zâyi, noksan etmek demektir. Oğlu ve kardeşi gibi bir yakını öldürülerek tek başına bırakılmış kimsenin hâline “vetr” denilmiştir.
36. Şüphe yok ki, dünya hayatı, bir oyundur ve bir eğlencedir ve eğer imân ederseniz ve ittikada bulunursanız size ücretlerinizi verir ve sizden bütün mallarınızı da istemez.
36. Bu mübârek âyetler, bir yok olan gölgeden ibâret olan dünya hayatının mahiyetini bildiriyor. Bu hayata kapılmayarak imân ile, takvâ ile vasıflanmış olanların mükâfatlara nâil olacaklarını müjdeliyor. Cenab-ı Hak’kın insanlardan bütün mallarını Allah yolunda fedâ etmelerini istemediğini, böyle bir istek olmuş olsa birçok kimselerin cimrilik göstererek kötü düşüncelerinin meydana çıkarılmış olacağını ihtar buyuruyor.
Allah Teâlâ’nın bütün mahlûkatından müstağni olup insanların ise muhtaç kimseler bulunduklarını ve ilâhî dinden dönenlerin yerlerine başka seçkin, dinlerinde sâbit kimselerin getirileceğini şöyle beyân buyurmaktadır, (şüphe yok ki: Dünya hayatı bir oyundur) Ömrün boş yere zâyi olmasına sebebiyet veren, gelecek için bir fâide temin etmeyen bir harekettir, (ve bir eğlencedir) İnsanı mühim işlerden alıkoyan, sebâtı bulunmayan, mânevî menfaatten uzak bulunan, çabucak yok olup giden bir vakitten ibârettir.
Asıl hayat, sâhibini diyanet ve fâzilet dairesinde yaşatan pek hayırlı bir varlıktan ibâret bulunmaktadır. (ve eğer) Ey insanlar!. Siz bu dünyada iken (imân ederseniz ve sakınırsanız) üzerlerinize düşen vazifeleri ifâya çalışırsanız, gerektiğinde cihada atılarak sebât ve metanet gösterirseniz, Cenab-ı Hak da size (ücretlerinizi verir) o güzel amellerinizin mükâfatını ihsân buyurur (ve sizden) bütün (mallarınızı da istemez.) sizi müşkül bir durumda bırakacak bir fedakârlıkla da mükellef tutmaz, bütün mallarınızı harcamanızı size emretmez. Ancak mallarınızın kırkta biri kadar nispeten az bir miktarını hak yolunda fedâ etmenizi size emreder.
37. Eğer sizden onların hepsini istese de size ısrarda bulunsa cimrilik gösterirsiniz ve sizin kinlerinizi meydana çıkarmış olur.
37. Ey insanlar!. (Eğer) Allah Teâlâ (sizden onların) mallarınızın (hepsini istese de size ısrarda bulunsa) bütün servetinizi veriniz diye sizi kesin bir şekilde mükellef tutsa siz (cimrilik gösterirsiniz) birşey vermek istemezsiniz (ve) Allah Teâlâ veya sizin o cimriliğiniz (sizin kinlerinizi meydana çıkarmış olur.) öyle bir fedakârlıkla emre karşı içerinizde bir nefret, bir düşmanlık duyarsınız, kendinizin kötü hâlleri meydana çıkmış olur.
38. İşte sizler, o kimselersiniz ki: Allah yolunda harcamada bulunmaya dâvet olunursunuz da sizden kimi cimrilikte bulunur. Halbuki, kim cimrilikte bulunursa şüphe yok ki, kendi nefisi için cimrilikte bulunmuş olur. Ve Allah zengindir. Sizler ise fakirlersinizdir. Ve eğer siz kaçınırsanız sizden başka bir kavmi yerinize değiştirir. Sonra onlar, sizin emsâliniz olmazlar.
38. (İşte) Ey muhataplar!, (sizler o kimselersiniz ki, Allah yolunda infakta bulunmaya dâvet olunursunuz da) Zekât vermekle, gâzilere yardımda bulunmakla, İslâmiyet’e hizmet etmekle mükellef olursunuz da (sizden kimi, cimrilikte bulunur) öyle hak yolunda fedakârlıkta bulunmaktan kaçınır, cimrilik gösterir durur (halbuki, kim cimrilikte bulunursa şüphe yok ki, kendi nefsi için cimrilikte bulunmuş olur) çünkü o cimriliğin zararı kendi nefsine âittir, o yüzden kendisini sevaptan, Allah rızâsına nâil olmaktan mahrum bırakmış olur. (ve Allah ganidir) O hâşâ kimseye muhtaç değildir, O kullarının mallarını vermelerine ihtiyaçtan yücedir, bütün varlıklar, onun birer kudret eseridir, (sizler ise) Ey insanlar!. Şüphe yok ki, (fakirlersinizdir) hepiniz de o Yüce Yaratıcıya muhtaçsınızdır (ve eğer siz kaçınırsanız) Allah Teâlâ’ya itaatdan, O’nun ahkâmına riâyetden yüz çevirirseniz, sizi helâk eder, sonra (sizden başka bir kavmi) sizin yerinize (tebdil eder) sizin yerinize birçok seçkin kimseleri İslâm şerefine nâil kılar (sonra onlar) o seçkin zâtlar (sizin emsâliniz olmazlar) onlar, sizin gibi cimrilik göstermezler, ilâhî emirlere, yasaklara muhalefetde bulunmazlar. Nitekim de öyle olmuştur. Mâide sûresindeki (54)cü âyet-i kerîmeye de müracaat!.
Evet.. Vaktiyle Resûl-i Ekrem’e karşı cephe alan bir nice kabîleler, ilâhî kahra uğramışlardır, onların yerlerine pek seçkin kavimler, cemiyetler gelmişlerdir. Ensâr-ı Kirâm bu cümledendir. Daha sonra doğu ve batıya İslâmiyet’i kabul edib onunla övünen, onun hükümlerine riâyetkâr bulunan nice milletler de, zümreler de meydana gelmiştir. Hâlâ da birçok milletler arasında İslâmiyet’i kabul eden zâtlar görülmektedir. İşte bu sûreyi mübârekeyi tâkibeden “Feth sûresi” de müslümanların ilâhî yardıma nâil olacağını müjdelemektedir.
Kısaca: İslâm dini pek yücedir, kıyamete kadar müslümanlar bulunacaklardır, İslâm dinine girmekle, hizmetle iftihar edeceklerdir. Böyle mukaddes bir dine kavuşmamızdan dolayı biz Türkler de Yüce Yaratıcımıza dâima şükrân sunmada bulunmayı bir kulluk vazifesi biliriz. Hak Teâlâ Hazretleri bizleri bu şereften, bu pek yüce nîmetten mahrum bırakmasın Âmin.. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Muhammed Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştur. Otuz sekiz âyet-i kerîme’yi içermektedir. Ancak bir rivâyete göre (13)üncü âyeti, Peygamberimizin hicreti esnâsında mağarada bulunurken inmiştir. İkinci âyetinde Resûl-i Ekrem’in ism-i şerifi zikredilmiş olduğu için bu mübârek sûreye böyle “Muhammed Sûresi” Aleyhisselâm adı verilmiştir. Yirminci âyetinde de savaşa işâret olunduğu için kendisine “Kıtal Sûresi” adı da verilmiştir.
Bu sûrenin ilk âyeti ile bundan evvelki sûrenin son âyeti arasında büyük bir irtibat vardır. Başlıca konuları şunlardır:
(1): Müminler ile kâfirlerin muhtelif vasıflarına ve âkıbetlerine işâret.
(2): Müminleri birçok muvaffakiyetler ile müjdeleme, kâfirleri, münâfıkları da tehdit.
(3): Müslümanların bâzı vazifelerini ve kendilerine düşmanlıkta bulunan ehl-i küfre karşı cihâd ile mükellef bulunduklarını beyân.
(4): Allah yolunda harcamaktan, fedakârlıktan kaçınanların hâllerinin kötülüğünü ve onların yerlerine başka seçkin zâtların geçeceklerini ihtar.
1. O kimseler ki, kâfir oldular ve Allah’ın yolundan men’e çalıştılar Allah onların amellerini iptâl etmiştir.
1. Bu mübârek âyetler, insanların iki kısma ayrılmış olup bir kısmının kâfirlerden, diğer bir kısmının da ehl-i imândan ibâret bulunduğunu bildiriyor. Kâfirlerin ne kadar eliboş ve ziyanda olacaklarını ihtar ediyor. Müminlerin de Allah’ın lütuflarına nâil bulunacaklarını müjdeliyor. Bunun sebep ve hikmetine işâret ederek kâfirlerin bâtıla tâbi oldukları için mahrumiyetlere, ilâhî kahra uğrayacaklarını, müminlerin de hakka tâbi oldukları için ilâhî lütfa lâyık bulunmuş olduklarını şöylece beyân buyurmaktadır.
(O kimseler ki: Kâfir oldular) Allah’ın birliğini, Peygamberin risâletini ve İslâm dininin hak olduğunu inkârda bulundular (ve) başkalarını da (Allah’ın yolundan) ilâhî dinden (men’e çalıştılar) insanların din şerefine kavuşmasına engel kesildiler, din aleyhinde cereyanlara sebebiyet verdiler, Allah Teâlâ da (onların amellerini ibtâl etmiştir.) onların dünyadaki fâideli, hayır diler görülen amelleri de boşunadır, onlardan dolayı âhirette bir mükâfat göremeyeceklerdir. Meselâ: O kâfirler, dünyada sıla-i rahmde bulunsalar, fakirlere yardım etseler, esirleri âzad eyleseler, mescitleri imar ediverseler bu amellerinden dolayı dünyada bir fâide görseler de âhirette göremeyeceklerdir. Çünkü o amelleri, Allah rızâsı için değil birer dünyevî ve dine aykırı maksada dayalı bulunmuştur. Sahih imâna dayanmayan herhangi bir amel, bir uhrevî fâide temin edemez.
Rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Bedr savaşında askerlere yemek yediren Ebû Cehl ve Hars Bin-i Hişam gibi oniki kâfir hakkında nâzil olmuştur. Bununla birlikte hükmü bütün kâfirleri içine alır. O kâfirler, insanları İslâmiyet’ten men’e çalışıyor, onları küfre sevk etmek istiyorlardı, işte o gibi kâfirlerin İslâmiyet aleyhindeki çalışmaları da boşunadır, o hususta da eliboş ve ziyanda kalacaklardır, hepsi de tevhid nûrundan mahrum kalmış, zulmetler içinde yaşayarak hidâyet yolundan uzak bulunmuş kimselerdir.
2. Ve o kimseler ki, iman ettiler ve güzel güzel amellerde bulundular ve Muhammed’e indirilene de inandılar ki, o Rab’lerinden gelen bir sırf hakikattir. Allah Teâlâ da onlardan kusurlarını örtmüştür ve hâllerini ıslâh etmiştir.
2. (Ve o kimseler ki,) O kâfirlerin aksine olarak (imân ettiler) Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine kalben inanmış bulundular ve imânlarının birer nişânesi, birer neticesi olmak üzere (güzel güzel amellerde bulundular) namazlarına, oruçlarına vesâir dinî vazifelerine devam ettiler (ve Muhammed’e) o Son Peygamber Hazretlerine (indirilene de) Kur’an-ı Kerim’e de (inandılar ki:) O, bir ilâhî kitaptır (O, Rab’lerinden) gelen (sırf bir hakikattir) işte İslâm şerefine nâil bulunmuş olan değerli muhacirler ve muhterem Ensâr ve diğer bilcümle ehl-i imân, bu seçkin zümreyi teşkil ederler. Allah Teâlâ da (onlardan kusurlarını örtmüştür.) onların İslâm’dan önce olan günâhlarını af etmiştir. Bilâhare meydana gelen bir kısım günâhlarını da imânları ve sâlih amelleri sebebiyle af etmiş ve örtmüştür (ve) O muhterem mü’minlerin (hâllerini) de din ve dünya hususunda (ıslâh etmiştir.) kendilerini desteklemiş ve ilâhî başarıya nâil buyurmuştur.
3. Bunun sebebi şudur ki: Şüphe yok, kâfir olanlar, bâtıla tâbi olmuşlardır. İmân edenler de Rab’lerinden gelen hakka tâbi bulunmuşlardır. İşte Allah, insanlara hâllerini böylece beyân eder.
3. (Bunun) Yâni: Kâfirlerin öyle cezaya, müminlerin de böyle mükâfata uğramalarının (sebebi şudur ki: Şüphe yok, kâfirler olanlar, bâtıla tâbi olmuşlardır.) Şeytanî vesveselere kapılmışlar, hak ve hakikatten gâfil bulunarak küfr ve isyân içinde yaşamışlardır. (İmân edenler de) O kâfirlere muhalif olarak (Rab’lerinden gelen hakka tâbi bulunmuşlardır) gerçeğe uygun, hikmete ve menfaate dayanmış olan bir bilgiye sarılmış, Kur’an-ı Kerim’i tasdik etmiş, İslâm dinine nâil olmak şerefine ermişlerdir, (işte Allah, insanlara hâllerini böyle beyân eder) Onların pek garip, güzel emsâl hükmünde bulunan muhtelif vasıflarını, vaziyetlerini böylece bildirir, kâfirlerin kötü âkıbetlerini, müminlerin de nasıl ilâhî lütfa mazhar olacaklarını böyle Kur’an lisânı ile anlatıyor ve teşhir buyurur. Ne mutlu bu ilâhî beyânlardan istifâde edenlere!.
4. İmdi kâfir olanlar ile savaşta karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurunuz, nihâyet onların kanlarını ziyadesiyle döktüğünüz vakit artık bukağıyı sıkıca bağlayın, sonra da onları ya meccânen âzad edersiniz veya bir bedel karşılığında serbest bırakırsınız. Tâki: Savaş ağırlıklarını atıversin. Emir böyledir. Ve eğer Allah dilese elbette onlardan muharebesiz de intikam almış olurdu. Velâkin bâzınızı bâzınız ile imtihan etmesi için, böyle savaş ile emretmiştir. Ve o kimseler ki; Allah yolunda öldürülmüşlerdir, elbette Allah onların amellerini zayi kılmayacaktır.
4. Bu mübârek âyetler, ehl-i îmanın ehl-i küfre karşı savaşa atıldıkları zaman ne yolda hareket ederek İslâm’ın gücünü ortaya koyacaklarını tâyin ediyor, cihâdın meşrûiyetindeki hikmet ve maslahata işâret buyuruyor. İslâm mücahitlerinin dünyada da, âhirette de muvaffakiyetlere, saadetlere nâil olacaklarını tebşîr buyurmaktadır.
Şöyle ki: Ey mü’minler! Kâfirlerin ne kadar bâtıla tâbi, haktan uzak olduklarını bilmiş bulunuyorsunuz, (şimdi) Öyle (kâfir olanlar ile) muharebede (karşılaştığınız zaman) kahramanca hareket ediniz, dini yüceltmek, İslâm’ın şerefini muhafaza etmek için o kâfirlerin (hemen boyunlarını vurunuz) onların büyük bir kitlesini öldürünüz (nihâyet onların kanlarını ziyâdesiyle döktüğünüz vakit) öyle bir çoklarını hayattan mahrum, size karşı cephe almaya gayrı müstaid bıraktığınız zaman (artık) geride kalan, esir düşen düşman neferlerinin boyunlarına (bukağı sıkıca bağlayın), tâki size karşı tekrar cephe alamasınlar veya kaçıp kurtulamasınlar, (sonra da) siz muhayyersiniz, onları (ya meccanen âzad edersiniz) yâni elde ettiğiniz esirleri kendilerinden bir bedel almaksızın salıverirsiniz (veya bir bedel mukabilinde serbest bırakırsınız) böyle bir muamele, çok kere ruhlar üzerinde büyük bir tesir bırakarak İslâmiyetin azametini, üstün emirlerini anlamaya vesîle olur, İslâmiyet; kabule sevk eder. Tarihte bunun emsâli çoktur.
Velhâsıl: Savaşa atılmış olan düşmana karşı böyle bir muamele yapılabilir, emirül mü’min’in, bu hususta muhayyerdir. (Tâki, savaş ağırlıklarını atıversin) Yâni, kâfirler, mağlûb olmuş, silâhlarını bırakmış, şevket ve kuvvetlerini kaybetmiş, müslümanlara karşı cephe alamaz bir vaziyete gelmiş olsunlar. İşte (emir böyledir.) kâfirlere karşı müslümanların yapacakları muamele, bu beyân olunandan ibârettir, ilâhî müsaade bir hikmete binaen tecellî etmiştir, (ve eğer Allah dilese elbette onlardan) O kâfirlerden muharebesiz de (intikam almış olurdu) hiç cihâda lüzum görülmeksizin onları yok edebilirdi.
Amenna, (velâkin) Ey müslümanlar! Sizi öyle cihâd ile mükellef kılması (bâzınızı bâzınız ile imtihan etmesi içindir) Tâki: Sizin hak yolunda sabr ve sebâtınız meydana çıksın, İslâm mücahitleri
herkesçe bilinsin, birer numune-i imtisal kesilsinler. İslâmiyet uğrunda canlarını fedâ eden İslâm cehenneme sevk edilsinler. işte bu imtihandan murâd, bu âkıbetlerin meydan-ı zuhura çıkmasını teminden ibârettir. Yoksa Cenab-ı Hak, herhangi bir şeyi bilmek için bir imtihan yapmaya hâşâ muhtaç değildir. İşte buyuruyor ki: (ve o kimseler ki: Allah yolunda öldürülmüşlerdir) Şehit düşmüşlerdir, (elbette) Allah Teâlâ din düşmanlarına karşı mücadelede bulunan o İslâm kahramanlarının (amellerini zâyi kılmayacaktır.) onları o güzel amellerinden dolayı nice mükâfatlara nâil buyuracaktır.
5. Allah Teâlâ, o mücahitleri hidâyete kavuşturacaktır ve onların hâllerini ıslâh buyuracaktır.
5. Evet… Allah Teâlâ o mücahitleri (Hidâyete kavuşturacaktır.) Onları dünyada iken şeref ve şâna, rızây-ı ilâhîye muvafık hareketlere muvaffak kılacaktır, âhirette de en yüksek derecelere nâil buyuracaktır, (ve onların hâllerini ıslâh buyuracaktır.) Amellerini kabul ederek kendilerini ilâhî lütuflarını mazhar kılacaktı.
6. Ve onları cennete girdirir. Onu kendilerine bildirmiştir.
6. (Ve) Allah Teâlâ (onları) o İslâm mücahitlerini âhiret âleminde (cennete girdirir) onları öyle ebedî bir saadet yurduna kavuşturur (onu) yâni cenneti, onun evsâfını daha dünyada iken (kendilerine) Cenab-ı Hak, Peygamber-i Zîşan’ı ve kitab-ı ilâhîsi vasıtasiyle (bildirmiştir.) İslâm mücahitleri öyle ulvî, birer ikâmetgâha nâil olacaklardır. Yâhut âhirette o muhterem kahramanlara varacakları cennet dosdoğru bildirilmiş, kendilerine dereceleri ilham edilmiş olacağından oraya kemâl-i zevk ve huzur ile gidip kavuşacaklardır. İşte hak yolundaki fedakârlığın pek muazzam mükâfatı budur.
Bu mübârek âyetler, cihâdın birçok fâidelerinin ihtiva ettiğine işâret buyurmaktadır. Vakıa İslâmiyet, bir adâlet dinidir, hürriyet ve müsavâta riâyet edilmesini amirdir. İnsanları din-i ilâhîye bir ikrah ile, bir savaş ile zoru zoruna dâvet etmez, belki hikmet ile, güzel öğüt ile dâvet eder, aklî ve naklî deliller, hüccetler ile beşeriyeti tenvire çalışır, vâki olan dâveti kabul etmeyenler, hasmâne bir vaziyet alıp da İslâm varlığına saldırmak istemedikçe kendilerine savaşta bulunmak icâbetmez.
Fakat zaman oluyor ki: İslâm varlığını, mukaddesatını muhafaza ve müdafaa için savaşa lüzum görülür. Bundan dolayı da cihâd, büyük bir hikmet-i ictimaiyeyi ihtiva eder. Vakıa İslâmiyet, bir din-i merhamettir, bir dini selâmet ve saadettir, bütün beşeriyetin din-i ilâhî sâyesinde toplanarak bir vücud hükmünde bulunmalarını, birbirleri hakkında hayırhâh olmalarını emreder. Fakat ne yazık ki; beşeriyet muhitinde çeşitli ihtirasları yüz gösterip durmaktadır. Binaenaleyh bu ihtirasların pençe-i kahrında esir olmamak için, cihâd için hazır bulunmak hayat için zaruridir.
Bunu takdir eden bir İslâm cemiyeti dâima kuvvetli bulunmaya çalışır, kendi varlığını, geleceğini koruyabilmek için zamanın icaplarına göre mücehhez, müsellâh bir hâlde bulunur. Bunu temin için de servete, say ve gayrete ihtiyaç görüleceği için üretim ve ekonomi sahasında faaliyete devam eder. Çeşitli san’atlar ile iştigâl eyler, fertlerinin sıhhatini, güzel ahlâkını, fâideli faaliyetini arttırmaya çalışır durur. Bu sâyede ortaya çıkabîlecek tehlikelere karşı metin bir vaziyet almış olacakları için o tehlike bertaraf olur, düşmanların ümitleri kırılır. Vaziyet almaya mecburiyet görürler. Bunun içindir ki: “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-u salâh” denilmiştir. Evet.. Lüzum görüldükçe “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-u salâh” denilmiştir. Evet.. Lüzum görüldükçe düşmanlara metin bir şekilde cephe alarak Cenab-ı Hak’ka tevekkül, ondan muvaffakiyetler niyâz etmelidir.
“Var iken elde müdara cenk-ü gavgadır abes”
“Düşmeni bed tınete amma müdaradır abes”
Ulemâ-i Hanefiyenin ekserisine göre işbu (4)üncü âyet-i kerîme
Haram aylar çıkınca… (Tevbe 9/5) âyet-i kerîmesi ile nesh edilmiştir.
Fakat tefsircilerin çoğuna göre nesh edilmiş değildir, hükmü geçerlidir. Devlet Başkanı serbesttir, esirleri yâ meccanen veya bir bedel karşılığında âzad eder, savaş bittikten sonra artık esirleri öldürmek câiz değildir. Fakat savaş henüz bitmek üzere ise elde edilen düşmanlar, esir alınabileceği gibi öldürülebilirler de.
Bir de Arab müşrikleri bu hususda müstesnâ görülmektedir. Onlardan cizye kabul edilmez. Yâni esirler bir bedel karşılığında serbest bırakılmazlar, onlar İslâmiyet’i kabul edinceye değin kendilerine karşı harbe devam edilir. Çünkü evvel onların muhitinde İslâmiyet yayılmış, bütün yüksekliği gösterilmiş ve cihânın her tarafına yayılmağa başladığı görülmüş olduğu hâlde onlar yine inkârlarında, düşmanlıklarında devam edince haklarında öyle bir muamelenin yapılması fayda gereği bulunmuş olur.
İmam-ı Âzam’dan bir rivâyete göre mutlak olarak esirlerden fidye = bir bedel alınarak kendileri salıverilmezler. İslâmiyet’i kabul etmedikleri taktirde öldürülürler. Çünkü onları salıvermek, küfre yardım demektir, daha sonra o esir, yine savaşçı olarak müslümanlara karşı saldırabilir. Fakat İmam-ı Mâlik ve İmam-ı
Şafiî ve İmam-ı Ahmed’e göre ve İmam-ı Âzam’dan diğer bir görüşe göre devlet başkanı serbesttir. Dört muameleden hangisini uygun görürse onu tatbik eder. Şöyle ki: İslâmiyet’i kabul etmeyen esirler, ya öldürülürler, veya meccanen veya bir bedel karşılığında âzad edilirler ve yâhut esir olarak İslâm diyârında bırakılırlar. “Sirac-ül Münîr” tefsir-i Merağî “Tefsir-i Vâzih”.
§ İshan; Pek zayıf, zebûn, mağlûb düşürmek demektir, çokça öldürmekten kinâyedir.
§ Vesak; Bukagu, esirlerin boyunlarına bağlanacak şey, kayd ve ahd ve yemin mânasınadır.
§ Men; Esiri meccânen salıvermek, ve yormak zayıf düşürmek ve batman mânalarınadır.
§ Fida; Bedel vermek, saçmak, dağılmak mânasınadır.
§ Evzar; Yük, harp âletleri, ağırlıkları ve günâhlar mânasınadır,
§ Belva; Tecrübe, imtihan, belâ ve zahmet mânasınadır.
§ Bâl; Hâl, kalb ihtimam ve büyük balık demektir.
7. Ey iman etmiş olanlar! Eğer siz Allah için yardım ederseniz size yardım eder ve ayaklarınızı sâbit kılar.
7. Bu mübârek âyetler, Allah yolunda çalışanların ilâhî yardıma nâil olacaklarını müjdeliyor, kâfirlerin de ilâhî kitaba inkârları yüzünden helâke uğrayıp amellerinin boş yere zâyi olacağını ihtar buyuruyor. İnkârcıların dikkatlerini kendilerinden evvel ilâhî kahra uğramış olan eski kâfir milletlerin tarihî hâllerine çekiyor. Ehl-i imânı Allah Teâlâ’nın koruyacağını, ehl-i küfrün ise koruyucudan, yardımcıdan mahrum kalacaklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân edenler!.) Ey ehl-i İslâm!. (Eğer siz Allah için yardım ederseniz) Cenab-ı Hak’kın dinine,
Peygamberine hizmet eder, o uğurda cihâd meydanlarına atılırsanız, Hak Teâlâ Hazretleri de (size yardım eder) sizi düşmanlarınıza galip kılar (ve ayaklarınızı) harb meydanında (sâbit kılar) İslâm hukukuna riâyet hususunda, dinsizler ile cihâd hususunda sizi teyid buyurur, siz Allah’ı dinini yüceltmeye muvaffak olursunuz. Elverir ki: Cihâdınız sırf Allah rızâsı için olsun, ilâhî dine hizmet maksadına dayanmış bulunsun.
8. Ve o kimseler ki: Kâfir oldular. Artık helâk onlara! Ve onların amellerini iptâl etmiştir.
8. (Ve o kimseler ki, kâfir oldular) Akla, selim yaratılışa aykırı harekette bulundular, Cenab-ı Hak’kın birliğini, Peygamberinin risâletini inkâr ettiler (artık helâk onlara) onlar büyük bir düşüşe, felâkete uğramış kimselerdir, (ve) Allah Teâlâ (onların amellerini ibtâl etmiştir.) artık onların dünyadaki bâzı işleri görünüşte fâideli, ahlâka uygun görülse de onların mânen kıymeti, fâidesi yoktur. Çünkü: Dinî bir esasa dayalı değildir, Cenab-ı Hak’ka itaat için yapılmış bulunmamaktadır.
9. O öyledir, çünkü: Şüphesiz onlar, Allah’ın indirdiğini kötü gördüler. Artık Allah da onların amellerini iptâl etti.
9. Evet.. (O öyledir) Onlar, helâke mâruzdurlar, amelleri boşunadır. (çünkü: Şüphesiz onlar, Allah’ın indirdiğini kötü gördüler) âhır zaman Peygamberini tasdik etmediler, ona indirilen Kur’an-ı inkâr ettiler, onun beyânatından hoşnut olmadılar (artık) Allah Teâlâ da (onların amellerini ibtâl etti) onları, o amellerinden dolayı âhiretten bir fâide göremeyeceklerdir. Çünkü, amellerin kabulü için esas olan imândır, onlar ise bu imândan mahrum kimselerdir.
10. Yeryüzünde gezmediler mi ki, bakıversinler: Kendilerinden evvelkilerin âkıbetleri nasıl olmuş! Allah onların üzerlerine kahretmiş ve kâfirler için de onların emsâli vardır.
10. O Son Peygamberi ve ona indirilen ilâhî kitabı inkâr edenler (Yeryüzünde gezmediler mi?.) eski inkârcıların harab olmuş yurtlarını görmediler mi?. Onların müthiş tarihî hâllerine vakıf olmadılar mı?, (ki, bakıversinler) Bir ibret gözüyle bakıp düşünsünler (kendilerinden evvelkilerin âkıbetleri nasıl olmuş) onlar, küfrleri yüzünden ne kadar felâketlere uğramışlar (Allah onların üzerlerine kahretmiş) onları helâke mâruz bırakmış, bütün canları, malları mahvolup gitmiş, (ve) Artık onların yollarını tâkibeden sonraki (kâfirler için de onların emsâli vardır.) bu sonrakilerin başlarına da o eski kavimlere âid felâketlerin, müthiş âkıbetlerin birer misli ve benzeri gelecektir. Hiç bunu düşünmezler mi? Nitekim bilâhare başlarına bir nice felâketler, mağlûbiyetler gelmiştir. Bu cümleden olarak bir kısmı Bedr savaşında öldürülmüş esir düşmüş idiler.
11. Şunun için ki, muhakkak Allah iman edenlerin yardımcısıdır ve şüphe yok ki, kâfirlere gelince onlar için yardımcı yoktur.
11. Evet.. Ehl-i İmânın zafere, güzel âkıbete, ehl-i küfrün de kahra ve fecî âkıbetlere aday bulunmaları (Şunun için) dir (ki: Muhakkak Allah, imân edenlerin yardımcısıdır) onların velîsidir, yardımcısıdır (ve şüphe yok ki, kâfirlere gelince onlar için mevlâ yoktur) onlar için bir koruyucu bir yardımcı yoktur ki, onlara yönelen azabı, felâketi kendilerinden uzaklaştırabilsin.
Evet.. Allah Teâlâ, yaratıcı, sâhip Rab ve tasarruf edici olmak mânasına kâfirlerin de mevlâsıdır. Fakat onlara yardım edici olarak azabtan, uhrevî kahırdan kurtarmak mânasına onların mevlâsı değildir. Burada da ki mânadan maksat da budur.
§ Ta’s; Sürçüp yüzü üstüne düşmek mânasınadır. Helâk ve ümitsizlik mânasında olarak beddua makâmında kullanılır.
§ Tedmîr; de helâk etmek mânâsınadır.
12. Şüphe yok ki: Allah, iman eden ve güzel güzel amellerde bulunan kimseleri altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirecektir ve o kimseler ki: Kâfir olmuşlardır, menfaatlenirler ve hayvanların yedikleri gibi yerler ve âteş ise onlar için bir yurddur.
12. Bu mübârek âyetler, müminlerin âhirette nâil olacakları nîmetleri kâfirlerin de nasıl müthiş bir azaba mâruz kalacaklarını bildiriyor. Peygamberlerine ihanetde bulunmuş olan birnice belde ahâlisinin helâke uğramış olduklarını beyân ile Mekke-i Mükerreme’den hicrete mecbur edilmiş olan Resûl-i Ekrem’e teselli verici oluyor. Müminler ile kendi arzularına tâbi olan kâfirlerin birbirlerine eşit olamayacaklarını beyân ve ehl-i imânın değerinin yüceliğine şöylece işâret buyurmaktadır. (Şüphe yok ki, Allah) dünyadalarken (imân eden ve güzel güzel amellerde bulunan kimseleri) âhiret gününde (altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirecektir.) onları öyle güzel, ruhefzâ köşklerde, bahçelerde tam bir zevk ve sevinç ile ebediyyen yaşatacaktır.
(Ve o kimseler ki, kâfir olmuşlardır) Allah Teâlâ’nın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr ederek küfre düşmüşlerdir, onlar bu dünyada geçici olarak (menfaatlenirler) servet, mevki sâhibi olabilirler (ve hayvanların yedikleri gibi yerler) helâli haramdan ayırmazlar, işin âkıbetini düşünmezler, kendilerini rızıklandıran Yüce Yaratıcıya şükrân sunmada bulunmazlar. (ve âteş ise onlar için yurddur.) nihâyet o kâfirlerin varacakları yer, cehennemdir. Cehennem onlar için ebedî bir ikâmetgâhtır. Evet.. Düşünen bir mümin, nefsinin isteğine uymaz, fâni bir hayata tapınmaz, üzerine düşen dinî vazifeleri terketmez, sonunda ebedî ve pek büyük nîmetlere nâil olur. İşte bu, dine sarılmanın pek güzel bir neticesi.
Dinsizler ise, şeytanların aldatmalarına kapılırlar, şehvetlerinin esiri olurlar, pek çirkin şeyleri birer yaldızlı güzel şey imiş gibi görürler, güzelce düşünmeden mahrum bulunurlar, bunun neticesinde de pek büyük bir cezaya uğrarlar. İşte bu da küfrün pek vahim bir neticesi!.
13. Ve nice beldeler de var idi ki: Seni çıkarmış olan beldeden kuvvetçe daha şiddetli idi. Onları helâk ettik, artık onlar için bir yardımcı yoktur.
13. Evet.. Kâfirler, fâni varlıklarına güveniyorlar. Resûl-i Ekrem’i kendi beldesinden hicrete mecbur eden müşrikler, hiç bu kötü muamelelerinin korkunç âkıbetini düşünmediler mi?. (Ve nice beldeler de var idi ki) Ey Son Peygamber!, (seni çıkarmış olan) Hicrete mecbur eden (beldeden) yâni: Mekke-i Mükerreme ahâlisinden (kuvvetçe daha şiddetli idi) onlar da Peygamberlerini tekzîb etmişlerdi, fakat sayılarının çokluğu, kuvvetlerinin, servetlerinin fazlalığı kendilerine bir fâide vermemişti (onları) O küfrlerinden dolayı (helâk ettik) nice felâketlere, azablara uğramış oldular (artık onlar için bir yardımcı yoktur.) onları dünyadaki felâketlerinden kurtaracak bir kimse bulunmadığı gibi yarın âhirette de kendilerini cehennem azabından hiçbir kimse kurtaramayacaktır. Artık Ey Son Peygamber!. Seni inkâr edenler de böyle bir âkıbeti düşünsünler, onlar da kendilerinden evvelki inkârcı kavimler gibi helâke mâruz kalacaklardır, kendilerine bir yardım edecek bulunmayacaktır.
İbn-i Abbas Radiyallâhü Anhtan rivâyet olunuyor ki: Resûl-i Ekrem Sallallâhü Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de hicreti esnâsında bir mağarada biraz durmuştu. Oradan Mekke-i Mükerreme tarafına dönmüş: “Sen bence Allah’ın beldelerinin en sevgilisi bulunuyorsun, eğer
senin ahâlin beni çıkarmamış olsa idiler ben senden çıkmazdım.” diye buyurmuş, bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur.
14. Yâ şimdi Rabbinden bir açık delil üzerine olan kimse, kendisine kötü âmeli bezetilmiş ve hevalarının ardına düşmüş kimseler gibi midir?
14. Evet.. Müminler zümresi ile kâfirler topluluğu elbette eşit değildirler. (Yâ şimdi Rab’binden bir açık delil üzerine olan kimse) apaçık bir delile, bir ilâhî kitaba dayanarak ilâhî din ile vasıflanmış bulunan hangi bir mümin (kendisine kötü ameli bezetilmiş) dine, insaniyete muhalif hareketleri şeytanlar tarafından kendisine süslü gösterilmekte bulunmuş (ve hevalarının ardına düşmüş) nefslerinin gayrı meşrû arzularına tâbi olmuş, ahlâk dışı hareketleri işleyip durmuş (kimseler gibi midir?.) Elbette ki: Değildir.
Evet.. Bir zümre ki: Yüce mâbud’un emirlerine, yasaklarına riâyetkâr bulunmuş, ahlâkî fâzilet ile nitelenmiş ve tertemiz hayata sâhip bulunmaktadır. Diğer bir tâife ise Yüce Yaratıcının birliğini, ilâhî hükümlerini inkârcı bulunmuş, nefslerinin arzularına kapılmış, şeytan gibi kimselerin aldatmalarına tâbi olmuş, hakikî geleceklerini düşünmekten mahrum kalmıştır. Artık o seçkin zümre ile bu şaşkın tâife eşit olabilir mi?. Elbette ki olamaz. O zümrenin geleceği pek emîndir, pek nûranîdir. O tâifenin istikbâli ise pek korkunçtur, pek karanlıktır. Öyle bir âkıbetten Allah Teâlâ’ya sığınırız.
15. Takva sahipleri için vaad olunan cennetin sıfatı, onun içinde bozulmamış su’dan ırmaklar ve tadı değişmemiş sütten ırmaklar ve içenler için lezîz, şaraptan ırmaklar ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır ve onlar için orada her türlü meyvelerden vardır ve Rab’lerinden yarlığanma da vardır. Artık böyle zâtlar âteşte ebedîyyen kalan ve pek kaynar sudan içirilip de bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir?
15. Bu mübârek âyet, müminlerin nâil olacakları cennetin vasıflarını beyân ve müminlerin ilâhî mağfirete mazhar olacaklarını müjdeliyor. Cehennemde ebedî olarak kalacak olan kâfirlerin de pek kötü, âteşin âkıbetlerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Müttakîler için) yâni: îman ile, iyi ameller ile nitelenen, azabı gerektiren şeylerden kaçınan zâtlar için Allah tarafından (vâ’d olunan cennetin sıfatı) güzel vasfı, şu beyân olunandır, (onun) O cennetin (içinde bozulmamış) tadı, kokusu değişmemiş (su’dan ırmaklar) vardır.
Dâima lezzetlerini, güzelliklerini korumuş bulunurlar, (ve tadı değişmemiş) Ekşimemiş, bozulmamış (sütten ırmaklar) vardır, akar dururlar ve (içenler için leziz şaraptan) dünyadaki şaraplar gibi tadında, kokusunda kerahat bulunan, içenleri sarhoş eden, bir nice zararları görülen şaraplar türünden olmayan, bilâkis pek lezzetli, fâideli meşrûbat türünden bulunan (ırmaklar) vardır. Ehl-i Cennet, onlardan içer zevk alırlar, (ve süzülmüş) Tam saf, lezîz başka şeylerden arınmış (baldan ırmaklar vardır.) cennette bulunanlar, onlardan bol bol istifâde ederler (ve onlar için) cennet ehline mahsus (orada her türlü meyvelerden vardır) onlar, tatları, kokuları, şekilleri muhtelif; çeşitli şeylerdir.
Bu yemişlerden ehl-i Cennet, yiyip lezzet alacaklardır. (ve) Özellikle onlar için en büyük bir ilâhî lütuf olmak üzere (Rab’lerinden yarlıganma da vardır) Yüce Yaratıcı Hazretleri onlardan râzı olacaktır, onların haklarında öyle pek büyük ilâhî ihsân da tecellî edecektir. Artık düşünmeli!. Böyle zâtlar, bu kadar ebedî nîmetlere, iltifatlara nâil olacak olan ehl-i imân (âteşte ebediyyen kalan ve pek kaynar sudan içirilip bağırsakları parçalanan) kâfir (kimseler gibi midir?.) elbette ki değildirler. Mümin olanlar, ebedî selâmet ve saadete ve nice nîmetlere kavuşacaklardır. Kâfir olanlar da ebedî azaplar içinde kalarak tasavvurların üstünde ızdıraplara mâruz kalacaklardır. Artık bunlar birbirlerine eşit görülebilirler mi?.
§ Asin; Dura dura tadı bozulmuş olan şey demektir. “Hamim” sıcak su, sıcak günde yağan yağmur ve ter mânasınadır. “Em’a” da barsaklar demektir.
16. Ve onlardan bâzı kimseler vardır ki: Seni dinler, sonra senin yanından çıktıkları zaman kendilerine ilim verilmiş olanlara derler ki: O biraz evvel ne söyledi? Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onların kalpleri üzerine mühürlemiştir ve arzularına tâbi olmuşlardır.
16. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’in meclisinde bulunan, onun yüksek sözlerini işiten bir kısım münâfıkların alay edici hareketlerini teşhir ediyor. Bir kısım zâtların da hidâyete nâil, takvâ ile nitelenmiş olup ilâhî desteğe mazhar bulunmuş olduklarını bildiriyor. Münâfıkların kıyameti beklemekte olduklarına, kıyametin ise bâzı alâmetleri meydana gelmiş bulunduğuna, o ehl-i küfrün ise bunlardan ibret alacak bir kabiliyette bulunmadıklarına işâret ediyor. Sonra da Son Peygamber Hazretlerine Allah’ın birliği inancına devam edilmesinin lüzumunu, kendisiyle mümin erkekler ve mümin kadınlar hakkında istiğfarda bulunmasını emr ve Cenab-ı Hak’kın ilmî ihatasını beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki: (Onlardan) İnsanlardan (bâzı kimseler vardır ki) onlar münâfık, hakkı kabulden mahrum kimselerdir. Ey Son Peygamber!. Onlar (seni dinler) meclisinde bulunarak beyânatını dinlemiş olurlar. Fakat o beyânata karşı lâzım gelen dikkat ve riâyette bulunmazlar (sonra senin yanından çıktıkları zaman) giderler (kendilerine ilm verilmiş olanlara) İbn-i Mes’ut, İbn-i Abbas gibi ulemâdan bulunan Ashâb-ı kirâm’a (derler ki:) onlardan bir alay yoluyla sorarlar ki: (O) Hz. Muhammed, (ne söyledi?.) biz anlamadık, siz bize anlatabilir misiniz?. Allah Teâlâ da buyuruyor ki: (Onlar) O vasıfları bildirilen münâfıklar, (öyle kimselerdir ki: Allah, onların kalbleri üzerine mühürlemiştir.) onların kendi kötü tercihlerinden dolayı küfrleri hakkında ilâhî hüküm verilmiştir. Onlar kalblerini hayır tarafına çevirmezler, hakikatları işitip kabul etmek istemezler (ve) münâfıklar, kendi (arzularına tâbi olmuşlardır) kendi nefslerinin meyillerine uyarlar, kendi şehvetlerinin esiri bulunurlar. Onun içindir ki: Hak sözleri kabul etmezler, tâkibettikleri bâtıl yoldan geri dönmezler.
17. Ve o kimseler ki: Hidâyete ermişlerdir, Onlara hidâyeti arttırmıştır ve onlara takvâlarını vermiştir.
17. (Ve o kimseler ki:) O münâfıkların hilâfına olarak (hidâyete ermişlerdir) imâna nâil olmuş, Kur’an-ı Kerim’den istifâde etmişlerdir ve nefsleriyle cihâdda bulunarak hakka teslim olmaktan ayrılmamışlardır. Artık Allah Teâlâ da (onlara) öyle seçkin kullarına (hidâyeti arttırmıştır.) onların kalblerini imân nûru ile pek ziyade doğru bir yola sevk etmiştir. (ve onlara takvâlarını vermiştir.) O seçkin kullarını takvâya muvaffak etmiş, o hususta kendilerine yardımda bulunmuş onları pek büyük sevaplara vesîle olan bir nice güzel amellere muvaffak buyurmuştur.
18. Onlar, kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka birşeyi beklemiyorlar. İşte muhakkak ki, onun alâmetleri gelmiştir. Artık onlara geldiği vakit düşünmeleri anlamaları kendilerine ne fâide verecektir?
18. Fakat münâfıklara, imândan mahrum kimselere gelince (Onlar, kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka birşeyi beklemekte bulunmuyorlar) çünkü onlar, Allah’ın birliğine dâir, Hz. Peygamber’in doğruluğuna âid, kıyametin de herhâlde kopacağına dâir birçok âyetler, deliller, alâmetler var iken ve bir nice kulların küfrleri yüzünden helâk olup gittikleri herkesçe malûm iken o inkârcılar yine inkârlarında devam edip dururlar. Artık onlar, kıyametin ansızın kopmasını mı bekliyorlar?, (işte muhakkak ki: Onun alâmetleri gelmiştir) Yâni: Son Peygamber olan zât, dünyaya şeref vermiştir, ay’ın yarılması mûcizesi meydana gelmiştir, kıyamet yakın olunca insanların işleyecekleri beyân olunan bir nice dinî yasaklar yapılmakta bulunmuştur, (artık onlara) O inkârcılara kıyamet (geldiği vakit düşünmeleri) anlamaları, tevbeye koşmaları (kendilerine ne fâide verecektir!.) elbette ki, bir fâide vermeyecektir. Çünkü artık tevbe zamanı geçmiş bulunur.
19. İmdi şunu bil ki: Şüphe yok, Allah’tan başka ilâh yoktur ve günâhın için ve îmânlı erkekler ile imânlı kadınlar için mağfiret dile ve Allah, dolaştığınız yeri de, durduğunuz yeri de bilir.
19. (İmdi) Ey Yüce Peygamber!, (şunu bil ki: Şüphe yok Allah’tan başka ilâh yoktur) yâni: Sen ki: Müminlerin saadete nâil, kâfirlerin de bedbahtlığa mâruz bulunduklarını bilmiş bulunuyorsun. Binaenaleyh Allah’ın birliğine âid sâhip olduğun bilginde sâbit ol, bu husustaki bilgin kat kat artmış bulunsun. Bu gibi ilâhî hitaplar, Resûl-i Ekrem vasıtasiyle onun ümmetine de yöneliktir. Buyurulmuş oluyor ki: Her mümin, imânında sebât etmeli, onun imânı ilmülyakin derecesinden aynülyakin derecesine yükselmelidir. Çünkü bütün deliller, kanıtlar, mûcizeler bunu icap etmektedir.
(ve) Ey Yüce Resûl!. Kendi (günâhın için) yâni: İnsanlık hâli meydana gelen ve daha iyiyi yapmama kabilinden bulunan hangi bir hareketinden dolayı (ve imânlı erkekler ile imânlı kadınlar için mağfiret dile) onlardan da meydana gelmiş olan günâhların af ve örtülmesini, yüce mâbuttan niyâz eyle. Hz. Peygamber, mâsum olduğu hâlde, yine istiğfar ile mükellef olması onun için bir tevazu vazifesidir, lütfa olan ihtiyacı göstermektedir bir şükür yerinde bulunmaktadır.
Hattâ o Yüce Peygamber Efendimiz: Her gün yüz defa istiğfarda bulunduğunu Ashâb-ı kirâmına haber vermiştir. (ve) Ey insanlar!. (Allah dolaştığınız yeri de) Bilir, gündüzleri dünyadaki hareketlerinizi, nerelerde gezip durduğunuzu bilmektedir. Ve sizlerin (durduğunuz yeri de bilir.) geceleyin nerelerde kaldığınızı veya âhirette ne gibi birer mevkide bulunacağınızı da bilicidir. Onun muazzam ilminden hiçbir şey hariç bulunamaz. Artık dâima muntazam bir vaziyette bulunmak, o Yüce Yaratıcının lütfuna ilticâ etmek, ondan mağfiretler taleb eylemek her kul için en mühim bir kulluk vazifesi bulunmaktadır.
20. Ve imân edenler derler ki: Bir sûre indirilmiş olmalı değil mi idi, Vaktaki, bir muhkem sûre indirildi ve onda savaş zikiredildi, kalplerinde bir hastalık olanları gördün ki: Sana ölümden baygın kimsenin bakışı gibi bakıyorlar. Artık ölüm olarak daha lâyıktır.
20. Bu mübârek âyetler, cihâda vesâireye dâir âyetlerin inişini müminler temennî ettikleri hâlde münâfıkların ise böyle bir âyet nâzil olunca ne kadar üzgün, baygın bir hâlde kaldıklarını bildiriyor: Halbuki: Allah’ın emrine itaat etmiş, sadâkat göstermiş olsalar haklarında ne kadar hayırlı olacağını haber veriyor. Öyle fesata çalışan akrabalık haklarına riâyet etmeyen kimselerin ne kadar zillete, felâkete uğrayacaklarını ihtar ediyor. Onların Kur’an’ı düşünmez, kalbleri kilitlenmiş kimseler olduklarını beyân buyurmaktadır.
Şöyle ki: (ve imân edenler) Yâni: Allah yolunda cihâda atılmayı isteyen samimi müminler, ilâhî vahyi bekleyerek (derler ki: Bir sûre indirilmiş olmalı değil mi idi?.) ki: Bizi cihâd ile mükellef tutsa idi de o yüzden sevaplara nâil olsa idik (Ne zaman ki,) cihâda dâir (bir muhkem) nesh edilmemiş ve her vakit için tatbiki geçerli, fâidesi kabul edilmiş (sûre indirildi ve onda) o sûrede (savaş zikredildi) müslümanlara cihâd ile emr olundu (kalblerinde bir hastalık) nifak, şek ve şüphe (olanları gördük ki,) o münâfıklar topluluğunun hâllerini anladın ki, (sana ölümden baygın kimsenin bakışı gibi bakıyorlar) kendilerine ölüm hâli isâbet etmiş kimseler gibi bir vaziyet almışlar, şuursuzca bir bakışta bulunuyorlar. (artık) Ölüm (onlara daha lâyıktır.) onlar kahrolası kimselerdir. Allah onları kahretsin, onların ölmeleri, yaşamalarından iyidir, onlar İslâm âlemi için zararlı kimselerdir.
21. Onlar için, itaat ve güzel söz yaraşır sonra savaş emri, kesinlik kazanınca eğer Allah’a sadakatda bulunsalar idi elbette kendileri için hayırlı olurdu.
21. Onlar için (İtaat ve güzel söz) yaraşır. O münâfıklar, ilâhî emre hemen itaat etmeli değil midirler?. Yâhut bir ilâhî emir gelince o münâfıklar, görünürde itaat gösterir, bizim vazifemiz itaattir, meşrû lâkırdıdır derler (sonra) savaş (emri kesinlik kazanınca) onu hoş görmez, ölüm korkusundan titrer, cihâddan yüz çevirirler. Halbuki (eğer Allah’a sadâkatte bulunsalar idi) ciddi biçimde imân etmiş, Peygambere tâbi olmuş, güzel niyet sâhibi bulunmuş olsalar idi (elbette kendileri için hayırlı olurdu.) büyük şereflere, sevaplara nâil bulunurlardı.
22. Demek umulur ki: Eğer siz imândan yüz çevirirseniz, yeryüzünde bozgunculuğa çalışırsınız ve akrabalık münasebetlerini parçalayıverirsiniz.
22. (Demek umulur ki:) Ey münâfıklar!. Sizin bu hâliniz göstermiş oluyor ki: (Eğer siz imândan) cihâddan, hak yolunda çalışmaktan (yüz çevirirseniz) bunun neticesi olarak (yeryüzünde bozgunculuğa çalışırsınız) savaş meydanlarından kaçar, İslâm varlığını, kuvvetini darmadağın etmek alçaklığında
bulunursunuz (ve akrabalık münâsebetlerini parçalayıverirsiniz) câhiliyet zamanında olduğu gibi birbirinize karşı düşmanca birer vaziyet alırsınız, birbirlerinizin kanlarını akıtırsınız, yurdunuzu, akrabanızı perişan bir hâlde bırakmak istersiniz.
23. Onlar o kimselerdir ki: Onlara Allah lânet etmiştir, sonra onları sağır kılmıştır ve gözlerini kör etmiştir.
23. Evet.. (Onlar) O münâfık, fesâtçı şahıslar (o kimselerdir ki: Onlara Allah lânet etmiştir) onları rahmetinden uzak bulundurmuştur (sonra onları sağır kılmıştır) işittikleri hayırlı sözlerden, nasihatlardan istifâde edemezler (ve gözlerini kör etmiştir) onlar gördükleri şeylerden fâidelenemezler insanların nefslerinde ve dışındaki bir nice kudret eserlerini bir ibret gözü ile görerek onlardan nasihat alamazlar. Onlar yaratılışlarını zâyi etmiş, zararlı kimseler kesilmişlerdir.
24. Kur’an’ı düşünmeye çalışmazlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde onların kilitleri mi var?
24. O münâfıklar (Kur’an-ı düşünmeye çalışmazlar mı?.) bütün insanlığı irşâd lütfunda bulunan, bütün şüpheleri gideren, bütün insanlara hidâyet yolunu açıkça gösteren Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini dinleyip yüce meâlini düşünmekte bulunmazlar mı?. Nedir onlardaki o gaflet o cehâlet!, (yoksa kalblerinin üzerinde onların) O kalblerin kendilerine mahsus (kilitler mi var?.) ki: Kur’an-ı Kerim’in o pek açık nasihatlarından istifâde edemiyorlar?. Düşünme özelliğinden tamamen mahrum bir hâlde bulunuyorlar. Evet.. Onların bütün bu kötü vaziyetleri kendi nifaklarının, kötü tercihlerinin bir neticesidir.
25. Şüphe yok, o kimseler ki, kendilerine hidâyet besbelli olduktan sonra arkaları üzerine dönüverdiler, onlar için şeytan süslemiş ve onları uzunca emellere düşürmüştür.
25. Bu mübârek âyetler, bir takım münâfıkların şeytanlara uyarak pek açık delillere rağmen dinden dönmüş olduklarını haber veriyor. Onların Kur’an-ı Kerim’i hoşlanmayan bâzı kabîlelere itaat edeceklerini gizlice söylediklerini, Allah Teâlâ’nın ise onların bu gizlediklerini bildiğini ihtar ediyor. Artık öyle Allah’ın gazabına uğramış, rızâsından uzaklaşmış, amelleri mahv ve yok olmuş olan şahısların öldükleri zaman melekler tarafından nasıl darbelere mâruz kalacaklarını bildiriyor. Onların İslâmiyet’e karşı olan şiddetli düşmanlıklarından Yüce Yaratıcı’nın haberdar olmadığını sanmak cehâletinde bulunduklarını teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: (Şüphe yok, o kimseler ki,) bir takım ehl-i kitaptan vesâireden olup da İslâmiyet’i kabul edenler ki, veya münâfıkça bir şekilde İslâm görünenler ki: (kendilerine hidâyet besbelli oldukları) İslâmiyet’in hakkiyyeti, onun bir hidâyet yolu olduğu birçok açık, parlak mûcizeler ile, deliller ile besbelli oldukları (sonra arkaları üzerine dönüverdiler) dinden döndüler, küfrlerini meydana koydular (onlar için şeytan) o dönmelerini, İslâmiyet’e muhalif cephe almalarını (süslemiş) güzelce bir hareket etmiş gibi göstermiş (ve onları uzunca emellere düşürmüştür.) bu dinsizliklerinden dolayı dünyada nice nîmetlere, lezzetlere nâil olacaklarını şeytan onlara telkin etmiştir.
26. Bunun sebebi şudur ki: Onlar, Allah’ın indirdiğini hoşlanmayanlara dediler ki: Biz size bâzı emirde itaat ederiz. Halbuki, Allah onların bütün gizli konuşmalarını biliyor.
26. (Bunun sebebi şudur ki:) O dinden dönenlerin, münâfıkların öyle küfre düşmeleri şundan ileri gelmektedir ki: (onlar, Allah’ın indirdiğini kerîh görenlere) Kur’an-ı Kerim’e karşı büyük bir nefret, düşmanlık besleyen müşriklere, Ben-i Kureyza, Ben-i Nâdir gibi Yâhudî tâifelerine gizlice (dediler ki: Biz size bâzı emirde itaat ederiz) Peygambere
düşmanlık hususunda, müslümanları cihâddan men hususunda size yardımda bulunuruz, sizin galip gelmenizi temine çalışırız. (halbuki, Allah, onların bütün gizli konuşmalarını biliyor.) Onlar, kendilerinin o ihanetini, o alçaklığını müslümanlardan gizli tutabileceklerini mi sanıyorlar?. O ne cehâlet!. Allah Teâlâ, onların bütün o gizli sözlerini, hareketlerini elbette Peygamberine haber verir.
27. Artık melekler, onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları vakit hâlleri ne olacak?
27. (Artık melekler) Ruhlarını almaya memur olan Azrail ve onun yardımcıları olan diğer ruhanî zâtlar (onların) o kâfirlerin, o İslâm düşmanlarının (yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları vakit) o dinsizlerin (hâlleri ne olacak?.) kendilerini o felâket darbesinden, o ilâhî kahırdan nasıl kurtarabilecekler?. Böyle bir âkıbeti hiç düşünmezler mi?.
28. Bunun sebebi de şüphe yok ki, onlar, Allah’ın gazabını çeken şeye tâbi oldular ve onun râzı olduğu şeyi kötü gördüler. Artık onların amellerini mahvediverdi.
28. (Bunun sebebi de) O kâfirlerin böylece fecî bir âkıbete uğramalarını gerektiren şey de (şüphe yok ki, onlar, Allah’ın gazabını çeken şeye tâbi oldular) Allah’ın birliğini inkâr ettiler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik eylemediler, şeytanın vesveselerine kapılarak en çirkin şeyleri güzel görerek yapmaya cür’et gösterdiler, (ve onun râzı olduğu şeyi) Cenab-ı Hak’kın rızâsına vesîle olan imân gibi, ibâdet ve itaat gibi şeyleri (hoş görmediler. Artık) Allah Teâlâ da (onların) bu kâfirce, düşmanca hâllerinden dolayı (amellerini mahv ediverdi.) meselâ: Bir müddet imân ile yaşamış iseler bilâhare kâfir olunca o imânları kendilerine bir fâide veremez bulunmuştur. Kâfirlik hâllerinde yaptıkları iyiliklerde, fakirlere yardımlarda uhrevî bir mükâfata sebep olamaz. Çünkü imâna dayalı olmayan bu gibi amellerin Allah katında bir kıymeti yoktur.
29. Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar, sandılar mı ki, Allah onların kinlerini meydana çıkarmayacaktır?
29. (Yoksa kalblerinde) Nifak gibi, fesatçı hareketlere meyil gibi mânevî bir (hastalık bulunanlar) içlerinde müminlere karşı kin ve düşmanlık besleyenler (sandılar mı ki, Allah onların kinlerini) o düşmanca kuruntularını (meydana çıkarmayacaktır?.) Yok, yok.. Elbette Cenab-ı Hak, elbette onların bütün gizli ve âleni hâllerini meydana çıkaracaktır, Yüce Peygamberine bildirecektir, o düşmanları eliboş ve ziyanda bırakacaktır. Nitekim bilâhare da öyle olmuştur. Nitekim Beraet sûresinde onların çirkin, rezil hâlleri haber verilmiş, bu münâsebetle o mübârek sûreye “Essuretülfazihe” adı da verilmiştir.
30. Ve eğer dilesek elbette onları sana gösteriveririz de onları herhâlde simâlarıyla bilirsin. And olsun ki: Onları lâkırdılarının üslûbundan da bilirsin. Ve Allah ise bütün amellerinizi bilir.
30. Bu mübârek âyetler, münâfıkların hangi şahıslardan ibâret olduğunu Cenab-ı Hak dilemiş olsa idi Peygamberine tamamen göstereceğini, bununla beraber Yüce Peygamber’in de o münâfıkları ifâde tarzlarından tanımakta bulunduğunu, Yüce Yaratıcının ise bütün kullarının amellerini bildiğini beyân buyuruyor. Hikmet sâhibi Yaratıcının kullarından sabırlı ve mücahit olan ile olmayanların belli olması, hâllerinin ortaya çıkması için onları cihâd gibi vazifeler ile imtihana tâbi tutacağını haber veriyor.
Pek açık, parlak olan İslâmiyet’e, hidâyete rağmen küfre düşen, Peygambere muhalefetde bulunan, başkalarını da hidâyetten mahrum bırakmaya çalışan bir kısım cemaatlerin ilâhî dine bir zarar veremeyip kendi amellerinin yok olmuş olacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve eğer dilesek elbette onları) O münâfıkları Ey Yüce Resûl!, (sana gösteriveririz) Onların hangi şahıslar olduğunu sana bildiririz (de onları herhâlde simâlariyle bilirsin) münâfık olduklarını gösteren alâmetleri apaçık bir hâle getirmiş oluruz. Fakat münâfıkların bir kısmı böyle apaçık bir şekilde hikmet gereği bildirilmemiştir, onların hâlleri dünyada örtülmüştür. Onların bir kısmı samimi müslüman olan akrabalarının o yüzden müteessir olup mahcup olmalarına sebebiyet verilmemiştir.
Bununla beraber deniliyor ki: Bu âyet-i kerîmenin inmesinden sonra bütün münâfıklar, Resûl-i Ekrem’ce malûm olmuştur, onları yüzlerinden tanımakta bulunmuştur. İşte Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: Ey Resûlüm!, (and olsun ki,) Muhakkak ki: Sen (onları lâkırdılarının üslûbundan da bilirsin) onların sözleri, samimî değildir, kinâyeli ve târizli lâkırdılardan ibârettir, söyledikleri şeylerin tersini yaparlar, görünüşte güzel sözler söylerler ki, o sözler haddizâtında çirkin şeylerdir, (ve Allah ise bütün amellerinizi bilir.) Samimi kullarının güzel işleri, münâfıkların da çirkin işleri Allah katında malûmdur. Herkesi ameline göre mükâfat ve cezaya erdirecektir. Bu ilâhî beyân, müminler hakkında bir müjdeyi kapsamaktadır.
31. Celâlim hakkı için sizi imtihana tâbi tutacağız, tâki, sizden mücahit olanlar ile sabredici olanları bilelim ve sizin haberinizi de deneyeceğizdir.
31. (Celâlim hakkı için sizi) Ey Resûl-i Ekrem’in etrafında toplanmış insanlar!. (imtihana tâbi tutacağız) Sizi cihâd ile vesâir bâzı meşakkatli vazifeler ile mükellef tutmak sûretiyle hakkınızda hikmet gereği bir imtihan muamelesi yapılmış olacaktır. (Tâki, mücahid olanlar ile sabredici olanları bilelim) yâni: ilâhî emre uyarak cihâd gibi şiddetli işlere isteye isteye atılanlar, bir takım sıkıntılara karşı sabr göstererek ilâhî takdire teslimiyette bulunanlar, belli olsun, zâten Allah katında malûm olan bütün bu gibi şeyler, bir görme bilgisi ile de malûm bulunsun. bunlar, Cenab-ı Hak’kın muhterem kullarınca da bilinmiş olsun, (ve sizin haberinizi de deneyeceğizdir.) Onları da açığa çıkaracağız. Onların güzelleri ile çirkinleri meydana çıkmış olacaktır. İbrâhim Bin-i Leş’es diyor ki: Fudeyl Bin-i İlyâs, bu âyet-i kerîmeyi okudukça ağlar ve derdi ki: Allah’ım!. Bizi imtihan buyurma, çünkü: Bizi imtihan eder isen rüsvay etmiş ve bizim perdelerimizi yırtmış olursun. Yâni nice kusurlarımız meydana çıkarılmış olur.
32. Şüphe yok, o kimseler ki, kâfir oldular ve Allah yolundan men ettiler ve kendilerine hidâyet apaşikâr belli olduktan sonra Peygambere muhalefetde bulundular, elbette Allah’a hiçbir zarar vermiş olmadılar ve onların amellerini iptâl edecektir.
32. (Şüphe yok, o kimseler ki, kâfir oldular) Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr ettiler (ve Allah yolunda) insanları (men ettiler) İslâm dinini kabul etmelerine engel kesildiler (ve kendilerine hidâyet apşikâr belli olduktan sonra) Son Peygamberin risâleti hakkında nice deliller, mûcizeler zuhura geldiğini müteâkip (peygambere muhalefetde bulundular) öyle muhterem ve Allah katından desteklenmiş bir zâta karşı düşmanlık gösterip durdular (elbette) onlar, o fenâ hareketleriyle (Allah’a) O Yüce Yaratıcının dinine, Peygamberine (hiçbir zarar vermiş olmadılar) onlar kendilerini ebedî zararlara aday bırakmış oldular ve bunun farkında bulunamıyorlar. (ve) Yüce Allah (onların) o kâfirlerin (amellerini ibtâl edecektir.) onlar, dünyada güzel işler yapmış olsalar da bunların Allah katında bir kıymeti yoktur, çünkü imâna dayalı değildir veyahut onların İslâmiyet aleyhindeki hareketleri, hileleri kendilerine bir fâide vermeyecektir, hepsi de yok olup gidecektir, kendileri için birer ceza sebebi teşkil etmiş bulunacaktır.
33. Ey imân etmiş olanlar! Allah’a itaat ediniz ve Peygambere itaat ediniz ve amellerinizi iptâl etmeyiniz.
33. Bu mübârek âyetler, müminlerin Allah Teâlâ’ya ve Yüce Peygamber’e itaat edip amellerini ibtâl etmemelerini emrediyor. Kâfirlerin, dinin yayılmasına mâni olanların da ilâhî mağfiretden mahrum kalacaklarını ihtar buyuruyor. Yüce değere sâhip olan müminlerin düşmanlara karşı sertlik gösterip, zâfiyet göstermemelerini emir ve tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ey imân etmiş olanlar!.) Ey İslâm dinine girmiş bulunanlar!. (Allah’a itaat ediniz) onun bütün emirlerine, yasaklarına riâyetde bulununuz, (ve Peygamber’e itaat ediniz) Onun gösterdiği yolu tâkibediniz, ona muhalefette bulunmayınız. Çünkü bir Peygambere muhalefet, onu Peygamber göndermiş olan Allah’a muhalefet demektir. Ona itaat de Hak Teâlâ’ya itaatten başka değildir. (ve) Güzel (amellerinizi) şek ve şüphe ile, kibir ve riya ile, büyük günâhlardan olan diğer günâhları işlemek ile (ibtâl etmeyiniz) meselâ: Bir kimse, senelerce imân ve ibâdet dairesinde yaşadığı hâlde bilâhare küfrü, nifakı gerektiren bir harekette bulunsa ve tevbe ve istiğfar etmeden ölse ebedî azabı hak etmiş olur. Vaktiyle olan imânı, ibâdetleri ibtâl edilmiş bulunur. Binaenaleyh bu gibi pek korkunç hâdiselerden son derece sakınmalıdır.
34. Muhakkak o kimseler ki, kâfir oldular ve Allah yolundan men ediverdiler, sonra da onlar kâfir olarak öldüler, artık Allah, onlar için mağfirette bulunmayacaktır.
34. (Muhakkak o kimseler ki, kâfir oldular) İslâm dininden mahrum kaldılar (ve Allah yolundan men ediverdiler) İslâmiyet’i kabul etmek isteyenleri o saadetten mahrum
bırakmaya çalıştılar, kendi dinsizliklerini yaymaya çalışıp durdular (sonra da onlar) İslâm dinini kabul etmeksizin, dinsizliklerinden dolayı tevbe ve istiğfar etmeksizin (kâfir olarak öldüler) öyle dinsiz bir hâlde hayatları sona ermiş bulundu (artık Allah, onlar için mağfirette bulunmayacaktır.) onları ebedî şekilde azaplandıracaktır, dünyadaki o kâfirce hâllerini mahşer âleminde örtmeyip teşhir buyuracaktır.
Bu âyet-i kerîme, Ashâb-ı Felib hakkında, yâni: Bedr savaşında öldürülmüş ve pis cesetleri “Felib” denilen kuyuya atılmış olan müşrikler hakkında nâzil olmuş ise de hükmü bütün kâfirlere şâmildir.
35. Binaenaleyh zâfiyet göstermeyiniz ve sizler en üstün olduğunuz hâlde sulha dâvet etmeyiniz ve Allah sizinle beraberdir ve size amelinizi eksiltmez.
35. Kâfirlerin Allah katında ne kadar yerilmiş, ne derece kahredilmiş oldukları beyân buyurulmuş oluyor. (Binaenaleyh) Ey müslümanlar!. Siz o zelîl şahıslara karşı (zâfiyet göstermeyiniz) onlar ile cihâddan korkup kaçmayınız, onların görünür varlıklarına kıymet vererek kendi şeref ve şânınızı ihlâl edecek hareketlerde bulunmayın (ve sizler en üstün) onların üstünde bir mevkie sâhip, haddizâtında galibiyetle nitelenmiş (olduğunuz hâlde) onları (sulha dâvet etmeyiniz) kendinizi sulha muhtaç gibi göstermeyiniz, celâdet ve yiğitliğinizi muhafaza ediniz (ve Allah sizinle beraberdir) Allah’ın yardımı size yönelmiş bulunmaktadır (ve) Kerem Sâhibi Yaratıcınız (size amelinizi eksiltmez.) din yolundaki, cihâd sahasındaki çalışma ve gayretinizin mükâfatını tamamen görürsünüz, lâyık olduğunuz sevaplara kavuşursunuz. Ancak dinsizler hakkındadır ki, onların dünyada bâzı güzel muameleleri bulunsa da bunların uhrevî bir kıymeti yoktur. Onlar, o yüzden âhirette bir sevaba nâil olamayacaklardır. Çünkü imândan mahrumiyetleri, bu sevaba mânidir.
§ Vetr; Gâib, zâyi, noksan etmek demektir. Oğlu ve kardeşi gibi bir yakını öldürülerek tek başına bırakılmış kimsenin hâline “vetr” denilmiştir.
36. Şüphe yok ki, dünya hayatı, bir oyundur ve bir eğlencedir ve eğer imân ederseniz ve ittikada bulunursanız size ücretlerinizi verir ve sizden bütün mallarınızı da istemez.
36. Bu mübârek âyetler, bir yok olan gölgeden ibâret olan dünya hayatının mahiyetini bildiriyor. Bu hayata kapılmayarak imân ile, takvâ ile vasıflanmış olanların mükâfatlara nâil olacaklarını müjdeliyor. Cenab-ı Hak’kın insanlardan bütün mallarını Allah yolunda fedâ etmelerini istemediğini, böyle bir istek olmuş olsa birçok kimselerin cimrilik göstererek kötü düşüncelerinin meydana çıkarılmış olacağını ihtar buyuruyor.
Allah Teâlâ’nın bütün mahlûkatından müstağni olup insanların ise muhtaç kimseler bulunduklarını ve ilâhî dinden dönenlerin yerlerine başka seçkin, dinlerinde sâbit kimselerin getirileceğini şöyle beyân buyurmaktadır, (şüphe yok ki: Dünya hayatı bir oyundur) Ömrün boş yere zâyi olmasına sebebiyet veren, gelecek için bir fâide temin etmeyen bir harekettir, (ve bir eğlencedir) İnsanı mühim işlerden alıkoyan, sebâtı bulunmayan, mânevî menfaatten uzak bulunan, çabucak yok olup giden bir vakitten ibârettir.
Asıl hayat, sâhibini diyanet ve fâzilet dairesinde yaşatan pek hayırlı bir varlıktan ibâret bulunmaktadır. (ve eğer) Ey insanlar!. Siz bu dünyada iken (imân ederseniz ve sakınırsanız) üzerlerinize düşen vazifeleri ifâya çalışırsanız, gerektiğinde cihada atılarak sebât ve metanet gösterirseniz, Cenab-ı Hak da size (ücretlerinizi verir) o güzel amellerinizin mükâfatını ihsân buyurur (ve sizden) bütün (mallarınızı da istemez.) sizi müşkül bir durumda bırakacak bir fedakârlıkla da mükellef tutmaz, bütün mallarınızı harcamanızı size emretmez. Ancak mallarınızın kırkta biri kadar nispeten az bir miktarını hak yolunda fedâ etmenizi size emreder.
37. Eğer sizden onların hepsini istese de size ısrarda bulunsa cimrilik gösterirsiniz ve sizin kinlerinizi meydana çıkarmış olur.
37. Ey insanlar!. (Eğer) Allah Teâlâ (sizden onların) mallarınızın (hepsini istese de size ısrarda bulunsa) bütün servetinizi veriniz diye sizi kesin bir şekilde mükellef tutsa siz (cimrilik gösterirsiniz) birşey vermek istemezsiniz (ve) Allah Teâlâ veya sizin o cimriliğiniz (sizin kinlerinizi meydana çıkarmış olur.) öyle bir fedakârlıkla emre karşı içerinizde bir nefret, bir düşmanlık duyarsınız, kendinizin kötü hâlleri meydana çıkmış olur.
38. İşte sizler, o kimselersiniz ki: Allah yolunda harcamada bulunmaya dâvet olunursunuz da sizden kimi cimrilikte bulunur. Halbuki, kim cimrilikte bulunursa şüphe yok ki, kendi nefisi için cimrilikte bulunmuş olur. Ve Allah zengindir. Sizler ise fakirlersinizdir. Ve eğer siz kaçınırsanız sizden başka bir kavmi yerinize değiştirir. Sonra onlar, sizin emsâliniz olmazlar.
38. (İşte) Ey muhataplar!, (sizler o kimselersiniz ki, Allah yolunda infakta bulunmaya dâvet olunursunuz da) Zekât vermekle, gâzilere yardımda bulunmakla, İslâmiyet’e hizmet etmekle mükellef olursunuz da (sizden kimi, cimrilikte bulunur) öyle hak yolunda fedakârlıkta bulunmaktan kaçınır, cimrilik gösterir durur (halbuki, kim cimrilikte bulunursa şüphe yok ki, kendi nefsi için cimrilikte bulunmuş olur) çünkü o cimriliğin zararı kendi nefsine âittir, o yüzden kendisini sevaptan, Allah rızâsına nâil olmaktan mahrum bırakmış olur. (ve Allah ganidir) O hâşâ kimseye muhtaç değildir, O kullarının mallarını vermelerine ihtiyaçtan yücedir, bütün varlıklar, onun birer kudret eseridir, (sizler ise) Ey insanlar!. Şüphe yok ki, (fakirlersinizdir) hepiniz de o Yüce Yaratıcıya muhtaçsınızdır (ve eğer siz kaçınırsanız) Allah Teâlâ’ya itaatdan, O’nun ahkâmına riâyetden yüz çevirirseniz, sizi helâk eder, sonra (sizden başka bir kavmi) sizin yerinize (tebdil eder) sizin yerinize birçok seçkin kimseleri İslâm şerefine nâil kılar (sonra onlar) o seçkin zâtlar (sizin emsâliniz olmazlar) onlar, sizin gibi cimrilik göstermezler, ilâhî emirlere, yasaklara muhalefetde bulunmazlar. Nitekim de öyle olmuştur. Mâide sûresindeki (54)cü âyet-i kerîmeye de müracaat!.
Evet.. Vaktiyle Resûl-i Ekrem’e karşı cephe alan bir nice kabîleler, ilâhî kahra uğramışlardır, onların yerlerine pek seçkin kavimler, cemiyetler gelmişlerdir. Ensâr-ı Kirâm bu cümledendir. Daha sonra doğu ve batıya İslâmiyet’i kabul edib onunla övünen, onun hükümlerine riâyetkâr bulunan nice milletler de, zümreler de meydana gelmiştir. Hâlâ da birçok milletler arasında İslâmiyet’i kabul eden zâtlar görülmektedir. İşte bu sûreyi mübârekeyi tâkibeden “Feth sûresi” de müslümanların ilâhî yardıma nâil olacağını müjdelemektedir.
Kısaca: İslâm dini pek yücedir, kıyamete kadar müslümanlar bulunacaklardır, İslâm dinine girmekle, hizmetle iftihar edeceklerdir. Böyle mukaddes bir dine kavuşmamızdan dolayı biz Türkler de Yüce Yaratıcımıza dâima şükrân sunmada bulunmayı bir kulluk vazifesi biliriz. Hak Teâlâ Hazretleri bizleri bu şereften, bu pek yüce nîmetten mahrum bırakmasın Âmin.. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.