İsra Suresi Tefsiri

İsra Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ÖMER NASUHİ BİLMEN

İsra Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu sûre-i celile yüz on bir âyeti kapsamaktadır. Tercih edilen görüşe göre bütün bu âyetler Mekke-i Mükerreme’de ınmiştir. Bazı zatlara göre yalnız (60, 76, 80) inci âyetler Medine-i Münevvere’de inmiştir. Bu mübarek sürede Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin geceleyin miracı şerife ulaştığı beyan buyurulduğu için buna “İsrâ Sûresi” adı verilmiştir. Çünkü “İsrâ” kelimesi, geceleyin bir yerden diğer bir yere yaya veya süvari olarak gitmek ve gidilmek mânasınadır. Miraç ise yükseğe çıkmak demektir. Yüce Peygamber’in geceleyin götürülmesi, göklerin üstüne kadar çıkarılması ger-çekleştiğinden bu yolculuğa “Miraç” adı da verilmiştir. Bu mübarek isrâ sûresinin başlıca, içeriği şunlardır:

(l) Bundan evvelki Nahl sûresinde Hazreti İbrahim’in büyük bir Peygamber olduğu ve Cenab-ı Hakkın iyilik yapanlarla beraber bulunduğu bildirilmişti. Bu İsra Sûrei celilesinde de son peygamber Hz. Muhammed’in Miracı Şerife çıkması bildirilerek onun ne kadar seçkin yüce bir peygamber olduğuna ve ne kadar Allah’ın ihsânına mazhar, iyi ve saygın bir zat olduğuna işaret buyurulmaktadır.

(2) Hazreti Musa’ya ve İsrail oğullarının durumlarına ait açıklamalar

(3) Kur’an’ı Kerim’in nasıl bir hidayet rehberi olduğuna, Allah’ın kudretini gösteren yaratılış eserlerine, kulluk vazifelerini yerine getirmeyenlerin korkunç âkibetlerine ve nice kavimlerin bu yüzden helâk olmuş olduklarına dair bilgiler.

(4) insanların nelerle mükellef olduklarına, valideynin ve akrabalarınhaklarına riâyetin lüzumuna dair uyarılar.

(5) Diğer riayet edilecek ve kendilerinden kaçınılacak hususlara dair bilgiler ve bu konudaki hikmetli açıklamaları.

(6) Allah’ın birliğine şahitlik eden deliller, Kur’an’ı Kerim’e ve bir kısım hakikatlara karşı inkârcıların vaziyetleri, cahilce iddiaları.

(7) Hak Teâlâ’nın bu âlemdeki tasarrufları, inkârcıların haklarındaki helâk ve cezayı ve bazı hususlardan dolayı tecelli eden ilâhî imtihanı

(8) Meleklerin Hazreti Adem’e karşı secde ile mükellef iyetleri, şeytanın ise bu secdeden kaçınmış ve ebedî lânete hedef olmuş olduğu.

(9) İnsanlık hakkındaki çeşitli nimetler, bunlara karşı bir takım kimselerin nankörlükte bulunmakta oldukları âkibet, kimlerin selâmete erip kimlerin eremiyecekleri.

(10) Namazların kılınacağı vakitler, Kur’an-ı Kerim’in inişindeki faideler, hikmetler.

(11) Ruh hakkındaki suale cevap.

(12) Bütün insanlar ve cinlerin Kur’an-ı Kerim’e bir benzer meydana getiremiyecekleri ve kâfirlerin nasıl bir inatçı şekilde küfre düşmüş oldukları ve kendilerine verilen cevap.

(13) Hazreti Musa’ya verilen âyetler, hârikalar. Firavun’un iddiası ve felâkete uğrayışı.

(14) Kur’an’ın büyük bir hak ve hikmet üzere nazil olmuş olduğu, Cenab’ı Hak’ki İlim ve irfan ehlinin tevhid ve tesbihe devam edecekleri ve Hak Teâlânın değerli vasıfları.

1. Noksan sıfatlardan münezzehtir o kudret sahibi yaratıcı ki , kulunu bir gece Mescid i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid’i Aksâ’ya yürüttü. Tâ ki, ona âyetlerimizden bir kısmını gösterelim. Şüphe yok ki, ancak o ezelî yaratıcı dır her şeyi işiten gören.

1. Bu mübarek âyet, yaratıkların en şereflisi olan Yüce Peygamberimizin bir nice kudret ve azamet eserlerini görmesi için geceleyin Mescid-i Aksa’ya götürülmüş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Her tûlü mükerhmellikleri zatında toplamıştır ve bütünnoksanlardan (uzaktır o) Kudret sahibi Yaratıcı (ki kulunu) en şerefli bir kulu ve habibi olan Peygamberlerin efendisi, Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ı (bir gece) az bir müddet içinde bir kudret hârikasının eseri olarak (Mescid-i Haram’dan) Kâbe-i Muazzama’dan, Kâbetullahın kuzey tarafındaki Hicrülkâbe, Hicri İsmail ve Hatimi Kâbe denilen mevkiden veya Hazreti Ali’nin kız kardeşi Ümmühânî Radiallahü anhanın Kâbe’nin çevresinde bulunan evinden aldırarak (çevresini mübarek kıldığımız) maddî ve manevî bereketlere, bolluklara mazhar kılmış bulunduğumuz (Mescid-i Aksa’ya) Beyti Mukaddese o zamana kadar ötesinde daha başka bir mescit bulunmayan ve geçmiş bir kısım Peygamberler için bir mabet, bir vahyin iniş yeri olan o kutsal mevkle (yürüttü) oraya bir harikulâde tarzda kavuşturdu, (ta ki ona) Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’a (âyetlerimizden gösterelim) Yüce Yaratıcının kudret ve büyüklüğüne şahitlik eden birnice hârikaları, ruhlar ve melekler âleminin eşsizliklerini görmeye muvaffak olsun. O kadar uzak mesafeleri öyle az bir zaman içinde gidip birnice mübarek Peygamberlerin görünecek ruhaniyetleriyle temasta bulunsun. (Şüphe yok ki ancak, o) Yüce Yaratıcı ve Kerem sahibi, (dîr her şeyi) bütün mahlûkatının sözlerini, dualarını niyazlarını, (işiten) ve ancak o ezelî yaratıcıdır her şeyi (gören) her şeyden hakkıyla haberdar olan işte Yüce Resûlü olan Hazreti Muhammed’in de bütün yakarışlarını işiten, bütün ibadet ve itaatini görüp bilen o Yüce Yaratıcı, o muhterem habibini, Resûlünü öyle pek yüce bir seyahat şerefine kavuşturmuştur.

§ Resûl-i Ekrem Sallallahü Aleyhi vesellem Efendimizin “Miraç” denilen bu mübarek sayahati, en kuvvetli rivayetlere göre peygamberliğin onüçüncü senesinde hicretten altı ay önce recebi şerifin yirmi yedinci gecesinde meydana gelmiştir. Bu gecede yücePeygamberimiz, zaman ve mekânda münezzeh olan Yüce Allah’ın tecellilerine, ilâhî hitablarına kavşmuş, bir nice kutsî âyetleri, alâmetleri görmeye muvaffak olmuştur. Bütün müslümanlar, her sene Miraç gecesine tesadüf eden bu mübarek geceyi kutlamaya çalışırlar, bu gecede ibadet ve itaatte bulunmayı büyük bir nimet bilirler, günahlarından tövbe etmeyi, insaniyete hizmette bulunmayı mühim bir vazife kabul ederler.

§ Resûl-i Ekrem’in bu miracı, müslümanların çoğunluğuna göre uyanık bir halde ruh ve cesetle beraber vaki olmuştur. O Yüce Peygamber’in bir gece içinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmüş olduğu bu âyeti celile ile sabittir. Binaenaleyh inkâr eden kâfir olur, Mescid-i Aksâ’dan göklere, sidretülmüntehaya götürülmüş, orada Allah’ın tecellilerine kavuşmuş olduğu da meşhur hadisler ile sabittir. Binaenaleyh bunu inkâr edenler de bidat işlemiş ve sapıtmış olurlar. O Yüce peygamberin bu gecede arş ve kürsüyü, cennet ile cehennemi seyretmiş olduğu da ahâd hadis ile sabittir. Bunu inkâr edenler de hata etmiş sayılırlar.

§ Miracın vukuu icma ile sabittir, ruh ve cesetle beraber olduğu da müslümanların çoğunluğunca kabul edilmiştir. Bu seyahat, büyük bir harika kabilinden olarak pek az bir zamanda” vuku bulmuş, Resûl-i Ekrem’in öyle geceleyin Mekke-i Mükerreme’den ayrıldığını başkaları görmemiş oldukları için bu miracın yalnız ruh ile meydana geldiğini Hazreti Ayşe validemiz gibi bazıları kabul etmişlerse de bu, çoğunluğun kanaatine ve birçok hadisi şerifi açıklamalarına aykırı bulunmuştur.

§ Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hazreti Cibril’in getirmiş olduğu burak ile yani: Şimşek gibi son derece parlak ve süratli harekete sahip bir hayvan, bir nakil vasıtasiyle başlangıçta Beytülmukaddes’e varmış, orada iki rekât namaz kılmış, sonra Cibril-i Emin ile birincigöğe yükselmişler, gök kapıları açılmış, orada Hazreti Adem’ie görüşmüştün Sonra ikinci göğe çıkmışlar, orada da Yahya ve İsa Aleyhimesselâm ile görüşmüştür. Sonra da üçüncü semaya çıkmışlar, orada da Yusuf Aleyhisselâm ile karşılaşmıştır, Sonra da dördüncü semaya yükselmişlerdir. Orada da İdris Aleyhisselâm ile karşılaşmıştır. Badehu beşinci semaya yükseliıken Harun Aleyhisselâm ile görüşmüştür. Bunu müteakip de altıncı semaya yükselerek orada da Musa Aleyhisselâm ile sohbette bulunmuştur. Bundan sonra da yedinci semaya çıkarak İbrahim Aleyhisselâm ile görüşmüştür. Bütün bu mübarek Peygamberler, Resûl-i Ekrem Efendimize merhabalar diyerek hakkında dualarda bulunmuşlardır. Hazreti İbrahim, Beytülmamûr denilen yüce bir makama dayanmış bulunuyordu ki, buraya hergün yetmiş bin Melek geliyor, bir daha geri dönmüyorlardı.

§ Son Peygamber Hz. Muhammed, o yüce makamlardan sonra “Sidretülmüntehâ” denilen pek yüce bir makama ulaşmıştı. Orada Resûl-i Ekrem Hazretleri pek kutsî tecellilere mazhar olmuş ve o geceden itibaren beş vakit namaz farz kılınmıştır. Başlangıçta elli vakit farz kılınmıştı. Hazreti Musa’nın tavsiyeleri üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz bir kaç defa Cenab’ı Hak’ka dua ve yakanşta bulunmuş, ümmeti hakkında kolaylık gösterilmesini niyaz etmiş, nihayet elli vakit beş vakte indirilmiş, fakat bir vaktin edası için on misli sevap verileceği vâd buyurulmuş olduğundan beş vakit namaz, elli vakit namaz sevabını kazandırmıştır.

§ Sidretülmüntehâ; bütün meleklerin ilimleri ancak bu makama kadar vasıl olabileceği için bu makama bu ünvan verilmiştir. Diğer bir rivayete göre de Hak Teâlâ’nın yukarıdan inen ve aşağıdan yükselen emirleri bu makamda son bulduğu için buna “Sidretülmüntehâ” denilmiştir.

§ Yüce Yaratıcının kudret ve büyüklüğünü düşünen, bu içinde yaşadığımız dünyada bile nice kudret hârikalarının gözler önünde tecelli edip durduğunu gören aydın kimseler için Miraç harikasını inkâr etmek, imkânsız görmek asla mümkün değildir.

§ Evet.. Gök cisimlerinin varlığını, süratli hareketlerini görüp biliyoruz. Özellikle güneşin ne kadar süratle hareket ettiği ve ondan yayılan ışıkların birkaç dakika içinde yer yüzünü kapladığı görülüp durmaktadır. İnsanların bile bir takım maddî vasıtalar ile ne kadar yükseklere az bir zaman içinde uçup gittikleri görülmektedir. Bütün bunlar, Cenab’ı Hak’kın bu kâinata verdiği özellikler sayesinde meydana gelmektedir. Artık bu kadar muazzam kâinatı var eden bir Yüce Yaratıcı dilediği muhterem bir kulunu derhal dilediği makamlara yükselemez mi? Bunun aksini iddia, Allah’ın kudretini inkârdan başka birşey değildir.

§ Eğer Peygamberin miracı, yalnız mhanî olsa idi onu birçok kimselerin o zaman inkârına mahal kalmazdı, halbuki, o hem ruhî ve hem bedenî olduğu içindir ki. Allah’ın kudretini düşünme özelliğinden mahrum bulunanlar onu inkâra kalkışmışlardır. Resûl-i Ekrem, Kudus’ü şerifi asla görmemişti, Miraçtan sonra oraya dair bilgi verdiği gibi o esnada yolda tesadüf etmiş olduğu bazı kafilelere dair de bilgiler vermiş, ve onlar da öylece ortaya çıkarak Resûl-i Ekrem’in iddiasını kuvvetlendirmiştir. Göklere çıkmış bulunması ise daha büyük bir hâdise olduğundan bu âyeti kerime de Peygamberin yalnız Beytülmukaddese kadar olan yolculuğu açıklanmış, bir takım inkârcıların daha ileri inkâra gitmemeleri için göklere yükselme hususu bu âyette hikmet gereği izah edilmemiştir. Fakat her yönüyle güvenilir, doğru sözlü olan Yüce Peygamber göklere kadar olan yükselmesini de birçok hadisler ileümmetine haber vermiştir. Buna İman edilmesi de müminlerin imanlarındaki sağlamlığı, isabeti bir kat daha arttırmış bulunmaktadır. Kısacası: Peygamber efendimiz Miraç âleminde âdeta maddî alemle ilgili hususlardan sıyrılmış, ilâhî bir teyze kavuşmuş, mübarek gözleri önünde bir nice eşsiz kudret eserleri tecelli etmiştir.

Münevver eyledin sen pertev! veçhinle eflâki,

Seni tebcil-ü tebrik eyleriz ey mefharî âlem!..

2. Ve Musa’ya kitap verdik ve onu o kitabı İsrail oğullarına bir hidayet rehberi kıldık, benden başkasını vekil tutmayın diye.

2. Bu mübarek âyetler, Hazreti Musa’ya da ilâhî bir ikram olarak pek faideli bir kitap verilmiş olduğunu ve onun ümmeti olan İsrail oğullarına bir kısım emirlerin tebliğ edilmiş bulunduğunu bildirmektedir. O İsrail oğullarının ise kavuştukları nimetlerin kadrini bilmeyerek nasıl hareketlerde bulunacaklarının ve başlarına ne gibi fecî felâketlerin geleceğinin kendilerine evvelce ihtar buyurulmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve Musa’ya kitap verdik) yani: O Yüce Peygamber’i de Tür’a davet ederek kendisine Tevrat kitabını ihsan buyurduk (ve onu) o mübarek kitabı (İsrail oğullarına bir hidayet rehberi kıldık) onun Allah’ın birliğine, dînî hükümlere ait içerdiği hususlar bir hidayet ve saadet vesilesi bulunuyordu. (Benden) bütün kâinatın Yaratıcısı, Mabudu olan yegâne zatımdan (başkasını vekil tutmayın) herhangi bir mahlûku Rab, mabut edinerek kendisine tapmayın, işlerinizi onlara havale etmeyin (diye) kendilerine emir ettik. Çünkü Allah’ın izni olmadıkça hiçbir mahlûk, diğer bir mahlûka bir iyilikte, bir hizmette bulunamaz. Bütün muvaffakiyetler Allah’ın takdirine bağlıdır.

3. Ey Nuh ile beraber gemiye yüklediğimiz kimselerin zürriyeti! Şüphe yok ki o çok şükredici bir kul idi.

3. Ey İsrail oğulları!. (Ey Nuh ile beraber)tufan felâketinden kurtulmaları için Nuh’un gemisine (yüklediğimiz kimselerin zürriyeti) hakkınızdaki bu ilâhî lütfu hatırlayınız, bunun şükrünü yerine getirmeye çalışınız. (Şüphe yok ki, o) Nuh Aleyhisselâm (çok şükredici bir kul idi) kavuştuğu nimetlerin kadrini bilen, bunları kendisine ihsan buyurmuş olan Kerem sahibi Yaratıcısına karşı fazlaca şükürde bulunan mübarek bir Allah kulu idi. Şükür ise selâmet sebebidir, nimetlerin artmasına bir vesiledir. O şükür sayesinde Hazreti Nuh selâmet sahasına ermiş, dünya tarihinde yüce bir ad bırakmış, bütün insanlık için uyulması gereken bir örnek olmuştur. Artık ey İsrail oğulları!. Siz de Hazreti Nuh’a imân ederek gemisine sığınmış, o sayede selâmete ermiş olan kimselerin zürriyetinden bulunuyorsunuz. Siz de Hazreti Musa gibi bir Peygambere, bir selâmet rehberine kavuşmanızdan dolayı şükretmeli, onun bütün emirlerine, yasaklarına uymalı değil misiniz?. Ne yazık ki, siz daima bunun tersine hareket etmiş ve etmekte bulunmaktasınızdır.

4. Ve İsrail oğullarına kitapta hükmettik ki, muhakkak siz yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınızdır ve muhakkak ki, büyük bir yükselişle yükseleceksinizdir. Serkeşlik yapıp kabaracaksınız.

4. (Ve İsrail oğullarına kitapta) Tevrat’ta (hükmettik ki) yani: Yakup Aleyhisselâm’ın evlât ve torunlarından bulunan kimseler hakkında Hazreti Musa vasıtasiyle, vahiy yoluyla beyan buyurduk ki veya Levh-i Mahfuzda tesbit kılmış olduk ki, Ey İsrail oğulları!. (Muhakkak siz yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınızdır.) Evet.. And olsun ki, Şam diyarında, o mukaddes ülkede ve diğer bir görüşe göre Mısır diyarında iki defa Tevrat’ın hükümlerine muhalefet ede-ceksinizdir. Bunun birincisi: Şa’ya Aleyhisselâm’ı öldürmeleri ve kendilerini Allah’ın azabı ile uyaran Ermiya’yı hapisetmeleridir. İkincisi de: Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm’ı öldürmeleri ve İsa Aleyhisselâm’ın hayatına suikastte bulunmalarıdır. (Ve muhakkak ki,) Ey İsrail oğulları!. Siz (büyük bir yükselişle yükselecek” siniz) yani: Serkeşlik yapıp kabaracaksınızdır, hakka itaatten kaçınacaksınızdır, kibirli tarzda hareketlerde bulunarak dikbaşlılıkta, zulüm ve bozgunculukta devam edip duracaksınızdır.

5. İmdi o ikiden iki fesattan birinin vadesi vakti cezası gelince üzerinize bizim çok şiddetli kuvvet sahibi olan kullarımızdan göndereceğiz. Artık evlerin aralarını bile araştıracaklardır. Bu, bir yerine getirilmiş hükümden ibaret bulunmuştur.

5. Ve şöyle buyumlmuştu ki; Ey İsrail oğulları!. (İmdi) siz bekleyiniz (o ikiden) o yapacağinız iki fesattan (birinin vadesi) vakdi, cezası (gelince) va’dedilen cezanın vakti yaklaşacak olunca sizin (üzerinize bizim çok şiddetli kuvvet sahibi olan kullarımızdan göndereceğiz) onlar savaşlarda büyük bir kuvvet ve kudret sahipleri bulunan guruplardır. Bunlar ya Ninova ahalisinden olan Sencarip ile ordusundan ibarettir veya Buhtunnasr’dır veyahut Câlût’tur. (Artık) o kuvvet sahipleri, İsrail oğullarına ait (evlerin aralarını bile araştıracaklardır) onları öldürmek için her tarafta dolaşıp duracaklardır. (Bu) şekilde ortaya çıkacak bir azap ve bir azaba uğrama (bir yerîne getirilmiş hükümden ibaret bulunmuştur.) Vukua gelmesi takdir edilen kesin bir ilâhî takdir gereğidir. Nitekim öylece de gerçekleşmiştir. Evet.. O kuvvet sahipleri, İsrail oğullarının âlimlerini öldürmüşler, Tevrat’ı yakmışlar, mescitlerini tahrip eylemişler, onlardan yetmişbin kişiyi esir almışlardı, İşte vaktiyle Peygamberlerine isyan eden, dinin hükümlerini kabul eylemeyip inkârcı ve kibirli bir tarzda harekette bulunan her kavim, böyle bir cezayı hak etmiştir. Ebussuut tefsirinde de denildiği gibi bir kısımzalimlere, diğer bir kısım zalimlerin musallat olmaları, bu dünyada cereyan eden ilâhî bir sünnettir.

6. Sonra da onlara karşı tekrar size bir kabiliyet verdik ve mallar ile ve oğullar ile gücünüzü artırdık ve sizi sayıca düşmanlarınızdan daha fazla kıldık.

6. Bu mübarek âyetler, günahlarından tövbe etmiş olan İsrail oğullarının tekrar nimetlere, varlıklara kavuşmuş olduklarını ve yapacakları iyilikler ile kötülüklerin kendi nefislerine ait olacağını bildiriyor. Tekrar isyan edip haklarındaki ikinci ilâhî tehdidin ortaya çıkması zamanında da nasıl bir felâket ve helâke uğrayacaklarını ihtar ediyor. Bu gibi felâketlerden ibret alarak hallerini düzeltmeye çalışanların Allah’ın merhametine kavuşacaklarını müjdeliyor. Küfür ve isyanda dönüp kalanların da tekrar felâkete uğratılacaklarını ve ebediyyen cehenneme atılacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey İsrail oğulları!. O mağlûbiyetinizden bir müddet (sonra onların) o sizi mağlûp etmiş olan kavimlerin (üzerine tekrar size bir galibiyet verdik) yeniden bir devlete, bir hâkimiyete kavuştunuz. Deniliyor ki: Bu, Hazreti Davud’un zamanına tesadüf etmektedir. Aradan yüz sene geçmişti, İsrail oğulları bozgunculuktan vaz geçmişler, tevbe edip af dileğinde bulunmuşlardı. Davut Aleyhisselâm, kendilerine hâkim olmuş, düşmanları olan Calût’u öldürmüştü. Diğer bir görüşe göre bu, Daniyal Aleyhisselâm’ın hâkimiyet zamanına rastlamaktadır. O zat Buhtunnasr’a tabi olanlara galip gelmiş, İsrail oğullarının esirleri, esirlikten kurtularak Şam’a dönmüşlerdi. (Ve) Cenab-ı Hak, İsrail oğullarına hitaben buyuruyor ki (size mallar ile ve oğullar ile yardım ettik) vaktiyle mallarınız yağma edilmiş, çocuklarınız öldürülmüş idi. Yeniden servete evlada kavuştunuz, düşmanlarınıza karşı savaşa muvaffakbulundunuz. (Ve sizî sayıca) düşmanlarınıza karşı cephe alacak kabilelerce düşmanlarınızdan (daha fazla kıldık) sizi böyle yükselttik. Artık bunun kadrini bilmeli değil miydiniz?.

7. Eğer iyilik etmiş olursanız kendi nefisleriniz için iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötülük etmiş olursanız kendi nefisleriniz için etmiş olursunuz. Artık ikinci va’de gelince yüzlerinizi çirkinleştirsinler ve evvelce girdikleri gibi yine mescide girsinler ve ellerine geçirdikleri şeyleri tahrip eylesinler diye düşmanlarınızı yine size musallat ettik.

7. (Eğer iyilik etmiş olursanız) gerek nefsinize ve gerek başkaları hakkında güzel muamelerde, yardımlarda bulunur iseniz, bunları (kendi nefisleriniz için iyilik etmiş olursunuz) bu iyiliğin sevabı mükâfatı kendi şahıslarınıza aittir. (Ve eğer kötülük etmiş olursanız) bozgunculuğu ve haramları işlerseniz, bunu da (kendi nefisleriniz için etmiş olursunuz) onun günahı, cezası kendi şahıslarınıza yönelik olacaktır. Bunu düşününüz!. (Artık ikinci vade gelince) tekrar hak yoldan ayrılıp bozgunculuğa düştüğünüzden dolayı ikinci defa olarak intikama, cezaya uğrayacağınıza dair olan ilâhî tehdidin zamanı gelince de (yüzlerinizi çîrkînleştirsînler diye) üzerinize bir takım kuvvet sahiplerini gönderdik (ve evvelce girdikleri gibi yîne mescide girsinler diye) Mescid-i Aksa’yı tekrar tahrip eylesinler diye o kuvvet sahiplerini sizlerin üzerinize saldırdık (ve galebe ettikleri şeyleri) istilâ edip durdukları herhangi bir parçalanacak mahv ve yok olacak varlıklarınızı (helâk eylesinler diye) düşmanlarınızı yine size musallat ettik. Filhakika İsrail oğulları, yine isyana başlamışlar, Peygamberlerine muhalefette bulunmuşlar, Zekeriya ve Yahya Aleyhimesselâm’ı şehit eylemişlerdi. Bu ikinci isyanları yüzünden de üzerlerine “Hardun”veya “Cerdus” adındaki Babil hükümdarı musallat olmuş, o muhterem Peygamberlerin intikamını almış, İsrail oğullarının yurtlarını harap edip gitmiştir. Yahudilerden Konstantin adındaki Rum hükümdarının intikam almış olduğu da bilinmektedir.

8. Umulur ki, Rabbiniz size merhamet buyura ve eğer yine dönerseniz biz de döneriz. Ve biz cehennemi kâfirler için bir hisar bir zindan kılmışızdır.

8. Ve Ey İsrail oğulları!. Bu ikinci felâkete de uğradıktan sonra tevbe eder, işlemiş olduğunuz günahlardan kaçınırsanız (umulur ki. Rabbiniz size merhamet buyurur) evvelki fesat ve isyanınızdan dolayı sizi sürekli olarak felâketler içinde yaşatmaz. (Ve eğer yine dönerseniz) tekrar bozgunculuğa başlar iseniz (biz de) af f imizdan (döneriz) sizden tekrar intikam alır, sizi dünyada yeniden cezalara uğratırız. Gerçekten de onlar yine doğru yoldan ayrılmış, Tevrat hükümlerine muhalefet etmiş, İncil’i inkâr eylemiş, Hazreti İsa’nın hayatına kastetmek istemiş ve özellikle Kur’an-ı Kerim ile Son Peygamberi de yalanlamışlardır. Binaenaleyh Yahudi kabileleri öteden beri birçok milletler ve hükümetler tarafından çeşit çeşit cezalara uğratılmışlardır. Hayber gazvesi neticesindeki mahv ve perişan olmaları da bu cümledendir. (Ve biz cehennemi kâfirler için bir hisar) bir hapishane, içinden ebediyen çıkamayacaklar! bir zindan (kılmışızdır) kâfir olanlar, yalnız dünyada görecekleri felâketler ile kalmıyacaklardır. Onların bazıları bu dünyada hikmet gereği bir felâkete uğramayabilir. Fakat onlar asıl ahiret âleminde hak ettikleri ebedî azaplara herhalde çarpılacaklardır. Kur’an’ı Kerim’in bu beyanları, bütün insanlık için bir ibret dersi mahiyetinde bulunmaktadır.

9. Şüphe yok ki bu Kur’an, en doğru olan yola iletir ve salih amellerde bulunan müminlere müjde verir ki, onlar için muhakkak bir büyükmükâfat vardır.

9. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim’in nasıl yüce bir rehber ve salih müminler hakkında ne kadar güzel bir müjdeci olduğunu bildiriyor. Buna rağmen dinden ayrılan kimselerin de fecî âkibetlerini ihtar ediyor. Ve nice insanların hayırdan uzak, dînî hükümlere aykırı şeyleri aceleyle temennide bulunur olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki; Ey İsrail oğulları!. Ve ey diğer kitap ehli!. Kur’an-ı Kerim’in ne kadar yüce bir ilâhî kitab olduğunu güzelce düşündükce pek güzel anlayabilirsiniz. Artık öyle kutsî, insanlığın maddî ve manevî hayatını mükemmelce tanzim edecek hükümler taşıyan bu apaçık kitabı tasdik etmeniz icabetmez mi?. (Şüphe yok ki, bu Kur’an) bütün insanlığa hitabeder, bunun hükümleri, bütün insanlığa yöneliktir, yalnız bir kavmi, bir milleti değil, bütün milletleri İslâm dinine davet eder, bütün insanlık âleminin manevî nurlar içinde kalmasına vesile olacak ahlâkî, ictimâî hükümleri içermektedir. Kendisine imân edip hükümlerine uyanları (en doğru yola iletir) onları İslâm dinine, şeriatına kavuşturur (ve) takva gibi, adalet ve ihsan gibi, akraba haklarına riayet gibi (salih salih amellerde) devam edip durmakta (bulunan müminlere müjde verir ki: Onlar için muhakkak bir büyük mükâfat vardır) o da cennete kavuşmaktır, Allah’ın cemalini görme şerefine ulaşmaktır.

10. Ve o kimseler ki, ahrete imân etmezler, muhakkak ki, onlar için de pek açıkla bir azap hazırlamışızdır.

10. (Ve o kimseler ki) Kur’an-ı Kerim’in insanlığı bu kadar aydınlatma lûtfunda bulunduğuna rağmen onun nûrlarından istifadeye çalışmaz, onun pek kesin deliller ile beyan etmekte olduğu (ahirete) haşır ve neşre, cennet ve cehenneme o apaçık kitabın tarif edip açıklandığı şekilde (İman etmezler) inkârcı bir halde ölür giderler (onlar için de pek acıklı bir azap hazırlamışızdır) ki, o daebedî şekilde olan cehennem azabından ibaretir. Din düşmanlarının böyle fecî bir âkibete uğrayacaklarını beyan da müminler için ayrıca bir müjde mahiyetindedir.

11. Ve insan hayrı istediği gibi şerri de ister. Ve insan pek aceleci olmuştur.

11. (Ve) İnsanlık, Kur’an-ı Kerim gibi bir hidayet rehberine kavuşmuş olduğu halde yine birçok (İnsan, hayra dua ettiği gibi) o Kur’an’ın beyanlarına, irşadlarına hayır ve iyilikleri tavsiyesine aykırı olarak (şerre de duada bulunur) meselâ: Bazı kâfirler, İslâm dinini inkâr ederler ve bu inkârlarındaki ısrarı göstermek için “Yarabbi! eğer İslâmiyet bir hak din ise bizim üzerimize gökten taş yağdır veya elem verici bir azap getir” diye duada bulunurlar. Bazı insanlar da, nefislerine, ailelerine veya mallarına ârız olan bazı facialardan dolayı pek müteessir olurlar, bir gün evvel ölmelerini, mahv olup gitmelerini temennide bulunurlar. Böyle bir dua ise elbette muvafık değildir. (Ve insan) cinsi (pek aceleci olmuştur.) Her hatırına gelene acele gösterir, onun âkıbetini hiç nazarı tefekküre almaz. Halbuki, insan her işte mütefekkirane hareket etmelidir, sonra pişmanlık fâide vermez.

Nitekim bir hadisi şerifte: Acele etmek, bir şeyi vaktinden evvel istemek şeytanın vesvesesinden ileri gelir. Acele etmeyip teenni ile hareket etmekte bir tevfiki ilâhî eseridir. “TİRMİZİ”

12. Ve geceyi ve gündüzü iki alâmet kıldık, sonra gece alametini mahvettik. Gündüz alametini ise aydınlatıcı kıldık, ta ki, Rabbinizden bir fadl ve kerem isteyesiniz. Ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz ve herşeyi ayrıntılı olarak açıklamışızdır.

12. Bu mübarek âyetler, insanların kavuştukları dünyevî nimetlere hayatlarını düzenleyecek vasıtalara işaret ediyor. Artık insanların bir mazeret ileri sürmelerine mahal kalmayıp herbirinin kendi yazılmış amellerinden sorumlu olacağını ihtar buyuruyor ve herkesin kendi doğru veya yanlış hareketine göre mükâfat ve ceza göreceğini ve kendilerine Peygamber gönderilmiş olmadıkça insanlığın azap görme-yeceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. Size Kur’an’ı Kerim gibi pek büyük dînî bir nimet ihsan edilmiş olduğu gibi dünyevî nimetler de ihsan buyurulmuştur. (Ve) Kısacası sizin için (geceyi ve gündüzü iki alâmet kıldık) bunlar Allah’ın kudretine işaret eden iki açık görünen delildir, bunlar ile istifade edilmektedir. (Sonra gece alametini) yüce kudretimizle (mahvettik) onun nurunu giderdik, onu karanlık bir hale getirdik, ta ki onda sakin olup istirahete dalabilesiniz (gündüz alametini ise gösterici kıldık) onu ışıklı yarattık, onunla çevrenizi aydınlattık (ta ki Rabbinizden bir fadl) ve kerem (isteyesiniz) faaliyet sahasına atılarak rızkınızı elde edesiniz, muhtaç olduğunuz şeyleri tedarik etmeye muvaffak olasınız. (Ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz) senelerin miktarını tayin edesiniz, ayların, haftaların, günlerin vakitlerini, saatlerini anlayıp onlara göre muamelelerinizi düzenleyesiniz. (Ve her şeyi) dünyevî ve uhrevî muhtaç olduğunuz meseleleri Kur’an’ı Kerim’de edebî bir şekilde (ayrıntılı olarak beyan etmişizdir.) Artık onlardan istifadeye çalışmalı değil misiniz?.

13. Ve her insanın amelini boynuna dolayıverdik ve kıyamet günü onun için bir kitap çıkarırız ki, onu açılmış olduğu halde karşılar.

13. (Ve her) mükellef (insanın amelini) takdir edilen ve kendisinin iradesiyle meydana gelenhayır ve şerre ait hareketini (boynuna dolayıverik) yani o hareket, ona fazlasiyle bağlıdır, ondan her halde görülecektir, ona göre mükâfat veya ceza görecektir. Araplar bir fal bakmak için kuşların hareketlerini gözetlerlerdi, onların muhtelif hareketlerini hayır ve şer olarak yommlarlardı. Çünkü kuşlar, ya kendi arzulariyle veya başkalarının tahriki ile uçmaya başlarlar, havalara yükselirler, aşağılara inerler, sağa sola doğru koşarlar, İşte bundan kinaye olarak insanların hayır ve şerrine “tair = kuş” denilmiştir. (Ve kıyamet günü onun için bir kitap çıkarırız ki) onda bütün amelleri yazılmış bulunur (onu) o kitabı insan (açılmış olduğu halde karşılar) o amel defterinde bütün iyilikleri ve kötülükleri hafaze melekleri vasıtasiyle tesbit edilmiş bulunmaktadır.

14. Kitabını oku, bugün senin nefisin senin üzerine hesap sorucu olarak yeter.

14. Ve öyle mükellef her insana cezâ gününde denilecektir ki, Ey insan!. (Kitabını oku) dünyada iken neler yapmış olduğunu hatırla (bugün senin nefsin senin üzerine hesap sorucu olarak yeter) çünki mahşer gününde her insan kendine verilecek bir kudret ile amel defterlerindeki yazıları tamamen okuyup anlayacaktır, hiç birini inkâr edemeyecektir. Şayet diliyle inkâr edecek olsa diğer bütün organları aleyhinde şahitlikte bulunacaklardır. Allah’ın kudretiyle bunlar mutlaka vaki olacaktır. Bir demir parçası içinde senelerce insanın konuşmaları korunuyor, o demir parçası, bu konuşmaları istenilen zaman aynı şekilde aksettirip duruyor. Artık ilâhî kudret ile bu sorgulamaların meydana geleceğini hangi bir akıl sahibi inkâr edebilir veya imkânsız görebilir?.

15. Kim doğru yola giderse ancak kendisi için doğru yola gitmiş olur ve her kim sapıtırsa ancak kendi aleyhine olarak sapıtmış bulunur. Ve bir günâhkâr kimse başkasının günahınıyüklenmez ve biz bir Resûl gönderinceye kadar azap ediciler olmadık.

15. Artık herkes, kendi istikbalini düşünmeli değil midir?. (Kim) bu dünyada (doğru yola giderse) hidayet yolunu takibederse (kendi için doğru yola gitmiş olur) kendisi hidayete erer, selâmete kavuşur, bu doğru hareketinin sevabı, mükâfatı kendisine aittir. (Ve) bilakis (herkim sapıtırsa) hidayete eriştirecek yoldan ayrılırsa (ancak kendi aleyhine olarak sapıtmış bulunur) kendi ihtiyarım kötüye kullanmış, sapıklığa düşmüş, bu dinen yasak hareketinin cezası yalnız kendisine yönelmiş olur. (Ve bir günahkâr kimse, başkasının günahını yüklenmez) herkes kendi günahının cezasına ve sebebiyet verdiği herhangi bir günahın cezasına maruz kalır. Başkasının günahı haksız yere kendisine yükletilmez ve hiçbir kimse, başkasına gelecek olan cezayı üzerine alarak o kimseyi o cezadan kurtaramaz, haklarında ilâhî adalete aykırı bir muamele yapılmaz, herkesin hayrı ve şerri kendi boynuna bağlanmış olacaktır. Ve Cenab-ı Hak’kın inâyeti Rabbaniyesine bakınız ki, şöyle buyuruyor: (Ve biz) insanlara (bir Resûl gönderinceye kadar) onlara (azap ediciler olmadık) yani: Hiçbir kavime vaktiyle bir Peygamber göndermiş olmayınca onları küfürlerinden dolayı dünyada köklerini kazımak suretiyle azap etmedik, onları büsbütün mahv edip cezalandırmadık. Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi gibi.

§ Bilinmektedir ki: Vaktiyle her ümmete bir Peygamber gönderilmiş, bilahara bütün ümmetlere de Son Peygamber Hz. Muhammed gönderilmiştir. Onun dînî kıyamete kadar bakidir, onun dininin bütün hükümleri doğu ve batıda yayılmıştır, onlara dair binlerce kitaplar yazılmıştır. Artık hiçbir millet, İslâmiyetten haberdar olamadık diye kendisini mazur sayamaz. Ancak fetret (ara) döneminde yaşamış, meselâ: Hazreti İsa ile Peygamberefendimiz arasında, öyle Peygambersiz geçmiş olan bir zamanda bulunmuş insanlar, ve yerkürenin medeniyetten mahrum yerlerinde yaşayıp İslâm dininin yayılmasından habersiz bulunan kimseler hakkında Eş’ariyye imamları ile Maturidiyye imamları arasında ihtilâf vardır. Şöyle ki: Eş’ariyye imamlarına göre onlar hiçbir şey ile mükellef değildirler, onlar İman etmemelerinden dolayı mesul olmazlar. Fakat Maturidiye imamlarına göre onlar, namaz, omç gibi ibadetlerle mükellef olmazlarsa da Allah’ın bir olduğunu bilip tasdik etmekle mükellef bulunurlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın varlığına imân, yaratılışın gereğidir. Bunu idrâk için insanların sahip oldukları akılları kâfidir, her insanın temiz yaratılışı Allah’ın varlığına şahitlik eder. Bir insan nerede bulunursa bulunsun gözleri önünde parlayıp duran binlerce eşsiz eserler, bir Yüce Yaratıcının varlığını isbata yeter. Tefsiri Kebirde yazılı olduğu üzere insanlara kâinatın Yaratıcısının varlığını telkin etmek ve anlatmak bakımından akıl da bir nevi elçi demektir. Gerçekte akıl, bir ilâhî delildir, Peygamberlerin nübüvvet ve risaletini tasdik için de bu akla ihtiyaç vardır. Eğer akıl bu hususta yeterli olmasa idi, gösterdikleri mucizelere rağmen Peygamberleri de insanların tasdik ile mükellef olmamaları lâzım gelirdi. Velhâsıl: (Vema kurma muazzibin) âyeti kerimesiyle kaldırılan azaptan maksat, dünya azabıdır, veyahut bu azap etmeme hususu, aklen idrak edilmesi mümkün olmayan dinî hükümlerin uygulanmaması haline mahsustur. Yoksa aklen idrakî mümkün olan Allah’ı tanıma hususunda hiçbir kimse mazur değildir.

§ Maamafih bazı bilginlere göre fıtrat ehli denilen kimseler üç kısımdır: Birincisi fetret devrinde yaşadıkları halde akıl ve düşünceleriyle Allah’ın birliğini idrak edip tasdik edenlerdir. Bunlar cennet ehlidir. “Kus bin Saide” gibi. Ikincisi: Cenab-ı Hak’ka ortak koşanlardır. Bunlar cehennem ehlidirler. “AmrBin Lühay” gibi. Bunlar bir mabuda ihtiyaç olduğunu demek ki, akıllariyle hissetmiş oluyorlar da, o halde öyle kendileri gibi mahlûk, âciz putların, kimselerin mabudluk şerefine sahip olamayacağını anlamalı değil midirler?. Bunlar bütün mahlûkatın üstünde varlık sahibi bulunan bir Yüce Yaratıcının varlığına aklen delil getirmekle mükelleftirler. Böyle bir delili getirmedikleri için elbetteki, ahirette azap göreceklerdir. Üçüncüsü de: Fetret zamanında gaflet üzere yaşayıp ilahlık fikrinden kopmuş olan hiçbir şeyi mabut kabul etmeyen kimselerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır.

16. Ve biz bir beldeyi helâk etmek isteyince onun zengin elebaşlarına hakka itaat etmelerini emir ederiz. Onlar ise orada kötülük işlemiş olurlar. Artık onun üzerine söz helâkları hakkındaki hüküm hak olmuş olur. İmdi onu o beldeyi tamamen helâk ile helâk etmiş oluruz.

16. Bu mübarek âyetler, Hak Teâlâ Hazretlerinin bir takım ülkeleri, sapık olan ahalisi yüzünden ve bir kısım kavimleri de günahları sebebiyle nasıl helâk etmiş ve edecek olduğunu bildirmektedir. Yalnız dünyayı aceleyle isteyen kâfirlerin müthiş âki-betlerine, ahiret âlemini kazanmaya çalışan müminlerin de övülen istikballerine işaret buyuruyor. Ve Cenab-ı Hak’kın dilediği kullarına dilediğini vereceğine ve onların bir kısmını diğer bir kısmı üzerine nasıl üstün kıldığına ve uhrevî derecelerin ise pek büyük bulunduğuna nazarı dikkati çekmektedir. Şöyle ki: Hak Teâlâ Hazretleri, ilâhî dine muhalefet edenlerin azap göreceklerini beyan buyurmuştur. (Ve) bunun sebeplerine işaret için de buyuruyor ki: (Biz bir beldeyi helâk etmek istediğimizde) o beldenin helâki için takdir edilen vakit yaklaşınca (onun) o beldenin (devlet) servet, hâkimiyet (sahiplerine) hayırda, hakka itaatdebulunmalarını Yüce Peygamberler vasıtasiyle (emir ederiz) onlara, o belde halkına selâmet ve saadet vesilesi olan şeyleri bildirmiş oluruz, (onlar ise orada günahta) ve kötülükte (bulunmuş olurlar) Cenab’ı Hak’ka ve Resûlüne itaatden kaçınırlar, dikbaşlı bir halde yaşamak isterler (artık onun üzerine) o beldeye yönelik olarak (söz) helâkleri hakkındaki hüküm, Peygamberlerinin kendilerine yapmış oldukları ihtar (hak olmuş olur) sabit olarak gerçekleşmiş bulunur, (İmdi onu) o beldeyi tahrip ve halkını yerle bir etmek suretiyle (tamamen helâk ile helâk etmiş oluruz) bunlar tarihte birer ibret nümunesi teşkil etmiş olurlar. Fakat Hak Tealâ’nın emirlerine riayet eden, Peygamberlerine tabi olan kavimler ise güzel bir hayata kavuşmuş, temiz bir şekilde yaşamış dünyalar! da, âhiretleri de güven içinde bulunmuştur. Bunun hilâfına hareket edenler de elbetteki, Allah’ın kahrını hak etmişlerdir.

17. Ve Nuh’tan sonra nice nesilleri helâk ettik ve kullarının günahlarına Rabbin haberdar ve görücü olması kifayet eder.

17. Helâk olan milletler için pek çok örnekler vardır. (Ve) Kısacası (Nuh’tan sonra nice nesillerden) küfr ve isyana düşmüş Âd ve Semud kavimleri gibi birçok toplulukları o kötü halleri sebebiyle (helâk ettik) onları lâyık oldukları cezalara kavuşturduk. (Ve kullarının günahlarına Rabbin haberdar ve görücü olması kifayet eder) onları itikatlarına, niyetlerine, amellerine göre mükâfat ve cezaya uğratır. Hiçbir şey yüce zatına karşı meçhul kalamaz. Bir şahıs, yaptığı bir cinayeti başkalarından saklayabilir, kanunî cezadan kurtulabilir. Fakat kendisini Allah’ın azabından kurtaramaz. Artık ey son ümmet!. Siz de o geçmiş ümmetlerin hallerinden, tarihen sabit felâketlerinden birer ibret dersi alınız.



Evet.. Ben komşularımın gözlerinden saklanabilirim. Fakat Allah Teâlâ benim gizlice yaptıklarımı da, açıkça yaptıklarımı da şüphe yok ki bilir.

18. Her kim bu çabuk geçeni bu dünya varlığını dilerse onun için burada dilediğimiz miktarı çarçabuk veririz, dilediğimize. Sonra ona cehennemi tahsis kılmış oluruz. Oraya kınanmış, kovulmuş bir halde girer.

18. (Herkim bu çabuk geçeni) yalnız bu süratlice yok olan dünya varlığını (dilerse onun için burada) bu dünyada (dilediğimiz miktarı çarçabuk veririz.) Evet.. Onlardan (dilediğimize) veririz, onları böyle yalnız dünyevî bir varlığa sahip kılarız. (Sonra ona cehennemi tahsis kılmış oluruz) ona orada azap ederiz (oraya kınanmış) ayıplanmış (kovulmuş) Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmış (bir halde girer) o ateşli yerlerde azap görür durur.

19. Ve her kim mümin olduğu halde ahireti diler ve onun için gerektiği şekilde bir çaba çalışırsa işte o gibi kimselerin çalışmaları kabul edilmiştir. 19. (Ve) bilakis (herkim mümin olduğu halde ahireti ister) ahiret nimetlerini kavuşmak için güzel amellerde bulunur (ve onun için) gerektiği şekilde (bir çaba ile çalışırsa) öyle putları ve diğer mahlûkları mabud edinerek onlardan yardım isteğinde bulunmazsa (işte o gibî) samimi mümin (kimselerin çalışmaları) ibadet ve itaatları Allah katında makbul (Şükre lâyık bulunur) ahiret âleminde nimetlere kavuşacak olanlar işte bu gibi hakîki mümin olan zatlardır.

20. Hepsine, onlara da ve ötekilerine de Rabbin ihsanından veririz. Ve Rabbin ihsanı men’edilmiş değildir.

20. Evet.. Bu dünyada her gurup rızıklandırılır, birçok fânî nimetlere kavuşabilir. (Hepsine, onlara da) yalnız dünyayı isteyenlere de (ve ötekilerine de) ahireti talep eyleyenlere de (Rabbin ihsanından) onun pek geniş olan nimetlerinden vermekle (veririz) hepsini de bu dünyada hikmetin gereğine göre servete, geçim sebeplerine kavuştururuz. (ve Rabbin ihsanı) dünyevî olsun, uhrevî olsun (menedilmiş değildir) Yeter ki, insanlar, bunun kadrini bilsinler. Varlığında tek olan Allah, kulları hakkında böyle pek geniş bir lûtf ve ihsan sahibidir.

21. Bak! Onların bazısını bazısı üzerine nasıl üstün kılmışızdır. Ve elbette ki ahiret, dereceler itibariyle daha büyüktür ve üstünlük itibariyle de daha büyüktür.

21. Yüce Allah’ın kulları hakkındaki tasarruflanın bir kere dikkate almalıdır. (Bak) Ey insan!. Veya Ey Yüce Peygamber!, (onların) o insan topluluklarının (bazısını bazısı üzerine nasıl üstün kılmışızdır) Evet.. Müminlerden bir kısmı bolca nimet ve servete kavuştukları halde bir kısmı bunlara kavuşamamaktadır. Aynı şekilde kâfirlerin de bir gumbu pek bolca varlıklar elde etmiş oldukları halde diğer gurubu, bu kadar bir varlık sahibi değildir. Bu farklı rızıklar, tamamen hikmet ve menfaat gereğidir.

Nitekim Enam Sûresinde de

Bu kiminizi kiminizden derecelerle üstün kıldı (En’âm, 6/165) buyurulmuştur,

(ve elbetteki, ahiret, dereceler itibariyle daha büyüktür) dünyevî derecelerden, varlıklardan daha fazladır (ve üstünlük itibariyle de dahabüyüktür) dünyevî mertebelerin pek çok üstündedir. Çünkü o ebedîdir, sonsuzdur, her yönüyle yücedir, mümin kullar için va’dedilmiştir. İşte insan, asıl böyle ebedî derecelere, nimetlere kavuşmak için çalışıp durmalıdır. Buna kavuşmanın en birinci şartı ise Allah’ın birliğine inanmak, dînî hükümlere riayette bulunmaktır.

22. Allah ile beraber başka ilâh edinme. Sonra kınanmış ve rezil olmuş bir halde kalırsın.

22. Bu mübarek âyetler, İmanın alâmetlerini göstererek insanlığı Allah’ın birliğine ve yalnız o yüce varlığa ibadete davet ve aksine hareketin korkunçluğuna işaret ediyor. Anne-baba hakkında da ne kadar riayet ve dua edileceğini gösteriyor, Âlemlerin Rabbi’nin ilminin genişliğini beyan ile insanlığı salih amellere teşvik buyuruyor. Şöyle ki: Ey mükellef olan herhangi bir insan!. (Allah ile beraber başka ilâh edinme) ondan başka ilahlık, mabudluk, yaratıcılık sıfatlarına sahip bir zat yoktur, şayet ondan başka ilâh, mabut edinirsen (sonra) dünyada da, ahirette de (kınanmış) müminlerin, meleklerin kınamasını, azarlanmasını hak etmiş (ve) Allah’ın yanında (rezil olmuş) yanlızlığa terkedilmiş (bir halde kalırsın) çünki şirk ve küfr, en kötü bir inanç eseridir, sahibi her yönüyle hakarete, cezaya lâyıktır. İman ise sahibi hakkında övgüye, zafere, kurtuluş ve saadete vesiledir.

23. Ve Rabbin emretmiştir ki, kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz ve ana ile babaya ihsanda bulunun. Senin yanında onlardan biri veya ikisi de ihtiyarlık çağına gelirse sakın onlara öf bile deme ve onları menetme azarlama lâkırdılarını kesme ve onlara güzel hitapta bulun.

23. (Ve) Ey insan!. Kullarına daima lûtuf ve ihsanda bulunan (Rabbin emir etmiştir ki) siz insanlar (kendisinden) o kerem sahibi mabudun ilâhî zatından (başkasına ibadet etmeyesiniz) çünkü ibadet, saygının en büyükmertebesidir. Böyle bir saygıya ise Cenab ı Hak’tan başkası lâyık olamaz. Gayet yüceliği ve son derece inam ve ihsana sahip olan ancak o kerim mabuttur. (ve) o Hikmet sahibi Yaratıcı şöyle de emrediyor ki: Ey insanlar!. (Ana ile babaya ihsanda bulunun) onlara da hürmet edin, haklarında güzelce muamelede bulunun durun. Çünkü onların size hizmetleri şefkatler! pek fazladır, sizin vücude gelmenize vasıta olmuş, büyüyüp gelişrnenize hizmette bulunmuşlardır. Özellikle siz!. Ey müslüman çocukları!. Onların vasıtalariyle dünyaya gelmiş, Cenab-ı Hak’ki bilip tasdik etmiş, o sayede ebedî bir hayata, bir saadete aday bulunmuşsunuzdur. Binaenaleyh bunun bir şükrü olmak üzere onlara hürmet ve sevgi gösteriniz, onlara karşı öyle güzelce hareket etmek İslâm ahlâkının gereklerindendir, (senin yanında onlardan biri veya ikisi de ihtiyarlık çağına gelirse) kendilerine fazlaca hizmet ve riayet et, onlardan usanarak veya bazı sözlerinden, hareketlerinden gücenerek (sakın onlara öf) bile (deme) böyle hoş olmayan, üzücü bir lâf sarfetme, onlardan dolay, üzüntülü olduğunu gösterme (ve onları men etme) onlara engel olma ve yasaklamada bulunma, hoşuna gitmeyen bir hareketlerinden dolayı onları azarlama; onların lâkırdılarını kesme, onlara karşı yumuşakça muameleden ayrılma (ve onlara güzelce hitapta bulun) onlar ile güzelce ve edeplice bir tarzda konuşmaya devamet, yüzlerine hiddetle, nezâkete aykırı bir şekilde bakıp durma.

24. Ve ikisi için merhametten tevazu kanadını indir ve de ki:Yarabbi! İkisine de merhamet buyur. Nasıl ki, onlar beni çocuk iken besleyiverdiler.

24. (Ve ikisi için) gerek annen ve gerek baban hakkında (merhametten tevazu kanadını indir) onlara karşı sırf bir merhamet,, bir hürmet sevkiyle pek alçak gönüllü bir vaziyet al, (ve) haklarında Kerem sahibi Yaratıcıya dua ederek(de ki: Ey Rabbim!. Ikisine de merhamet buyur) anamı da, babamı da lûtf ve ke remine kavuştur (nasıl ki, onlar beni çocuk iken besleyîverdiler) hakkımda şefkatle muamelede bulundular. Bunun bir mükâfatı olarak onları da sen merhametine kavuştur. Böyle bir dua mümin olan ana ve baba hakkında yapılır. Kâfir oldukları takdirde hayatta iseler onların hidayeti yani: Din değiştirerek İslâm dinine kavuşmak suretiyle Allah’ın merhametine muvaffak olmaları temenni olunur. Fakat küfr üzere ölüp gitmişler ise artık onların haklarında rahmet ile dua edilemez. Onların haklarında mağfiret talebi:

Müşrikler için af dilemek ne peygambere ne de inananlara yaraşır (Tevbe, 9/113) âyeti celilesiyle yasaklanmıştır.

25. Rabbiniz sizin nef işlerinizde olanı çok iyi bilir. Eğer siz salih kimseler oldunuz ise artık şüphe yok ki, o, hakka dönenler için son derece bağışlayıcı bulunmaktadır.

25.’Ve ey insanlar!. (Rabbiniz) sizi besleyen, size lûtf ve ihsanda bulunan Kerim Yaratıcımız (sizin nefislerinizde olana) bütün kalbî düşuncelerinizi .’e özellikle ana ve babalarınızâ karşı nasıl bir merhamet ve hürmet duygusu beslemekte olduğunuzu (çok iyi bilir) Artık pek samimane hareket etmelisiniz, ebeveynin haklarına da tam bir samimiyetle riayette bulunmalısınız, gösteriş için, samimi olmayan hareketlerden kaçınmalısınız (Eğer siz salih kimseler oldunuz ise) haddızatında takva sahibi, iyilik eden hukuka saygılı iseniz (artık) emin olunuz. (Şüphe yok ki, o) Kerem sahibi Yaratıcı (hakkadöneenler için) insanlik icabı kendilerinden meydana gelmiş kusurlardan dönerek vakit vakit hayra, güzel muamelelere çalışanlar için (son derece bağışlayıcı bulunmaktadır) binaenaleyh ebeveyn hakkında yapılmış bir kusur var ise bundan vazgeçmeli, onların rızalarını, dualarını kazanmaya çalışmalı, haklarında lâzım şek’n hizmeti, yardımı yapmaktan geri durmamalıdır, İslâm terbiyesi, bunu icabetmektedir.

“Kıymetü kadri hayati pederî bilmeyene”

“Bildirir sonra zamane ne imiş kıymeti eb”

Esat Muhlis Paşa

26. Ve akrabaya hakkını ver, düşküne de, parasız kalmış yolcuya da ver. Ve saçıp savurma.

26. Bu mübarek âyetler de ihsanın, hayırlı amellerin sahasını genişletmektedir. Maamafih israftan men ederek onun şeytanî bir hareket olacağına işaret ediyor. Muhtaç olanlara ihsanda bulunamıyacak bir durumda bulunanların da onlara karşı nazikçe bir mazerette bulunmalarını tavsiye ediyor. Mallarının harcanması hususunda cimriliğin de, müsrif ce hareketin de kınandığını ve kötü necticesini hatırlatıyor. Zenginliğin de, fakirliğin de bir hikmet gereği olduğuna işaret ederek insanlığı uyanmaya davet buyurmuş oluyor. Şöyle ki: (Ve) Ey gücü yeten olan müslüman zat! (akrabalara da hakkını ver) baba ve ana tarafından akrabalığı olan kimseye muhtaç olduğu takdirde nafakasını temin et, “sıla-i rahın” gibi, güzelce geçinme gibi, dostluk ve ziyaret gibi haklarına riayette bulun, bunlardan başka (düşküne de) hakkını ver, her ne kadar akraba olmasa da insaniyet adına, İslâmiyet adına merhamette bulunarak onun da zekât ile, sadaka ile ihtiyacını gidermeğe çalış, ve yolda (parasız kalmış) yurdundan ayrılmış olan herhangi bir (yolcuya da) haakkını ver, öyle misafir bir kimseye deinsaniyet adına hakkı olan iyilikte bulun. Muhtaç olduğu şeyi imkân ölçüsünde temine gayret et. İnsanlık merhameti, din kardeşliği bunu gerektirir. (Ve) maamafih malını sarfetme hususunda (saçıp savurma) uygun olmayan şeylere servetini sarfetme, israfta bulunma, ifrat ile tefritden kaçın. Servet, bir ilâhî bağıştır, onu kötüye kullanmak, bir nankörlük alâmetidir ki, pek kötüdür.

27. Şüphe yok ki, saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nânkördür.

27. (Şüphe yok ki) mallarını (saçıp savuranlar) servetlerinin kadrini bilmeyip lüzumsuz yere sarfedip duranlar, başkalarına gösteriş için faidesiz yere harcamada bulunanlar, millî ahlâka aykırı modalar, hareketler uğrunda paralarını elden çıkaranlar (şeytanların kardeşleridir.) Çünkü onlar, şeytanların yolunda yürümüş, şeytanların aldatmalarına kapılmış kimselerdir. (Şeytan ise Rabbine karşı çok nânkördür) çünkü şeytan, Cenabı Hak’kın kendisine verdiği kuvvetleri, kudretleri yaratılış gayesinin dışında sarfetmiştir. Yüce Yaratıcının emrine muhalefet ederek Hazreti Adem’e karşı secdeden kaçınmıştır. Gücü yetse bütün insanlığı saptırmak için bütün açık olan delilleri, görünen nimetleri gizlemek ister durur. Arık insanlara yakışır mı ki, şeytanın Öyle kendi hayatını da ebedî felâkete düşürmüş olan o kadar nankör, pis bir mahlukun vesveselerine kapılsınlar, onun gösterdiği helâk edici bir yola giderek onunla bir kardeşlik kurmuş olsunlar!. Bu ne kadar cehalet!.

§ Deniliyor ki: Vaktiyle Arap kabileleri, düşmanlarının mallarını yağma eder o malları kibirlenmek ve övünmek için lüzumsuz yere ona buna dağılırlardı. Kureyş müşrikleri ile başkaları da insanları İslâmiyetten menetmek için ve müslümanları korkutup düşmanlarına yardım için mallarını sarfeder dururlardı, İştebu âyeti celile, onların o çirkin hareketlerine işareti ve müslümanlar hakkında uyarıyı taşıyarak indirilmiştir.

28. Ve eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti aramak için onlardan o kendilerine yardım edilecek kimselerden yüz çevirecek isen o halde onlara bir yumuşak söz söyle.

28. (Ve eğer) Ey Yüce Peygamber! (Rabbinden umduğun bir rahmeti) fakirlere dağıtacağın bir rızkı (aramak için onlardan) o fakirlerden, o kendilerinde yardım edilecek kimselerden (yüz çevirecek isen) onlardan utanarak kendilerine görünmek istemiyecek bir halde isen (onlara bir yumuşak söz söyle) güzelce va’dde bulun, kendilerine rızık verilmesi için dua et, bu suretle onların kalplerinin ferahlanmasına ümitlerinin artmasına yardım etmiş olursun.

§ Rivayete göre ashabı kiramdan Mehca’, Suheyb, Salim, Habbâb, Bilâli Habeşi gibi ihtiyaç sahipleri, bazı vakitlerde Resûl-i Ekrem e müracaat ederek muhtaç oldukları şeyleri arzederlerdi. Peygamber efendimiz ise onların ihtiyaçlarını derhal gideremiyeceği için kendilerinden hayâ eder, ihtiyaçlarının giderilmesini Cenab-ı Hak’tan rica ederek kendilerine görünmekten çekinirdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Artık Yüce Resûlümüz. onlara verecek bir şey bulamayınca onlara tam bir yumuşaklıkla cevap verir:

(Allah Tealâ bizi de sizi de lütfundan rızıklandırsın) diye dua buyururdu.

29. Ve elini boynuna bağlanmış kılma ve onu büsbütün de açma. Sonra fazlaca kınanmış, hasret içinde kalmış bir halde oturup durursun.

29. (Ve) Allah Teâlâ, Resûl-i Ekrem’ine ne suretle infakta bulunacağını tarif ve tenbih içinbuyurdu ki: (Elini boynuna bağlanmış kılma) yani: Muhtaç olanlara infak hususunda cimrilik göstererek onlara hiçbir şey veremiyecek bir vaziyet alma (ve onu) infak için elini (büsbütün de açma) elinde bulunan bütün malını fakirlere dağıtarak eli boş kalma. Şüphe yok ki, her şeyde ifrat ve tefrit kötüdür. Ahlâkî fazilet ise ortaya yola uymakla tecelli eder. Şayet bütün mallarını öyle dağıtır isen (sonra) Allah katında, insanlar yanında (fazlaca levme) kınama ve azarlamaya (maruz kalmış) olursun. Çünkü kendisinden men edilmiş olan bir hareketi tercih eylemiş bulunursun ve (hasret içinde kalmış bir halde oturup durursun) bütün geçim kaynağını elden çıkarmış, caymış ve pişman bir vaziyette kalmış olursun. Bütün bu hatırlatmalar, Yüce Peygamber vasıtasiyle ümmetin fertlerine yöneliktir.

30. Şüphe yok ki, Rabbin dilediğine rızkı bol verir ve dilediğine darlaştırır. Muhakkak ki, o, kullarından fazlasiyle haberdardır ve onları çok iyi görür.

30. Ey Yüce Resûli. (Şüphe yok ki. Rabbin dilediğine bol verir) onu fazlasiyle bir servete, bir yaşantıya sahip kılar (ve) dilediğine de rızkını (darlaştırır) onu ihtiyaç içinde bırakır. Veren de, alan da ancak Allah Teâlâ’dır. Dilediği kullarını geniş bir yaşayışa kavuuşturur, dlıcdiklerini de dar bir yaşantı içinde bırakır. Bütün bunlar birer fayda ve hikmet gereğidir. Zenginler şükretmelidirler. Fakirler de sabrederek manevî mükâfata ermelidirler. İnsanlığın vazifesi, meşru geçim vasıtalarına baş vurmaktır. Artık bu husustaki muvaffakiyet, ilâhî takdire dayanmaktadır. (Muhakkak ki o) Yüce Yaratıcı (kullarından fazlasiyle haberdar) dır. Hepsinin de gizli ve açık hallerini, vaziyetierini, varlıklarını tamamiyle bilir. (Ve) o kullarının bütün vasıflarını; muamelelerini (çok iyi görür) binaenaleyh onların haklarında hikmetin gereğine göre ilâhî irade tecelli etmişbulunmaktadır. Bütün göklerin, yerlerin hazineleri, o Kerem sahibi Yaratıcının kudret elindedir. Bazı kullarını ihtiyaç içinde bırakması, elbetteki, bir hikmet ve menfaata dayanmaktadır. Nice zenginler bilâhare fakir düşerler, nice fakirler de sonradan zengin olmaktadırlar. Ne maddî bir varlığa mağrur olmalıdır, ne de bir ihtiyaçtan dolayı ümitsizliğe düşmelidir. Bütün bunlar birer hikmet gereğidir. Bizim vazifemiz ise Allah’ın takdirine razı olmaktır.

“Mülkünde hak tasarruf eder keyfemayeşâ”

“İsterse kevni yok eder, isterse var eder”

Ziya Paşa

31. Ve fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz, biz onları da rızıklandırırız, sizi de. Muhakkak ki, onları öldürmek büyük bir cinayettir.

31. Bu mubarek âyetler insanları bir takım cinayetlerden ve başkalarının hukukuna tecavüüzlerden ahkoyuyor. Ve yapılan anılaşmalara, sözleşmelere riayet edilmesini emir ve tenbih buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) ey insanlar!, (fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyiniz) bir takım kimseler, dünyaya gelen çocuklarını besleyemiyecekleri endişesiyle öldürmeğe kalkışırlar. Bir takım kimseler de böyle bir endişe ile ceninleri düşürmeye cüret gösterirler. Özellikle cahiliye zamanında kızların. kazançtan âciz olduklarını ve onları evlendirecekleri zaman para harcamaya lüzum görüleceğini ve onların kendileriyle denk olmayan kimseler ile evlendikleri takdirde aileleri için utanç vereceklerini dikkate alarak o masum kız yavrularını öldürürlerdi, İslâm dînî bu gibi cahilce, vahşice hareketlerden insanlığı men etmektedir. Evet.. Buyuruluyor ki: Ey aile reisleri!. (Biz onları da) o çocukları da (rızıklandınrız, sizi de) rızıklandınrız, öyle ihtiyaç endişesiyle vesaire ile onları öldürmeknasıl uygun olabilir? (Muhakkak ki, onları öldürmek büyük bir) günahtır, müthiş bir (cinayettir) bunun mesuliyeti pek fazladır. Artık buna katiyyen cüret etmeyiniz. Anaya, babaya riayet lâzım olduğu gibi çocukların haklarında da riayet etmek lâzımdır. Onlar da birer kudret eseridir, insanlığın devamı, çocuk silsilesinin devamına bağlıdır. Onları öldürmek, büyük bir katı kalplilik eseridir, güzel ahlâktan, insanlık zevkinden, şefkat duygusundan mahrumiyet işaretidir. Cenab-ı Hak’ka tevekkülden mahrumiyetin de en büyük nişanesidir. Binaenaleyh böyle büyük bir cinayetten son derece kaçınmak lâzımdır.

32. Ve zinaya yaklaşmayınız, şüphe yok ki, o pek çirkin bir şeydir ve ne kötü bir yoldur.

32. (Ve) Ey insanlar!, (zinaya yaklaşmayınız) değil bilfiil zinada bulunmak, zinaya sebebiyet verecek, yol açacak şeylere de girişimde bulunmayınız,, namahremlere şehvetli bakışlarla bakmayınız (şüphe yok ki, o) zina cinayeti (pek çirkin bir şeydir) insaniyet için pek büyük bir lekedir, pek açık bir rezalettir, pek fazla utanmayı ve alçaklığı gerektirir, (ve) o hayvanî muamele (ne kötü bir yoldur) o yola sapanlar, ahlâkın çöküşüne neseblerin bozulmasına, karışmasına, vakit vakit bir takım f adaların ortaya çıkmasına meydan vermiş olurlar. Zinâkâr olan bir kadın, insanlık şerefinden mahrum kalır, kendisinden her temiz yaratılış sahibi nefret eder, onunla sair hayvanlar arasında bir fark kalmaz.

§ Bir kadın ile evlenmekten asıl maksat, sırf şehveti tatmin etmek değildir belki meşru surette bir aile hayatı yaşıyarak evlât sahibi olmaktır, evinin işleri ile uğraşarak kocasının hayat ortağı, namusunun şeref ve şanının koruyucusu bulunmaktır. Zina cinayeti ise bütün bu gayelere aykırıdır, içtimaî hayat için kesin bir zehirden başka birşey değildir.

33. Ve Allah’ın haram kılmış olduğu nefisi öldürmeyin, haklı bir sebep olmadıkça. Ve kimzulümen öldürülürse onun velisine bir tasallut selahiyeti vermişizdir. Artık o da öldürmede aşırı gitmesin. Şüphe yok ki o öldürülen veya velisi alacağını almıştır.

33. (Ve) Ey müslümanlar!. (Allah’ın haram kılmış olduğu nefsi öldürmeyin) Müslüman olan veya müslümanların ahd ve zimmetine dahil herhangi bir insanın hayatına suikastte bulunmayın, onlar hayat hakkına sahiptirler, (haklı bir sebep olmadıkça) meşru bir haktan dolayı öldürmek ise câizdir. Şöyle ki: Mâsum bir kimseyi haksız yere öldürmüş olan bir şahıs, kısasen öldürülebilir. Maamafih bunun usulen affı da caizdir. Kezalik: Mümin olduktan sonra İslâm dininden çıkarak Allah’ın dinine karşı muhalefette bulunan ve kendisine verilen nasihatları, tavsiyeleri kabul etmeyen bir mürtet de (İslâm’dan çıkan) -suikastinden İslâm âlemini korumak için-selâhiyetli olan makam tarafından usulü dairesinde öldürülür. Bir de ihsandan sonra, yani: Vaktiyle meşru şekilde evlenmiş, günahsız bulunmuş olduğu halde zinada bulunan bir şahısta usulü dairesinde sabit olacak olan bu zina cinayetinden dolayı selâhiyetli makamca öldürülebilir. Fakat bu hususta öldürme şartları, pek mühim olduğundan bu şartlara hakkiyle riayet edilmesi lâzımdır. Böyle olmadıkça herhangi bir şahsın hayatına kastedilmesi, caiz ve menfaata uygun olamaz. (Ve kim zulmen) haksız olarak (öldürülürse) katlini gerektirecek, öldürülmesini mübah kılacak bir sebep olmadığı halde öldürülürse (onun) o zulmen öldürülenin (velîsine) onun mirasçılarına veya mirasçısı olmadığı takdirde onun işlerini üzerine almış olan hükümdara (bir tesallut) öldürme konusunda bir yetki (vermişizdir) o veli veya hükümdar, dilerse kısası tercih eder dilerse diyet denilen tazminatı almakla yetinir, (artık o da) o kısasa yetki verilen kimse de (katilde israf etmesin) meşru sınırı aşmasın. Meselâ: Kâtil öldürülürken vücudunu parçalamak caizdeğildir, veya kâtil yerine onun yakınlarından birini öldürmek de caiz değildir. Ve bir maktulün yerine, kâtil ile beraber başkasını da öldürmek caiz değildir, bunlar israftan ibarettir, haddi aşmaktır. Adalete, eşitliğe aykırıdır. (Şüphe yok ki, o) maktul veya velisi (yardım olunmuştur.) Allah Teâlâ, ona yardım etmeleri için hakimlere emir vermiştir. Onun için kısas yapılmasına veya diyet alınmasına müsaade bulunmuştur. Ve mümin olan bir şahsın haksız olarak öldürülmesi, bir kısım hataları için ahirette bir keffaret teşkil eder, onu haksız olarak öldüren ise cehennem ateşini haketmiş olur. Artık öldürülenin velisi de bunları dikkate alarak öldürenden daha fazla intikam almaya kalkışmamalıdır. Öyle bir hareket caiz olamaz. Sırf adalet olan İslâmiyet eşitliğe aykırı hareketlere cevaz vermez.

34. Ve yetimin malına erginlik çağına yetişinceye kadar yaklaşmayınız, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Ve verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.

34. (Ve) Ey müslümanlar!, (yetimin malına) da (erginlik çağına yetişinceye kadar) bülûğa erip malında tasarrufa güç yetirinceye kadar (yaklaşmayınız) onun malına asla tecavüzde bulunmayınız (ancak en güzel bir niyetle yaklaşın) o malı meşru şekilde korumak ve arttırmak için olsun veya velisi o maldan kendisi için nafaka almak mecburiyetinde bulunsun. Bu takdirde veli, o malda tasarruf edebilir. İbni Abbas hazretlerinden rivayet edildiğine göre veli bilâhare zengin olursa o kendisi için aldığı malı yetime iade eder, zengin olmazsa iadesi lâzım gelmez. Velinin yetim üzerindeki velayeti baki kalır. “Essiracülmünir” (Ve) Ey müslümanlar!. (sözü) de (yerîne getiriniz) gerek Cenab-ı Hak’ka karşı yapılması gereken emirler ve yasaklar ve gerek insanlar arasında cereyan eden muameleler, sözleşmeler hususundakiantlaşmalara riayete kusur etmeyiniz, (şüphe yok ki, sözden dolayı mes’uliyet vardır) o sözün sahibi ondan mesul olacaktır. Veyahut o söz riayet gerekir. O sözü zayetmeyip onu yerine getirmiş olması söz verenden talep olunacaktır. Binaenaleyh her insan, dini ve dünyevî üzerine almış olduğu vazifelerine hakkıyla riayetkâr olmalıdır. Dînî, ictimâî fazilet, güven, yükselme ancak bu sayede gelişir. Sözlerinde durmayan, yaptıkları sözleşmelere riayet etmeyen kimseler, insanlık şerefini kaybetmiş, medenî topluluklardan sayılmak özelliğinden mahrum kalmış olurlar, uhrevî mesuliyet ise pek korkunçtur.

35. Ve ölçtüğünüz zaman ölçüye tam riayette bulunun ve dosdoğru terazi ile tartınız. Bu hayırlıdır ve akibeti daha güzeldir.

35. Bu mübarek âyetler de insanlara aiış-verişlerinde doğruluktan ayrılmamalırmı, bilgi sahibi olmadıkları meselelere karışmamalarını yeryüzünde kibirli bir tarzda yürümemelerini ve kendi mesuliyetlerini düşünerek öyle çirkin şeyleri tercih etmemelerini hatırlatmaktadır. Şöyle ki: (Ve) bir şeyi başkalarına satıp da (ölçtüğünüz zaman ölçüye tam riayette bulunun) noksan bir şeyi tam göstermeyin, başkalarının hakkına tecavüz etmeyin ve tartılacak bir şeyi tartınca da (dosdoğru terazi ile tartınız) insanların zararına harekette bulunmayın. (Bu) yolda hareket, böyle ölçüye ve teraziye dikkat, sizin için dünyada da, ahirette de (hayırlıdır) insan bu sebeple dünyada kötü bir ad almaktan kurtulur, ahirette de azaba uğramaz (ve) bunun (akibeti daha güzeldir) çünki böyle doğrulukla hareket eden bir kimse, dünyada güzelce tanınır, kendisine kalpler yönelir, ekonomi alanında başarılı olur, ahirette de bu doğruluğunnu sevabına kavuşur..

36. Ve senin için hakkında bilgi olmayan bir şeyin arkasına düşme. Şüphe yok ki, kulak, göz, gönül, hepsinden sahibi sorulmuşolacaktır.

36. (Ve) Ey insan!, (senin için hakkında) söz ve fiille (bilgi olmayan bir şeyin arkasına düşme) meselâ: Görüp bilmediğin bir hâdise hakkında şahitlikte bulunma, gücünün dışında olan mevzular hakkında mütaalâlara girişme, itikad amel ve ahlâkî konulara dair bilgi sahibi olmadığın meseleler hakkında şahsî hükümlerde, tasdiklerde, tenkitlerde bulunma. Kısacası: Bir insan, bilmediği herhangi birşey hakkında isterse tahmini bir delile, bir alâmete dayalı olmaksızın kesin şekilde hüküm vermeğe cür’et etmemelidir. Böyle laubali şekilde hareket eden bir şahıs, konunun ehemmiyetini önemsememiş, başkalarının hukukuna tecavüz eylemiş, kendisini mesuliyete maruz bırakmış olur. (Şüphe yok ki, kulak, göz, gönül, hepsinden) sahibi (sorulmuş olacaktır) Evet.. Bir kimse, kulağı ile işitmemiş olduğu bir sözü işitmiş olduğunu iddia eder, o hususta şahitlikle bulunursa bundan dolayı Allah katında sorumlu olur. Aynı şekilde bir kimse, bir hadiseyi gözü ile görmediği halde görmüş olduğunu iddia etse veya gözünü bakması caiz olmayan şeylere kasden çevirerek baksa bundan dolayı da ahirette mesul olur. Aynı şekilde kalbini yüce ve meşru şeyleri sevmekten onlara eğilim göstermekten mahrum bırakarak basit ve gayrı meşru şeyler ile ilgilenen bir şahıs da böyle çirkin bir kalp özelliğinden dolayı mesul olacaktır.

37. Ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphe yok ki, sen ne yeri yarabilirsin ve ne de boyca dağlara yetişebilirsin.

37. (Ve) Ey insan!, alçakgönüllü ol, âkibetini düşün (yeryüzünde kibirli bir halde yürüme) lüzumsuz bir zevk ve sevinç ile kibirli bir vaziyet alarak gezip durma (şüphe yok ki, sen ne yeri yarabilirsin) öyle bir kuvvete sahip değilsin (ve ne de boyca dağlara yetişebilirsin) sen her taraftan sınırlı bir varlığa sahip, birçok ihtiyaçlarla karşı karşıyaolan fani bir mahlûktan ibaretsin. Artık o kadar büyüklük taslamak sana yakışır mı?.

38. Bütün bunların kötü olanı yasaklanmış bulunanı Rabbin katında çirkin bulunmuştur.

38. Ey insanlar!. (Bütün bunların) bu Kur’an’ı Kerim ile açıklanan muamelelere dair şeylerin (kötü olanı) yasaklanmış bulunanı, yapılmaması istenilen herhangi biri (Rabbin katında çirkin) kötü ve mesuuliyeti gerektirici (bulunmuştur.) Artık akıllı olan bir insan, kendi yaratıcısının, varlığının terbiyecisi olan kerem sahibi mabudunun çirkin gördüğü, yapılmasını yasakladığı bir şeyi nasıl tercih ederek yapabilir?. Hiç bunun mesuliyetini düşünmez mi?. Cenab’ı Hak cümlemizi gafletten uyandırsın Amin.

§ Allah Teâlâ Hazretleri, bu sûrei celilenin (22) inci âyeti kerimesinden itibaren (38) inci âyeti celilesine kadar yirmişbeş özellik hakkında bizlere malûmat vermek lûtfunda bulunmuştur. Bunların onüçü ile emir olunmuştur ki, bunlar övülmüştür, bunlara riayet bizim için bir selâmet ve saadet vesilesidir. Bunların on ikisinden de yasaklanmıştır ki, bunlar da kötülenmiştir. Bunları işlemek sorumluluğu ve azabı gerektirir. Binaenaleyh bunlardan sakınmalıdır. Bu emir ve yasakları özet olarak kaydedelim: Emredilenler:

(1): Yalnız Allah Teâlâya ibadet etmek.

(2): Anaya, babaya ihsanda bulunmak.

(3): Onlara güzel söz ile hitab etmek.

(4): Onlara karşı son derece tevazu göstermek.

(5): Onların haklarında rahmet talebinde bulunmak

(6): Akrabaların haklarına riayet etmek.

(7): Muhtaçlara yardım eylemek.

(8): Aciz yolculara da yardımda bulunmak.

(9): Muhtaçlara yardım edilemeyecek ise yumuşak söz söylemek.

(10): Haksızlıkla öldürüîenlerin velilerine ceza hakkı vermek.

(11): Verilen sözü tutmak.

(12): Ölçülere riayette bulunmak.

(13): Tartıları doğru teraziler ile yapmak.

Şunlar da yasaklananlardır:

(1): AllahTeâlâ’dan başkasını ilâh edinmemek

(2): Cenab-ı Hak’tan başkasına ibadette bulunmamak.

(3): Anaya, babaya öf bile dememek.

(4): Onları men etmemek ve koymamak.

(5): Malları israfta bulunmamak.

(6): Cimrilikte de bulunmamak.

(7): Elleri bütün bütün açarak lüzumsuz harcamada da bulunmamak. (8): Evlâtları öldürmemek. (9): Günahsız kimseleri öldürmemek.

(10): Öldürme hususunda israf etmemek.

(11): Bilgi sahibi olmayanların işe karışmamaları.

(12): Yeryüzünde kibirli bir vaziyet alınmaması..

39. İşte bunlar, Rabbin sana hikmetten vahyetmiş olduğu şeylerdendir. Ve Allah ile beraber başka Tanrı edinme, sonra kınanmış ve uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.

39. Bu mübarek âyetler, yukarıdan beri tebliğ buyurulan emirlerin, yasakların vahyedilmiş birer hikmetten ibaret olduklarını bildiriyor. Yüce Allah’ın ortaktan ve evlât edinmekten münezzeh olduğunu ve bu hakikatı aydınlatan ve tesbit eden delillerin, düşünülmesi için çeşitli şekilde zikredildiğini beyan ediyor. Ve o Yüce Yaratıcının ortak ve benzerden uzak ve her yönüyle yüceliğe sahip olduğunu açıklamaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. (İşte bunlar) evvelce bildirilen emirlere ve yasaklara ait hükümler (Rabbin sana hikmetten vahy etmiş olduğu şeylerdendir) bu hükümler, birer hikmeti, hak ve hakikata ait birer marifeti, birer dînî vazifeyi içermektedir (ve) ey mükellef olan her insan!. (Allah ile beraber başka tanrı edinme) Allah Teâlâ eş ve ortaktan uzaktır. Şayet onunla beraber başka tanrı da edinirsen (sonra) ahirette gerek nefsin ve gerek başkaları tarafından (kınanmış) cezaya, başa kakmaya maruz kalmış ve Allah’ın rahmetinden (kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.)

§ Bu âyeti kerime gösteriyor ki, Kur’an’ı Kerim’in kapsadığı hükümler, hikmetin ta kendisidir ve hidayet vesilesidir. Hikmettenmaksat, bizzat hakkı bilmektir, hak için hayırlı amelde bulunmaktır. Hikmet, İlim ile amelin birleşmesinden meydana gelen bir yüce sıfattır. Akaide, edeb ve ahlâka, öğütlere ait edebî, kısa fıkralar da birer hikmettir. İşte yukarıdaki âyetlerdeki emirler, yasaklar böyle hikmetlerden ibarettir. Onlara riayet edenler, en güzel bir inanca sahip bulunmuş olurlar, en güzel kulluk vazifelerini yerine getirmeyi başarmış bulunurlar, aile hayatında pek güzel bir yaşayış meydana gelir, bütün insanlar arasında en güzel ahlâk ortaya çıkar. Sosyal hayatta büyük bir nizam ve intizam görülür, bir dayanışma meydana gelmiş olur. İnsanlık sahasında şahsî ihtiraslardan, düşmanca vaziyetlerden vahşîce çarpışmalardan eser kalmaz. Artık İslâmiyet’in ne kadar yüce hükümleri topladığı anlamalıdır. Hakikî bir medeniyetin, mutlu bir cemiyet hayatının ancak bu pek mühim hükümlere hakkıyla riayet sayesinde meydana geleceğini elbette ki her insaflı ve düşünen zat, itiraf eder.

40. Ya Rabbiniz erkek çocukları sizin için ayırdı da kendisine meleklerden kız çocuklar mı edindi? Şüphe yok ki, siz pek büyük bir söz söylüyorsunuz.

40. Ey Yüce Yaratıcının büyüklüğünü, onun insanî şüphelerden uzak olduğunu idrâk etmeyen, melekleri Allah Teâlâ’nın kızları sanan cahil topluluk!. (Ya Rabbiniz erkek çocukları sizin için ayırdı) evlâdın efdali olan oğulları size tahsis buyurdu da (kendisine meleklerden dişileri mi) kız mı (edindi?) Siz Allah’ın kulları olan meleklere dişilik ünvanı veriyorsunuz, onların değerini düşürmeye çalışıyorsunuz, sonra da öyle Allah’ın mahlûku olan şeyleri Allah’ın kız evlâdı telâkki etmek cehaletinde bulunuyorsunuz (şüphe yok ki, siz) kendi batıl görüşünüzün gereği olarak (pek büyük bir söz söylüyorsunuz) akla aykırı, en büyük mes’uliyeti gerektiren, Allah’ın şanına zıt bir kanaatte bulunmuş oluyorsunuz.Haşa.. Kâinatın Yaratıcısı, sizin bu iddianızdan uzaktır, yücedir. Evlât sahibi olmak, evlenmeye ihtiyaç gösterir, en boy ve parçalardan meydana gelmeyi, ve aynı mahiyette birçok kimselerin varlığını gerektirir. Hak Teâlâ ise bu gibi insanî ihtiyaçlardan, kusurlardan uzaktır, yücedir, buna inancımız tamdır.

41. And olsun ki, biz Kur’an’da bu uyarıyı güzelce düşünsünler diye çeşitli şekilde beyan ettik. Halbuki, bu onlar için nefretten başka bir şey arttırmıyor.

41. (Andolsun ki, biz Kur’an’da bu uyarıyı) bu mânâyı, bu Allah’ın birliği inancını insanlar (güzelce düşünsünler diye) çeşitli şekilde (beyan ettik) Yani: emir ve yasak suretiyle vaad ve tehdit yoluyla, misaller ve ibretler yoliyle bildirdik, bazı âyetler de böyle bir menfaata, hikmete binaen aynen veya mânâ olarak tekrar tekrar inmiş oldu. (halbuki, bu) hayrı tavsiye eden beyan (onlar için nefretten başka bir şey arttırmıyor) onlar yine haktan kaçınıyorlar, kendi batıl inançlarında sebat edip duruyorlar. Artık haklarında Allah’ın delili tamam olmuştur, ahirette bir mazeret ileri süremeyeceklerdir.

42. De ki: Eğer onunla beraber dedikleri gibi Tanrılar olacak olsa idi, o takdirde arşın sahibine elbette galip gelmek için bir yol ararlardı.

42. Resûlüm!. Diğer bir delil olmak üzere o müşriklere (de ki, eğer onunla beraber) o kâinatın Yaratıcısından başka (dedikleri gibi) öyle batıl iddiaları doğrultusunda (tanrılar olacak olsaydı o takdirde) o tanrılar (arşın sahibine) mutlak mânâda herşeyin sahibi ve Rabbi olan kâinatın Yaratıcısına (elbette) galip gelmek, onun hakimiyetini kendisinden almak için (bir yol ararlardı) olanca kuvvetleri ile böyle bir yol elde etmeğe çalışırlardı. Nitekim dünya hükümdarları arasında bu ihtiras cereyan etmektedir. Allah’ın şanı ise bu gibifelâketlere maruz kalmaktan uzaktır, yücedir. Şüphesiz inandık.. Kelâm ilminde de beyan olunduğu üzere birden fazla ilahın mevcudiyeti, Tevâmd ve Temânü delili ile de sabittir. Meselâ: Bu âlemde iki ilahın mevcudiyeti farzedilse bunlar bu âlemin yaradılışında birbirine muhâlefete ya kâdir olurlar veya olamazlar. Kâdir oldukları takdirde ikisinin de yaratıcılığı hâkimiyeti sınırlı olmuş olur. Kâdir olmadıkları takdirde ise ikisi de âciz bulunmuş olurlar. Böyle bir sinirlilik ve acizlik ise Allah’ın şanına aykırıdır. Aynı şekilde iki ilâhtan biri bir şey yaratmak, diğeri de o şeyi yaratmamak istese her ikisinin dilediği olamaz. Çünkü iki zıtlığın yani yokluk ile varlığın birleşmesi lâzım gelir. Birinin istediği meydana gelse diğerinin âciz bulunmuş olması lâzım gelir. Her ikisinin de istediği meydana gelmese ikisi de âciz, yaratıcılık vasfından mahrum bulunmuş olur. Kısacası kâinatın yaratıcısı birdir, ortaktan uzaktır. Tam bir kudret ve yüceliğe sahiptir. İnandık.

43. O Yüce Allah onların dediklerinden çok münezzehtir, uludur. Ve son derece yücedir, büyüktür.

43. Evet.. (o) Yüce Allah (onların) o müşriklerin (dediklerinden çok uzaktır.) onun ortak ve benzeri yoktur, melekler onun kızları değil, birer mahlûkudur, birer kullarıdır. O ezelî yaratıcı öyle noksan sıfatlardan tamamen beridir (yücedir) ona denk bir şey düşünülmüş değildir (ve) o varlığı zorunlu olan Allah (son derece yücedir, büyüktür) kıdem, bekâ, azamet ve kibriya (Varlığının ezelî, ebedî, büyük ve yüce olması) sıfatlariyle vasıflanmıştır. Eş ve benzerden uzaktır. Şüphesiz inanıyoruz.

44. Onu yedi gök ve yer ve onlarda bulunanlar tesbih ederler ve hiç bir şey yoktur ki, illâ onu hamd ile tesbihle bulunur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. Şüphe yok ki, o halimdir, bağışlayıcıdır.

44. Bu mübarek âyetler, bütün kâinatın Cenab-ı Hak’ki hamd ve tesbihle bulunduklarını bildiriyor. Kur’an’ı Kerim’e ve Yüce Peygamber’e karşı inkârcıların iddialarını, düşmanca tavırlarını beyan ediyor ve onların nasıl bir sapıklık içinde yaşadıklarını gözler önüne seriyor. Şöyle ki: (Ona) o Yüce Yaratıcıyı (yedi gök ve yer, ve onlarda olanlar) bütün akıl ve irfan sahipleri (tesbihte bulunurlar) onun yüceliğini kabul eder, eş ve ortaktan uzak olduğunu itiraf ederler (ve hiçbir şey yoktur ki) gerek hayat sahiplerinden ve gerek bitki ve cansız varlıklardan (illâ onu) o Kerem sahibi Mabudu (hamd ile tesbihle bulunurlar) onun lûtuf ve ihsânına hamd ve şükr eder, onun yüce zatını lâyık olmayan şeylerden tenzihte bulunur dururlar. (fakat siz) Ey Müşrikler!. Ey Gafiller!, (onların tesbihlerini anlayamazsınız) onlar kendilerine mahsus bir lisan ile, bir doğal kabiliyette, bir kulluk vaziyetiyle o tesbihe devam ederler, (şüphe yok ki, o) Yüce Mabud (halimdir, gafurdur) bunun içindir ki, müşrikleri, inkârcıları derhal cezaya uğratmıyor, onlara mühlet veriyor ve onlardan tövbe edecek olanları da affedecek ve bağışlayacaktır. Ne büyük bir izin ve kerem!.

§ Bilinmektedir ki, mahlûkatın en çoğunu teşkil eden melekler ve mümin olan insanlar ile cinler: “Subhanallahü ve bihamdihi” demek suretiyle Allah Teâlâ’yı hamd ve tesbihte bulunurlar. Diğer hayat sahibi mahlûkat ile ağaçlar, bitkiler, cansız varlıklar dahi bizim bilmediğimiz bir kabiliyete, yeteneğe sahip olup onlar da Hak Teâlâ Hazretlerini kendilerine mahsus bir şekilde tevhit ve tesbihle ve ona hamd ve senada bulunurlar. Bununla beraber bütün bu mahlûkatın varlıkları, kendilerinde görülen çeşitli, eşsiz kabiliyetler, özellikler, vaziyetler de birer lisanı hâl ile Kâinatın Yaratıcısının varlığına, birliğine şahitlik ederek hamd ve tesbihte bulunmaktadırlar. Binaenaleyh müşriklerin,inkârcıların varlığı da, hayata kavuşmaları da kendilerini yaratan, besleyen bir Yüce Yaratıcının varlığına, birliğine, eş ve ortaktan münezzeh olduğuna lisanı hâl ile şahitlik eder. Fakat o cahiller, gaflet ve sapıklık içinde yaşadıkları için bu şahitliği idrâk edemezler. Birliği açık olan o Yüce Yaratıcıya bir takım mahlûkatı ortak kabul etmek veya onun o kutsî varlığını tamamen inkâr eylemek cehaletinde, alçaklığında bulunurlar. Bütün bu varlıklar, kendilerini yalanlar da onların bundan haberleri olamaz.



Evet.. Dağlar, denizler, ağaçlar bütün tesbih ile meşguldurlar. Fakat bu sırlan öyle her işiten kimseler anlayamazlar. Bunun farkına varamazlar.

45. Ve Kur’an’ı okuduğun zaman seninle ahirete imân etmeyenler arasına örtecek bir perde çekeriz.

45. (Ve) Yüce Resûlüm!. Tevhit ve tesbihi zikreden, tesirli öğütleri içeren (Kur’an’ı okuduğun zaman seninle ahirete imân etmeyenler arasına) ilâhî kudretimle (örtecek bir perde çekeriz) artık o kutsal kitabın açıklamalarını görüp anlayamaz olurlar, bunun içindir ki, Hz. Muhammed’in Peygamberliğini inkâr eder öyle küfür ve şirk içinde yaşar dururlar. Bu hâl, onların yaratılışlarını bozmuş, iradelerini kötüye kullanmış olmalarının bir cezasıdır, İşte gözleri önünde bir takım hakikat nurları parlayıp durduğu halde onlarıidrâk edemiyenler, böyle bir perde ile görmek nimetinden mahrum kalmış kimseler demektir.

46. Ve onların kalpleri üzerine, onu iyice anlayamamaları için perdeler ve kulakları içine de bir ağırlık kıldık ve Kur’an’da Rabbi nin birliğini andığın zaman nefret ederek arkalarını dönüp giderler.

46. (Ve onların) o müşriklerin, inkârcıların (kalpleri üzerine onu) o Kur’an’ı Kerim’i, (iyice anlayamamaları için perdeler) meydana getirdik (ve kulakları içine de bir ağırlık kıldık) Gerektiıği şekilde işitmelerine mâni olacak bir sağırlık düşürdük (ve Kur’an’da Rabbini bir olarak andığın zaman) kelimei tevhidi okuyarak Cenab’ı Hak’tan başka ilâh olmadığını, putların bâtıl şeylerden ibaret bulunduğunu gösterdiğin vakit o müşrikler (nefret ederek arkalarını dönüp giderler) Allah Teâlâ’nın birliğini işitmek istemezler, şirk içinde yaşamayı tercih ederler.

47. Biz pek iyi biliriz, seni dinleyecekleri zaman, onların neyi dinleyeceklerini. Onlar o zaman bir güruhturlar, o zaman o zalimler derler ki; Başka değil, büyülenmiş bir erkeğe tâbi oluyorsunuz.

47. Yüce Resûlüm!. (Biz pek iyi biliriz) Kur’an’ı Kerim’i dinleyenlerin ne gibi guruplara ayrıldıklarını ben, Yüce Mabud, herkesten daha iyi bilmekteyim. (Seni dinleyecekleri) okuduğun Kur’an-ı işittikleri (zaman onların neyi dinleyeceklerini) o Kur’an’ın beyanlarını nasıl karşılayacaklarını ben bilmekteyim. (Onlar o zaman) o Kur’an’ın okunduğu vakit (bir güruhturlar) birbirine bakar, dinlemekten kaçınır, alaycı bir vaziyet alır dururlar. (O zaman o zalimler derler ki:) ey bu Peygamberlik iddiasında bulunana tabi olanlar!, (başka değil büyülenmiş) sihir ile aklını şaşırıp aldatılmış (bir erkeğe tabi olursunuz) yani: Buna tâbi olduğnuuz takdirde sihre uğrayıp cinnenmiş bir kimseye uymuş olursunuz. O cahiller, Yüce Resûlün akıl vefaziletinin ne kadar yüksek, ne kadar parlak olduğunun görüp anlayamıyorlardı, gözleri kamaşıyor, kör kesiliyordu da öyle pek büyük bir zata bir takım boş isnatlarda bulunmaya cür’et gösteriyorlardı.

48. Bak senin için nasıl misaller getirdiler, artık onlar sapıtmış oldular, artık onlar doğru bir yola gitmeğe güç yetiremezler.

48. Ey değeri yüce Peygamber!. (Bak) o müşrikler o cahil kimseler (senin için nasıl misaller getirdiler) onlar sana şair, sihirbaz sihre uğramış, mecnun, öğretilmiş de dediler, öyle senin yüce şanına lâyık olmayan vasıfları sana isnada cür’et gösterdiler, (artık onlar) haktan, hakikatı görüp kabulden (sapıtmış oldular) sapıklığa düştüler (artık onlar doğru bir yola) gitmeğe, öyle doğru bir yolu takibe (güç yîtîremezler.) Veya Habibim!. Seni aleyhinde yerme ve ayıplamaya asla imkân bulamaz, daima zarar ve ziyana uğrar kalırlar. Bu âyeti celile, Resûl-i Ekrem hakkında teselliyi, inkarcılar hakkında da bir vaid ve tehdidi içermektedir.

“Ey mehri nübüvvet! Seni kabil midir inkâr!”

“Pür şaşaadır feyzin ile enfüs-ü âfâk!.”

49. Ve dediler ki: Biz kemikler ve kokuşmuş bir toprak olduğumuz zaman mı, biz mi yeni bir yaradılmış olarak elbette diriltileceğiz.

49. Bu mübarek âyetler de ilâhiyyat, Peygamberlik hususunda sapıklığa düşmüş olanların haşır ve neşri, kıyameti inkâr hususundaki inkârlarını, cahilce iddialarını, vaziyetlerini de tasvir ediyor, onları ilk evvel yaratan yüce Allah’ın tekrar dirilteceğini ve onların kabirlerinde az bir müddet kalmış olduklarını zannedeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: O müşrikler, Allah’ın birliğini, Peygamberliği, uhrevî hayatı inkâr eder oldular (ve) inkâr edici bir soru yoluyla (dediler ki: biz kemikler ve kokuşmuş toprak olduğumuz zaman mı?.) yani. Biz ölüp debütün vücudumuz değişikliğe uğradıktan, toz ve toprak kesildikten sonra mı?. Evet.. (Biz mi?) Öyle bir değişime uğradığımız vakit (yeni bir yaratılmış olarak elbette diriltileceğiz?.) Bu mümkün mü?. Bu inkarcılar, insanların öldükten sonra bütün beden organlarının darmadağın olacağını, başka şeyler ile karışık bir hale geleceğini düşündükleri için insanların tekrar vücude getirileceğini imkânsız görmektedirler. Böyle bir düşünce ise sırf cehaletten, Allah’ın kudretini takdir edememekten doğar. Kâinatta bir zerrenin bile büsbütün mahv olmadığı bugün fennen de sabittir. Cenab-ı Hak’kın ilmi, kudreti ise sonsuzdur. O Yüce Yaratıcı, binlerce parçalara, şekillere dönüşen insan cüzlerini yeniden toplayıp ona evvelki şekil ve mahiyetini vermeğe de şüphe yok ki fazlasiyle kadirdir.

50. De ki: Siz faraza taş veya demir olunuz.

50. İşte o Yüce Yaratıcı, o inkârcılara cevap veriyor, onların yanlış düşüncelerini kınıyor, Kur’an lisanı ile diyor ki: Resûlüm o inkârcılara (de ki) Ey cahiller!, (siz) değil kemik ve döküntü olmak, faraza (taş veya demir olunuz) onlar gibi dayanıklı, şiddetli bir mahiyete dönüşünüz, Cenab-ı Hak, sizi iadeye yine kadirdir. Onu hiçbir şey âciz bırakamaz.

51. Veya göğüslerinizde büyütülenden herhangi bir yaratık olunuz, herhalde diriltileceksinizdir. Diyeceklerdir ki: O halde bizi kim geri getirecektir? De ki: Sizi ilk defa yaratmış olan zat geri getirecektir. Artık sana başlarını sallayacaklar ve diyeceklerdir ki: O ne zaman? De ki: Yakın olsa gerek!

51.. Ey inkarcılar!, (veya) siz (göğüslerinizde büyültülen) kendi vicdanî kanaatinize göre hayatı kabul etmiyecek derecede büyük kuvvetli şeyler (den herhangi bir yaratık) olunuz, isterse, sırf ölüm kesilin, siz yine herhalde diriltileceksinizdir. Çünkü Allah Teâlâ onu diriltmeğe, ona da hayatı iade etmeye kadirdir. O inkarcılar, inkâr ve alay etmeyedevam ederek (diyeceklerdir ki: O halde) öyle başka bir mahiyet kazanınca (bizi kim geri getirecektir?.) bize eski vaziyetimizi kim verecektir?. Yüce Resûlüm!. Onların bu sualine cevaben de (de ki: Sizi ilk defa yaratmış olan zat) geri getirecektir, size o geçmiş vaziyetinizi verecektir. Şüphe yok ki, sizi öyle başlangıçta yoktan yaratmış olan Yüce Yaratıcı, sizi öldürdükten sonra iadeye de, size yeniden hayat vermeğe de elbette ki, kadirdir. (Artık) o inkarcılar, bu cevap üzerine de (sana) bir hayret ve alay sebebiyle (başlarını sallıyacaklar ve) alay ederek (diyeceklerdir ki) öyle ise (o) yeniden diriltmek, o kıyâmet hadisesi (ne zaman?.) Sen de onlara (de ki:) onun (yakın olması gerek) aslında kıyametin vukuu muhakkaktır. Fakat onun kopma vakti, Allah’ın ilmine aittir. Fakat bir takım alâmetlere, hadiselere bakarak geçmişe nisbetle kıyametin yakın bir zamanda vukuu düşünülebilir.

52. O gün ki, sizi çağıracaktır, siz de hemen onun emrine saygıyla uyacaksınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kalmış olduğunuzu sanacaksınızdır.

52. Evet.. Kıyamet (o gün) vuku bulacaktır (ki) Cenab-ı Hak (sizi) kabirlerinizden kaldırıp mahşer alanında toplamak için israfil aleyhisselâm vasıtasiyle, son sura üfürtmek suretiyle (çağıracaktır) işte bunun umulur ki, vuku bulma zamanı yakındır, (siz de) o gün (hemen onun emrine saygıyla) tam bir itaat ve bağlılık ile (icabet edeceksiniz ve) göreceğiniz musibetlerin ve şiddetli kıyamet felâketlerinin tesiriyle kabirlerinizde veya dünyada (pek az bir müddet kalmış olduğunuzu sanacaksınızdır) Evet.. O inkarcılar, ahiret âleminin ebediyetini, akla hayale gelmeyen şiddetlerini görünce o zamana kadar geçirmiş oldukları vakitlerin pek cüz’i pek ehemmiyetsiz bir mahiyette bulunmuş olduğuna inanacaklardır.

“Göz yum cihanda aç gözünü kendi haline”

“Sen göz yumup açınca bu âlem gelir gider”

İbni Kemâl

53. Ve kullarıma de ki: En güzel olanı söylesinler. Şüphe yok ki, şeytan aralarını bozmaya çalışır. Muhakkak ki, şeytan, insan için pek açık bir düşmandır.

53. Bu mübarek âyetler, Resûl-i Ekrem’in vazifesini, inkarcılar ile yapılacak konuşmaların tartışmaların bir felâkete sebebiyet vermemesi için ne kadar yumuşak, hikmetli bir şekilde yapılmasını gösteriyor. Cenab-ı Hak’kın kulları hakkında dilediği gibi tasarruf larda bulunacağını bütün kâinatın durumunu en iyi bilen zat olduğunu bildiriyor. Peygamberlerinden bazılarını da bazıları üzerine üstün kılmış olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Resûlüm Ya Muhammed!. Aleyhisselâm Mümin (kullarıma de ki:) müşrikler ile, inkârcılarla tartışmada bulundukları zaman onlara karşı (en güzel olanı söylesinler) onlara karşı şiddet, sertlik göstermesinler: Nefret etmelerine sebep olacak tarzda konuşmada bulunmasınlar, onların hidayete, rahmete ulaşabilmeleri için duada bulunsunlar, onları en güzel bir üslup ile irşada çalışsınlar. (Şüphe yok ki, şeytan) onların (aralarını bozmaya çalışır) onların aralarında münakaşalar, mücadeleler meydana gelsin diye onlara kötü vesveselerde bulunur. (Muhakkak ki şeytan) öteden beri (insan için) düşmanlığı (pek açık bir düşmandır) artık onun o haince vesveselerine meydan vermemek için konuşmalarınızda ihtiyatlı hareketten ayrılmayınız. Nazikçe, hikmetlice sözler ruhlar üzerinde güzel tesir yapar, dürüstçe lakırdılar da insanları aydınlatır. Bu, ictimâî bir hayat için ne güzel bir düsturdur!.

54. Rabbiniz sizi en iyi bilendir. Dilerse size merhamet buyurur ve dilerse size azap eder ve seni onların üzerine bir vekil olarakgöndermedik.

54. Ey insanlar!. Şüphe yok ki, (Rabbiniz sizi en iyi bilendir) sizin kabiliyetinizi, maksatlarınızı, lâyık olduğunuz şeyleri hakkıyla bilendir. O Kerem sahibi Rab (dilerse size merhamet buyurur) sizi hidayete erdirir (ve dilerse size) kusurlarınızdan dolayı (azap eder) artık ey müminler!. Başkalarını da hakir görmeyiniz, olabilir ki, o hakir görülen kimseler, hallerini düzelterek güzel bir sona kavuşurlar. Binaenaleyh onlar ile güzelce tartışmada bulunmalıdır ki, hakkı kabul etmelerine sebep olabilsin. (Ve) Resûlüm!, (seni onların) o inkârcıların (üzerine bir vekîl olarak göndermedik) onları korumaya, onları zorla Allah’ın rızasını kazanmaya sevketmekle emrolunmuş değilsin. Sen ancak bir müjdeci ve uyarıcısın. Artık sen ve sana tabi olanlar, muhalifleri en güzel bir yolla irşada çalışmalısınız. “Deniliyor ki: Bu ilâhî emir, cihad hakkındaki âyetin inişinden evvele aittir. Bununla beraber birçok hususlarda en güzel yolu tercih ederek o şekilde halkı irşada devam etmek icabeder.”

55. Ve Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. And olsun ki, Peygamberlerin bazılarını bazılarından üstün kıldık ve Davuda bir Zebur verdik.

55. (Ve) Ey Yüce Resûl!. Senin (Rabbin) sana ihsanda bulunan seni mahlhukatın en mükemmeli kılan Kerem sahibi Yaratıcın (göklerde ve yerde olanı en iyi bilendir) onun ilmi yalnız insanlığa ait değildir, bütün varlıkları ve yoklukları kuşatmıştır, artık sizlerin de ihtilâflarınızı, ahlâk ve tavırlarınızı hakkıyla bilmektedir, ona hiçbir şey gizli kalamaz, ve o Kerem Sahibi Mabut, ilâhî lütuflarına lâyık olanları da yüce mertebelere kavuşturur. (And olsun ki. Peygamberlerin bazılarını da bazılarından üstün kıldık.) onlar öyle dünyevî varlıklar bakımından değil, zatî faziletleri itibariyle, bedenî ilişkilerden arınmayönüyle üstünlüklere sahip olmuşlardı. (Ve Davud’a da bir Zebur) kitabı (verdik) onun değerini de o Zebur kitabı ile yüceltik. O kitabın yüce varlığı yanında dünya varlığının ne kıymeti olabilir?, İşte Hazreti Davut, büyük bir dünya saltanatına da kavuşmuş olduğu halde onun üstünlüğünü gösteren, o saltanat değil, o kavuştuğu ilâhî kitaptır. Bu âyeti kerime, bir takım müşriklerin iddialarını da reddetmektedir. Onlar diyor-lardıki: Bir takım Kureyş Lideri dururken Ebu Talib’in yetimi nasıl Peygamber olabilir?. Bir takım aç, çıplak kimseler onun ashabını nasıl oluşturabilir? Yahudiler de Tevrattan başka kitap tanımıyorlardı, Musa’dan sonra nebi bulunduğuna inanmıyorlardı. Bu âyeti celile ise onları reddediyor. Buyurulmuş oluyor ki: Cenab-ı Hak dilediği zatları lütuf ve keremine kavuşturur, ve kimlerin bu nimetlere lâyık olduklarını hakkıyla bilir. İşte Hazreti Davud’u Zebur gibi bir kitaba, bir peygamberliğe mazhar buyurmuş olduğu gibi Hazreti Muhammed’e de Kur’an’ı Kerim’i vermiş, bütün insanlığa peygamber olarak göndermiştir. Bunu kimin imkânsız görmeye selahiyeti olabilir?. Özellikle Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’ın vasıfları o Zebur kitabının içinde de bulunmaktadır.

56. De ki: Allah’ı bırakıp ileri sürdüklerinize dua ediniz. İmdi onlar sizden ne sıkıntıyı açmaya kadir olurlar, ne de değiştirmeğe.

56. Bu mübarek âyetler, müşriklere mabut edindikleri bir takım mahlûkların bir fâide veremiyeceklerini bildiriyor. O mahlûkların da Cenab’ı Hak’ka manevî olarak yaklaşmak için ibadet ve itaatda bulunup Allah’ın rahmetini niyaz, edip ilâhî azaptan korkar olduklarını beyan buyuruyor. Ve dünyada olanların kıyametten evvel ya helâke veya şiddetli azaplara uğrayacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. O müşriklere (de ki: Ondan) Allah Teâlâ’dan (başka) melekler,cinler gibi veya Üzeyr, İsa Aleyhimesselâm gibi tenrı (iddia etmiş olduğunuza) öyle mahlûklara (dua ediniz) sizin yardımınıza koşsunlar, bu mümkün mü? (İmdi onlar sizden ne) hastalık gibi, kıtlık ve pahalılık gibi bir (sıkıntıyı açmaya kâdir olurlar ne de) o musibetleri başkalarına yönelterek mahallini (değiştirmeğe) kâdir olabilirler. Çünkü onlar da haddızatında birer mahluktur, icat ve imha kudretini haiz değildirler, kendi kendilerine hiçbir şeyi yaratıp meydana getiremezler.

57. O kendilerine taptıkları da Rablerine hangisi daha yakın olsun diye vesile ararlar ve onun rahmetini umarlar ve onun azabından korkarlar. Şüphe yok ki, Rabbin azabı sakınılmaya pek lâyıktır.

57. Evet.. Müşriklerin (o kendilerine taptıkları) melekler ve diğer hayat sahipleri (de rablerine) kendilerinden (hangisi daha yakın) Allah katında daha faziletli (olsun diye) yarışmada bulunurcasına (vesile ararlar) manevî yakınlığa kavuşmak için ibadet ve itaatle meşgul olurlar, onlar da Cenab-ı Hak’ka ihtiyaçlarını arz ederek Allah’ın lütfuna sığınırlar (ve onun) o Kerem sahibi Yaratıcının (rahmetini umarlar) ilâhî korumaya ulaşmalarını rica ederler, (ve onun azabından korkarlar) onlar da diğer kullar gibi Allah’ın azabını düşünerek titrer dururlar. Gerçekten de (şüphe yok ki. Rabbin azabı sakınılmaya pek lâyıktır) melekler de, Peygamberler de Cenabı Hak’kın azabından korkarlar, onun ne müthiş olduğunu bilir, titrerler. Artık onlara nasıl ilahlık, mâbutluk derecesi verilebilir.

58. Ve hiçbir ülke yoktur ki, illâ onu kıyamet gününden evvel biz ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azap ile azaplandırırız. Bu, kitapta yazılmış bulunmaktadır.

58. Ey gafil insanlar!. Öyle mahlûklara tapmakla ilâhî azaptan kurtulacağınızı mı zannediyorsunuz?. Ne cehalet!. Elbette herkes lâyık olduğu âkibete erişecektir. (ve hiçbir ülke yoktur ki) bu dünyada (illâ onu) o ülkeyi, onun ahalisini (kıyamet gününden evvel biz ya helâk ederiz) yani: onun ahalisini ölüm ile, kökünü kazımak suretiyle dünyevî hayattan mahrum bırakırız (veya onu) o ülkeyi, ahalisini (şiddetli bir azap ile azaplandırırız) onları öldürmek gibi, esirlik gibi vesair çeşitli belâlar gibi şiddetli şeyler ile azaba uğratırız. (Bu) bildirilen helâk ve azap (kitapta) lâvhi mahfuzda (yazılmış bulunmaktadır) herhalde meydana gelecektir. Nitekim vakit vakit yeryüzünde nice olaylar, hareketler, patlamalar vücude gelmektedir. Artık insan, bu gibi müthiş âkibetleri düşünmelidir, halini islaha çalışmalıdır, mahlukata değil, yalnız Allah Teâlâya kullukta bulunarak ondan selâmet ve saadet, güzel ölüm niyazında bulunmalıdır.

“Ya ölür ya ayrılır ya terkeder”

“Herki haktan gayrı yar oldu sana”

59. Ve bizi âyetler ile Peygamber göndermekten bir şey alıkoymuş değildir. Ancak onları eski kavimler yalanlamışlardır. Ve Semud’a gözleri göre göre o dişi deveyi verdik, onlar ise onunla zulümettiler ve biz âyetleri göndermeyiz, ancak korkutmak için göndeririz.

59. Bu mübarek âyetler, Resûl-i Ekrem’den mucizeler göstermesini isteyen müşriklerinde eski inkârcı kavimler gibi o gösterilecek mucizeleri inkâr edeceklerine işaret ediyor. Mucizelerin ne gibi faydalardan dolayı gösterildiğini, Resûl-i Ekrem’in kavuştuğu görüntü ile Kur’an’ı Kerim’de zikredilen nefrete uğramış ağacın nasıl bir imtihan için ifade buyurulmuş olduğunu, o müşriklerin ise bu gibi şeylerden yararlan-madıklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm!. Bilinmektedir ki, bizim kudreti-miz sonsuzdur (ve bizi âyetler ile) istenilen mucizeler ile (Peygamber gön-dermekten birşey men etmiş değildir) benim yüce kudretim her türlümucizeleri, hârikaları meydana getirmeğe fazlasiyle kâfidir, bunları yaratmama hiç bir şey engel olamaz. (Ancak onları) o meydana getirilen mucizeleri (eski kavimler) gördükleri halde (yalanlamışlardır.) Bunun ‘.’azası olarak da derhal mahv ve yok olmuşlardır. (Ve) Kısacası (Semııd’a gözleri göre göre) açık, parlak bir mucize olarak (o dişi deveyi verdik) o hârikayı görünce Peygamberlerini tasdik etmeli değil mi idiler?, (onlar ise onunla) o deveyi öldürmeke, Peygamberlerini tasdik etmeli değil mi idiler?, (onlar ise onunla) o jeveyi öldürmekle, Peygamberlerini inkâr etmekle kendi nefislerine (zulm ettiler) lâyık oldukları azaplara derhal kavuştular. Şimdiki kâfirlerin istedikleri mucizeler de hemen gösterilse bunlar da o mucizeleri inkâr ederek derhal Allah’ın kahrına uğrarlar. (Ve biz âyetleri göndermeyiz, ancak korkutmak için göndeririz) ta ki korkup da hakkı düşünmeye, hallerini ıslaha çalışarak hidayete ersinler. Aksi takdirde köklerinin kazınması suretiyle hemen helâk olur giderler. Şimdiki inkârcılara ise Allah’ın merhametinin bir eseri olarak bir mühlet verilmiş oluyor, düşünüp inançlarını düzeltebilmeleri için imkân bulunuyor, bu hikmetten dolayı istediği hârikalar birden meydana getirilmiyor. Ta ki, hemen inkâr edip de mahv ve yok olmasınlar.

§ Rivayete göre Arap müşrikleri, Resûl-i Ekrem’den birçok mucizeler istemişlerdi. Kimisi yerlerden suların, gözelerin çıkarılıp fışkırtılmasını istemişti. Kimisi de bir takım ölülerin diriltilmesini istemişti. Kimisi de rüzgârların kendilerinin emrine verilmesini veya safa dağının altın kesilmesini, veya dağların ova kesilip ziraate elverişli bir hale gelmesini teklif etmişti. İşte bu gibi mucizeler gösterildiği takdirde yine inkâra cür’et edince hepsinin birden helâk olması lâzım gelirdi

60. Ve sana demişti ki: Senin Rabbin şüphesiz bütün insanları kuşatmıştır ve sana göstermişolduğumuz görüntüleri ve Kur’ân’daki lânet edilmiş olan ağacı da insanları ancak bir imtihan için meydana getirdik ve onları korkutuyoruz. Halbuki onlara pek büyük bir taşkınlıktan başka bir şey arttırmış olmuyor.

60. (Ve) Yüce Resûl! Hatırla ki (sana demiştik ki, senin Rabbin) senin ve ümmetin hakkında merhamet ve ihsanını bollaştıran kerim mabûdun (şüphesiz bütün insanları) ilmen, kudreten (kuşatmıştır) hepsi de onun kudret elinde bulunmaktadırlar, onların fiil ve amellerinden hiçbir şey o Yüce Yaratıcıya gizli kalamaz. (Ve sana göstermiş olduğumuz görüntüleri) senin için nasip olan fevkalâde. bir görüntüyü, bir görüşü, bir müşahedeyi (ve Kur’ân’daki lânet edilmiş olan ağacı da) yani: Cehennemde mevcut olup kendisinden, ancak lânetlenmiş kâfirlerin yiyecekleri zakkum ağacını da (insanlara bir imtihan için kılmıştık) bunlar insanlar için hikmet gereği bir tecrübe durumunda bulunmuştur. Bu suretle kendi kabiliyetleri kendilerine gösterilmiş olacaktır. (Ve onları) bu gibi imtihan vesileleri ile vesaire ile (korkutuyoruz) ta ki, korksunlar da hakkı düşünsünler, inkârı, ihtirasları bırakarak hidayete ersinler. (Halbuki,) bu hârikalar, bu tecrübe vesileleri (onlara) o inkârcılara (pek büyük bir taşkınlıktan başka bir şey arttırmış olmuyor) onlar yine haddi aşarlar, cehaletlerinde, inkârlarında devam gösterir dururlar. İşte Resûl-i Ekrem’in kavuştuğu (görüntüyü) ve Kur’an-ı Kerim’deki zikredilen ağacı inkârları da bu cümledendir.

§ Bu âyeti kerimedeki rüyadan maksat, ya Miraç gecesindeki temaşadan, sema-lardaki, yerlerdeki acaip kudreti seyretmekten ibarettir. Bu harika geceleyin meydana geldiği için rüya diye beyan buyurulmuştur. Maamafih rüya lafzı, temaşa etmek yerinde de kullanılmaktadır. Veyahut buna rüya denilmesi hakikaten maydana gelen temaşayı kâfirlerin inkâr etmelerinden dolayıdır ki, onlar buharikanın rüya âleminde bile görülmüş olmasını imkânsız kalbul etmişlerdi. Bununla beraber bu rüyadan maksat, bir kısım müfessirlere göre de Resûl-i Ekrem’in Mekke müşrikleri hakkında gördüğü rüyâdır ki: Onların Bedir muharebesinde syenilip, kahr olacaklarını, onlardan bir kısmının nerelerde öldürülüp toprağa gömüleceğini daha Mekke’de iken rüyasında görmüş, bilahara bu hâdise meydana gelmiştir.

§ Zakkum da kırlardaki bir bitkidir ki, zehirli bulunur. Ve içinde hurma ve kaymak bulunan bir yiyeceğe de Zakkum denilir. İşte Ebu Cehl gibi kâfirler, bu görmeyi, bu Zakkum ağacını inkâr etmişler, cehennem gibi bir ateşli mahalde bir ağaç nasıl bulunabilir demişler, Kur’an’ın beyanlarına karşı inkârcı ve alaycı bir vaziyet almışlardı. Onlar Allah’ın kudreti ile nice hârikaların meydana gelmiş ve gelmekte olduğunu düşünmemiş, dünyada bile ateşler içinde, denizler dibinde nice hayvanların yaşayıp ta yanmadıklarını, boğulmadıklarını hiç nazarı ibrete almamışlardır. Artık bütün bu gibi ilâhî açıklamalar, onların haklarında bir sınama, bir imtihan mahiyetinde bulunmuştur. Onlar nihayet lâyık oldukları ebedî cezalara kavuşacaklardır.

61. Ve o zamanı hatırla ki, Âdem’e secde ediniz diye meleklere emrettik, onlar da hemen secde ettiler. Ancak iblis secde etmedi dedi ki: Ben çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim?

61. Bu mubarek âyetler, insanları küfr ve şirke düşürmeğe çalışan şeytanın nasıl lânete uğramış olduğunu bildiriyor. Allah’ın emrine uymak için Hazreti Adem’e secde ile emrolunduğu halde ne kadar kibirli bir vaziyet alarak o secdeden kaçındığını ve o yüzden ebedî ziyana uğradığını, kibir ve gururun, Peygamberlere karşı düşmanlığın ne büyük felâketlere sebep olduğunu gösteriyor. Şeytanın insanlara karşı yapacağıvesveselerin ehemmiyetsizliğine işaret ediyor, din kuvveti olan müslümanların Allah’ın koruması altında olup onların üzerinde şeytanın bir hâkimiyeti bulunmadığını beyan buyuruyor, şöyle ki: (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (Hatırla ki,) Ceddin Adem’i yarattığım ve kendisine büyük bir üstünlük verdiğim zaman (Adem’e secde ediniz diye meleklere emrettik) onlar da bu emre uyarak (hemen secde ettiler) Hazreti Adem’in üstünlüklerini takdirde ve kendisine karşı bir saygı selâmında bulundular. (Ancak) meleklerin arasında bulunan (Iblis) kendisine de yönelik olan bu ilâhî emre muhalefet ederek secdede bulunmadı ilâhî emirdeki hikmeti takdir edemedi, şahsî bir gururun tesirinden kurtulamadı (ve) inkârcı ve kibirli bir eda ile (dedi ki: Ben bir çamur halinde yarattığına secde eder miyim?.) ona karşı öyle mütevazi bir vaziyet alır mıyım?.

62. Dedi ki: Bana haber ver, şunu ki, benim üzerime üstün kıldın yemin ederim ki, eğer beni kıyamet gününe kadar tehir eder isen elbette onun neslini, birazı müstesnâ olmak üzere mutlaka hâkimiyetimin altına alırım.

62. O pis şeytan (dedi ki: Bana haber ver) kendisine secde edilmesini emrettiğin (şunu ki:) şu Adem’i ki, onu (benim üzerime üstün kıldın) ne sebepten dolayı onu benim üzerine tercih ettin ve üstün kılmış oldun?. Ben ışıklı bir cevher olan ateşten yaratılmış olduğum halde neden sudan, topraktan yaratılmış bir kimseye secde edeyim?. Lânetli İblis düşünmüyordu ki: Bütün kâinat cüzleri, bir cevher mahiyetinde demektir, hepsini de yaratmış olan, Allah Teâlâdır, hepsinin de çeşit çeşit faideleri vardır. Maamafih mahlûkatın vazifesi, Allah’ın emrine uymaktır. Her ilâhî emrin bir nice hikmetleri vardır, mahlûkatın o hikmetleri tamamen bilmesi icabetmez. Mükellef olan kimselere lâzımdır ki, hiçbir ilâhî emrin boş yere olmayacağını “bilip ona riayetedilmesini bir kulluk vazifesi bilsin. Şeytan ise bunu takdir edemedi, nefsine mağlûp oldu ve şöyle dedi: (yemin ederim ki: eğer beni) Ey Yüce Yaratıcı!. (kıyamet gününe kadar tehir eder) de yaşatır (isen onun) Adem’in (zürriyetini, birazı) ilâhî koruma altında olan evliya zü.mresi (müstesna olmak üzere mutlaka) ayartmak, vesvese vermek sureti ile (hâkimiyetimin altına alırım) onları kuşatırım, onları dilediğim tarafa götürürüm.

63. Cenabı Hak da buyurdu ki: Çok git, imdi onlardan her kim sana tâbi olursa artık şüphe yok ki, sizin cezanız cehennemdir. Tam mükemmel bir ceza.

63. Cenab-ı Hak da Adem Aleyhisselâm’a ve onun evlât ve torunlarına karşı o kadar düşmanlıkta bulunan şeytana hitaben (buyurdu ki,) Ey iblis!, (çık git) sen kovulmuşsun, dilediğini yapmaya çalış, şûra üfrülünceye kadar yaşatılacaksın (İmdi onlardan) Adem’in zürriyetinden (her kim sana tâbî olursa) senin vesveselerine kapılırsa (artık şüphe yok ki, sizin cezanız cehennemdir) öyle bir ateş tabakasıdır. O ise (tam, mükemmel bir ceza) dır. Kendi kötü amellerinizden dolayı onu hak etmiş olursunuz.

64. Ve onlardan kime gücün yeterse onu sesin ile oynat ve onları süvarilerinle, piyadelerinle yaygaraya boğ ve onlara mallarda ve evlâtlarda ortak ol ve onlara vâdler yap, onlara şeytanın vâdedeceği şey ise bir aldatmadan başka birşey değildir.

64. (Ve onlardan) âdem oğullarından (kime gücün yeterse) hangisini aldatabilirsen (onu sesin ile oynat) rahatsız et, isyana davet eyle onu oyun ve eğlence ile, boş nağmeler, gayrı meşru hareketler ile yoldan çıkarmaya çalış (ve onları) o aldatacağın âdem oğullarını (süvarilerinle, piyadelerinle) yani: Bütün yardımcılarınla, sana tabi olan insanlar ve cinler ile veya bütün oyun ve eğlence ile(yaygaraya böğ) kendilerini isyana davet et. (Ve onlara mallarda ve evlâtlarda ortak ol) meselâ: Onları helâl şeyleri haram saymaya ve haram şeyleri yapmaya şevket, ibadetlerin kimseye bir fâide vermeyeceğini telkinde bulun. Onları zinaya, gayrı meşru şekilde evlât sahibi olmaya teşvik eyle, onlara Abdi Şems, Abdi Uzza gibi adlar verdir, onları bâtıl dinleri kabule yönlendir, böyle bütün düşmanlığını göster, elbette ki, bu pek haince, kâfirce telkinlerin pek büyük cezasını göreceksindir. (Ve) Ey lânetli İblis (onlara) adem oğullarına (va’dler yap) bâtıl va’dlarda bulun. Fakat (onlara) âdem oğullarına (şeytanın va’d edeceği şey ise bir aldatmadan başka birşey değildir) bütün bunlar, onun bütün va’dları, bâtıl, sabit olmayan şeylerdir, asılsız şeyleri süslemek ve teklif etmekten ibarettir. Meselâ: Şeytan, ahiret azabını inkâr eder, putların birer şefaatçi olduğunu iddiada bulunur, dünya varlığını ahiret varlığına tercih ettirmeğe çalışır, bir takım zararlı şeyleri faideli göstererek bir nice kimseleri saptırmaya çalışır durur. İşte akıl sahiplerine lâzımdır ki, şeytanın öyle aldatmalarına kapılmasınlar, şeytan tabiatlı kimselerin dine muhalif, yaldızlı aldatıcı sözlerine kıymet vermesinler.

65. Şüphesiz benim kullarım var ya, senin için onların üzerinde bir hâkimiyet yoktur. Vekil olarak da Rabbin kâfidir.

65. Fakat ey Şeytan!. Ey şeytanın yardımcıları!. Şunu da biliniz ki: (Şüphesiz benim kullarım var ya) onlar ki, kulluk vazifelerini takva ile, güzel ameller ile yerine getirmeye çalışıp dururlar, onlar ki hakikî müminlerdir (senin için onların üzerinde bir hâkimiyet yoktur) sen onları tamamen ayartmaya güç yetiremezsin. Onları bağışlanmayacak bir günahı işlemeye sevkedemezsin. Onlar, Allah’ın korumasına, ilâhî yardımına kavuşmuş, seçkin kullardır, (ve)onları senin şerrinden, vesveselerinden korumak için (vekil olarak da Rabbin) seni yaratmış olan Yüce Yaratıcı (kâfidir) onları her şekilde ilâhî korumasına kavuşturur. Onlar, Cenabı Hak’ka tevekkül ederler, şeytanî vesveselerden kurtulmak için O Kerem sahibi Rab’den yardım isterler, onun verdiği nimetlere karşı şükran borçlu olduklarını itiraf ederek dindarca ve faziletli bir halde yaşarlar. Ey lânetli Şeytan. Sen isen yine zarar ve ziyanda kalırsın, Yüce Yaratıcının ebedî azaplarına tutalarak cehennemde sonsuz olarak kalırsın, kendisiyle iftihar ettiğin ateş ile sürekli azap görür durursun. İşte Allah’ın emrini hafife almanın insanlar hakkında kötü muamelede bulunmanın müthiş ve sonsuz cezası!.

§ Bu dünya bir imtihan âlemi olduğundan şeytanın bu kadar ömür sürmesine, vesvesede bulunabilmesine hikmet gereği müsaade verilmiştir, şeytana ait bu kıssa, Kur’an-ı Kerim’in yedi sûresinde, Bakara, Araf, Hicr, İsrâ, Kehf, Tâhâ, Sat sûrelerinde zikredilmiştir. Bunun aynen ve mânâ olarak tekrar beyan buyurulmasındaki hikmet ise şeytanın ne kadar insaniyet düşmanı olduğunu tekrar tekrar zikrederek insanları gafletten uyandırmaktır, onun vesveselerine kapılmaktan men etmektir, onun şerrinden kurtulmaya vesile olan din ve fazilet yoluna sevkeylemektir. Allah Teâlâ Hazretleri cümlemizi şeytanların şerrinden, vesveselerinden emin buyursun Âmin..

66. Rabbiniz, o kerem sahibi zat dir ki, sizin için denizde gemileri yüzdürür, ta ki, onun lütfundan talepte bulunasınız. Şüphe yok ki, o sizin için pek fazla merhametlidir.

66. Bu mübarek âyetler, Hak Teâlâ’nın kudretini, hikmetini, rahmetini gösteren bir kısım delilleri bildiriyor. Denizlerdeki gemilerini yüzüp gitmelerini ve temin ettikleri faideleri veara sıra uğradıkları tehlikeli vaziyetleri hatırlatıyor. Tehlikeli vaziyetlerde Cenab-ı Hak’ka niyaza başlayan bir takım kimselerin selâmet sahiline çıkınca yine nankörlükte bulunduklarını ve böyle bir hareketin helâk edici bir sonla neticelenebileceğini hatırlatmaktadır. Şöyle ki: Ey insanlar!. Sizin (Rabbiniz) sizi yaratıp besleyen yaratıcınız (o) kerem sahibi zat (dir ki, sizin için denizde gemileri yüzdürür) menfaatinizi temin için istediğiniz taraflara gemileri vakit vakit sevkeyler. Nitekim sizin ecdadınızı da Nuh Aleyhisselâm ile beraber bir gemi vasıtasiyle bir kurtuluş sahiline erdirmiştir. Evet.. O Kerem sahibi Yaratıcı, gemileri sizin emrinize vermiştir (tâ ki, onun lütfundan) sizin için takdir edilmiş olan rızkından (talepte bulunasınız) ihtiyacınızı bertaraf edecek, ekonominize ferahlık verecek malları tedarik edebilesiniz (şüphe yok ki, o) kerim Yaratîcınız (sizin için pek fazla merhametlidir.) Bunun içindir ki, muhtaç olduğunuz şeyleri meydana getirmiş, onları elde edebilme sebeplerini kolaylaştırmıştır. Görülüyor ki, bu âyeti celile, bizlere sosyal ihtiyaçları gidermek, meşru şekilde servet ve mal sahibi olmak yolunu gösteriyor, bizleri iktisadî faaliyetlere teşvik etmiş bulunuyor. Bütün bunlar, İslâmiyetin yükselmeye engel değil, bilakis yükselme sebebi olduğunu gösteren birer parlak delildir. Bunu takdir etmelidir, bunu inkâr ederek nankörlükte bulunmamalıdır.

67. Ve size denizde bir şiddet isabet ettiği zaman, ondan başka bütün ibadet ettikleriniz kaybolurlar. Sonra sizi kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankör olmuştur.

67. (Ve) Ey inkarcılar, müşrikler!, (size denizde bir şiddet isabet ettiği zaman) deryada dalgalar ortaya çıkarak boğulacağınızdan korktuğunuz vakit (ondan) oYüce Yaratıcıdan (başka) kendilerine (ibadet eder) yalvarır, yakarır (olduklarınız) kendilerini o Kerem sahibi Yaratıcıya ortak sandıkiannız (kaybolurlar) onları unutursunuz, onlardan bir yardım beklemezsiniz, yalnız Allah Teâlâ’ya yalvarırsınız, sizi ondan başkasının kurtaramıyacağını anlarsınız. (Sonra) Allah Teâlâ (sizi kurtarıp karaya çıkarınca da) Allah’ın dininden (yüz çevirirsiniz.) Yine küfr ve şirke düşersiniz. Gerçekte bu nevi (insan, çok nankör olmuştur.) Selâmete erdimi, kendisini kurtarmış olan Kerim Yaratıcısını birlemeye, ona şükretmeye devam etmez, yine başkalarını o benzersiz mabuda ortak koşmaktan geri durmaz.

68. O’nun sizi kara tarafında yerin dibine batırmasından veya sizin üzerinize taşlı bir kasırga göndermesinden emin mi oldunuz? Sonra kendiniz için bir vekil bulamazsınız.

68. Ey bu gibi bir tehlikeden kurtulmuş olan gafil insanlar!. Hiç istikbalinizi düşünmez misiniz?. Tekrar tekrar felâketlere uğrayabileceğinizi hiç aklınıza getirmez misiniz?. O Yüce Yaratıcının (Sizî kara tarafında yerin dibine batırmasından) emin olabilir misiniz?. Sizi denizde de boğmaya kâdir olan o Yüce Yaratıcı, sizi yer yüzünün herhangi bir parçasında da mahvetmeğe, yerlerin altına geçirmeğe de kadirdir. (Veya sizin üzerinize taşlı bir kasırga gönderme” sinden emin mi oldunuz?.) dilerse başınız üzerine gök tarafından taşları yağdırır, o suretle sizi helâk eder. Nitekim Lût kavmi üzerine böyle bir helâk yağmuru yağdırmıştır. (Sonra kendiniz için) Ey insanlar! (bir vekil bulamazsınız) ki, sizi o felâketten kurtarabilsin. Artık nasıl oluyor da öyle küfr ve şirke düşüp duruyorsunuz?.

69. Yoksa sizi tekrar oraya iade etmesinden, sonra da üzerinize şiddetli bir rüzgâr gönderip de sizi küfrettiğinizden dolayı boğmayacağından emin mi oldunuz. Sonrakendiniz için bize karşı intikam alacak da bulamazsınız.

69. (Yoksa sizî oraya) deniz seferine (tekrar iade etmesinden) kendinizi emin mi görüyorsunuz?. Tekrar herhangi bir sebep, bir ihtiyaç vesilesiyle deniz seyahatine çıkarak yine korkuç bir felâkete uğramayacağsnıza hükmedebilir misiniz?. Evet.. Yine öyle bir sefer esnasında (üzerinize şiddetli bir rüzgâr gönderip de sizi küfrettiğinizden) o Kerem sahibi Yaratıcıya mahlûkatmı ortak koştuğunuzdan (dolayı) bir ceza olarak denizde (bogacağından emin mi oldunuz?.) ki, öyle küfür ve şirke cür’et edip duruyorsunuz?. Şunu da bilmelisiniz ki, sizi boğduktan ve helâk ettikten (sonra kendiniz için bize karşı intikam alacak) size yaptığımızı bizden sorup isteyecek bir kimse de, bir koruyucu da (bulamazsınız) o taptığınız mahlûkat, size yardımcı olamazlar. Artık nedir bu cehalet?. Bu kadar inkârcı cesaret, böyle bir durum, insanlığın şanına yakışır mı?.

70. Andolsun ki, biz insanoğlunu üstün kıldık ve onları karada ve denizde nakil vasıtalarına yükledik ve onları lezzetli, temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları mahlûkatımızdan birçokları üzerine fazlasıyla üstün kıldık.

70. Bu mübarek âyetler, insanların haddızatında şerefli ve yaratıkların bir çoğundan üstün ve nice nimetlere kavuşmuş olduklarını bildiriyor. Ahirette de dünyadaki amellerine göre muameleye tâbi olacaklarını beyan buyruyor. Şöyle ki: Kerem sahibi Yaratıcı, insanlara ihsan buyurmuş olduğu nimetlerden dört çeşidini hatırlatıyor, (andolsun ki,) yani: Muhakkaktır ki: (Bîz adem oğullarını üstün kıldık) hepsine de güzel bir sûret, orta bir boy, faideli organ verdik. Bunlar birinci nevi bir ilâhî lütuftur. (Ve onları karada ve denizde) nakil vasıtalarına (yükledik) onlar karalarda atlar, develer gibi şeyler ile, denizlerde de gemiler vesaire ile diledikleriyerlere giderler. Özellikle insanlar şimdi uçaklar, trenler gibi daha nice mükemmel nakil vasıtalarına kavuşmuşlardır. Bunlar da ikinci nevi bir rabbanî lütuftur. (Ve onları) âdem oğullarını (leziz ve temiz şeylerden) nefis, tatlı meyvelerden, yiyeceklerden (rızıklandındık) onlar bitkisel ve hayvansal gıdaların en güzellerinden, hoş olanlarından yararlanırlar. Bunlar da haklarında üçüncü nevi bir ilâhî ihsandır. (Ve onları mahlûkatımızdan birçokları üzerine fazlasiyle üstün kıldık) kendilerine konuşma yeteneği ve akıl kuvveti verdik, İlim ve irfan tahsil etmek kabiliyeti verdik, dünya ve ahiret saadetini kazanmaya vesile olacak bir yetenek ihsan buyurduk. Bunlar da dördüncü nevi bir ilâhî bağıştır. Artık insanlar, kavuştukları bu nimetlerin kadrini bilmelidir, akıllarını güzelce kullanarak bu nimetleri kendilerine ihsan buyurmuş olan kâinatın yaratıcısının birliğini, yüceliğini tasdik, kendisine hamd ve şükr etmelidir. Bunun aksine hareket, bir takım mahlukata tapmak, en büyük bir nankörlüktür. İşte Cenab-ı Hak, insanlığa lütfen vermiş olduğu bu nimetleri beyan ile onları uyanmaya davet etmiş oluyor.

§ İnsanlık, güzelce dindar oldukça bu şerefi muhafaza etmiş, Allah katında üstün bulunmuş olur. Böyle bir insanlık, genel görünüşü itibariyle diğer yaratıklardan, hattâ meleklerden bile üstündür. Hazreti Adem’e meleklerin secde ile emredilmiş olmaları da bu üstünlüğü göstermektedir. Çünkü insanlık, bir takım müşkil engellere, alâkalara mâruz bulunduğu halde yine Allah’ın yolunu takibederek nefsine hâkim olunca büyük bir nefis mücadelesinde bulunmuş, bu yüzden büyük bir sevap kazanmış olur. Melekler ise zaten günahsız yaratılmış, öyle bir takım engellere mâruz, kalmamışlar, nefis mücadelesine muhtaç bir halde bulunmamışlardır. Maamafih topluluklar itibariyle elbette insanlar ile melekler arasındafark vardır, şöyle ki: Bağavî merhum gibi bazı müfessirlerin beyanına göre meleklerin seçkin olmayanı müminlerin seçkin olmayanından üstündür. Müminlerin seçkin olanı da meleklerin seçkin olanından üstündür. Özellikle Resûl-i Ekrem Efendimizin bütün mahlûkatın üstünde bir şeref ve fazilete sahip olduğu bilinmektedir. İman dairesinden çıkmış olan bir takım insanlar ise aslî üstünlüklerini kaybetmiş, hayvanlardan bile aşağı bir vaziyette bulunmuşlardır. Velhâsıl insanî faziletleri ilâhî din çerçevesinde muhafaza lâzımdır. Aksi takdirde netice pek korkunçtur.

71. Bir gün her insan topluluğunu önderleriyle çağıracağız, artık onlardan her kimin kitabı sağ eline verilirse işte onlar kitaplarını okurlar ve onlar en küçük bir haksızlığa bile uğramazlar.

71. Hatırla ki, (birgün) kıyamet kopunca (her insan topluluğunu önderleriyle) dünyada iken kimlere uymuşlar, kimleri rehber edinmişler ise onlar. ile (çağıracağız) meselâ: Müslümanların asıl imamları Resûl-i Ekrem efendimizdir, Kur’an’ı Kerîm’dir. Kıyamette onun ümmeti, Ey Muhammed Ümmeti gibi bir nida ile hesap vermeye davet edilecektir. Diğer ümmetlere de: Ey İbrahim ümmeti ey Musa ümmeti gibi bir nida ile davet vaki olacaktır. Nemrud gibi Firavun gibi kâfirlere tabi olanlara da Nemrut ümmeti vesaire diye ceza yerine sevkedileceklerdir. (Artık onlardan) o çağırılanlardan (her kimin kitabı) amel defterleri (sağ eline verilirse) onlar, mutlu ve sağduyu sahibi müminlerdir (işte onlar kitaplarını okurlar) o kitaplarda güzel amellerinin yazılmış olduğunu görerek büyük bir sevinç ve ferahlık içinde kalırlar (ve onlar en küçük bir haksızlığa uğramazlar) Âyetteki fetil, hurma çekirdeğinin yarığı içindeki pek küçük iplik veya kir demektir ki, perk cüzî şeyden kinayedir. Yani: o kitapları sağ taraflarından verilen müminler kıl kadar bilezulüm görmeyeceklerdir, bilâkis amellerinin sevabı kat kat arttırılmış olacaktır. İşte imanın, güzel amellerin mükâfatı!.

72. Ve her kim burada hakikatları görmeyip kalben kör oldu ise işte o, ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.

72. (Ve her kim) insanlardan (burada) bu dünya âleminde sağ duyusunu kaybetmiş, hakikatları göremeyip kalben (kör oldu ise) güzel şeyler ile çirkin şeylerin aralarını ayırmaya, faideli şeyleri elde etmeğe zararlı şeylerden kaçınmaya güç yetiremediyse (işte o) öyle manen kör olan, din nurundan mahrum bulunan herhangi bir şahıs (ahirette de kördür) orada da doğru bir yolu takibe muvaffak olamaz, kendisini kurtaracak bir şeyi elde etmeyi başaramaz. Ve böye bir kimse, (yolca da) kordon (daha sapıktır) işte bu da amel defteri sol tarafından verilen kimsedir. Bu, kendisini kurtaracak, cennete kavuşturacak bir yolu bulup asla takibedemez. Çünkü artık onun için ahiret yurdunda kaybedileni kazanmaya, kurtuluş sebeplerini elde etmeğe imkân kalmamıştır. Binaenaleyh, insan daha dünyada iken uyanmalı, Allah’ın dinine sarılmak, kendisini öyle ebedî felâketlere maruz bırakan basiretsiz kimselerden sakınmalıdır, onların saptırmasına kapılmak tehlikesinden korunmalıdır.

73. Ve onlar az kalsın sana vahyettiğimiz şeyden başkasını bize iftira edesin diye seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman seni elbette dost edineceklerdi.

73. Bu mübarek âyetler, kâfirlerin Resûl-i Ekrem hakkında ne kadar haince bir arzuda bulunmuş olduklarını gösteriyor, onların arzularına meyletmenin ise ne kadar dünyevî ve uhrevî cezaya sebep olacağını ihtar diyor. Resûl-i Ekrem’i yurdundan çıkarmak için çalışmak isteyenlerin ondan sonra kendilerinin de orada ka-lamıyacaklarını, bütün Peygamberler hakkında değiştirilmesi mümkünolmayacak bir şekilde ilâhî sünnetin böyle cereyan ettiğini beyan etmekte ve öyle sapıkların vesve-selerine mutlu müminlerin aldanmamalarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Yüce Resûlüm! (Az kalsın) o bir takım müşrikler (sana vahyettiğimiz şeyden) emirlerimize, yasaklarımıza, va’d ve tehdidimize ait husustan (başkasını bize iftira edesin) demediğimizi demiş gibi gösteresin (diye seni fitneye) kendilerinin batıl maksatlarını destekleme durumuna (düşüreceklerdî) eğer sen onların öyle arzularına, aldatmalarına kapılacak olsa idin (o zaman) onlar (seni elbette dost edineceklerdi) seni kendilerinden sayacak, onların küfr ve şirkine rıza gösterdiğini etrafa yayacaklardı. O halde sen, Allah’ın değil, onların dostu olacaktın. Fakat Cenabı Hak, seni korumuş, günahsızlığa kavuşturmuş olduğundan onların o aldatmalarına eğilim göstermiş bulunmadın.

74. Ve eğer biz seni tesbit etmemiş olsa idik az kaldı onlara biraz meyil edecek idin.

74. Evet.. (Ve eğer bîz seni tesbit etmemiş olsa idik) seni takibettiğin hak ve hakikat yolunda koruma ve desteğimizle kararlı kılmamış olsa idik, sen insanlık icabı (az kaldı onlara biraz meyledecek idin) onların hidayetini çok arzu ettiğin için bazı arzularına karşı eğilimli gibi görünecek idin. Fakat seni günahsızlığa ulaştırmış olduğumuz için onların arzularını kabul değil, o tarafa biraz eğilim göstermekten bile kaçınmış bulundun.

75. O takdirde sana hayatın da kat kat azabını, ölümün kat kat azabını tattırmış olurduk. Sonra kendin için bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.

75. Evet.. Eğer sen onların arzularına rıza gösterseydin (o takdirde sana hayatın kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını tattırmış olurduk) seni dünya hayatında da ahiret hayatında da birçok cezaya maruz bırakırdık.Çünkü peygamberlik ve risalet gibi en büyük bir nimet ve makama sahip olan bir zat, faraza öyle bir günahta bulunursa elbette ki, onun cezasının da öyle büyük olması gerekir. Evet.. O takdirde öyle azap görürdün (sonra) da Ey Resûlüm (kendin için bize karşı, bir yardımcı da bulamazdın) ki, seni bizim azabımızdan kurtarabilsin. Fakat günahsız olma nimetine, ilâhî korumaya mazhar olduğun için o aldatıcıların arzularına rıza göstermekten, meyletmekten uzak bulundun.

§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi olarak deniliyor ki: Sakif kabilesinin elçileri peygamberin huzuruna gelmişler “bizim sana biatta bulunabilmemiz için bize üç hususa dair ayrıcalık ver” demişler. Şöyle ki: Biz namazlarda eğilmeyelim = secdeye kapanmayalım ve putlarımızı başkaları değil, biz kendi ellerimizle kıralım ve biz kendilerine tapmaksızın bir sene lât ve uzzadan men edilmeyelim. İşte Resûl-i Ekrem bunların bu arzularına meyletmemişti. Ancak putlarını kendi elleriyle kırmalarını onlara havale buyurmuştu.

§ Bu âyeti celile, bizlere de bir ibret dersi vermektedir, öyle dünyevî bir maksat için dinin hükümlerine muhâlefete cüret edenlerin, bu hususa eğilim gösterenlerin korkunç âkibetlerine nazarı dikkati çekmektedir.

76. Ve az kaldı seni yurttan çıkarmak için rahatsız edeceklerdi. O halde onlar da senden sonra pek az kalacaklardır.

76. (Ve) Ey Yüce Resûlüm!. (Az kaldı) o Mekke ahalisinden olan düşmanların (seni yurttan) ikametgâhın olan Mekke-i Mükerreme’den (çıkarmak için) seni (rahatsız edeceklerdi) düşmanlıklarını gösterip duracaklardı. Fakat Resûl-i Ekrem, Allah tarafından Medine’i Münevvereye hicretine emir verilinceye kadar Mekke’de kaldı. Sonra Allah’ın izin vermesinden dolayı bizzat hicret buyurdu. (O halde) Ey Yüce Resûl!. Sen Mekke’den çıkıpbaşka yere gidince (onlar da) o senin Mekke’den çıkarılmam isteyen kâfirler de (senden sonra) Mekke’de (pek az kalacaklardı) Nitekim de öyle olmuştur. Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’ye hicret etmiş, o düşmanları da Bedir gazvesinde helâk olmuş, Mekke-i Mükerreme de İslâm ordusu tarafından fethedilmiştir. Kur’an’ı Kerim’in bu haberi de, bir mucize olarak böyle az bir zaman sonra gerçekleşmiştir.

77. Senden evvel göndermiş olduğumuz Peygamberlerin sünneti de böyle idi ve bizim sünnetimizde hiçbir değişiklik bulamazsın.

77. Ey Son Peygamber! (Senden evvel) geçmiş zamanlarda (göndermiş olduğumuz Peygamberlerin sünneti) de böyle idi. Yani: Onlar hakkında cereyan eden ilâhî kanun, Allah’ın takdiri böylece ortaya çıkardı. Herhangi bir ümmet, Peygamberini kabul etmemiş, onu kendi aralarından çıkarmış ise o ümmeti Allah Teâlâ helâk etmiştir: (ve bizim sünnetimiz için bir tebdil) bir değişiklik ve başkalaşma (bulamazsın) bu kâinatın idaresinde, yokluk ve varlık hususunda Allah’ın kanunu ne ise o cereyan eder durur, hiçbir kimse onu değiştirmeye kâdir olamaz. Buna inandık. Bizim asıl vazifemiz ise ilâhî kanun ve hükümleri tasdik etmek ve yüceltmekten ve üzerimize düşen namaz gibi en şerefli ibadetleri yerine getirmeye çalışmaktan ibaretir. Başarı Allah’tandır.

78. Namazı, güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar güzelce kıl, sabah namazını da. Şüphe yok ki, sabah namazı şahitlidir.

78.. Bu mübarek âyetler, beş vakit namazın farziyetine ve Resûl-i Ekrem’in ayrıca da teheccüt namazı ile mükellef ve pek yüce bir makama aday bulunduğuna işaret ediyor. Ve Yüce Peygamberimizin nasıl bir dua ve niyazda bulunmasını ve ümmetine İslâmiyetin gelmesini ve yücelmesini nasıl müjdelemesini telkin buyurmaktadır. Şöyle ki: Resûlüm YaMuhammed! Aleyhisselâm (namazı güneşin dönmesinden) dönmesini takibeden vakitten yani: Öğle zamanından itibaren (gecenin karanlığına kadar) gece vaktinin karanlığının toplandığı yatsı vaktine kadar (güzelce kıl) şartlarına, rükünlerine riayet ederek eda et (sabah namazını da) güzelce kıl (şüphe yok ki, sabah namazı) fecir zamanında fazlaca Kur’an kıraatiyle eda edilen o mübarek namaz (müşahede olunmuş bulunmaktadır) o namazı gece melekleri ile gündüz melekleri görürler. Bir kısmı sabahleyin gökten yere inerler, bir kısmı da gece böyle nihayete erince göğe yükselir giderler. Hepsi de müslümanların sabah namazını kıldıklarını görmüş olurlar. Tefsiri kebirde beyan olunduğu üzere: Gece melekleri göğe yükselince: Yarabbi!. Biz senin kullarını sana namaz kılar bir halde bıraktık, derler. Gündüz melekleri de göğe gidince: Yarabbi!. Biz kullarının yanlarına gittik, onları namaz kılar bir halde bulduk. Derler. Allah Teâlâ da meleklerine hitaben: “Şahit olunuz, şüphe yok ki, ben onları bağışladım” diye buyurur. “Bu âyeti kerime, beş vakit namazı içine almaktadır. Çünkü güneşin dönme vaktini müteakiben gece karanlığına kadar buyurulmakta öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarına işaret olunmaktadır. Sabah namazı da ehemmiyetinden dolayı ayrıca ifade edilmiştir.

§ Sabah namazına “Kur’anülfecr” denilmiştir. Çünkü bu namazda daha fazla Kur’an okunması mendubtur, âdet haline gelmiştir. Ve bu fecr zamanında meleklerin zikredildiği gibi birbirleriyle görüştükleri rivayet edilmektedir.

§ Bu âyeti kerimedeki namaz ile emir, Rasûlullah’a yönelik olduğu gibi onun şahsında ümmetine de yöneliktir. Her gün yirmi dört saat içinde meydana gelen kâinattaki değişiklikler, cidden hayret vericidir. Gecelerin birer istirahat zamanı olarak meydana gelmesi, sonra güneşin doğmasiyle bütünufukları ışık içinde bırakması, insanlık âleminde yeniden büyük bir hayat faaliyetinin yüz göstermesi, ne kadar büyük birer kudret eseridir. Bunlar ne kadar yüce düşüncelere sebebiyet verir, bütün bu devam eden değişiklikler, mütefekkir kimseleri pek fazla düşündürür, aydın ruhları ferahlık içinde bırakır. Artık bu müddet içindeki geçici vakitlerde kâinatın yaratıcısına saygı ve şükür sunmak için secdelere kapanmak, ne feyizli bir kulluk görevidir, İşte beş vakit namaz ile bu yüce vazife yerine getirilmeye çalışılmaktadır. Bunu başarmak da ayrıca bir ilâhî lütuftur.

79. Ve geceleyin kalk, sana mahsus bir nafile olmak üzere gece namazı kıl. Ümitli ol ki, Rabbin seni övgüye değer bir makama gönderecektir.

79. (Ve) Resûlüm!. Sen (geceleyin halk) bir aralık uyan, uykuyu bırak (sana mahsus bir nafile) beş vakit namazdan başka, derecelerini artırmaya vesile olan (gece namazı kıl) ki, buna teheccüt namazı denir. Bir rivayete göre bu namaz, başlangıçta Resûl-i Ekrem hakkında farz iken sonra bu farziyeti kaldırılarak mendub olmuştur. Faidesi pek çoktur. Ve Ey Yüce Peygamber!. (Ümitli ol ki) yani: Muhakkaktır ki, (Rabbin seni bir makamı mahmuda) büyük bir şefaat makamına (gönderecektir) senin dereceni bütün mahlûkların üstüne yükseltecektir.

§ Müfessirlerin ittifakı vardır ki: Cenab-ı Hak tarafından buyurulan “Esa = umulur ki” gibi tabirler kesinlik ifade eder, vukuu, vacip olur. Çünkü bu tabirler, insanı ümide düşürür. Bir kimseyi ümide düşürüp de sonra onu yerine getirmemek bir utanma vesilesidir. Allah’ın şanı ise kullarını böyle bir ümide düşürüp de sonra onları bundan mahrum bırakmaktan yücedir.

80. Ve de ki, Yarabbi! Beni gireceğim yere dürüstlükle girdir ve beni çıkacağım yerden dürüstlükle çıkar ve benim için kenditarafından bir yardımcı kuvvet nasip kıl.

80. (Ve) Yüce Resûlüm!, (de ki:) dua ve niyazda bulun ki, (Yarabbi!) Ey ihsan ve ikram eden mâbudum!. (Beni gireceğini yere sıdk ile girdir) beni kabire ilâhî rızana kavuşmuş bir halde girdir. (ve beni çıkacağım yerden sıdk ile çıkar) beni kabrimden kıyamet günü bir hoşnutluk ile çıkar, lûtf ve keremine kavuştur. Yahut Yarabbi! Beni Medine-i Münevvere’ye bir hoşnutluk ile girdir ve beni Mekke’den bir güzel suretle çıkar, o temiz beldeyi fethetmeğe beni muvaffak kıl. (ve) Ey Kerim Mâbudum!. (benim için kendi tarafından) bir ilâhî ihsan olarak (bir yardımcı, kuvvet) nasip (kıl) bir açık delil ihsan buyur da, onunla bana muhalefet edenlerin üzerlerine beni galip buyur. Allah Teâlâ da o mübarek Peygamberinin bu niyazını kabul etmiş, onu düşmanlarından korumuş, onun dinini doğuya ve batıya yaymış. “Allah seni insanlardan korur elbetteki, galip olanlar, Allah taraftarı olan müminlerdir” diye müjdelemiştir.

81. Ve de ki: Hak geldi ve bâtıl yıkılıp gitti. Şüphe yok ki, bâtıl yıkılmaya mahkumdur.

81. (Ve) Ey Yüce Peygamber!. Dostlarına, düşmanlarına (de ki:) Onlara hitâbederek ihtar eyle ki: (hak geldi) ilâhî vahy tecelli etti, İslâm dininin hükümleri bildirildi (ve bâtıl yıkılıp gitti) küfr ve şirk gibi, şeytanî vesveseler gibi hakka aykırı olan şeylerin mahiyetleri belirlenerek hepsi de çıkıp gitti, hiç birinin hakikat ve İslâmın nuru karşısında kabule lâyık bir mahiyeti kalmadı, hepsinin de batıl olduğu gözler önüne serildi. (Şüphe yok ki, bâtıl) bir şey geçici olarak ne kadar yükselse de, parlasa da haddızatında, mahiyeti itibriyle, İslâm dininin yüceliği karşısında (yıkılıp gitmiştir) o devam edemiyecektir. Nihayet mahvolup gidecektir, Allah’ın takdiri bu şekilde tecelli edecektir, Nitekim Resûl-i Ekrem de Mekke-i Mükerreme’yi fethetmiş, oradaki küfr ve şirke nihayet vermiş, Kabe’de bulunanüçyüz altmış putu kırıp atmış, “Hak geldi, bâtıl gitti” diye buyurmuştur, İşte her bâtıl, gayrı meşru şeyin akibeti boy ir bir yok olup gitmekten başka birşey değildir. İşte mucize Kur’an’ı, bu hakikatları bize haber veriyor, bizim maddî ve manevî hayatımızı, selâmet ve saadetimizi temin edecek hükümleri bizlere tebliğ buyurmuş oluyor.

82. Ve Kur’ân’dan müminler için bir şifa, bir rahmet olan şeyi indiririz. Zalimler için ise ziyandan başka bir şey arttırmaz.

82. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim’in müminler için bir şifa kaynağı bir ilâhî rahmet olduğunu, inkarcılar için de bir helâk sebebi bulunduğunu bildiriyor. İnsanların nimetlere kavuştukları zaman şükrünü yerine getirmekten kaçınır olduklarını, bir musibete uğrayınca da büyük bir ümitsizliğe düşüp durduklarını gösteriyor ve herkesin kendi ruhî durumuna göre amelde bulunacağını ve kimlerin doğru bir yolu tâkibeder oIduklarını Cenab-ı Hakkın tamamen bildiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kur’an-ı kerim, ilâhiyata, Peygamberliğe, ibadetlere, ahiret hallerine vesaireye dair nice hükümleri içermektedir. (Ve) yine (Kur’ân’dan) onun kutsî âyetleri olmak üzere (müminler için bir şifa, bir rahmet olan şeyi indiririz) Evet.. Kur’an’ın tamamı, ruhî hastalkılar için bir şifadır, insanlar o sayede bâtıl inançlardan, kötü huylarından kurtularak manevî sıhhatlerini temin edebilirler. Kur’an-ı Kerim ile teberrükte bulunmak, fatihai şerife gibi sûrelerini iyi niyetle okumak da bir nice beden hastalıkları için bir şifa vesilesi bulunmaktadır. Ve Kur’an-ı Kerim insanlığa bütün olgunluk sebeplerini, takib edilecek kurtuluş yolunu göstermiş, onları maddî ve manevî helâke sebep olacak şeylerden alıkoymuş, kendilerine dünyada da, ahirette de tam bir selâmetle yaşayacaklarına vasıta olan pek faideli şeyleri emreylemiş, bu bakımdan da büyük bir ilâhî rahmetten ibaretbulunmuştur. Fakat Kur’an-ı Kerim, (zalimler için ise) yani: Kur’an’ı inkâr eden, onun hükümlerine muhalefet eyleyen kimseler hakkında ise ziyandan başka bir şey arttırmaz) çünkü öyle kimseler, Kur’an’ın beyanlarına karşı düşmanlıkta, hürmetsizlikte bulunur, her türlü ahlâksızlığı yapar, manevî felâkete tutulmuş olur. Elbette ki, tedaviye muhtaç olan bir şahıs, kendisine verilen en faideli ilâcı terkeder de midesini zehirli şeyler ile doldurursa kendi hayatına kastetmiş, kendisini helâke götürmüş olur.

83. İnsana nimet verdiğimiz zaman kaçınır, yan çizer ve ona bir şer isabet edince de pek karamsarlığa düşer.

83. Evet.. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (İnsana) yani: Bazı fertleri itibariyle insan nevine (nimet verdiğimiz zaman) onu sıhhate, nimete, hasta halinde afiyet vesilesi olacak faydalı şeylere kavuşturduğumuz vakit (kaçınır) kendisine böyle ihsanda bulunmuş olan Kerem sahibi Yaratıcısını zikretmekten, ona şükr ederek beyanlarına riayette bulunmaktan uzaklaşır, kulluk görevini yapmaktan gafil bulunur. (Ve ona) fakirlik gibi, hastalık gibi (bir şer) bir belâ (isabet edince de) isterse, küçük bir şey olsun (iyice karamsar olur) Allah’ın rahmetinden ümidini keser, hakka yönelerek dua ve niyazda bulunmaz, kendisini tamamen mahrumiyete, kötü âkibete uğratmış olur.

84. De ki: Herkes kendi kabiliyetine göre amelde bulunur. Rabbin ise doğru yola takibedenleri en iyi bilendir.

84. Yüce Resûlüm!, (de ki: Herkes kendi kabiliyetine) şakilesine yani: tabiatına, âdetine, dinine (göre amelde bulunur) temiz yaratılışını muhafaza etmiş, hidayet yolunu takibetmekte bulunmuş, zatlar ile ruhunun cevherin! bozmuş, bir takım nefsanî arzulara tabi olmuş, sapıklık yolunu takibe başlamış kimseler, kendilerinin bu kabiliyetlerine, mizaç durumlarına göre harekette bulunurlar, hayırve şerri tercih ederler (Rabbin ise) sizden (doğru yolu takibedenleri) herkesten elbetteki (daha iyi bilendir) öyle İslâmiyet, hidayet, yolunu takibedenleri şüphe yok ki, sevaplara, mükâfatlara kavuşturacaktır. Bilakis sapıklık yoluna gidenleri de lâyık oldukları cezaya kavuşturacaktır. O kâinatın yaratıcısı, elbetteki, mahlûklarının bütün ruhî durumlarını, bütün doğal kabiliyetlerini, bütün fiil düşüncelerini tamamen bilmektedir. İnanıyoruz.

85. Sana ruhtan sual ederler. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak az bir şey verilmiştir.

85. Bu mübarek âyetler, ruh hakkındaki soruya Resûl-i Ekrem’in ne şekilde cevap vermekle mükellef olduğunu ve Allah’ın ilmine göre insanlığa ait ilmin pek az olduğunu bildiriyor. Ve pek çok ilâhî lütfa kavuşan Yüce Peygamber’in ulaştığı vahyin Rabbanî bir rahmetten ibaret olduğunu ve böyle vahyedilen şeyleri Cenab-ı Hak giderecek olsa bunları iadeye kimsenin kâdir olamayacağını ihtar buyuruyor. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl! Bir takım kimseler sırf bir imtihan, bir inatlaşma maksadiyle (sana ruhtan sual ederler) hayatın başlangıcı olan, bedenleri idare eden ruhun hakikatı, hususî mahiyetinden ibarettir diye senden bilgi almak isterler. Onlara cevaben (de ki Ruh Rabbimin emrindendir) Cenab-ı Hak’kın emriyle, fiiliyle, yaratmasiyle meydana gelmiştir. Aslında o da sonradandır, yaratılmıştır, ezelî değildir. Fakat onun mahiyetini insanlar tamamen bilemezler. Ruh, bir takım gizli sırlar kabilindendir ki, onun mahiyetini tamamen bilmeği Hak Teâlâ Hazretleri mukaddes zatına tahsis buyurmuştur. Ruhun mahiyetini insan aklı tamamen bilip tayin edemez. (Size ise) ey insan nev’i, veya ey bu suali soranlar!. (İlimden ancak az bir şey verilmiştir.) Öyle her şeyin mahiyetini, geçmişini, geleceğinitamamen idrâk edemezsiniz. Evet.. Resûl-i Ekrem Hazretleri birçok İlim ve hakikati bir çok şeylerin mahiyetlerini, varlık hikmetlerini ilâhî bir lütuf olarak biliyordu. Fakat sonsuz olan ilâhî ilme göre Resûl-i Ekrem’in de diğer bütün insanların da bilgileri, pek az bir miktarda bulunmaktadır.

§ Bu ilâhî beyandan şunu da çıkarabiliriz ki: İnsanlar, ne kadar bilgi sahibi olsalar da yine birçok bilmedikleri şeyler de vardır. Ruhun mahiyeti de bu cümledendir. Maamafih ruhun varlığı, gösterdiği eserlerden dolayı açık bir şekilde belli demektir. Onun varlığına, faaliyetine, bir kısım özelliklere sahip olduğuna kesin şekilde hükmederiz. Çünkü onun eserleri, varlığına birer mükemmel şahittir, İşte bütün kâinatı var eden, yüce kudretine nihayet bulunmayan Allah Teâlâ’nın mahiyetini de elbette ki, biz bilip tayin edemeyiz, İlâhî varlığının nasıl olduğunu düşünmekten menedilmiş bulunmaktayız. Bununla beraber bütün kâinat, onun varlığına en açık birer delildir, bütün mahlûkat, O’nun yaratıcılığına lisanı hal ile birer şahittir. Artık o Yüce Yaratıcıyı, gözlerimizle görüp ilâhî varlığını tefekkür edemediğimizden dolayı nasıl inkâr edebiliriz. Bütün varlıklar, ve kısacası bizim ruhlarımız da O Yüce Mabûdun varlığına, birliğine, büyüklük ve kudretine ait birer parlak, kesin delilden ibaret bulunmaktadır.

§ Rivâyete göre Yahudi topluluğu, Kureyş kabilesine demişler ki: O’na -Hazreti Muhammed’e- ashabı kehf ile zülkarneyinden ve ruhtan sorunuz. Eğer hepsine cevap verir veya hepsine de sükût ederse artık o bir peygamber değildir. Fakat bazılarına cevap verir, bazılarından sükût ederse o peygamberdir. Gelmiş sormuşlar, Resûl-i Ekrem ise onlara ashab-ı kehf ile zülkarneyinin kıssasını bildirmiş, ruhun durumunu ise açıklamamıştır. Zaten bu ruh konusu, Tevrat’ta da izah edilmemiştir.

§ Tefsirlerde yazıldığı üzere bazı rivayetlere göre bu ruhtan maksat, Cibril Aleyhisselamdır, veya meleklerden daha büyük, ruhanî bir varlıktır veyahut Kur’an’ı Kerim’dir ki, o Cenab-ı Hak’kın emrinden, yani ezelî sözünden, vahyinden ibarettir, insan sözünden ibaret değildir.

86. Kutsal varlığıma andolsun ki, eğer dilesek sana vahyetmiş olduğumuzu elbette gideririz, sonra kendin için bize karşı onunla o giderileni iade için bir vekil bulamazsın.

86.. (Mukaddes zatına andolsun ki) ilâhî kudretin büyüklüğüne göre muhakkaktır ki (eğer dilesek) ilâhî iradem teallûk etse, Habibim!, (sana vahyetmiş olduğumuzu) öyle ilimlerin kaynağı olup kalplere bir şifa, müminlere bir rahmet bulunan Kur’an’ı Kerim’i (elbette gideririz) kalplerden ezberini, kitaplardan yazılarını siler ve yok ederiz. Bu Allah’ın sünnetine aykırı olsa da Allah’ın kudretine göre mümkündür. (Sonra) öyle yok etme ve gidermenin ardından (senin için bize karşı onunla) o Kur’an ile, o giderilen âyetleri öyle yazılmış, korunmuş bir halde iade için (bir vekil bulamazsın) buna kimse kâdir olamaz, bu hususta hiçbir kimseye tevekkül edilemez ve dayanılamaz.

87. Ancak Rabbinden bir rahmettir ki, o vahy ettiğini gidermiyor şüphe yok ki, onun lütfu senin üzerinde pek büyüktür.

87. (Ancak Rabbinden bir rahmetir ki) o Kur’an’ı Kerim, nâzil olduğu günden beri olduğu gibi aynen korunmuştur, o kutsî kitap, kıyamete kadar da korunacaktır. (Şüphe yok ki, onun yardımı) o Yüce Yaratıcının lûtf ve ihsanı, ey Yüce Peygamber!, (senin üzerinde pek büyüktür) onun içindir ki, Kur’an’ı Kerim’i de baki kılmaktadır. Sana bir nice ilimleri ve hakikatleri öğretmektedir, seni kâinatın efendisi kılarak seninle peygamberlik silsilesine son vermiştir ve sana övülmüş makamı ihsan buyurmuştur. Ve ruh hakkındave diğer meseleler hakkında verilecek cevapları da sana lûtfen bildirmiştir.

§ Ruhun mahiyetini tamamen bilmek Cenab’ı Hak’ka mahsustur. Fakat ona dair bazı bilgilere sahib olmak, İnsanlık için de mümkündür. İşte âyeti kerime de insanların ilminin azlığını bildirmekle buna işaret buyurmaktadır. Bu hususa dair şu mütalâayı da kaydedelim:

(1) “Ruh, Rabbin emrindendir” buyuruluyor. Bunun mânası, Ruh, Allah’ın emrinden ibarettir, demek değildir. Çünkü ilâhî emir başka, o emir ile meydana gelen şey de başkadır. Ruh, mahluktur, Allah’ın emri ise kendi zâtıyla kaim olduğundan mahlûk olmakla nitelenmiş değildir. Tefsiri kebirde deniliyor ki: Emr lâfzı, bazen fiil mânâsına gelir. “Ruh, Rabbimin emrindendir” demek, Rabbin fiilinden demektir. Bu, müşriklerin ruh, ezelî midir sonradan mıdır diye vuku bulan suallerine bir cevap teşkil ediyor. Buyurulmuş oluyor ki: Ruh sonradan yaratılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın f-iiliyle, icadiyle meydana gelmiştir. Binaenaleyh ruhlar, birer mahluktur. Hâşâ ezelî ve Cenab-ı Hak’tan bir parça değildirler. Belki ilâhî kudret ile meydana gelmiş alemlerden bir parçadırlar.

(2) Akaidi nesefiyye haşiyesinde de deniliyor ki: Allah Teâlâ’dan başka olan aynı cins varlıklardan her guruba “âlem” denilir. Tabiat âlemi, nefs âlemi, akl âlemi, İnsanlık âlemi gibi. Binaenaleyh ruhlar da bir âlem demek olduğundan ya cisimdirler veya cevherdirler veya arazdırlar. Ruhlar bizzat mevcut bir varlığa sahip bulunduklarından onlara araz denilemez. O halde ruhlar ya cisimdirler veya cevherdirler, bu iki durumdan uzak olamazlar. Fakat biz bunlardan birini kesin olarak tayin edemeyiz.

(3) Ruhlar, âlemden birer parça olduğundan yaratılmış şeylerden sayılır, bu açıdan insanlarca mümkün mertebe bilinmektedir.Nitekim kelâm ilminde: “eşyanın hakikatları sabit, onları bilmek ise gerçekleşmektedir” denilmiştir. Bununla beraber ruhun hakikatini, mahiyetini hakkıyla bilmek insanlık için mümkün değildir. Bunu yalnız Cenab’ı Hak bilir, insanların bilgileri ise sınırlıdır ve bu husûsda kesin değildir.

(4) Tefsiri kebirde ve diğer bir kısım tefsirlerde deniliyor ki: Ruhlar, nuranî, semavî, cevherî latîf, güneş ışığı gibi yaratılmış, dağılmayı kabul etmez cisimlerden ibarettir. Ruhlar, değişmeyi, ayrışmayı kabul etmez. Diğer bir kısım zatlara göre de ruhlar, cisim nevinden olmayan birer cevherdir. Ancak onlar birer kutsî mücerret cevherdir. Bir çok arif, keşf ve müşahede sahibi bu kanaatte bulunmuşlardır. Bununla beraber eğer ruhun bilinmesi asla mümkün olmasa idi ümmet içinde birçok büyük âlim, ruh hakkında birçok açıklamada bulunmazlardır. Ruh bilimi psikoloji adıyla bir İlim yazılmış olmazdı.

(5) Ruhların mücerret birer cevher olmaları mümkündür. Bilinmektedir ki, cevherden maksat, bölünmesi mümkün olmayan, “öz” dür ki, ona “bölünmeyen parça” da denir. Cevherlerin bir kısmı, mütehayyizdir, (yer işgal eder), bir kısmı da gayrı mütehayyizdir, yani: Bir mevki tutup işğâl etmiş bulunmaz. Ruhun bir mütehayyiz cevher olduğu ise bâtıldır. O halde onun gayrı mütehayyiz bir cevher olması ortaya çıkmış olur. Bedenden ayrıldıktan sonra yine varlığı korunacaktır. Fahri Razî gibi büyük bir din âlimi bunu kabul etmektedir.

(6). Buharii şerif şarihlerinden açıklayıcılarından “Zebidi” merhum diyor ki: İnsan nefsi hakkında bir çok görüş vardır. Bu görüşlerden doğruya yakın olan, tahkik ehli âlimlerin söyledikleri gibi nefislerin soyut varlıklardan veyahut kelâmcıların çoğunluğunun dediği gibi bedenlere geçen birer lâtif cisim olmalarıdır, İmamı Matüridî, İmamı Gazâlî, İmamül Haremeyn, Razî, Ragıb-iİsfehanî gibi âlimler ise soyut varlıkların mevcut olduğuna inanmaktadırlar. Ruhların birer nuranî ve yüce cisim olup, cisimlere geçmiş olduğunu da “İbni Kayyum” “elruh” adındaki kitabında yüzbeş kadar aklî ve naklî deliller ile isbata çalışmıştır. Bugün elektrik cereyanları, sesleri nakleden radyolar, sesleri kaydeden bir kısım demir parçalan soyut varlıkların mevcudiyetine birer örnek mahiyetinde bulunmaktadırlar.

(7) “Keşşâfü istilâhatilfünun” da yazılı olduğu üzere nefs ile ruh, hakkında ihtilâf vardır. Bir görüşe göre bunlar aynı şeyden ibarettir. Muteber olan görüşte budur. Diğer bir görüşe göre de bunlar başka başkadırlar. Bunlara göre nefs, latîf bir cisimdir, karanlık bir varlıktır, bedenin hücrelerinde yayılmıştır. Diğer bir görüşe göre de nefs, bir yoğun cisimdir. Ruh ise manevî bir nurdur, nefs için bir âlettir, bedende hayatın durması, ruhun nefiste durmasına bağlıdır. Ruh bir mânadır ki, ceset onunla hayata ermiş olur. Akl ise ruhta bulunan nuranî bir cevherdir.

(8) İbni Kemâl merhum, “Risâili İbni Kemâl” adlı eserinin dokuzuncu risâlesinde ruhun latif bir cisim olduğunu ehli sünnetin görüşü olarak açıklamşıtır. Ezher üniversitesi âlimlerinden Muhammed Mahlûf da “Elmetalibül kuddusiyye fi ahkâmir ruhi ve asarihil kevnîyye” isimli eserinde diyor ki: Ruh, bir ruhanî cevherdir, bedenin dışındadır veya bedene geçmiştir, bizzat diğer cisimlere muhaliftir. Ruhun mânâsında âlimlerin ihtilâfı vardır. Filesoflara ve müslümanların âlimlerinden İmamı Gazaliye, Rağibi İsfihanîye ve Sofiyeden bir cemaate göre ruh, cisim ve araz değildir, belki soyut bir cevherdir, kendi kendine kaimdir, insan bedeniyle bir nevi ilgisi vardır, beden ruhun ilgisine uygun bulundukça bu ilgi bedenden kesilmez. Şerhi mevakıfta ise ruhun, insan ruhunun soyut halde olmasına inananlar da, bunu inkâr edenlerde gösterilmiştir. Ruhun,kelâmcıların çoğunluğuna göre hususî bir heykelden ibaret olduğu da kaydedilmiştir.

(9) Ruhların soyut varlıklardan olmaları, ezelî olmalarını gerektirmez. Bir kısım filozoflar soyut varlıkların ezelî olduğunu kabul etmiş olabilirler. Fakat biz müslümanlar Allah Teâlâ’dan başka ezelî varlık bulunmadığına kesin olarak inanmaktayız. Ruhlar, ezelî olmadıkları halde soyut varlıklardan olabilirler, kâinatın yaratıcısı soyut varlık denilen şeyleri ezelî olmamak üzere yaratmaya kadirdir inanıyoruz. Binaenaleyh ruhların soyut varlıklardan olduğuna inanmakta dînen bir sakınca yoktur. Nitekim birçok mütefekkir İslâm âlimleri bunu söylemişlerdir. Fakat buna inanmakla ruhun bütün mahiyetini bildiklerini elbette ki iddia etmiş değildirler.

(10) Ruhların cesetlerden bir müddet evvel yaratılmış olmaları kabul edilmektedir. Buna dair Kur’an-ı Kerim’de ve hadisi şeriflerde işaretler vardır. Bu yaratılış ta Allah’ın kudreti ile mümkündür, bunu imkânsız görmeye lüzum yoktur. Melekler de birer kutsal ruhtur, insanlardan evvel yaratılmışlardır. Bununla beraber onlar da yine sonradan yaratılmıştır, hiç birisi ezelî değildir. 2 o ¢ ¤ Ûa ¡ 2£¡ á ¤6 Ø ¢ Ben sizin Rabbiniz değil miyim?. (Araf, 6/172.) Emrinin ruhlara yönelik olduğu da bir çok müfessirlerce kabul edilmektedir. Kısacası bir hadisi şerifte “Allah Teâlâ’nın ruhları cesetlerden iki bin sene evvel yaratmış olduğu” bildirilmiştir. Bu hadisi şerifi, İmamı Buhari ile İmamı Müslim, Hazreti Âişe valdemizden vasıta ile nakletmiş ve bu bununla ruhların bedenlerden önce yaratlımış olduğuna delil getirilmiştir. Diğer bir hadisi şerifte de “Ben Peygamberlerin yaratılış itibariyle evveliyim” buyurulmuştur. Bu da Peygamberimizin mübarek ruhunun diğer ruhlardan evvel yaratılmış olduğunugöstermektedir. Çünkü mübarek bedenlerinin diğer bütün Peygamberlerden sonra yaratılmış olduğu bilinmektedir, İlâhî ilmin bütün mahlukata teallûku ise ezelîdir, Allah’ın ilminde gecikme ve öne geçme olamaz. Binaenaleyh bu öncelikten maksat, ruhen yaradılış itibariyle olan bir öncelikten ibarettir. Velhâsıl: Ruhların cesetlerden önce yaratılmış olduğuna hemen hemen bütün din âlimleri inanmaktadırlar. “İbni Hazm” bu hususta icmanın mevcut olduğunu da zikretmiştir. Fakat ruhların böyle önce yaratılışı, onların ezelî olmalarını gerektirmez. Ruhların ezelî olduğuna inanan bir müslüman yoktur.

(11). Ruhülbeyan tefsirinde denildiği gibi ruhların beş durumu vardır.

Birinci durum: Yokluktur.

İnsanın üzerinden uzun bir süre geçmedi mi (İnsan, 76/1) âyeti bunu bildirmektedir.

Ikinci durum: Ruhlar alemindeki varlığıdır.

( Ruhlar, Cesetlerden önce yaratıldı) kutsî hadisi bunu göstermektedir.

Üçüncü durum: Ruhların cesetlere girmesidir.

Ona ruhumdan üfflediğim zaman… .(Hicr, 15/29)

âyeti kerimesi bunu ifade eder.

Dördüncü durum: Ruhların cesetlerden ayrılmasıdır.

Her canlı ölümü tadar (Enbiyâ, 21/35) âyeti celilesi bunu beyan buyurmaktadır.

Beşinci durum da:Ruhların tekrar cesetlere iade edilmesidir.

Biz onu şimdi ilk haline sokacağız (Tâhâ, 20/21) âyeti kerimesi de bunu haber vermektedir.

Bununla beraber ruhların mahiyetini vasıflarını her yönüyle bilmek insanlar için nasip olmadığından biz bu hususu Allah’ın ilmine havale ederiz, İşte mucize Kur’an’da bizlere bunu tenbih buyurmaktadır.

88. De ki: Andolsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplanacak olsalar, elbette onun bir benzerini getiremeyeceklerdir. İsterse, bazıları bazılarına yardımcı olsun.

88. Bu mübarek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in asla benzerinin getirilmesi mümkün olmayan bir mucize kitap olduğunu bildirmektedir. Ve insanlığın uyanmasına vesile olacak nice emirleri, kıssaları, nasihatları içerdiği halde yine bir çok kimselerin bunu kabulden kaçındıklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: Yüce Resûlüm!. Kur’an-ı kerim’in yüceliğini takdir edemeyen, ona benzetme yapılabileceğini iddia eden kâfirlere (de ki: Andolsun) Allah Teâlâya yemin ederim ki, (eğer insanlar) bilgili, belâ-gate, hikmete âşina olduklarını bildiğiniz bütün fertleri (ve cinler) sizin kâhinlerinize, sihirbazlarınıza bazı ğaybî hususları öğretmekle olduklarını iddia ettiğiniz cin topluluğu (bu Kur’an’ın bir mislini) meydana (getirmek üzere toplanacak olsalar) birlikte çalışsalar bütün kuvvetlerini sarfetseler (elbette onun) o Kur’an-ı Kerim’in hiçbir yönüyle (bir mislini) meydana (getiremeyeceklerdir) bundan âciz kalacaklardır. (İsterse, bazıları bazılarına yardımcı olsun) yine buna kâdir olamayacaklardır.

89. Kutsal varlığım hakkı için ki, bu Kur’an’da insanlar için her bir misâlden çeşitli şekillerbeyan ettik halbuki, insanların çoğu inkarcılar olarak kaçındılar.

89. (Kutsal varlığım hakkı için ki, bu Kur’an’da) bu mukaddes semavî kitapta (İnsanlar için) bütün insanlığın istifadeleri için, düşünüp hakkı kabul edebilmeleri için (her bir misalden) gariplik ve güzellik itibariyle birer güzel misal mahiyetinde olan mânadan veya ibretlere, hikmetlere, kıssalara, va’d ve tehdide vesaireye ait her türlü meselelerden, gerekli mevzulardan (çeşitil şekiller beyan ettik) ruhlar üzerinde fazla tesir edebilecek usul ve üslup ile takdir ve lebliğde bulunduk. (halbuki, insanların çoğu) küfrü tercih eden cahil, dinî hakikatları düşünme ve onlara akıl erdirmeden mahrum kimseler, (inkarcılar olarak kaçındılar) o kutsal kitabın ilâhî bir kitab olduğunu inkâra cür’et gösterdiler, onun tebiiğlerini kabulden kaçınıp durdular, karşılarında tecelli eden o hakikat nurundan yarananalnayıp karanlıklar içinde kaldılar, böyle apaçık bir mucize karşılarında parlayıp dururken başka hârikalar meydana getiriîmesini istemekten geri durmadılar.

§ Deniliyor ki; Yahudilerden veya Mekke müşriklerinden bir gurup, Kur’an’ın ilâhî kitab bir olduğunu inkâr ve onun benzerini vücude oeth’ebileceklerini iddia ettikleri için onları reddeden bu mübarek âyetler nâzil olmuştur. Evet.. Kur’an-ı Kerim bir ebedî mucizedir.

Şöyle ki:

(1) Kur’an-ı Kerim, mahiyeti itibariyle ilâhî bir kelâmdır. ezelde, Levh-i Mahfuzda kayıtlıdır. Geçmişe, geleceğe dair birçok bilgi vermektedir ki, bunları mahlûkatın bizzat bilmesi mümkün değildir.

(2) Kur’an-ı Kerim, lafızları itibariyle de muazzam bir mucizedir. Baştan başa ilmî ve hukukî mes’eleler!, hikmetli mevzuları içerdiği halde hepsini de fevkalâde bir intizam ile, bir beyan ahengi ile bir edebî üslûb ile beyanbuyurmaktadır. Halbuki, en güçlü edîpler de bu gibi mevzularda bu kadar belâgat gösteremezler.

(3) Kur’an’ı Kerim, mânâları itibariyle de pek büyük bir mucizedir. Çünkü bir nice hakikatları, hikmetlere, ilâhîyata ait meseleleri ve en mükemmel bir medeniyet esaslarını içermektedir. Halbuki, Resûl-i Ekrem İlim ve mârifetten mahrum bir muhitte yetişmişti. Kimseden bir şey öğrenmemişti. Bir kısım âyetler bilahara keşfedilen şeylere vaktiyle işarette bulunmuştur. Onun açıklamalarına aykırı bir şey meydana gelmemiştir.

(4) Mucize Kur’an, geleceye ait bir takım hadiseleri haber vermiş ve hâdiseler öylece vücude gelmiştir. Mekke-i Mükerreme’nin fethine, Rumların iranlılara galip geleceğine dair olan haberler bu cümledendir.

(5) Cenab-ı Hak, Kur’an’ın okunması ve ezberlenmesi hususunda kolaylık ihsan buyuracağını va’d etmiş ve bu ilâhî va’di gerçekleşmiştir. Nitekim az bir zaman içinde çocuklar bile Kur’an’ı güzelce öğrenip okuyabiliyorlar ve her asırda yüzbinlerce Kur’an haf izi yetişmektedir ve Kur’an-ı Kerim’in okunması, okuyanlara da, dinleyenlere de mhanî bir zevk vermektedir.

(6) Kur’an’ı Kerim, bütün insanlığa, dünyada da, ahirette de refah içinde ve mes’ut bir halde yaşayabilmeleri için en lüzumlu, faideli hükümleri, vazifeleri tebliğ ve teklif buyurmaktadır. Artık onun ebedî bir mucize olduğu her şekilde görülüp durmaktadır. Binaenaleyh o ilâhî kitabın bir benzerini meydana getirmeğe elbetteki, mahlûkat kâdir olamaz. Kur’an’ı Kerim’in bu beyanları gerçekleşmiş, asırlar geçtiği halde onun büyük düşmanları onun bir sûresine bile bir benzetme yapamamışlardır. O kutsal kitabın ebedî bir mucize olduğu bu suretle de tecelli etmiş bulunmaktadır. Bakara sûresindeki (23) üncü âyeti kerimenin izahına ve “muvazzahilmi kelâm” isimli esere de bakınız!.

90. Ve dediler ki: Biz sana imân etmeyiz. Bize yerden bir kaynak fışkırtmadıkça.

90. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı kerim gibi sonsuz bir muize karşılarında pırıldayıp dururken inkârcıların altı çeşit plan, başka başka şekilde gösterilmeleri hikmete aykırı bulunan taleplerin devamını gerektiren mucizeleri istemiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Kureyiş müşriklerinden ileri gelen bir topluluk, güneşin batışını müteakip Kâbe yanında toplanmışlar, Resûl-i Ekrem’i de yanlarına davet etmişler, Peygamber Efendimiz de onların imana gelmelerini çok arzu buyurduğu için bu ümit ile yanlarını gelmişti. Hazreti Peygamber’in kendilerini İslâmiyete davet etmesiyle aralarına tefrika düşmüş olduğunu ve kendi putlarına hakarette bulunduğunu söylediler. Meydanda Kur’an’ı Kerim gibi, ayın yarılması gibi, peygamberin parmaklarından suların akması gibi mucizeler görülmekte olduğu halde bunları dikkate almadılar, ayrıca altı çeşit mucize talebine cür’et gösterdiler. (Ve) birinci mucize olmak üzere (dediler ki: Biz sana imân etmeyiz) senin hakikaten bir Peygamber olduğunu tasdik eylemeyiz (bize yerden) Mekke sahasından (suyu çok bir çeşme akıtıncaya kadar) böyle bir mucize gösterir isen o zaman bir Peygamber olduğuna inanırız.

91. Veya senin için hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bahçe olsun da aralarında ırmakları şarıl şarıl akıtasın.

91. O münkirler ikinci nevî mucize talebinde bulunarak dediler ki: (veya senin için hurmalıklardan ve üzümlüklerden) bunlara ait ağaçları kapsayan (bir bahçe) bir bostan (olsun da arlarında ırmakları) bir kuvvet ile devamlı olarak (şırıl şarıl akıtasın) öyle kuvvetli su akıntılarını meydana getiresin, o zaman iman ederiz.

92. Veya göğü iddia ettiğin gibi üzerimize parça parça düşüresin veya Allah’ı ve melekleri aşikâre olarak karşımıza getiresin.

92. Üçüncü nevi bir mucize olmak üzere de dediler ki: (Veya göğü iddia ettiğin gibî) bizi kendisiyle korkuttuğun gibi (üzerimize parça parça düşüresin) o parçaların düşürüldüğünü görelim, o zaman sana inanırız. Ve dördüncü nevi bir mucize talebiyle de dediler ki: (Veya Allah’ı ve melekleri âşikâre olarak karşımıza getiresin) veya onları bir kefil olarak getirmiş olasın ki, onlar senin iddianın doğruluğuna şahitlikte bulunsunlar, biz de onlara bakalım, bizce gizli bir şey kalmamış olsun.

93. Veyahut senin için altından bir ev olmalı veya göğe derece derece yükselesin ve senin yükselmene de asla inanmayız, ta ki, üzerimize kendisini okuyacağımız bir kitap indiresin. De ki: Rabbimi tenzih ederim ben bir beşer olan elçiden başka bir şey değilim.

93. (Ve) beşinci çeşit mucize olmak üzere de dediler ki: (Yahut senin için) sana mahsus olarak (altundan) güzelliği, süsü tam, yaldızlı bir şeyden (bir ev olmalı) biz onu görmeliyiz ki, senin iddianı kabul edelim. (Ve) altıncı nevi mucize olmak üzere de dediler ki: (ya göğe derece derece yükselesin ve) maamafih (senin) böyle (yükselmene de asla inanmayız) böyle yalnız yükselmenden dolayı, seni tasdik etmeyiz (ta ki, üzerimize) o gökten (kendisini okuyacağımız bir kitap indiresin) ki, o kitap, seni tasdik eder ve sana uymamızı emreder bulunsun. O zaman biz de seni tasdik ederiz. Bu inkârcıların böyle sınır tanımaz ve hükmedercesine isteklerine karşı Hak Teâlâ Hazretleri Yüce Rasûlüne hitaben buyurdu ki: Habibim!. (De ki,) yani: O şaşılacak durumda olan, hakikatları kabulden kaçınan topluluğa söyle ki: Ben (Rabbimi tenzih ederim) kudret ve büyüklük ona mahsustur, ilâhî varlığı gidip gelmek gibi mahlûklarına ait hallerden, hareketlerden uzaktır, hikmet ve faydayauygun olmayan şeyleri meydana getirmekten ilâhî şanı yücedir. (Ben) isem (bir beşer olan elçîden başka bir şey değilim) ben insan için yapabilmesi takdir edilen şeyleri yapabilirim, bunun üstünde bir şey yapmaya bizzat kâdir değilim. Ben melek değilim ki, kendi kendime semaya yükseleyim, ve Cenabı Hak dilemedikçe ben kendi kendime mucizeler vücude getiremem. Ben de diğer Peygamberler gibi kavmimin hâline uygun olan bir kısım mucizeleri Hak Teâlâ’nın takdiriyle göstermeye muvaffak olurum. Yoksa öyle rastgele istenilen, hikmet ve menfaata aykırı bulunan mucizeleri göstermeye kâdir olamam. Maamafih bu inkarcılar öyle bir mahiyettedirler ki: O istedikleri mucizeler meydana gelse de yine inkârlarında devam ederler, bunları sihirle, gerçek dışı gösterişlerle yorumlar dururlar. Bir insanın kendilerine bir Peygamber olarak gönderildiğini yine tasdik etmezler.

94. insanları kendilerine hidayet geldiği vakit imân etmelerinden alıkoyan şey; başka bir şey değil, onların Allah bir insanı mı elçi olarak gönderdi demeleri olmuştur.

94. Bu mübârek âyletler, inkârcıların başka bir şüphelerini beyan ile onlara verilcek cevabı zikretmektedir. Ve Cenab-ı Hak’kın Hz. Muhammed’in Peygamberliğine şahitlik ettiğini ve kullarının durum ve tavırlarını görüp bildiğini ihtar ile Resûl-i Ekrem hakkında bir teselliyi, inkarcılar hakkında da bir tehdidi içermektedir. Şöyle ki: (insanları) Kureyş müşrikleri gibi inkârcı kimseleri (kendilerine hidayet geldiği vakit) yani: bir irşat vesilesi, bir hidayet rehberi olan ilâhî vahiy bir kesin delil olan Kur’an’ı Kerim, öyle imanı gerektiren bir mucize gösterildiği zaman onları (İmân etmelerinden alıkoyan şey) bâtıl düşünce (başka değil, onların Allah bir insanı mı elçi olarak) bizlere (gönderdi demeleri olmuştur.) onlar öyle bir itikatda bulunmuşlardır ki, eğer insanlara Allah tarafından bir Peygambergönderilecek olsa idi o Peygamberin insan değil, melek olması, gerekirdi.

95. De ki: Eğer yeryüzünde yerleşmişler olarak gezip dolaşan melekler olsa idi elbette onlara gökten Peygamber olarak bir melek indirirdik.

95. Allah Teâlâ da o yanlış düşünenlere cevap olmak üzere Yüce Peygamberine hitaben buyuruyor ki, Resûlüm!. Onlara (de ki: Eğer yeryüzünde yerleşmişler olarak) yani: Yeryüzünü vatan edinerek (gezip dolaşan melekler olsa idi elbette onlara) defalarca (gökten elçi olarak bir melek indirirdik) onlara vazifelerini telkin edip, kendileri için hak yolu gösterip dururlardı, İnsan cinsini irşat edecek zatın o cinsten olması hikmet gereğidir. Böyle bir maksadı temin etmek ve kolaylaştırmak için en münasip çare budur. Binaenaleyh yeryüzünde sürekli olarak melekler değil, insanlar yaşadıkları için onlara gönderilen Peygamberin de bir mübarek, seçkin insan olması, bir hikmet gereğidir, bir ilâhî lütuf eseridir.

96. De ki: Allah Teâlâ benimle sizin aranızda şahit olarak kâfidir. Şüphe yok ki, o, kullarından haberdardır, onları hakkıyla görücü bulunmaktadır.

96. Ve Resûlüm!. O inkarcılar şunu da (de ki: Allah Teâlâ) kudretiyle, ilmiyle, hikmetiyle her şeyi kuşatan o Yüce Mâbud (benimle sizin aranızda şahit olarak kâfidir) onun bir resûli olduğuma, üzerime düşen peygamberlik vazifesini yerine getirmeye çalıştığıma, sizin de bana karşı nasıl inkârcı bir vaziyet aldığınıza o Yüce Yaratıcı şahittir, onun yardımıyla göstermeye muvaffak olduğum mucizeler, benim bir Peygamber olduğuma şahitlik etmektedir. Artık elçinin bir melek olması hakkındaki bir iddia, fesatçı bir zorbalıktan, bir cehalet eserinden başka bir şey değildir, öyle bir iddiaya iltifat olunamaz. (Şüphe yok ki, o) Yüce Yaratıcı (kullarından haberdardır) onların görünen hallerini de, gizliemellerini de bilmektedir ve onları hakkıyla (görücü bulunmaktadır) onların nasıl bir harekette, bir inatlaşmada, inkârcı bir vaziyette bulunduklarını tamamen görüp bilmektedir. Hiçbir şey, o Yüce Yaratıcıya karşı gizli kalamaz. Binaeenaleyh Cenab’ı Hak, Resûl-i Ekreminin hak yolundaki kutsal mesâisini de tamamen bilmektedir, elbetteki onu bu mesaisinin mükâfatına kavuşturacaktır. Bu, Resûlullah hakkında bir teselli ve bir müjde demektir. Ve o âlim yaratıcı, o inkârcıların da o bâtıl iddialarını, sırf kıskançlık sebebiyle ve liderlik sevdasıyla ileri sürdükleri temennilerini ve kötü iradeleri yüzünden hidayete kavuşamadıklarını da tamamen bilmektedir. Elbette ki, onlar da bu kötü hareketlerinin cezasını göreceklerdir. Bu da onların haklarında büyük bir tehdit mahiyetindedir.

97. Ve Allah kime hidayet ederse işte hidayete eren o’dur ve kimi saptırırsa artık onlar için Allah’tan başka asla yardımcılar bulamazsın ve onları kıyamet gününde körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzleri üzerine haşrederiz. Onların varacakları yer, cehennemdir. Her ne zaman alev azalırsa onlar için cehennem ateşini arttırırız.

97. Bu mübarek âyetler, insanların sırf küfrlerinin ve kıyameti inkârlarının bir cezası olmak üzere hidayetten mahrum kaldıklarını ve böyle sapıklığa düşenlerin ne fecî şekilde cehenneme sevkedileceklerini ihtar etmektedir. Haşri ve neşri inkâr edenlere karşı gökleri ve yeri yaratan bir Yüce Yaratıcının insanları da tekrar yaratmaya kâdir olduğunu göstermektedir. Ve bolca sulara, hazinelere sahip olmak isteyen inkârcıların ne kadar cimri bir yaratılışta bulunduklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ hidayet sahiplerini de, sapıklar! da bilir (Ve Allah) Teâlâ kullarından (kime hidayet ederse) kimin kalbinde hakka yönelme kabiliyetini yaratırsa(işte hidayete eren odur) onu artık kimse saptıramaz (ve) Cenab-ı Hak (kimi saptırırsa) kimin hakkında sapıklığı yaratırsa, yani: O inatcı, inkârcı, lüzumsuz yere mucize isteğinde bulunan kimseleri ve benzerlerini de kendilerinin kötü iradelerinden dolayı sapıklığa düşürürse (artık onlar için) öyle kötü irade ve bozuk inanç sahipleri için (O’ndan gayrı) Cenab’ı Allah’tan başka (asla yardımcılar bulamazsın) ki, onları Hak yola sevkedebilsin veya azaptan kurtararak bir kurtuluş yoluna erdirsin. (ve onları kıyamet gününde körler, dilsizler, ve sağırlar olarak yüzleri üzerine haşrederiz) Öyle ki: Onlar dünyaya fazlasiyle bağlı oldukları için yerlere yüzleri sürülerek mahşere sevkedileceklerdir. Artık gözleri kendilerine zevk verecek bir şey göremiyecektir. Dilleri kendi lehlerinde söyliyecek bir söz bulamayacaktır. Kulakları da kendilerini sevindirecek, hoşlarına gidecek bir söz işitemiyecektir. Onlar dünyada iken Hakkın âyetlerini, ibret verici kudret eserlerini görmek istememişler, kelime-i tevhit gibi hak bir söz söylememişler ve hak sözleri dinleyip kabul eylememiş oldukları için ahirette öyle korkunç bir vaziyette bulunacaklardır. Evet.. (Onların varacakları) ahirette (cehennemdir) orada azap göreceklerdir. (Her ne zaman alev azalırsa) parıltısı sükûnet bulursa (onlar için) tekrar (chennem ateşini arttırırız.) Yani: Onların derilerini, etlerini ateş yiyip de alevi azalınca o derileri, etleri tekrar tekrar iade ederek cehennem ateşini yine parlar durur bir halde devam ettiririz. Onlar da dünyada iken inkâr etmiş oldukları iadenin mümkün olduğunu görmüş, o inkârlarının cezasına kavuşmuş bulunurlar.

§ Bu ayeti kerime de evvelâ: “Allah kime hidayet ederse” denilip de sonra “haşrederiz” denilmesi, gaib üçüncü şahıs kipinden birinci şahıs kipine geçiş demektir. Bundaki belâgat nüktesi ve hikmet ise haşr işinin mükemmel ve son derece şiddetli olacağına işarettir.

98. Bu onların cezasıdır. Çünkü onlar bizim âyetlerimizi inkâr ettiler ve dediler ki: Biz bir takım kemikler ve kokuşmuş toprak olduktan sonra mı, biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?

98. Evet… (Bu) şiddetli azap (onların cezasıdır) lâyık oldukları cezadır. (Çünkü onlar bizim âyetlerimizi inkâr ettiler) Kur’an’ın beyanlarını kabul etmediler, haşrın ve nesrin vuku bulacağı hakkındaki aklî ve naklî delillere iltifatda bulunmadılar, küfürlerinde devam edip durdular (ve dediler ki: Biz kemikler ve parçalanmış) topraklara karışmış (nesneler olduğumuz vakit mî?) yeni bir hayata kavuşacağız? Ha (biz mi) o zaman (yeni bir yaratılmış olarak diriltileceğiz.) Bu ne kadar uzak bir ihtimal!. İşte o kâfirler, Allah’ın kudretini hiç düşünmeyerek böyle bir inkârda bulunmuşlar ve dirilmeyi imkânsız görmüşlerdir.

99. Onlar görmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah Teâlâ elbette ki, onların benzerini yaratmaya da kadirdir ve onlar için bir ecel de tâyin etmiştir ki, onda bir şüphe yoktur. Böyle iken zalimler, ancak küfürde israr eder durur, başkasından kaçınmış bulunurlar.

99. (Onlar) o inkarcılar (görmediler mi) hiç düşünmediler mi, bir takım açık delillere bakıp da kıyametin vukuunu bir basiret gözü ile görüp anlayamadılar mı ki?. (Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah Teâlâ elbetteki, onların benzerini yaratmaya da kadirdir.) Yani: Şüphe yok ki, Yüce Yaratıcının kudreti onları ikinci defa olarak da tamamen dünyada oldukları gibi vücude getirmeğe fazlasiyle kâfidir. Diğer bir yoruma göre de Allah Teâlâ kadirdir ki, onlar gibi diğer bir insan silsilesi meydana getirir de bunlar, Cenab-ı Hak’ki birler, onun kudretinin, hikmetinin mükemmelliğini kabul eyler, öyle bozuk şüphelerde bulunmayıp haşır ve nesrin vukuuna inanırlar. (Ve) o YüceYaratıcı (onlar için) insanlar için, onların hayat süreleri ve kıyamete sevkedilmeleri için (bir ecel de) bir belirli müddet de (tâyin etmiştir ki, onda bir şüphe yoktur) öyle insanların geçici bir zaman yaşayıp sonra öleceklerinde ve kıyamet vukuunda şek ve şüpheye mahal bulunamaz. Bu (böyle iken zalimler) öyle inkarcılar (ancak küfrde israr eder durur) lar, ondan ayrılmazlar. Fakat (başkasından çekinmiş bulunurlar) bir çok açık deliller var iken onlara bakmazlar, onları düşünmeden kaçınırlar, öyle inatcı bir inkâr içinde yaşar dururlar.

100. De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olacak olsaydınız, yine harcamak korkusuyla kıstıkça kısardınız ve insan pek cimri olmuştur.

100. Resûlüm!. O inatcı ve inkârcı şahıslara (de ki: Eğer siz) başkaları değil (rabbimin rahmet hazinelerine sahip olacak olsa idiniz) birçok rızk kaynaklarına ve diğer nimetlere sahip bulunsa idiniz, siz (yine harcamak korkusuyla) infak edilirse elde bir şey kalmaz, fakirlik ve ihtiyaç yüz gösterir endişesiyle (elbette kıstıkca kısardınız) onlardan cüz’i bir miktarını olsun yine muhtaçlara vesair hayır işlerine sarfetmekten kaçınırdınız, Öyle son derece bir tamahkârlık, cimrilik gösteriridiniz. Artık siz bu kabiliyette olduğunuz halde mi ülkenizde kaynakların dolup taşmasını, servet ve zenginliğin artmasını, hayat standardınızın yükselmesini istiyorsunuz?. Sizlerde o tamahkârlık, o alçaklık var iken bütün rahmet hazinelerine sahip olsanız yine cimriliğinize nihayet vermezsiniz. (Ve insan) yaratılış itibariyle (pek cimri olmuştur) insan nevinde bu cimrilki vardır. Çünkü insanlar muhtaç bir halde yaratıldığından elde edindikleri şeyleri ihtiyaç korkusuyla saklamaya yaratılış itibariyle meyyaldirler. Bazı insanlar bir kısım mallarını infak etseler de sırf Allah rızası için olmayıp sadece bir şöhret için olduğundan buda maddî bir menfaat karşılığında Dulunmuş olacağından bir infak sayılmaz, yine cimrilikten ibaret bulunmuş olur. aslında sırf Allah rızası için infak eden zatlar da vardır, fakat bunlar azınlıkta kaldıkları .çin yok hükmündedirler, itibar, çoğunluğadır. Bununla beraber bu insandan maksat, Dir görüşe göre de Resûl-i Ekreme müracaat edip ülkelerinde suların fışkırmasını, hazinelerin meydana gelmesini teklif etmiş olan inkârcılardan ibarettir. Bunlar, Resûl-i Ikrem’den öyle bir kısım mucizeler göstermesini istiyorlardı halbuki, o mucizeler gösterilse de yine hidayete kabiliyetleri olmayanlar inkârlarında devam edeceklerdi. Nitekim Hazreti Musa’nın vediğer Peygamberlerin gösterdikleri mucizelere karşı da birçok inkarcılar inkârlarında devam edip nihayet lâyık oldukları felâketlere kavuşmuşlardı. İşte Kur’an’ı Kerim bu hususa da işaret etmektedir.

101. And olsun ki, Biz Musa’ya açık açık dokuz âyet verdik. İşte İsrail oğullarına sor. Mûsâ onlara geldiği zaman ona Firavun dedi ki: Ey Musa! Şüphesiz ki ben seni elbette büyülenmiş zannetmekteyim.

101. Bu mübarek âyetler, Musa Aleyhisselâm’ın da birçok mucizeler göstermeye muvaffak olduğunu buna rağmen yine Firavun gib inkârcıların küfürlerinde, düşmanlıklarında israr edip durmuş olduklarını bildirmektedir. Gösterilen mucizelere rağmen Hazreti Musa’yı ve ona tâbi olanları yurtlarından çıkarıp atmak isteyen Firavun’un helâke uğradığını, İsrail oğullarının ise öyle bir düşmandan kurtulup yurtlarında kalmalarına müsaade buyurulmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Resûl-i Ekrem’e karşı cephe alanların da Firavn gibi helâk olup gideceklerine işaret olunmaktadır. Şöyle ki: Yüce Resûlüm!. (And olsun ki) muhakkak bir gerçektir ki (biz Musa’ya açık açık dokuz âyet verdik) onun peygamberliğine ve tebliğ ettiğihükümlerin doğruluğuna işaret ve şahitlik eden pek açık dokuz mucize meydana getirdik. (İşte İsrail oğullarına sor) onlar da bunu bilip itiraf ederler. Artık Son Peygamber in de birçok mucizeler göstermeye muvaffak olabileceği nasıl olur da imkânsız görülebilir? Fakat sapıklar o mucizeleri görünce de yine hakkı kabul etmezler. İşte Firavn açık bir misâl, (onlara) İsrail oğullarına vaktiyle Musa Aleyhisselâm bir Peygamber olarak (geldiği zaman ona) o muhterem Peygamber’e öyle mucizeler gösterdiği halde (Firavn) Mısır hükümdarı, mel’ûn herif, inatçı ve inkârcı bir vaziyet alarak (dedi ki: Ey Musa!. Şüphe yok ki, ben seni elbette büyülenmiş zannetmekteyim) sen sihre uğramış, aklını zayetmişsin, senin gösterdiğin bu mucizeler birer sihir eserinden başka bir şey değildir.

102. Dedi ki: Andolsun, sen bilirsin ki, bunları indirmedi, ancak göklerin ve yerin Rabbi birer ibret olmak üzere indirdi. Ve muhakkak ki, Ey Firavun! Ben seni elbette helâk olmuş sanıyorum.

102. Musa Aleyhisselâm da o inkârcı hükümdara karşı büyük bir yiğitlik gösterek (dedi ki: Andolsun) yemin ederim, Ey Firavun!. (Sen bilirsin ki) güzelce bakıp düşününce anlarsın ki, bu mucizeler birer sihir eseri değildir. (Bunları) bu âyetleri, bu mucizeleri (indirmedi) varlık alanına getirmedi (ancak göklerin ve yerin Rabbi, birer işaret) benim risalet iddiamda doğru olduğumu açıklayan birer alâmet (olmak üzere indirdi) bunları görüp durmaktasın. Fakat sırf inat ve kibir sebebiyle inkâra devam ediyorsun, (ve muhavkkak ki, ey Firavn! Ben seni elbette helâk olmuş sanıyorum) veyahut ben seni lânete uğramış, kovulmuş, hayırdan alıkonmuş, aklı bozuk bir halde görüyorum. Çünkü Cenab-ı Hak’kın varlığı , birliği nice mucizeleri meydana getirmeğe kâdir olduğu açıktır. Bütün bu kâinat, onun büyüklük vekudretine birer açık delildir. Böyle olduğu halde bunun aksini iddia etmek, en büyük bir cehalet ve sapıklık eseri değil de nedir?.

§ Musa Aleyhisselâm, birçok mucize göstermişti. Bu âyeti kerime bunlardan pek açık dokuzuna işaret buyurmaktadır. Bunların nelerden ibaret olduğuna dair çeşitli izahlar vardır. Kaz-ii Beyzavînin beyanına göre bunlar

(l) Ejderha kesilen asâdır.

(2) Güneş gibi parlayan yedi beyzadır.

(3) Etrafa yayılan çekirgelerdir.

(4) Halka musallat olan bitlerdir.

(5) Kurbağalardır.

(6) Meydana gelen kanlardır.

(7) Taşların yarılıp aralarından fışkıran sulardır.

(8) Denizin yarılıp yolların vücude gelmesidir.

(9) İsrail oğullarının üzerine Tur dağının kalkıp düşecek bir vaziyet almasıdır.

103. Bunun üzerine Firavun onları o yerden sürüp çıkarmak istedi. Artık biz de onu ve kendisiyle beraber olanları toptan boğduk.

103. Hazreti Musa’nın böyle karşılıkta bulunup Firavun’u susturması üzerine o mel’ûn hükümdar (onları) Musa Aleyhisselâm ile ona İman edenleri (o yerden) o Mısır havalisinden (sürüp çıkarmak istedi) onları küçümseyerek zahmet vermeğe niyetlendi. (Artık biz de onu) o Firavun’u (ve kendisiyle beraber olanları) diğer dinsiz Mısır ahalisini, askerlerini (topdan boğduk) hepsini de birden lâyık oldukları azaba kavuşturduk. İşte bu dünyada Allah’ın kanunu böyle cereyan etmektedir. Hârikaları gören, nimetlere kavuşan kimseler, bunların kadrini bilmezlerse, bunları inkâra cür’et gösterirlerse nihayet başlarına böyle bir felâket gelir, hepsi de mahvolur gider. Bu husustaki Kur’ânî açıklamalar, Resûl-i Ekrem efendimiz hakkında da bir teselliyi, bir müjdeyi içermektedir ki, ona karşı düşmanlıkta bulunanların da âkibetleri öyle bir felâkete uğramaktan ibaret olacaktır, İslâm dini ise Allah’ın yardımı sayesinde etrafa yayılıp duracaktır.

104. Ve ondan sonra İsrail oğullarına dedi ki: O yerde oturun, sonra ahiret vâdi gelince sizleri dürülüp toplanılmış bir halde mahşere getireceğiz.

104. (Ve ondan sonra) Firavn ile kendisine tâbi olanların öyle boğulup Allah’ın kahrına uğramalarının ardından (İsrail oğullarına dedik ki) yani: Peygamberleri vasıtasiyle vahyen onlara bildirdik ki: Siz artık (o yerde) o sizi çıkarmak istedikleri Mısır’da, havalisinde (oturun) Takdir edilen vakte kadar orada yaşayın (sonra) öyle yaşayıp olduğunuzu, topraklara defnedildiğinizi müteakip (ahiret vaadi gelince) va’dedilen kıyamet kopunca (sizleri) bütün insanları, müminleri de, kâfirleri de (dürülüp toplanılmış bir halde) toplu olarak mahşere (getireceğiz) aralarında hükmedeceğiz. Mutlu olanları mutsuz olanlardan ayıracağız. Artık bu akibeti düşününüz, ona göre daha dünyada iken hareketlerinizi güzelce tanzim etmeye çalışınız. Bütün bu ilâhî açıklamalar, birer hakikattır, birer uyanma vesiledir.

105. Ve onu hak ile indirdik ve o da hak ile indi ve seni de ancak bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

105. Bu mübarek âyetler, Kur’an’ı Kerim’in hakkı ortaya koymak için indirilmiş olduğunu, Resûl-i Ekrem’in de Peygamberlik görevini bildiriyor. Kur’an-ı Kerim’in ne gibi hikmetten dolayı peyderpey şekilde indirilmiş olduğuna, ona imân edenlerin kendi menfaatlerine, İmân etmiyenlerin de kendi zararlarına olarak hareket etmiş bulunacaklarına işaret buyuruyor. İlim ve irfan sahiplerinin ise okunan Kur’an’ı Kerim’e karşı ne kadar büyük bir sevgi ve saygı göstererek şükür secdesine kapanacaklarını Hak Teâlâyı takdis ve tenzih ederek büyük bir zevk ve korku ile ağlayacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve onu) o Kur’an-ı Kerim’i (hak ile indirdik) yani: Sabit manalara sahip, fayda ve hikmeteuygun, birçok hükümleri toplayıcı olarak Levh-i Mahfuz’dan son peygambere indirdik (ve o da hak ile indi) değişme ve başkalaşmaya uğramaksızın, her türlü felâketlerden korunmuş olarak inmiş oldu. Artık ona değişme ve başkalaşma gibi bir eksiklik ârız olmayacaktır. (Ve) Resûlüm Ya Muhammed!. Aleyhisselâm (seni de ancak) itaatkâr olanlar için sevab ile (bir müjdeleyici ve) âsi olanlar için de ilâhî azap ile bir (uyarıcı olarak gönderdik) yoksa onların her istedikleri mucizeleri meydana getirmek için göndermedik. Eğer tebliğ ettiğin ilâhî dini kabul ederlerse kendi selâmetlerini, faidelerini temin etmiş olurlar, kabul etmezlerse zararı kendilerine aittir. Onların o hareketlerinden sen mes’ul olmazsın.

106. Ve onu Kur’an olarak vakit vakit müneccemen indirdik, onu insanlara teenni ile dura dura okuyasın diye. Ve onu birbiri ardınca müteferrik surette indirmiş olduk.

106. (Ve onu Kur’an olarak) ayrıntılı bir ilâhî kitab olmak üzere (vakit vakit) peyderpey, yani: Ayet âyet, sûre sûre olarak yirmi sene kadar bir müddet içinde (indirdik) hepsi birden indirilmiş olmadı. Ta ki, (onu insanlara teenni İle) dura dura (okuyasın) onları insanların anlamaları, ezberlemeleri kolayca olsun. (Ve onu birbiri ardınca) hikmet ve menfaatin gereğine göre ve bir takım olayların aralıklarla meydana çıkması üzerine peyderpey bir surette (indirmiş olduk) bu suretle o ilâhî kitab, o ilâhî kanun tamamen tebliğ edilerek kararlaşmış bulundu.

107. De ki, İmân edin veya imân etmeyin. Şüphe yok ki, bundan evvel kendilerine bilgi verilmiş olanlar, kendilerine karşı o (Kur’an) okununca derhal yüz üstü secdeye kapanırlar.

107. Yüce Resûlüm!. O inkârcılara (de ki: İman edin veya etmeyin) o Kur’an’ın ilâhî bir kitab olduğunu ister tasdik edin ve ister etmeyin sizin imanınız onun kıymetini arttırmaz, inkâretmeniz de onun değerini azaltmaz, imanınızın faidesi size aittir, imansızlığınızın zararı da kendi nefsinize aittir, siz cahil olduğunuzdan Kur’an’ın değerini, yüceliğini takdir edemiyorsunuz (şüphe yok ki, bundan evvel) Kur’an’ın inişinden önce (kendilerine bilgi verilmiş olanlar) daha önceki kitapları okumuş, vahyin hakikatını anlamış, peygamberlik alâmetlerini, işaretlerini öğrenmiş olan bir kısım bilgin zatlar ise Hazreti Muhammed’in vasıflarını önceki kitaplarda okumuş, onun son peygamber olduğunu idrâk etmiş oldukları için Kur’an’ı Kerim’in âyetleri (kendilerine karşı okununca) manevî bir zevke ulaşırlar. Cenab-ı Hak’kın emirlerine saygı göstermek için ve öyle bir mukaddes kitabı insanlığa ihsan buyurduğundan dolayı o kerem sahibi mabuda şükretmek için (derhal yüz üstüne secdeye) yüzleri üzerine yerlere (kapanırlar) derhal bu kulluk vazifesini, bu şükür görevini yerine getirmiş olurlar. Abdullah Bin Selâm, Zeyd Bin Amr, Vereka Bin Nevfel gibi zatlar bu cümledendir. Bu âyeti kerime, secde âyetlerinin dördüncüsüdür, bunu okuyunca secde etmelidir.

108. Ve derler ki: Rabbimizi takdis ve tenzih ederiz. Rabbimizin vadi hakikaten yerine getirilir.

108. (Ve) öyle akıllı, düşünen mümin zatlar, secde ederken (derler ki: Rabbimizi takdis ve tenzîh ederiz) onun ilâhî şanı, her yönüyle mukaddestir, o kerem sahibi olan rabbimiz, kâfirlerin yalanlamasından uzaktır. Ve derler ki; (Rabbimizin vadi hakikaten yerine getirilir) önceki kitaplarda dünyayı teşrif edeceğini haber vermiş olduğu son peygamberi varlık alanına getirdi, ona ihsan buyuracağını bildirmiş olduğu Kur’an’ı Kerim’i indirerek insanlık âlemini en kutsal bir hidayet rehberine kavuşturdu.

109. Ve ağlıyarak çeneleri üstüne kapanırlar ve Kur’an onların saygısını arttırır.

109. (Ve) o mübarek âlim, zatlar, Kur’an’ı Kerim’in kendilerine verdiği bir manevî zevk ile, Allah’ın kudretini, kutsiyetini düşünmekten meydana gelen, mhanî bir korku ve huşu ile (ağlayarak çeneleri üstüne) yerlere (kapanırlar) saygı göstermeye koşarlar (ve) Kur’an’ı Kerim, (onların saygısını arttırır) gönüllerinin yufkalığını ve Allah’ın büyüklüğünü düşünmekten dolayı meydana gelen korku ve saygılarının artmasına vesile olur. İşte İslâm dininin, Kur’an’ı Kerim’in yüceliğini böyle takdir eden ve yücelten zatlar daima mevcut bulunacaklardır. Bu yüceliği takdir edemiyenler varsın zarar ve ziyanda yaşasınlar. insanlığın İslâmiyet gibi hakikî bir dine kavuşan aydın, düşünen bir tabakası, daima Kur’an’ı kerim’i yüceltecek, Cenab’ı Hakkın kutsî âyetleriyle mübarek isimleriyle kalplerini aydınlatacak, lisanlarını süsleyip duracaklardır.

110. De ki: Allah diye dua edin, rahman diye dua edin, hangisiyle dua etseniz nihayet en güzel isimler o’na mahsustur ve namazında sesini pek ziyade kaldırma ve onu büsbütün de kısma ve bunun arasında bir yol tut..

110. Bu mübarek âyetler, Allah Teâlâya mukaddes isimlerinden herhangi biriyle dua edilmesinin cevazını bildirdiyor. Yüce Allah’ı zikretmenin ve Yüce zatına hürmette bulunmanın en kutsal bir şeklini tavsiye buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûl!. Bir olmakla nitelenen Allah Teâlâ’nın en güzel, mübarek isimleri olduğunu bilmeyenlere (de ki: Allah diye dua edin, rahman diye dua edin) o Yüce Mâbud’u hangi kutsal bir ismiyle zikrederseniz ediniz, yine yalnız onu zikretmiş olursunuz. Evet.. mübarek isimlerin (hangisine dua etseniz) zilerde bulunsanız makbuldür, güzel bir ibadettir, Allah katında sevaba vesiledir. Şüphe yok ki, (nihayet en güzel isimler o’na) Allah Teâlâ’ya (mahsustur) işte Allah ismi de pek güzeldir, isimlerin en yücesidir. Aynı şekilde Rahman ismi de pekgüzeldir, o Yüce Yaratıcının kâinatı kuşatan rahmet ve lütfunu göstermektedir.

§ Bu ilâhî beyan, bir takım müşriklerin iddialarını reddetmektedir. Şöyle ki: Resûl-i Ekrem efendimiz bir gece secde ederken Ya Allah, ya rahman demişti. Ebu Cehl gibi bazı müşrikler bunu duymuşlar, rahmanî da başka bir ilâh sanmışlar, “Muhammed -aleyhisselâmbizi iki ilâha ibadetten nehyettiği halde kendisi Allah ile beraber rahman diye diğer bir ilâha da dua ediyor” demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nâzil olmuştur. Buyurulmuş oluyor ki: Evet.. Allah Teâlâ birdir. Ortak ve benzerden uzaktır. Rahman ise onun mübarek isimlerinden biridir, isimlerin çokluğu ise isimlendirilen varlığın çokluğunu icab etmez, Cenab-ı Allah, o en güzel isimlerinin herhangi biriyle zikredilebilir. (Ve) Hak Teâlâ hazretleri, muhterem Resûlüne şunu da emretmiştir ki: namazında sesini pek ziyade kaldırma) pek yüksek bir ses ile Kur’an okuma, çünkü bazı kâfirler bunu işiterek kötü münasebetsizlikte bulunabilirler. (Ve) mamafih onu) sesini namazda Kur’an okurken (büsbütün kısma) senin ve sana uyan cemaatin işitemiyeceği derecede de gizlice okuma, (ve bunun) öyel fazla sesli okuma le fazlaca sessiz okuma (arasında bir yol tut) orta bir usul takip et. Çünkü işlerin “layırlısı, orta derecede olanıdır.

§ Bir yoruma göre bu âyeti kerime, namazların hepsini de sesli Kur’an okuyarak almaktan ve hepsini de gizli sesle okuyarak kılmaktan men etmektedir. Bunların irasında takibedilecek yol ise öğle ve ikindiden ibaret olan gündüz namazlarının sessiz olarak ve sabah, akşam, yatsı vakitlerindeki gece namazlarının da sesli olarak Kur’an okunmak suretiyle kılınmasıdır. Bazı zatlara göre de bu âyetteki salâttan maksat, duadır. Bu takdirde emir idilmiş oluyor ki: Cenab-ı Hak’ka dua ve niyazdabulunurken ne öyle adaba aykırı gö-ülecek şekilde bağıra çağıra dua et, ne de kendinin bile duymayacağın bir tarzda, bir .ükût ile duada bulun, ikisi arası bir şekilde tam bir hürmet ve saygı ile duaya devam eyle.

111. Ve de ki: Hamd o Allah Teâlâ’ya mahsustur ki, bir çocuk edinmedi ve onun için mülkte bir ortak da yoktur ve onun için acizlikten ötürü bir dosta ihtiyaç da yoktur ve o’na tam bir hürmetle hürmette bulun.

111. (Ve) Ey Yüce Resûl!. Kerem sahibi yaratıcına hamd ve senada ve kullukta bulunacağın zaman (de ki: Hamd o Allah Teâlâ’ya mahsustur ki) kendisi için haşa (bir çocuk edinmedi) öyle Yahudilerin, Hıristiyanların ve Beni Melih denilen bir kısım müşrik kabilelerin iddiaları bâtıldır. Hiç kimse, Cenab-ı Hak’kın çocuğu olamaz. Allah Teâlâ çocuğa ihtiyaçtan uzaktır. Çocuklar, anne-babanın birer parçası demektir, mahiyetleri müşterek bulunmaktadır. Yüce Allah, ise parçalara ayrılmaktan başkalarıyla aynı mahiyette bulunmaktan uzaktır, beridir. Şüphesiz inanıyoruz.. (Ve onun) o kâinatın yaratıcısı (için mülkte) ilâhlıkta, kâinatın tamamına hâkimiyette (bir ortak da yoktur.) “seneviyye” topluluğunun iddiaları gibi tanrıhkta çokluk olamaz. O takdirde kâinattaki yaratıcılıkları, hâkimiyetleri sınırlı, kendileri sonsuz kudretten mahrum bulunmuş olurlar. Böyle bir hâl ise, ilahlığın şanına asla lâyık olamaz. (Ve onun için) o ortak ve benzerden uzak olan Allah Teâlâ için (acizlikten ötürü bir dost da yoktur) kendisine hâşâ bir noksanlık bir acizlik yönelemez ki, onu defetmek için kendisine yardım edecek bir kimse düşünülsün. Öyle bir düşünce, ilahlığın şanına, kudret ve büyüklüğüne aykırıdır. (Ve) Resûlüm!. Ve ey hakikî mümin olan herhangi bir zat!, (ona) o Yüce Yaratıcıya (tam bir hürmet ile hürmette bulun) onun çocuktan, ortak ve benzerden, başkalarının yardımlarınaihtiyaçtan uzak olduğunu hatırlayarak tam bir hürmetle birlemeye ve yüceltmeye devam et, kulluk vazifeni yerine getirmeye çalış.. İşte İslâm dini, bütün insanlığa böyle yüce bir vazife, bir dinî terbiye öğretmekte ve telkin etmektedir. Artık biz böyle mukaddes bir dine böyle bizleri irşat eden ve aydınlatan bir hikmetli Kur’ana kavuşmuş olmamızdan dolayı kulluk secdesine kapanır, mukaddes yaratıcımızı birler ve yüceltir ve ona tam bir hürmet ile hamd ve senaya devam ederiz. Başarı Allah’tandır.
Daha yeni Daha eski