KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Kaf Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu sûre-i celîle, mürselât sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur, kırk beş âyet-i kerîmeyi içermektedir.
Bu mübârek sûrenin başlıca konuları şunlardır:
(1): Müşriklerin peygamberliği ve âhiret hayatını inkâr ettiklerini beyân ve Hucurât sûresinde hâlleri bildirilen Bedevî’lerin de bunları inkâr eder olduklarına işâret etmek.
(2): Göklere ve yere ve bunlardaki çeşitli kudret eserlerine dikkatleri çekmek.
(3): Helâke uğramış milletlerin ibret verici olan tarihî hâllerini hikâye etmek.
(4): İnsanların bütün amellerinin ve başkalariyle olan davranışlarının melekler tarafından tesbit edilip onlardan mes’ul olacaklarını ihtar etmek.
(5): Kâinatın boş yere yaratılmamış olduğunu ve Kur’an-ı Kerim’in yüce bir öğüt teşkil ettiğini beyân etmek.
(6): Resûl-i Ekrem’in mübârek kalbine teselli verip onun dâima tesbîhe devam buyuracağını ve kabiliyetli olanları, Kur’an-ı Kerim ile irşâd etmekle emrolunmuş bulunduğunu beyân etmek.
1. Kâf ve bereketi pek fazla olan Kur’an hakkı için Habibim! O kâfirler, seni tasdik etmediler.
1. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin Hz. Peygamber’in beyânlarını kabul etmeyip içlerinden bir zâtın Peygamber olarak geldiğini ve öldükten sonra tekrar dirileceklerini uzak görerek şaşırmış olduklarını kesin bir şekilde beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Kaf) Bu, bir hususî harftir, yemini içermektedir, bâzı sûrelerin böyle birer harf ile başlaması, tilavet olunacak âyetlere dikkat nazarlarını çekmek gibi hikmetlere vesâireye dayanmaktadır ve mûteşâbihat kabilindendir.
Maamafih bu hususta müfessirlerin birçok görüşleri, rivâyetleri de vardır. Kısaca deniliyor ki: Bu harf, bu sûrenin ismidir ve yine deniliyor ki: Bu, Kur’an-ı Kerim’in isimlerinden biridir veyahut “kadîr”, “kaadîr”, “karîb” ve “kabz” gibi ilâhî isimlerin anahtarıdır, ilk harfini içermektedir. Ve İkrime ve Dahhâk’e göre de bu yeryüzünü her taraftan kuşatan ve yeşil bir zümrüdden meydana gelen pek büyük bir dağın ismidir, gökteki yeşil renk bundan meydana gelmektedir. Fakat bu görüş, Fahr-i Razi gibi müfessirlerce zayıf görülmektedir.
Aslında Cenab-ı Hak, öyle bir dağı yaratmaya da inanıyoruz ki kaadirdir, fakat onun yaratılmış olduğu sâbit değildir. Yerkürenin her tarafında gezip dolaşanlar vardır, öyle bir dağa tesadüf edilmemiştir. Bunun varlığı, hissi bir şâhitlikle sâbit değildir. Maamafih bu dağı, dünya etrafındaki okyanusları kaplayan bir rüzgâr küresinden ibâret olmalıdır diye yorumlayanlar da vardır.
Şöyle de deniliyor ki: Eğer bundan maksat, öyle bir dağ olsa idi “Velkâf” diye yazılırdı:
“Vettûr” diye yazıldığı gibi. Zâfir olan “K” “S” ve “N” gibi bir harften ibârettir, bir kelime değildir. Bu, “Muksemün bîh kendisiyle yemin edilen” olduğu için ayrıca yemin harfi olan vav ilâvesiyle zikredilmemiştir.
Velhâsıl: Hepsi de Allah’ın kudretine göre mümkündür. Biz bu hususta kat’î bir delil bulunmadıkça bunu Allah’ın ilmine havale ederiz. İhtiyata uygun olan da budur.
(Ve bereketi pek fazla olan Kur’an hakkı için) Yâni: Kur’an-ı Kerim’e yemin olsun ki: Sen Ey Son Peygamber!, Uyarıcı olarak gönderilmiş bir Peygambersin. Bilindiği üzere “K” ve “Kur’an-ı Mecit” kendisiyle yemin edilendir, üzerine yemin edilen ise hazfedilmiştir. Bu birkaç şekilde yorumlanmaktadır. Kısaca deniliyor ki: Resûlüm!. O kâfirler seni tasdik etmediler, halbuki, sen hakikaten yüce bir Peygambersin o inkârcıları uyarmak için gönderilmiş bulunuyorsun.
“Mecîd” Keremi pek geniş olan, şerefi ve yüceliği, büyüklüğü bulunan şey veya zât demektir. İşte Kur’an-ı Kerim de öyle pek büyük bir şerefi, yüceliği ve halkı irşâd etmek özelliği taşıdığı için öyle bir vasıf ile vasıflanmıştır.
2. Belki kendilerinden bir korkutucu gelmesine şaştılar, artık o kâfirler dedi ki: Bu şaşılacak bir şeydir.
2. Evet.. Ey Yüce Peygamber!. Sen kendilerini uyarmak ve irşâd için Kur’an-ı Kerim ile gönderildin, fakat bir takım inkârcılar, seni tasdik etmediler (Belki kendilerinden bir korkutucu gelmesinden teaccüp ettiler) Hiç bizim gibi bir insan, bizleri korkutmak, bizleri dine dâvet etmek için Allah tarafından gönderilmiş olabilirler mi?. Diye bunu uzak gördüler, inkâra başladılar (artık) Resûlüm!, (o kâfirlere dedi ki: Bu,) Böyle bizden bir şahsın bizlere peygamberlik gelmesi (bir şaşılacak şeydir) bizlere bir melek gönderilmeli değil mi
idi?.
3. Biz öldüğümüz ve toprak kesildiğimiz zaman mı? Tekrar dirileceğiz Bu uzak bir dönüştür.
3. Ve o kâfirler, bu inkârlarında daha ileri giderek imkânsız olarak gördükleri şeyi göstermek için dediler ki: (Biz öldüğümüz ve toprak kesildiğimiz zaman mı?.) Tekrar dirileceğiz, o Peygamberlik iddia eden zâtın dediği gibi tekrar başka bir âleme sevk edileceğiz, bir muhasebeye tâbi tutulacağız!, (bu uzak bir düşünüştür.) Bizim cidden sâir topraklardan ayrılarak tekrar teşekkül etmemiz, nasıl düşünülebilir?. Bunu bizim akıllarımız kabul etmiyor. O câhiller, bu âlemde dâima görülüp duran bir nice kudret eserlerini görmüyorlar da, kendilerinin başlangıçta topraktan, birer damla sudan yaratılmış olduklarını düşünmüyorlar da böyle câhilce şaşkınlıkta bulunup duruyorlar.
4. Muhakkak ki, yer onlardan neyi eksiltirse biz bilmişizdir ve bizim katımızda koruyucu bir kitab vardır.
4. Bu mübârek âyetler haşr ve neşri inkâr eden dinsizleri uyandırmak için bakışlarını göklere ve yere ve bunlarda olan çeşitli yaratılış eserlerine çekmektedir. Nice ekinlerin ağaçların meyvelerin insanlar için birer geçim vasıtası olmak üzere meydana getirilmekte olduğunu ve insanların da öldükten sonra tekrar yeryüzünün vakit vakit hayata erdirildiği gibi bir hayata erdirileceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Yüce Yaratıcı âhiret hayatını uzak, gören gâfilleri irşâd ve uyanmaya dâvet için şöyle buyuruyor: (Muhakkak ki, yer onlardan) O ölüp kabirlere defnedilen insanlardan (neyi eksiltirse) onların etlerinden, kemiklerinden neleri parçalar, darmadağın ederse (biz bilmişizdir) onların öyle bir hâle gelmiş olmaları bize gizli kalmış değildir (ve bizim katımızda koruyucu bir kitab vardır) bundan maksat, yâ levh-i mahfuzdur ki, onda bütün kevni olaylar yazılıdır. Yâhud Cenab-ı Hak’kın bütün eşyaya âid olan ilmini misâl yoluyla beyân etmektir. Bir kitabda yazılan şeyler, nasıl sâbit ve korunmuş ise Allah’ın ilmindeki şeyler de, Kâinatın bütün hâlleri de Allah katında sâbittir, her şekilde korunmuştur. Binaenaleyh her ölen şahsın bütün bedeni zerreleri ve diğer hâl ve tavırları Cenab-ı Hak’ça tamamen malûm olduğundan o hikmet sâhibi Yaratıcı dilediği zaman o şahısları tekrar vücuda getirir, hayata kavuşturur. Bu nasıl uzak görülebilir.
5. Fakat kendilerine geldiği vakit hakkı yalanladılar. İmdi onlar karmakarışık bir ıztırap içindedirler.
5. (Fakat) O inkârcıların daha kötü ve daha câhilce hâllerine bakınız ki: (kendilerine geldiği vakit) Allah tarafından Peygamber olarak gönderildiği zaman (hakkı) mûcizeler ile sâbit ve açık olan Hz. Muhammed’in peygamberliğini (yalanladılar) artık öyle apaçık bir hakikati, sâbit bir peygamberliği yalanlayan câhiller o Yüce Peygamberin haber verdiği haşr ve neşri de inkâr cehâletini göstermezler mi?, (İmdi onlar karmakarışık bir ıztırap içindedirler) O mübârek Peygamber’e gâh sihirbaz ve gâh kâhin derler, onun teblîğ ettiği pek açık âyetleri şiir telâkki ederler ve bazan insanların peygamber olamayacağını söylerler, bazan da peygamberliğe makâm ve mevki sâhiplerinin lâyık olduklarını iddiada bulunurlar. İşte o inkârcılar, böyle şaşkınlıklar içinde vakit geçirirler.
§ Merîc; Muztarib, karışık muhtelif şeyleri içeren çeşitli şey demektir.
6. Üstlerindeki göğe bakmazlarmı ki: Biz onu nasıl binâ ettik ve süsledik ve onun için hiçbir gedik yoktur.
6. Öldükten sonra dirilmeği inkâr eden gâfiller!. Bir kere uyanıp da bir dikkat nazariyle (Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki:) o ne büyük bir ilâhî kudret eseridir (biz onu nasıl binâ ettik) bir direğe dayandırmaksızın nasıl yüksek bir hâlde yarattık (ve) o göğü bir nice parlak yıldızlar ile (süsledik) başları üzerinde bir nice ışık saçan yıldızlar ve gezegenler dönüp durmaktadır, (ve onun için) O gök kubbesi için (hiçbir gedik yoktur.) onda bir yarık, parçalanmış, ayrılmış birşey bulunamaz.
§ Furuc; Duvarlarda vesâirede meydana gelen yarık, aralık, parçalanmak demektir.
7. Ve yere de bakmadılar mı? Onu döşedik ve onda sâbit dağlar bıraktık ve onda her güzel cinsten bitirdik.
7. (Ve) O inkârcılar (yere de) bakmadılar mı?. Kendi ikâmetgâhları olan yeryüzündeki Allah’ın kudret eserlerini görmüyorlar mı?, (onu döşedik) basit bir şekilde yarattık (ve onda) o yeryüzünde (sâbit dağlar bıraktık) ne kadar muntazam, sâbit dağlar vücuda getirdik ki, yerkürenin sallantı içinde kalmasına meydan vermemektedirler ve nice fâideleri, madenleri içermektedir, (ve onda) Yer sahasında (her güzel cinsten bitirdik) gâyet süslü güzel manzaralı insanların fâidelerine hizmet eden bitkileri, ağaçları meydana getirdik. Bütün bunlar, Allah’ın kudretinin büyüklüğünü göstermektedir. Artık öyle büyük bir kudret ile vasıflanmış olan Kâinatın yaratıcısı, insanları öldükten sonra diriltemez mi?. Ne için bu kadar açık bir hakikati düşünemiyorlar?.
§ Behic; Güzel, yaraşık, gâyet süslü, hoşa giden şey demektir.
8. Bunları hakka müteveccih olan her bir kul için bir ibret ve bir mev’iza olarak vücde getirdik.
8. Evet.. âlemin yaratıcısı şöyle de buyuruyor: Bunları (Hak’ka yönelik olan) Rab’bine dönen, yaratıcısının kudretini düşünen, O’nun eşsiz eserlerini tefekküre dalan (herbir kul için bir ibret ve bir öğüt olarak) vücuda getirdik, o eşsizlikler, o yaratılış eserleri, inanan ve düşünen kimseler için birer büyük uyanma vesîlesi bulunmaktadır.
9. Ve gökten bir mübârek su indirdik, sonar onunla bahçeler ve biçilen ekin danelerini bitirdik.
9. Evet.. Cenab-ı Hak, yeryüzünde öyle fâideli bitkileri ve diğerlerini meydana getirmek için nasıl bir hayat kaynağı yaratmış olduğuna da şöylece işâret buyuruyor: (Ve gökten bir mübârek su indirdik) Menfaatleri pek ziyade olan yağmurları yağdırdık (sonra onunla bahçeler, ve biçilen ekin danelerini) buğday ve arpa gibi biçilen şeylerin dane denilen meyvelerini (bitirdik) bunları insanların istifâdelerine tahsis ettik. Artık bir su ile bu kadar çeşitli gıda maddelerini meydana getirmekte olan hikmet sâhibi bir yaratıcı ölmüş kullarını da dilediği bir şekilde yeniden diriltemez mi?. Hangi akıllı bir kimse, bunun imkânsızlığını söyleyebilir?.
§ Hab; Dane demektir. Çoğulu: Hubûbur. “Hasid” de biçilmiş ekin mânasınadır. Çoğulu: Hesâyid’dir.
10. Ve uzunca boylu hurma ağaçları da yetiştirdik ki: Onlar için bir biri üstüne konmuş muntazaman salkımlar tomurcuklar vardır.
10. (Ve uzunca boylu hurma ağaçları da) Yetiştirdik, onları da büyütüp geliştirdik (ki, onlar için) o yüksek ağaçlara mahsus (bir biri üstüne konmuş) güzel bir istikâmet almış (muntazam salkımlar) tomurcuklar (vardır) onlar da Allah’ın kudretine şâhitlik eden, pek güzel ve pek fâideli birer yaratılış eseri bulunmaktadırlar.
§ Nahl; Hurma ağacı demektir. Böyle bir ağaca “Nehle” de denir.
§ Bâsikat; Uzunca boylu şeyler demektir. “Tal”‘ da çiçek gılafıdır ki, çiçek onun içinde bulunur, çiçek mânasında da kullanılmaktadır. “Menzud” da bâzısı bâzısı üzerine konulmuş, muntazaman tertib edilmiş şey mânasınadır.
11. Kullar için bir rızık olarak bunları bitirdik ve onunla o su ile bir ölmüş beldeyi dirilttik. İşte kabirlerden çıkış da böyledir.
11. Kerem Sâhibi Yaratıcı şöyle de buyuruyor: (Kullar için bir rızk olarak) Bunları bitirdik, böyle çeşitli geçim vasıtalarını vücuda getirdik. Bütün bunlar, Cenab-ı Hak’kın kudretine, kulları hakkında lütuf ve keremine âid birer mühim eserlerdir, (ve) Bahusus (onunla) o hayatın kaynağı olan yağmur suları ile (bir ölmüş beldeyi dirilttik) sararıp solmuş, büyüme ve gelişmeden mahrum kalmış yeryüzünü tekrar hayata kavuşturduk, çeşit çeşit ve güzel güzel ekinler ile süsledik (işte) insanlar için öldüklerinden sonra kabirlerinden (çıkışta böyledir) artık düşünmeli, O kadar çeşitli, güzellik dolu bitkileri, ağaçları, hayata kavuşturan bir Yüce Yaratıcı, insanları da öldürdükten sonra tekrar hayata eriştirerek kabirlerinden çıkaramaz mı?. Hangi akıl sâhibi bir kimse bunu inkâr edebilir?. Ancak bir takım dünyaya dalmış, Allah’ın kudretini takdir etmekten âciz bulunmuş, şuursuz kimselerdir ki: Yüce Peygamberleri ve bu gibi hakikatları inkâra cür’et göstermekte bulunurlar. İşte onlardan bir takımını “12, 13, 14″üncü âyetler bizlere bildirmektedir.
12. Onlardan Kureyş müşriklerinden evvel Nûh kavmi, Re’s ashabı ve Semud kavmi de Peygamberlerini yalanladılar.
12. Bu mübârek âyetler, evvelki kavimlerin de Peygamberlerini yalanlamış ve cezalarına kavuşmuş olduklarını beyân ile Hz. Peygamber’e teselli vermiş oluyor. Mahlûkatı başlangıçta yoktan var eden Yüce Yaratıcının onları iâde ederek yaratmaktan âciz olmayacağını ihtar ile öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin cehâletlerini ortaya koymakta ve susturmaktadır. Şöyle ki: (Onlardan) Yâni: Son Peygamberi inkâr eden Kureyş müşriklerinden (evvel Nûh kavmi) de (Res Ashâbı) da yâni: Bir kuyu veya bir çöl civarında oturan ve Hz. Şuayb’in veya bir nebi olan”Hanzale İbn-i Safvan”ın kavmi de (ve) Hz. Sâlih’in (Semud) denilen kavmi de Peygamberlerini (yalanladılar) onlar da Kureyş müşrikleri gibi öyle küfr ve isyân içinde bulunmuşlardı.
13. Ve Âd ve Firavun ve Lût’un kardeşleri de yalanladılar
13. (Ve Âd) Kavmi de peygamberleri olan Hz. Hûd’u (ve Fir’avun) ile onun kavmi de Mûsa Aleyhisselâm’ı (ve Lût’un kardeşleri de) yâni: Onunla aralarında musaharet = hısımlık bulunan bir kavim de Hz. Lût’u yalanlamışlardı, onların risâlet ve peygamberliğini kabul etmemişlerdi.
14. Eyke ashabı da ve Tubb’a kavmi de hepsi de Peygamberlerini yalanladı. Artık tehdid, hak oldu.
14. (Eyke ashâbı da) Yâni: Ağaçları sımsıkı bir meşelik mahâllinde bulunan bir gurup da Peygamberleri olan Şuayb Aleyhisselâm’ı (Tüb’ba kavmi de) yâni: Yemen diyârında “Tüb’baulhimeyrî” adındaki sâlih, dindar bir hükümdarları tarafından ilâhî dine dâvet edilen bir kavim de hükümdarlarını yalanladılar. Evet.. O kavimlerin (hepsi de Peygamberleri) kendilerini dine dâvet eden zâtları (yalanladı) kendilerine teklif edilen ilâhî dini kabul eylemedi (artık tehdit, hak oldu.) o peygamberlerin korkuttukları azab, onları yalanlayan kavimler hakkında o yalanlamaları sebebiyle vâcip oldu, sâbit oldu, hepsi de lâyık oldukları azablara kavuştular.
Evet.. Nûh kavmi Tûfan ile mahvoldular, Res ashâbı bulundukları mevkiin alt üst olmasiyle
yok olup gittiler, Semud kavmi de bir zelzele neticesinde helâke uğradılar. Âd kavmi de şiddetli bir rüzgâr ile helâk oluverdiler. Fir’avun da kendisine tâbi olanlar ile beraber denizde boğuldular. Lût kavmi de başlarına yağan taşlar ile ve uğratıldıkları zelzele ile mahvoldular. Eyke ahâlisi de pek şiddetli bir sıcak içinde kaldılar, başlarına yağan âteş ile yanıp gittiler. Tüb’ba nâmında mümin bir hükümdarın inkârcı kavmi de sâhip oldukları büyük bir kuvvete rağmen küfrleri yüzünden büyük bir helâke, bir âteş azabına mâruz kalmışlardır. Bu Tüb’ba, hakkında Tefsir-i Alusî’de ayrıntılı bilgiler vardır. Duhan Sûresine bakınız!.
15. Yâ biz ilk yaradılış ile yorulumuverdik âciz mi kaldık Hayır.. Onlar yeni bir yaradılıştan şiddetli bir şüphe içindedirler.
15. Yüce Yaratıcı, öyle Peygamberlerini yalanlamış haşr ve neşri inkâr ederek küfrlerinde devam edip durmak istemiş olan kimselerin cehâletlerini, o pek bâtıl düşüncelerini kınama ve teşhir için şöyle de buyuruyor: (Ya biz ilk yaratılmış ile yorulumuverdik) Bize ondan dolayı bir âcizlik mi âriz oldu ki, inkârcılar, ölülerin ilâhî kudret ile tekrar hayata erdirileceklerini imkânsız görüyorlar, ondan dolayı büyük bir şüphe ve inkâr içinde yaşıyorlar?, (hayır..) Onlar da yüce zâtın o ilk yaradılışını, ona olan kudretini inkâr edemezler.
Fakat (onlar yeni yaradılıştan şiddetli bir şüphe içindedirler) ölmüş bir kimsenin tekrar hayata erdirileceğini onların akılları kabul etmiyor, buna imkân göremiyorlar, bu hususta büyük bir şek ve şüphe içinde yaşıyorlar. Onların bu ruh hâlleri, güzelce düşünülürse pek iyi anlaşılır ki, akıl ve düşünceye tamamen aykırıdır. Bir kere ilâhî kudretin büyüklüğünü düşünmeli değil midir?. Herhangi birşeyi başlangıçta yoktan var etmek, yaratmak icadta bulunmak, o şeyi darmadağın olduktan sonra
tekrar iâde etmekten, vücuda getirmekten daha güç değil midir?. Artık öyle bir yaratma ve icada kaadir olan bir Yüce Yaratıcı, elbette ki, yeniden yaratmaya da kaadirdir. Binaenaleyh bu hakikati inkâr, bunda tereddüt, pek büyük bir cehâlet ve pek bâtıl bir düşünce eseri değil de nedir?.
§ Ağ’; Yorulmak, incinmek, birşeyi yapmaktan, söylemekten âciz kalmak demektir. Lebs” de şiddetli şüphe ve hayret ve ihtilât = karışıklık mânasınadır.
16. Ve and olsun ki, biz insanı yarattık ve ona nefisinin ne vesvese verdiğini de biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.
16. Bu mübârek âyetler de haşr ve neşrin vuk’u bulacağına dâir diğer bir çeşit delil bulunuyor. Yüce Yaratıcının kullarına mânevî yakınlık itibariyle ne kadar yakin olduğunu edebî bir üslupla beyân buyuruyor, bütün insanların herhâlde öleceklerini ve yeniden sûr’a üfrülmekle hayata ereceklerini ve her şahsın bütün yaptıklarını, söylediklerini meleklerin tesbit ettiklerini ihtar ediyor. Ve nihâyet inkârcıların vesâirenin gâfletleri giderilerek gerçek durumdan pek kat’î şekilde haberdar olacaklarına şöylece işâret buyurulmaktadır. (ve and olsun ki,) Kesin bir durumdur ki: (biz insanı yarattık) Öyle bir yaratılış hârikasını yoktan var ettik (ve ona nefsinin ve vesvese verdiğini de biliriz.) onun hayır ve şer adına neler düşündüğüne de ve onun başkalarınca bilinmeyen gizlice hâllerini de biz hakkıyla bilmekteyiz (ve biz ona) o insana (şâh damarından daha yakınız) yâni; İnsanlardan hangi birinin varlığına, bütün hâl ve fiillerine, bütün maziye, hâle ve istikbâle âid mâruz kaldığı ve kalacağı hayatî durumlarına ilm ve müşahede itibariyle onun pek mühim ve kendisine pek yakın olan şâh damarlarından daha yakın bulunuyoruz. Çünkü damarlarda et parçalariyle kaplanmış sâhibinden bir derece uzakça bulunmuştur, onun duygularına, kuruntularına vakıf değildir.
Allah Teâlâ ise kullarını kendisi yaratmıştır, onların bütün fiillerini ve sözlerini o kullarından daha fazla bilmektedir, hiçbir kulun bir hareketi, bir düşüncesi Allah’ın ilmi dışında kalamaz.
Bilinmektedir ki: Allah Teâlâ, mahlûkatına benzemekten, mahlûkat gibi bir mekâna muhtaç olmaktan, mahlûkat gibi cismen, maddeten bir yere yakin veya bir yerden uzak bulunmadan ve herhangi bir mahlûkunun bedenine girmekten hâşâ münezzehtir. O Yüce Yaratıcı, bütün bu kâinatı yoktan var etmiş, bu kâinattan evvel yine mekâna ve zamana muhtaç bulunmaksızın var bulunmuştur. Binaenaleyh o Yüce Yaratıcının yakınlığından maksat, onların bütün varlıklarını, bütün amel ve fiillerini kendilerinden daha fazla bilip onların varlıklarını takdir ve icâd buyurmuş olduğunu edebî bir üslûpla tasvir ve ifâdeden ibârettir.
Evet.. O kerem sâhibi mâbudumuz, bizlere yaratıcılığı, lûtf ve ihsânı ve bütün davranışlarımıza olan ezelî ilmi itibariyle bizden daha yakındır. Ne yazık ki: Biz bu hakikati gerektiği şekilde takdir edemiyoruz. O Yüce Yaratıcımızın mânevî yakınlığına lâyık olabilmek için üzerimize düşen kulluk vazifelerini hakkıyla yerine getirmeye çalışamıyoruz.
Evet.. Dost, hakiki sevgili, bana benden daha yakındır. Bu ise pek enteresandır ki: Ben ondan uzak bulunmaktayım. O Kerem Sâhibi Mâbudumuz cümlemizi gafletten uyandırsın, âmin…
17. O vakit ki, iki gözetici melek sağından ve solundan oturucu olarak gözetirler zabıt tutarlar.
17. Artık hatırlanmalıdır (O vakit iki gözetici) iki hafaza meleği (sağdan ve soldan oturucu olarak gözetirler.) yâni: Bu meleklerden biri bir insanın sağ tarafında bulunarak onun iyiliklerini yazar, diğer bir melek de o insanın sol tarafında bulunarak onun kötülüklerini tesbit eder. İşte insanların bütün fiilleri ve sözleri bu şekilde de bilinmektedir, yazılmaktadır. Bu da insanların uyanmasına bir vesîledir, ileride bir inkâra, bir mâzeret ileri sürmelerine meydan kalmayacağını temin hikmetine dayanmaktadır ve haklarında ilâhî delillerin tamam olmasına da bir sebeptir.
18. İnsan hiçbir söz söylemez ki, illâ yanında hazırlanmış bir gözetici melek vardır.
18. Evet.. Herhangi bir insan (Bir lâkırdı telaffuz etmez ki,) meşrû veya gayr-ı meşrû bir söz söylemez ki, (illâ yanında hazırlanmış bir gözetici) melek (vardır.) onun bütün lâkırdılarını yazar, onun amellerini gözetir, o insanın sevabı veya azabı gerektiren her lâkırdısını yazıverir. Artık insanların bütün hâlleri bu sûretle de bilinmiş, yazılmış bulunmaktadır. Binaenaleyh insanlar, bu vaziyeti düşünüp hayatlarını tanzim etmelidirler, mes’uliyeti gerektiren sözlerden, hareketlerden kaçınmalıdırlar. Bu meleklerin bu husustaki görevleri de insanların tetikte yaşayabilmelerine bir güzel vesîle bulunmaktadır.
§ Rakîb; Koruyan, bakan, bekleyen mânasınadır. “Atid” hazır, emrolunduğu şeyi yazmaya hazır demektir.
19. Ve ölümün şiddeti hakkıyla gelince: İşte bu, kendisinden kaçtığın şeydir denilecektir.
19. (Ve ölümün şiddeti hakkıyla) Geldi, ölüm sarhoşluğu hâli yakinen ortaya çıktı, yâni böyle bir ölüm hâli (gelince) bir konuşma lisânıyla olmasa da bir lisân-ı hâl ile (işte bu, kendisinden kaçtığın şey) denilecektir. Yâni: Ey insan!. ölümü hiç düşünmüyor mu idin?. Ondan nefret ediyor, ona muhalif bir cephe almak istiyor idin, öldükten sonra nasıl bir istikbâle kavuşacağını tefekkürde bulunmuyordun, işte o kendisinden kaçınmak istediğin hâdise gelip çattı, artık bundan kurtuluş yoktur. Fakat insan öyle ölmekle artık kurtulmuş, bir daha hayata kavuşmayacak bir hâlde bulunmuş değildir.
20. Ve sûr’a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdid günüdür.
20. Evet.. Her ölen insan, tekrar hayat bulacaktır (Ve sûr’a üfürülmüştür) yâni: Kıyamet zamanı gelmiş olunca İsrâfil Aleyhisselâm tarafından yapılan ilk sûr’a üfürme ile bütün insanlar hayattan mahrum kalmış ve bilâhare ikinci bir üfürme ile de bütün ölüler yeniden hayat bulmuş olacaklardır, bunun vukuu muhakkaktır, (işte bu, tehdit günüdür) ölülerin böyle yeniden hayata erecekleri gün, kâfirler hakkında pek korkunç bir azab zamanıdır, Cenab-ı Hak’kın kendilerini korkutmuş olduğu bir ceza zamanıdır. Artık bu âkıbeti düşünsünler!.
21. Ve herkes gelmiştir. Kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhid bulunduğu hâlde.
21. (Ve) O ikinci sûr’a üfürmenin vuk’u bulacağı gün (herkese gelmiştir) her mükellef şahıs, yüce mahkemeye sevk edilmiş bulunacaktır (kendisiyle beraber bir sürücü) onu ceza mahkemesine sevk edici (ve bir şâhid bulunduğu hâlde) öyle bir sevk vücuda gelmiş olacaktır. Yâni: Onun dünyada iken hayır ve şer adına her ne yapmış ise onun kendince de belirlenmesi için kendisi bir melek tarafından mahkemeye götürülecektir, ve her ne yapmış ise onun hakkında da şâhitlik edici bir melek veya kendisinin herhangi bir uzvu bulunacaktır.
22. Muhakkak ki, sen bundan bir gaflet içinde idin, imdi senden perdeni kaldırıp açtık, artık bugün senin gözün keskindir.
22. Ve o gün kâfirlere veya gafletten uzak olmayan bütün insanlara hitaben şöyle de denilecektir: (Muhakkak ki, sen bundan bir gaflet içinde idin) bu müthiş günü düşünemiyordun, bu gündeki bu pek korkunç hâlleri düşünmüyordun, büyük bir gaflete, ber nefsanî arzuya tâbi bulunuyordun (imdi senden perdeni kaldırıp açtık) dünyada iken gözleri, kulakları, kalbleri örten, insanları sonunu düşünür olmaktan mahrum bırakan engelleri bertaraf ettik, şimdi bu âkıbeti sana apaçık göstermiş olduk (artık bu gün) bu dirilme zamanında (senin gözün keskindir) pek fazla görücüdür. Binaenaleyh bu âlemi inkâra imkân kalmamıştır ve her insan, dünyada iken işlemiş olduğu şeyleri inkâr edemeyip kabule mecbur bir hâlde bulunmaktadır.
23. Ve arkadaşı olan melek der ki: Bu yanımda olan şey amel defteri hazırlanmış bulunmaktadır.
23. Bu mübârek âyetler de cehenneme sevk edilenlere meleklerin ne diyeceklerini bildiriyor. Ve her inkârcı, inatçı, hayıra engel olan, hakka tecâvüz eden, şüpheye müptelâ ve şirk ile vasıflanmış kimselerin cehenneme atılacaklarını ihtar ediyor. Cehenneme atılan ve aralarında arkadaşlık bulunmuş olan kimselerin kendilerini nasıl müdafaa etmek isteyeceklerini Cenab-ı Hak’kın da onları çekişmeden nasıl men buyuracağını gösteriyor ve cehenneme yönelecek bir ilâhî hitaba cehennemin ne şekilde cevap vereceğini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Azaba lâyık olan herhangi şahsın (arkadaşı olan) yâni: Kendisini cehenneme sevk etmekle emrolunan melek, yarın âhirette (der ki:) bu hâdisenin vuk’u bulacağı muhakkak olduğu için geçmiş zaman kipiyle “dedi ki:” diye beyân buyurulmuştur (bu yanımda olan şey) yâni: Bu sevk ve idaresiyle görevli olduğum şahsa âid amel defteri (hazırlanmış bulunmaktadır) onu arzedeceğim.
Müfessirlerin ekserisine göre, bunu böyle söyleyen melektir. Bâzı müfessirlere göre de bunu böyle söyleyen şeytandır. O yarın âhirette diyecektir ki: Bu isyânkâr olan şahıs, benim katımda öyle birşeydir ki, cehennem için hazırlanmıştır, ben onu azdırarak ve saptırarak cehenneme hazırlamış bulunuyorum.
24. Ve emrolunur ki: Cehenneme atınız, her kâfir inatçı olanı.
24. Allah Teâlâ tarafından insanları âhirette mahşere sevke ve onların haklarında şâhitlikte emrolunan iki meleğe veya iki cehennem bekçisine emr olunur ki: (Cehenneme atınız) Dünyada iken (her kâfir, inatçı) bulunmuş (olanı) çünkü: Cenab-ı Hak’kı inkâr eden, pek fazla inatçı olup hakka itaati terk eden kimseler, cehennem cezasına lâyık bulunmuşlardır.
25. Hayr için men’e çalışanı, azgını, şüphe içinde bulunanı.
25. Yine cehenneme atınız (Hayır için men’e çalışanı) insanların İslâmiyet’le, ahlâkî fâziletlerle vasıflanmasına mâni olmak isteyeni, insanların hayır ve iyilikte bulunmalarına engel olanı. Öyle bir şahıs da cehenneme lâyıktır. Deniliyor ki: “Velid Binil Muğire” kardeşi oğullarını İslâmiyet’ten men’e çalışmış olduğu için bu âyet-i celîle, onun hakkında nâzil olmuştur. Fakat hükmü umumîdir, o gibi hayıra engel olanları kapsamaktadır. Ve (mütecaviz olanı) dinin hududunu aşanı, halkın hukukuna musallat olanı, insana eliyle ve diliyle zulm edeni ve (şüphe içinde bulunanı) Allah Teâlâ’nın
birliğini, kudretini büyüklük ve genişliği hususunda şüphe için yaşayanı da cehenneme atınız, onların hepsi de cehenneme lâyık bulunmuşlardır.
26. O kimseyi ki: Allah Teâlâ ile beraber başka ilâh da edinmiştir. Hemen onu pek şiddetli bir azab içine atıveriniz.
26. Ve bâhusus cehenneme atınız (O kimseyi ki: Allah) Teâlâ (ile beraber başka ilâh da edinmiştir.) Allah’ın birliğini inkâr ederek bir takım mahlûkatı da birer tanrı tanımıştır, şirk içinde yaşamıştır, (hemen onu pek şiddetli bir azab içine atıveriniz) o gibi dinsizler hakkın emirlerine tecâvüz eden ahlâksızlar, öyle bir azaba her şekilde lâyık bulunmuşlardır.
27. Arkadaşı der ki: Rabbimiz! Onu ben azdırmadım ve lâkin o uzak bir sapıklık içinde bulunmuş idi.
27. Yarın âhirette cehenneme sevk edilecek herhangi bir şahıs, kendisini mâzur göstermek için der ki: Yarabbi!. Beni yoldaşım olan, arkadaşım bulunan şeytan, azdırdı, doğru yoldan çıkardı. O (Arkadaşı) olan şeytan da (der ki: Ey Rab’bimiz!. Onu ben azdırmadım) onu yoldan ben çıkarmadım (velâkin o, uzak bir sapıklık içinde bulunmuş idi) o yaratılıştan alçak idi, ahlâkı pek bozuktu, artık o kendi kabiliyetine göre hareket etmiş, bizzât sapıklığa düşmüştü.
28. Allah Teâlâ da buyurmuş oluyor ki: Benim huzurumda, çekişmeyin, ben size muhakkak ki, önceden tehditte bulunmuştum.
28. Yüce Allah da öyle çekişmede bulunan herhangi bir sapık şahıs ile onu saptırmış olan şeytana, şeytan tâbiatlı saptırıcı kimseye (Dedi ki:) yâni: Kıyamet gününde buyurmuş olur ki: (benim huzurumda çekişmeyin) Bu ceza gününde kusurlarınızı biribirinize isnad ederek kendinizi mâzur göstermeğe çalışmayınız, hepinizinde hâli, durumu Allah tarafından bilinmektedir, (ben size muhakkak
ki: Önceden tehditte bulunmuştum.) Size hak ve hakikati kabul edesiniz diye peygamberler ve semâvî kitablar vasıtasiyle Allah’ın azabını haber vermiş, onun ne müthiş olduğunu bildirmiş idim, artık hakkınızda ilâhî delil tecelli etmiş, bir mâzeret ileri sürmenize selâhiyetiniz kalmamıştır. Şimdi birbirinizle mücadelede bulunmak, sizin için bir fâide vermeyecektir, hepinizde lâyık olduğunuz azaba kavuşmuş bulunacaksınızdır.
29. Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullarım için zulümkâr değilim.
29. Yüce Allah tarafından şöyle de buyurulur ki: (Benim huzurumda söz değiştirilmez.) yâni: Benim kat’iyyen beyân ettiğim, takdir buyurmuş olduğum şeyler hakkındaki ilâhî beyânım, kesindir, onlar değiştirilmez. Meselâ: Müminlerin cennetlere, kâfirlerin de cehennemlere sevk edilecekleri hakkındaki ilâhî beyân kesindir. Aynı şekilde: Bir kimsenin kendi günâhı üstünde azap görmeyeceğine, müşriklerin de aslâ mağfiretine nâil olamayacaklarına âid bulunan ilâhî beyânda kesindir, bunlarda bir değişme ve başkalaşma câri olamaz (ve ben kullarım için zulmkâr değilim.) ben hiçbir kimseye yapmış olduğu bir günâh bulunmadıkça azap etmem ve hiçbir kimseyi başkasının yerine azaba uğratmam, her hususta ilâhî adâletim tam anlamiyle tecellî eder durur.
Mübalâğa sigasiyle “Zellâm” denilmesi, Cenab-ı Hak’kın zulümden ne kadar münezzeh olduğuna bir işârettir. Çünkü denilmiş bulunuyor ki: Faraza Hak Teâlâ, bir şahsa zulm etse bu zulm, Allah’ın şânına göre pek büyük bulunmuş olur, böyle bir zulm ile vasıflanan pek zâlim sayılır. Halbuki, Allah’ın zâtı bu noksanlıklardan münezzehtir. Şüphesiz buna inanıyoruz. Bir de bunda şöyle bir işâret vardır. Mükellef kullar, pek fazladır. Bunların bir kısmına olsun zulm edilmesi, pek büyük bir yekûn teşkil edeceği için bu zulmü tercih
eden bir zât, “zellâm” olmuş olur. Halbuki, Hak Teâlâ Hazretleri böyle bir vasıf ile vasıflanmaktan uzaktır. O hikmet sâhibi Yaratıcı hiçbir kimseye zulm etmez, azaba uğrayanlar, kendi kötü hareketlerinin hikmet ve adâlet gereği olan cezasına kavuşmuş olur.
30. O gün ki, cehenneme deriz ki: Doluverdin mi? O da der ki: Daha var mı?
30. Allah’ın vâ’di ve uhrevî azabı gelmiş, tatbik edilmeğe başlanılmış olur, (O gün ki, cehenneme deriz ki:) yâni: Bir lisân-ı hâl ile cehenneme hitab buyurulmuş olur ki: Ey cehennem!, (doluverdin mi?.) İçerine sevk edilen insanlar ile cinler seni dolduruverdiler mi?. Daha başkalarını da içerine alabilir misin?, (o da) Cehennem de bir lisân-ı hâl ve soru sormak sûretiyle (der ki: Daha fazla var mı?.) artık ben doldum, bundan fazlasını nasıl içerime alabilirim?.
Diğer bir görüşe göre de cehennem, kâfir ve isyânkârlara karşı kızgınlık ve şiddetini göstermek için der ki: Cehenneme lâyık olanlar var ise onlar da gelsinler, onlara da yer vardır.
Bu sual ve cevap, deniliyor ki: Cehennemin genişliğini, dehşetini anlatmak için bir misâl ve hayâlde canlandırma sûretiyle beyân buyurulmuştur, bununla cehenneme ne kadar çok kimselerin sevk edileceğine işâret buyurulmuş oluyor. Allah ne kasdettiğini en iyi kendisi bilir.
31. Ve cennet takva sahipleri için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır.
31. Bu mübârek âyetler de cennetlere selâmetle girecek zâtların vasıflarını bildiriyor, onların müttaki, yâni: Allah’ın azabından korkan, günâhlardan tevbe eden, Allah’ın hududunu muhafazaya çalışan, ibâdet ve itaata devam eden, samimi kalb ile Cenab-ı Hak’ka yönelik bulunan zâtlardan ibâret olduğuna işâret buyuruyor ve onların ebedî
cennetlerde her istediklerine kavuşmuş ve onun üstünde olarak da Allah’ın rızâsına ve tecellisine mazhar bulunacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ve cennet takvâ sâhipleri için) Cenab-ı Hak korkan, günâhlardan kaçınan zâtlar için (uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır) bir hâlde ki: O cenneti daha durak mahâllinde iken müşahedeye muvaffak olurlar ve oradaki nîmetleri öğrenmiş bulunurlar, haklarında böyle bir ilâhî lütuf tecelli etmiş olur. Maamafih şöyle de denilebilir ki: Bu dünya hayatı ne kadar devam etse de yine geçicidir, âhiretteki ebedî hayata nazaran pek sınırlıdır. Bu itibar ile âhiret hayatı, insanlar için nispeten pek yakın bulunmaktadır.
32. İşte bu, sizin vaad olunduğunuz şeydir, herbir tevbekâr olan vazifesini muhafaza eden için.
32. Ve melekler tarafından kendilerine cennetler gösterilerek denilir ki: (İşte bu,) Böyle karşıdan seyretmeye muvaffak olduğunuz yüce makâm (sizin vâ’d olunduğunuz şeydir) Allah Teâlâ’nın sizlere dünyada Peygamberleri ve kitabları vâ’d buyurmuş olduğu yüksek cennettir, mükâfat makâmıdır. O takvâ sâhibi zâtların vasıfları ise şöylece açıklanmaktadır. Takvâ sâhibi (her tevbekâr olan) günâhlarından dolayı tevbe ederek Allah’ın affına sığınan ve üzerine düşen dinî vazifesini (muhafaza eden) Allah’ın haklarına riâyet edip ilâhî emirleri yerine getirmeye devam eden olgun mümin demektir. İşte öyle her takvâ sâhibi zât hakkında o Allah’ın vâ’di tecellî edecektir.
33. Rahmâna gıyaben korku duyan ve hakka yönelik bir kalb ile gelen kimseye mahsus bir cennettir.
33. Evet.. Cennet, takvâ sâhibi olan herhangi bir zâta mahsustur. Yâni: (Rahmâna gıyaben korku duyan) Cenab-ı Hak’kın yüce zâtını görmediği hâlde, onun varlığını bilip tasdik
eden, o Yüce Yaratıcıya itaatten ayrılmayan (ve hakka yönelik bir kalb ile gelen) temiz bir itikada sahip, Allah korkusu ile vasıflı bir kalbe sâhip olduğu hâlde bu hayatı terk ederek Cenab-ı Hak’ka mânen kavuşma şerefine erişen (kimseye) mahsus bir cennettir.
34. Ona selâmetle giriveriniz. İşte bu, ebediyyet günüdür.
34. O âhiret gününde öyle takvâ sâhibi zâtlara bir ikram için melekler derler ki: (Ona) O cennete (selâmetle giriveriniz) azabtan, üzüntü ve kederden uzak, yok olmaktan emin olduğunuz hâlde giriniz (işte bu) cennete gireceğiniz gün (ebediyyet günüdür) artık bu, ebediyyen devam edecektir. Artık ölüm, bu cennetten ayrılış yoktur.
35. Onlar için orada ne dilerlerse vardır ve bizim katımızda ise fazlası da vardır.
35. (Onlar için) O cennete girecek zâtlara mahsus (orada ne dilerler ise vardır.) çeşitli nîmetlere, lezzetlere nâil olacaklardır, diledikleri güzel şeylere kavuşacaklardır. (ve bizim katımızda ise) Yâni: Allah tarafından hususi bir lütuf olmak üzere o cennete girecek zâtlar için o kavuşacakları nîmetlerin, lezzetlerin üstünde daha (fazlası) da (vardır.) onlar, kabiliyetleriyle uygun olmak üzere düşüncelerinin üstünde en yüksek birer ilâhî lütfa mazhar olacaklardır, Allah’ın zâtını müşahede, onun kutsal varlığına bakmak, ilâhî tecellilere kavuşmak gibi en yüce saadetlere erişeceklerdir.
36. Ve onlardan evvel nice nesilleri helâk ettik ki, onlar kuvvetçe bunlardan daha şiddetli idiler, beldelerde dolaşıp durdular. Hiç kaçıp kurtulacak bir yer var mıdır?
36. Bu mübârek âyetler de asr-ı saadetteki din düşmanlarını tehdit edip onlardan daha kuvvetli kavimlerin dinsizlikleri yüzünden helâke uğrayıp gitmiş olduklarını haber
veriyor. Onların beldelerinde dolaşıp, eserlerinin görüldüğüne, onların tarihî felâketlerinden her düşünen kimsenin ibret alacağına işâret buyuruyor.
Âhiret hayatını yaratmaya, dinsizleri de kahr ve yok etmeye ilâhî kudretin fazlasiyle kâfi olduğuna bir açık delil olmak üzere bu Kâinatın altı günde yaratılmış olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey Son Peygamber!, (onlardan evvel) Senin Peygamberliğini tasdik etmeyen Kureyş müşriklerinden önce (nice nesilleri) cemaatleri (helâk ettik ki, onlar) o helâke uğrayan guruplar (kuvvetçe) kudretçe (bunlardan) bu Kureyş müşriklerinden (daha şiddetli idiler) Âd, Semud, Tüb’ba kavimleri bu cümledendir. Onlar, vaktiyle (beldelerde dolaşıp durdular) ticaret için, servet sâhibi olmak için her tarafa giderek seferlerde bulundular, istikbâllerini temine çalıştılar.
Buna rağmen kendilerini Allah’ın kahrından kurtaramadılar. Artık düşünmeli!, (hiç kaçıp kurtulacak bir yer var mıdır?.) Elbette ki, yoktur, hiçbiri kendisini kurtaramadı, işte ey Kureyş müşrikleri!. Sizin ve benzerlerinizin hâli de öyledir, kendinizi Allah’ın kahrından kurtaramazsınız artık istikbâlinizi düşünün!.
Karn; Cemaat, insanlardan bir sınıf, az bir zamandaki ahali, seksen sene ve boynuz mânasınadır. “Batş” kuvvet, birşeyi rıfk ile olmaksızın zor ile tutmak demektir. “Nekb” gezmek, dolaşmak, dağ içindeki yol ve delmek demektir. “Mahis” de kaçacak yer, dönmek mânasınadır.
37. Şüphe yok ki, bunda elbette bir öğüt vardır, kendisi için bir kalb olan veya kendisi şâhid olarak kulak veren kimse için.
37. (Şüphe yok ki, bunda) O eski kavimlerin hâllerine dâir haberde, bu husustaki kıssalardan herbirinde veya bu sûre-i celîledeki güzel, hikmetli işâretlerden herbirisinde (elbette bir öğüt vardır,) bir ibâdet vardır. Bunlar uyanma vesîlesi olacak
birer öğüt mahiyetindedir. Evet.. (kendisi için bir kalb olan) temiz bir kalbe sâhip olup bu gibi öğütlerden istifâde kabiliyetine sâhip olan kimse için bir öğüt vardır.
(veya kendisi şâhid olarak kulak veren kimse için) Yâni: Kendisine okunan âyetlere, söylenen kıssalara karşı tamamen hazır, zihin bütünlüğüne sâhip, zekice bir tarzda yönelmiş olduğu hâlde söylenilen bildirilen şeyleri ehemmiyetle dinleyen herhangi bir insan için öğüt vardır. Bunlardan o kimseler istifâde ederler.
38. And olsun ki, gökleri ve yeri ve bunların aralarındakilerini altı günde yarattık ve bize yorgunluktan birşey dokunmadı.
38. O inkârcılar, bir kere Allah’ın kudretinin izlerine bakmıyorlar mı?. Ne için âhiret hayatını vesâire inkâr ediyorlar?. âlemin Yaratıcısı elbette ki: Öyle her şeyi yaratmaya kaadirdir. İşte buna işâret için şöyle buyuruyor. (And olsun ki,) Muhakkak bir hâdisedir ki: (gökleri ve yeri ve bunların aralarındakilerini) Bütün bu kadar muazzam, muntazam kâinatı (altı günde) yâni o kadar müddetlik bir zamanda (yarattık) Evet.. O kadar büyük âlemler, hikmet gereği öyle az bir zaman içinde yaratılmıştır.
Maamafih eğer Kâinatın Yaratıcısı dilese idi o âlemleri bir an içinde de yaratabilirdi. (ve) Buyuruyor ki: (bize) O âlemleri yaratmaktan dolayı (yorgunluktan birşey dokunmadı.) Evet.. Bütün bu kadar muazzam âlemlerin yaradılışından dolayı Yüce Yaratıcının mukaddes, kudret ve azametle vasıflanmış olan yüce zâtına hâşâ bir zahmet, bir meşakkat ârız olmamıştır. Artık bir kere ilâhî kudretin azameti düşünülsün. Bu kadar âlemleri yoktan var etmiş olan o Yüce Yaratıcı, insanları öldürdükten sonra tekrar hayata erdiremez, kıyamet âlemini meydana getiremez mi?. Elbette bütün bunlara fazlasiyle kaadirdir. Buna inanıyoruz.
Bu âyet-i kerîme haşr ve neşri inkâr edenler için bir ikaz vesîlesi olduğu gibi Yahudî’lerin yanlış bir kanaatlerini de yalanlamaktadır. Yahudî’lerin itikadınca Hak Teâlâ gökleri ve yeri pazar gününden itibaren yaratmaya başlayarak cuma gününde, o altı gün içinde yaratmış, cumartesi günü de istirahat etmiş, arş üzerine çıkarak arkası üstüne yatmakta bulunmuştur. Bu ne kadar Allah’ın şânına aykırı bir itikat!. Hâşâ Allah Teâlâ yorgunluktan, bir makamda insanlar gibi yatmaktan münezzehtir. Sonra altı gün denilmesi, bu Kâinatın o kadar bir müddet içinde yaradılışını beyân içindir yoksa bu âlemlerin yaradılışından evvel öyle hafta günleri bulunmuş değildi ki, pazar vesâire diye o günler tâyin edilsin.
“Lugub; Yorgunluk, meşakkat, yorulmak, açlık mânasınadır.
39. Artık dediklerine karşı sabret ve güneşin doğmasından evvel ve batmasından evvel Rabbini hamd ile tesbîh et.
39. Bu mübârek âyetler de münkirlerin dedikodularına karşı Resûl-i Ekrem’in sabr edip Cenab-ı Hak’kı belirli zamanlarında tesbîh ve tehmîde devam etmesini tavsiye buyuruyor. İnkâr edilen kıyametin nasıl vuk’u bulacağını ve insanların nasıl korkunç bir sese tutularak kabirlerinden kalkacaklarını bildiriyor. Yüce Yaratıcının kullarını öldürmeğe de; diriltmeğe de, haşr ve neşri vücuda getirmeğe de hakkıyla kaadir olduğunu ve kullarının neler söyler olduklarını tamamen bildiğini haber veriyor.
Yüce Peygamberin de bir zorlayıcı olmadığını ve Hak Teâlâ’dan korkanları Kur’an-ı Kerim ile irşâd etmekle emrolunduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Son Peygamber!. (Artık) Sen kıyamet hakkında ve diğer hususlarda müşriklerin (dediklerine) bâtıl sözlerine (karşı sabr et) üzülme, onların o inkârlarının ne kıymeti var?. Bu kadar büyük bir kâinatı yaratmış olan bir Yüce Yaratıcı, insanları öldürdükten sonra tekrar yaratamaz mı?. Bunu hangi insaflı, düşünen bir insan, uzak görebilir?, (ve) Ey Yüce Peygamber!. Sen (güneşin doğmasından evvel) yâni sabah vaktinde (ve) güneşin (batışından evvel) yâni: Öğle ve ikindi vakitlerinde (Rab’bini hamd ile tesbîh et) Cenab-ı Hak’ka verdiği nîmetlerinden dolayı hamd ve senada bulunarak O’nun âcizlikten, ölüleri tekrar hayata kavuşturamamaktan uzak olduğunu söyle, hamd ve tesbîhe devam eyle.
40. Ve geceden de onu tesbihte bulun ve secdelerin arkalarından da.
40. (Ve geceden de onu tesbîhte bulun) Gecelerin bâzı vakitlerinde de, yine tesbîhe devam et (ve secdelerin arkalarından da) namazların kılınmasının ardından da Cenab-ı Hak’kı tesbîh et, hamd ve senada bulun.
İbn-i Abbas Radiyallâhü Anh’tan rivâyet edildiği üzere güneşin doğuşundan evvelki namazdan maksat, “Selâtı Fecr” denilen sabah namazıdır. Güneşin batışından evvelki namazlardan maksad da öğle ve ikindi namazlarıdır. Geceleyin kılınacak namazlardan maksat da akşam ile yatsı namazlarıdır ki, toplamı, beş vakit namazdan ibâret bulunmuş olur. Secdeleri müteâkip kılınacak namazdan maksat da farz namazlardan sonra kılınacak nâfile namazlardır veya vitr namazlarıdır yâhut yapılacak tesbîhlerdir.
41. Ve dinle, o gün ki: Seslenen, yakin bir mekândan seslenir.
41. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Kıyamet durumlarına dâir sana verilen haberi (dinle, o gün ki, seslenen) yâni: İsrâfil veya Cebrâil Aleyhimesselâm (yakın bir mekândan seslenir) Ey insanlar!. Muhasebe için tez kalkınız der, insanlar da kabirlerinden hemen kalkar, hesab mevkiine koşarlar. Müfessirlerin çoğuna göre bu da, Beyt-i Mukaddesteki Huhreden, yâni: Büyük bir taş üzerinden yapılacaktır.
42. O gün ki, o hak ile olan sesi işiteceklerdir. İşte o çıkış günüdür.
42. Evet.. (O gün ki, o hak ile olan korkunç sesi işiteceklerdir) Bütün ölüler, ikinci sûr’a üfrülme vâki olunca o hakka dayalı olan sesi duyarak kabirlerinden kalkacaklardır, (işte o çıkış günüdür) O gün bütün ölüler, hayat bulup kabirlerinden çıkacaklar, mahşere sevk edileceklerdir.
43. Şüphe yok ki, biz, bizler diriltiriz ve öldürürüz ve dönüşü de bizedir.
43. Yüce Yaratıcı şöyle de buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz) Evet.. (Bizler) Yâni: Kudret ve azametle vasıflanan yüce zatını (diriltiriz) insanları vesâire dünyada hayata kavuştururuz (ve) onları bilâhare (öldürürüz) belirlenmiş ecelleri nihâyet bulunca kendilerini hayattan mahrum bırakırız, bu hususta yüce zâtıma hiçbir kimse ortak olamaz, (ve dönüş de bizedir.) Yâni: İnsanların âhirette mükâfata veya cezaya ermeleri için varacakları yer ise ancak Hak Teâlâ’nın tâyin buyurmuş olduğu muhasebe sahasıdır.
44. O gün ki, yer, onlardan sür’atle çatlayıp ayrılır. İşte o, bir haşrdır, bize göre pek kolaydır.
44. Evet.. İnsanlar Allah’ın huzuruna yâni: Onun tâyin buyurduğu yüce mahkemeye sevk edilirler, (O gün ki, yer onlardan) ölmüş kimselerden (sür’atle çatlayıp ayrılır) içinde bulunmuş olan ölüler, hemen fırlayıp çıkıverirler (işte o, bir haşrdır) bir dirilme, bir toplama ve sevk günüdür. O gün herkes kabrinden kalkarak mahşere sevk edilmiş olur. Böyle bir haşr ise (bize göre pek kolaydır) takdir edilen vakit gelince hemen pek kolaylıkla, bir ilâhî emrin yönelmesiyle meydana gelir. Artık bu hususta hangi akıllı, tereddütte bulunabilir?. Nerede kaldı ki, inkâra cür’et edebilsin.
45. Biz onların neler söylediklerini pek iyi bileniz ve sen onların üzerlerine bir zorlayıcı değilsin. Artık benim tehdidimden korkacaklara Kur’an ile öğüt ver..
45. Yüce Yaratıcı, Resûl-i Ekrem’ine teselli vermek, inkârcıları da tehditte bulunmak için buyuruyor ki: (Biz onların neler söyler olduklarını pek iyi bileniz) O inkârcılarını kıyamet vuk’u bulacağını inkâr ettiklerini ve kıyamete âid âyetleri yalanladıklarını hakkıyla bilmekteyiz, onlar, inkârlarında devam edince büyük cezalara mâruz kalacaklardır, (ve sen) Resûlüm!, (onların üzerlerine bir zorlayıcı değilsin) onları zorla imâna, âhireti tasdike sevk etmekle emrolunmuş bulunmuyorsun. Zâten samimi bir sûrette olmayıp da zorlamaya binaen kabul edilen bir imân, bir tasdik, Allah katında makbul olamaz, (artık benim tehdidimden) Kur’an-ı Kerim vasıtasiyle vuk’u bulan ilâhî vâ’dden (korkacaklara) öyle korkup uyanacak, hakkı kabul edecek kabiliyette bulunanlara (Kur’an ile öğüt ver) onlara dinî vazifelerini bir müjde ve bir uyanma vesîlesi olmak üzere zikr et, telkinde bulun.
Çünkü Hak ve hakikati kabul eden zâtlar, ancak Allah’tan korkan, Cenab-ı Hak’kın kudret ve azametini bilip kalblerinde Allah korkusu parlayıp duran müminlerdir, başkaları değildir. Hak Teâlâ Hazretleri, cümlemizi selâmet ve saadetin yegane vesîlesi olan imân şerefinden ayırmasın. Peygamberlerin seyyidi olan Hz. Muhammed hürmetine Âmin.
Kaf Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu sûre-i celîle, mürselât sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur, kırk beş âyet-i kerîmeyi içermektedir.
Bu mübârek sûrenin başlıca konuları şunlardır:
(1): Müşriklerin peygamberliği ve âhiret hayatını inkâr ettiklerini beyân ve Hucurât sûresinde hâlleri bildirilen Bedevî’lerin de bunları inkâr eder olduklarına işâret etmek.
(2): Göklere ve yere ve bunlardaki çeşitli kudret eserlerine dikkatleri çekmek.
(3): Helâke uğramış milletlerin ibret verici olan tarihî hâllerini hikâye etmek.
(4): İnsanların bütün amellerinin ve başkalariyle olan davranışlarının melekler tarafından tesbit edilip onlardan mes’ul olacaklarını ihtar etmek.
(5): Kâinatın boş yere yaratılmamış olduğunu ve Kur’an-ı Kerim’in yüce bir öğüt teşkil ettiğini beyân etmek.
(6): Resûl-i Ekrem’in mübârek kalbine teselli verip onun dâima tesbîhe devam buyuracağını ve kabiliyetli olanları, Kur’an-ı Kerim ile irşâd etmekle emrolunmuş bulunduğunu beyân etmek.
1. Kâf ve bereketi pek fazla olan Kur’an hakkı için Habibim! O kâfirler, seni tasdik etmediler.
1. Bu mübârek âyetler, kâfirlerin Hz. Peygamber’in beyânlarını kabul etmeyip içlerinden bir zâtın Peygamber olarak geldiğini ve öldükten sonra tekrar dirileceklerini uzak görerek şaşırmış olduklarını kesin bir şekilde beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Kaf) Bu, bir hususî harftir, yemini içermektedir, bâzı sûrelerin böyle birer harf ile başlaması, tilavet olunacak âyetlere dikkat nazarlarını çekmek gibi hikmetlere vesâireye dayanmaktadır ve mûteşâbihat kabilindendir.
Maamafih bu hususta müfessirlerin birçok görüşleri, rivâyetleri de vardır. Kısaca deniliyor ki: Bu harf, bu sûrenin ismidir ve yine deniliyor ki: Bu, Kur’an-ı Kerim’in isimlerinden biridir veyahut “kadîr”, “kaadîr”, “karîb” ve “kabz” gibi ilâhî isimlerin anahtarıdır, ilk harfini içermektedir. Ve İkrime ve Dahhâk’e göre de bu yeryüzünü her taraftan kuşatan ve yeşil bir zümrüdden meydana gelen pek büyük bir dağın ismidir, gökteki yeşil renk bundan meydana gelmektedir. Fakat bu görüş, Fahr-i Razi gibi müfessirlerce zayıf görülmektedir.
Aslında Cenab-ı Hak, öyle bir dağı yaratmaya da inanıyoruz ki kaadirdir, fakat onun yaratılmış olduğu sâbit değildir. Yerkürenin her tarafında gezip dolaşanlar vardır, öyle bir dağa tesadüf edilmemiştir. Bunun varlığı, hissi bir şâhitlikle sâbit değildir. Maamafih bu dağı, dünya etrafındaki okyanusları kaplayan bir rüzgâr küresinden ibâret olmalıdır diye yorumlayanlar da vardır.
Şöyle de deniliyor ki: Eğer bundan maksat, öyle bir dağ olsa idi “Velkâf” diye yazılırdı:
“Vettûr” diye yazıldığı gibi. Zâfir olan “K” “S” ve “N” gibi bir harften ibârettir, bir kelime değildir. Bu, “Muksemün bîh kendisiyle yemin edilen” olduğu için ayrıca yemin harfi olan vav ilâvesiyle zikredilmemiştir.
Velhâsıl: Hepsi de Allah’ın kudretine göre mümkündür. Biz bu hususta kat’î bir delil bulunmadıkça bunu Allah’ın ilmine havale ederiz. İhtiyata uygun olan da budur.
(Ve bereketi pek fazla olan Kur’an hakkı için) Yâni: Kur’an-ı Kerim’e yemin olsun ki: Sen Ey Son Peygamber!, Uyarıcı olarak gönderilmiş bir Peygambersin. Bilindiği üzere “K” ve “Kur’an-ı Mecit” kendisiyle yemin edilendir, üzerine yemin edilen ise hazfedilmiştir. Bu birkaç şekilde yorumlanmaktadır. Kısaca deniliyor ki: Resûlüm!. O kâfirler seni tasdik etmediler, halbuki, sen hakikaten yüce bir Peygambersin o inkârcıları uyarmak için gönderilmiş bulunuyorsun.
“Mecîd” Keremi pek geniş olan, şerefi ve yüceliği, büyüklüğü bulunan şey veya zât demektir. İşte Kur’an-ı Kerim de öyle pek büyük bir şerefi, yüceliği ve halkı irşâd etmek özelliği taşıdığı için öyle bir vasıf ile vasıflanmıştır.
2. Belki kendilerinden bir korkutucu gelmesine şaştılar, artık o kâfirler dedi ki: Bu şaşılacak bir şeydir.
2. Evet.. Ey Yüce Peygamber!. Sen kendilerini uyarmak ve irşâd için Kur’an-ı Kerim ile gönderildin, fakat bir takım inkârcılar, seni tasdik etmediler (Belki kendilerinden bir korkutucu gelmesinden teaccüp ettiler) Hiç bizim gibi bir insan, bizleri korkutmak, bizleri dine dâvet etmek için Allah tarafından gönderilmiş olabilirler mi?. Diye bunu uzak gördüler, inkâra başladılar (artık) Resûlüm!, (o kâfirlere dedi ki: Bu,) Böyle bizden bir şahsın bizlere peygamberlik gelmesi (bir şaşılacak şeydir) bizlere bir melek gönderilmeli değil mi
idi?.
3. Biz öldüğümüz ve toprak kesildiğimiz zaman mı? Tekrar dirileceğiz Bu uzak bir dönüştür.
3. Ve o kâfirler, bu inkârlarında daha ileri giderek imkânsız olarak gördükleri şeyi göstermek için dediler ki: (Biz öldüğümüz ve toprak kesildiğimiz zaman mı?.) Tekrar dirileceğiz, o Peygamberlik iddia eden zâtın dediği gibi tekrar başka bir âleme sevk edileceğiz, bir muhasebeye tâbi tutulacağız!, (bu uzak bir düşünüştür.) Bizim cidden sâir topraklardan ayrılarak tekrar teşekkül etmemiz, nasıl düşünülebilir?. Bunu bizim akıllarımız kabul etmiyor. O câhiller, bu âlemde dâima görülüp duran bir nice kudret eserlerini görmüyorlar da, kendilerinin başlangıçta topraktan, birer damla sudan yaratılmış olduklarını düşünmüyorlar da böyle câhilce şaşkınlıkta bulunup duruyorlar.
4. Muhakkak ki, yer onlardan neyi eksiltirse biz bilmişizdir ve bizim katımızda koruyucu bir kitab vardır.
4. Bu mübârek âyetler haşr ve neşri inkâr eden dinsizleri uyandırmak için bakışlarını göklere ve yere ve bunlarda olan çeşitli yaratılış eserlerine çekmektedir. Nice ekinlerin ağaçların meyvelerin insanlar için birer geçim vasıtası olmak üzere meydana getirilmekte olduğunu ve insanların da öldükten sonra tekrar yeryüzünün vakit vakit hayata erdirildiği gibi bir hayata erdirileceklerini ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Yüce Yaratıcı âhiret hayatını uzak, gören gâfilleri irşâd ve uyanmaya dâvet için şöyle buyuruyor: (Muhakkak ki, yer onlardan) O ölüp kabirlere defnedilen insanlardan (neyi eksiltirse) onların etlerinden, kemiklerinden neleri parçalar, darmadağın ederse (biz bilmişizdir) onların öyle bir hâle gelmiş olmaları bize gizli kalmış değildir (ve bizim katımızda koruyucu bir kitab vardır) bundan maksat, yâ levh-i mahfuzdur ki, onda bütün kevni olaylar yazılıdır. Yâhud Cenab-ı Hak’kın bütün eşyaya âid olan ilmini misâl yoluyla beyân etmektir. Bir kitabda yazılan şeyler, nasıl sâbit ve korunmuş ise Allah’ın ilmindeki şeyler de, Kâinatın bütün hâlleri de Allah katında sâbittir, her şekilde korunmuştur. Binaenaleyh her ölen şahsın bütün bedeni zerreleri ve diğer hâl ve tavırları Cenab-ı Hak’ça tamamen malûm olduğundan o hikmet sâhibi Yaratıcı dilediği zaman o şahısları tekrar vücuda getirir, hayata kavuşturur. Bu nasıl uzak görülebilir.
5. Fakat kendilerine geldiği vakit hakkı yalanladılar. İmdi onlar karmakarışık bir ıztırap içindedirler.
5. (Fakat) O inkârcıların daha kötü ve daha câhilce hâllerine bakınız ki: (kendilerine geldiği vakit) Allah tarafından Peygamber olarak gönderildiği zaman (hakkı) mûcizeler ile sâbit ve açık olan Hz. Muhammed’in peygamberliğini (yalanladılar) artık öyle apaçık bir hakikati, sâbit bir peygamberliği yalanlayan câhiller o Yüce Peygamberin haber verdiği haşr ve neşri de inkâr cehâletini göstermezler mi?, (İmdi onlar karmakarışık bir ıztırap içindedirler) O mübârek Peygamber’e gâh sihirbaz ve gâh kâhin derler, onun teblîğ ettiği pek açık âyetleri şiir telâkki ederler ve bazan insanların peygamber olamayacağını söylerler, bazan da peygamberliğe makâm ve mevki sâhiplerinin lâyık olduklarını iddiada bulunurlar. İşte o inkârcılar, böyle şaşkınlıklar içinde vakit geçirirler.
§ Merîc; Muztarib, karışık muhtelif şeyleri içeren çeşitli şey demektir.
6. Üstlerindeki göğe bakmazlarmı ki: Biz onu nasıl binâ ettik ve süsledik ve onun için hiçbir gedik yoktur.
6. Öldükten sonra dirilmeği inkâr eden gâfiller!. Bir kere uyanıp da bir dikkat nazariyle (Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki:) o ne büyük bir ilâhî kudret eseridir (biz onu nasıl binâ ettik) bir direğe dayandırmaksızın nasıl yüksek bir hâlde yarattık (ve) o göğü bir nice parlak yıldızlar ile (süsledik) başları üzerinde bir nice ışık saçan yıldızlar ve gezegenler dönüp durmaktadır, (ve onun için) O gök kubbesi için (hiçbir gedik yoktur.) onda bir yarık, parçalanmış, ayrılmış birşey bulunamaz.
§ Furuc; Duvarlarda vesâirede meydana gelen yarık, aralık, parçalanmak demektir.
7. Ve yere de bakmadılar mı? Onu döşedik ve onda sâbit dağlar bıraktık ve onda her güzel cinsten bitirdik.
7. (Ve) O inkârcılar (yere de) bakmadılar mı?. Kendi ikâmetgâhları olan yeryüzündeki Allah’ın kudret eserlerini görmüyorlar mı?, (onu döşedik) basit bir şekilde yarattık (ve onda) o yeryüzünde (sâbit dağlar bıraktık) ne kadar muntazam, sâbit dağlar vücuda getirdik ki, yerkürenin sallantı içinde kalmasına meydan vermemektedirler ve nice fâideleri, madenleri içermektedir, (ve onda) Yer sahasında (her güzel cinsten bitirdik) gâyet süslü güzel manzaralı insanların fâidelerine hizmet eden bitkileri, ağaçları meydana getirdik. Bütün bunlar, Allah’ın kudretinin büyüklüğünü göstermektedir. Artık öyle büyük bir kudret ile vasıflanmış olan Kâinatın yaratıcısı, insanları öldükten sonra diriltemez mi?. Ne için bu kadar açık bir hakikati düşünemiyorlar?.
§ Behic; Güzel, yaraşık, gâyet süslü, hoşa giden şey demektir.
8. Bunları hakka müteveccih olan her bir kul için bir ibret ve bir mev’iza olarak vücde getirdik.
8. Evet.. âlemin yaratıcısı şöyle de buyuruyor: Bunları (Hak’ka yönelik olan) Rab’bine dönen, yaratıcısının kudretini düşünen, O’nun eşsiz eserlerini tefekküre dalan (herbir kul için bir ibret ve bir öğüt olarak) vücuda getirdik, o eşsizlikler, o yaratılış eserleri, inanan ve düşünen kimseler için birer büyük uyanma vesîlesi bulunmaktadır.
9. Ve gökten bir mübârek su indirdik, sonar onunla bahçeler ve biçilen ekin danelerini bitirdik.
9. Evet.. Cenab-ı Hak, yeryüzünde öyle fâideli bitkileri ve diğerlerini meydana getirmek için nasıl bir hayat kaynağı yaratmış olduğuna da şöylece işâret buyuruyor: (Ve gökten bir mübârek su indirdik) Menfaatleri pek ziyade olan yağmurları yağdırdık (sonra onunla bahçeler, ve biçilen ekin danelerini) buğday ve arpa gibi biçilen şeylerin dane denilen meyvelerini (bitirdik) bunları insanların istifâdelerine tahsis ettik. Artık bir su ile bu kadar çeşitli gıda maddelerini meydana getirmekte olan hikmet sâhibi bir yaratıcı ölmüş kullarını da dilediği bir şekilde yeniden diriltemez mi?. Hangi akıllı bir kimse, bunun imkânsızlığını söyleyebilir?.
§ Hab; Dane demektir. Çoğulu: Hubûbur. “Hasid” de biçilmiş ekin mânasınadır. Çoğulu: Hesâyid’dir.
10. Ve uzunca boylu hurma ağaçları da yetiştirdik ki: Onlar için bir biri üstüne konmuş muntazaman salkımlar tomurcuklar vardır.
10. (Ve uzunca boylu hurma ağaçları da) Yetiştirdik, onları da büyütüp geliştirdik (ki, onlar için) o yüksek ağaçlara mahsus (bir biri üstüne konmuş) güzel bir istikâmet almış (muntazam salkımlar) tomurcuklar (vardır) onlar da Allah’ın kudretine şâhitlik eden, pek güzel ve pek fâideli birer yaratılış eseri bulunmaktadırlar.
§ Nahl; Hurma ağacı demektir. Böyle bir ağaca “Nehle” de denir.
§ Bâsikat; Uzunca boylu şeyler demektir. “Tal”‘ da çiçek gılafıdır ki, çiçek onun içinde bulunur, çiçek mânasında da kullanılmaktadır. “Menzud” da bâzısı bâzısı üzerine konulmuş, muntazaman tertib edilmiş şey mânasınadır.
11. Kullar için bir rızık olarak bunları bitirdik ve onunla o su ile bir ölmüş beldeyi dirilttik. İşte kabirlerden çıkış da böyledir.
11. Kerem Sâhibi Yaratıcı şöyle de buyuruyor: (Kullar için bir rızk olarak) Bunları bitirdik, böyle çeşitli geçim vasıtalarını vücuda getirdik. Bütün bunlar, Cenab-ı Hak’kın kudretine, kulları hakkında lütuf ve keremine âid birer mühim eserlerdir, (ve) Bahusus (onunla) o hayatın kaynağı olan yağmur suları ile (bir ölmüş beldeyi dirilttik) sararıp solmuş, büyüme ve gelişmeden mahrum kalmış yeryüzünü tekrar hayata kavuşturduk, çeşit çeşit ve güzel güzel ekinler ile süsledik (işte) insanlar için öldüklerinden sonra kabirlerinden (çıkışta böyledir) artık düşünmeli, O kadar çeşitli, güzellik dolu bitkileri, ağaçları, hayata kavuşturan bir Yüce Yaratıcı, insanları da öldürdükten sonra tekrar hayata eriştirerek kabirlerinden çıkaramaz mı?. Hangi akıl sâhibi bir kimse bunu inkâr edebilir?. Ancak bir takım dünyaya dalmış, Allah’ın kudretini takdir etmekten âciz bulunmuş, şuursuz kimselerdir ki: Yüce Peygamberleri ve bu gibi hakikatları inkâra cür’et göstermekte bulunurlar. İşte onlardan bir takımını “12, 13, 14″üncü âyetler bizlere bildirmektedir.
12. Onlardan Kureyş müşriklerinden evvel Nûh kavmi, Re’s ashabı ve Semud kavmi de Peygamberlerini yalanladılar.
12. Bu mübârek âyetler, evvelki kavimlerin de Peygamberlerini yalanlamış ve cezalarına kavuşmuş olduklarını beyân ile Hz. Peygamber’e teselli vermiş oluyor. Mahlûkatı başlangıçta yoktan var eden Yüce Yaratıcının onları iâde ederek yaratmaktan âciz olmayacağını ihtar ile öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin cehâletlerini ortaya koymakta ve susturmaktadır. Şöyle ki: (Onlardan) Yâni: Son Peygamberi inkâr eden Kureyş müşriklerinden (evvel Nûh kavmi) de (Res Ashâbı) da yâni: Bir kuyu veya bir çöl civarında oturan ve Hz. Şuayb’in veya bir nebi olan”Hanzale İbn-i Safvan”ın kavmi de (ve) Hz. Sâlih’in (Semud) denilen kavmi de Peygamberlerini (yalanladılar) onlar da Kureyş müşrikleri gibi öyle küfr ve isyân içinde bulunmuşlardı.
13. Ve Âd ve Firavun ve Lût’un kardeşleri de yalanladılar
13. (Ve Âd) Kavmi de peygamberleri olan Hz. Hûd’u (ve Fir’avun) ile onun kavmi de Mûsa Aleyhisselâm’ı (ve Lût’un kardeşleri de) yâni: Onunla aralarında musaharet = hısımlık bulunan bir kavim de Hz. Lût’u yalanlamışlardı, onların risâlet ve peygamberliğini kabul etmemişlerdi.
14. Eyke ashabı da ve Tubb’a kavmi de hepsi de Peygamberlerini yalanladı. Artık tehdid, hak oldu.
14. (Eyke ashâbı da) Yâni: Ağaçları sımsıkı bir meşelik mahâllinde bulunan bir gurup da Peygamberleri olan Şuayb Aleyhisselâm’ı (Tüb’ba kavmi de) yâni: Yemen diyârında “Tüb’baulhimeyrî” adındaki sâlih, dindar bir hükümdarları tarafından ilâhî dine dâvet edilen bir kavim de hükümdarlarını yalanladılar. Evet.. O kavimlerin (hepsi de Peygamberleri) kendilerini dine dâvet eden zâtları (yalanladı) kendilerine teklif edilen ilâhî dini kabul eylemedi (artık tehdit, hak oldu.) o peygamberlerin korkuttukları azab, onları yalanlayan kavimler hakkında o yalanlamaları sebebiyle vâcip oldu, sâbit oldu, hepsi de lâyık oldukları azablara kavuştular.
Evet.. Nûh kavmi Tûfan ile mahvoldular, Res ashâbı bulundukları mevkiin alt üst olmasiyle
yok olup gittiler, Semud kavmi de bir zelzele neticesinde helâke uğradılar. Âd kavmi de şiddetli bir rüzgâr ile helâk oluverdiler. Fir’avun da kendisine tâbi olanlar ile beraber denizde boğuldular. Lût kavmi de başlarına yağan taşlar ile ve uğratıldıkları zelzele ile mahvoldular. Eyke ahâlisi de pek şiddetli bir sıcak içinde kaldılar, başlarına yağan âteş ile yanıp gittiler. Tüb’ba nâmında mümin bir hükümdarın inkârcı kavmi de sâhip oldukları büyük bir kuvvete rağmen küfrleri yüzünden büyük bir helâke, bir âteş azabına mâruz kalmışlardır. Bu Tüb’ba, hakkında Tefsir-i Alusî’de ayrıntılı bilgiler vardır. Duhan Sûresine bakınız!.
15. Yâ biz ilk yaradılış ile yorulumuverdik âciz mi kaldık Hayır.. Onlar yeni bir yaradılıştan şiddetli bir şüphe içindedirler.
15. Yüce Yaratıcı, öyle Peygamberlerini yalanlamış haşr ve neşri inkâr ederek küfrlerinde devam edip durmak istemiş olan kimselerin cehâletlerini, o pek bâtıl düşüncelerini kınama ve teşhir için şöyle de buyuruyor: (Ya biz ilk yaratılmış ile yorulumuverdik) Bize ondan dolayı bir âcizlik mi âriz oldu ki, inkârcılar, ölülerin ilâhî kudret ile tekrar hayata erdirileceklerini imkânsız görüyorlar, ondan dolayı büyük bir şüphe ve inkâr içinde yaşıyorlar?, (hayır..) Onlar da yüce zâtın o ilk yaradılışını, ona olan kudretini inkâr edemezler.
Fakat (onlar yeni yaradılıştan şiddetli bir şüphe içindedirler) ölmüş bir kimsenin tekrar hayata erdirileceğini onların akılları kabul etmiyor, buna imkân göremiyorlar, bu hususta büyük bir şek ve şüphe içinde yaşıyorlar. Onların bu ruh hâlleri, güzelce düşünülürse pek iyi anlaşılır ki, akıl ve düşünceye tamamen aykırıdır. Bir kere ilâhî kudretin büyüklüğünü düşünmeli değil midir?. Herhangi birşeyi başlangıçta yoktan var etmek, yaratmak icadta bulunmak, o şeyi darmadağın olduktan sonra
tekrar iâde etmekten, vücuda getirmekten daha güç değil midir?. Artık öyle bir yaratma ve icada kaadir olan bir Yüce Yaratıcı, elbette ki, yeniden yaratmaya da kaadirdir. Binaenaleyh bu hakikati inkâr, bunda tereddüt, pek büyük bir cehâlet ve pek bâtıl bir düşünce eseri değil de nedir?.
§ Ağ’; Yorulmak, incinmek, birşeyi yapmaktan, söylemekten âciz kalmak demektir. Lebs” de şiddetli şüphe ve hayret ve ihtilât = karışıklık mânasınadır.
16. Ve and olsun ki, biz insanı yarattık ve ona nefisinin ne vesvese verdiğini de biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.
16. Bu mübârek âyetler de haşr ve neşrin vuk’u bulacağına dâir diğer bir çeşit delil bulunuyor. Yüce Yaratıcının kullarına mânevî yakınlık itibariyle ne kadar yakin olduğunu edebî bir üslupla beyân buyuruyor, bütün insanların herhâlde öleceklerini ve yeniden sûr’a üfrülmekle hayata ereceklerini ve her şahsın bütün yaptıklarını, söylediklerini meleklerin tesbit ettiklerini ihtar ediyor. Ve nihâyet inkârcıların vesâirenin gâfletleri giderilerek gerçek durumdan pek kat’î şekilde haberdar olacaklarına şöylece işâret buyurulmaktadır. (ve and olsun ki,) Kesin bir durumdur ki: (biz insanı yarattık) Öyle bir yaratılış hârikasını yoktan var ettik (ve ona nefsinin ve vesvese verdiğini de biliriz.) onun hayır ve şer adına neler düşündüğüne de ve onun başkalarınca bilinmeyen gizlice hâllerini de biz hakkıyla bilmekteyiz (ve biz ona) o insana (şâh damarından daha yakınız) yâni; İnsanlardan hangi birinin varlığına, bütün hâl ve fiillerine, bütün maziye, hâle ve istikbâle âid mâruz kaldığı ve kalacağı hayatî durumlarına ilm ve müşahede itibariyle onun pek mühim ve kendisine pek yakın olan şâh damarlarından daha yakın bulunuyoruz. Çünkü damarlarda et parçalariyle kaplanmış sâhibinden bir derece uzakça bulunmuştur, onun duygularına, kuruntularına vakıf değildir.
Allah Teâlâ ise kullarını kendisi yaratmıştır, onların bütün fiillerini ve sözlerini o kullarından daha fazla bilmektedir, hiçbir kulun bir hareketi, bir düşüncesi Allah’ın ilmi dışında kalamaz.
Bilinmektedir ki: Allah Teâlâ, mahlûkatına benzemekten, mahlûkat gibi bir mekâna muhtaç olmaktan, mahlûkat gibi cismen, maddeten bir yere yakin veya bir yerden uzak bulunmadan ve herhangi bir mahlûkunun bedenine girmekten hâşâ münezzehtir. O Yüce Yaratıcı, bütün bu kâinatı yoktan var etmiş, bu kâinattan evvel yine mekâna ve zamana muhtaç bulunmaksızın var bulunmuştur. Binaenaleyh o Yüce Yaratıcının yakınlığından maksat, onların bütün varlıklarını, bütün amel ve fiillerini kendilerinden daha fazla bilip onların varlıklarını takdir ve icâd buyurmuş olduğunu edebî bir üslûpla tasvir ve ifâdeden ibârettir.
Evet.. O kerem sâhibi mâbudumuz, bizlere yaratıcılığı, lûtf ve ihsânı ve bütün davranışlarımıza olan ezelî ilmi itibariyle bizden daha yakındır. Ne yazık ki: Biz bu hakikati gerektiği şekilde takdir edemiyoruz. O Yüce Yaratıcımızın mânevî yakınlığına lâyık olabilmek için üzerimize düşen kulluk vazifelerini hakkıyla yerine getirmeye çalışamıyoruz.
17. O vakit ki, iki gözetici melek sağından ve solundan oturucu olarak gözetirler zabıt tutarlar.
17. Artık hatırlanmalıdır (O vakit iki gözetici) iki hafaza meleği (sağdan ve soldan oturucu olarak gözetirler.) yâni: Bu meleklerden biri bir insanın sağ tarafında bulunarak onun iyiliklerini yazar, diğer bir melek de o insanın sol tarafında bulunarak onun kötülüklerini tesbit eder. İşte insanların bütün fiilleri ve sözleri bu şekilde de bilinmektedir, yazılmaktadır. Bu da insanların uyanmasına bir vesîledir, ileride bir inkâra, bir mâzeret ileri sürmelerine meydan kalmayacağını temin hikmetine dayanmaktadır ve haklarında ilâhî delillerin tamam olmasına da bir sebeptir.
18. İnsan hiçbir söz söylemez ki, illâ yanında hazırlanmış bir gözetici melek vardır.
18. Evet.. Herhangi bir insan (Bir lâkırdı telaffuz etmez ki,) meşrû veya gayr-ı meşrû bir söz söylemez ki, (illâ yanında hazırlanmış bir gözetici) melek (vardır.) onun bütün lâkırdılarını yazar, onun amellerini gözetir, o insanın sevabı veya azabı gerektiren her lâkırdısını yazıverir. Artık insanların bütün hâlleri bu sûretle de bilinmiş, yazılmış bulunmaktadır. Binaenaleyh insanlar, bu vaziyeti düşünüp hayatlarını tanzim etmelidirler, mes’uliyeti gerektiren sözlerden, hareketlerden kaçınmalıdırlar. Bu meleklerin bu husustaki görevleri de insanların tetikte yaşayabilmelerine bir güzel vesîle bulunmaktadır.
§ Rakîb; Koruyan, bakan, bekleyen mânasınadır. “Atid” hazır, emrolunduğu şeyi yazmaya hazır demektir.
19. Ve ölümün şiddeti hakkıyla gelince: İşte bu, kendisinden kaçtığın şeydir denilecektir.
19. (Ve ölümün şiddeti hakkıyla) Geldi, ölüm sarhoşluğu hâli yakinen ortaya çıktı, yâni böyle bir ölüm hâli (gelince) bir konuşma lisânıyla olmasa da bir lisân-ı hâl ile (işte bu, kendisinden kaçtığın şey) denilecektir. Yâni: Ey insan!. ölümü hiç düşünmüyor mu idin?. Ondan nefret ediyor, ona muhalif bir cephe almak istiyor idin, öldükten sonra nasıl bir istikbâle kavuşacağını tefekkürde bulunmuyordun, işte o kendisinden kaçınmak istediğin hâdise gelip çattı, artık bundan kurtuluş yoktur. Fakat insan öyle ölmekle artık kurtulmuş, bir daha hayata kavuşmayacak bir hâlde bulunmuş değildir.
20. Ve sûr’a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdid günüdür.
20. Evet.. Her ölen insan, tekrar hayat bulacaktır (Ve sûr’a üfürülmüştür) yâni: Kıyamet zamanı gelmiş olunca İsrâfil Aleyhisselâm tarafından yapılan ilk sûr’a üfürme ile bütün insanlar hayattan mahrum kalmış ve bilâhare ikinci bir üfürme ile de bütün ölüler yeniden hayat bulmuş olacaklardır, bunun vukuu muhakkaktır, (işte bu, tehdit günüdür) ölülerin böyle yeniden hayata erecekleri gün, kâfirler hakkında pek korkunç bir azab zamanıdır, Cenab-ı Hak’kın kendilerini korkutmuş olduğu bir ceza zamanıdır. Artık bu âkıbeti düşünsünler!.
21. Ve herkes gelmiştir. Kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhid bulunduğu hâlde.
21. (Ve) O ikinci sûr’a üfürmenin vuk’u bulacağı gün (herkese gelmiştir) her mükellef şahıs, yüce mahkemeye sevk edilmiş bulunacaktır (kendisiyle beraber bir sürücü) onu ceza mahkemesine sevk edici (ve bir şâhid bulunduğu hâlde) öyle bir sevk vücuda gelmiş olacaktır. Yâni: Onun dünyada iken hayır ve şer adına her ne yapmış ise onun kendince de belirlenmesi için kendisi bir melek tarafından mahkemeye götürülecektir, ve her ne yapmış ise onun hakkında da şâhitlik edici bir melek veya kendisinin herhangi bir uzvu bulunacaktır.
22. Muhakkak ki, sen bundan bir gaflet içinde idin, imdi senden perdeni kaldırıp açtık, artık bugün senin gözün keskindir.
22. Ve o gün kâfirlere veya gafletten uzak olmayan bütün insanlara hitaben şöyle de denilecektir: (Muhakkak ki, sen bundan bir gaflet içinde idin) bu müthiş günü düşünemiyordun, bu gündeki bu pek korkunç hâlleri düşünmüyordun, büyük bir gaflete, ber nefsanî arzuya tâbi bulunuyordun (imdi senden perdeni kaldırıp açtık) dünyada iken gözleri, kulakları, kalbleri örten, insanları sonunu düşünür olmaktan mahrum bırakan engelleri bertaraf ettik, şimdi bu âkıbeti sana apaçık göstermiş olduk (artık bu gün) bu dirilme zamanında (senin gözün keskindir) pek fazla görücüdür. Binaenaleyh bu âlemi inkâra imkân kalmamıştır ve her insan, dünyada iken işlemiş olduğu şeyleri inkâr edemeyip kabule mecbur bir hâlde bulunmaktadır.
23. Ve arkadaşı olan melek der ki: Bu yanımda olan şey amel defteri hazırlanmış bulunmaktadır.
23. Bu mübârek âyetler de cehenneme sevk edilenlere meleklerin ne diyeceklerini bildiriyor. Ve her inkârcı, inatçı, hayıra engel olan, hakka tecâvüz eden, şüpheye müptelâ ve şirk ile vasıflanmış kimselerin cehenneme atılacaklarını ihtar ediyor. Cehenneme atılan ve aralarında arkadaşlık bulunmuş olan kimselerin kendilerini nasıl müdafaa etmek isteyeceklerini Cenab-ı Hak’kın da onları çekişmeden nasıl men buyuracağını gösteriyor ve cehenneme yönelecek bir ilâhî hitaba cehennemin ne şekilde cevap vereceğini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Azaba lâyık olan herhangi şahsın (arkadaşı olan) yâni: Kendisini cehenneme sevk etmekle emrolunan melek, yarın âhirette (der ki:) bu hâdisenin vuk’u bulacağı muhakkak olduğu için geçmiş zaman kipiyle “dedi ki:” diye beyân buyurulmuştur (bu yanımda olan şey) yâni: Bu sevk ve idaresiyle görevli olduğum şahsa âid amel defteri (hazırlanmış bulunmaktadır) onu arzedeceğim.
Müfessirlerin ekserisine göre, bunu böyle söyleyen melektir. Bâzı müfessirlere göre de bunu böyle söyleyen şeytandır. O yarın âhirette diyecektir ki: Bu isyânkâr olan şahıs, benim katımda öyle birşeydir ki, cehennem için hazırlanmıştır, ben onu azdırarak ve saptırarak cehenneme hazırlamış bulunuyorum.
24. Ve emrolunur ki: Cehenneme atınız, her kâfir inatçı olanı.
24. Allah Teâlâ tarafından insanları âhirette mahşere sevke ve onların haklarında şâhitlikte emrolunan iki meleğe veya iki cehennem bekçisine emr olunur ki: (Cehenneme atınız) Dünyada iken (her kâfir, inatçı) bulunmuş (olanı) çünkü: Cenab-ı Hak’kı inkâr eden, pek fazla inatçı olup hakka itaati terk eden kimseler, cehennem cezasına lâyık bulunmuşlardır.
25. Hayr için men’e çalışanı, azgını, şüphe içinde bulunanı.
25. Yine cehenneme atınız (Hayır için men’e çalışanı) insanların İslâmiyet’le, ahlâkî fâziletlerle vasıflanmasına mâni olmak isteyeni, insanların hayır ve iyilikte bulunmalarına engel olanı. Öyle bir şahıs da cehenneme lâyıktır. Deniliyor ki: “Velid Binil Muğire” kardeşi oğullarını İslâmiyet’ten men’e çalışmış olduğu için bu âyet-i celîle, onun hakkında nâzil olmuştur. Fakat hükmü umumîdir, o gibi hayıra engel olanları kapsamaktadır. Ve (mütecaviz olanı) dinin hududunu aşanı, halkın hukukuna musallat olanı, insana eliyle ve diliyle zulm edeni ve (şüphe içinde bulunanı) Allah Teâlâ’nın
birliğini, kudretini büyüklük ve genişliği hususunda şüphe için yaşayanı da cehenneme atınız, onların hepsi de cehenneme lâyık bulunmuşlardır.
26. O kimseyi ki: Allah Teâlâ ile beraber başka ilâh da edinmiştir. Hemen onu pek şiddetli bir azab içine atıveriniz.
26. Ve bâhusus cehenneme atınız (O kimseyi ki: Allah) Teâlâ (ile beraber başka ilâh da edinmiştir.) Allah’ın birliğini inkâr ederek bir takım mahlûkatı da birer tanrı tanımıştır, şirk içinde yaşamıştır, (hemen onu pek şiddetli bir azab içine atıveriniz) o gibi dinsizler hakkın emirlerine tecâvüz eden ahlâksızlar, öyle bir azaba her şekilde lâyık bulunmuşlardır.
27. Arkadaşı der ki: Rabbimiz! Onu ben azdırmadım ve lâkin o uzak bir sapıklık içinde bulunmuş idi.
27. Yarın âhirette cehenneme sevk edilecek herhangi bir şahıs, kendisini mâzur göstermek için der ki: Yarabbi!. Beni yoldaşım olan, arkadaşım bulunan şeytan, azdırdı, doğru yoldan çıkardı. O (Arkadaşı) olan şeytan da (der ki: Ey Rab’bimiz!. Onu ben azdırmadım) onu yoldan ben çıkarmadım (velâkin o, uzak bir sapıklık içinde bulunmuş idi) o yaratılıştan alçak idi, ahlâkı pek bozuktu, artık o kendi kabiliyetine göre hareket etmiş, bizzât sapıklığa düşmüştü.
28. Allah Teâlâ da buyurmuş oluyor ki: Benim huzurumda, çekişmeyin, ben size muhakkak ki, önceden tehditte bulunmuştum.
28. Yüce Allah da öyle çekişmede bulunan herhangi bir sapık şahıs ile onu saptırmış olan şeytana, şeytan tâbiatlı saptırıcı kimseye (Dedi ki:) yâni: Kıyamet gününde buyurmuş olur ki: (benim huzurumda çekişmeyin) Bu ceza gününde kusurlarınızı biribirinize isnad ederek kendinizi mâzur göstermeğe çalışmayınız, hepinizinde hâli, durumu Allah tarafından bilinmektedir, (ben size muhakkak
ki: Önceden tehditte bulunmuştum.) Size hak ve hakikati kabul edesiniz diye peygamberler ve semâvî kitablar vasıtasiyle Allah’ın azabını haber vermiş, onun ne müthiş olduğunu bildirmiş idim, artık hakkınızda ilâhî delil tecelli etmiş, bir mâzeret ileri sürmenize selâhiyetiniz kalmamıştır. Şimdi birbirinizle mücadelede bulunmak, sizin için bir fâide vermeyecektir, hepinizde lâyık olduğunuz azaba kavuşmuş bulunacaksınızdır.
29. Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullarım için zulümkâr değilim.
29. Yüce Allah tarafından şöyle de buyurulur ki: (Benim huzurumda söz değiştirilmez.) yâni: Benim kat’iyyen beyân ettiğim, takdir buyurmuş olduğum şeyler hakkındaki ilâhî beyânım, kesindir, onlar değiştirilmez. Meselâ: Müminlerin cennetlere, kâfirlerin de cehennemlere sevk edilecekleri hakkındaki ilâhî beyân kesindir. Aynı şekilde: Bir kimsenin kendi günâhı üstünde azap görmeyeceğine, müşriklerin de aslâ mağfiretine nâil olamayacaklarına âid bulunan ilâhî beyânda kesindir, bunlarda bir değişme ve başkalaşma câri olamaz (ve ben kullarım için zulmkâr değilim.) ben hiçbir kimseye yapmış olduğu bir günâh bulunmadıkça azap etmem ve hiçbir kimseyi başkasının yerine azaba uğratmam, her hususta ilâhî adâletim tam anlamiyle tecellî eder durur.
Mübalâğa sigasiyle “Zellâm” denilmesi, Cenab-ı Hak’kın zulümden ne kadar münezzeh olduğuna bir işârettir. Çünkü denilmiş bulunuyor ki: Faraza Hak Teâlâ, bir şahsa zulm etse bu zulm, Allah’ın şânına göre pek büyük bulunmuş olur, böyle bir zulm ile vasıflanan pek zâlim sayılır. Halbuki, Allah’ın zâtı bu noksanlıklardan münezzehtir. Şüphesiz buna inanıyoruz. Bir de bunda şöyle bir işâret vardır. Mükellef kullar, pek fazladır. Bunların bir kısmına olsun zulm edilmesi, pek büyük bir yekûn teşkil edeceği için bu zulmü tercih
eden bir zât, “zellâm” olmuş olur. Halbuki, Hak Teâlâ Hazretleri böyle bir vasıf ile vasıflanmaktan uzaktır. O hikmet sâhibi Yaratıcı hiçbir kimseye zulm etmez, azaba uğrayanlar, kendi kötü hareketlerinin hikmet ve adâlet gereği olan cezasına kavuşmuş olur.
30. O gün ki, cehenneme deriz ki: Doluverdin mi? O da der ki: Daha var mı?
30. Allah’ın vâ’di ve uhrevî azabı gelmiş, tatbik edilmeğe başlanılmış olur, (O gün ki, cehenneme deriz ki:) yâni: Bir lisân-ı hâl ile cehenneme hitab buyurulmuş olur ki: Ey cehennem!, (doluverdin mi?.) İçerine sevk edilen insanlar ile cinler seni dolduruverdiler mi?. Daha başkalarını da içerine alabilir misin?, (o da) Cehennem de bir lisân-ı hâl ve soru sormak sûretiyle (der ki: Daha fazla var mı?.) artık ben doldum, bundan fazlasını nasıl içerime alabilirim?.
Diğer bir görüşe göre de cehennem, kâfir ve isyânkârlara karşı kızgınlık ve şiddetini göstermek için der ki: Cehenneme lâyık olanlar var ise onlar da gelsinler, onlara da yer vardır.
Bu sual ve cevap, deniliyor ki: Cehennemin genişliğini, dehşetini anlatmak için bir misâl ve hayâlde canlandırma sûretiyle beyân buyurulmuştur, bununla cehenneme ne kadar çok kimselerin sevk edileceğine işâret buyurulmuş oluyor. Allah ne kasdettiğini en iyi kendisi bilir.
31. Ve cennet takva sahipleri için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır.
31. Bu mübârek âyetler de cennetlere selâmetle girecek zâtların vasıflarını bildiriyor, onların müttaki, yâni: Allah’ın azabından korkan, günâhlardan tevbe eden, Allah’ın hududunu muhafazaya çalışan, ibâdet ve itaata devam eden, samimi kalb ile Cenab-ı Hak’ka yönelik bulunan zâtlardan ibâret olduğuna işâret buyuruyor ve onların ebedî
cennetlerde her istediklerine kavuşmuş ve onun üstünde olarak da Allah’ın rızâsına ve tecellisine mazhar bulunacaklarını müjdelemektedir. Şöyle ki: (Ve cennet takvâ sâhipleri için) Cenab-ı Hak korkan, günâhlardan kaçınan zâtlar için (uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır) bir hâlde ki: O cenneti daha durak mahâllinde iken müşahedeye muvaffak olurlar ve oradaki nîmetleri öğrenmiş bulunurlar, haklarında böyle bir ilâhî lütuf tecelli etmiş olur. Maamafih şöyle de denilebilir ki: Bu dünya hayatı ne kadar devam etse de yine geçicidir, âhiretteki ebedî hayata nazaran pek sınırlıdır. Bu itibar ile âhiret hayatı, insanlar için nispeten pek yakın bulunmaktadır.
32. İşte bu, sizin vaad olunduğunuz şeydir, herbir tevbekâr olan vazifesini muhafaza eden için.
32. Ve melekler tarafından kendilerine cennetler gösterilerek denilir ki: (İşte bu,) Böyle karşıdan seyretmeye muvaffak olduğunuz yüce makâm (sizin vâ’d olunduğunuz şeydir) Allah Teâlâ’nın sizlere dünyada Peygamberleri ve kitabları vâ’d buyurmuş olduğu yüksek cennettir, mükâfat makâmıdır. O takvâ sâhibi zâtların vasıfları ise şöylece açıklanmaktadır. Takvâ sâhibi (her tevbekâr olan) günâhlarından dolayı tevbe ederek Allah’ın affına sığınan ve üzerine düşen dinî vazifesini (muhafaza eden) Allah’ın haklarına riâyet edip ilâhî emirleri yerine getirmeye devam eden olgun mümin demektir. İşte öyle her takvâ sâhibi zât hakkında o Allah’ın vâ’di tecellî edecektir.
33. Rahmâna gıyaben korku duyan ve hakka yönelik bir kalb ile gelen kimseye mahsus bir cennettir.
33. Evet.. Cennet, takvâ sâhibi olan herhangi bir zâta mahsustur. Yâni: (Rahmâna gıyaben korku duyan) Cenab-ı Hak’kın yüce zâtını görmediği hâlde, onun varlığını bilip tasdik
eden, o Yüce Yaratıcıya itaatten ayrılmayan (ve hakka yönelik bir kalb ile gelen) temiz bir itikada sahip, Allah korkusu ile vasıflı bir kalbe sâhip olduğu hâlde bu hayatı terk ederek Cenab-ı Hak’ka mânen kavuşma şerefine erişen (kimseye) mahsus bir cennettir.
34. Ona selâmetle giriveriniz. İşte bu, ebediyyet günüdür.
34. O âhiret gününde öyle takvâ sâhibi zâtlara bir ikram için melekler derler ki: (Ona) O cennete (selâmetle giriveriniz) azabtan, üzüntü ve kederden uzak, yok olmaktan emin olduğunuz hâlde giriniz (işte bu) cennete gireceğiniz gün (ebediyyet günüdür) artık bu, ebediyyen devam edecektir. Artık ölüm, bu cennetten ayrılış yoktur.
35. Onlar için orada ne dilerlerse vardır ve bizim katımızda ise fazlası da vardır.
35. (Onlar için) O cennete girecek zâtlara mahsus (orada ne dilerler ise vardır.) çeşitli nîmetlere, lezzetlere nâil olacaklardır, diledikleri güzel şeylere kavuşacaklardır. (ve bizim katımızda ise) Yâni: Allah tarafından hususi bir lütuf olmak üzere o cennete girecek zâtlar için o kavuşacakları nîmetlerin, lezzetlerin üstünde daha (fazlası) da (vardır.) onlar, kabiliyetleriyle uygun olmak üzere düşüncelerinin üstünde en yüksek birer ilâhî lütfa mazhar olacaklardır, Allah’ın zâtını müşahede, onun kutsal varlığına bakmak, ilâhî tecellilere kavuşmak gibi en yüce saadetlere erişeceklerdir.
36. Ve onlardan evvel nice nesilleri helâk ettik ki, onlar kuvvetçe bunlardan daha şiddetli idiler, beldelerde dolaşıp durdular. Hiç kaçıp kurtulacak bir yer var mıdır?
36. Bu mübârek âyetler de asr-ı saadetteki din düşmanlarını tehdit edip onlardan daha kuvvetli kavimlerin dinsizlikleri yüzünden helâke uğrayıp gitmiş olduklarını haber
veriyor. Onların beldelerinde dolaşıp, eserlerinin görüldüğüne, onların tarihî felâketlerinden her düşünen kimsenin ibret alacağına işâret buyuruyor.
Âhiret hayatını yaratmaya, dinsizleri de kahr ve yok etmeye ilâhî kudretin fazlasiyle kâfi olduğuna bir açık delil olmak üzere bu Kâinatın altı günde yaratılmış olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey Son Peygamber!, (onlardan evvel) Senin Peygamberliğini tasdik etmeyen Kureyş müşriklerinden önce (nice nesilleri) cemaatleri (helâk ettik ki, onlar) o helâke uğrayan guruplar (kuvvetçe) kudretçe (bunlardan) bu Kureyş müşriklerinden (daha şiddetli idiler) Âd, Semud, Tüb’ba kavimleri bu cümledendir. Onlar, vaktiyle (beldelerde dolaşıp durdular) ticaret için, servet sâhibi olmak için her tarafa giderek seferlerde bulundular, istikbâllerini temine çalıştılar.
Buna rağmen kendilerini Allah’ın kahrından kurtaramadılar. Artık düşünmeli!, (hiç kaçıp kurtulacak bir yer var mıdır?.) Elbette ki, yoktur, hiçbiri kendisini kurtaramadı, işte ey Kureyş müşrikleri!. Sizin ve benzerlerinizin hâli de öyledir, kendinizi Allah’ın kahrından kurtaramazsınız artık istikbâlinizi düşünün!.
Karn; Cemaat, insanlardan bir sınıf, az bir zamandaki ahali, seksen sene ve boynuz mânasınadır. “Batş” kuvvet, birşeyi rıfk ile olmaksızın zor ile tutmak demektir. “Nekb” gezmek, dolaşmak, dağ içindeki yol ve delmek demektir. “Mahis” de kaçacak yer, dönmek mânasınadır.
37. Şüphe yok ki, bunda elbette bir öğüt vardır, kendisi için bir kalb olan veya kendisi şâhid olarak kulak veren kimse için.
37. (Şüphe yok ki, bunda) O eski kavimlerin hâllerine dâir haberde, bu husustaki kıssalardan herbirinde veya bu sûre-i celîledeki güzel, hikmetli işâretlerden herbirisinde (elbette bir öğüt vardır,) bir ibâdet vardır. Bunlar uyanma vesîlesi olacak
birer öğüt mahiyetindedir. Evet.. (kendisi için bir kalb olan) temiz bir kalbe sâhip olup bu gibi öğütlerden istifâde kabiliyetine sâhip olan kimse için bir öğüt vardır.
(veya kendisi şâhid olarak kulak veren kimse için) Yâni: Kendisine okunan âyetlere, söylenen kıssalara karşı tamamen hazır, zihin bütünlüğüne sâhip, zekice bir tarzda yönelmiş olduğu hâlde söylenilen bildirilen şeyleri ehemmiyetle dinleyen herhangi bir insan için öğüt vardır. Bunlardan o kimseler istifâde ederler.
38. And olsun ki, gökleri ve yeri ve bunların aralarındakilerini altı günde yarattık ve bize yorgunluktan birşey dokunmadı.
38. O inkârcılar, bir kere Allah’ın kudretinin izlerine bakmıyorlar mı?. Ne için âhiret hayatını vesâire inkâr ediyorlar?. âlemin Yaratıcısı elbette ki: Öyle her şeyi yaratmaya kaadirdir. İşte buna işâret için şöyle buyuruyor. (And olsun ki,) Muhakkak bir hâdisedir ki: (gökleri ve yeri ve bunların aralarındakilerini) Bütün bu kadar muazzam, muntazam kâinatı (altı günde) yâni o kadar müddetlik bir zamanda (yarattık) Evet.. O kadar büyük âlemler, hikmet gereği öyle az bir zaman içinde yaratılmıştır.
Maamafih eğer Kâinatın Yaratıcısı dilese idi o âlemleri bir an içinde de yaratabilirdi. (ve) Buyuruyor ki: (bize) O âlemleri yaratmaktan dolayı (yorgunluktan birşey dokunmadı.) Evet.. Bütün bu kadar muazzam âlemlerin yaradılışından dolayı Yüce Yaratıcının mukaddes, kudret ve azametle vasıflanmış olan yüce zâtına hâşâ bir zahmet, bir meşakkat ârız olmamıştır. Artık bir kere ilâhî kudretin azameti düşünülsün. Bu kadar âlemleri yoktan var etmiş olan o Yüce Yaratıcı, insanları öldürdükten sonra tekrar hayata erdiremez, kıyamet âlemini meydana getiremez mi?. Elbette bütün bunlara fazlasiyle kaadirdir. Buna inanıyoruz.
Bu âyet-i kerîme haşr ve neşri inkâr edenler için bir ikaz vesîlesi olduğu gibi Yahudî’lerin yanlış bir kanaatlerini de yalanlamaktadır. Yahudî’lerin itikadınca Hak Teâlâ gökleri ve yeri pazar gününden itibaren yaratmaya başlayarak cuma gününde, o altı gün içinde yaratmış, cumartesi günü de istirahat etmiş, arş üzerine çıkarak arkası üstüne yatmakta bulunmuştur. Bu ne kadar Allah’ın şânına aykırı bir itikat!. Hâşâ Allah Teâlâ yorgunluktan, bir makamda insanlar gibi yatmaktan münezzehtir. Sonra altı gün denilmesi, bu Kâinatın o kadar bir müddet içinde yaradılışını beyân içindir yoksa bu âlemlerin yaradılışından evvel öyle hafta günleri bulunmuş değildi ki, pazar vesâire diye o günler tâyin edilsin.
“Lugub; Yorgunluk, meşakkat, yorulmak, açlık mânasınadır.
39. Artık dediklerine karşı sabret ve güneşin doğmasından evvel ve batmasından evvel Rabbini hamd ile tesbîh et.
39. Bu mübârek âyetler de münkirlerin dedikodularına karşı Resûl-i Ekrem’in sabr edip Cenab-ı Hak’kı belirli zamanlarında tesbîh ve tehmîde devam etmesini tavsiye buyuruyor. İnkâr edilen kıyametin nasıl vuk’u bulacağını ve insanların nasıl korkunç bir sese tutularak kabirlerinden kalkacaklarını bildiriyor. Yüce Yaratıcının kullarını öldürmeğe de; diriltmeğe de, haşr ve neşri vücuda getirmeğe de hakkıyla kaadir olduğunu ve kullarının neler söyler olduklarını tamamen bildiğini haber veriyor.
Yüce Peygamberin de bir zorlayıcı olmadığını ve Hak Teâlâ’dan korkanları Kur’an-ı Kerim ile irşâd etmekle emrolunduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Son Peygamber!. (Artık) Sen kıyamet hakkında ve diğer hususlarda müşriklerin (dediklerine) bâtıl sözlerine (karşı sabr et) üzülme, onların o inkârlarının ne kıymeti var?. Bu kadar büyük bir kâinatı yaratmış olan bir Yüce Yaratıcı, insanları öldürdükten sonra tekrar yaratamaz mı?. Bunu hangi insaflı, düşünen bir insan, uzak görebilir?, (ve) Ey Yüce Peygamber!. Sen (güneşin doğmasından evvel) yâni sabah vaktinde (ve) güneşin (batışından evvel) yâni: Öğle ve ikindi vakitlerinde (Rab’bini hamd ile tesbîh et) Cenab-ı Hak’ka verdiği nîmetlerinden dolayı hamd ve senada bulunarak O’nun âcizlikten, ölüleri tekrar hayata kavuşturamamaktan uzak olduğunu söyle, hamd ve tesbîhe devam eyle.
40. Ve geceden de onu tesbihte bulun ve secdelerin arkalarından da.
40. (Ve geceden de onu tesbîhte bulun) Gecelerin bâzı vakitlerinde de, yine tesbîhe devam et (ve secdelerin arkalarından da) namazların kılınmasının ardından da Cenab-ı Hak’kı tesbîh et, hamd ve senada bulun.
İbn-i Abbas Radiyallâhü Anh’tan rivâyet edildiği üzere güneşin doğuşundan evvelki namazdan maksat, “Selâtı Fecr” denilen sabah namazıdır. Güneşin batışından evvelki namazlardan maksad da öğle ve ikindi namazlarıdır. Geceleyin kılınacak namazlardan maksat da akşam ile yatsı namazlarıdır ki, toplamı, beş vakit namazdan ibâret bulunmuş olur. Secdeleri müteâkip kılınacak namazdan maksat da farz namazlardan sonra kılınacak nâfile namazlardır veya vitr namazlarıdır yâhut yapılacak tesbîhlerdir.
41. Ve dinle, o gün ki: Seslenen, yakin bir mekândan seslenir.
41. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Kıyamet durumlarına dâir sana verilen haberi (dinle, o gün ki, seslenen) yâni: İsrâfil veya Cebrâil Aleyhimesselâm (yakın bir mekândan seslenir) Ey insanlar!. Muhasebe için tez kalkınız der, insanlar da kabirlerinden hemen kalkar, hesab mevkiine koşarlar. Müfessirlerin çoğuna göre bu da, Beyt-i Mukaddesteki Huhreden, yâni: Büyük bir taş üzerinden yapılacaktır.
42. O gün ki, o hak ile olan sesi işiteceklerdir. İşte o çıkış günüdür.
42. Evet.. (O gün ki, o hak ile olan korkunç sesi işiteceklerdir) Bütün ölüler, ikinci sûr’a üfrülme vâki olunca o hakka dayalı olan sesi duyarak kabirlerinden kalkacaklardır, (işte o çıkış günüdür) O gün bütün ölüler, hayat bulup kabirlerinden çıkacaklar, mahşere sevk edileceklerdir.
43. Şüphe yok ki, biz, bizler diriltiriz ve öldürürüz ve dönüşü de bizedir.
43. Yüce Yaratıcı şöyle de buyuruyor: (Şüphe yok ki, biz) Evet.. (Bizler) Yâni: Kudret ve azametle vasıflanan yüce zatını (diriltiriz) insanları vesâire dünyada hayata kavuştururuz (ve) onları bilâhare (öldürürüz) belirlenmiş ecelleri nihâyet bulunca kendilerini hayattan mahrum bırakırız, bu hususta yüce zâtıma hiçbir kimse ortak olamaz, (ve dönüş de bizedir.) Yâni: İnsanların âhirette mükâfata veya cezaya ermeleri için varacakları yer ise ancak Hak Teâlâ’nın tâyin buyurmuş olduğu muhasebe sahasıdır.
44. O gün ki, yer, onlardan sür’atle çatlayıp ayrılır. İşte o, bir haşrdır, bize göre pek kolaydır.
44. Evet.. İnsanlar Allah’ın huzuruna yâni: Onun tâyin buyurduğu yüce mahkemeye sevk edilirler, (O gün ki, yer onlardan) ölmüş kimselerden (sür’atle çatlayıp ayrılır) içinde bulunmuş olan ölüler, hemen fırlayıp çıkıverirler (işte o, bir haşrdır) bir dirilme, bir toplama ve sevk günüdür. O gün herkes kabrinden kalkarak mahşere sevk edilmiş olur. Böyle bir haşr ise (bize göre pek kolaydır) takdir edilen vakit gelince hemen pek kolaylıkla, bir ilâhî emrin yönelmesiyle meydana gelir. Artık bu hususta hangi akıllı, tereddütte bulunabilir?. Nerede kaldı ki, inkâra cür’et edebilsin.
45. Biz onların neler söylediklerini pek iyi bileniz ve sen onların üzerlerine bir zorlayıcı değilsin. Artık benim tehdidimden korkacaklara Kur’an ile öğüt ver..
45. Yüce Yaratıcı, Resûl-i Ekrem’ine teselli vermek, inkârcıları da tehditte bulunmak için buyuruyor ki: (Biz onların neler söyler olduklarını pek iyi bileniz) O inkârcılarını kıyamet vuk’u bulacağını inkâr ettiklerini ve kıyamete âid âyetleri yalanladıklarını hakkıyla bilmekteyiz, onlar, inkârlarında devam edince büyük cezalara mâruz kalacaklardır, (ve sen) Resûlüm!, (onların üzerlerine bir zorlayıcı değilsin) onları zorla imâna, âhireti tasdike sevk etmekle emrolunmuş bulunmuyorsun. Zâten samimi bir sûrette olmayıp da zorlamaya binaen kabul edilen bir imân, bir tasdik, Allah katında makbul olamaz, (artık benim tehdidimden) Kur’an-ı Kerim vasıtasiyle vuk’u bulan ilâhî vâ’dden (korkacaklara) öyle korkup uyanacak, hakkı kabul edecek kabiliyette bulunanlara (Kur’an ile öğüt ver) onlara dinî vazifelerini bir müjde ve bir uyanma vesîlesi olmak üzere zikr et, telkinde bulun.
Çünkü Hak ve hakikati kabul eden zâtlar, ancak Allah’tan korkan, Cenab-ı Hak’kın kudret ve azametini bilip kalblerinde Allah korkusu parlayıp duran müminlerdir, başkaları değildir. Hak Teâlâ Hazretleri, cümlemizi selâmet ve saadetin yegane vesîlesi olan imân şerefinden ayırmasın. Peygamberlerin seyyidi olan Hz. Muhammed hürmetine Âmin.