KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Müddesir Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, “El-Müzzemmil” sûresinden sonra, Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Ellialtı âyet-i kerîmeyi içermektedir. İlk âyetinde ilâhî bir iltifat olmak üzere Resûl-i Ekrem’e “El-Müddessir” yâni: Disar denilen bir kaftana, bir elbiseye bürünmüş olan zât!. Diye emrolunduğu için bu mübârek sûreye: “El-Müddessir” adı verilmiştir.
Bu sûre ile bundan evvelki sûre arasında güzel bir irtibat vardır.
Çünkü bu iki sûreden her birinin evvelinde Resûl-i Ekrem’e hitap olunmuştur. Bundan evvelki sûrede Peygamber Efendimizin geceleri kalkıp namaz ile, Kuran okumakla meşgul olarak kendi nefsini ve mükemmelleştirmekle emrolunduğu bildirilmiştir. Bu sûrede de kavmini uyarmak temizlemekle, ıslâha çalışmakla mükellef bulunduğu gösterilmiştir. Her iki sûrede de mü’minlerin güzel vasıfları, selâmete erişecekleri bildirildiği gibi kâfirlerin de kötü hâlleri ve helâke uğrayacakları ihtar buyurulmuştur.
Bu mübârek sûrenin başlıca içeriği şunlardır:
1. Resûl-i Ekrem’in Cenab-ı Hak’kı zikrîle ve hak yolunda sabırîle mükellef olup kâfirleri uyarmakla emrolunduğunu beyan etmek.
2. Kâfirlerin kötü hâllerini ve bâtıl iddialarını kınamak ve kendilerini cehennem ateşi ile korkutmak.
3. Cehennem bekçilerinin miktarını ve bu miktarın hikmetini beyan etmek bu hususta kalp hastalığına müptelâ, ve küfürîle vasıflanmış olanların çirkin inançlarını, korkunç âkıbetlerini tâyin etmek ve alçaklıklarını ne şekilde itiraf edeceklerini gözler önüne sermek.
1. Ey kaftanına bürünmüş!
1. Bu mübârek âyetler, Peygamber Efendimizin insanları Allah’ın azabı ile korkutmakla emrolunduğunu bildiriyor. Cenab-ı Hak’kı birlemek ve tenzîh etmek ile ve nefisi şerîflerini lâyık olmayan huylardan, başa kakmalardan temiz tutmakla ve inkârcıların eziyetlerine karşı sabıretmekte mükellef bulunduğunu göstermektedir. Şöyle ki: (Ey kaftanına bürünmüş) Entari gibi üst elbisesini giyinip rahata dalmak istemiş olan Hz. Muhammed!. Aleyhisselâm.
2. Kalk artık korkut.
2. Yatma, (Kalk) Mekke ehlini ve senin ümmetinden bulunmak şerefine sâhip olan diğer kimseleri (Artık korkut) kendilerini aydınlatmaya çalış, dinsizliğin, Allah’ın hükmüne muhalefetin müthiş cezasını onlara ihtar ederek kendilerini uyandırmaya gayret et, tâ ki, Allah’ın azabından kurtulabilsinler.
3. Ve Rabbini büyüklük ile an.
3. (Ve Rab’bini büyüklük ile an) O Yüce Mâbudunu tekbir ve tesbîhte bulun, onun birliğini, ortak ve benzerden uzak olduğunu zikrederek ibâdet ve itaatte bulun.
4. Ve elbiseni imdi temizle.
4. (Ve elbiseni imdi temizle) Namaz gibi ibâdetlere en temiz elbiselerle devam et, maddî ve mânevî temizlikten ayrılma, Cenab-ı Hak’ka karşı saygı göstermekten geri durma.
5. Azaba sebep olacak günahdan artık uzak ol.
5. (Azaba) Maddî ve mânevî hastalıklara, musîbetlere (sebep olacak günahtan) temiz olmayan hâllerden (artık uzak ol.) öyle korkunç şeylere sebebiyet verecek hâllerden uzak bulunmaya devam et, temizlikten, taharetten, ibâdet ve itaatten ayrılma.
6. Çok görerek minnette bulunma.
6. Ümmetine karşı yapmakta olduğun güzel vazifeleri, nasihatleri (çok görerek) onlara (minnette bulunma) başlarına kakma, sırf Allah rızâsı için ümmetini irşâda çalış, mükâfatını Cenab-ı Hak’tan bekle, Diğer bir görüşe göre de: Yaptığın bir iyilik karşılığında halktan daha büyüğünü gözetme, mükâfatını yalnız Kerem Sâhibi Mâbud’dan gözet, onun yüce râzısını kazanmaya çalış.
7. Ve Rabbin için artık sabret.
7. (Ve Rab’bin için) Onun ilâhî rızâsını kazanmak için (sabıret) Peygamberlik vazifeni yerine getirme uğrunda göreceğin bâzı hoş olmayan hâllerden dolayı üzülme, sen vazîfeni Allah rızâsı için yapmaya devam et, mükâfatı, muvaffakiyeti Hak Teâlâ’dan bekle.
“Bu mübârek âyetlerin nüzul sebebi hakkında deniliyor ki: İlk evvel inen “îkra” sûresinden sonra bir müddet ilâhî vahiy gelmemişti. Bunu müteâkip inen sûrelerden biri de iş bu “El-Müddessir” sûresinin ilk âyetleridir. Resûl-i Ekrem, Sallâlâhü Aleyhissellem buyurmuştur ki:
Ben Hıra dağında bulunuyordum. “Yâ Muhammed!. Şüphe yok ki, sen Allah’ın bir Resûlüsün” diye bir ses işittim, sağıma, soluma baktım, bir şey göremedim, yukarıma baktım, bir de gördüm ki: Gök ile yer arasında bir melek, bir taht üzerinde oturmuş, korktum, Hatice’nin yanına döndüm, beni örtünüz, örtünüz, üzerime soğuk su serpiniz dedim, artık Cibrîl nâzil oldu. “Ey elbisesine bürünmüş olan kalk” emrini teblîğ etti, bunun üzerine birinci âyetten beşinci âyete kadar olan âyetler nâzil oldu.
8. Çünkü: Sûr’a üfürülünce…
8. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in sabırına
vesîle olacak gelecekteki olayları bildiriyor. Sûr’a üfürülünce inkârcılar için ne müthiş, müşkül bir günün meydana gelmiş olacağını ihtar ediyor. bir nice nîmetlere kavuşmuş olan bir nankör şahsın daha fazla nîmetlere erişmek tama’ında bulunduğunu kınamak için beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Peygamber! Sen sabıret (Çünkü sûra üfürülünce) İkinci sûra üfürülünce o inkârcılar, o sana eza ve cefada bulunanlar, o gün azaplara, felâketlere tutulacaklardır.
9. İşte o gün çok çetin gündür.
9. (İşte o gün) O sûr’a üfürüleceği an (birçok çetin gündür.) o inkârcılar, o günde bir nice azaplara, cezalara uğratılacaklardır.
10. Kâfirlerin üzerlerine kolay değildir.
10. Evet.. O müthiş gün, elbette ki: (Kâfirlerin üzerlerine kolay değildir.) Onlar o günde ne dehşetli müşküllere, cezalara mâruz kalacaklardır. Mü’mînler ise kolaylığa nâil olacaklardır. Allah’ın yardımı ile cennetlere, nîmetlere kavuşacaklardır.
11. Bırak bana, o tek başına yarattığım şahsı.
11. Ey Resûlüm!. (Bırak bana o tek başına yarattığım şahsı.) Anasının karnından çırçıplak bir hâlde kuvvetten, servetten mahrûm bir hâlde doğmuş olan “Velid İbnül’mugiyre” gibi bir kâfirin cezasını bana havale et, ondan intikam almaya ben yeterim.
12. Ve onun üzerine uzunca boylu mal verdim.
12. O inkârcıyı yarattım (Ve onun üzerine uzunca bir mal verdim.) o bir şeye mâlik olmayan nankör şahsı bilâhare bir çok nîmetlere kavuşturdum ve nice bağlara, bostanlara ve ticaretlere nâil kıldım.
13. Ve gözü önünde duran oğullar verdim.
13. (Ve yanında hazır) Kendisiyle beraber Mekke-i Mükerreme’de yaşayan (oğullar) verdim. Onlar ile beraber bir servet ve ferahlık içinde bulunmuştur.
14. Ve onun için bir döşemekle döşeyiverdim.
14. (Ve onun için bir döşemekle döşeyiverdim.) Onu geniş bir rızka, bir yüksek kavuşturdum, hattâ Mekke-i Mükerreme ile Tâif arasında çeşit çeşit reisliğe servet vasıtalarına sâhip bulundu, kendisine “Reyhanetül’Arap = Arabın rızkı” lâkabı verilmiştir. Ve kendisini kavmi aralarında “Vâhid” yâni pek seçkin, eşsiz diye anıyordu. Bütün bu nîmetlerin şükrünü yerine getirmeli değil mi idi?. Bu varlıkları kendisine ihsân etmiş olan Allâh-ü Teâlâ’yı tasdik ederek ve birleyerek hâlinden çok memnun bir vaziyette bulunmalı değil mi idi?.
15. Sonra da arttırayım diye umuyor.
15. Halbuki: O ihtiraslı nankör şahıs (sonra da arttırayım diye tamahkâr bulunuyor.) mallarının ve çocuklarının daha fazla artmasını pek hırslı bir hâlde arzu ediyor. Nâil olduğu o kadar nîmetlerinin kadrini bilmiyor, şükrünü yerine getirmeye çalışmıyor. Ne kadar büyük bir ihtiras, ne derece çirkin bir nankörlük?. Hattâ diyormuş ki: “Eğer Muhammed -Aleyhisselâm- sâdık oldu ise artık Cennet ancak benim için yaratılmıştır, yâni: Eğer hakikaten Cennet var ise o nîmete de nâil olacak olan ancak benim.” Ne büyük bir bencillik.
“Rivâyete göre Resûl-i Ekrem Sallâlâh-ü Aleyhivessellem Efendimiz bir gün Mescid-i saadetinde, namaz kılıyor ve “El-Mü’mîn” sûresinin ilk âyetlerini okuyormuş, Velid İbnil’mugiyre” de orada bulunup Resûlallâh’ın Kur’an okumasını dinlemiş, sonra Velid, kavmi olan Ben-i Mahzun’un yanlarına giderek demiş ki: Vallâhi ben Muhammed -Aleyhisselâm- dan bir söz işittim ki: O, ne insanların, ne de cinlerin sözleri değildir. Vallâhi onda bir tatlılık, bir güzellik var, yukarısı pek yemiş verici, aşağısı da pek hoş, şüphe yok ki: O yükselir, onun üzerine yükselinemez.”
Velid bu sözlerini müteâkip evine gitmiş onun bu sözlerini işiten Kureyş tâifesi demişler ki: Vallâhi Velîd, kendi dinini terk etmiş, müslüman olmuş, artık bütün Kureyş kavmi de ona bakarak dinlerini terkedecekler. Kardeşi Ebû Cehil ise demiş ki: Sizin için ben ona yeterim, sonra Velîd’in yanına gitmiş, pek üzüntülü bir vaziyette görünmüş,
Velîd bunu görünce: Sana ne oldu, ne için üzüntülü bulunuyorsun demiş, Ebû Cehil de,
demiş ki: Nasıl üzülmeyeyim ki: Kureyş senin ihtiyarlığına bakarak sana nafaka tedarik etmek için toplanmışlar, sanıyorlar ki: Sen “Muhammed -Aleyhisselâm- in sözünü kabul etmişsin, İbn-i Ebi Kebşe’nin ve İbn-i Ebi Kuhafe’nin yanlarına giderek’ onların yemeklerinin fazlasından yemek istiyormuşsun.
Bu sözü işiten Velîd, gazaba gelmiş, Kureyş bilir ki, ben malca ve evlâtça onların en büyüğü bulunuyorum, Muhammed -Aleyhisselâm- ve Ashab-ı yemekten doymuşlar mıdır ki: Onun fazla yemeği bulunsun demiş sonra Velîd, Ebû Cehil ile beraber, kavminin meclisine gitmiş, onlara demiş ki: Siz Muhammed -Aleyhisselâmın mecnun olduğunu zanneder misiniz?
Hiç onun boğulur olduğunu gördünüz mü? Onlar da demişler ki: Allah için hayır. Onu mecnun zannetmeyiniz. Velîd yine demiş ki: Onu şair olduğunu sanır mısın?. Onun şiir söylediğini gördünüz mü?. Onlar da Allah için hayır.. Görmedik demişler, Velîd yine sormuş ki: Siz onun yalancı olduğunu zanneder misiniz?. Onun yalan söylediğini hiç tecrübe ettiniz mi? Onlar da dediler ki: Allah için yok, onun yalan söylediğini görmedik.
Zâten, Hz. Peygamber’e tam bir doğruluk ve sadâkatinden dolayı öteden beri “Muhammedül’emîn” deniliyordu, nihâyet müşrikler, dediler ki: Artık o nedir? Velîd de biraz düşündükten sonra dedi ki: O bir sihirbazdan başka bir şey değildir. Görmüyor musunuz ki: O, bir kişi ile ailesinin, evlâdının ve kölelerinin arasını ayırıyor, onun söylediği de bir sihirdir, onu “Müseylimeden” ve Ehl-i Bâbil’den naklediyor.
Velîd’in bu sözü o müşriklerin hoşuna gitmiş, hayret etmelerine sebep olmuştu. Velîd, ya Bedr gazvesinde katledilmiştir veya Necaşi’nin sarayında yaptığı bir hıyanetten dolayı Necaşi tarafından idam olunmuştur. Kâfir olarak öldüğünde ittifâk var gibidir.
Velîd’in on oğlu var idi, onlardan yalnız Hâlit, Hişam ve İmare adındaki üç oğlunun müslüman olmuş olduğu rivâyet olunmaktadır.
İşte bu sûredeki âyetlerin bir kısmı bu Velîd hakkında nâzil olmuştur. “En doğrusu Allah bilir.” “Tefsir-i Kebir, Ruhul’meani.”
16. Hayır.. Şüphe yok ki: O bizim âyetlerimiz için bir inatçı oldu.
16. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in risâletini tasdîk etmeyen velîd gibi bir inkârcının pek inatçı ve Allah’ın azabına aday bir şahıs olduğunu bildiriyor. O Yüce Peygamber hakkında o inkârcının ne yanlış kuruntularda bulunmuş olduğunu teşhîr ediyor. Nefsine pek kibirli olan o şahsın Resûl-i Ekrem’e sihirbaz ve Kur’an-ı Kerim’e bir insan sözü demek gibi câhilce bir cür’ette bulunmuş olduğunu kınıyor.
Artık o inkârcı şahsın çok yakıcı olan ve on dokuz bekçisi bulunan müthiş cehenneme atılacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Cenab-ı Hak buyuruyor: (Hayır) O inkârcının, aç gözlünün arzusu yerine getirilmeyecektir, onun mal ve çocukları arttırılmayacaktır. Çünkü (o, bizim âyetlerimiz için bir inatçı oldu) kendisini o nîmetlere eriştirmiş olan Yaratıcısının Kur’an-ı Kerim’ini inkâr etti, Resûl-i Ekrem’in doğruluğunu, Peygamberliğini kalben anlamış olduğu hâlde sırf inadından dolayı lisanen inkâra cür’et gösterdi. Ne büyük bir sapıklık!.
Müfessir Mütâkil demiştir ki: Bu âyet-i Kerime’nin inmesinden sonra, Velîd’in servetinde, çocuklarında noksanlık görülmüştür.
17. Onu yüklenmesi pek meşakkatli bir şey ile mükellef kılacağım.
17. (Onu) O inkârcı şahsı (yüklenmesi pek meşakkatli bir şey ile mükellef kılacağım.) Yâni: Ona müşkül bir şey yükleyeceğim, onu tâkatini kesen bir azaba atacağım, böyle bir musîbete, bir nevi meşakkate uğratmak, çıkılması pek zor olan bir dağa çıkmakla mükellef olmaya benzetilmiştir.
“İrhak” Zorluk yükletilmek, çetin bir şey ile mükellef tutmak demektir.
“Saud” da inişli ve yokuşlu yer ve Akâbe’ yâni: Yokuş ve dağ içindeki yol mânâsınadır.
18. Şüphe yok ki: O, düşündü ve ölçtü biçti.
18. (Şüphe yok ki: O) İnatçı şahıs (düşündü) Kur’an’ın hakkında ne diyeceğini kalben kuruntu etti (ve ölçtü biçti) düşünüp taşındı, tefekküre daldı, Kur’an-ı Kerim hakkında inkârcıları
memnun edecek bir söz tâyin etmek istedi.
19. Artık kahrolası, nasıl ölçtü biçti.
19. (Artık kahrolası) Herif, ne kadar taaccübe lâyık câhilce bir cür’et… (nasıl ölçtü biçti?.) Nasıl fenâ bir takdir ve tâyinde bulundu.
20. Sonra kahrolası, nasıl ölçtü biçti.
20. (Sonra kahrolası) İnatçı, lânete ve azaba lâyık şahıs (nasıl ölçtü biçti?.) Kur’an-ı Kerim hakkında ne kadar hakikate muhalif söz söylemeye cesaret etti.
21. Sonra bakıverdi.
21. (Sonra) O câhil, inkârcı şahıs (bakıverdi.) Kur’an-ı Kerim hakkında düşünmeye daldı, etrafındaki inkârcıları memnun edecek bir isnatta bulunmak istedi.
22. Sonra kaşını çattı, suratını astı.
22. (Sonra kaşını çattı) Ne diyeceğini düşünerek üzüntü içinde kaldı, (suratını astı.) hamlık gösterdi, alel’acele yanlış bir hükm vermek istedi.
“Abese” yüzünü buruşturdu, iki gözünün arasındakini karıştırdı, topladı mânâsınadır.
“Besere” de yüzünü ekşitti, katı yüzlü oldu ve istekte bulundu demektir.
23. Sonra gerisine döndü ve böbürlendi.
23. (Sonra) O inatçı şahıs (gerisine döndü ve böbürlendi.) yüzünü Haktan çevirdi, kanaatine muhalefette bulundu, kibirli bir vaziyet alarak hakkı kabulden, ikrardan kaçındı, sırf bir inat neticesi olarak Hz. Muhammed’in Peygamberliğini Kur’an-ı Kerim’in ilâhî bir kitap olduğunu inkâra cür’et etti.
24. Artık dedi ki: Bu, nakloluna gelen, bir sihirden başka değildir.
24. (Artık) O inatçı şahıs (dedi ki, bu) Kuran kitabı (nakloluna gelen) rivâyet edilip öğretilen (bir sihirden başka değildir.) onu Muhammed -Aleyhisselâm-, başkalarından nakletmektedir.
25. Bu başka değil, ancak insan lakırdısıdır.
25. Ve o çok inatçı, insafsız şahıs, sözlerini tekit için şöyle de dedi: (Bu) Kur’an (başka değil,
ancak insan lâkırdısıdır.) Allah’ın kelâmı değildir, başkalarının sözlerinden düşürülmüştür. Halbuki, o şahıs Kur’an’ın bir söz hârikası olup insan ve cin sözü olmadığını evvelce kavmi arasında itiraf etmişti. Sonra o herif, kavmini memnun etmek için sözünü değiştirerek Kur’an-ı Kerim hakkında aslâ lâyık olmayan isnadlarda bulunmuş, kendisini ilâhî azaba lâyık bulundurmuştur.
26. Onu Cehenneme sokacağım.
26. İşte Allâh-ü Teâlâ buyuruyor ki: (Onu) O inkârcı, kararsız herifi (Cehenneme yaslayacağım) onu Cehenneme atacağım, vücudunu Cehennem azabı kaplayacaktır.
“İslâ” ateşte kızdırmak, ateşte yakmak mânâsınadır.
27. Sana ne bildirdi. Cehennem nedir?
27. Ey insan: (Sana ne bildirdi?.) Hangi şey, sana ayrıntısıyla anlattı?. (Cehennem nedir?.) O ne kadar büyük, müthiş bir azap yurdudur. Sen bütün vasıflarını hakkîle bilir misin?
28. Ne bırakır ve ne de terk eder.
28. O cehennem (Ne bırakır ve ne de terk eder) yâni: İçine atılan hiç bir et parçasını bırakmaz, hepsini de yakar, yandırır ve o yakıp durduğu kimseleri artık terk etmez. Onlar öyle helâk olup mahvolmuş bir hâlde de kalmazlar, onlar yine Allah’ın kudreti ile yaşarlar, azapları devam eder. Cehennem onların takdir edilen azaplarını görmeleri için yakalarını tutar onları serbest bırakmaz.
29. İnsan için çok yakıcıdır.
29. Ve Cehennem (İnsan için çok yakıcıdır.) onun vücudunu yakar, derilerini kapkara eder, renklerini değiştirip durur.
“Levvaha” Bir şeyin dışını, ve etrafını simsiyah eden şey demektir.
“Beşer” de insan mânâsına olduğu gibi cildin dış kısmı demek olan “beşere”nin çoğuludur.
30. Onun üzerinde on dokuz bekçi vardır.
30. (Onun) O cehennem ateşinin (üzerine on dokuz) bekçi, meleklerden “Cehennem hazenesi” denilen memurlar (vardır.) yâni: On dokuz seçkin melek veya o kadar sınıf melekeler o cehennem üzerine gözcü tâyin edilmiş bulunmaktadır.
Sahabe-i Kirâm’dan olan “Berae” den rivâyet olunduğu üzere Yahudilerden bir cemaat, Peygamberimizin bâzı ashâbından cehennemin bekçilerini sormuşlar, onlar da “Allah ve Resûlü en iyi bilir” demişler, bunun üzerine Cibrîl-i Emîn gelmiş, bu âyet-i kerîmeyi indirmiştir. “Tefsirül’merağı”.
31. Ve biz Cehennemin muhafızlarını meleklerden başka kılmadık ve onların adetlerini kâfir olanlar için ancak bir imtihan kılmış olduk. Tâ ki: Kendilerine kitap verilmiş olanlar, iyice öğrensinler. Ve iman etmiş olanlara da iman arttırsın ve kitap verilmiş olanlar ile mü’mîn bulunanlar, şüpheye düşmesinler. Ve kalplerinde bir maraz bulunanlar ile kâfirler de desin ki: Allah bu misâlle ne demek istemiştir? işte Allah, dilediği kimseyi böyle sapıklığa düşürür ve dilediği kimseye de hidâyet nasîp buyurur ve Rabbin ordularını ancak kendisi bilir ve o, insan için ancak bir öğüttür.
31. Bu mübârek âyet, Cehennemin işlerini idareye, muhafazaca memur olan zatların meleklerden ibaret olduğunu bildiriyor. Onların muayyen bir miktarda olmalarının hikmetine işaret buyuruyor. Bu beyanat sayesinde kitap ehlinin ve mü’mînlerin imânlarını arttıracaklarını, şek ve şüpheden uzak olacaklarını ve bir kısım tereddütlü ve kâfir kimselerin dedikodularını ve Allah’ın dilemesîle bir kısım kimselerin sapıklığa ve bir kısım kimselerin de hidayete ereceklerini haber veriyor ve Âlemlerin Rab’binin ordularının miktarını Yüce Zatından başkalarının bilemeyeceklerini beyan buyurmaktadır.
Şöyle ki: Yüce Yaratıcı buyuruyor (ve biz) yâni: Kudret ve büyüklükle vasıflanmış olan yegâne zatını (Cehennemin muhafızlarını) bekçilerin, işlerini idare edenleri (meleklerden başka kılmadık) çünkü melekler, insanlar ile ve cinler ile aynı cins değildirler, tamamen tarafsızdırlar, pek büyük bir kuvvet ve heybete sahiptirler. Lâzım gelen azapları tatbike güç yetirmektedirler.
Kendileri nûranîdirler. Cehennemin sıcaklığından vesâireden etkilenecek bir yaratılışta değildirler, onlara karşı muhalefete cehennem ehli güç yetiremezler, (ve onların sayılarını) onun öyle on dokuz bulunmasını (kâfir olanlar için ancak bir imtihan kılmış olduk.) o kâfirler, bu sayıdaki hikmeti anlayamazlar, bunu imkânsız görürler, bunu az görerek alay ederler, artık bu inkârları da haklarında bir imtihan olmuş, kendilerine bu yüzden de ilâhî azabın gelmesine bir sebep bulunmuştur. Nitekim Ebû Cehil kâfiri, bu sayı ile alay etmiş, biz onlardan daha kuvvetliyiz, daha çoğuz, onları biz kendi kuvvetlerimizle darmadağın edebiliriz diye saçmalamıştı.
Ve Cenab-ı Hak, meleklerin cehenneme muhafız tâyin edilmiş olmalarının bir hikmetine de işaret için şöyle buyuruyor: (tâ ki, kendilerine kitap verilmiş olanlar) yâni: Vaktîle Tevrat ve İncil kitaplarına nâil olup onları okumuş bulunan Yahudi ve Hıristiyan zümreleri (yakin getirsinler) bunun Kur’an-ı Kerim’de de zikredilmiş olduğunu görerek bu hususta ki kanaatleri kuvvetlensin, Maamafih onların kitaplarında o meleklerin on dokuz olduğu bildirilmişti, şimdi bunu eski kitaplardan habersiz bulunan ve okuyup yazması bulunmayan Hz. Muhammed, Aleyhisselâm da Kur’an-ı Kerim vasıtasîle haber veriyor.
Artık Muhammed Aleyhisselâm’ın da ilâhî vahye mazhar Yüce bir Peygamber olduğunu kitap ehlinin yakinen bilmesi icabetmektedir. (Ve) Bu Meleklerin böyle varlığı haber veriliyor, tâ ki: (îman etmiş olanlara da îman arttırsın) Son Peygamberi tasdik edenler, bu hakikati de öğrenerek buna da inansınlar, kendilerince îman edilecek şeyler, arttırılmış bulunsun. Yâhut Son Peygamberin haber verdiği bu hakikati kitap ehli de bilip itirafta bulundukları için şimdi bu haberden dolayı Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ı da, onun teblîğ ettiği Kur’an-ı Kerim’i de tasdik ederek îmanlarını artırsınlar, kuvvetlendirsinler, risâlet-i Muhammediyeyi inkâra cür’et etmesinler. (Ve) Cehennem muhafızlarının bu miktarı böylece bildirilmiştir.
Tâ ki: Kendilerine vaktîle (kitap verilmiş olanlar ile) Yahudi ve Hıristiyan zümrelerîle (Mü’mîn bulunanlar) Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberliğini tasdik eden mü’minler artık (şüpheye düşmesinler) böyle bir
sayı, diğer semâvî kitaplarda bildirildiği cihetle artık bu husustaki itikatları son derece kesinlik mertebesinde bulunsun, kendilerine bir şüphe gelmesin (ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar ile) şek ve münâfıklık şüphesinden kurtulamayanlar ile (kâfirler de) Peygamberleri, semâvî kitapları ve dinî delilleri inkâr etmeye devam edenler de, (desin ki: Allah bununla) bu kadar az bir sayı ile, bu kadar sınırlı muhafızların varlığını beyan etmekle (bir mesel olarak ne demek istemiştir?) bu garip bir ifade, bundan Allah’ın maksadı nedir, diye alaycı bir tarzda inkâra cür’et etmiş olsunlar. İşte o inkârcıların böyle düşünüp konuşmaları da haklarında bir imtihandır.
Bir şiddetli azabı hak etmelerine bir vesîledir, (işte Allah dilediği kimseyi böyle sapıklığa düşürür) hak bir sözü anlamaktan mahrûm bırakır. Evet.. Öyle kimseler, kendi kötü tercihlerinden ve aslî yaratılışlarına muhalefetlerinden dolayı böyle hakikatleri inkâra düşürürler, bu yüzden cezaya uğratılırlar.
(Ve) O Hikmet Sâhibi Yaratıcı (dilediği kimseyi de) irâdesini, temiz yaratılışını zâyi etmeyen her hangi bir kuluna da (hidâyet nâsip buyurur.) Nitekim Peygamber Efendimizi ve ona nâzil olan Kur’an-ı Kerimi tasdik eden, kulluk vazifelerini yapmaya gayret gösteren zâtlar, böyle bir hidâyete kavuşmuşlardır. (Ve Rab’bin ordularını) çeşitli sınıflara ayrılmış olan mahlûkatını, onların sayılarının miktarını (ancak kendisi bilir.) bunların hepsini de, hepsinin varlık hikmetini de ayrıntılı bilmek, ancak Hikmet sâhibi Yaratıcıya mahsustur. İnandık… Bu ilâhî beyan, Ebû Cehil gibi kâfirleri red için bir cevap teşkil etmektedir. Çünkü: Onlar bu on dokuz melek ile ne kast olunuyor, o kadar kimseler, cehennemin nasıl bekçileri olabilir, diye pek câhilce lâkırdılarda bulunmuşlardı. Bu ilâhî beyan ise Cenab-ı Hak’kın daha nice kuvvetlere, çeşitli mahlûkata sâhip olduğunu bildiriyor.
O cehennem muhafızlarına yardım edebilecek nice kuvvetlerin varlığına işaret ediyor. (Ve) Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (o) Cehennem, onun vasıflarına dair verilen bilgi veya o cehennem muhafızlarının sayılan, onların varlığının bildirilmesi (insan için ancak bir öğüttür.) aklını, fikrini güzelce kullanan
bir insan, bu gibi beyanattan büyük bir ibret dersi alır, bunu düşünerek Allah’ın kudretini tasdîk eder, meleklerin vesâirenin varlığındaki hikmeti itiraf ederek güzel bir kanaate sâhip bulunur. İşte insana yakışan da böyle bilgili bir ruh hâline erişmektir.
32. Hâyır: And olsun aya.
32. Bu mübârek âyetler, Cehennemin inkâr edilemeyeceğine and ile işaret ve inkârcıları tehdîd ediyor. Herkesin dünyadaki kazancına bağlı olduğunu ve ancak sağdakilerin müstesna bulunduklarını haber veriyor. Cennetlerde bulunacak zâtlar ile cehenneme atılacak günahkârlar arasındaki konuşmayı tasvir etmekte o günahkârların kusurlarını ve hâllerinin âkibetini nasıl itiraf edeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Hayır) O Cehennem veya onun muhafızları veya onların birer öğüt teşkil ettiği inkâr edilemez (andolsun aya.) şu bildirilecek şey hakikatin ta kendisidir.
33. Ve döndüğü an o geceye.
33. (Ve) Andolsun (döndüğü an) gündüzden dönüştüğü vakit (o geceye) evet.. Öyle değişikliğe uğrayan geceye de andolsun.
34. Ve ağardığı vakit o sabaha.
34. (Ve açtığı vakit) Açılıp ışık yaydığı zaman (o sabaha da) andolsun ki: Cehennem vukuu muhakkak olan bir hâdisedir.
35. Şüphe yok ki: O Cehennem elbette büyük musîbetlerden biridir.
35. Evet.. (Şüphe yok ki: O) Cehennem, o azap merkezi (elbette büyüklerin biridir) o büyük bir mûsibettir, en korkunç bir âkibettir. O inkâr edilemez.
36. İnsan için bir korkutucu olarak.
36. O Cehennem (insan için bir korkutucu olarak…) mevcut bulunmaktadır. Artık insanlık âlemi, o pek müthiş ceza sahasını düşünerek titremeli, ondan uzak bulundurulmasını temin edecek güzel itikat ve güzel amellere sâhip bulunmalıdır.
37. Sizden ileri gitmek veya geri kalmak isteyen kimse için.
37. Evet.. O cehennem, ey insanlar!. (Sizden ileri gitmek) Hayır ve iyiliğe koşarak hidâyete ermek isteyen mü’mînler için (veya geri kalmak isteyen) i’tikattan, güzel amelden mahrûm, Allah’ın azabını inkâr eden (kimse için.) bir korkutucudur. Bir büyük öğüttür. Onu düşünen, ondan öğüt alanlar, elbette ki: Hidâyete ererler, aksine hareket edenler de lâyık oldukları felâketlere uğrar dururlar.
38. Her nefis, kazanmış olduğu şeye bağlıdır.
38. Evet.. Muhakkak bir meseledir ki: (Her nefis, kazanmış olduğu şeye bağlıdır.) Dünyadaki ibâdet ve itaatine göre mükâfata erer, inkâr ve isyânına göre de cezaya uğrar.
39. Ancak sağdakiler başka.
39. (Sağdakiler ise müstesna.) Bunlardan maksat: Kitapları âhirette sağ taraflarından verilecek olan mü’mînlerdir. Bunlar, dünyadaki güzel amellerinin kat kat mükâfatına nâil olacaklardır. Bir borçlu, borcunu ödeyerek verdiği rehin kurtaracağı gibi güzelce amellerde bulunanlar da o sâyede kendi nefislerini azabın pençesinden kurtarmış, nîmetlere nâil bulunmuş olurlar.
Bu sağdakilerden maksat, bir görüşe göre meleklerdir. Bir görüşe göre de müslümanların çocuklarıdır. Diğer bir görüşe göre de Âdem Aleyhisselâm’ın sağ tarafında bulunmuş olan ruhlar Ashâbıdır.
40. Onlar Cennetlerdedirler, sorarlar.
40. Onlar, öyle sağdakilerden olmak nîmetine kavuşan müstesna zâtlar (Cennetlerdedirler, sorarlar.) bir kınama ve utandırma maksadîle sual ederler.
41. Günahkârlardan:
41. (Günahkârlardan.) Cehenneme atılmış olan inkârcı kimselerden felâketlerinin sebebini sorup itiraf ettirmek isterler. Bu iki zümrenin bulundukları yerler, birbirinden fevkalâde uzak bulunduğu hâlde böyle aralarında bir konuşmanın cereyanı, ilâhî bir kudret eseridir. Dünyada bunun küçük numunelerini Cenab-ı Hak bizlere
gösteriyor ki: Kıyamet âlemindeki o müthiş olayları inkâra mahal kalmasın. Evet.. Doğuda bulunan bir insan, batıdaki bir insan ile konuşabiliyor, hattâ yüzünü bile görebiliyor. Radyolar vesâire meydanda. Artık âhirette nice hârikaların meydana gelmesi, nasıl imkânsız görülebilir?.
42. Sizi cehennemde bulunmaya ne şey sevketti?
42. Evet.. Cennettekiler sorar ki: Ey Cehenneme atılmış kimseler!. (Sizin cehennemde bulunmaya ne şey sevk etti?.) Sizin bu felâketinize hangi hareketleriniz sebebiyet vermiş oldu?.
43. Dediler ki: biz namaz kılanlardan olmadık.
43. O suçlular da bu vaziyetlerine ait dört sebep beyanı için (Dediler ki;) Yâni: Muhakkak, diyeceklerdir ki: (biz namaz kılanlardan olmadık) Dünyada iken namazın farziyetine itikat etmemiş olduğumuz için ona kılanlara katılmış bulunmadık, bu birinci sebep.
44. Ve yoksullara yiyecek verir de olmadık.
44. İkinci sebep olarak da dediler ki: (Ve yoksullara yiyecek verir de olmadık.) Kendi mallarımızdan Allah’ın fakir kullarına yardımda bulunur değil idik. Mâlî vazifeleri de yerine getirmiş bulunmadık.
45. Ve biz bâtıla dalanlar ile beraber dalan kimseler olmuştuk.
45. (Ve) Yine dediler ki: (biz bâtıla dalanlar ile beraber dalan kimseler olduk.) Meselâ: Bir takım inkârcı, edepsiz kimseleri taklit ederek güzel i’tikattan, ahlâki temizlikten mahrûm kaldık, o dinsizlerin sözlerine bakarak Yüce bir Peygamber hakkında hâşâ yalancı, sihirbaz, mecnun dedik, Kur’an-ı Kerim hakkında da, sihir, şiir, kehanet eseri demek cehâletinde, alçaldığında bulunduk. Bu da üçüncü sebep.
46. Ve biz cezâ gününü yalanlar olmuştuk.
46. (Ve) Dördüncü sebep olmak üzere de dediler ki: (ve biz ceza gününü) bir hesap ve suale tâbi olacağımızı (yalanlar olmuştuk.) kıyametin vuku bulacağına inanmıyorduk.
47. Bize ölüm gelinceye değin.
47. (Bize ölüm gelinceye değin..) Biz öyle bâtıl bir kanaatte bulunmuş idik. Fakat ölünce ne kadar yanlış kanaatlerde, uygunsuz hareketlerde bulunmuş olduğumuzu anladık. Ne yazık ki: Kaybedileni telâfi etmeye imkân kalmamış oldu.
48. Artık onlara şefaat edecek olanların şefaati bir fâide verecek değildir.
48. Bu mübârek âyetler, verilen öğütleri dinlemeyip kaçınan, vahşîce bir vaziyette bulunan inkârcı kimselerin pek çirkin ruh hâllerini ve lâyık olmayan temennîlerini teşhîr ediyor ve kendilerine hiçbir şefaatin fâide veremeyeceğini bildiriyor. Kur’an-ı Kerim’in ilâhî bir öğüt olduğunu, onu isteyenlerin dinleyip yararlanacaklarını ve azamet ve kudret sâhibi olan Cenab-ı Hak’kın dilemediği kulların o ilâhî kitaptan istifâ’de edemeyeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık onlara) O inkârcı şekilde yaşayıp ölüp gidenlere (şefaat edecek olanların şefaati bir fâide verecek değildir.)
Yâni: Öyle dinsizler hakkında faraza şefaat edip de onların azaptan kurtulmalarını istirhamda bulunacak zâtlar bulunsa da bu şefaat, Allah katında makbul olmaz. Çünkü: Onlar, o inkârlarından dolayı ebedî şekilde Cehennemin azabına uğramış bulunacaklardır.
49. Onlar için ne var ki: Öğütten yüz çeviriyorlar?
49. (Onlar için) O inkârcı topluluk için (ne var ki, öğütten yüz çeviriyorlar?.) Resûl-i Ekrem’in verdiği nasihatleri dinlemez kimseler olmuşlardır. Okunan Kur’an-ı Kerim’i dinlemiyorlar, ondan yararlanmak istemiyorlar
50. Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleridir.
50. (Sanki onlar) Öyle hakkı kabulden kaçınan beyinsiz inkârcılar (ürkmüş yaban eşekleridir) öyle vahşî hayvanlar kabilinden bulunuyorlar.
51. Aslanlardan firar etmiştir.
51. Onlar: (Arslanlardan firar etmiştir.) Gibi bir vaziyet almaktadırlar. Kuran âyetlerini dinlememek için öyle kaçınmaktadırlar. Öyle akla ve mantığa uymayan bir vahşîyce hareketten geri duramıyorlar.
“Kasvere” Arslan demek olduğu gibi av için ok atan cemaat ve pek kuvvetli erkeklerden bir tâife mânâsını da ifade eder.
52. Yok: Onlardan her biri diler ki: Kendisine neşredilmiş sahifelere verilmiş olsun.
52. (Yok) Onlar, Kur’an-ı Kerim’in yüceliğini takdîr edemezler, onlar büyük bir inat ve cehâlet içinde yaşarlar, (onlardan her biri diler ki: Kendisine neşredilmiş sahifeler verilmiş olsun.) Kendisine de gökten açıkça yazılmış kitaplar indirilsin. Rivâyet olunuyor ki: Ebû Cehil ve etrafındaki bir cemaat, demişler ki: Yâ Muhammed!. -Aleyhisselâm- Biz sana inanmayız, meğer ki, bizden her birine gökten bir kitap getiresin ki: Her birimizin adına yazılmış olsun ve sana tâbi olmamız, âlemlerin Rabbi tarafından emredilmiş bulunsun.
53. Hayır.. Doğrusu onlar âhiretten korkmazlar.
53. Allah tarafından da onlara kınamak için buyruluyor ki: (Hayır!.) Onlara öyle sahîfeler verilmez, (doğrusu) Onlar, hiçbir vakit (âhiretten korkmazlar.) onu inkâr eder dururlar. Kalpleri kararmış, gözleri mânen kör kesilmiştir. Bundan dolayıdır ki: .Nasihat dinlemezler. Yüce Peygambere itaat etmezler.
54. Yok yok.. Şüphesiz ki: O, bir öğüttür.
54. (Yok yok) İş o kâfirlerin sandıkları gibi değildir. Kur’an-ı Kerim, bir seçilmiş sihir, bir şiir kabilinden olmaktan uzaktır. (Şüphesiz ki: O) Kur’an-ı Kerim (bir öğüttür.) Allah tarafından kullarını uyandırmak için ihsân buyrulmuş bir nasihattir ki, ona tâbi olmak, o sâyede kulluk vazifelerini öğrenip gereği ile amel etmek icabeder.
55. Artık kim dilerse onu okuyarak öğüt alır.
55. (Artık kim dilerse) Cenab-ı Hak’kın kullarından kim arzuda bulunursa, kim o apaçık kitabın yüce kadrini bilip kendi ebedî men’faatini temin etmek isterse (onu) o Kur’an-ı Kerîm’i (okuyarak öğüt alır.) o sâyede hayatını düzeltmiş, istikbâlini temîn etmiş bulunur.
56. Maamafih düşünüp tefekkür edemezler, meğer ki, Allah dilesin, kendisinden korkulacak olan ve mağfiret buyurmaya ehil olan da ancak O Kerem Sahibi Yaratıcıdır..
56. (Maamafih) Hiç bir vakit insanlar, hakkıyla (düşünüp tefekkür edemezler) Kur’an-ı Kerim’in yüceliğini takdîr ederek ondan nasihat almış bulunamazlar (meğer ki, Allah dilesin) Cenab-ı Hak kendilerine muvaffakiyet ihsân buyursun. Binaenaleyh hiç bir insan, kendi varlığına güvenip durmamalıdır, dâima Cenab-ı Hak’ka yalvararak muvaffakiyetlere erişmesini o kerîm Mâbudundan niyâz etmelidir. Çünkü (kendisinden korkulacak olan) Kendisinin azabından çekinilerek himâyesine sığınılacak zât (da ancak O) ezeli, yüce olan Kerem sâhibi Yaratıcı (dır.) Buna inanıyoruz.. Artık bütün kullar için gereklidir ki, o pek Yüce Yaratıcımızın azabından korkarak titreyelim, onun af ve keremini temennîden, niyâzdan geri durmayalım, her hususta muvaffakiyeti o Kerîm Mâbudumuzdan istirhamda bulunalım.
Başarı Allah’tandır.