KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Enbiya Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübarek sûre, Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur. Yüz on iki âyeti kerimeden meydana gelmektedir. Bir kısım Muhterem Peygamberlerin kıssalarını içine aldığı için kendisine bu ünvan verilmiştir. Bu mübarek sûre, kendisinden evvelki, Tâ, Hâ sûresinin sonunda beyan buyurulan ve gelmesinin beklenilmesi emrolunan kıyamet vaktinin yaklaşmış olduğunu ihtar buyuruyor, inkârcıların ne kadar gafilce, alay eder bir vaziyette bulunduklarını ve böyle kimselerin pek fecî âkibetlerini bildiriyor, ehli İmanın da selâmet ve saadete nâil olacaklarını müjdeliyor. Bütün insanlığa birer uyanma vesilesi olmak üzere Cenab’ı Hak’kın kudret eserlerine işarette bulunuyor, Allah Teâlâ’nın birliğini, yüceliğini, çoluk çocuğa ihtiyaçtan münezzeh olduğunu beyan ve ilâhî dinî insanlığa telkin etmiş olan bir kısım mübarek Peygamberlerin kıssalarını nazarı dikkatlere sunuyor ki, bunlar on kıssadan ibarettir. Bu kutsal sûre sonunda da Son Peygamber Hazretlerinin bütün insanlık için bir ilâhî rahmet olduğunu ilân ve yer yüzüne sonunda mümin, iyi kulların vâris olacaklarını müjdelemektedir.
1. İnsanlara hesapları yaklaştı. Halbuki, onlar gaflet içinde yüz çeviren kimselerdir.
1. Bu mübarek âyetler, hesap gününün yaklaştığını, buna rağmen inkârcıların gaflet ve sapıklık içinde yaşadıklarını bildiriyor. Hz. Peygamberin değerinin yüceliğini takdir edemeyip gösterdiği mucizeleri sihir sandıklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki:(insanlara) bütün insanlara veya müşriklere (hesapları yaklatı) yani: Hesaba tâbi olacakları kıyamet günü yaklaştı (halbuki, onlar) o hesaba tâbi olacak kimseler (gaflet içinde) o günü, o hesabı düşünmekten mahrum bir halde kendilerine verilen nasihatlardan, okunan âyetlerden (yüz çevirir kimselerdir.) kendi geleceklerini düşünmezler, nefislerinin arzusuna tâbi olarak gafilce bir halde yaşar dururlar.
§ Evet… Bu içinde yaşadığımız dünya âlemi, kimbilir ne kadar milyonlarca sene evvel yaradılmıştır. Fakat bu âlem kalıcı değildir. Birgün mahvolacaktır, insanlık, yeniden hayata kavuşacak başka bir âleme sevkedilecektir ki, o âleme, ahiret âlemi denilir. İşte bu ahiret âlemine insanlığın sevki binlerce sene sonra vâki olacak olsa da geçmiş zamanlara göre bu pek az bir süre mesabesinde bulunmuş olur. Nitekim milyonlarca bir paraya göre binlerce para azbir şey sayılır. Bununla beraber milyonlarca seneler de ezelî ve ebedî olan Allah Teâlâ’ya göre pek az bir zamandan başka değildir. Binaenaleyh hesap günü, yani ahiret günü, bu bakımdan da pek yakın bulunmaktadır.
2. Onlara Rablerinden yeni bir ihtar gelmez ki, illâ onu alaycı bir halde dönerler.
2. (Onlara) o gaflet içinde yaşayan kimselere (Rablerinden yeni bir ihtar gelmez ki,) yani: kendilerini gafletten, cehaletten uyandıracak bir ilâhî vahiy, bir peygamber tebliğ gelmez ki (illâ onu alaycı bir halde dinlerler) fevkalâde bir gaflet, bir cehalet içinde yaşadıkları için öyle kendilerini irşada, hidayete kavuşturmaya vesile olan şeyler ile alayda bulunurlar, onlardan pek ziyade kaçınırlar, âkibetlerini hiç düşünmezler.
3. Kalpleri gaflet içinde olarak dinlemiş olurlar ve zulümetmiş olanlar, pek gizlice fısıltıda bulunurlar da derler ki bu sizin gibi bir insandan başka değil, artık siz görür kimselerolduğunuz halde sihire mi geleceksiniz?
3. O inkârcıların (kalpleri gaflet içinde olarak) dinlemiş olurlar, verilen öğütleri, tebliğ edilen hükümleri dinlemekten kaçınırlar, onları gafletle, inkârcı bir hâletle dinler, onların doğruluğunu, yüceliğini anlamayıp inkârına devam ederler. (Ve zulmetmiş olanlar) inkârları yüzünden nefislerini helâke mâruz bırakmış olan o inkarcılar, kendi aralarında (gizlice fısıltıda bulunurlar da) derler ki: (Bu) Peygamberlik iddiasında bulunan zat da (sizin gîbî bir insandan başka değil) o da sizin gibi yiyip içiyor, aynı yaratılışta bulunuyor. (Artık siz) onun bir insan olduğunu (görür kimseler olduğunuz halde sihire mi geleceksiniz?) onun sihrine mi aldanarak ona tâbi olacaksınız?
§ Bu inkarcılar, zannediyorlardı ki: insanlara gönderilecek Peygamberlerin melek olmaları lâzımdır, kendileri gibi insanlık vasfına sahip olan kimselerin Peygamber olamıyacaklarına inanıyorlardı, kendilerini, ileri görüşlü, aydın sanıyorlardı. Biçare cahiller! Bir kere düşünmüyorlardı ki, Cenab’ı Hak, mülkünde dilediği gibi tasarrufa kadirdir, mâliktir ve onun her emri, her fiili bir hikmet ve faydaya dayanmaktadır. İnsanlar içinde yaratılıştan pek seçkin zatlar vardır ki, onlar melekler kadar ve belki daha ziyade yüce bir yaratılışa sahiptirler, işte Rasûlullah’da tecelli eden ahlâkî olgunluklar ve göserdiği mucizeler buna parlak bir delil bulunuyordu, o yüce peygamberin bütün teklifleri de insanlığın selâmetine, saadetine ait şeyler idi. Artık hakikaten görür, düşünür olan kimseler, o kadri yüce Peygamberin risaletini tasdik etmezler mi? Artık insanlığa yine beşer cinsinden bir zatın, bir mürşit, bir hidayet rehberi olmak üzere gelmiş olmasını, bir hikmet gereği, bir ilâhî lütuf telâkki edip ona tâbi olmazlar mı? Ne yazık ki: Birçok kimseler, kendi cehâletlerini, yanlış düşüncelerini görmezler de karanlıklar içinde yaşadıklarıhalde kendilerini aydın, gerçekleri gören sanırlar da kendilerini hakikî bir aydınlığa, bir fazilet nuruna kavuşturmak isteyen zatları inkâra cüret gösterirler, birnice hârikaları, mucizeleri, büyü sanar dururlar. Ne büyük bir cehalet!
4. Dedi ki: Rabbim, gökteki ve yerdeki söyleneni bilir ve o, her şeyi tamamen işiticidir, bilicidir.
4. Bu mübarek âyetler, fısıltılarda bulunan inkârcı şahıslara karşı Resûl-i Ekrem’in yaptığı ihtarı anlatıyor. O gafillerin yüce Peygamber hakkındaki boş yakıştırmalarını ve ondan bir mucize talebinde bulunduklarını naklediyor. Bu inkârcıların da helâke uğramış olan eski kavimler gibi İmân nimetlerinden mahrum kalacaklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Yüce Peygamber, o inkârcılara hitaben (dedi ki: Rabbim) beni besleyip yaşatan bana ihsan buyuran yaratıcım (gökteki ve yerdeki söyleneni bilir) gizli ve açık hiçbir söz yoktur ki, onu Cenab’ı Hak bilmesin (ve o) Kainatın Yaratıcısı Hazretleri (her şeyi tamamen işiticidir, bilicidir) ona karşı hiçbir şey gizli kalamaz. Binaenaleyh ey inkarcılar! Sizin, sözlerinizi de, içerinizdeki kuruntuları da, kötü fiilleriniz ile kanaatlerinizi de O Yüce Yaratıcı tamamen görüp bilmektedir, sizi o sözlerinizden işlerinizden dolayı muhasebeye tâbi tutacak, cezaya uğratacaktır.
5. Hayır, dediler: Karışık rüyâlardır, hayır, onu iftira etmiştir, o belki bir şairdir. İmdi bize evvelkilerin gönderilmiş oldukları gibi bir âyet getiriversin.
5. O inkarcılar, Resûl-i Ekrem’in göstermeye muvaffak olduğu mucizeleri, kendilerine tebliğ buyurmuş olduğu âyetleri inkâra devam ettiler, (Hayır… Dediler:) o Kur’an (karışık rûyâlardır) yani: Yorumu bulunmayan yalan, karışık, muntazam olmayan rüyâlardan ibarettir. Yine hepsi veya bazıları dediler ki: (Hayır, onu iftira etmiştir) o Kur’an’ınâyetlerini kendisi tanzim edip Allah’a isnad eylemiştir. Şunu da dediler ki: (O belki bir şairdir) tebliğ ettiği şeyler, kendisinin hayal ettiği manzu-melerden, şairane sözlerden ibarettir. Bu cahil inkarcılar, Kur’ân-ı Kerîm’in, benzerini getirmek imkânsız olan bir söz mucizesi olduğunu ve Rasûlullahta tecelli eden bir nice hârikaları, fevkalâde üstünlükleri, tebliğatındaki hikmet ve yüceliği takdir edemeyip de şöyle demişlerdi: (İmdi bize evvelkilerin) eski Peygamberlerin Allah tarafından (gönderilmiş oldukları) âyetler, mucizeler (gibi bir âyet getiriversîn) âsâ gibi, Beyaz el gibi, dağların tesbih etmeleri, rüzgârların emre verilmiş olmaları, ölülerin diriltilmeleri gibi bir harika vücude getirsin.
6. Bunlardan evvel helâk ettiğimiz hiçbir belde ahalisi imân etmemişti, şimdi bunlar mı imân edecekler?
6. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: (Bunlardan evvel) bu asr-ı saadetteki inkârcılardan, böyle hârikaların vücude getirilmesini isteyen çağdaş dinsizlerden önce (helâk ettiğimiz hiçbir belde) ahalisi, kendilerine getirilen hârikalara, mucizelere rağmen yine (İmân etmemişti) küfürlerinde ısrar ederek hemen helâke mâruz kalmışlardı, (şimdi bunlar mı İmân edecekler?) Ne gezer! Bunlar da istedikleri hârikalar vücude getirilecek olsa yine imân etmeyeceklerdir. Bunlar da aslî yaratılışlarını o kadar zâyetmiş kimselerdir. Binaenaleyh bunlar da derhal helâki hak etmiş olurlar. Ancak Yüce Mabud Hazretleri son Peygambere ait bir imtiyaz, bir lütuf olmak üzere onu inkâr edenlere bir mühlet veriyor, onları uyanabilecekleri kadar bir müddet yaşatıyor, onları küfürlerinden dolayı hemen köklerini kazacak azap ile mahvı perişan etmiyor. Eğer istedikleri hârikalar meydana getirilse yine inkâr edecekleri için hemen helâk olup gideceklerdi. İşte böyle bir helâke hemen mâruz kalmamaları için her istedikleriharika vücude getirilmemiş oluyor. Fakat böyle inkârlarında devam ettikleri takdirde ergeç lâyık oldukları azaplara kavuşacaklardır.
7. Ve senden evvel de göndermedik, ancak kendilerine vahyeder olduğumuz bir takım erkekler gönderdik. Eğer siz bilmez kimseler oldunuz ise artık bilgin zatlardan sorunuz.
7. Bu mübarek âyetler, Peygamber Efendimizden evvelki peygamberlerin de insanoğullarından olup onların da diğer insanlar gibi yaşayıp hayatî terk etmiş olduklarını bildiriyor. O peygamberler ile bir kısım zatların selâmet ve kurtuluşa nail olduklarını, dinsizlerin de helâke uğrayıp cezalarına kavuştuklarını haber veriyor. Bu ümmet için şeref ve selâmete vesile olan Kur’ân’ı Kerîme sarılmanın gereğine işaret buyuruyor. Şöyle ki: Hak Teâlâ Hazretleri, “Bu da bizim gibi bir insandır” diye Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr eden müşriklere cevap olmak üzere buyuruyor ki: Ey Yüce Resûlüm ! (Ve senden evvel de göndermedik) hiçbir zaman insanla melekleri peygamber olarak göndermiş olmadık (ancak kendilerine vahyeden olduğumuz bir takım erkekler gönderdik) bütün çeşitli kavimlere gönderile peygamberler, kendi cinslerinden olan erkek insanlardan ibaret bulunmuştur. Bu hakikatı inkâr edenlere de ki: (eğer siz) Ey inkarcılar, müşrikler! (Bilmez kimseler oldunuz ise) kendi yaratılışınıza aykırı hareket ederek bu hakikatı anlamak kabîliyetinden mahrum kaldınız ise (artık bilgin) Peygamberlerin hallerini bilen (zatlardan sorunuz) dünya tarihini bilen, dinî kitapları okumuş, Peygamberlerin hallerinden haberdar olan her İlim sahibi, Peygamberlerin insan nev’inden olduğunu bilir, itiraf eder. Artık nasıl olur da siz ey inkarcılar! Hz. Muhammed’in bir insan olduğu için Peygamber olamıyacağını iddia edebilirsiniz?
8. Ve onları yemek yemez birer ceset kılmadıkve onlar ebedî kalan kimseler de olmadılar.
8. Evet… Peygamberler de insan idi, onlar da insan tabiatında yaratılmışlar idi. Onlar melek değildiler (ve onları) o Peygamberleri melekler gibi (yemek yemez) yemekten; içmekten müstağni (birer ceset kılmadık) bilakis onlar da insan olduk ları için yiyip içmek ve bir takım beşerî ihiyaçlar hususunda sair insanlar gibi idiler (ve onlar) o Peygamberler, cesetleri itibariyle (ebedî kalan kimseler de olmadılar) onlar bu dünyada ebedî kalan veya fevkalâde ziyade yaşayan zatlar da değildiler. Onlar da sair insanlar gibi vefat edip ruhları cesetlerinden ayrılmıştır.
9. Sonra onlara olan va’di gerçekleştirdik de onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık ve müsrif olanları da helâk ettik.
9. (Sonra onlara) o mübarek Peygamberlere (olan va’di) düşmanlarını helâk edip kendilerini selâmet sahasına erdireceğimize dair olan teminat (gerçekleştirdik de) meydana getirdik de (onları) o Peygamberleri (ve dilediğimiz kimseleri) müminlerden vesaireden olup kurtuluşa erdirilmeleri hikmet gereği bulunan bir kısım insanları (kurtardık) onları kurtuluşa erdirdik (ve müsrif olanları da) müşrikleri de, küfür ve isyanlar hususunda haddi tecavüz edenleri de (helâk ettik) Artık çağdaş inkarcılar da o gibi müthiş tarihî olaylardan birer ibret dersi almalı değil midirler?
10. Yemin olsun ki, size bir kitap indirdik ki, sizin şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllıca düşünmez misiniz?
10. (Yemin olsun ki) mukaddes zatım hakkı için ki, Ey Kureyş cemaati! (size bir kitap indirdik ki) sizi irşat ve yüceltmek için Kur’an’ı Kerîm gibi yüce bir kitap ihsan eyledik ki, (sizin şeref iniz ondadır) sizin kadrinizi, adınızı yükseltecek hükümler onda yazılıdır, sizin dinî ve dünyevî muhtaç olduğunuz işlere dair malûmat onda anlatılmıştır. Bütün insanlık içinlâzım olan güzel ahlâka ait öğütler o ilâhî kitapta beyan buyurulmuştur. Artık bu kutsî kitabı size tebliğ eden Yüce Peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a tâbi olmayacak mısınız? (Hâlâ) o Peygamberin dînindeki yüceliği (akıllıca düşünmez misiniz?) onun muhterem bir insan olmasının Peygamberliğine mâni olmayacağını güzelce düşünerek onun gösterdiği hidayet yolunu takibedip durmalı değil misiniz? Siz hiç inkârcı olan kavimlerin başlarına gelen felâketlerden haberdar bulunmuyor musunuz? İşte sizlere ihsan buyurulmuş olan o mukaddes kitap, o eski kavimlerin o müthiş tarihî hallerini sizlerin dikkat nazarlarına sunmak lütfunda bulunuyor. Artık uyanınız!
11. Ve halbuki, biz nice zulmeden beldeyi helâk ettik ve onlardan sonra başka başka birer kavim vücuda getirdik.
11. Bu mübarek âyetler, dinsizliklerinden dolayı nice ülkeler ahalisinin mahvı perişan edilmiş olduğunu bildiriyor. Başlarına gelen felâketlerden dolayı zulümkâr olduklarını itiraf ederek nasıl bir vaziyet almış olduklarını, artık pişmanlıklarının kendilerine bir fâide vermiş olmadığını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Çağdaş kâfirler, inkarcılar, bir kere tarihten ibret almalı değil midirler? (Ve halbuki, birnice zulmeden beldeyi) şehirler ahalisini, o zulümleri, inkârları yüzünden (helâk ettik) onları parça parça kırıp attık. Onları o kötü hareketlerinin cezasına kavuşturduk (ve onlardan sonra) yerlerine kendileriyle din ve soy bakımından alâkaları olmayan (başka başka birer kavim vücude getirdik) nitekim vaktiyle Yemen’de, Kudüs havalisinde böyle olmuştur. Artık böyle müthiş inkılaplar, sonraki kavimler için birer uyanma vesilesi olmalı değil midir?
12. Ne zaman ki, onlar bizim azabımızı hissettiler, onlar hemen oralardan süratle kaçınmaya başladılar.
12. (Vaktaki, onlar) o helâk olan ahali (bizim azabımızı hissettiler) başlarına gelecek olan şiddetli cezanın başlangıcını görüp anladılar (onlar hemen oralardan) o bulundukları beldelerden (süratle kaçınmaya başladılar) binmiş oldukları hayvanları dizginleyerek kaçıp kurtulmak ümidine düştüler.
13. Kaçmayınız ve içinde nimetlendiğiniz yere ve meskenlerinize geri dönünüz. Umulur ki siz, sual olunacaksınızdır.
13. Bu firara başlayan sapıklara bir lisanı hal ile veya meleklerin lisaniyle denildi ki: (Kaçmayınız) nereye gidiyorsunuz? Durunuz (ve içinde nimetlendiğiniz yere ve meskenlerinize geri dönünüz) Öyle kendileriyle iftihar edip durduğunuz varlıkları şimdi nasıl terk ediyorsunuz? (Umulur ki, siz sual olunacaksınızdır.) size müracaat edenler, sizinle istişarede bulunmak isteyenler olacaktır veya yurtlarınıza gelecek yolcular, sizin nereye gitmiş olduğunuzu sorup duracaklardır. Sizler ki, onlara bir gösteriş için mallarınızdan harcamada bulunur idiniz! Artık kaçmayın, yerlerinize dönünüz, başınıza gelenleri soracak olanlara bile bile anlatınız! Bu beyanat, onların haklarında bir alay etmek ve kınamak içindir. Onlar kendi Peygamberlerini yurtlarından uzak düşürmek isterlerken kendileri daha sonra böyle bir olay karşısında kalacaklardır.
14. Dediler ki: Vay halimize! Muhakkak ki, biz zalimler olmuş idik.
14. O inkarcılar, vaktaki kurtuluş ümidini yitirdiler, azaba tutulacaklarını yakinen bildiler, büyük bir üzüntü ile (dediler ki: Vay halimize!) Ey helâkımız neredesin, gel bize (muhakkak ki, biz zalimler olmuş idik.) Peygamberleri yalanlamış, rabbimizin emirlerine muhalefette bulunmuştuk. Binaenaleyh böyle bir azabı hak etmiş bulunuyoruz. Bu onların cinayetlerini bir itiraf demektir. Ne yazık ki, artık pişmanlığın zamanıgeçmiştir, böyle gözleri önündeki azabı görür dururlarken yapacakları bir itiraf, bir pişmanlık kendilerine bir fâide vermez.
15. Artık onların bütün çağırmaları, bundan başka olmadı. Tâki: Onları biçilmiş, sönmüş kimseler kıldık.
15. (Artık onların bütün çağırmalar!) kendi aleyhlerinde dua edip durmaları (bundan) böyle vay halimize diyip başlarına helâki davet etmelerinden (başka olmadı) onlar böyle çağırmaya devam ettiler (tâki, onları biçilmiş, sönmüş kimseler kıldık) kılıçlar ile vesaire ile parçalanmış, ölüp gitmiş bir hale getirdik. İşte küfürün, Allah’ın eserlerini görüp de Cenab-ı Hak’kın varlığını, birliğini, kudret ve azametini tasdik etmemenin müthiş neticesi!
16. Ve göğü ve yeri ve bunların aralarında olanları, oyuncular olarak yaratmadık.
16. Bu mübarek âyetler, Yüce Yaratıcı Hazretlerinin bütün âlemleri boş yere yaratmamış olduğunu bildiriyor, bütün yaratılış eserlerinin birer hikmet ve menfaate dayanmış olduğunu, bunun aksine inananların azaba layık bulunduklarını ihtar ediyor. Göklerde ve yerde olanların Allah’ın birer mahlûku olduğunu, meleklerin de daima o Yüce Mabudu tesbih ile meşgul bulunduklarını beyan buyuruyor. Şöyle ki: Kâinatın yaratıcısı Hazretlerinin bütün eserleri, bütün hükümleri birer hikmet ve menfaate dayanmıştır (ve) o Yüce Yaratıcı buyuruyor ki: (Göğü ve yeri ve bunların aralarında olanları) sonsuz yüksek, geniş, çeşit çeşit tabakaları, san’at hârikalarını, muhtelif hayat sahiplerini (oyuncular olarak yaratmadık) Allah’ın zatı, abes yere bir şey vücude getirmekten münezzehtir, onun her yarattığı şey bir hikmete, bir faydaya dayanmaktadır, ve o Yüce Yaratıcının varlığına, şahitlik eden bir kudret eseridir. O halde insanların da abes yere yaratılmış oldukları elbetteki, iddia edilemez.Onların yaradılışı, o Yüce Yaratıcıyı bilip ona kulluk arzında bulunmak, onun hükümlerine tâbi olmak içindir. Bunun mükâfatı olarak da ebedî bir âlemde mutlu bir şekilde yaşamaktır. Bu kulluk vazifelerini ifadan kaçınanlar da elbetteki, azaba tutulacaklardır ki, bu da hikmet gereğidir.
17. Eğer biz bir eğlence edinmek istese idik elbette onu kendi tarafımızdan edinirdik. Eğer yapacaklar olsa idik.
17. O hikmet sahibi Yaratıcı buyuruyor ki: (Eğer biz bir eğlence edinmek istese idik) eğlence ve oyun türünden bir şey yapsaydık onu öyle dünyada görülen eğlenceler türünden değil (elbette onu kendi tarafımızdan) ilahlık şanına lâyık bir şekilde (edinirdik) onu öyle cisim ve maddelerden değil, mücerred şeylerden, insanlığın düşünemiyeceği yüce şeylerden edinirdik. Evet… (Eğer yapacaklar olsa idi) öyle harikulâde, insan düşüncelerinin üstünde bir surette yapar idik. Fakat oyun ve eğlence etmek Allah’ın şanına aykırı olduğundan bunlar asla edinilmemiş ve gerekli görülmemiştir. Artık bu gördüğünüz kainat da şüphe yok ki, bir oyuncak, boş bir şey kabilinden değildir. Bilakis bütün bunlar, birer hikmet ve menfaat gereğidir.
§ Bazı zatlara göre buradaki Lehüvden maksat, Yemen lûgatince çocuk demektir veya eşdîr. Şüphe yok ki, Cenab-ı Hak kendisine evlât ve eş edinmekten de yücedir. Nitekim Kur’an’ın birçok âyeti bunu açıkça söylemektedir.
18. Hayır. Biz hakkı bâtılın üzerine atarız da onu parçalar da derhal yok olup gitmiş bulunur ve şiddetli azap olsun size o tavsif ettiğiniz şeylerden dolayı.
18. Evet… Yüce Yaratıcı Hazretleri, oyun ve eğlenceden uzak olduğunu beyan için buyuruyor ki: (Hayır) biz oyun ve eğlence gibiabes, bâtıl şeyleri yapmayız. Bilakis (hakkı bâtılın üzerine atarız da) hikmet ve menfaate uygun şeyi, İmân ve itaati, oyun ve eğlenceyi, küfür ve isyanın üzerine saldırırız da (onu) o oyun ve eğlenceyi o imana aykırı şeyleri (parçalar da) o şeyler (derhal yok olup gitmiş bulunur) nitekim asırlarca küfür içinde yaşamış olan eski ülkeler ahalisi böyle parçalanıp mahvolmaya mahkûm bulunmuşlardır. (Ve) Ey dinsiz kimseler! (şiddetli azap olsun size) cehennem azabından asla kurtulamıyacaksınızdır. (O vasıflandırdığınız şeylerden dolayı) yani: Ey dinsizler, inkarcılar! Cenab-ı Hakka çocuk ve eş isnat ettiğinizden, onun fiilinin oyun ve eğlence olduğuna inanmış bulunduğunuzdan dolayı ebedî helâke mâruz kalınız. Bütün insanlar, melekler vesaire kâinatın yaratıcısının hikmeti gereği yaratmış olduğu şeylerden başka değildir.
19. Ve göklerde ve yerde kim varsa onun içindir ve onun huzurundakiler, ona ibadette bulunmaktan asla kibirlenmezler ve yorgunluk da duymazlar.
19. (Ve göklerde ve yerde kim varsa onun içindir) o Yüce Yaratıcının yaratma ve mülk bakımından birer mülkü, birer kudret eseridirler. (ve onun huzûrundakiler) yani: Şeref ve rütbe bakımından o ezeli mâbuda mânen yakın olan melekler (ona) o kâinatın yaratıcısına (ibadette bulunmaktan asla kibirlenmezler.) kendilerini büyük sanarak böbürlenirce bir vaziyet almazlar, ibadet ve itaatte bulunmaktan bir an hâli olmazlar, kulluk arzında bulunup durmayı kendileri için pek büyük bir şeref sayarlar. (Ve) o melekler yaptıkları sürekli ibadet ve itaatdan dolayı (yorgunluk da duymazlar.) bilakis tam bir şevk ile ibadetlerine devam eder dururlar.
20. Gece ve gündüz tesbihle bulunurlar, asla fitur getirmezler.
20. Evet… O mübarek melekler (gece ve gündüz tesbihle bulunurlar) bütün vakitlerdeCenab’ı Hak’ki takdis ve tenzih ile meşgul olurlar, pek büyük bir manevî zevk içinde yaşarlar. (Asla fitur getirmezler.) hiç bir vakit usanmazlar, yorulmazlar, zayıf düşmezler, tesbih ve tehlilden asla geri durmazlar. Artık insanlar için nasıl uygun olabilir ki: Üzerlerine düşen kulluk vazifesini ifaya çalışmasınlar,o sayede mânevî bir yakınlığa kavuşmak arzusunda bulunmasınlar!..
21. Yoksa onlar yerden bir takım tanrılar mı edindiler ki, onlar ölüleri dirilteceklerdir?
21. Bu mübarek âyetler, Allah Teâlâ’nın birliğini bildiriyor. Birçok ilâhların varlığı takdirinde kâinatın fesada mâruz kalmış olacağını ve birçok ilâha dair bir delil getirilemeyeceğini ihtar ediyor. Bütün semavî kitapların Allah’ın birliğini söylediklerini, bütün Peygamberlerin de Allah Teâlâ’nın birliğine dair ilâhî vahye mazhar olup yalnız ona ibadetle mükellef bulunmuş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ müşriklerin cehaletini kınamak ve teşhir etmek için buyuruyor ki: (Yoksa onlar) o putlara tapan kâfirler (yerden bir takım tanrılar mı edindiler ki,) yani: Yeryüzünde bulunup cansız maddeler türünden olan bir kısım heykelleri, sûretleri kendilerine mâbud edindiler. Bu ne kadar cehalet!.. O tapındıkları şeylerden ne beklenebilir, onların neye kudretleri vardır? o müşrikler sanıyorlar mı ki: (Onlar) o bâtıl tanrılar! (ölüleri dirîlteceklerdir.) Ne gezer! Onların kendileri hayattan mahrum, mahv olmaya mahkûm bulunuyor, artık başkalarını diriltmeye nasıl kâdir olabilirler? Allah Teâlâ O yüce zattır ki: Dilediğini vücude getirir ve dilediğini öldürür ve dilerse öldürdüğünü tekrar hayata kavuşturur. Böyle bir kudrete sahip olmayan şeyler ise artık ilahlık, mâbudluk ile nasıl vasıflanmış olabilir?
22. Eğer o ikisinde gökler ile yerde Allah’tan başka ilâhlar olsa idi elbette ikisi de fesadauğramış olurdu. Binaenaleyh arşın Rabbi olan Allah Teâlâ, onların vasf ettikleri şeylerden yücedir.
22. O müşrikler, Allah’ın birliği hakkındaki şu burhanı “temânü” denilen kesin delili bir kere düşünmeli değil midirler? (eğer o ikisinde) yani: Gökler ile yerin yönetimi hususunda, onların idaresi, devamının sağlanması hakkında (Allah’tan başka ilâhlar olsa idî) birçok yaratıcılar bulunsa idi (elbette ikisi de) bütün gökler de, yer de, bunlardan olan şeyler de (fesada uğramış olurdu) kâinatta hiçbir nizam ve intizam bulunamazdı. (Binaenaleyh arşın) genişliği ile büyüklüğü ile diğer bütün mahlûkatın üstünde bulunan öyle yüce bir varlığın (Rabbi olan) Allah Teâlâ, (onların) o müşriklerin (vasfettîkleri şeylerden) ona ortak ve benzer isnat etmelerinden, ondan başka ilâhların mevcut olmasından (münezzehtir) ilahlık, yaratıcılık, yalnız o ezeli Rabbe mahsustur, ondan başka bu sıfatlara sahip başka bir zat yoktur. Buna inanmışızdır. “Evet… Birçok ilâhların varlığı, aklen ve naklen imkânsızdır. İşte şu deliller de bu cümledendir.
1 – Diyelim ki iki ilâh bulunsa da bunlardan biri bu âlemleri yaratmış olsa, diğerinin varlığı fazla, yaratıcılığı sabit olmamış olur. Bunlardan biri bu âlemlerin bir kısmını, diğer biri de diğer bir kısımını yaratmış bulunsa her ikisinin de yaratıcılığı sınırlı, bir kısım şeyleri yaratmaya kâdir olamamış veya onu yaratmadan men’e mâruz bulunmuş olur. Böyle bir hal ise acizliği gösterir, yaratıcılığa aykırıdır.
2 – İki ilâhtan biri bu kâinatı yarattıktan sonra diğeri de bu kâinatı tekrar yaratmış olamaz. Çünkü bu, elde olanı yeniden elde etmek türünen olacağı için imkânsızdır.
3 – İki ilâhtan herbiri diğerinin yaratmasına mâni olabilirse veya olamazsa her ikisi de âciz bulunmuş olur. Âciz olan ise elbette ki: İlahlık, yaratıcılık vasfını taşıyamaz.
4 – İki ilâhtan her biri diğerini dilediği zaman mahvedebilirse ikisi de âciz bulunmuş olur. Biri mahvedebilip diğeri edemezse diğeri acîz bulunur. Âciz olan ise ilâh olamaz.
5 – İki ilâhtan biri bu âlemi yok etmek istediği halde diğeri bunun bekasını dilese bu iki durum birden gerçekleşemez. Çünkü bunlar, birbirinin zıddıdır. İki zıddın bir araya gelmesi ise mümkün değildir. Bu iki halden yalnız biri vâki olursa bunu istemeyenin acizliği ortaya çıkar ve yaratıcılığı olmadığı anlaşılır.
6 – İki ilâhtan herbiri diğerinin varlığına, kuvvetinden istifadeye muhtaç olursa ikisi de âciz demektir. Biri muhtaç olup da diğeri muhtaç olmazsa artık muhtaç olan ilahlık ve yaratıcılık vasfına nasıl sahip olabilir?
7 – Malumdur ki, bir idare, bağımsız iki hükümdarın hâkimiyeti altında bulunamaz. Çünkü bunlardan her biri, gerçek başkanlığın kendisine ait olduğunu iddia eder, bütün muamelelerin kendi emriyle, kendi yönlendirmesiyle yapılmasını gerekli görür. Bunun neticesinde ise idare bozulur, bütün işler bozulur, intizam ve sükûnet adına bir şey kalmaz.
8 – Bütün bu deliller gösteriyor ki: Hangi takdirde olursa olsun birden çok ilâh inancı bâtıldır. Bir çok ilâhların varlığı, kâinatın bozulmasını gerektirir ve haddızatında imkânsızdır. Her zerresinde bir fayda ve hikmet tecelli edip durduğunu görmekte olduğumuz bu kâinatın böyle bir intizam dairesinde, pek güzel ve eşsiz bir şekilde vücude gelmiş, fesada uğramamış olduğu, onu yaratan zatın yaratıcılığında, ilâhlığında tek olduğunu açık bir şekilde isbat etmektedir.
“Varlığın bilme ne hâcet kürei âlem ile”
“Yeter ısbatına halk ettiği bir zerre bîle”
“Göremez zatını mahlûkunun âdî nazarı”
“Hisseder nurunu amma ki, basiret basarî”
Şinâsi
23. Allah Teâlâ yapacağından sual olunmaz, onlar ise sual olunurlar.
23 – Evet… (Allah Teâlâ yapacağından sual olunmaz) o, kâinatın yaratıcısıdır, kuvvet ve azamet sahibidir, bağımsız hâkimiyete mâliktir, o yaptığı şeylerden dolayı asla mes’ul değildir, (onlar) kullar (ise sual olunurlar) çünki onlar birer mahluktur, kullukla, kul olmakla vasıflıdırlar, yaptıkları şeylerden mesuldurlar. Artık böyle bir durumda bulunanlar, hiç Cenab’ı Hak’ka denk olabilirler mi? O kâinatın yaratıcısının ortağı olarak ilahlık vasfına sahip bulunabilirler mi? Binaenaleyh müşrikler de o pek bozuk kanaatlerinden dolayı sorumlu olacaklardır. Bu âyeti kerime, onların haklarında mühim bir korkutma ve tehdidi içermektedir.
24. Yoksa ondan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: Delillerinizi getiriniz. İşte bu benimle beraber olanların kitabı ve benden evvelkilerin kitabı. Hayır… Onların çoğu hakkı bilmezler de onun için onlar yüz döndürücülerdir.
24. O müşrikler, ne yapıyorlar, ne kadar yanlış düşünüyorlar! (Yoksa) onlar (ondan) o kâinatın yaratıcısı Hazretlerinden (başka ilâhlar mı edindiler?) buna nasıl cüret edebiliyorlar? Resûlüm ! Onlara (de ki:) bu iddianıza ait (delillerinizi getiriniz) bu iddianıza ait aklî ve naklî bir deliliniz var mı? Ne yazık ki yok! Buna imkân mı var! Artık delile dayanmayan dinî bir iddia, özellikle birden çok ilâh inancı hiç doğru olabilir mi? Elbette ki, olamaz, (işte bu) Kur’an’ı Kerîm, (benimle beraber olanların) İslâmiyet’i kabul eden zatların (kitabı) dır, onlar için bir öğüttür, bir şeref ve saadet vesilesidir, (ve benden evvelkilerin kitabı) da vardır ki, Tevrat, Zebur, İncil o cümledendir. Bir kere bakınız, bu kitaplarda Allah’ın birliğinin aksine bir delil var mıdır? Bu kitapların hepsi de Cenab’ı Hak’kın ortak ve benzerden yüce olduğunu bildirmektedeğil midir? Evet… Bütün bu semavî kitaplar da Allah Teâlâ’nın birliğini söylemektedir, şirkin batıl olduğunu bildirmektedir. Bu böyle iken maalesef o müşrikler, bu kesin delillere bakmazlar, kendi iddiaları ise hiçbir makul delile dayanmış değildir. (hayır onların) tevhid dinine kabule davet edilen müşrilerin (çoğu hakkı bilmezler.) yani: Hak ile bâtılın arasını ayırıp seçemezler, onların ekserisi tam cahil kimselerdir (de onun için) o cehaletlerinden dolayı Allah’ı birlemekten, Peygamberlere tâbi olmaktan (yüz döndürücülerdir) Onlar, o cehaletlerinin etkisiyledir ki tevhid dinini Kabulden kaçınır dururlar.
25. Ve senden evvel hiçbir Peygamber göndermedik ki, illâ ona şöyle vahyetmiştik. Muhakkak ki, benden başka ilâh yoktur, artık bana ibadet ediniz.
25. (Ve) Ey son peygamber! (Senden evvel) eski kavimlere (hiç bir Peygamber göndermedik ki, illâ ona) o Peygambere ilâhî katımdan (şöyle vahy etmiştik) bütün Peygamberlere vahy ile, semavî kitaplar vasıtasiyle şöyle bildirmiştik: (muhakkak ki, benden başka ilâh yoktur) bütün mahlûkatın yaratıcısı, mabudu ancak mukaddes zatımdır. (Artık) Ey kullarım! (bana ibadet ediniz.) sizi yaratan, yaşatan, ortak ve benzerden münezzeh olan mâbudunuzu böylece tevhit ve takdis ederek ondan başkasına ilahlık, mâbutluk isnat etmeyiniz, başkalarına tapınarak küfr ve şirke düşmeyiniz. İşte şanı yüce Allah, bütün insanlığı böylece bir tevhid dinine davet buyurmaktadır.
26. Ve dediler ki: Rahman evlât edindi. O, bundan münezzehtir. Hayır… onlar ikram olunmuş kullardır.
26. Bu mübarek âyetler, Cenab’ı Hak’kın kendisine evlât edinmekten münezzeh olduğunu bildiriyor. Allah’ın hâşâ oğlu veya kızları sanılan zatların ise ancak birer değerli kullardan ibaret bulunmuş olduklarını ve AllahTeâlâ’nın izni olmadıkça onların kimseye şefaat edemiyeceklerini ihtar ediyor. Kendisine ilahlık isnat edecek olan herhangi mahlukun ise cehennem azabına mâruz kalacağını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Bir takım müşrikler de Allah’ın şanına layık olmayan isnatlarda bulundular (ve dediler ki. Rahman) bütün mahlûkatını besleyen, nimetlerinden faydalandıran yücee yaratıcı (evlâd edindi) nitekim bir kısım Yahudiler Hazreti Uzeyre, Hıristiyanlar da Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu demektedirler. Bir kısım Arap kabileleri de melekler Allah’ın kızlarıdır demişlerdir. Halbuki, (O) Yüce Yaratıcı (bundan uzaktır) çünki baba ile evlât arasında bir ihtiyaç, bir cins birliği vardır, hepsi de aynı mahiyette bulunmak lâzımdır. Cenab’ı Hak ise bütün mahlûkatın yaratıcısı olduğundan onlara ihtiyaçtan uzaktır, onlar ile aynı cinsten olmaktan yücedir. Bir gerçek nimet verici olan bir ezeli yaratıcı için nimetinin birer eseri olan, hayatı terk etmeye maruz bulunan sonradan yaratılmış mahlûkatı hiç evlât olabilir mi? (Hayır…) Onlar, o kendilerine Allah’ın çocukları denilen melekler, Peygamberler (ikram olunmuş kullardır) Peygamberlik ve meleklik payesine sahip, günahsızlıkla vasıflanmış, kul olmakla övünen zatlardır. Kul olmak ise Allah’a çocuk olmaya aykırıdır.
27. Onlar, söz ile onun önüne geçmezler ve onlar onun emriyle amelde bulunurlar.
27. (Onlar) o muhterem kullar, Cenab’ı Hak’ka ibadette bulunurlar, onun emirlerine, yasaklarına itaat ve boyun eğmekten asla ayrılmazlar ve (söz ile ona) Hak Teâlâ’ya (tekaddüm etmezler.) yani: Hak Teâlâ Hazretlerinin buyurmadığı bir şeyi kendiliklerinden söylemezler, hakkında ilâhî müsaade bulunmayan bir fiili işlemezler (ve onlar) o muhterem zatlar (onun) Hak Teâlâ’nın (emriyle amelde bulunurlar) onlar sözlerinde olduğu gibi fiillerinde de ilâhî emre tammanasıyla riayetkârdırlar. İşte onlar, böyle itaatkâr, değerli birer kuldurlar, yoksa hâşâ Yüce Allah’ın oğulları, kızları değildirler. Hak Teâlâ bundan yücedir, Buna inanmışızdır.
28. Onların ilerilerindekini de gerilerindekini de bilir ve razı olduğundan başkasına şefaat de edemezler ve onlar onun mehabetinden tam bir itina ile korkar kimselerdir.
28. Evet. Allah Teâlâ o muhterem kullarının bütün söz ve fillerini bilicidir. (Onların ilerilerındekini de) vaktiyle işlemiş oldukları şeyleri de (gerilerindekini de) daha sonra işleyecekleri amelleri de (bilir) o Bilen Yaratıcıya o kullarının önceki ve sonraki amellerinden hiçbiri gizli kalmış olamaz. Ve o muhterem kulları, Cenabı Hak’kın (razı olduğundan başkasına) ne dünyda ve ne de ahirette (şefaat de edemezler) Allah Teâlâ’nın haklarında şefaat edilmesine razı olduğu kimseler ise ehli İmandan başkası değildir. Binaenaleyh ey müşrikler! o kendilerine tapındığınız, Allah Teâlâ’nın evlâdı saydığınız zatlardan bir şefaat beklemeyiniz, öyle bir ümit ile yaptığınız tapınmalar, sizin için ebedî azaba sebep olacaktır. (Ve onlar) o değerli kullar (onun) Hak Teâlâ’nın (mehabetinden kemâli itina ile korkar kimselerdir.) artık o zatlar, ilâhî iradeye aykırı bir harekette, Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimse hakkında şefâtte bulunamazlar.
29. Ve onlardan her kim: Şüphe yok ki, ben ondan başka bir ilâhım derse onu cehennem ile cezalandırırız. İşte zâlimleri böylece cezalandıracağızdır.
29. (Ve onlardan) bütün mahlûkattan, hattâ birer muhterem kul olan meleklerden ve Peygamberlerden (herkim) faraza ilahlık iddiasına cüret edip de (şüphe yok ki, ben ondan) Allah Teâlâdan (başka bir ilâhım derse) yakasını Allah’ın azabundan kurtaramaz. (Onu cehennem ile cezalandırırız) onu öyle müşrikce, zalimce iddiasının azabınakavuştururuz. (İşte zâlimleri) müşrikleri (böylece) cehenneme atmak suretiyle (cezalandıracağızdır.) onlar böyle şiddetli, ebedî bir azaba mâruz kalacaklardır. İşte Allah’ın şanına aykırı iddialarda bulunanların müthiş âkibetleri!
30. O kâfir olanlar bilmediler mi ki, muhakkak gökler ve yer bitişik bir halde iken biz onları birbirinden yarıp ayırdık ve her diri şeyi sudan yarattık, hâlâ imân etmezler mi?
30. Bu mübarek âyetler, inkârcıları uyandırmak için Yüce Yaratıcı Hazretlerinin gökleri, yeri, dağlar ile yolları, geceler ile gündüzleri, güneş ile ayı nasıl harikulâde ve birer faydaya dayalı bir şekilde yaratmış olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (O kâfir olanlar) Cenab-ı Hak’kın varlığını, birliğini inkâr edenler (bilmediler mi ki,) âdeta göz ile görülecek derecede açık olan şu hakikatı anlamadılar mı ki, (muhakkak gökler ve yer bitişik bir halde iken) ilk yaratıldıklarında birbirinden ayrılmamış bulunurlarken (biz) yani: Ben Yüce Yaratıcı (onları) kudret ve irademle (birbirinden yarıp ayırdık) semalar ile yerin aralarını hava ile açtık, rivayete göre gökler birbirine bitişik bir tabaka halinde iken daha sora yedi tabakaya ayrılmıştır. Yer de bir tabaka iken o da sonra yedi tabakaya bölünmüştür. Bunlar, bir Yüce Yaratıcının varlığına, kudret ve azametine ait birinci nevi delillerdendir. (ve her diri şeyi sudan yarattık) hayat sahiplerini ve gelişip büyüyen bitkileri ve diğer şeyleri Hak Teâlâ Hazretleri başlangıçta sudan yaratmıştır, bunların bekalarına, devamlarına da suyu bir sebep, bir vasıta kılmıştır. Bu da ikinci nevi delillerdendir. (Hâlâ İmân etmezler mi?) o kâfirler, bu açık delilleri düşünüp de bunları yaratan Yüce Yaratıcının varlığını, birliğini tasdikte bulunmazlar mı? Nedir o kadar gaflet ve cehalet!
31. Ve yeryüzünde onları çalkalar diye sabitdağları yarattık ve onlara geniş yollar açlık, tâki maksatlarına erebilsinler.
31. (Ve yer yüzünde onları) insanları (çalkalar) rahatsız eder (diye) ona mâni olmak üzere (sabit dağlan yarattık) yer tabakası su üzerine yayılmış, âdeta bir gemi gibi titrer dururken onun üzerinde dağlar vücude getirilerek ona sükûnet verilmiştir. Bu da üçüncü nevi delillerdendir. (Ve onlar da) o dağlar arasında (geniş yollar açtık) aralarında gidip gelecek yolculara kolaylık gösterilmiş oldu. (Tâki maksatlarına erebilsinler) kendi yurtlarında vesair sahalarda gezerek, seyahatta bulunarak menfaatlarını temin edebilsinler. Bu da dördüncü nevi delillerdendir.
32. Ve gökyüzünü de bir korunmuş tavan yaptık. Halbuki, onlar onun ayetlerinden yüz çeviricilerdir.
32. (Ve gök yüzünü de) dünya seması denilen yüksek gök tabakasını da yeryüzüne karşı (bir korunmuş tavan yaptık) bu Allah’ın kudreti ile böyle devam edip durmaktadır. Çözülmeden, aşağıya düşmeden emin bulunmaktadır ve pek güzel bir manzara teşkil etmektedir. Bu da beşinci nevi delillerdendir. (Halbuki, onlar) o inkarcılar, insanların çoğu (onun ayetlerinden) o semalardaki ilâhî kudrete dalâlet ve şahitlik eden birnice harikulâde varlıklardan (yüz çeviricîlerdîr) gökte parlayan milyonlarca büyük ve küçük yıldızları, gök tarafından gelen ışıkları, rüzgârları, yağmurları ve tabiat ve heyet ilimlerinde bildirilen daha nice semavî halleri düşünmüyorlar, bunların ne kadar muazzam birer eser olup bir hükümran yaratıcının varlığına, kudretine şahitlik edip durduklarını düşünmüyorlar, İşte bunlar da Allah’ın varlığını gösteren beşince nevi delillerdir.
33. Ve o Yüce Yaratıcı dır ki: Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ay’ı yaratmıştır. Herbiri bir felekte yüzmektedir.
33. (Ve) başkası değil ancak (o) Yüce Yaratıcı (dir ki, geceyi ve gündüzü) yarattı. Geceleri istirahate dalarsınız, gündüzleri de yer, içer, Allah’ın nimetlerinden faydalanırsınız. Özellikle birer kudret harikası olup gündüzleri ve geceleri meydana getirmeğe vasıta olan (güneşi ve ayı yaratmıştır) bunların ışıklarıyla, nurlariyle ufuklar aydınlanır tenevvür eder durur ve bunlardan bütün hayat sahipleri faydalanır. Ve bunlardan (her biri) güneş ile aydan ve bunlara tâbi olan yıldızlardan herhangi biri (bir felekte) gökün bir sahasında, kendi yörüngesinde, kendisi için çizdiği dairesi içinde (yüzmektedir) sular içinde yüzenler gibi o alanlarda süratle akıp durmaktadırlar. İşte bu parlak, muhteşem yaratılış eserleri de Allah Teâlâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve azametine şahitlik eden altıncı nevi delillerden bulunmaktadırlar. Artık bunları her akıl sahibi olan kimse dikkate alıp uyanmalı değil midir? Tevhit nuru ile kalbini aydınlatmaya çalışıp durmalı değil midir?
34. Ve senden evvel hiçbir insana daimî bir hayat vermedik. Şimdi sen ölür isen onlar bâki kalıcılar mıdırlar?
34. Bu mübarek âyetler, Resûl-i Ekrem’in de diğer insanlar gibi bir gün vefat edeceğini ve insanların bu âlemde bir imtihan için birer belirli müddet yaşayıp sonra ahiret âlemine sevkedileceklerini bildiriyor. Hz. Peygamberin putlar aleyhindeki beyanatını alaya alan kâfirlerin ise merhamet sahibi yaratıcıyı inkâr eden kimselerden olduklarını kınayarak teşhir buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey yüce Rasûl!. Senin bütün insanlık için bir nimet, bir ilâhî rahmet olduğunu takdir edemiyen bir takım inkarcılar, senin vefatını bekliyorlar, yakında vefat edecektir, diyorlar, düşünmüyorlar ki, bu dünyada hiçbir kimse kalıcı değildir. (Ve) malumdur ki, Habibim! (senden evvel) de (hiçbir insana daimî bir hayat vermedik) diğer Peygamberler de birer müddet yaşayıp sonraahirete gitmişlerdir. İnsanların dünyada ebedî olarak kalmaları yaratma hikmetine, teşri hikmetine aykırıdır, (şimdi sen ölür isen onlar) o senin vefatını bekleyenler (bâki kalıcılar mıdırlar?) elbette onlar da edeceklerdir. O halde senin vefatınla sevinç ve mutluluk gösterişinde bulunmaları pek aptalca bir hareket olmaz mı?
35. Her nefis, ölümü tadacaktır ve sizi bir imtihân olmak üzere şer ile ve hayr ile deneriz ve bize döndürüleceksinizdir.
35. Evet… Şüphe yok ki: (her nefs) her hayat sahibi olan mahlûk (ölümü tadacaktır) ölümün acısını hissedecektir, ruhu cesedinden ayrılacaktır, hiçbir kimse bu dünyada kalıcı değildir. Artık hiçbir kimse, başkasının ölümünden dolayı sevinmemelidir, ergeç kendisi de ölecektir.
“Her kim var ise bugün cihanda”
“Nâbud olacak yakın zamanda”
(Ve) Ey insanlar! Veya ey inkarcılar! (sizi bir imtihan olmak üzere şer ile ve hayr ile deneriz) yani: Sizi imtihana tutanların muamelesi gibi bir muameleye tâbi tutarız, sizi bazen hastalık, fakirlik gibi bir belâya uğratırız bazen de sıhhat gibi, servet gibi bir dünyevî nimete nail kılarız, tâki, sabr ve şürkeder olduğunuz veya olmadığınız meydana çıkmış olsun. (Ve) sonunda (bize döndürüleceksinizdir) hakkınızda dünyadaki amellerinize göre muamele yapılacaktır. Dindar olanlar, vazifelerini yapmış bulunanlar mükâfatlara nail olacaklardır, aksine hareket etmiş olanlar da lâyık oldukları cezalara uğrayacaklardır. Ne büyük bir va’d ve tehdit! Bundan anlaşılmış oluyor ki: Zâten bu dünyaya getirilmiş olmamızdaki gaye, burada bir imtihana tâbi tutulup ona göre ya mükâfata veya cezaya kavuşmaktan ibarettir. Cenab’ı Hak’tan muvaffakiyetler niyaz ederiz.
36. Ve kâfir olanlar seni gördükleri zaman,seni ancak alaya alarak: Bu mu sizin ilâhlarınıza atıp duran! Derler halbuki, onlar Rahman zikiredilince onlar hep onu inkâr edicilerdir.
36. (Ve) Yüce Resûlüm ! (kâfir olanlar) senin peygamberliğini tasdik etmeyen hain müşrikler, (seni gördükleri zaman seni) başka değil (ancak alaya alarak) sana karşı yalnız bir alaycı tavır takınarak, seni inkâr ederek ve küçümseyerek birbirine hitaben (bu mu sizin ilâhlarınızı eğip duran) derler. Öyle bâtıl, cansızlar türünden şeylere ilahlık ünvanı vererek onların aleyhinde bir şey söylenmesine razı olmamış bulunurlar. (Halbuki, onlar) o alaycı kâfirler (rahman zikredilince) birlemeye ve kutsamaya ancak onun lâyık olduğu veya onun bir rahmet eseri olarak insanlığa Peygamberleri göndermiş, semavî kitapları indirmiş olduğu bildirilince (onlar hep onu) o Rahmanın zikrini (inkâr edicilerdir) onlar biz Müseylime’den başka rahman bilmiyoruz, demeden sıkılmazlar. İşte o inkarcılar, bu kadar cahil kimseler bulunuyorlardı. Bâtıl putları aleyhinde bir söz söylenmesini istemedikleri halde asıl gerçek mabudun kutsal bir ismi zikredildiği zaman onu inkâra cüret göstermek alçaklığında bulunurlardı. Artık onlar elbetteki bu bâtıl inançlarının cezasına kavuşacaklardır.
37. İnsan; aceleden yaratılmıştır. Size yakında âyetlerimi göstereceğim, artık acele istemeyin.
37. Bu mübarek âyetler, insan nevinin yaratılıştan aceleci olduğunu ve bundan dolayı bir takım inkârcıların tehdit edilmiş oldukları şeylerin bir an evvel olmasını bir alay ve inkâr yoluyla istemiş bulunduklarını bildiriyor ve istenilen şeylerin ansızın meydana gelmesi ile o inkârcıları apışıp kalmış ve müdafaadan mahrum bırakacağını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (İnsan aceleden yaratılmıştır) yani: İnsan nevi, tabiat olarak sabır ve sebatı az ve birçok şeylerin biran evvel meydana çıkmasınıarzu eder bir yaratılışta bulunduğundan sanki aceleden yaratılmıştır. Bir görüşe göre bu insandan maksat Hz. Âdem’dir ki, daha kendisine ruh üflenir üflenmez kendisine cennet nimetlerine karşı bir acelecilik eseri görülmüştür. Sonra ondaki bu acelecilik hasletine evlât ve torunları vâris olmuşlardır, İşte bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber zamanında bir kısım inkarcılar da kıyamet gününe, ondan önce gelecek olan alâmetlere ve uhrevî azaba dair Resûl-i Ekrem’in haber verdiği şeylerin bir an evvel olmasını istemişlerdi. Bunlara cevap olarak da buyuruluyor ki: (Size yakında âyetlerimi) azaba vesaireye ait tehditlerimi (göstereceğim. Artık acele istemeyin) her şeyin Allah katında takdir edilmiş bir zamanı vardır. Bu bir hikmet gereğidir. Binaenaleyh o zaman gelmedikçe o şey meydana gelmez. Bunu düşünerek aceleye meydan vermemelidir.
38. Ve derler ki, bu va’d ne zaman? Eğer siz sadıklar iseniz.
38. (Ve) inkarcılar, bir alay ve inkâr maksadiyle (derler ki: bu va’d, ne zaman?) bizi kendisiyle korkutmak istediğiniz kıyametin vesair felâketlerin zuhuru ne zamandır, bize haber veriniz bakalım! (Eğer siz) Ey Peygamber ve ey ona imân edenler! (Sadıklar iseniz.) bu bizi kendileriyle korkutmak istediğiniz şeylerin meydana gelecekleri bize bildiriniz. Haydi biran evvel meydana geliversinler bakalım.
39. Eğer o kâfir olanlar, o zamanı bir bilseler idi ki, ne yüzlerinden ve ne de arkalarından ateşi men edemiyeceklerdir ve onlar yardımda olunamayacaklardır.
39. Cenab-ı Hak da o müthiş hâdiselerin biran evvel ortaya çıkmasını bir alay yoluyla isteyen inkarcılar hakkında buyuruyor ki: (Eğer o kâfir olanlar, o) çıkışını acele istedikleri (zamanı bir bilseler idi ki) onun çıkışı anında (neyüzlerinden) azâlarının en şereflisi, en muhimi olan yüzlerinden cehennem ateşini men edebileceklerdir (ve ne de arkalarından) vücutlarının en geniş ve en kuvvetlisi olan sırtlarından (ateşi men edemiyeceklerdir.) buna asla kâdir olamıyacaklardır. (Ve onlar) o azaba uğrayacakları gün hiçbir kimse tarafından (yardım da olunamayacaklardır.) kendilerine yönelecek olan kıyamet azabını kendilerinden hiçbir kimse men edemiyecektir. İşte onlar bu halleri bilecek olsalar öyle küfürlerinde sebat edip de azabı acele istemezlerdi. Ne yazık ki küfür ve cehalet, insanları böyle felâketlere sevkeder durur.
40. Belki onlara ansızın gelecek, hemen onları hayrette bırakacak, artık onu ne reddetmeye tâkat getirebileceklerdir ve ne de onlara mühlet verilecektir.
40. (Belki onlara) o meydana gelmesini alelâcele istedikleri kıyamet, onun azabı, cehennem ateşi (ansızın gelecek) hiç ummadıkları bir anda zuhur edecek (hemen onları hayrette bırakacak) hepsi de apışıp şaşkın bir halde kalacaktır. (artık onu) o acele istedikleri kıyamet anını onun azabını (ne reddetmeye tâkat getirebılcceklerdir) buna asla kâdir olamıyacaklardır. (ve ne de onlara mühlet verilecektir.) ki, biran rahat veya tövbe edebilsinler veya bir mazeret ileri sürmeye çalışabilsinler. İşte Peygamberlere imân etmeyen, onlar ile alayda bulunan kimselerin ebedî cezaları!..
41. Muhakkak ki, senden evvel de birçok Peygamberler ile alayda bulunulmuştur. Artık onlar ile istihzada bulunanları kendisiyle alayda bulundukları şey kuşatıverdi.
41. Bu mübarek âyetler, Rasûlullah’a teselli vermektedir. Peygamberler ile alayda bulunmuş olanların o yüzden felâketlere uğramış olduklarını bildiriyor. O inkârcıları Allah’ın kahrından kimsenin kurtaramıyacağını, o bâtıl putlarından bir fâide göremiye-cekleriniihtar ediyor, o müşriklere verilen müddetin, nimetin geçici olduğuna, onların da yerleri gibi eksilmeğe mâruz kalarak, mahvolacaklarına işaret buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Son Peygamber! Allah’a andolsun ki (muhakkak ki, senden evvel de birçok Peygamberler ile alayda bulunulmuştur.) onlar da kendilerine Peygamber gönderilmiş oldukları kavimler tarafından birnice inkârcı, alaycı tavırlara mâruz kalmışlardır. (Artık) işin sonunda (onlar ile) o Peygamberler ile (alayda bulunanları) kâfir kimseleri (kendisiyle alayda bulundukları şey) yani: O alaylarının cezası, kötü neticesi (kuşatıverdi) hepsi de o yüzden mahvolup gittiler. İşte Ey Yüce Rasûl!. Seninle alayda bulunanları da sonunda böyle bir azap, bir felâket kuşatacaktır.
42. De ki: Sizi gece ve gündüz o Rahmandan kim koruyabilir? Belki onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirici kimselerdir.
42. Ey Peygamberlerin en şereflisi! O alaycılara (de ki: Sizî gece ve gündüz) herhangi bir vakitte (o Rahmandan) o kulları hakkında merhamet ve ihsanı sonsuz olan Yüce Yaratıcının azabından (kim koruyabilir?) sizi ancak o merhametli olan Yaratıcınız muhafaza ediyor, yaşatıyor. Bunu bilip de onun gösterdiği daire dahilinde hareket etmek icabetmez mi? Ne yazık ki o alaycılar bunu takdir edemiyorlar. (belki onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirici kimselerdir.) Onlar, o kendilerini yaratan, besleyen Yüce Yaratıcıyı bile anmazlar, onun Kur’an-ı Kerîm’ini hiç düşünmezler, hatırlarına böyle bir zikir ve fikir gelmez. Artık onlar; o Yüce Yaratıcının azabını düşünüp de uyanabilirler mi? Ne kadar uzak!
§ Kila = kilâet; saklamak, hıfzetmek, korumak demektir.
43. Yoksa onlar için kendilerini azabımızdan menedecek ilâhlar mı vardır? Kendi nefislerine yardıma muktedir olamazlar ve onlar bizden dostluk da görmezler.
43. (Yoksa onlar için) o gafil müşrik şahıslar için (kendilerini azabımızdan menedecek) kurtarabilecek (ilâhlar mı vardır?) Elbette ki, yoktur. Hiç bir takım mahlûkat, ilahlık vasfına sahip olabilip de kendilerine tapanlara yardımda bulunabilirler mi? Elbette ki ne öyle bir sıfata sahip olabilirler, ne de kimseye yardımda bulunabilirler. O müşriklerin taptıkları o putlar (kendi nefislerine) bile (yardıma muktedir olamazlar) artık başkalarına nasıl yardım edebilirler (ve onlar) o putlar veya o kâfirler (bizden) Allah tarafından (dostluk da) koruma ve himaye de (görmezler.) Putlar böyle bir dostluk ve korumaya nail olamayınca başkalarını nasıl muhafazada, korumada bulunabilirler?.. Kâfirler de Allah tarafından böyle bir destek görmeyince artık kendilerini Allah’ın azabından kim kurtarabilir? Bunu bir kere tefekkür etmeli değil midirler?
44. Evet… Biz onlara ve babalarına mühlet verdik, tâki kendilerine ömürleri uzamış oldu. Görmüyorlar mi ki, biz yurtlarına varıp onu etrafından eksiltiyoruz. O halde galip olanlar onlar mı?
44. (Evet…) o müşrikler gaflete dalmış, geleceklerini düşünmez bir vaziyette bulunmuşlardır. (Biz onlara ve babalarına mühlet verdik) yani: O kâfirlere ve kendilerinden evvel de babalarına bir istidraç, bir imtihan dönemi olmak için bir müddet ömür verdik, dünyada geniş bir geçimle, bir rahatta yaşadılar. Bu nimetleri kendilerine veren Yüce Yaratıcının bu lûtf ve ihsanını düşünerek şükran vazifesini ifaya çalışmadılar. (tâki kendilerine ömürleri uzamış oldu) artık kendilerine verilmiş olan nimetlerin kendilerinden yok olmayacağını sandılar, pek büyük bir aldanış içinde kaldılar. Bu gafiller hiç (görmüyorlar mı ki) göz ile görülecek derecede kesin olarak bilmiyorlar mı ki: (Biz yurtlarına varıp) yani: İlâhî kuvvetleri, o kâfirlerinülkelerine yöneltip (onu) o yurdu (etrafından eksiltiyoruz.) Müslümanları oralara sevkederek galip kılıyoruz, o kâfirlerin hâkimiyetleri günden güne eksilmeye yüz tutuyor. (o halde galip olanlar onlar mı?) elbette değil.
§ Evet… İslâm’ın başlangıcını bir düşünmeli, müslümanları kendi yurtlarından çıkmaya, Mekke-i Mükerreme’yi terketmeye mecbur kılmışlardı. Fakat az sonra Allah’ın yardımı tecelli etti, müslümanlık ufuklara yayılmaya başladı, Mekke-i Mükerreme ve nice beldeler fethedildi. İşte herhangi bir zümre, Allah Teâlâ’nın dînine hakkiyle bağlanır, onun emirleri dairesinde hareket ederse daima böyle başarıdan başarıya kavuşur. Aksine hareket edenler de bir ilalî terbiye, bir dünyevî ceza olmak üzere bu gelişmeden mahrum kalırlar.
§ Kaf fal’dan nakledildiğine göre bu âyet-i kerime, Mekke kâfirleri hakkında nazil olmuştur. Bu da Kur’ân’ın bir mucize olduğunu gösterir. Çünkü bunun inişi zamanında müslümanlar henüz güç bir durumda idiler. Bu âyet-i kerime ise onların galip, düşmanlarının mağlûp olacaklarını kesin bir şekilde göstermiş oluyordu ki, az sonra bu hakikat gerçekleşmiştir.
45. De ki: Ben sizi ancak vahy ile korkutuyorum. Sağır olanlar ise korkutuldukları zaman daveti işitmezler.
45. Bu mübarek âyetler, Resûl-i Ekrem’in ilâhî vahye dayanarak insanları azap ile tehdide memur olduğunu bildiriyor, o azabı kendi tarafından getiremiyeceğini ve onun tehdidinden sağır kesilenlerin istifade edemeyeceklerini haber veriyor. O ilâhî azabın pek ziyade şiddetli olduğunu, o azabın en hafifine tutulanların bile pek büyük pişmanlıklar izhar edeceklerini ve herkes hakkında adaletin gereği ne ise onun tatbik edileceğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Rasûl! O azaplarını alay yoluyla aceleeden müşriklere (de ki: Ben sizi ancak vahy ile) Rabbinizin kelâmı olan Kur’an-ı Kerîm ile, dinsizlerin şiddetli azaplara tutulacaklarını bildiren sadık, ilâhî haberler ile (korkutuyorum) zannetmeyiniz ki ben sizi kendi tarafımdan tehdit ediyorum. (sağır olan ise korkutuldukları zaman) kendilerini korkutan tarafından vâki olan (daveti) irşadı, hayır dileyen öğütü (işitmezler) yani Kasten sağır kesililer, hakkı kabulden kaçınırlar, inatları, cehaletleri yüzünden sağır kesilmiş gibi bir vaziyet alırlar. Onlar kendilerine söylenilen faideli sözlere, öğütlere iltifat etmezler.
46. Andolsun ki: Rabbin azabından hafif bir şey onlara dokunacak olsa elbette diyeceklerdi ki: Eyvah bizlere! Şüphe yok ki, biz zalimler olmuştuk.
46. (And olsun ki) Billâilazim (Rabbin) sana yardım ihsan edecek olan Yüce Yaratıcının (azabından hafif bir şey) cüz’i, geçici bir azap (onlara) o müşriklere (dokunacak olsa elbette diyeceklerdir ki: Eyvah bizlere!) Onlar o azabın şiddetinden dolayı böyle helâk olup gitmelerini temenni edeceklerdir ve (şüphe yok ki, biz zalimler olmuştuk.) diyerek zulüm ve küfürlerini itiraf etmiş olacaklardır. İşte daha dünyadalarken bu azaba ait verilen haberleri, yapılan öğütleri, dinlemeyip de sağır kesilen inkarcılar, sonra ahiret hayatında böyle pek büyük üzüntülere düşüp duracaklardır. Bütün bunlar hikmet ve adalet gereğidir.
47. Ve biz kıyamet gününde adalet terazilerini koruz da artık hiçbir nefis bir şey ile zulümedilmez. İsterse bir amel bir hardal tanesi ağırlığınca olsun, onu da getiririz. Hesap görücüler olmak üzere biz kifayet ederiz.
47. (Ve biz kıyamet gününde) kulların iyi ve kötü amellerinin derecelerini kendilerine göstermek için (adalet terazileri koruz da)onlar ile herkesin amel sahifeleri tartılır, dünyada iken yapmış oldukları amellerinin miktarı, mahiyeti kendilerine gösterilmiş olur, bu şekilde de ilâhî delil tamam olmuş, Allah’ın adaleti tam manasıyla tecelli etmiş bulunur. (Artık hiçbir nefis bir şey ile zulmedilmez.) Hiçbir kimse iyi amelleri noksan, kötü amelleri ziyade edilmek gibi bir şekilde zulme uğratılmaz, kendilerine layık oldukları şeyler tamamen verilir, hayır sahipleri onun mükâfatını görürler, şer sahipleri de onun cezasına kavuşurlar, (isterse) o amel (bir hardal tanesi ağırlığınca olsun) o da mutlaka göz önüne alınır, mükâfatsız veya cezasız kalmaz. (Onu da) o az ameli de meydana (getiririz) onu da tartıya, hesaba tâbi tutarız. (Hesap görücüler olmak üzere biz kifayet ederiz.) Evet… Hak Teâlâ Hazretleri her şeyi tam mânâsıyla bilir, hiç bir zerre onun İlim dairesinden hariç bulunamaz, ve onun adaleti cihanşümuldur, onun üstünde bir adalet düşünülemez. Artık o Yüce Yaratıcının hesaba çekeceğini düşünerek titremeliyiz, daha imkân var iken işlerimizi ve ahlâkımızı düzelterek uhrevî sorumluluktan kurtulmaya çalışmalıyız. O hikmet sahibi Yaratıcının adaleti ve merhameti gereğidir ki, bizlere o uhrevî hayatı haber veriyor ve Peygamberlerinin kıssalarını da bizlere bildirerek o yönden de bizleri uyandırmak lütfunda bulunuyor.
48. And olsun ki, biz Musa’ya ve Harun’a furkan ve bir ziya ve sakınanlar için bir öğüt vermiştik.
48. Bu mübarek âyetler, birinci kıssa olmak üzere Hz. Musa ile Hz. Harun’un nail oldukları nimetleri ve takva sahiplerinin mümtaz vasıflarını, Kur’an-ı Kerîm’in mukaddes bir öğüt olup inkârının mümkün olmadığını şöylece beyan buyurmaktadır. (And olsun ki, biz Musa’ya ve Harun’a Furkan) verdik. Yani: Hak ile bâtılın, helâl ile haramın arasını ayıran Tevrat kitabını veya hak din ile bâtıl dinlerininarasını ayırdeden bir delil ihsan ettik, (ve bir ziya) verdik ki, onunla cehalet karanlıkları giderilmiş olup selâmet sahası aydınlanmıştır. (ve sakınanlar için bir öğüt) bir nasihat veya şer’i hükümlere dair muhtaç oldukları mes’eleler! haber (vermiştik) çünki bunlardan faydalanacak olan, sakınanlardan ibarettir.
49. O sakınanlar ki: Rablerinden tenhada da büyük bir korku ile korkarlar ve onlar kıyametten de titreyicilerdir.
49. Evet… (O takva sahipleri ki) onlar (Rablerinden) onun azabından (tenhada da) insanlar arasında olmayıp gizli bir halde de bulunsalar yine (büyük bir korku ile korkarlar) ilâhî kitabın bildirdiği şeylere inanmış olup ilâhî azaba uğramamaları için son derece uyanık bulunmaya çalışırlar. Yahut daha hicap perdesi açılmamış olduğu ve ilâhî azap gözleriyle görülmediği halde de yine ondan bir korku içinde yaşarlar, (ve onlar) o takva sahipleri (kıyametten de titreyicücrdir) o adalet terazilerinin meydana çıkarılacağı günü de düşünür, ondan korkar dururlar. Çünkü onlar kıyametin vuku bulacağını bilirler, ona inanmıştırlar. Kur’an’ı Kerîm, onlara bunu haber vermektedir.
50. Ve işte bu Kur’an bir mübarek zikirdir ki, onu biz indirdik. Artık siz mi onu inkâr edici kimselersiniz?
50. (İşte bu) Kur’an’ı Kerîm (bir mübarek zikirdir ki,) hayrı, faidesi pek çok olan bir öğüttür ki, (onu biz) peygamberlerin en şereflisi olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm’a (indirdik) o mukaddes kitabı Cibril-i Emin vasıtasiyle Levh-i Mahfuzdan o Yüce Peygambere indirdik ki, onun yüceliği gün gibi ortadadır. (Artık) ey dinsizler! Hiç sıkılmaz mısınız? (Siz mi onu inkâr eden kimselersiniz?) Bu ne kadar cür’et! Onu Peygamberine ihsan etmiş olan Cenab’ı Hak, onu, o değerli kitabını sonsuza değin insanlığın ufuklarına ışık saçar bir halde bulunduracaktır.
51. Ve andolsun ki, İbrahim’e de bundan evvel rüşdünü vermiştik ve biz onu bilenler idik.
51. Bu mübarek âyetler de ikinci kıssa olmak üzere Hz. İbrahim’in nail olduğu peygamberliği bildiriyor. Putlara tapınmakta bulunan babasıyla kavmine olan hitabını ve onların cevaplarına karşı onların sapıklık içinde olduklarını kendilerine ihtar etmiş olduğunu şöylece beyan buyurmaktadır. (Ve and olsun ki) muhakkaktır ki: (İbrahim’e de bundan evvel) Musa, Harun ve Muhammed Aleyhimüsselâtü vesselâma peygamberlik verilmeden önce (rüşdünü vermiştik) yani: Ona da peygamberlik ve tam anlamıyla hidayet ihsan buyurmuştuk. (Ve biz onu bilenler idik) Hz. İbrahim’in öyle kendisine vereceğimiz peygamberlik ve hidayete zahiren ve batınen ehil olduğunu hakkiyle biliyor idi, çünkü o muhterem zat, pek nezih bir ruha, bir yaratılışa nail idi, en güzel vasıflar ile, en yüksek ahlâk ile vasıflanmış bulunuyordu, insanlığın hidayete nail olmasını ister dururdu.
52. O vakit ki, babasına ve kavmine dedi ki: Nedir bu heykeller ki, siz onlara tapınmaya devam edip duruyorsunuz?
52. (O vakit ki) Hz. İbrahim’e peygamberlik ihsan edilmişti, (babasına ve kavmine) karşı peygamberlik vazifesini ifaya başlayarak (dedi ki: Nedir bu heykeller ki) bu yaptığınız ruhsuz, faidesiz bir takım heykeller, sûretler ki, (siz onlara) tapınmaya (devam edip duruyorsunuz?) hiç bunların cansız varlıklar türünden âciz, başkalarına fâide verecek kabiliyetten mahrum şeyler olduğunu düşünmüyor musunuz?
53. Dediler ki: Biz babalarımız! bunlara ibadet ediciler bulduk.
53. İbrahim Aleyhisselâmın böyle kınamak için vâki olan sorusuna cevaben o putperest şahıslar (dediler ki: Biz babalarımızı bunlara ibadet ediciler bulduk) biz de onlara uyduk,böyle bunlara tapmakta bulunuyoruz. Ne büyük bir cehalet! Yaptıkları hareketleri bir kanıta bir akli delile dayanmış değil, yalnız kuru, cahilce bir taklitten ibaret. Bunu da itiraf etmiş bulunuyorlar.
54. Yemin olsun dedi: Siz de, babalarınız da pek açık bir sapıklık içinde bulunmuş oldunuz.
54. Hz. İbrahim de onların bu pek yanlış hareketlerini kendilerine anlatmak, onları o müşrikce hareketlerinden vaz geçirmek için (yemin olsun ki, dedi) ey bu heykellere tapınan güruh! (Siz de babalarınız da pek açık bir sapıklık içinde bulunmuş oldunuz) Evet… Şüphe yok, bu timsallerin ne kıymeti vardır ki, tapınmak uygun olsun. Böyle kendilerini bile hiçbir tehlikeden korumaya kâdir olmayan bir takım kuru heykellerden, ne fâide beklenebilir? Hiç bunlar, mâbutluk sıfatına sahip olabilirler mi? Bunlara tapınanlar biraz akıllıca düşünmeli değil midirler? Ne yazık ki, şeytan onları o kadar aldatmıştır ki, kendilerini sırf Allah rızası için irşada çalışanlara karşı düşmanca bir vaziyet alırlar, bir hak sözü asla dinlemek istemezler.
55. Dediler ki: Sen bize hak ile mi geldin, yoksa sen lâtife edenlerden misin?
55. Bu mübarek âyetler, İbrahim Aleyhisselâm’ın yaptıkları suale karşı kavmine vermiş olduğu cevabını bildiriyor. Bütün mahlûkatın Yüce Rabbi Cenab-ı Hak’tan başka olmadığını ihtar etmiş ve putların Rablık sıfatına sahip olmadığı isbat için onları parçalamış olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: İbrahim Aleyhisselâm’ın beyanatına karşı kavmi şaşkınlık göstererek (dediler ki: Sen bize hak ile mi geldin) sen bu sözlerini bize ciddî, gerçeğe uygun olarak mı söylüyorsun? (yoksa sen) bizimle (lâtife edenlerden misin?) sen bizimle şakada mı bulunuyorsun? Sen neden böyle putlarımıza itirazda bulunuyorsun?
56. Dedi ki: Hayır… Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları yaratmıştır ve ben ona şahitlik edenlerdenim.
56. Hz. İbrahim de onları yine uyandırmak, hatalarını kendilerine anlatmak için (dedi ki: Hayır) Ben lâtife yapmıyorum, ciddî olarak size söylüyorum. Biliniz ki: (Rabbiniz, göklerin, ve yerin Rabbidir ki, onları yaratmıştır.) İşte Rablık ve Mâbutluk sıfatlarına sahip olan ancak o Yüce Yaratıcıdır. (Ve ben ona) Rabbinizin o ezeli yaratıcı olup başkası olmadığına (şahadet edenlerdenim) bu hakikatı bilip bunu aklî ve naklî deliller ile isbat edecek bir zümreden bulunmaktayım.
57. Vallahi yemin ederim ki; Siz dönüp gittikten sonra elbette putlarınıza bir oyun oynayacağım.
57. İbrahim Aleyhisselâm yine buyurdu ki: (Vallahi yemin ederim ki: Siz dönüp gittikten sonra) yani: O putlara ibadet edip sonra toplanacakları bir bayram yerine gittiğinizi müteakip (elbette putlarına bir oyun oynayacağım) onların boş şeyler olduğunu göstermek için bir çareye baş vuracağım.
§ Rivayete göre İbrahim Aleyhisselâm, böyle bir beyanatta gizlice bulunmuş idi. Bunu bir şahıs işiterek ifşa etmiş oldu. O putları cahil bir kavim kitlesi ve başlarında bulunan Firavun mel’unu himaye etmekte oldukları için onların parçalanması büyük bir kahramanlığa, mühim bir tedbir alınmasına bağlı idi. İşte bunun lüzumuna işaret için Hz. İbrahim, bu hususta bir oyun, bir hiyle, bir çareye baş vuracağına and içmiş bulunuyordu. Bu yeminini de yerine getirmiş oldu.
58. Artık onları parça parça etti, ancak onların bir büyüğünü değil, belki kendisine müracaat ederler diye.
58. (Artık) İbrahim Aleyhisselâm, kavminin bayram yerine gitmelerini müteakip puthaneye girdi. (Onları) o yetmiş kadar olan putları(parça parça etti) hepsini de kırıp geçirdi (ancak onların) o putların (bir büyüğünü değil) o büyük putu kırmadı, baltayı onun boynuna astı. (Belki) o putlara tapan kimseler (kendisine) Hz. İbrahim’e (müracaat ederler) diye böyle yaptı. Bu sûretle o cahillere karşı büyük bir delil, susturma sebebi vücude getirilmiş oldu. Evet… O putperest kavme denilmiş oluyordu ki: İşte gördünüz ya! Böyle parçalanmaktan kendilerini bile koruyamayan şeyler, size mi yardım edebileceklerdir ki, onlara tapınıp duruyorsunuz?
59. Dediler ki: İlâhlarımıza bunu kim yaptı ise şüphe yok ki, o zalimlerdendir.
59. Bu mübarek âyetler, putlarının parçalanmasını gören müşriklerin bunu Hz. İbrahim’in yapmış olduğunu söyleyerek o muhterem zatı yanlarına getirdiklerini bildiriyor. Onların sorularına cevaben bu hadiseyi putların belki en büyüğü yapmıştır, söyleyebilirlerse, putlardan sorunuz diyerek ve kavminin cehaletine Hz. İbrahim’in işarette bulunmuş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ve putlara tapanlar, bayram yerlerinden dönüp putlarının parçalanmış olduğunu gördüler (dediler ki: İlâhlarımıza bunu kim yaptı ise) onları böyle kim parçaladı ise (şüphe yok ki, o zalimlerdendir) çünkü o putlarımıza ihanet etmiş, onları böyle parçalamıştır.
60. Dediler ki: Kendisine İbrahim denilen bir genci işittik ki, onları anıp duruyormuş.
60. Hz. İbrahim’in o putlar aleyhinde söylemiş olduğu sözü işitenler (dediler ki: Kendisine İbrahim denilen bir genci işittik ki, onları anıp duruyormuş.) onları takibediyormuş, onları böyle parçalayacağını söylüyormuş, bu hadiseyi o yapmış olmalıdır.
61. Haydin dediler, onu insanların gözleri önüne getiriniz, umulur ki, onlar şahitlikte bulunurlar.
61. Bu hadiseyi soranlar, bu hadiseyi yapmış olanı araştıranlar (haydin dediler, onu) Hz. İbrahim’i (insanların gözleri önüne getiriniz) herkes onu görüversin. (Umulur ki, onlar şahitlikte bulunurlar) onun putlara bu ihanette bulunmuş olduğuna şahadet ederler. Yahut onun tarafımızdan cezaya çarptırıldığında o insanlar hazır bulunmuş olurlar.
62. Dediler ki: Ey İbrahim! Bizim ilâhlarımıza bunu sen mi yaptın?
62. Bunun üzerine Hz. İbrahim’i getirdiler de (dediler ki: Ey İbrahim! Bizim ilâhlarımıza bunu) bu ihaneti, bu çirkin fiili, onları böyle parça parça etmeyi (sen mi yaptın?) Buna sen mi cür’et ettin, söyle bakalım!
63. Dedi ki: Belki onu onların şu büyüğü yapmıştır. Haydin onlara sorunuz, eğer söyleyebilmekte iseler.
63. Hz. İbrahim de oların aptallıklarına işaret, ve putlarının ne kadar âciz, boş şeyler olduğunu izhar için (dedi ki: Belki onu) o çirkin hadiseyi (onların şu) parçalanmamış olan (büyüğü yapmıştır) belki kendisinden küçük olan şeylere kendisiyle beraber tapılmaması için onları o büyükleri parçalamıştır. (haydin onlardan sorunuz) bu felâketi onların başlarına kim getirmiştir, size haber versinler (eğer) o putlar (söyleyebilmekte iseler.) yani: Eğer o putlar söyleyemezlerse demek ki, pek âciz şeylerdir. Artık öyle âciz, kendilerini bile müdafaaya gücü yetmeyen şeyler nasıl ilâh edinilebilir? Hiç bu kadar bir şeyi bile düşünemiyorsunuz? Bir de Hz. İbrâhim, o hadiseyi büyük putun vücude getirmiş olabileceğini o putların konuşmasına, haber vermelerine talik etmiş demektir. Onların konuşmaları ise mümkün olmadığından artık bu hadise bir yalan olmak üzere o büyük puta nisbet edilmiş değildir. Belki öyle âciz şeylerin ilâh olamıyacaklarına işaretle putperestlerin aptallıklarına bir delil gösterilmiştir.
64. Bunun üzerine kendi nefislerine döndüler dediler ki: Siz şüphe yok ki, siz zalimlersiniz.
64. Bu mübarek âyetler, İbrahim Aleyhisselâm’ın ihtarı, üzerine müşriklerin düşünmeye başladıklarını, sonra da putlarının konuşma gücünden mahrum olduğunu itiraf eylediklerini bildiriyor. Hz. İbrahim’in o müşriklere hitâbederek Allah Teâlâ’dan başka taptıkları şeylerin kendilerine bir faidesi ve zararı olmayacağından onlara tapınmanın ne kadar nefrete lâyık olacağını onlara bildirmiş olduğunu naklediyor. Ve o müşriklerin Hz. İbrahim’i içine atmış oldukları ateşin Allah’ın emri ile bir selâmet sahası kesildiğini, onun hakkında kötülük dileyenlerin de büyük bir hüsrana düşmüş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: İbrahim Aleyhisselâm, putların faideden uzak, konuşma gücünden mahrum olduklarını söyledi. (Bunun üzerine) o müşrikler (kendi nefislerine döndüler de) yani tefekküre daldılar da (dediler ki: Siz şüphe yok ki) evet (siz zalimlersiniz) hakikaten öyle faideden hâli kendi nefislerinden bile zararı def’e gayri kadir olan şeyler nasıl tanrı olabilir?. Biz onlara tapmakta kendi nefislerimize zulmetmiş oluyoruz. Hz. İbrahim ise onlara ihanet etmekle isabette bulunmuştur, ne için sorumuzla onu sorgulamak istiyoruz!.
65. Sonra da başları üzerine döndürüldüler de dediler ki : Muhakkak sen bilmişsindir ki, onlar söz söyler değildirler.
65. Fakat o müşrikler, bu düşüncelerinde sebat etmediler. (Sonra da) yine fikir değiştirerek (başları üzerine döndürüldüler de) kendi cehâletlerini aptalca hallerini anlayıp ikrar etmekteler iken tekrar Hz. İbrahim ile mücadeleye dönerek dediler ki: Ya İbrahim!. (Muhakkak sen bilmişsindir ki, onlar) o putlar (söz söyler değildirler) daha ne için bize onlardan sormayı teklif ediyorsun?. Bu müşrikler, bu sözleriyle o putların aczini itirafetmiş, mâbud olamıyacaklarını göstermiş oluyorlar da bunun farkında bulunamıyorlar!.
66. Dedi ki: O halde Allah’tan başka size hiçbir şey ile fâide veremiyecek ve zarar da veremiyecek bir şeye ibadet eder misiniz?
66. İbrahim Aleyhisselâm da onlara (dediki: O halde) madem ki: Siz de onların öyle âciz şeyler olduğunu itiraf ediyorsunuz. Artık öyle (Allah’tan başka size hiçbir şey ile fâide veremiyecek) meselâ: Size rızık veremeyecek ve sizi bir felâketten kurturamıyacak ve (size zarar da veremîyecek) meselâ: Kendilerine tapınmadığınız zaman size bir zarar vermeğe de kâdir olamıyacak (bir şeye ibadet eder misiniz?.) bunda sizin için ne fâide vardır?. Böyle ilahlığa aykırı bir durumda bulunan şeyler hiç ibadete lâyık olabilir mi?. Onlara ibadetten kaçınmak lâzım gelmez mi?. Neden bunu düşünemiyorsunuz?.
67. Yuf size! Ve Allah’tan başka tapar olduğunuza! Siz hiç akıllıca düşünmiyecek misiniz?
67. Doğrusu ey putperestler!. (Yuf size) yazıklar olsun o fena hâlinize (ve) yuf olsun (Allah’tan başka tapar olduğunuza) hepiniz de çirkin, helâk edici bir şeyi yapar durumda bulunmuşsunuzdur. (Siz hiç akıllıca düşünmiyecek misiniz?.) bu hareketinizin çirkinliğini düşünüp anlamıyacak mısınız?. Hiç geçmiş kavimler tarihinden bir ibret dersi almış bulunmayacak mısınız?.
68. Dediler ki: Onu yakınız ve ilâhlarınıza yardım ediniz, eğer yapacak kimseler iseniz.
68. Hz. İbrahim’in iyilik ister ihtarına rağmen o müşrikler (dediler ki: Onu) İbrahim Aleyhisselâm’ı (yakınız ve ilâhlarınıza yardım ediniz) onların intikamını alınız, onları parçalayanı daha şiddetli bir azap olan yakmak suretiyle cezalandırın. (eğer yapacak kimseler iseniz) yani: Eğer putlarınıza yardım yapmak veya iftihara değer bir şeydebulunmak ister iseniz öyle yapınız, onu ateşe atınız.
§ Bu teklifi yapan meşhur olan görüşe göre Nemrud bin Kenan’dır. Bu, Bâbil diyarının hükümdarı idi. Bâbil ahalisi ise yıldızlara ve onu temsil eden heykellere, putlara taparlardı. Nemınd ile kavmi, İbrahim Aleyhisselâm’ı bir evde tutukladılar, orasını büyük bir ateş mahalli yapmaya çalıştılar, birçok yakılacak odunlar topladılar, bir takım müşrikler birer adak olarak oraya odunlar göndermeye devam ettiler. Bu hal bir ay kadar devam etti. Nihayet bu odunları yakınca pek şiddetli bir ateş vücude geldi, öyle ki, havada uçan kuşlar bile bu ateşin şiddetli hararetiyle yanmakta bulunuyorlardı. Yedi gün bu ateş yanmaya devam etti. Hz. İbrahim’i bu ateşe yaklaştırıp da içine nasıl atacaklarını bilemiyorlardı, yanlarına lânetli İblis, insan sûretinde gelip onlara mancınığı öğretmiş, onlar bir mancınık yapıp ona bağlıyarak Hz. İbrahim’i o pek geniş ateşe atmışlardı. insanlar ile cinlerden başka bütün yer ve gök ehli, bütün melekler feryad ederek Aman Yarabbi!. Senin halilin ateşe atılıyor, yeryüzünde ondan başka sana ibadet eden yok, bize izin verir misin ki, ona yardım edelim demişler, Cenab-ı Hak da onu koruyacağını beyan buyurmuş, Hz. İbrahim de zaten ateşe atılırken (hasbinallah ve nimelvekil = Allah bize yeter ve o, ne güzel vekildir.) demiş hiç bir kimseden yardım beklememişti. Mübarek zat o zaman henüz onaltı yaşında bulunuyormuş. Allah Teâlâ Hazretleri o muhterem halilini o ateşten korudu. İşte âyeti kerime onu anlatmaktadır. Şöyle ki:
69. Dedik ki: Ey Ateş! İbrahim üzerine serin ve selâmet ol.
69. (Dedi ki) yani: Hz. İbrahim için müthiş bir şekilde maydana getirilmiş ateş hakkında ilâhî iradem tecelli etti ki: (Ey ateş!. İbrahim üzerine serin selâmet ol.) onu rahatsızetmiyecek bir mahiyet al. Ateş de hemen etkisini kaybedip Hz. İbrahim’e asla zarar vermez bir hale geldi, orası âdeta bir bahçe, bir gülizâr, bir selamet bahçesi kesildi. Deniliyor ki: Cenabı hak -inanıyoruz ki- her şeye kadirdir. Ateşi tamamen değiştirip ateş mahallini bir gülistan haline getirmeğe kâdir olduğu gibi Hz. İbrahim’in de tabiatını değiştirerek onu yanmaktan koruması da mümkündür. O ateş ona karşı bir ışıklandırma, bir aydınlatma, bir parlamadan ibaret olmak üzere bâki kalmış da olabilir. Nitekim cehennem bekçileri de cehennemde bulundukları halde onun o müthiş sıcağından asla etkilenmeyeceklerdir. Rivayete göre Hz. İbrahim, o ateş mahallinde yedi gün kalmşıtı. Yanına Cibril-i Emin ile diğer melekler insan sûretinde gelip oturuyorlardı. Nemrud, sarayından bakarak Hz. İbrahim’in bu harikulâde halini görüyormuş. Hz. İbrahim’in oradan çıkmasını istemiş, ve “Ey İbrahim!. Senin Rabbine dört bin sığır kurban keseceğim: Senin hakkındaki kudretini, izzetini gördüğümden dolayı buna karar verdim”, demiş, İbrahim Aleyhisselâm da “Sen benim dinimi kabul etmedikçe o kurban Allah katında makbul olup sana fâide vermez” diye ihtar buyurmuş. Nemrud ise: Ben mülkümü = saltanatımı terk edemem” demiş, bâtıl dininden ayrılmamış, buna rağmen yine birçok kurban kesmiş, Hz. İbrahim’i serbest bırakmıştı.
70. Ve ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları pek büyük hüsrana uğramış kimseler kıldık.
70. (Ve) o müşrikler (ona) İbrahim Aleyhisselâm’a (bir tuzak kurmak istediler) onu zarara sokmak, mahvetmek için pek büyük bir tuzak ve hiyleye başvurdular, pek muazzam bir ateş mahalli vücude getirdiler (biz de) kudret ve azametle (onları) o müşrikleri (pek büyük hüsrana uğramışkimselerden) daha ziyade felâket ve ziyana mâruz kalmış (kimseler kıldık) onların suikastleri sonuçsuz kaldı. Onların bâtıl üzere oldukları, Hz. İbrahim’in de hak üzere olduğu bu şekilde de ortaya çıkmış bulundu. Hattâ bu suikasti asıl tertib eden Nemrud ile yardımcılarına az sonra sivrisinekler musallat olmuş, onların etlerini yemiş, kanlarım içmiş ve Nemrudun dimağına girerek hepsini de helâk etmişlerdir.
71. Ve onu ve Lût’u kurtarıp bir yere kavuşturduk ki, o yerde âlemler için bereketler vermişizdir.
71. Bu mübarek âyetler de Hz. İbrahim ile Hz. Lût’un bir bereketli diyâra erdirildiklerini ve İbrahim Aleyhisselâm’a Hz. İshak ile Hz. Yakub’un ihsan buyurulmuş olduğunu bildiriyor. Muhterem zatların insanlık için birer hidayet rehberi, ve kendilerinin hayırlı işler ile, kutsal ibadetlerle mükellef bulunmuş olduklarını gösteriyor. Ve üçüncü bir kıssa olmak üzere de Lût Aleyhisselâm’ın hikmete, ilme, kurtuluşa ve rahmete nail olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve onu) İbrahim Aleyhisselâm’ı (ve) kardeşi oğlu olan Hz. (Lût’u) Nemrud’un suikastinden (kurtarıp) tam bir selâmetle (bir yere kavuşturduk ki, o yerde âlemler için bereketler vardır.) Evet.. Cenab-ı Hak o iki zatı, Irak diyarında Fırat nehrine yakın olan Bâbil şehrinden çıkarttı, Şam diyarına hicrete muvaffak etti ki, o Şam havalisinde birçok zatlar Peygamberliğe nail olmuşlar, Allah’ın şeriatlarını âleme yaymaya çalışmışlardır. O havalinin feyz ve bereketi pek çoktur, suları, ağaçları, meyveleri pek boldur. Hz. İbrahim, sonra Mısır’a da gitmiş, daha sonra Kenan diyarına varıp orada ikamet buyurmuştur. Lût Aleyhisselâm da Bâbil diyarındaki Sedum nahiyesine gönderilmiştir. Bir rivayete göre İbrahim Aleyhisselâm Filistin’e, Hz. Lût da Mutefikeye gitmişlerdir. Bu iki mahal arasındaki mesafe, bir gündüz ilebir geceden ibarettir.
72. Ve ona ishak’ı ve fazla olarak da Yakub’u ihsan ettik ve hepsini de sâlihler kıldık.
72. (Ve ona) İbrahim Aleyhisselâm’a ihtiyarlığı çağında (İshak’ı) oğul (ve) ondan başka da (fazla olarak da) torunu (Yakub’u ihsan ettik) o iki zat da peygamberlik şerefine nail bulunmuşlardır. (Ve hepsini de) İbrahim, Lût, Ishak ve Yakub Aleyhimüsselâm’ı da (sâlihler kıldık) kendilerini dinî ve dünyevî iyiliğe ve olgunluğa muvaffak buyurduk.
73. Ve onları imamlar kıldık ki, bizim emrimizle hidayet rehberi bulunurlar ve onlara hayırlı işleri yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik ve bize ibadet edenler oldular.
73. (Ve onları) o dört zatı (imamlar kıldık) başkalarını ıslah ve irşad etmek için görevlendirdik, kendilerini peygamberlikle şereflendirdik (ki, bizim emrimizle) izin ve müsaademizle ümmetlerine karşı birer (hidayet rehberi bulunurlar.) idi, insanları ilâhî dine davet eder dururlardı, (ve onlara) o muhterem dört zata (hayırlı işleri yapmayı) özellikle en muazzam birer ibadet ve itaat olan (namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik) emreyledik, onları bu vazifeler ile mükellef kıldık (ve) o dört zat, özellikle (bize ibadet edenler oldular) Allah’ı birleyen, ibadetlerde ihlaslı olarak vazifelerini ifaya devam ettiler.
74. Ve Lût’a da bir hüküm bir ilim verdik ve onu çirkince hareketlerde bulunan bir memleketten kurtardık ki, onlar hakikaten fasıklar olan bir kötü kavim idiler.
74. (Ve Lût’a da) o muhterem zata da (bir hüküm) yani: Hikmet veya peygamberlik veya dâvaları hakkiyle halletme ve karar verme kabiliyeti (ve bir İlim) peygamberliğin şanına lâyık bir bilgi, bir marifet ve fazilet (verdik) şanını yücelttik (ve onu çirkince hareketlerdebulunan) homoseksüellik gibi pek çirkin bir cinayeti işleyen (bir memleketten) yani: Sedum Beldesinin pis ahalisinden (kurtardık) onu selâmet sahasına erdirdik (ki, onlar) o Sedum ahalisi (hakikaten fasıklar olan bir kötü kavim idiler) onlar gayrı meşru fiilleri işlemeye düşkün, her bir hayırdan, ahlâkî hareketten kaçınır kimseler idi.
75. Ve onu rahmetimize kabul ettik, çünkü o, şüphe yok salihlerden idi.
75. (Ve onu) Lût Aleyhisselâm’ı (rahmetimize kabul ettik) rahmeti ilâhiyeyi celbe sebep olan güzel amellere, pek güzel ahlâk ve etvara muvaffak eyledik, kendisini nice ilâhî tecellilere, ve ilâhî feyizlere mazhar kıldık (çünki o) Yüce Peygamber (şüphe yok salihlerden idi) haklarında güzellik, şahsî yüceiik, ahlâkî yücelik takdir edilmiş zatlardan bulunuyordu. Almış olduğu ilâhî vahiy üzerine kavminin arasından çıkıp gitti, onu müteakip kavminin başlarına taşlar yağdı, yurtları zelzeleler ile alt-üst oldu; hepsi de helâk oldular. Rivayete göre Lût Aleyhisselâm seksen yaşında olduğu halde, Hicâz’da vefat etmiştir.
76. Ve Nuh’u da hatırla! O vakit ki, o evvelce niyazda bulunmuştu. Biz de ona icabet etmiş nihayet onu da, ehlini de pek büyük bir gamdan kurtuluşa erdirmiştir.
76. Bu mübarek âyetler de dördüncü bir kıssa olmak üzere Nuh Aleyhisselâm ile ona imân edenlerin kurtuluş sahasına erdiklerini, âsi ve inkârcı olan kavminin de helâk olup gittiklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûlüm!. (Ve Nuh’u da) hatırla, onun da tarihî hallerini bir ibret dersi olmak üzere başkalarına zikret, anlat. (O vakit ki: o) Nuh Aleyhisselâm (evvelce) Hz. Lût’tan ve benzerlerinden önce Cenab-ı Hak’kın müsaadesiyle (niyazda) kavminin helâki hakkında duada yeryüzünde kâfirlerin dolaşıp durmamalarını temennide (bulunmuştu) çünkü,o muhterem Peygamber, İmandan mahrum, insanî faziletlerden nasipsiz kimselerin yeryüzünü kirletip durmalarından müteessir bulunmuştu. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki: (Biz de ona icabet etmiş) o muhterem Peygamberin duasını azametimizle kabul eylemiş sonunda onu da) Hz. Nuh’u da (ehlini de) imânlarında sebat eden zatları da, aile fertlerini de (pek büyük bir gamdan kurtuluşa erdirmiştik) yani: Onları, o kavmin yalanlamasından, eza ve cefâsından, tufanın da müthiş dalgalarından koruyup himaye ederek kendilerini selâmet sahasına kavuşturmuştuk.
77. Ve bizim âyetlerimizi yalanlayan bir kavimden onu muhafaza ettik, şüphe yok ki, onlar kötülük yapan bir kavim idiler. Artık onları toptan suda boğuverdik.
77. (Ve bizim âyetlerimizi) kudretimize, birliğimize şahitlik eden sübjektif ve objektif sonsuz delilleri, kanıtları ve Nuh Aleyhisselâm gibi bir yüce peygamberin gösterdiği mucizeleri, delilleri (yalanlayan bir kavimden) maddî kuvvetlerine güvenen bir insanlık kütlesinden (onu) Hz. Nuh’u (muhafaza ettik) o inkârcıları kahrederek kendisini yardımımıza nail kıldık, (şüphe yok ki, onlar) o Nuh kavmi (kötülük yapan) iyi amellerden kaçınan (bir kavim idiler) hakkı yalanlıyorlardı, şerre ve diğer ahlâksızlıklara düşkün bulunuyorlardı, (artık onları cümleten) tufan hâdisesinin müthiş dalgaları arasında (boğuverdik) çünkü böyle bir dinsizliğe devam etmek, şer ve fesada düşkün olmak mutlaka helâkî getirir. Böyle kötü hallere mübtelâ olanlar sonunda mahv ve yok olup giderler. Dünya tarihi, buna birçok örnekler göstermektedir. İşte Nuh kavminin helâkı da bu cümledendir.
78. Ve Davûd ile Süleyman’ı da zikred ki: onlar ekin hakkında hüküm veriyorlardı. O vakit ki, onun içinde kavmin koyunları yayılmıştı. Ve biz de onların hükümlerine şahitler olduk.
78. Bu mübarek âyetler de Hz. Davûd ile Hz.Süleyman’a ait olan beşinci kıssayı teşkil edip o iki büyük Peygamberin sahip oldukları İlim ve hikmeti, mülk ve saltanatı bildiriyor. Davûd Aleyhisselâm’a dağların, kuşların boyun eğip onunla beraber tesbihte bulunmuş, Süleyman Aleyhisselâma da rüzgârların ve şeytanların boyun eğip onun emri dairesinde hareket eylemiş olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûlüm!. (Ve Davûd ile Süleyman’ı da) zikret, onların da şanını, hayat tarihini hatırla (o vakit ki, onlar) o muhterem baba ile oğul (ekin hakında hüküm veriyorlardı.) bir şahsın tarlasına veya üzüm bağına bir kavmin koyunları geceleyin, başlarında çobanlar! vesaire olmadığı halde girmişlerdi. (O vakit ki, onun içinde kavmin koyunları) girip (yayılmıştı) Hz. Davûd ile Hz. Süleyman’a müracaat ettiler, onlar da kendi ictihatlarına göre hüküm ettiler. (Ve biz de onların hükümlerine şahit olduk) o hükmedenler! ve haklarında hükm olunanları gördük, o hüküm ânında ilmen hazırdık ve haberdar bulunduk.
79. Onu onun hükmünü derhal Süleyman’a anlattık ve her birine bir hüküm ve bir ilim ihsan ettik ve Davud’a dağları ve kuşları musahhar kıldık, onunla beraber tesbihte bulunurlardı. Ve bunları yapanlar olduk.
79, (Onu) o hâdise hakkındaki hükmü (derhal Süleyman’a anlattık) ona ilham ettik, onu daha uygun bir hükme muvaffak kıldık. Şöyle ki: Rivayete göre Davûd Aleyhisselâm’ın huzuruna iki şahıs girmiş, biri demiş ki: Şu şahsın koyunları benim tarlama geceleyin girerek ekinlerimi harap etmiştir, bu hususa dair hükmet. Hz. Davûd da o harap edilen ekinler yerine o koyunların o tarla sahibine verilmesine hükmetmiş. Sonra bu iki şahıs, Hz. Süleyman’ın yanına gidip bu durumu anlatmışlar, o da demiş ki: Koyun sahipleri o tarladaki ekinleri eski haline getirinceye değin o koyunların ekin sahibine verilmesi bencedaha uygundur. Bu hükmü Hz. Davûd öğrenince o da bunu daha uygun görmüştür. Bu hüküm, kıyasa, ictihada dayanmış olduğu için böyle bir kanaat değiştirmek caiz bulunmuştur. Eğer o hüküm bir vahye dayanmış olsa idi elbette böyle fikir değiştirmek caiz olmazdı. Fıkıh hükümlerimize göre bu mesele de İmam-ı Azam’a göre: Eğer o koyunların başında onları sevkeden bir kimse bulunmamış ise bir tazminat lâzım gelmez, İmamı Şafiiye göre ise eğer bu hâdise geceleyin olmuş ise tazminat lâzım gelir, zâyi olan ekinlerin kıymetini ödemek lâzımdır. Çünkü bu gibi hayvanları geceleyin zaptedip serbest bırakmamak adettir, fakat gündüzün vâki olmuş ise böyle bir tazminat lâzım gelmez. Zira hayvanların mer’aya gitmeleri için gündüzün serbest bırakılması adettir. Binaenaleyh ekinleri ve bağları gündüzün sahiplerinin beklemeleri mutad bulunmuştur. Yüce Yaratıcı Hazretleri o iki Peygamberini de büyük nimetlere nail buyurmuş olduğunu beyan için buyuruyor ki: (Her birine bir hükm) peygamberlik, hikmet üzerine kurulmuş bir amel (ve bir İlim) iyi ameller ile desteklenmiş bir irfan ve mârifet (ihsan ettik) her ikisini böyle faziletlere donattık. İctihatlarındaki fark, onların kadrini haşâ düşürmüş değildir, nassa muhalif olmayan, ictihada mahal bulunan bir mesele hakkında içtihadında hatâ eden de bir sevaba nail olur, hatasından dolayı sorumlu olmaz. Elverir ki; Hakkında hükmedilen hâdise, ictihada mehel olsun. Hz. Davûd ile Hz. Süleyman’dan herbiri birçok mucizelere, hârikalara nail bulunmuştu. Bu cümleden olarak (Davud’a dağları ve kuşları musahhar kıldık) o büyük ve pek çok varlıklar o Yüce peygamber’e tâbi idiler, (onunla beraber tesbihte bulunurlardı) onlar da Allah Teâlâ’yı takdise, birlemeye devam ederlerdi, Hz. Davûd, onların bu tesbihini işitir, kalben daha ziyade sevinç duyardı. (Ve) Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Bunları (yapanlar olduk.) buhârikalar Allah’ın kudreti ile vücude gelmiş oldu bunları imkânsız görmeye yer yoktur. Hak Teâlâ Hazretleri her türlü hârikaları vücude getirmeğe kadirdir. Buna inanmışızdır. Peygamber Efendimizin huzuruna konulan yemeğin, mübarek ellerine aldığı taşların da tesbihte bulunmuş oldukları vakidir.
80. Ve sizin için sizi savaşlarınızın şiddetinden korusun diye giyilecek zırh san’atını ona Hz. Davud’a tâlim ettik. Artık sizler şükr ediciler misiniz?
80. Allah Teâlâ Hazretleri, Davûd Aleyhisselâma verdiği diğer bir nimeti de şöyle beyan buyuruyor: (Ve sizin için) siz insanlar, istifade edesiniz diye (sizi savaşlarınızın şiddetinden korusun diye) yani: Sizi düşmanlarınızın savaşından veya silahların vücutlarınıza tesirinden sizi koruması için de (giyilecek zırh san’atım ona) Hz. Davud’a (tâlim ettik) demirler onun parmakları arasında istediği şekli alırdı ateşe vesaireye muhtaç bulunmazdı. Zırhı ilk icat eden Hz. Davud’dur. (artık) Ey insanlar!. (Sizler şükredîciler misiniz?.) yani: Size bu nimetleri veren Yüce Yaratana şükürler sunmalı değil misiniz?. “Bu âyeti kerime gösteriyor ki: Faideli bir sanat, savaş malzemelerini tedarik, takdire şayandır, şükre lâyıktır. Hz. Davûd gibi bir Peygamber ve aynı zamanda bir hükümdar, bir sanat sahibi bulunuyordu. O sanat ile hem milletinin bekâ ve yükselmesine hizmette bulunuyor, hem’de geçimini temin ediyordu, kimseye yük olmak istemiyordu. Demek ki: Allah’ın dini bakımından sanatkâr olmak, faideli şeyleri vücude getirmek pek övülmüştür, teşekküre pek lâyıktır. Bu da İslâmiyette iktisadî faaliyetin ehemmiyetini, ve İslâm milletini koruyacak olan vâsıtaların lüzumunu bildirmektedir. Demek ki: İslâmiyet, bizleri dünyevî hayatımız itibariyle de ne kadar çalışma ve gayrete teşvik etmektedir. Artık bunu güzelce anlamalı da İslâmiyet’inkalkınmaya engel değil, ne kadar çok kalkınma sebebi olduğunu anlamalıdır.
81. Ve Süleyman’a da şiddetli esen rüzgârı emrine verdik ki, içinde bereketler vücuda getirmiş olduğumuz yere onun emriyle eserdi. Ve biz her şeyi bilmekteyiz.
81. (Ve Süleyman’a da şiddetli esen rüzgârı) emrine verdik (ki) onun emrine boyun eğer, onun dilediği biçimde şiddetlice veya hafifçe eser ve (içinde bereketler vücude getirmiş olduğumuz yer) Şam diyarına (onun emriyle eserdi.) Hz. Süleyman da onun maiyetinde olanlar da o rüzgârların üzerine biner, Şam’dan diledikleri yerlere gidip yine Şam’a dönerlerdi. (Ve bîz herşeyi bilenlerriz) Evet.. Cenab-ı Hak, her şeyi bilir, Peygamberleri diğer kulları hakkında ne gibi şeylerin vücude getirilmesinde bir hikmet ve fayda bulunduğunu hakkiyle bilicidir, onun kudreti sonsuzdur. Artık bu gibi hârikaları vücude getirmiş olduğu uzak görülemez. Bugün nice ağır, demirden yapılmış uçakların havada uçup gittiğini görüyoruz. Bütün bunlar Allah’ın kudretinin büyüklüğüne birer şahittir. Çünkü havalarda o büyük kütleleri düşmekten koruyan ancak Allah Teâlâ’dır. Artık Peygamberlerine de teknik bir vasıtasaya teşebbüs edilmeksizin böyle rüzgârları emrine verebilir. Bu hangi bir akıl sahibi imkânsız görebilir?.
82. Ve şeytanlardan onun için dalgıcılık edenleri ve ondan başka işleri yapanları da musahhar kılmıştık ve onlar için hıfzedenler biz olduk.
82. (Ve şeytanlardan onun için) Süleyman Aleyhisselâm’a mahsus olmak üzere (dalgıcılık edenleri de) emrine verdik ki, kötülükte ısrar eden mahluklar bile, Hz. Süleyman’ın emrine itaate mecbur bulunuyorlardı, onun için denizlere dalarak en nefis, kıymetli şeyleri, cevherleri çıkarıyorlardı. (ve ondan başka) öyle denizlere dalıp faideli şeyleri çıkarmadanayrı (işleri yapanları da) öyle muhtelif işlerde çalışan, şehirler yapan, garip sanatlar meydana çıkaran şeytanları da Hz. Süleyman’a musahhar kılmıştık. İşte Cenab-ı Hak, dileyince böyle hârikalar vücude getirir, kâfirleri de müminlere hizmetçi kılar. (Ve onlar için) o istihdam edilen şeytanlar için, Hz. Süleyman’a muhalefette bulunmamaları, onun emrine muhalefet etmemeleri, yaptıklarını daha sonra bozmamaları hususunda (hıfzedenler bîz olduk.) yani: Hak Teâlâ Hazretleri onları ilâhî kudreti ve büyüklüğü ile öyle zapt etmiş, onları koruma altında bulundurmuş, isyanlarına, kaçınmalarına yaptıklarını bozmamalarına meydan vermemiştir. Şeytanlar, gündüzün yaptıkları şeyleri daha gece olmadan bozarlar, bu onların yaratılışı gereğidir. Fakat Hz. Süleyman’a karşı bunu yapmağa muktedir olamamışlardı. Çünkü Cenab-ı Hak, onları Hz. Süleyman’a karşı öyle bozguncu hareketlerden men etmişti. Deniliyor ki: Bir kısım melekler ve mümin cinler bu hususa tâyin edilmişti. O şeytanların fesadına meydan vermiyorlardı.
§ Süleyman Aleyhisselâm, Davûd Aleyhisselâm’ın oğludur. Onun vefatından sonra yerine henüz onüç yaşında iken hükümdar olmuş, sonra da kendisine peygamberlik verilmişti. Pâyitahtı Kudüs-ü Şerif idi. Tedmür şehrini ve diğer bir kısım beldeler! yaptırmıştır. Yedi senede Mescid’i Aksa’yı imal ettirmişti. Kendisine birçok hükümdarlar itaatte bulunmuşlar, hediyeler göndermişlerdi. Hattâ Himyer hükümdarlarından Yemen melikesi olan Belkıs gelerek kendisini ziyaret etmiştir. Zamanında İlim ve hikmet, san’at ve ticaret pek ziyade gelişmişti, mükemmel gemiler yaptırmıştı, Kızıldeniz’de ve Uruman’da dolaşan tüccarlar, memlekete kıymetli şeyler getiriyorlardı. Hz. Süleyman, bir mucize olmak üzere kuşların dillerini, maksatlarını anlardı, hükmü cinlere verüzgârlara bile geçerdi. Kırk sene hükûmette bulunduktan sonra elliüç veya altmış yaşında iken milâttan 962 veya 976 sene evvel ahirete irtihal etmiştir. Kendisinin “Âgâni” ünvaniyle manzûmeleri ve hikmetli bir kitabı olduğu rivayet edilmiştir. Kendisinin veziri, akıl ve hikmet sahibi bir zat olan “Âsaf” idi. Süleyman Aleyhisselâm’dan sonra oğlu yerine hükümdar olmuş ise de devletini muhafaza edememiş, ayrılıklar yüz göstermiş, İsrail oğulları iki devlete ayrılmışlardır. Biri “Yehûdâ” devleti idi ki, pâyitahtı Kudüs-ü Şerif idi ve bu devlet insanların gözünde daha muteber bulunuyordu. Diğeri de “İsrail” devleti idi ki, bunun idare merkezi “Nablus” sonra da “Samire” şehri olmuştu. Bu devlet, on sıbttan = kabileden ibaret olduğu için hükümdarlarına “Mülükî isbat” da denilmişti. Bunlar Yehûdâ devletine karşı isyancı, gasbedici sayılıyorlardı. Daha sonra o iki devlet de doğru yoldan çıkmıştı, onlar Musa Aleyhisselâm’ın şeriatına muhâlefete başlamış, aralarında birçok bidatlar meydana gelmişti. Hattâ İsrail devletinde putperestlik bile ortaya çıkarak “Beal” denilen bir puta tapmaya başlamışlardı. Sonunda İsrail devleti, Asurîler tarafından malıvedildi. Yehûdâ devleti de “Buhtinesser” in hücumuna uğradı, Birçok Yahudiler bâbil esaretine düştü, daha sonra da İsrail oğulları İranî’lerin, Yunanîlerin ve Roma’lıların hâkimiyetleri altında kalmışlardı.
83. Ve Eyyub’u da an o vakit ki, Rabbine nida etti, dedi ki: Şüphe yok, beni zarar kapladı ve sen yarabbi rahmet edenlerin en merhametlisisin.
83. Bu mübarek âyetler de altıncı kıssa olmak üzere Eyüb Aleyhisselâm’ın durumunu bildiriyor. O muhterem Peygamberin yakalandığı rahatsızlıklardan duası neticesinde kurtularak birnice nimetlere nail olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Yüce Resûlüm!. Ya Muhammed!. Sen (Eyüb’üde) an, onun kıssasını da zikret (o vakit ki. Rabbine nidâ etti) duada, niyazda bulundu da dedi ki: (Şüphe yok beni zarar) nefsime ait bir hastalık ve zafiyet (kapladı) her tarafımı sardı (ve sen) Yarabbi!. (Rahmet edenlerin en merhametlisisin) artık beni de ilâhî merhametinden mahrum bırakma, beni bu elem verici arızadan kurtar.
84. Biz de onun duasını kabul ettik de onda olan ıstırabı açıverdik ve ona ailesini ve onlar ile beraber onların bir mislini kendi tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir öğüt olmak üzere verdik.
84. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Biz de onun) Eyüp Aleyhisselâm’ın (duasını kabul ettik de) niyazına icabet eyledik te (onda olan ıstırabı açıverdîk) hastalığını giderdik, kalp huzurunu iade ettik (ve ona ehlini) erkek ve kız çocuklarını tekrar verdik, ölenleri dirilttik veya onların adedince kendisine evlât ihsan eyledik (ve onlar ile beraber onların bir mislini) de (kendi tarafımızdan bir rahmet) bir ilâhî lütuf olarak (ve ibadet edenler için) İmân ve iyi hal sahipleri için de (bir öğüt olmak üzere verdik) Eyüb Aleyhisselâm’ı böyle birçok evlada nail kıldık. Bu hal, o muhterem Peygamber için bir ilâhî rahmet olmuştur. Diğer müminler içinde bir nasihattır ki, insanlık hali hasta oldukları, bazı nimetlerden mahrum kaldıkları zaman üzüntüye kapılmasınlar, Cenab-ı Hak’tan ümitlerini kesmeyip sabretsinler, ihlaslıca dua ve niyazda bulunsunlar. Onlar yine sıhhatlere, nimetlere nail olabilirler, dünyada olmasalar da ahirette bu dünyevî ıstırapların, mahrumiyetlerin mükâfatını görürler. İşte Hz. Eyüb’ün kıssası, bir ibret örneği teşkil etmektedir.
§ Eyüb Aleyhisselâm, İshak Aleyhisselâm’ın oğlu ilyasın evlâdındandır. Hz. İsa’nın doğumundan sekiz asır evvel yaşamış olduğu zannediliyor. Annesi de Lût Aleyhisselâm’ın evlâdından imiş. Dımışk tarafında birçokserveti ve evlâdı var idi. Eşi de Yusuf Aleyhisselâm’ın oğlu Efrayim’in kızı Rahime bulunuyordu. Kendisi peygamber olduğu gibi kendisinden sonra “Bişr” adındaki oğlu da peygamberliğe nail olmuştur. Hz. Eyüb, bir ilâhî imtihan olmak üzere üzüntülere mâruz kaldı, deniliyor ki: Evi yıkılıp on kadar çocuğu altında kalarak vefat etti. Malları elinden çıktı, onsekiz veya onüç sene kadar hasta oldu. Bununla beraber hastalığı insanların nefretini çekecek bir vaziyette değildi. Öyle hastalıklardan Peygamberler bir hikmet gereği korunmuşlardır. Bu muhterem zat, bütün bu musibetlere karşı sabrediyordu. Hattâ deniliyor ki: Eşi birgün kendisine demiş ki: Cenab-ı Hak’ka dua etsen olmaz mı ki, bu dertleri senden gideriversin. O da demiş ki: Benim bolluk ile, geçim genişliği ile yaşadığım müddet seksen senedir, bu darlık, hastalık müddetini ise o genişlik müddetine kavuşmuş değildir. Artık ben Allah Teâlâ’dan utanırım ki, ona dua ederek bu halin giderilmesini temenni edeyim. Maamafih bir takım dinsizler, eğer o Peygamber olsa idi böyle musibetlere mâruz kalmazdı, demişler ve kendisi de pek perişan bir halde bulunmuş olduğu için secdeye kapanmış, “Yarabbi!. Beni zarar kapladı, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin, diye duada bulunmuş, hemen kendisine bir nidâ gelerek denilmiş ki: başını kaldır, duan kabul olundu, ayağını yere vur, o da vurmuş, yerden bir su kaynayıp çıkmış, onunla yıkanmakla bedeninin dışındaki hastalıktan bir eser kalmamış, ayağını tekrar yer vurmuş, diğer bir göze meydana gelmiş, ondan içince de içerisinde ne hastalık adına bir şey kalmamış, tamamen sıhhat bulup kendisine gençlik ve güzelliği yeniden geli vermiştir. Ve daha sonra evlâdı da dünyaya gelmiş, vefat eden çocuklarının iki misli çocuklara nail olmuştur. Hz. Eyüb, pek yüce bir şahıs idi, fakirlere çok merhametli bulunurdu, misafirlere, yetimlere pek ziyade bakardı. Kendisine kavminden yedikişinin imân etmiş olduğu rivayet olunuyor. Yüzkırk sene kadar yaşamış olduğu tahmin ediliyor, doksan üç sene kadar yaşamış olduğu rivayet edilmiştir.
85. Ve İsmail ve İdris ve Zülkifl’i de hatırla Hepsi de sabredenlerden idiler.
85. Bu mübarek âyetler de yedinci kıssa olmak üzere İsmail, İdris ve Zülkifl Aleyhimüsselâm’a dair malûmat veriyor, onların salih zatlardan olup Allah’ın rahmetine kabul edilmiş olduklarını beyan buyuruyor. Şöyle ki: (Ve) Ey Son Peygamber!. Sen (İsmail, İdris ve Zülkifl’i) de an, onların yüksek menkibelerini de hatırla (hepsi de sabredenlerden idiler.) Mükellef oldukları dinî vazifelerine ve yakalanmış oldukları bir takım arızalara karşı tam bir metanetle sabır ve sebat göstermiş, bu sabırlarının mükâfatına kavuşmuşlardı.
86. Ve onları rahmetimize kabul ettik. Şüphe yok ki, onlar salihlerden idiler.
86. (Ve onları) o isimleri bildirilen muhterem zatları (rahmetimize kabul ettik) onları peygamberliğe nail kıldık veya ahiret nimetlerine kavuşturduk, (şüphe yok ki, onlar) o muhterem zatlar, (iyilerden idiler) çünkü onlar peygamberlik ve keramet ünvanına sahip oldukları için yaratılış bakımından tam bir iyi hale sahip, Allah’ın rızasına uygun amellere devam eden zatlar bulunuyorlardı. Peygamberler mâsum oldukları için onlardaki iyi hal, mükemmel derecededir.
§ Malûm olduğu üzere İsmail Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm’ın büyük oğlu idi. Bir müddet annesi Hacer ile beraber Mekke-i Mükerreme civarında bulunmuş, Allah yolunda kurban edilmesine razı olmuş idi. Fakat Cenab’ı Hak ona bedel bir kurban ihsan edip onu kurban kesilmekten kurtarmıştı. İdris Aleyhisselâm da, babası Hz. Şitten sonra Peygamberliğe nail olmuş, kendisine otuz sahife gelmiştir, İlk önce kalem ile yazı yazanve ilk elbise diken o muhterem Peygamberdir. Ondan evvel Adem oğulları hayvan derisi giyerlermiş. Hz. İdris’e göklerin sırları açılmış, sonunda hayatta olduğu halde göğe kaldırılmıştır. Zülkifl aleyhisselâm da ya ilyas veya Yûşa bin Nun veya Zekeriya Aleyhisselâm’dır. Büyük bir ibadet zevkine ermişti. Deniliyor ki: Vefat edinceye kadar her gece yüz rekât na-naz kılmayı üzerine almış, tekellüfte bulunmuş olduğu için bu adı almıştır. Bu zatın Peygamber olmayıp pek iyi bir zat olduğu görüşünde olanlar da vardır. Bununla beraber şöyle de rivayet edilmiştir ki, Bu zat ilyesa Aleyhisselâm’a halef olarak Peygamber bulunmuştur. Bitlis şehri yakınında veya Şam’da gömülüdür.
87. Ve Zünnun’ü da an o vakit ki: Öfkeli olarak gitmişti. Bizim kendisini sorumlu tutmayacağımızı zannetmişti. Derken karanlıklar içinde kalıp niyazda bulundu ki: Yarabbi! senden başka ilâh yoktur, seni tenzih ederim şüphe yok ki, ben zalimlerden oldum.
87. Bu mübarek âyetler de sekizinci kıssa olmak üzere Zünnun denilen Yunus Aleyhisselâm’ın kavminden uzaklaştığnı, sonra .büyük bir tehlikeden kurtulup necata erdiğini ve hakikî müminlerin de böyle kurtuluşa ereceklerini beyan buyurmaktadır. Şöle ki: (ve) Yüce Resûlüm!. Sen (Zünnun’u da) balık musahibi olan, yani: Balık tarafından geçici olarak yutulmuş bulunan Yunus Aleyhisselâm’ı da an, onun garip hayat hadisesini de zikreyle (o vakit ki,) Niynuva ahalisi olan kavminin küfürlerinde devam edip durduklarından, kendi öğütlerini kabul etmemelerinden üzülmüş ve (öfkeli olarak) onların aralarından, çıkıp (gitmişti) Dicle kenarına varıp bir dolmuş gemiye bindi, (bizim kendisini sorumlu tutmayacağımızı) yani: Hakkında bir ceza takdir edilmiş olmadığını veyahut kendisini bir sıkıntıya düşürmeyeceğimizi (zannetmişti) yani: Bir ilâhî müsaade olmaksızınpeygamberlik dairesini terk ettiğinden dolayı bir cezaya uğramıyacağı kanaatinde bulunmuştu. Fakat iş öyle zannettiği gibi olmadı, bir hikmet gereği bir nevi ilâhî azarlamaya uğradı, o binmiş olduğu gemi yürümez oldu. Gemi reisi dedi ki: İçimizde bir suçlu kimse olmalı, Kur’a atalım, kime isabet ederse onu denize atalım, Kur’a atıldı, Hz. Yunus’a isabet etti, o da: Suçlu benim ki, daha Allah’ın izni olmadan vazifemin başından ayrıldım diyerek, kendisini denize atıverdi, kendisini hemen büyük bir balık yuttu. (Derken karanlıklar içinde) balığın karalık karnında kalıp yaptığından pişman oldu, hemen tövbe ve istiğfar ederek (niyazda bulundu ki:) Yarabbi!. (Senden başka ilâh yoktur, seni tenzih ederim) yani: Sana -inandım ki- hiç bir şey âciz bırakamaz, sen kimseye haksız yere ceza vermezsin, benim başıma gelen bu felakette benim tarafımdan verilmiş bir sebepten dolayıdır. (Şüphe yok ki, ben) daha ilâhî müsaade olmadan böyle bir hicrete kalkışmamdan dolayı kendimi bu tehlikeye düşürdüm. (Zalimlerden oldum) nefislerine zulmeden kimselerden bulundum.
88. Artık biz de onun duasını kabul ettik de onu gamdan kurtardık ve müminleri de böylece kurtuluşa erdiririz.
88. Çok yarlıgayan ve esirgeyen Allah Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki: (Artık) Yunus Aleyhisselâm’ın öyle yapmaması daha iyi kabilinden olan bir kusurunu itiraf etmesini gösteren o pek güzel bir şekildeki (duasını kabul ettik de onu gamdan) o balığın yutması üzüntüsünden veyahut yapmış olduğu hatanın endişesinden (kurtardık) onu balık sahile atıverdi, öyle büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldu. Rivayete göre balığın karnında dört saat veya üç gün kalmıştır, (ve müminleri de böylece) Hz. Yunus hakkındaki harikulâde bir kurtuluş gibi bir suretle (kurtuluşa erdiririz.) elverir ki:İnsan kusurunu bilip itiraf etmiş, tövbe ve istiğfar edip ilâhî affa ilticada bulunsun. Resûl-i Ekrem Sallallahu aleyhi vesellem efendimizden rivayet edilir ki: Her kim, hangi bir gam ve şiddetten dolayı bu dua ile, yani Hz. Yunus’un yaptığı dua gibi duada bulunursa onun duası kabul olunur.
§ Yunus Aleyhisselâm, annesine nisbetle Yunus bin Metta diye anılır, İsrail oğullarına gönderilmiş Peygamberlerdendir. Asuriye devletinin pâyitahtı olup bugün Musul şehrinin karşısında harabeleri görülen Niynuva beldesi ahalisine Peygamber gönderilmişti. Onları tevhid dinine davet etmiş, kendilerine otuz üç sene kadar nasihatlarda bulunmuştu. Putlara tapınmakta bulunan o ahali ise o müşrikce vaziyetlerini terketmemişlerdi. Artık onların başlarına büyük bir musibet geleceğini onlara ihtar buyurmuştu. Onların ıslahı mümkün olmadıklarını görerek aralarından çıkıp gitti. Gök yüzü karardı, Niynuva şehrini kara bir duman kapladı, ahalisi başlarına büyük bir felâket geleceğini anlayarak feryat ve figana başladılar, Cenab’ı Hak’ka yalvarmada bulundular, bunun üzerine o korkunç azab felâketi üzerlerinden açılmaya başladı, Hz. Yunus da tekrar yanlarına dönerek bir müddet daha vazifesine devam buyurdu, o ahali de o mübarek Peygambere tâbi olup onun nisahatlariyle amel etmeğe başladılar. Bu âyeti kerimedeki: “Ve müminleri de böylece kurtuluşa (erdiririz.) mealindeki ilâhî beyan, bu ahalinin böyle bir felâketten kurtarılmış olduğuna işareti içermektedir. Rivayete göre Yunus Aleyhisselâm, daha sonra Niynuva’yı terkederek üzlet buyurmuş olduğu bir mahalde ahirete irtihal etmiştir. Asuriye devleti de daha sonra yıkılmıştı, Niynuva ülkesi de Yunanî’lerin, Roma’lıların hâkimiyeti altına girmiş, orada bulunan İsrail oğulları çeşit çeşit inkılâplara, mağlûbiyetlere uğramışlardır.
89. Ve Zekeriya’yı da an o vakit ki, Rabbine nidâ etti. Yarabbi! Beni yalnız bırakma, sen vârislerin hayırlısısın dedi.
89. Bu mübarek âyetler de dokuzuncu kıssa olmak üzere Zekeriya Aleyhisselâm’ın menkîbelerini gösteriyor, duasının kabul edilip kendisine Yahya Aleyhisselâm gibi pek kıymetli bir oğul verildiğini, eşinin de halini düzeltmeye muvaffak kılındığını ve hepsinin de mütevazi, Allah korkusu taşıyan zatlar olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve) Ey Peygamberlerin iftiharı!. (Zekeriya’yı da) an, onun haberini de hatırla (o vakit ki) o muhterem Peygamber (Rabbine nidâ etti) istirhamda bulundu (Yarabbi!. Beni yalnız bırakma) bana ihsan buyurduğun İlim ve hikmete vâris olacak erkek evlâttan beni mahrum kılma (sen vârislerin hayırlısısın) bütün mahlûkatın yok olmasından sonra bâki olan ancak sensin, eğer bana bir vâris ihsan buyurmaz isen sen bana kâf işin.
90. Biz de ona icabet ettik ve ona Yahya’yı ihsan eyledik ve onun için eşini ıslah kıldık. Muhakkak ki, onlar hayırlı işlere koşarlardı. Ve bize rağbetle ve korku ile dua ederlerdi ve bizim için mütevazi zatlar olmuşlardı.
90. Cenab’ı Hak buyuruyor ki: (Biz de ona icabet ettik) Zekeriya Aleyhisselâm’ın duasını kabul buyurduk (ve ona Yahya’yı ihsan eyledik) ihtiyarlığı zamanında onu kendisinin peygamberliğine vâris olacak muhterem bir oğul sahibi kıldık ki, onun adı Yahya’dır. İbni Abbas Hazretlerinden rivayet edildiğine göre Hz. Zekeriya, yüz, eşi “İyşâ” da doksandokuz yaşında bulunuyorlarmış. (ve onun için) Zekeriya Aleyhisselâm’a (eşini ıslah kıldık) o da ihtiyar, kısır bir kadın iken onu çocuk doğurmaya elverişli eyledik veya onu her hayra, dinî işlere muvaffak kıldık, çabuk sinirlenen biri iken ahlâkını güzelleştirerek kendisini güzel ahlâka kavuşturduk. (Onlar) bu sürede mübarek isimleri zikredilenPeygamberler veyahut Hz. Zekeriya ile eşi ve Hz. Yahya (hayırlı işlere koşarlardı) sürekli olarak ibadet ve itaatde bulunurlardı. (ve bize) ilâhî zatıma (rağbetle) rahmetimizi şiddetle arzu ederek (ve haşyetle) ilâhî cezadan korkarak (dua ederlerdi) dua ve niyazda bulunurlardı. (Ve bizim için mütevazi) sürekli bir korku ile alçak gönüllü (zatlar olmuşlardı) işte bu muhterem zatlar bu gibi pek yüksek ahlâk ile, hasletler ile muttasıf oldukları için öyle büyük mevkilere nimetlere nail olmuşlardı.
§ Zekeriya Aleyhisselâm, Süleyman Aleyhisselâm’ın soyundandır. Beyti mukaddeste reis idi, peygamberliğe de sahip bulunmuştur. Oğlu Yahya Aleyhisselâm dp daha genç iken Peygamberliğe nail olmuştu, Hz. İsa’nın şeriatiyle amel etmekle gö revli idi. Zekeriya Aleyhisselâm, şehit edilmiş olduğu gibi Yahya Aleyhisselâm da İsrail oğullarının reisi olan Hiredus’un bir nikâh meselesi hakkındaki arzusuna uygun fetva vermediği için şehid edilmiştir. Bu olay, Hz. İsa’nın göğe kaldırılmasından bir sene evvel vâki olmuştur. Bu mübarek zatları şehit edenler, daha sonra lâyık oldukları cezalara kavuşmuşlar, yurtları harab olmuş, nesilleri kesilmiş gitmiştir.
91. Ve namusunu pek güzelce korumuş olanı da an ki kendisine ruhumuzdan üflemiştik. Ve onu ve oğlunu da âlemlere bir âyet kılmıştık.
91. Bu mübarek âyetler de onuncu kıssa olmak üzere Hz. Meryem’in ve muhterem oğlunun ibret verici hallerine işaret ediyor, İslâm dininin bütün insanlığa ait bir birlik dinî olduğunu ve âlemlerin Rabbi olan Cenab’ı Hak’ka ibadet edilmesini emrediyor. insanlar arasındaki ayrılıkların devam edeceğini ve sonunda bütün insanların Allah’ın huzuruna gideceklerin! ihtar buyuruyor. Helâk olmaları takdir edilmiş olan kavimlerin de Yecüc ile Mecücün yeryüzüne dağılmalarına kadar küfürlerini terk etmiyeceklerini beyanbuyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Yüce Peygamber!. (Namusunu pek güzelce korumuş olanı da) yani kendisine ne helâl ne haram olarak bir erkek temas etmemiş, gayet iffetli ve namuslu ve dinî metanetle mümtaz bulunmuş olan Hz. Meryem’i de an ki: (Kendisine ruhumuzdan üflemiştik) yani: Bizim emrimizle meydana gelen bir ruh ile Hz. İsa’yı Meryem’in içerisinde hayata kavuşturmuştuk. Yahut Cenab-ı Hak’kın emrine binaen Cibril-i Emin Hz. Meryem’in gömleği yakasından üfleyerek o şekilde Hz. İsa vücude getirilmiş oldu. Böyle hayat vesilesi olan ruhun Hak Teâlâya izafe edilmesi, İsa Aleyhisselâm’a şeref vermek içindir. Nitekim mukaddes Kâbe’ye “Beytullah = Allah’ın evi” denir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ ruhtan, eve ihtiyaçtan münezzehtir, bütün ruhlar ve mekânlar onun yaratmasının birer eseridir. Evet.. Cenab-ı Hak, İsa Aleyhisselâm’a büyük bir şeref vermiştir, İşte buyuruyor ki: (ve onu da ve oğlunu da) yani: Hz. Meryem’in de, Hz. İsa’nın da kıssasını, harikulâde hallerini (âlemlere bir âyet kılmıştık) onların varlığı, bütün insanlar ve cinler, bütün melekler için Allah’ın kudretinin büyüklüğüne şahitlik eden büyük bir delildir. Onu düşünenlerin gözleri önünde Allah’ın kudretinin sonsuzluğu tecelli eder. Çünkü fevkalâde bir iffet ve temizlik sıfatına sahip olan ve hiçbir erkek ile temas etmemiş bulunan Hz. Meryem’in, Hz. İsa gibi doğar doğmaz konuşup annesinin iffetini aklayan ve peygamberlik rütbesine eren bir oğula nail olması, ilâhî kudretin büyüklüğüne şahitlik eden bir açık kesin delildir.
92. Şüphe yok ki bu, bir tek din olarak sizin dininizdir ve ben de sizin Rabbinizim. Artık bana ibadet ediniz.
92. (Şüphe yok ki, bu) yani: Tevhit dini, İslâm milleti (bir tek din) şeriat (olarak sizindininizdîr) yani: Ey muhataplar!. Ey din ile mükellef insanlar!. İşte kıssaları beyan olunanPeygamberler, bir tek millet teşkil ediyorlardı, hepsi de Allah’ın birliği inancında birleşmiş idiler, bütün insan cemiyetlerinin tâbi olacakaln din, bu İslâm dininden başka değildir. (Ve ben de sizin Rabbinizim) Hz. İsa’yı da diğer mahlûkatı da meydana getiren, besleyen, hepsine ihsanda bulunan ancak ben Yüce Yaratıcıyım, başkası değildir. (Artık bana ibadet ediniz) başkalarını mabut edinmeyiniz, putlara ve insanlara sakın tapınmayınız.
93. Bazı milletler din işlerinde kendi aralarında fırka fırka oldular. Hepsi de bize dönücülerdir.
93. Fakat ne yazık ki, bazı milletler (din işlerinde kendi aralarında fırka fırka oldular) dinlerini ayrılığa uğrattılar, birbirini lânetleyerek birbirinden ayrıldılar, parça parça olup durdular. Yahudi ve Hıristiyan taifeleri gibi ki, bütün Peygamberlerin müttefik oldukları dinî esasları değişikliğe uğrattılar. (Hepsi de) bütün bu dağınık halde bulunanlar kıyamet gününde (bize dönücülerdir) artık haklarında hükme-deceğizdir, hakkı savunanlar, mükâfata, batılı savunanlar da hak etmiş oldukları cezaya kavuşacaklardır. Bunu bir kere düşünmelidirler.
94. İmdi her kim mümin olduğu halde güzel güzel amellerden işlerse artık onun çalışması için inkâr yoktur ve şüphe yok ki, biz onun için yazıcılarız.
94. (İmdi) şu muhakkaktır ki, (her kim) herhangi millet fertleri (mümin) İslâm dinine nail (olduğu halde güzel güzel amellerden işlerse) Allah katında makbul, sevabı gerektiren amellerden mümkün mertebe ifaya çalışmış bulunursa (artık onun çalışması için inkâr) mahrumiyet (yoktur) o güzel amellerinin sevabına mutlaka kavuşacaktır. Cenab-ı Hak, bir kerem sahibi mabuttur, kullarını lâyık oldukları mükafatlardan mahrum bırakmaz, onların takdire şayan amellerini inkâr etmekten münezzehtir, (ve şüphe yok ki, biz onun için) o amelleri işleyen kimse adına onunişlediği şeyleri (yazıcılarız) Evet.. Cenab-ı Hak’kın emriyle koruyucu melekler, onların bütün işlerini, sözlerini ameller sahifesine kaydetmektedirler, hiç biri zayi olmayacak, meçhul kalmıyacaktır.
95. Ve kendisini helâk ettiğimiz bir belde ahalisi için dönmemeleri imkânsızdır.
95. (Ve kendisini helâk ettiğimiz) ölüme mahkûm eylediğimiz (bir belde) ahalisi (için memnudur ki) imkânsızdır ki, Allah’ın takdirine aykırıdır ki, (onlar) bize (dönmiyecekler olsunlar) böyle bir hal, mümkün değildir. Herhalde o ölenler, yeniden hayat bulup Cenab-ı Hak’kın mahkemeî kübrasına sevkedileceklerdir, ölmekle mahvolup gitmiş olmayacaklardır. Mümin, iyi olan kimseler, ebedî nimetlere nail olacaklardır. Kâfir olanlar da ebedî azaplar içinde kalacaklardır.
96. Yecüc ve Mecüc açılıp da onlar her tepeden koşmaya başlayacakları zamana kadar bu kavimlerin halleri devam eder.
96. Evet.. İnsanlar arasında ayrılıklar devam edecektir, (yecüc ve mecüc) denilen iki büyük kabile (açılıp da) onları arkasında tutan sed yıkılıp da o iki taife (her tepeden) her yüksek mevkiden (koşmaya başlayacakları) yeryüzüne yayılacakları (zamana kadar) bu insanların, yeryüzündeki bu muhtelif milletlerin halleri, ihtilafları devam edip duracaktır.
§ Zülkarneyin, Yemen’de hüküm sürmüş olan bir zattır. Seyahati esnasında “Beynesseddeyn = iki set arası” denilen bir yere varınca orada bulunan bir kavirr kendisine müracaat ederek “yecüc ve mecüc” adındaki iki kabilenin kendi arazilerine tecüvüz ettiklerinden şikâyette bulunmuşlar, Zülkarneyin de aralarında güzergâhı ka payacak bir sed yaptırdı. Bu sed, Allah’ın va’dinin gelmesi anındaki, -Allah daha iyi bi lirkıyamete yakın bir zamandır, yıkılacak, arkasındaki o iki kabile medeniyet dün yaşınaakın edeceklerdir. Bu bir kıyamet alâmeti sayılmaktadır. Böylece bir hal, uzat görülemez. Nitekim vaktiyle de bir takım vahşî kabileler yeryüzünün her tarafın; dağılarak nice şehirleri yıkmış, nice cinayetlerde bulunmuşlardır. Dünya tarihi, bun;. şahittir. Bu seddin kuzey kutup mıntıkasında iki dağ arasında yapılmış olduğu zanne diliyor. Bu gibi mırmkalarda henüz keşfedilmemiş bazı mahaller olabilir. Aksini iddic doğru değildir.
§ Bu mübarek sûredeki on kıssa için Meryem sûresi ile diğer sûrelerdeki izahlar? da müracaat edilmeli!.
97. Ve doğru olan va’d kıyamet günü yaklaştığı zaman, artık kâfirlerin gözleri muzdarip bir hale gelecek ve diyeceklerdir ki : Eyvah bizlere! Biz bundan gaflette bulunmuş olduk. Hayır.. Biz zalimler olduk.
97. Bu mübarek âyetler, kıyamet gününde kâfirlerin ne korkunç bir halde kalacaklarını ihtar ediyor, kendilerinin de ve taptıkları putların da cehenneme Bulacaklarını ve o putların birer mâbud olmadıklarını anlayarak ne şiddetli pişmanlıklara düşeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Zülkarneyin’in seddi açılınca, Öyle kıyamet alâmetleri görülünce (ve doğru olan) hakikatın kendisi olan (va’d) de, kıyamet günü de, ikinci üfleme de gerçekleşip haşır ve neşir (yaklaştığı zaman) hesap ve ceza gibi haller görülmeğe başlayınca (artık kâfirlerin gözleri mustarip bir hale gelecek) o günün şidetinden dolayı birnice gözler debrenemeyip açık kalacak ve diyeceklerdir ki: (Eyvah bizlere!.) Ey Helâk neredesin gel bize!, (biz bundan) bu şiddetli günden dünyada iken (gaflette bulunmuş olduk) bunu düşünmemiş bulunduk. (Hayır.. Biz zalimler olduk.) nefsimize zulmettik. Çünkü Peygamberlerin vermiş oldukları haberleri inkâr eyledik, kudret eserlerini düşünüp tefekkürde bulunmadık, artık DIZ bu müthiş güne gelmiş, kendimiziebedî bir azaba maruz bırakmış olduk.
98. Şüphe yok ki, siz ve Allah’tan başka taptığınız nesneler cehenneme atılıp yakılacak şeylersinizdir. Siz oraya varıp gireceksinizdir.
98. Mekke müşriklerine hitaben şöyle de buyuruluyor: (Şüphe yok ki, siz ve Allah’tan başka taptığınız nesneler,) cansız maddeler türünden olan putlar (cehenneme atılıp yakılacak şeylersinizdir.) sizler öyle yakılacak odun yerindesinizdir. Evet.. Ey müşrikler!. (Siz) hepiniz (oraya) o cehenneme varıp gireceksinizdir) orası sizin ikâmetgâhlarınız olacaktır.
99. Eğer onlar ilâhlar olsalar idi oraya varıp girmezlerdi. Halbuki, hepsi de orada ebediyyen kalıcılardır.
99. Bir kere düşünmeli!. (Eğer onlar) o tapılan putlar, heykeller sizin iddia ettiğiniz gibi (ilâhlar olsalar idi oraya) cehenneme (varıp girmezlerdi.) Öyle bir azaba uğramazlardı. (Halbuki, hepsi de) o putlar da, onlara tapanlar da orada ebediyen kalıcılardır.) artık oradan kurtuluş ümidi yoktur.
§ Bu cehenneme atılacak mâbutlardan maksat, cansız maddeler türünden olan putlardır. Müşriklerin bu bâtıl mabûtlarını böyle kendileriyle beraber cehenneme atılmış olduklarını görünce bu da kendileri için ayrıca bir azab olacaktır, bu sebeble de üzüntüleri artacaktır, bu da bir şiddetli pişmanlığa vesile olacaktır. Firavun ve Nemrud gibi ilahlık iddiasında bulunmuş olan kâfirler de zaten kâfir oldukları için cehenneme attılacaklardır. Yoksa Hz. Üzeyr gibi Hz. İsa gibi mabudluk iddiasında bulunmamış, bilakis ümmetlerini tevhid dinine davet etmiş olan zatları bu âyeti kerime içine almaz. Melekler de bu türdendir. Bunların cennetlik oldukları nassan âyet ve hadisle ve aklen sabittir. Bununla birlikte “vema tabüdûn” âyeti kerimesindeki “mâ” kelimesi, akıl sahiplerini kapsamaz. Ve buâyeti kerime, Mekke müşriklerine hitabetmektedir. Onların tapındıkları ise bütün putlardan ibaret idi, onların Kâbe etrafında üçyüz altmış kadar putu bulunmakta imiş.
100. Onlar için orada gayet şiddetli bir nefes alma vardır ve onlar orada hiçbir şey işitemezler.
100. (Onlar için) o cehenneme atılacak müşriklere mahsus (orada) cehennemde (gayet şiddetli bir nefes alma vardır) onlar orada pek şiddetli bir teneffüse, bir ah ve enine tutulacaklardır. (Ve onlar orada) o cehennemde onun galeyanından, aşırı derecedeki şiddetinden dolayı hiçbir şey (işitemezler.) Müthiş bir azap içinde kalmış olurlar. Hepsi de kendi azabıyla çırpınıp duracaktır, birbirinin seslerini duymaları, aralarında bu vesile ile bir kaynaşma, bir sohbet meydana gelmesi düşünülemez.
101. Muhakkak ki, kendileri için bizden bir güzellik takdir edilmiş olanlar, oradan uzak bulundurulmuşlardır.
101. Bu mübarek âyetler, inananlardan olan mutlu zatların cehennemden emin, birnice ahiret nimetlerine nail, korku ve endişeden, hüzn ve kederden uzak olacaklarını müjdeliyor. Böyle bir başarının tecelli edeceği ve isanların tekrar yaratılacakları ahiret durumlarına işret buyurmaktadır. Şöyle ki: Kâfirlerin pek korkunç âkibetleri bildirilmiş oldu, inananlara gelince (muhakkak ki: kendileri için bizden) Allah tahtından (bir güzellik takdir edilmiş olanlar) yani: Haklarında ebedî saadet, dinî fazilet, uhrevî mükâfat ezelden takdir edilmiş olan müminler ise (onlar) o mesut zatar (oradan) cehennemden (uzak bulundurulmuşlardır) çünki onların cenneterde bulunacakları takdir edilmiştir. Cennetler ile cehennemler arasında ise ne kadar büyük bir ayrılık, uzaklık vardır. İşte Resûl-i Ekrem tabi olan, onun dinine hizmet etmiş bulunan sahabe-i kiram, özellikleaşere-i mübeşşereden cennetle müjdelenmiş on kişiden olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi yüce zatlar böyle bir müjdeye mazhardırlar. Yüce Allah onlardan razı olsun.
102. Onun hışıltısını bile duymazlar ve onlar nefislerinin hoşlandığı şeyler içinde daima kalacak kimselerdir.
102. Öyle cennetlere nail olacak zatlar (onun) cehennemin (hışıltısını bile duymazlar) cehennemin fevkalâde şiddetli olan hareketini, sesini değil, en hafif, en gizli sesini bile duyup rahatsız olmazlar, (ve onlar) cennetlere kavuşacak olan zatar (nefislerinin hoşlandığı şeyler içinde daima kalacak kimselerdir.) onlar korkunç şeylerden emin oldukları gibi arzu ettikleri çeşitli nimetlere de nail olacaklardır, cennetler içinde tam bir huzur ile ebedî olarak yaşayıp duracaklardır.
103. Onları en büyük korku mahzun etmez ve onları melekler karşılarlar ve onlara derler ki: İşte bu, size va’d olunan gününüzdür.
103. (Onları) o cennetlere aday zatları (en büyük korku mahzun etmez.) onlar üzüntü ve kederden korunmuş bulunurlar. En büyük korku ise ya birinci üflemedir veya ikinci üflemedir veya koç şekline girecek olan ölümün boğazlanmasıdır veya bir kısım insanların cehenneme sevkine emir verilmesidir, İşte böyle pek korkunç olaylar karşısında da o mutlu kullar üzüntü ve kederden uzak, kalp huzuruna kavuşmuş bulunacaklardır, (ve onları melekler karşılarlar) kabirlerinden çıktıkları veya cennetin kapılarına yanaştıkları vakit kendilerini melekler karşılar, tebrikte bulunurlar ve onlara derler ki: (İşte bu, size) dünyada iken (va’d olunan gününüzdür) artık burada tam bir saadetle yaşayıp duracaksınızdır, sizi müjdeleriz. Ne mühim bir mutluluk!.
104. Düşününüz o günü ki, kitaplar için sahifelerin dürülmesi gibi göğü düreceğiz. İlk yaradılışta başladığımız gibi onu iade edeceğiz. Üzerimize bir va’addır ki, muhakkak yapıverecekleriz.
104. Ey insanlar!. Düşününüz (o günü ki,) o müminlerin üzülmeyecekleri, kafirlerin de ebedî azaplara uğrayacakları zamanı ki, (kitaplar için sahifelerin dürülmesi gibi) onların açık, yayılmış bir halde bırakılmaması gibi (göğü düreceğiz) sanki hiç mevcut değilmiş gibi kısaltıp kaldıracağız, sonra da (ilk yaradılışta başladığımız gibi onu) insanı ve ilk yaratmış olduğumuz bir takım şeyleri (iade edeceğiz) yeniden vücude getireceğiz. Meselâ: İnsanlar, yok olduktan sonra yeniden aynı mahiyette olarak iade edileceklerdir veyahut insanların öldükten sonra da aslî parçaları korunmuş kalacağından, o parçaların toplanmasıyla kendileri yeniden vücude getirileceklerdir. Hepsine de Allah’ın gücü yeter. Buna inanmışızdır. İşte Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Üzerimize bir va’ddır ki,) onları yeniden vücude getireceğimize ait beyanatımız gereğidir ki, (biz muhakkak) o haber verdiğimiz şeyleri, değişimleri, yeniden oluşumları (yapıverecekleriz.) bu konudaki beyanatımız kesindir, bunda kimsenin tereddüde selahiyeti yoktur. Özet olarak: Bir kıyamet vukuu, bir ebedî âlemin varlık alanına gelmesi takdir edilmiş, muhakkaktır. Bunları yaratmak ve iade etmek Cenab-ı Hak’kın kudretine göre pek kolaydır, külfeften uzaktır ve hikmet gereğidir. Bunda hiçbir mümin, şüphe edemez.
“Bak mülküne var mı intehası”
“Bak zihne sığar mı kibriyası”
“Devretmede desti kudretinde”
“Yüzbin küre mülki hikmetinde”
Muallim Naci
105. Andolsun ki, Zebur’da zikirden sonra yazmıştık ki, Muhakkak yere benim salih kullarım vâris olacaklardır.
105. Bu mübarek âyetler, yere kimlerin vâris, sahip olacaklarını bildiriyor. Kur’an-ı Kerim’inde de ibadet eden kullar hakkında ne kadar büyük bir irşat vesilesi bir şekilde ortaya çıkmış, az zaman içinde doğu ve batıya yayılmıştır. Endülüs müslümanları sayesinde batılıların ne kadar nefis bilgiler elde etmiş oldukları tarihen sabittir. Özellikle o Yüce Resûl Hazretleri Makam-ı Mahmud’a sahip olup ahiretde en büyük şefaate muvaffak olacaktır ki, bu da o seçkin Peygamberin ne kadar muazzam bir ilâhî rahmet olduğuna açık bir delildir. Cenab-ı Hak cümlemizi şefaatine nail buyursun Amin.
§ Peygamber Efendimizin böyle bütün âlemlere rahmet olması, şeriatının evrensel bulunması onun bütün mahlûkattan üstün bulunduğuna en kuvvetli bir şahittir. Binaenaleyh Habibullah olan o mübarek Peygamber meleklerden de üstündür, bunda şüphe edilmemelidir. Bu mesele, kelâm ilminde de açıklanmıştır. Bunun aksine olan iddia, kuvvetli bir delile dayanmış değildir.
106. Muhakkak ki, bunda Kur’an’ı Kerim’de ibadet ediciler olan bir kavim için mükemmel bir öğüt vardır.
106. Muhakkak ki, bunda -Kur’an’ı Kerim’deibadet ediciler olan bir kavim için mükemmel bir öğüt vardır.
107. Ve seni başka değil, bütün âlemlere bir rahmet olmak için gönderdik.
107. Ve seni başka değil, bütün âlemlere bir rahmet olmak için gönderdik.
108. De ki: Bana muhakkak vahyolunuyor ki, sizin ilahınız: Şüphe yok bir ilahtır. Artık siz İslâmiyet’i kabul etmiş kimseler misiniz?
108. Bu mübarek âyetler, Son PeygamberHazretlerinin kavmine Allah’ın birliğini tebliğ buyurduğunu ve yüz çevirdikleri takdirde haklarında ilâhî azabın ne vakit geleceğini kendisinin bilmediğini ve gizli, âşikâr, her şeyin Allah Teâlâ’ca malûm bulunduğunu ihtar buyurmuş olduğunu bildiriyor. Ve hakkın tecellisini niyaz ederek Allah Teâlâ’ya ne şekilde iltica edildiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Yüce Resûlüm!. O kendilerini İslâm dinine çağırmakla görevli olduğunu müşriklere (de ki: Bana muhakkak) Allah tarafından (vahyolunuyor ki:) Kur’an’ın âyetleriyle bildiriliyor ki (sizin ilahınız, şüphe yok ki bir ilahtır) ondan başka bir ilâh yoktur, ondan başka hiçbir şey, ilahlık ve mâbudluk sıfatına sahip değildir, (artık siz İslâmiyet’i kabul etmiş) ibadetinizi ihlaslıca bir şekilde o ezelî Yaratıcıya tahsiste bulunmuş (kimseler misiniz?.) Elbette böyle olmanız, İslâmiyeti, o birlik dinini kabul etmiş bulunmanız lâzımdır.
109. Eğer yüz çevirirlerse artık deki: Size aynı şekilde bildirmiş oldum. O tehdit edilmiş olduğunuz şey, yakın mıdır, uzak mıdır ben bilmem.
109. Ey kadri yüce Peygamberim!. (Eğer) o kendilerine böyle dinî tebliğatta bulunduğun kimseler (yüz çevirirlerse) İslâmiyetten kaçınır ilâhî vahyin gereklerine iltifatta bulunmazlarsa (artık) onlara (deki: Size aynı şekilde bildirmiş oldum) yani: Ben Allah tarafından tebliğe memur olduğum şeyleri sizin hepinize haber verdim, hiçbirinizi ayırmadım veyahut benim adalet ve doğruluk üzere bulunduğumu ve tebliğatımın ilâhî vahye dayanmış olduğunu size parlak bir delil ile bildirmiş bulundum. (O tehdit edilmiş olduğunuz şey) size ilâhî azabın yöneleceği veya kıyametin meydana geleceği yahut müslümanların size galebe edecekleri (yakın mıdır, uzak mıdır ben bilmem) o mutlaka vâki olacaktır. Fakat onun ne zaman vâki olacağını bilmek ancak Cenab-ı Hak’ka mahsustur. O zamanı bana bildirmemiştir.
110. Şüphe yok ki, sözden açığa vurulanı da gizlediklerinizi de bilir.
110. (Şüphe yok ki) o Yüce Yaratıcı (sözün açığa vurulanını da) bilir hiç bir söz, diğer bir sözün bilinmesine mâni olamaz. Sizin İslâmiyet hakkında, Allah’ın âyetleri hakkında açıkça yaptığınız yerme ve ayıplamayı hakkiyle bilicidir. Ve sizin (gizlediklerinizi de bilir) müslümanlık aleynindeki düşüncelerinizi, müslümanlar hakkında kalplerinizde sakladığınız düşmanlığınızı o Yüce Yaratıcı, tamamiyle bilmektedir, ona hiçbir şey gizli kalamaz. Elbette ki, siz o kötü sözlerinizin kuruntularınızın, bir gün cezasına kavuşacaksınızdır.
111. Ve ben bilmem, belki o mühlet verilmesi sizin için bir imtihandır ve bir müddete kadar bir istifadedir.
111. (Ve) Ey Yüce Peygamber!.. O inkârcılara hitaben de ki: (Ben bilmem) hakkınızdaki takdir edilmiş olan hâdise; ilâhî azap, size ne zaman gelecektir. (Belki o) hadisenin tehire uğratılması size mühlet verilmesi (sizin için bir imtihandır) tâki nasıl hareket edeceğiniz tamamen ortaya çıksın, haliniz başkalarınca da görülsün, uyanacak bir vakit bulamadık diyebilmenize imkân kalmasın. (Ve) o mühlet verilmesi, sizin için (bir müddete kadar) ecelleriniz gelmesine değin (bir istifadedir) o müddet içinde uyanabilirsiniz, inancınızı düzeltebilirsiniz, birnice nimetlere nail olabilirsiniz. Artık bu müsaadenin de kadrini bilmez, bunu size ihsan eden Yaratıcınızı bilip onu birlemez ve tasdikte bulunmaz, şükrünü ifaya çalışmaz iseniz, elbette ki, ilâhî azaba her bakımdan lâyık olmuş olursunuz. Bu mühlet de sizin aleyhinizde bir delil olmuş olur.
112. Dedi ki: Yarabbi! Hak ile hükmet. ve bizim çok esirgeyici olan Rabbimizdir. Ancak sizin vasfedegeldiklerinize karşı kendisinden yardım istenilecek olan zat
112. Resûl-i Ekrem Hazretleri Yüce Allah’a dua etmeye başlayarak (Dedî ki: Yarabbi!.) Ey bana ihsan ve keremde bulunan mâbudum!. (hak ile hükmet) yani: Benimle beni inkâr eden Mekkeliler arasında adaletin gereği ne ise artık ona göre ilâhî hüküm, ilâhî yardım tecelli etsin, o inkarcılar hakettikleri cezaya kavuşsunlar. Nitekim bu peygamber duası kabul olmuş, o düşmanlar Bedir savaşında azaba, yok olma felâketine uğramışlardır. (Ve bizim çok esirgeyici olan) rahmeti evrensel bulunan (rabbimizdir ancak) o ihsan edici olan Yaratıcımızdır. Ey müşrikler!. (Sizin vasf) ve isnat (edegeldiklerinize karşı) meselâ: Allah kendisine çocuk edindi, demenizi veya onun Peygamberine sihirbaz ve kitabına şiir demeye cür’etinize karşı, (kendisinden yardım istenilecek olan) zat.. Evet.. İslâm dinini koruyan, müminleri zafer ve galibiyete nail buyuran, her hususunda kendisine sığınılacak zat, ortak ve benzerden yüce olan Allah Teâlâ’dır, ondan başka şey değildir.
§.Bu âyeti kerime gösteriyor ki, bir mümin, zor bir durumda kalınca, ruhunu üzecek gayrı meşru lakırdılara hedef olunca âlemlerin Rabbi Hazretlerine iltica etmelidir, ona dua ve niyazda bulunmalıdır. O gibi musibetlerden kurtulmasını o kerîm olan yaradanından istirham edip durmalıdır. Çünkü: O Yüce Mabudun yardımı, şefkati hâlis kullarını daima selâmet sahasına kavuşturur. Nitekim böyle bir niyazda bulunan Son Peygamber Hazretleri de düşmanlarının şerrinden, inkârcı lakırdılarından kurtularak büyük bir zafere, fetihlere nail olmuş, yaymaya çalıştığı İslâm dininin nurları az bir zamanda birnice ufukları aydınlatmıştır, kıyamete kadar da aydınlanacaktır. Ve başarı Allah’dandır.