Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), 571 yılı 20 Nisanına rastlayan 12 Rebîü’l-Evvel Pazartesi günü tan yeri ağarırken Mekke’de doğdu. Peygamberimizin babası Abdullah’tır. Abdullah’ın babası, Kureyş kabilesinden ve Mekke’nin ulu kişilerinden Haşim’in oğlu Abdulmuttalib’dir. Kur’ân-ı Kerîm’e göre: Peygamberimizin soyu, büyük peygamberlerden Hz. İsmail ve Hz. İbrâhim’e dayanır (Hacc: 78; Bakara: 127-151; Sâf: 6, İnşirah: 1).
Bütün kaynaklar, Peygamberimizin Adnân’a kadar olan atalarını şöyle sıralar ve sayarlar:
1. Abdulmuttalib (Şeybe), 2. Hâşim (Amr), 3. Abd-i Menâf (Mugîre), 4. Kusayy (Zeyd), 5. Kilâb, 6. Mürre, 7. Kâ’b, 8. Lüey, 9. Gâlib, 10. Fihr, 11. Mâlik, 12. Nadr, 13. Kinâne, 14. Huzeyme, 15. Müdrike (Âmir), 16. İlyas, 17. Mudar, 18. Nizar, 19. Maadd, 20. Adnân.
Adnân, büyük peygamberlerden Hz. İsmâil’in on iki oğlundan en büyüğü olan Nabt (Kaydar)’ın soyundan gelmiştir. Peygamberimiz, gerek baba ve gerek ana tarafından en temiz, en şerefli bir aileye mensuptur. Peygamberimiz, soyları hakkında şöyle buyurmuştur:
“Yüce Allah, İbrahim oğullarından İsmâil’i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdulmuttalib oğullarını seçti. Abdulmuttalib oğullarından da beni seçti.”
“… Mensûb olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmışsa, Allah, beni, muhakkak, onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur.”
“Ben, Câhiliye çağının kötülüklerinden hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdem’den babama ve anama gelinceye kadar hep nikâh mahsulü olarak meydana gelmişimdir.”
“Ben, ana ve baba soyu itibarıyla en hayırlınızım!”
Peygamberimizin annesi Hz. Âmine, Zühre oğulları kabilesinden ve bu kabilenin ileri gelenlerinden Vehb’in kızıdır. Peygamberimizin babası Hz. Abdullah’la annesi Hz. Âmine’nin soyu, büyük dedeleri olan Kilâb’da birleşir.
Peygamberimizin babası Abdullah, Abdulmuttalib’in oğulları içinde en sevgilisidir ve Fâtıma adındaki hanımından doğmuştur. Hz. Abdullah, Hz. Âmine ile evlendikten kısa bir süre sonra, hurma getirmek üzere, Kureyş kervanıyla birlikte Şam’a (Gazze’ye) gitmişti. Oradan dönerken, yolda hastalandı. Medîne’de, dayıları Adiy b. Neccâr oğullarının yanında vefat etti. Nâbiga’nın evinin avlusuna gömüldü. Hz. Abdullah, o zaman 25 yaşında idi.
Babasının vefatından iki ay sonra doğan Peygamberimize, Ümmü Eymen Bereke adındaki dadısı ile beş deve, birkaç davar, bir kılıç, bir miktar da gümüş para miras kaldı.
Peygamberimizin en çok anılan ismi, Muhammed (s.a.s.)’dir. Peygamberimiz, Kur’an-ı Kerim’in dört sûresinde Muhammed ismiyle anılır (Âl-i İmrân: 144; Ahzâb: 40; Feth: 29; Muhammed: 52). Hz. İsa da İncil’de Peygamberimizi kendi ümmetine Ahmed ismiyle tanıtmıştır (Sâf: 6).
Peygamberimizin, bunlardan başka isimleri de vardır. Onlardan bazıları Kur’an-ı Kerim’de, bazıları hadislerde, bazıları da daha önceki peygamberlerin kitaplarında açıklanmıştır. Peygamberimizin, muhterem annesi Hz. Âmine’ye rü’yâsında, “Sen, insanların hayırlısına ve bu ümmetin Efendisine hâmilesin! Doğunca ona, Muhammed veya Ahmed ismini koy!” denilmiş, bunun için, Abdulmuttalib, Muhammed ismini koymuş, bu ismi neden dolayı koyduğu kendisine sorulunca da, “Gökte Allah, yerde insanlar övsünler diye ona Muhammed ismini koydum!” demiştir.
Peygamberimiz, vefat eden oğlu Kasım’dan dolayı Ebü’l-Kaasım (Kaasım’ın Babası) künyesini taşır ve bununla anılmaktan hoşlanırdı.
Kureyş müşrikleri Peygamberimize, İbn-ü Ebî Kebşe (Ebû Kebşe’nin Oğlu) künyesini de takmışlardı. Kebş lügatte, üç yaşına basmış koç ve başbuğ manasına gelir. Bu da, ya Peygamberimizin sütannesi Halîme’nin kocası Hâris’in veya Abdulmuttalib’in annesi tarafından dedesi Amr b. Zeyd’in künyesinin Ebû Kebşe oluşundan, yahut Peygamberimizin, putperestliğe aykırı davranışını, müşriklerin, Huzâalı Ebû Kayle Vecz’e benzetmelerinden ileri geliyordu.
Yine müşrikler, Peygamberimizi, doğruluk ve güvenilirlik gibi üstün meziyetlerine bakarak el-Emîn diye de anmakta idiler.
Peygamberimizi, Hz. Âmine, üç veya yedi gün kadar emzirdikten sonra bir süre de Süveybe Hatun emzirdi. Süveybe Hatun, Peygamberimizin amcası Hz. Hamza’yı da emzirmişti.
Yeni doğan çocukları sütanneye vermek, Kureyş eşrafının ve ileri gelenlerinin âdetleri idi. Sâ’d b. Ebî Bekr kabilesi, Araplar arasında cömertlikleri ve şereflilikleriyle tanınmış bir kabile idi. Gerek bu ve gerek öteki kabilelerin kadınları, yılda iki defa Mekke’ye gelir, yeni doğan çocukları —ücretle emzirmek üzere— alıp götürürlerdi. Sütannesi Halîme de Peygamberimizin doğduğu Fil yılında Benî Sâ’d kadınlarıyla birlikte Mekke’ye gelmişti. Bütün sütanneleri, zengin ve babaları sağ olan çocuklara koşuyorlar, Peygamberimize geldikçe, “Yetimdir, malı da yoktur. Annesinin ve dedesinin bize ne yardımı olacak?!” diyerek Peygamberimizi almaya pek yanaşmıyorlardı.
Halîme ile gelen kadınlar, istedikleri gibi birer çocuk bulmuşlardı. Halîme ise aradığını bulamamıştı. Abdulmuttalib’le karşılaşınca, Abdulmuttalib ona, Peygamberimizi alıp götürmesini ve bunun kendileri için çok hayırlı olacağını söyledi. Halîme, danışmak üzere kocası Hâris’in yanına geldi. Boş olarak dönüp gitmektense, Peygamberimizi alıp götürmeyi uygun gördüğünü söyledi. Hâris, “Almanda bir mahzur yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize hayır ve bereket verir.” dedi. Halîme, izi sıra geri döndü. Peygamberimizin uyuduğu odaya girdi. Onu, yavaşça uyandırdı. Yüzünün güzelliğine ve sevimliliğine bakıp hayran kaldı. Onu bağrına basarak kocasının yanına getirdi. Sağ memesini ona, sol memesini de kendi oğluna verdi. Halîme ile kocası, yeni ve mini mini misafirleriyle birlikte obalarına döndüler.
O zaman, yeryüzünde Benî Sâ’d toprağı gibi kuraklığa uğramış bir toprak yoktu. Böyle iken, Halîme’gilin koyunlarının hâli birden bire değişmiş, onlar akşamleyin karınları tok, memeleri sütle dolu olarak dönmeye başlamışlardı. Halîme ile kocası, bu hayır ve berekete, aldıkları yavru yüzünden erdiklerini sezmekte gecikmediler.
Peygamberimizin çocukluğu da başkalarına benzemiyordu. Sekiz aylıkken konuşuyor ve konuşulanları dinliyordu. Dokuz aylıkken, düzgünce konuşmaya başlamıştı. On aylık olunca, çocuklarla ok atıyordu. İki yaşına bastığı zaman, çok gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu.
Peygamberimizi iki yaşında sütten kestiler ve annesine götürdüler. Fakat, vermek istemediler. Peygamberimiz, dört yaşına kadar Benî Sâ’d yurdunda kaldı.
HZ. ÂMİNE’NİN MEDİNE SEYAHATİ VE VEFATI
Peygamberimiz altı yaşında iken, annesiyle birlikte Medine’ye, babasının kabrini ziyarete gitti. Bir ay sonra, Medine’den dönerken, Ebvâ köyünde annesi hastalandı ve vefat etti.
Dünyada babasız ve annesiz kalan Peygamberimizi, Yüce Allah himayesiz bırakmadı. Önce dedesinin, sonra da amcasının bağrına bastırdı. Bu gerçek, Kur’an-ı Kerim’de;
“Rabbin seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Duhâ: 6) buyurularak hatırlatılır.
Sadakatli dadı Ümmü Eymen Bereke, Peygamberimizi Ebvâ’dan Mekke’ye getirip dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti. Abdulmuttalib, Peygamberimizi gece gündüz yanından ayırmadı. Çocuklarından hiçbirine göstermediği aşırı sevgi ve şefkati ona gösterdi.
Kâ’be’nin gölgesinde kendisine mahsus olan ve hiç kimsenin oturmasına müsaade edilmeyen minderinde Peygamberimiz, dedesiyle birlikte serbestçe otururdu. Abdulmuttalib, sofrada Peygamberimizi yanına alır veya dizine oturtur, yemeklerin en iyisini ve tatlısını ona yedirirdi. Peygamberimiz gelmeden oturup yemek yemez, onun gelmesini beklerdi.
Peygamberimizin edeb ve terbiyesine çok dikkat ederdi. Abdulmuttalib, öleceği sırada, Peygamberimizi amcası Ebû Tâlib’e bıraktı ve ona iyi bakmalarını vasiyet etti. Peygamberimiz o zaman sekiz yaşında idi. Gerek Ebû Tâlib ve gerek zevcesi Fâtıma Hatun, Peygamberimize çok iyi baktılar. Onu, öz çocuklarından üstün tuttular. Peygamberimiz onlardan gördüğü iyiliği hiç unutmamıştır.
Peygamberimiz, on iki yaşında iken amcası Ebû Tâlib’in yanında ticaret kervanıyla Şam’a (Busrâ’ya) gitti. Orada Râhib Bahîrâ ile karşılaştılar. Bahîrâ, Tevrat ve İncil’de ismi ve sıfatları yazılı ahir zaman peygamberinin alâmetlerini Peygamberimizde buldu. Onu, hemen Mekke’ye geri götürmesini ve Yahûdîlerin sû-i kasdinden korumasını Ebû Tâlib’e tavsiye etti.
Ebû Tâlib, Peygamberimize, gerçekten güzel bir vasilik ve hamilik yapmakta, onu cahiliye çağının kötülüklerine bulaştırmamak için olanca titizliği göstermekte idi. Zaten, Yüce Allah da onu her türlü kötülüklerden nefret duyacak bir tabiatta yaratmıştı.
Peygamberimiz, hiçbir zaman putlara tapmadığı gibi içki de içmemiştir.
Peygamberimiz, ergenlik çağına bastığı zaman, akıl ve zekâsının üstünlüğü, huyunun güzelliği ile herkesin dikkatini çekmiş bulunuyordu. Doğrulukta, eminlik ve güvenilirlikte parmakla gösteriliyor, seviliyor ve sayılıyordu. Yağmacılığın, zulmün, her çeşit ahlâksızlığın önlenmesi için Mekke’de kurulan ve tarihte Hılfü’l-Fudûl diye anılan derneğe genç yaşında üye oldu.
Peygamberimiz yirmi beş yaşında iken, Kureyş’in zengin, asaletli ve dul kadınlarından Hz. Hatice ile evlendi. Peygamberimizin, Hz. Hatice’den dört kızı ile iki oğlu doğdu.
Peygamberimiz otuz beş yaşında bulunduğu sırada Kâ’be’nin onarılmasına başlanmıştı. Hacerü’l-Esved’i yerine koyma işinde Kureyş uluları arasında çetin bir anlaşmazlık çıktı. Peygamberimiz, hakem sıfatıyla hemen Hacerü’l-Esved’i bir yaygı üzerine koydu. Yaygının dört ucunu kabile temsilcilerine tutturdu. Onu, konulacak yerine kadar taşıttıktan sonra eliyle alıp yerine yerleştirdi. Peygamberimizin, herkesi tatmin ve hoşnut eden bu hakîmâne hareketi, kendisi hakkında derin takdir ve hayranlık duyguları uyandırdı.
Peygamberimiz, otuz sekiz yaşında iken, Mekke’de birtakım ışıklar, parıltılar görüldü. Acayip sesler duyuldu. Fakat bunların ne olduklarına, neden ileri geldiklerine akıl erdirilemedi.
Peygamberimiz, otuz dokuz yaşında iken, olduğu gibi çıkan sadık rü’yâlar görmeğe başladı. Gündüz vuku’ bulacak hâdiseler, uyurla uyanıklılık arasında Peygamberimize gösteriliyordu. Bu hâl, altı ay kadar devam etti. Bundan sonra, kendilerinde; şehirlerden, insanlardan, evlerden barklardan uzaklaşmak, Mekke’nin dağ aralarındaki kuytularına çekilmek, vadilerin derinliklerine dalmak arzusu uyandı. Mekke’ye üç mil uzaklıkta bulunan Hirâ (Nûr) dağındaki mağara, onun durağı oldu.
Peygamberimiz, kırkıncı yaşında bulunduğu sırada, Mîlâdî 611 yılı Şubatına rastlayan Ramazan ayının 15-16’ncı Cumartesi ve Pazar gecelerinde Cebrâil ismindeki vahiy meleğinin, “Ey Muhammed! Sen, Allah’ın Resûlüsün!” dediğini ve evine dönünceye kadar, yanından geçtiği her taşın, her ağacın, “Esselâmü aleyke yâ Resûlâllah!” diyerek kendisini selamladığını işitti.
17 Ramazan Pazartesi gecesi seher vakti, Hirâ’nın derin sessizliği içinde vahiy meleği Cebrâil, en güzel bir insan şekline girmiş, güzel kokular sürünmüş olarak Peygamberimize tekrar göründü ve Alâk Sûresinin 1-5’inci âyetlerini tebliğ etti. İslam şeriatından abdest almayı ve namaz kılmayı da öğretti.
Peygamberimiz, peygamberliğini ilk önce en güvendiği insanlara açtı. Kadınlardan Hz. Hatîce, hür ve yetişkin erkeklerden Hz. Ebû Bekir, çocuklardan Hz. Ali, azatlı kölelerden Zeyd b. Hârise, kölelerden de Bilâl-i Habeşî herkesten önce, Peygamberimize iman etmek mutluluğuna erdi.
Hz. Ebû Bekir’in himmet ve gayretiyle Hz. Osman, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sâ’d b. Ebî Vakkas, Talha b. Ubeydullah… Müslüman oldular. Bunlar, Müslümanlığı kabûlde, namaz kılmakta, Peygamberimizi ve ona Allah’tan geleni tasdikte herkesi geçtiler.
Peygamberimiz, ilk önce halkı İslam Dîni’ne gizlice davete ve putperestlikten ayırmaya çalıştı. Kendisine, gençlerle halkın zaîf ve fakir olanları iman etti ve iman edenlerin de sayısı günden güne arttı. Üç yıl, bu şekilde bitti. Yüce Allah;
“Sen, ilkin, en yakın hısım ve akrabanı âhiret azabıyla korkut!” (Şuarâ: 214) buyurunca, Peygamberimiz, yakınlarını evinde iki kere topladı. Allah’tan aldığı emri ikincisinde onlara açıkladı. Birincisinde olduğu gibi, yine amcası Ebû Leheb’in sert ve çirkin müdahalesiyle karşılaştı. Bundan sonra Peygamberimiz, Safâ tepeciğinden Kureyş kabilesinin bütün kollarına seslenip peygamberliğini ilan etti. Bu da yine amcası Ebû Leheb’in bağırıp çağırmaları ve taş savurmalarıyla sona erdi.
“Emrolunduğun şeyleri açıkla! Müşriklerden yüz çevir!” (Hicr: 94) mealli âyet nâzil olunca, Peygamberimiz, Kureyş müşriklerinin putlara tapmalarını yerdi. Kendilerinin Cehennem’e gireceklerini açıkladı. Müşrikler bunu, dinlerine hakaret sayarak açıktan düşmanlığa ve fırsat buldukça Müslümanları ezmeye başladılar.
Müşriklerin ileri gelenleri, yeğenini öğütlemesi ve İslam davasından vazgeçirmesi için, Ebû Tâlib’e birkaç kere başvurdular. En sonunda onu tehdit ettiler. Durumun gergin ve tehlikeli bir safhaya girdiğini görünce, Ebû Tâlip, bütün yakınlarını topladı. Durumu anlattı. Peygamberimize yardım hususunda onları birleşmeye davet etti.
Kureyş müşrikleri, gerek hac mevsiminde, gerek başka zamanlarda Mekke’ye gelen kabilelerin Peygamberimizle görüşmelerinden çok endişelenmekteydiler. Bu yolda birtakım tedbirlere başvurdular. Peygamberimiz hakkında “Kâhindir!”, “Şâirdir!”, “Yalancıdır!”… diyerek yaygaralar kopardılar. Fakat, yaygaralarına kimsenin pek kulak asmadığını gördüler.
Müslümanlık dairesi, her gün biraz daha genişlemekte, bununla beraber müşriklerin türlü işkenceleri altında kıvranan Müslümanların sayısı da günden güne artmakta idi.
Hz. Hamza ile Hz. Ömer’in Müslüman olmaları, Müslümanlara biraz ferahlık sağlamıştı. Peygamberimiz, Habeşistan’a hicret etmelerini Müslümanlara tavsiye etmişti. Dört kadınla on iki erkekten mürekkep ilk muhacir kafilesi Mekke’yi gizlice terk ettiler. Bunu, doksan kişilik ikinci muhacir kafilesi takip etti.
Hz. Ebû Bekir de bir gün, Mekke’yi terk etmek zorunda kaldı. Fakat, yolda rastladığı Kare Oymağı Reisi, kendisini geri çevirdi ve “Ebû Bekir gibi bir zat yurdundan tedirgin edilir mi?!” diyerek müşriklere çıkıştı.
Yedinci yılda bütün Mekkeli müşrikler; Peygamberimizi koruyan, tutan Hâşim oğullarıyla akrabalığı, alışverişi… kesmek üzere bir sözleşme ve andlaşma yazıp Kâ’be’ye astılar. Bunun üzerine Ebû Tâlib, Hâşim oğullarını kendi mahallesinde toplamak, güç birliği yapmak zorunda kaldı.
Kureyş müşrikleri, Ebû Tâlib mahallesine hiçbir gıda maddesi sokmamak için ellerinden geleni yaptılar. Hâşim oğulları, kapandıkları mahallede üç yıl mahrumiyetin her çeşidine katlandılar.
Ebu’l-Bahterî, Mut’im, Zem’a, Hişâm… gibi bazı kişiler insafa gelerek —Ebû Cehil’in bütün çabalamalarına ve direnmelerine rağmen— bir gün, Kâ’be’de asılı andlaşmayı indirip yırttılar ve Hâşim oğullarıyla Müslümanları muhasaradan kurtardılar.
Kureyş müşriklerinin muhasarasından kurtuldukları sıralarda, önce Ebû Tâlib, sonra da Hz. Hatice vefat etti. Peygamberimiz, bu iki aziz varlıktan mahrum kaldı. Onuncu yıl, kendisi için bir hüzün ve keder yılı oldu.
Ebû Tâlib’le Hz. Hatice’nin vefatından sonra müşrikler Peygamberimize işkenceyi artırdılar. Bunun üzerine Peygamberimiz, evlâtlığı Zeyd’i yanına alarak Tâif’e kadar bir gezinti yaptı. Ne yazık ki Tâifliler, onun Hakk’a çağıran sesine kulak asmadıktan başka, Tâif’te dinlenmesine de müsaade etmediler. Türlü işkencelerle Tâif’ten uzaklaştırdılar. Peygamberimiz, üzüntüler içinde Mekke’ye döndü.
O sıralarda İlahî âyet ve mucizelerden bazıları kendisine gösterilmek ve vahyedilecek şeyler vahyedilmek üzere Peygamberimiz bir gece Mekke’den Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürüldü ve oradan da göklere çıkarıldı. Namazın beş vakitte edâsı da bu Mi’râc gecesinde farz kılındı.
Medîneli Hazreçlilerden Mekke’ye gelen altı kişi, Peygamberimizle yakından ilgilendiler ve Müslüman oldular. Bunlar, Medîne’ye dönünce, İslamiyet’i yaymaya çalıştılar.
On birinci yılda Medînelilerden on iki kişi daha gelip Müslüman oldu. Bunu, on üçüncü yılda yetmiş üç erkekle iki kadından mürekkep Medînelilerin Akabe’de geceleyin Peygamberimizle yaptıkları biat takip etti. Bu yeni Müslümanlar, Peygamberimizin Medîne’ye gelmesini istediler. Medîne’ye geldiği takdirde kendisini, canla başla koruyacaklarına söz verdiler ve and içtiler.
Peygamberimiz, bütün güçlüklere, tehlikelere göğüs gererek peygamberliğinin on üç yılını Mekke’de tamamlamak üzere bulunuyordu. Mekkeli Müslümanlardan bir kısmı Habeşistan’a, bir kısmı da Medîne’ye ve başka yerlere hicret etmişlerdi. Mekke’de Peygamberimizle birkaç sahâbîsinden başka kimse kalmamıştı.
Hz. Ebû Bekir, müşriklerin ansızın bir baskın yapmalarından korkuyor, Peygamberimizin Medîne’ye hicret etmesini istiyordu. Fakat Peygamberimiz, bu hususta Allah’tan henüz bir emir almadığını söylüyordu. Bu sırada müşrikler, gizli bir toplantı yaptılar. Utbe, Şeybe, Ebû Süfyân, Tuayme, Cübeyr veya Habîb, Hâris, Nadr, Ebü’l-Bahterî, Zem’a, Hakîm, Ebû Cehil, Nübeyh, Münebbih, Ümeyye gibi müşrik ulularından on dördünün katıldığı bu toplantıda, Peygamberimizin hapse konulması, sürgün edilmesi… gibi görüşler ileri sürüldü. Ebû Cehil’in, her kabileden birer delikanlı seçilerek Peygamberimizin bunlar tarafından vurulup hayatına son verilmesi yolundaki teklifi ittifakla kabûl edildi ve hemen cellâtlar hazırlandı. Peygamberimiz de o gece Mekke’den çıkma emrini aldı. Yatağında Hz. Ali’yi bırakarak Hz. Ebû Bekir’le birlikte geceleyin Sevr mağarasına gidip girdi.
Peygamberimizin evini saran ve tan yerinin ağarmasını bekleyen cellâtlar —aralarında Ebû Cehil gibi azılı müşrikler de bulunduğu halde— uyuyakaldılar. Uyandıkları zaman ellerinin boşa çıktığını gördüler. Köşeleri bucakları aramaya, taramaya koyuldular. Peygamberimizi veya Hz. Ebû Bekir’i bulana yüzer deve vereceklerini va’d ve ilan ettiler. Arayıcılardan bir topluluk, iz süre süre, Peygamberimizle arkadaşının gizlendikleri mağaranın önüne kadar geldi. Hz. Ebû Bekir, telaşlandı ve yavaşça, “Yâ Resûlâllah! Onlardan biri eğilip de ayaklarının dibinden bir bakıverse bizi görür!” dedi. Peygamberimiz, “Tasalanma! Allah, bizimledir!” buyurdu. Yüce Allah, düşmanların yüzlerini oradan başka yönlere çevirince Hz. Ebû Bekir, şaşakaldı. Peygamberimiz, “Ey Ebû Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen, akıbetin ne olacağını, yakalanacağımızı mı sanırdın?!” dedi.
Peygamberimizle Hz. Ebû Bekir, Sevr mağarasında üç gün kaldılar. Dördüncü gün, sahil yolunu takip ederek Medîne’ye yöneldiler. Takipçilerden Sürâka, arkalarından yetişti. Fakat atı tekrar tekrar yere kapanınca, Peygamberimizden af ve emân dileyerek geri dönmek zorunda kaldı.
Peygamberimiz, 12 Rebîü’l-Evvel Pazartesi günü kuşluk vaktinde Medîne’nin Kubâ köyü eşrafından Külsum b. Hidm’in evine indi. Peygamberimiz, on dört gün sonra, Medînelilerin coşkun sevgi ve saygı tezahürleri arasında Medîne’ye girip Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd’in evine indi. Orada yedi ay kaldı.
Peygamberimiz, Medîne’de bugünkü Mescidini yaptırdı. Mekkeli muhacirlerle Medîneli Müslümanları birbirlerine kardeş yaparak sımsıkı bağladı. Bundan sonra, Müslüman olan olmayan Medîne halkını, bir yazı ile birleştiren esaslarla Medîne İslam Devletini kurdu.
Mekkeli müşrikler; Medîne’deki münafıklarla müşrik ve Yahudileri Peygamberimiz aleyhine kışkırtmaktan geri durmamakta, Medîne otlağından Müslümanların develerini sürdürecek derecede ileri gitmekte idiler. Peygamberimiz, Mekkeli müşriklerin ansızın bir baskınına uğramak ihtimalini göz önünde tutarak geceleri devriye gezdi ve gezdirdi. Ayrıca, bazı ihtiyat tedbirleri de aldı.
Bu cümleden olmak üzere müşriklerin Suriye’ye giden ticaret yollarını kapadı. Maksadı, onları sulha zorlamak ve yanaştırmaktı. Medîne çevresindeki oymakların Mekkeli müşriklerin tarafını tutmalarını önlemek maksadıyla da onlarla anlaşmalar yaptı.
Hicretin üçüncü yılında müşrikler, Bedir hezimetinin öcünü almak maksadıyla üç bin kişilik büyük bir kuvvetle Medîne üzerine yürüdüler. Peygamberimiz, cumartesi günü Uhud’da 600-650 kişilik mütevazı kuvvetiyle, müşrikleri bozguna uğrattı. Fakat, İslam okçularının yerlerini bırakarak ganimet toplamaya koyulmaları, müşrik süvarilerinin Müslümanları arkadan vurmalarına, kazanılmış olan zaferin elden gitmesine ve birçok kahraman Müslümanların şehid düşmelerine sebep oldu.
İslamiyet yayıldıkça, İslam düşmanlarının da çeşidi ve sayıları artmakta idi. Önceleri, yalnız Kureyş müşrikleriyle uğraşılırken, sonraları her yerde herkesle uğraşmak gerekiyordu.
Hicretin dördüncü yılında Maûne kuyusu ve Reci’ suyu mevkilerinde tüyler ürpertici hâdiseler vuku’ buldu. Birçok masum ve mazlum Müslümanlar şehîd edildi.
Hicretin beşinci yılında baş münafık Abdullah b. Übeyy, “Size, iki bin kişi bulurum!” diyerek Benî Nadîrleri, Peygamberimizin aleyhine ayaklandırdı. Peygamberimiz, hemen bu azgınları kuşattı ve yurtlarından dışarı attı. Benî Nadîr’in Reîsi, Mekke’ye gitti. Yaptığı propagandalarla müşriklerin yirmi dört bin kişilik muazzam bir kuvvetle Medîne üzerine yürümelerini sağladı. Böylece, Hendek savaşı vuku’ buldu.
Benî Kurayza Yahudileri de bu nazik ve tehlikeli zamanda —Müslümanlarla aralarında mevcut— andlaşmayı tanımadıklarını açıkladılar. Mekkeli müşrikler, bir ay kadar uğraştıktan sonra, hiçbir başarı elde edemeden dönüp gitmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Peygamberimiz, Benî Kurayza Yahudilerini cezalandırmak için bir ay muhasara etti. En sonunda teslim oldular ve Tevrat’ın hıyanete verdiği cezaya çarpıldılar.
Hicretin altıncı yılında Kâ’be’yi tavaf için 1400 kişilik bir kafile ile Mekke’ye gidildi. Peygamberimiz, Hudeybiye mevkiine varınca, Huzâalı bir zatı müşriklere gönderdi. Kâ’be’yi tavaf için müsaade istedi. Uzun uzadıya direnmelerden sonra Hudeybiye Musâlehası yapılarak geri dönüldü. Hudeybiye andlaşması, aradaki gerginliği kaldırınca, Mekke ile Medîne arasında temaslar başladı. İslamiyet, müşrikleri yavaş yavaş kendisine çekti. Yeni yeni mensuplar kazandı. Hâlid b. Velîd, Amr b. Âs… gibi sayılı kişiler, kendiliklerinden Medîne’ye gelip Müslüman oldular.
Peygamberimiz, bu yıl içinde Rum İmparatoru Herakliyus’a, Acem Şâhı Perviz’e, Habeş Necâşîsine, Mısır Hükümdârına… mektuplar göndererek onları İslamiyet’e davet etti.,
Hayberliler, zaman zaman, Medîne’de ve çevresindeki İslam düşmanlarına yataklık ve desteklik yapmaktan geri durmamakta idiler. Peygamberimiz, hicretin yedinci yılında bin altı yüz kişilik bir kuvvetle Hayber üzerine yürüdü. Bir hafta muhasaradan sonra Hayber’i fethetti.
Peygamberimiz, hicretin sekizinci yılında üç bin kişilik bir kuvvetle Zeyd’i, Busrâ Emîri Şurahbil’i te’dîbe gönderdi. Şurahbil, bunu haber alınca, durumu Rum Kayzerine bildirdi. O da Müslümanların karşısına yüz bin kişilik bir kuvvet çıkardı. Müslümanlar, kahramanca çarpıştılar, şehîd oldular. Fakat, Rumların da gözlerini korkuttular. Onları, dönüp gitmek zorunda bıraktılar.
Peygamberimiz, Hudeybiye musâlehasına dayanarak, Huzâa kabîlesiyle, müşrikler de Benî Bekir kabilesiyle ittifak yapmışlardı. Benî Bekir kabilesi, kendilerinden bir kişinin öldürülmesini fırsat bilerek Huzâîlere saldırdı. Mekkeli müşrikler de gizlice yaptıkları yardımlarla Benî Bekr’in Huzâîleri yenmelerini sağladılar. Huzâîler, kaça kaça Kâ’be’ye gelip sığındılar. Kâ’be’de kan dökmek, eskiden beri yasaklanmış ve herkes buna riayet zorunda bulunmuş olmasına rağmen, Benî Bekr, bu yasağı dinlemeyerek Kâ’be’nin harîminde Huzâîleri ezdiler. Böylece, hem mukaddes bir yasak, hem de Hudeybiye andlaşması çiğnenmiş oldu.
Huzâîlerden kırk kişilik bir topluluk, Medîne’ye gelerek durumu, Peygamberimize anlattılar. Peygamberimiz müşriklere, “Ya ölen Huzâîlerin diyetini ödeyiniz, yahut Benî Bekr’le aranızdaki ittifaka son veriniz. Eğer böyle yapmazsanız, aramızdaki Hudeybiye andlaşmasının hükmü kalmamış olur!” diyerek haber gönderdi. Mekkeli müşrikler, bu teklif karşısında önce, hırçınlaştılar ve savaşmak istediler. Fakat sonradan işi tatlıya bağlamaya çalıştılar. Ebû Süfyan’ın bu yolda Medîne’de yaptığı temasları semeresiz kaldı.
Peygamberimiz, on bin kişilik bir kuvvetle Mekke üzerine yürüdü. Müşriklerin bu kuvvete karşı koyacak ne kuvvetleri, ne de cesaretleri vardı. Peygamberimiz, Mekke’ye girdi. Kâ’be’yi tavaf etti. “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Çünkü bâtıl, yok olmağa mahkûmdur.” manasına gelen âyeti okuyarak Kâ’be’yi putlardan temizledi. Orada toplanan Mekkelilere mühim bir hutbe irad etti. Bu hitabesinde; Allah’tan başka mabut bulunmadığını, Allah’ın kendisine yardım ederek düşmanlara galip getirdiğini, böylece va’dini yerine getirdiğini açıkladı. Bütün kurulmaların, gururlanmaların, geçmiş kan davalarının boş ve hükümsüz olduğunu, Kâ’be’ye, Hacca ait hizmetlerin eskiden olduğu gibi yine devam edeceğini bildirdi. Cahiliyet gururu ile avunmanın, geçmişlerle kuru kuru övünmenin yerinde olmadığını, bütün insanların Hz. Âdem soyundan geldiğini, onun da topraktan yaratıldığını söyledi. “Ey insanlar! Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanışasınız diye oymaklara ayırdık. Sizin Allah katında en şerefliniz, O’ndan en çok sakınanınızdır.” manasındaki âyetleri okudu. Sonra da, “Ey Kureyş topluluğu! Hakkınızda ne yapacağımı sanıyorsunuz?” diye sordu. “İyilik yapacağını sanıyoruz. Sen, çok keremkâr bir kardeşsin ve keremkâr bir kardeş oğlusun!” dediler. Peygamberimiz, “Gidiniz, hepiniz hür ve serbestsiniz!” dedi.
Mekke’nin fethi, Hevâzin ile Sakîf’i ürkütmüştü. Bir gün bunlar birleşerek Müslümanlara karşı harekete geçtiler. Peygamberimiz, on iki bin kişilik bir kuvvetle Huneyn’de onlarla çarpıştı.
Hicretin dokuzuncu yılında da otuz bin kişilik bir kuvvetle Tebük’e kadar gidildi. Peygamberimiz, yine bu yıl içinde Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali’nin idaresinde Müslümanlara Hac yaptırdı.
Peygamberimiz, hicretin onuncu yılında, yüz bini aşan İslam cemaatinin başında Mekke’ye gidip Vedâ Haccını yaptı. Orada mühim hutbeler irad etti ve Müslümanlarla vedalaştı.
Peygamberimiz, hicretin on birinci yılı Rebîü’l-Evvel ayının başlarında rahatsızlandı. 12 Rebîü’l-Evvel Pazartesi günü ağır ağır nefes almaya başladı. Kımıldayan dudakları arasından, “Namaza! Namaza! Kölelerin de haklarına çok dikkat ve riayet ediniz!” dediği işitildi. Bir ara, şehadet parmağını yukarı doğru dikti, “Refîk-ı A’lâ’ya!” diyerek mübarek ruhunu Mevlâ’sına teslim etti.
İlahî vahye mazhar olduktan sonra on üç yıl Mekke’de, on yıl da Medîne’de Allâh’ın ve insanlığın hizmetine vakfolunan tertemiz bir hayat böylece sona erdi.
PEYGAMBERİMİZİN ŞEKİL VE ŞEMÂİLİ
Peygamberimiz, uzuna yakın orta boylu idi. Ne şişman, ne de zayıftı. Sıkı etli idi. Peygamberimizin karnı ve göğsü bir seviyede idi. Çıkık değildi. Göğsü, sırtı ve iki küreğinin arası enli, Peygamberler Hâtemi olduğu, sırtındaki Peygamberlik Hâteminden belli idi.
Omuzları, dizleri ve bilekleri iri kemikli idi. Bilek kemikleri uzun, el ayaları genişti. El ve ayak parmakları kalınca ve uzunca, ayakları hafif etli idi. Elleri ipek ve pamuk gibi yumuşaktı. Bütün uzuvları düzgündü. Vücudu kıllı değildi. Yalnız omuz başlarında ve pazularında biraz kıllar vardı. Başı büyükçe idi. Saçı ne düz, ne de kıvırcıktı. Hafif dalgalı idi. Saçı kendiliğinden ikiye ayrılıp yanlarına dökülürse onları birleştirmezdi. Birleştikleri zaman da ayırmaz, oldukları gibi bırakırdı. Saçını uzattığı zaman kulak memelerini aşardı. Alnı açık ve genişti. Kaşları uzun ve kavisli idi. Kaşlarının ucu ince, araları çok yakındı. Fakat çatık değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki gazaplı zamanında kabarır ve görünürdü. Yanakları düzdü. Yüzü yuvarlak değildi. Ay gibi parlardı. Ağzı tabii bir büyüklükte idi. Dişleri seyrekçe idi. İnci dâneleri gibi parlardı. Boynu uzunca ve gümüş gibi aktı. Teni kırmızıyla karışık beyazdı. Teni ve elleri misk gibi kokardı. Gözleri büyükçe ve göz bebeklerinin karası pek kara idi. Gözlerinin akında ve karasında kırmızılık vardı. Kirpikleri sık ve uzundu. Burnunun iki kaş arasındaki başlangıç noktası yüksekçe ve ucu ince idi. Sakalı sıktı. Son zamanlarda sakalında yirmi kadar ak tel vardı.
Peygamberimiz yürürken ayağını sürümezdi. Adımlarını canlı ve uzun atar, yüksekten iner gibi önüne doğru eğilirdi. Bakmak istediği zaman, bakacağı tarafa tamamıyla dönerek bakar, etrafına gelişigüzel bakınmazdı. Peygamberimizi birden bire görenler, onun manevi vakar ve heybetinden sarsılırlar, yakından tanıyınca da ona en derin sevgi ve saygıyla bağlanırlardı.
Peygamberimizi anlatmak isteyen kişi, “Ben, ne ondan önce, ne de sonra onun bir benzerini daha görmedim!” demekten kendisini alamazdı.
Yer gök durdukça ona ve onun sevdiklerine selâmlar olsun!