KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Cin Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre, “El-Araf” sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Yirmisekiz âyet-i kerîmeyi içermektedir. Cinlerin Kur’an-ı Kerim’i dinlemiş, ona îman etmiş olduklarını bildirdiği için kendisine böyle “Cin sûresi” adı verilmiştir.
Nûh sûresi, istiğfarın ehemmiyetini, semâlara ait âyetleri ve inkârcıların suda boğulmak sûreti ile cezaya uğramış olduklarını bildirdiği gibi bu cin sûresi de doğruluğun mükâfatını, semâya dair âyet ve Cenab-ı Hak’ka ve O’nun Resûlüne isyân edenlerin ateş azabına uğrayacaklarını beyan ettiği için aralarında mühim bir irtibat vardır.
Bu sûresinin başlıca içeriği şunlardır:
1. Kur’an-ı Kerim’i dinlemiş olan Cinlerin dinî hakikatlere dair sözlerini nakletmek.
2. Cinlerin göklere yükselerek bir takım haberleri öğrenmelerine meydan verilmeyip alev hüzmeleriyle men edilip kovulduklarına ve Cinlerin mü’mîn ve kâfir kısımlarına ayrıldıklarına işaret etmek.
3. Resûl-i Ekrem’in vazifesini, selâhiyet alanını ve Cenab-ı Hak bildirmedikçe gayba ait şeyleri ve kıyametin kopma vaktini bilmediğini beyan etmek.
4. Allâh-ü Teâlâ’ya ve Yüce Peygamberine âsî olanların cehennem azabına uğrayacağını ve yardımlarından mahrûm bulunacaklarını ihtar etmek.
1. Dedi ki: Bana vahyolundu: Şüphe yok ki, cinlerden bir gurup dinlemişte demişler ki; Muhakkak biz, bir acîb eşsiz bir Kur’an işittik.
1. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in okuduğu Kur’an-ı Kerîm âyetlerini cinlerden bir zümrenin işitip tevhid dinini kabul etmiş olduklarını bildiriyor ve içlerinden bir takım dinsizlerin nasıl fâsit itikadlarda ve birbirlerini nasıl saptırdıklarını gözler önüne sermektedir. Şöyle ki: Ey mahlûkatın en şereflisi!. Ümmetine (De ki: Bana) Allah tarafından Cibrîl-i Emîn vasıtası ile (vahyolundu) haber verildi (şüphe yok ki; Cinlerden bir gurup) okuduğum Kur’an-ı Kerim’i (dinlemiş te) kavimlerinin yanlarına dönüp gidince onlara (demişler ki: Muhakkak biz, bir acîb) eşsiz, fevkalâde fasîh, ebedî (bir Kur’an) okunan bir kitap, bir hikmetli söz (işittik) onun yüceliğini anlamak nîmetine kavuştuk.
“Nefer” üç ile on arasındaki erlerden ibarettir. “Cin” de cins isimdir, bir tanesine “Cinnî” denilir.
2. Doğru yola rehberlik ediyor, artık biz ona iman ettik ve Rabbimize hiç bir kimseyi ortak tutmayacağız.
2. Öyle kudsî bir kitap ki: Bütün insanlar ve cinler (Doğru yola rehberlik ediyor.) hakkı, doğruyu ve selâmet ve saadete vesîle olacak vazifeleri bildiriyor (artık biz ona îman ettik) onun ilâhî bir kelâm, bir mûcize Kur’an olduğunu anlayarak tasdik eyledik, (ve Rab’bimize hiçbir kimseyi ortak tutmayacağız.) şimdi Allah’ın birliğini anlamış, müşrikçe hayatımıza nihâyet vermiş olduk, bütün mükellefleri uyaran ve irşâd eden o ilâhî kitaptâ ki tevhid delilleriyle aydınlanmış, hakikati öğrenmiş bulunuyoruz.
3. Ve şüphe yok ki, Rabbimizin büyüklüğü pek yücedir. Ne bir eş ve ne de bir çocuk edinmemiştir.
3. (Ve) O imân şerefine kavuşan cin zümresi, şöyle de diyorlardı: (şüphe yok ki, Rab’bimizin) Bizi yaratmış, nîmetlerine nâil buyurmuş olan Yaratıcımızın (azameti pek yücedir.) onun kudreti, hâkimiyeti, mahlûkatına ait ihtiyaçlardan uzak olması pek açıktır. Pek çok bir yüceliğe sâhiptir.
O Yüce Yaratıcı, kendisi için hâşâ (Ne bir eş ve ne de bir çocuk edinmemiştir.) Onun yüce zâtı mahlûkatına ait olan bu gibi şeylerden münezzehtir. Yaratmış olduğu şeyler ile aralarında bir neviyet, bir cüz’iyet bulunmak şüphesinden uzaktır. Kur’an-ı Hakîm’in yüce beyanları bu hakikati ifade etmektedir.
4. Ve muhakkak ki, bizim beyinsiz olanımız, Allah’a karşı pek çok yanlış şeyler söyler olmuştur.
4. (Ve muhakkak ki: Bizim beyinsiz olanımız) Olan İblis veya akldan, tefekkürden mahrûm bulunan diğer herhangi câhil bir cin (Allah’a karşı pek çok yanlış şeyler söyler olmuştur.) nice yalanlar, inkârcı sözler uydurmuştur.
“Şetat” yalan söylemekte, taşkınlık göstermekte haddi aşmak demektir.
5. Ve doğrusu biz sanmış idik ki, insanlar ve cinler, Allah’a karşı bir yalan söylemezler.
5. (Ve doğrusu) Ey müslüman topluluğu olan Cin zümresi!. (biz sanmış idik ki: İnsan ve cin) gurupları (Allah’a karşı bir yalan söyler değildir.) Öyle bir yalana cür’et edeceklerini vaktîle sanmıyorduk, o Yüce Yaratıcıya yalan yere eş ve çocuk isnat edeceklerine ihtimâl vermiyorduk, ne zaman ki, hakikati beyan eden Kur’an’ı dinledik, bu gibi isnâdların ne kadar gerçek dışı olduğunu anlamaya muvaffak olduk. O îman eden cinler, vaktîle bir takım beyinsizleri, müşrikleri taklid etmiş olduklarından dolayı bu ifadelerîle mâzeretlerini, pişmanlıklarını göstermiş bulundular.
6. Ve hakikaten insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınır olmuştur. Artık onlar için bir azgınlık arttırmışlardır.
6. (Ve) Şöyle de diyorlardı ki: (hakikaten insanlardan bâzı erkekler) câhilce bir kanaatte bulunana bâzı kimseler (cinlerden bâzı erlere sığınır olmuştur.) vaktîle Arap kabîleleri, bir vâdide, öyle tenha, korkunç bir sahada yürüdükleri zaman cinlere sığınırlardı, onların kendilerini korumalarını isterlerdi, cinlerin kendilerine yardım edeceklerini sanırlardı. (Artık) Böyle cinlere sığınanlar (onlar için) o cinlere ait (bir azgınlık arttırmışlardır.) onları kibire, taşkınlığa sevk etmişlerdir. Yâhut: Cin tâifesi, o kendilerine sığınanlar için bir şiddet, bir sapıklık, bir azgınlık vesîlesi olmuştur.
“Rehak”: Kibirlenmek, zulm, haddi aşmak, günaha girmek demektir.
7. Ve şüphesiz onlar da sizin zannettiğiniz gibi zannetmişlerdir ki: Allah hiç bir kimseyi Peygamber göndermeyecektir.
7. Cinler, birbirlerine hitap ederek şöyle diyorlardı ki: (Ve şüphesiz onlar da) o insanlar da ey Cinler!. (Sizin zânnettiğiniz gibi zânnetmişlerdir ki: Allah, hiçbir kimseyi Peygamber göndermeyecektir.) Onları tevhid dinine dâvet eden, onlara dinî vazifelerini bildirecek olan bir zâtı görevlendirmeyecektir. İşte böyle yanlış, câhilce bir kanaatin eseri olan kimseler, ilâhî dinden mahrûm kalmış, kendilerini azaplara mâruz bırakmışlardır.
Bu iki âyet-i kerime’deki beyanat, başlı başına bir ilâhî vahiy bulunmuş olabilir, fakat cinlerin ifadelerini hikâye cümlesinden olması daha muvafık görülüyor. Çünkü onlardan evvelki âyetler de, sonraki âyetler de cinlerin ifadelerini haber vermektedir. Tefsîr-i Kebîr”
8. Ve muhakkak ki: Biz göğe dokundukta hemen onu şiddetli bekçiler ile ve alev hüzmeleriyle doldurmuş bulduk.
8. Bu mübârek âyetler de cinlerin bâzı haberleri öğrenmek için semâya çıkmadan alev huzmeleri ile men edildiklerini ve kovulduklarını bildiriyor. Cinlerin yer ehli hakkındaki kanaatlerini ve onların muhtelif fırkalara ayrılmış olduklarını, içlerinde sâlih müslüman kimselerin bulunduklarını ve bu şereften mahrûm kimselerin de bulunduklarını
haber veriyor. Kur’an-ı Kerîm’i işitince îman sâhipleri hakkındaki güzel kanaatlerini ve îman etmiş olan bir cin zümresinin îman sâhipleri hakkındaki güzel kanaatlerini ve îman nîmetlerinden mahrûm olan kimselerin de nasıl cehenneme atılacaklarına dair ifadelerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Allah’ın kulları biliniz (muhakkak) bir hâdisedir (ki: Biz) cinler (göğe dokundukda) yâni: Dünya semâsında bulunan meleklerin sözlerini işitmek için o semâya yükselerek o sözleri talebettikte (hemen onu) o semâyı (şiddetli bekçiler ile ve alev hüzmeleriyle doldurmuş bulduk.) orada durup o sözleri, o haberleri almamıza imkân kalmamış oldu.
“Hares” Hars’ın çoğuludur ki, bekçi, gözetici demektir. “Şühüb” de Şihabın çoğuludur ki, ateş hüzmesi, şeytanlara atılan yıldız ateşi mânâsınadır.
9. Ve hakikaten biz dinlemek için ondan oturulacak yerlerde oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinleyecek olursa onun için bir alev hüzmesi buluyor.
9. (Ve hakikaten biz) Cinler vaktîle meleklerin sözlerini (dinlemek için ondan) o gökten (oturulacak yerlerde oturuyorduk) bir engelle karşılaşmıyorduk… (Fakat şimdi kim) Semâya yükselerek o meleklerin sözlerini (dinleyecek olursa onun için bir gözetici ateş hüzmesi buluyor.) onu o sözleri işitmekten men ediyor ve kovuyor, helâke uğratmış oluyor.
10. Ve doğrusu biz bilmiyoruz ki, yerde bulunanlar için bir şer mi istenmiştir, yoksa onlar için Rab’leri bir doğruluk mu irade buyurmuştur.
10. (Ve doğrusu biz) Cinler (bilmiyoruz ki: Yerde bulunanlar için bir şer mi istenmiştir.) ki: Gök haberlerini alıp neşretmekten cinler men’edilmiştir. (Yoksa onlar için) Yer ehli hakkında (Rab’leri bir doğruluk mu irâde buyurmuştur.) Onlara bir Peygamber gönderip te onları şeytanların yanlış haber vermelerinden, vesveselerinden koruyacak mıdır. Onları bir doğru yola mı sevk edecektir. Bunu kestiremiyoruz.
Bu âyet-i Kerîmede hayrın Cenab-ı Hak’ka nispet edilip, şerrin nispet edilmemesi, Kur’an’ın güzel adabının gereğidir. Nitekim: Ben hasta olduğum zaman bana Cenab-ı Hak, şifâ verir, denilmesi de, bu kabildendir ki: Hastalık verilmesi değil, şifâ verilmesi Kerem Sâhibi Yaratıcıca nispet edilmiştir.
“Tirmizî ve Nesaî gibi muhaddisler İbn-i Abbas Radiyallâh-ü Anh’tan rivâyet etmişlerdir ki: Vaktîle şeytanlar, göğe çıkar, orada oturacak yerlerde oturur, orada vahyedilecek şeyleri duyarlardı, öyle bir şey duyunca onun üzerine dokuz şey de ilâve ederlerdi. Duydukları şey hak bir kelime idi, kendilerinin ilâve ettikleri ise, bâtıl şeyler idi, bunları kâhinlere, müneccimlere telkin ediyorlardı.
Vakta ki: Peygamber Efendimiz, gönderildi, şeytanlar öyle göğe çıkmaktan ateş hüzmeleriyle men’edildiler. Bu hâdiseyi İblis’e söylediler, o da dedi ki: Bu, mutlaka yer yüzünde meydana gelen bir işten dolayı olmalıdır. Kendi erlerini teftîşe gönderdi, gelip Resûl-i Ekrem’i Mekke-i Mükerreme’de iki dağ arasında namaz kılar bir hâlde buldular, sonra dönüp bunu İblis’e haber verdiler o da dedi ki: İşte bu men edilme durumu, yerde meydana gelen şeyden, o Peygamberin ortaya çıkmasından dolayıdır.
Tefsirlerde şöyle de rivâyet olunuyor ki: Resûl-i Ekrem Sallâlâh-ü Aleyhi Vesellem, birkaç zât ile Sükul’ukaz tarafına giderek “Nahle” adlı yerde sabah namazını kıldıktan sonra, Şeytanlar, gök haberlerini alamaz olmuşlardı. Üzerlerine ateş hüzmeleri yağmıştı, bunun sebebini anlamak için cinler her tarafa dağılmışlar, bir takımı sükul’ukaz tarafına giderek Resûlullâh’ın Nahle’de sabah namazını Ashab-ı kirâm ile beraber kılarken okuduğu Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini işitmişler, semâ kapılarının kendilerine neden kapanmış olduğunu anlamışlardır.
“Ateş hüzmelerinin ortaya çıkması, başka sebepler ve hikmetlerden dolayı da vâki olmaktadır: Nitekim asr-ı Saadetten evvel de vâki olmakta bulunmuştur. Bunların bir kısmı, şeytanları kahr etmek ve cezalandırmak içindir. Maamafih bir de mânevî bir hidâyet yıldızı, bir hikmet saçan yıldız vardır ki: O da, Resûl-i Ekrem’in ortaya çıkışıdır, ve onun neşrettiği ilâhî dindir. Evet.. O Yüce Peygamber’in gönderilişiyle bütün insanlık âlemi aydınlanmış, nice İslâmiyet nûruna kavuşmuştur. Onun risâletini inkâr edenler de birer çevreler, olan Kur’an-ı Kerim’in âyetleri ile vesair mûcizeleri ile cezalandırılarak Allah’ın kahrına cehennem ateşine uğramışlardır.
11. Ve şüphe yok ki: Bizden sâlih kimseler vardır ve bizden onun altında olanlar da vardır. Biz türlü türlü yollar tutmuştuk.
11. Cin zümresi şöyle de diyorlardı: (Ve şüphe yok ki: Bizden sâlih kimseler vardır.) Bu Kur’an-ı Kerim’i duymadan evvel de temiz yaratılışının gereği olarak hayra, salâha eğilimli fertler mevcut idi (Ve bizden onun aşağısında olanlar da) hayırdan, durumlarını ıslâh etmekten mahrûm guruplar da (vardır) Evet.. (Biz) Cinler (türlü türlü yollar tutmuştuk.) biz, muhtelif kabiliyetlerde, hareketlerde bulunan zümrelerden meydana gelmiş bulunuyoruz. “Kıded” türlü türlü zümreler demektir. Müfredi “Kıdde” dir ki: bir şeyden bir parça mânâsınadır.
12. Ve muhakkak anladık ki: Allah’ı yerde acze düşüremeyiz ve kaçamakla da onu âciz bırakamayız.
12. (Ve muhakkak anladık ki:) Bizler her ne yapacak olsak (Allah’ı yerde azce düşüremeyiz) yerin hangi kıt’asında bulunsak, Cenab-ı Hak’ka karşı zorluk çıkarmış olamayız, (ve kaçmakla da onu âciz bırakamayız.) Hangi yere kaçıp gizlensek, semâlara çıksak, yerlerin altına girsek, yine o ilim sâhibi yaratıcının kudret pençesinden kendimizi kurtaramayız.
13. Doğrusu biz vakta ki: O hidâyet rehberini dinledik, ona iman ettik, imdi kimde Rabbine iman ederse artık ne noksanlıktan ve ne de bir hakarete uğramadan korkmaz.
13. (Doğrusu biz, Vakta ki: O hidâyet rehberi) O hakikatin kendisi olan hikmeti anlatan Kur’an-ı (dinledik, ona îman ettik) onun bir ilâhî kitap olduğunu tasdîk eyledik (imdi kim de Rab’bine îman ederse) onun mukaddes kitabını, pek muhterem Peygamberini tasdîk eylerse (artık ne noksanlıktan) sevaplarının noksana uğramasından (ve ne de bir zillete uğramadan korkmaz.) Evet onun güzel amellerinin sevabı noksan olmaz, ve başkalarının günahı da ona yükletilmez. Onun güzel îmanı, kendisini bu gibi felâketlerden korumuş olur.
14. Ve muhakkak ki, bizden Müslümanlar da vardır ve bizden saldırganlar da vardır, artık kimler İslâmiyet’e nâil olmuşlar ise, işte onlar, doğru yolu araştırmışlardır.
14. (Ve muhakkak ki: Bizden müslümanlar da vardır) Cin tâifesi arasında İslâm dinine nâil olmuş erlerde mevcuttur, (ve bizden haddi aşanlar da vardır.) Hak yoldan ayrılmış, îmandan, ibâdet ve itaatten mahrûm kalmış kimseler de vardır. (Artık kimler İslâmiyet’e nâil olmuşlar ise işte onlar, doğru yolu araştırmışlardır.) kendilerini azaptan kurtaran, selâmet ve saadete kavuşturan bir yolu takibe muvaffak olmuşlardır.
15. Amma, hakkı aşanlar ise işte onlar da cehennem için bir odun olmuşlardır.
15. (Amma hakka saldıranlar) İslâm yolundan ayrılmış olanlar (ise işte onlar da cehennem için bir odun olmuşlardır) onlar ile Cehennem, alevlendirilecektir. Nitekim insanlardan kâfir olanlar da öyle cehennem için birer tutuşturma âleti, vasıtası olacaklardır.
Bu on beşinci âyet ile cin zümresinin anlatılan sözleri nihâyet bulmuştur.
Cinlerin varlığını bütün Peygamberler, semâvi kitaplar haber vermiştir. Binaenaleyh peygamberleri tasdik edenler ve birçok milletler ve feylesofların ilkleri ve mânevîyat Ashab-ı, cinlerin varlığını itiraf etmektedirler. Cinler veya onların ilk babaları “Cân” ateş alevinden yaratılmıştır.
Maamafih cinlerin varlığını ispat edenler başlıca iki kısma ayrılmıştır. Bir kısmına göre cinler, akıllı ve gizli cisimlerden ibarettirler veya yalnızca ruhlardan bir nevi’dirler. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bizzat cinleri görmemiştir, ancak cinler, Peygamber Hazretlerinin Kur’an-ı okuduğunu görüp dinlemişler, onun huzurunda bulunarak kendisini tasdik etmişlerdir. Yüce peygamber’in başka bir vakitte cinleri görmüş olduğu da rivâyet olunmuştur. Bir kısım zevata göre de cinler, cisimler ve cisimlerle bağlı değildirler, belki onlar, kendi nefisleri ile ayakta duran cevherlerden ibarettirler. Bunların bâzıları mümindirler, hayırlı, kerîm, hayrı seven bulunurlar.
Bâzıları da kâfirdirler bunlar da şerleri, âfetleri seven alçak kimselerdir.
Ve deniliyor ki: Cinler, mahiyetleri muhtelif nevîlere ayrılmıştır. Ayrıntılarını Cenab-ı Hak bilir, bizim görmediğimiz, göremeyeceğimiz nice mahlûklar vardır ki: Bugün onların varlığı fennen de sâbittir. Biz kendi ruhlarımızı da göremiyoruz, havaları kaplayan nice güzel varlıklar, kuvvetler de vardır ki: Onları da, göremiyoruz. Fakat her birini inkâra imkân yoktur. İşte melekler, güzel varlıklardan, yüce ruhlar ve yüksek zâtlardan oldukları gibi cinler de aşağılık ruhlardan ve şeytan tabiatında olan dinsizleri de çirkin ruhlardan bulunmaktadırlar. Cinler ve ateş yıldızları için (Saffaf, Ehkaf, ve Errahman) sûrelerinin tefsîrlerine de bakınız.
16. Ve eğer onlar, o yol üzerinde dosdoğru gitse idiler, elbette kendilerine bol bol su içirirdik.
16. Bu mübârek âyetler de Resûl-i Ekrem’e vahyolunan diğer bir kısım hususları bildiriyor. İnsan ve cinler taifesinin İslâmiyet dairesinde yaşadıkları takdirde bir imtihan gereği olarak bol bol nîmetlere nâil olacaklarını müjdeliyor ve Allah’ın zikrinden kaçınanları tehdîd ediyor. Mescidlerde yalnız Allâh-ü Teâlâ’ya ibâdet edileceğini ve Resûl-i Ekrem’in ibâdetini gören bir takım zümrelerin nasıl bir heyecan içinde kalmış olduklarını haber veriyor.
O Yüce Peygamberin vazîfesini tâyin etmekte ve halka Allah’ın birliğini teblîğ, şirk ve isyânın korkunç âkıbetini ihtar buyurmakla mükellef olduğunu göstermektedir. Şöyle ki: (Ve) Bana vahyolundu ki: (eğer onlar) O insanlar ve cinler topluluğu (o yol üzerinde) o İslâm dini dairesinde (dosdoğru gitse idiler) küfür ve isyâna düşmemiş bulunsalar idi, adâletten ve dayanışmadan ayrılmasalar idi (elbette kendilerine bol bol su içirirdik.) onları hayatın kaynağı olan bol sulara, ırmaklara kavuştururduk, onların rızklarına genişlik vermiş olurduk. Suların, yağmurların ne kadar büyük bir ilâhî nîmet olduğunu, Arabistan’ın bol sulardan mahrûm olan bir çok yerlerindeki ahâli daha fazla takdir eder, onun içindir ki: Bu su nîmeti böyle açıklanmıştır.
“Gadah” fazla, çok şey demektir.
17. Onları bu hususta imtihana çekelim diye ve her kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse onu da pek meşakkatli bir azaba sevk eder.
17. Evet.. (Onları) O yükümlü toplulukları (bu hususta) bu suların bolluğu ve azlığı sûreti ile (imtihana çekelim diye) kendilerini öyle bol bol sulara, nîmetlere kavuştururuz. Tâ ki: Bu nîmetlerden dolayı Cenab-ı Hak’ka şükredip etmedikleri ortaya çıksın ve şükredenler, mükâfatlara lâyık olsunlar. (ve her kim Rab’binin zikrinden yüz çevirirse) Kur’an-ı Kerîm’in öğütlerinden yararlanmaz, Cenab-ı Allah’a hamd ve şükürde bulunmazsa (onu da pek meşakkatli bir azaba sevkederiz.) pek şiddetli bir ceza mahalline sokarız, onu güçsüz düşüren bir azaba uğratırız.
“Saad” şiddet, sıkıntı, meşakkat mânâsınadır.
18. Ve şüphe yok, mescitler Allah içindir, artık Allah ile beraber hiç bir kimseye ibadette bulunmayın.
18. (Ve) bana vahyolundu ki: (şüphe yok mescitler) Hak Teâlâ’ya ibâdet ve itaatte bulunulacak, kulluk secdesine kapanılacak herhangi bir mâbet, herhangi bir mevki (Allah içindir.) orada Cenab-ı Hak’tan başkasına ibâdette, kulluk secdesinde bulunulamaz, (artık Allah ile beraber hiç bir kimseye ibâdette bulunmayın.) Ey Allah’ın kulları!. O Ezeli Yaratıcı’ya hiçbir şeyi ortak ve benzer edinmeyin.
Mâbetlerini putlar ile dolduran müşrikler, Allâh-ü Teâlâ’ya değil, o putlara secde etmek alçaklığında bulunuyorlar da bunun farkına varamıyorlar. Halbuki: Bütün alınlar, ancak Allâh-ü Teâlâ için kulluk secdesine kapanmalıdır. Mü’minler için yeryüzünün her temiz yeri, bir nevi mescid hükmündedir, o yerlerde kulluk secdesine kapanmak câizdir.
Nitekim bir sahih hadis şöyledir: Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı.
19. Ve muhakkak ki, Allah’ın kulu ne zaman ki, kalktı, ona dua eder oldu, az kaldı ki, onun üzerine toplanmış cemaatler oluversinler.
19. (Ve) yine vahyen şöyle bildiriyor: (muhakkak ki, Allah’ın kulu) Muhammed Aleyhisselât-ü Vesselâm (Vakta ki: Kalktı, ona) o Ezeli Mâbuda (dua eder oldu) namaz kıldı, ibâdet ve itaatte bulundu, onun bu duasını ibâdet ve itaatini cin tâifesi (az kaldı ki: Onun üzerine toplaşmış cemaatler oluversinler.) O Yüce Peygamber’in o bir Yüce Yaratıcı’ya ibâdetini görünce onun okumakta olduğu Kur’an-ı Kerîm’i dinleyince pek büyük bir hayrete düşerek adetâ birbirlerinin üzerine toplanıverecek bir vaziyette bulundular, hayretle onun ibâdetini seyre daldılar.
Diğer bir görüşe göre de Resûl-i Ekrem’in yüce bir Mâbud’a ibâdet ile meşgul olup müşriklere muhalefette bulunmakta olduğunu gören müşrikler, az kaldı ki: O Yüce Peygamber’e karşı düşmanlıklarını göstermek için toplanarak birbirlerine yardım edecek bir hâle gelsinler.
“Libed” çok, fazla, toplanmış, galip gelmiş cemaat demektir.
20. De ki: Ben ancak Rabbime ibadet ederim ve O’na hiç bir kimseyi ortak edinmem.
20. Allâh-ü Teâlâ da o muhterem Resûlüne şöyle emr buyuruyor: Ey Resûlüm!. O müşriklere (De ki: Ben ancak Rab’bime ibâdet ederim) beni yaratan, besleyen, nîmetlere ulaştıran Yüce Yaratıcı’ya kullukta bulunurum (ve O’na hiç bir kimseyi ortak edinmem.) Çünkü O, ortak ve benzerden münezzehtir. Yalnız ona ibâdet etmek, kulluk gereğidir. Bu, hayret edilecek bir hareket değildir, hakkımda düşmanlığı gerektirici olamaz.
21. De ki: Doğrusu ben sizin için ne bir zarara ve ne de bir fâideye sahip değilim.
21. Ve Resûlüm!. O nasihatlerini kabul etmeyen müşriklere şunu da (De ki: Doğrusu ben sizin için ne bir zarar ve ne de bir fâideye sâhip değilim.) Size bir zarar vermeğe veya sizden bir zararı defetmeğe ve size bir fâide kazandırmaya ben bizzat kaadir değilim, bütün onları yaratacak meydana getirecek olan ancak Yüce Yaratıcıdır. Ben size karşı ancak peygamberlik vazifemi yerine getiriyorum: Sizi irşâda çalışıyorum, bu vazîfemi terketmeğe selâhiyetim yoktur.
22. De ki: Şüphe yok, beni Allah’tan hiçbir kimse elbette koruyamaz ve ben ondan başka sığınacak kimse bulamam.
22. Şunu da o müşriklere (De ki: Şüphe yok, beni Allah’tan) onun azabından (hiç bir kimse elbette koruyamaz) eğer ben Peygamberlik vazifemi, kulluk vazifemi (ve ben ondan) O Yüce Yaratıcıdan (başka bir sığınacak bulamam.) benim sığınağım, koruyucum ancak o kerîm olan mâbudumdur. Artık onun buyruklarına nasıl muhalefette bulunabilirim.
“Mültehad” kendisine sığınılacak sığınak, yer, yönelecek mevki demektir.
23. Ancak Allah’tan ve onun gönderdiklerinden bir tebliğdir ve her kim Allah’a ve onun Resûlüne isyan ederse, artık şüphe yok ki: Onun için cehennem ateşi vardır, orada ebediyen kalıcılar olmak üzere.
23. (Ancak) Beni kurtaracak olan, beni Allah’ın rahmetine kavuşturacak bulunan şey (Allah’tan ve O’nun gönderdiklerinden) dinî hükümlerinden (bir tebliğdir) ben bu teblîğ vazifesini yapınca mes’uliyetten kurtulmuş, Allah’ın korumasına erişmiş olurum. (Ve her kim Allah’a ve O’nun Resûlüne isyân ederse) Cenab-ı Hak’kın emirlerini ve yasaklarını reddeder, Peygamberlerini yalanlarsa, (onun için Cehennem ateşi vardır.) o yanmaya mahkûmdur. (Orada) O Cehennemde (ebediyen kalıcılar olmak üzere.) öyle devamlı şekilde azap görüp duracaktır.
24. Tehdîd edilip durdukları şeyi gördükleri vakit artık bileceklerdir ki: Yardımcı itibarı ile en zayıf ve sayıca en az olan kim imiş.
24. Artık ey Yüce Peygamber!. Sen o müşriklerin yalanlamalarına, alay etmelerine bakıp da üzülme onlar, (tehdîd edilip durduktan şeyi) o pek müthiş cehennem azabını (gördükleri vakit artık bileceklerdir ki:) O zaman tamamen anlayarak pişmanlıkta bulunacaklardır ki: (yardımcı itibariyle en zayıf) kimi imiş, o putlarından bir yardım göremeyeceklerini anlamış olacaklardır, (ve sayıca en az olan kimi imiş..) Bunu da anlayacaklardır. Evet.. Kendilerinin mi, yoksa inanan ve Allah’ı birleyen kulların mı çok olduğunu da göreceklerdir. Şüphe yok ki: Cenab-ı Hak’kın semâlarda, yerlerde nice mü’mîn, sâlih kulları vardır ki, ona ibâdet ve itaatten aslâ ayrılmazlar. Onların yanında müşriklerin sayılan, kuvvetleri pek az bulunmaktadır. O müşrikler, bu hakikati âhirette anlayacaklardır, pek büyük üzüntülere, ziyanlara kavuşmuş olacaklardır. Maamafih Arap müşrikleri, daha dünyada iken de Bedr Gazvesinde yenilgiye uğramışlar, Müslümanların kendilerinden daha kuvvetli olduğu anlamışlardı.
25. De ki: Ben bilmem ki: Tehdîd edilip durduğunuz şey, yakınmıdır. Yoksa Rabbim onun için uzun bir müddet mi koyar.
25. Bu mübârek âyetler, Resûl-i Ekrem’in kıyametin vaktini bilmediğini insanlara teblîğ etmekle mükellef olduğunu gösteriyor. Ve Cenab-ı Hak bildirmedikçe kendisinin gaybe ait bir şeyden haberdar olamayacağını itiraf ediyor. Hz. Peygamber’in ruhanî muhafızları bulunduğunu ve Allâh-ü Teâlâ’nın bütün eşyayı, bütün peygamberlerin tebliğlerini tesbit edip hepsini de kısaca ve ayrıntılı olarak bildiğini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamber!. O müşriklere, o kıyametin kopma vaktini alay yoluyla soran inkârcılara (de ki: Ben bitmem ki: Tehdîd edilir olduğunuz şey) kendisiyle korkutulmakta olduğunuz kıyamet vakti, vukua geleceği Allah tarafından haber verilen kıyamet saati (yakın mıdır.) yakında vuku bulacak mıdır, (yoksa Rab’bim onun için) o kıyametin kopması için (uzun bir müddet mi koyar?.) bunun kopma zamanı bizlerce meçhuldür. Bu husus, Allah’ın ilmine aittir.
“Emed”: Evet.. Ecel, gâye, nihâyet, uzaklık mânâsınadır.
26. Gaybi bilendir, fakat gaybi üzerine bir kimseyi apaçık haberdar etmez.
26. Evet.. O Rab’bim (gaybı bilendir.) kıyametin kopma zamanını ve benzeri şeyleri ancak O Yüce Yaratıcı bilir (fakat) o Hikmet Sâhibi Mâbud (gaybı üzerine bir kimseyi apaçık haberdar etmez.) hiçbir kimse, kıyametin vukuunu ve diğer gayba dair şeyleri kesin ve açık bir şekilde bilip tâyin edemez.
27. Ancak bildirmeyi dilediği Peygamber müstesnâ, çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler sevk eder.
27. O Kerem Sâhibi Yaratıcının (dilediği bir Resûl müstesna) onu dilediği gaybtan veya Peygamberlik hukukuna ait olan bâzı gayıplardan vahiy yoluyla, Cibrîl-i Emîn vastasîle haberdar buyurur (Çünkü O) Hikmet sâhibi Yaratıcı (bunun önünden ve ardından) yâni: Böyle gaybı bildirdiği Resûlünün her tarafından (muhafızlar sevk eder.) onun hafaza melekleri korurlar, şeytanların sûret değiştirerek o Peygambere yanaşmalarına, o gayba ait şeyleri öğrenmelerine meydan vermezler. “Resad” beklemek, yol gözlemek demektir. Burada gözeticiler mânâsınadır.
28. Rab’lerinin gönderdiklerini hakkıyla eriştirmiş olduklarını bîlmesi için öyle gözcüler tayin buyrulmuştur. Ve onların yanlarında olanı ilmen kuşatmıştır ve her bir şeyi adeden sayıp bilmiştir.
28. Evet.. Cenab-ı Hak, gaybı belirdiği Resûlünü öyle melekler ile her tarafından kuşatır, bu ise (Rab’lerinin risâletlerini) gönderdiği emanetleri, gayba dair haberleri meleklerin (Hakkîle erişmiş) teblîğ etmiş (olduklarını) o Resûlün (bilmesi içindir.)
Evet.. Bu hikmetten dolayıdır ki: O hafaza melekleri o Resûlün etrafını kuşatmakla emrolunmuşlardır. (Ve) Yüce Allah (onların yanlarında olanı) o hafaza meleklerinin veya Peygamberlerinin yanlarındaki hikmetleri, dinî hükümleri, onların bütün hâllerini, bütün çalışma gayretlerini (ilmen kuşatmıştır.) Hiç biri Allah’ın
ilminin dışında değildir. (Ve) O Hikmet Sâhibi Yaratıcı (her bir şeyi adeden sayıp bilmiştir.) bütün olmuş ve olacak şeyleri birer birer bilmektedir.
Onun ezeli ilmi, bütün varlıkları, takdir edilen şeyleri kuşatmıştır. Buna inanıyoruz. Artık her akıllı, düşünen şahıs için lâzımdır ki: O Kâinatın yaratıcısının kudretini, büyüklüğünü ilminin yüceliğini dâima düşünerek o muazzam Mâbudu birlemeye ve kutsamaya devam etsin, hayati işlerini güzelce tanzim ederek kulluk vazifesini tertemiz biçimde yapmaya çalışsın, o Kerem ve merhamet sâhibi yaratıcımızdan muvaffakiyetler niyâz eylesin. Yârabbi!. Bizleri rızana uygun amellere muvaffak buyur. Âmin..
“Gayb” bir kimsenin huzurunda bulunmayan şey, ona göre bir gayp demektir. İlmen bilinmeyen, varlığı olduğu gibi bilinip tâyin edilmeyen her şey de, gaybtan ibarettir. Bu mânâca gayblar iki kısma ayrılır ve başka hârikalar da vardır.
1. Gayb ve mûcize: Bir kısım gaybler vardır ki: Onları ancak Cenab-ı Hak bilir, O Yüce Yaratıcı bildirmedikçe onları kullarından hiç biri bilemez. Kıyametin kopma vakti gibi ki: Bunu Cenab-ı Hak, hikmet gereği kullarına bildirmemiştir. Bu, bir mutlak gaybtır. Diğer bâzı gayblar da vardır ki: Allâh-ü Teâlâ, onları dilediği Peygamberlerine bildirmiştir. İlerideki bir galibiyetin veya bir mağlûbiyetin bir Peygambere bildirilmiş olması gibi, böyle bir gaybı bilme bir hârika kabilindendir, bir mûcize sayılır.
2. Keramet: Mü’mîn, Sâlih kulların bâzılarından ortaya çıkan hârikadır ki, o zâtın Allah katında velilik mertebesine sâhip olduğuna işaret eder, İnsanlar arasında ikramlara mazhar olup nasihatlarının kabul edilmesini temin gibi hikmetlere dayanmış bulunur.
Ehl-i sünnete göre Evliyaullâh’ın kerameti haktır, sâbittir, fakat keramet, gaybi mutlaka bilmek mahiyetinde sayılamaz. Bâzı hâdiselerin vukuundan evvel haber verilmesi bu kabildendir. Maamafih, bu haber, haddizatında kesin bir ilim değildir, bu hâdiselerin mutlak gayba dair şeyler kabilinden olması, Allah katında takdir edilmemiş demektir ki, bunları velîler de bilebiliyor.
3. Meunet: Halktan durumu bilinmeyen bir insanın elinde peygamberlik veya keramet dâvasına dayalı olmaksızın ortaya çıkan hârikadır ki: Onun belâ ve sıkıntıdan kurtulmasına, kalbinin ferahlamasına bir vesîle bulunmuş olur. Bir kimsenin kalbinden geçeni keşfedip haber vermek bu kabildendir. Bu da gaybı bilmek sayılamaz. Kesin bir bilgi mahiyetinde değildir. Bir tahmine, bir tesadüfe dayalı demektir.
4. İstidrac; Bu da mühlet vermek demektir. Bir nevî hârikadır. Yâni: Fâsıklığı ve küfrü açık olan bir şahsın elinde arzusuna göre meydana gelen bir fevkalâde hadîsedir. Dünyaya ait bâzı arzularının gerçekleşmesi, dualarının kabul edilmesi bu kabildendir. Bu hâl, sâhibinin isyân içinde kalarak daha fazla ilâhî azaba uğramasına sebep olacaktır. Binaenaleyh bu da gaybı bilmek mahiyetinde değildir. Hikmet gereği bir tesadüf eseridir. Bir ümidin meydana gelmesidir.
5. Kehanet ve Müneccimlik, bâzı kâhinlerin ve müneccimlerin haber verdikleri meçhul hâdiseler de birer hususi sebebe veya birer fenni vasıtaya dayanmaktadır ki: O sebepleri, o fenleri bilen her kimse o hâdiseleri anlar, haber verebilir, bu hususta sebep ve vasıtalara her vâkıf olan kimse, o hadîselere dair bilgi sâhibi olabilir. Binaenaleyh bunlar da gaybı bilmek kabilinden değildir. Bunlar ya sihir veya bir nevî san’at eseridir. Bunlar, birer dış alâmetlere, birer tahmîne dayanıp, başkalarının yardımda bulunmasına ihtiyaç gösterip kesin bir mahiyete sâhip değildirler, çok kere tersi de ortaya çıkmaktadır.
6. İhanet, bu da isyânkâr bir şahsın elinde arzusuna aykırı olan bir şeyin meydana gelmesinden ibarettir ki, o da bir nevî hârika demektir, fakat gaybı bilmek kabilinden değildir. Kendisinin yardımsız kalmasına bir sebeptir.
“Müseylimetül’kezzap”dan ortaya çıktığı rivâyet edilen bir hâdise bu kabildendir. Şöyle ki: O dinsiz bir kuyunun suyunu arttırmak için içine tükürmüş, kuyu hemen mevcut suyunu da kaybederek kup kuru kalmış, aynı şekilde bir şahsın kör bulunan bir gözünün açılması için tükürüğünü sürmüş, o şahsın diğer gözü de kör olmuş. Kısacası mûcize ile kerametten başka olan hârikalar, sâhiplerinin dînen büyüklüğüne fâziletine delâlet etmez, bilakis bir kısmı sâhipleri hakkında mes’uliyeti gerektirir.
Gaybe dair Tefsir-i Kebîr’de ve Ruhulmeani’de ayrıntılı bilgi vardır. Fahr-i Razî merhuma göre bu mübârek âyetlerdeki gayptan maksat, kıyametin kopma zamanındaki gaybtan ibarettir ki, onu Cenab-ı Hak’kın kendilerine bildirdiği bâzı Peygamberlerden başkaları bilemezler.
Doğrusunu Allah bilir.