KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Casiye Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre de Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Otuzyedi âyet-i kerîme’den meydana gelmektedir. “Hâ, Mim” sûrelerinin altıncısıdır. (28) inci âyetinde her milletin kıyamet günü Casiye, yâni: Yerlere serilmiş bir hâlde bulunacağı haber verildiği için kendisine böyle “Casiye Sûresi” adı verilmiştir. (18) inci âyetinde şeriatdan ve (24) üncü âyetinde de dehreden (zamandan) bahsedildiği için kendisine “Şeriat Sûresi” ve “Dehr Sûresi” nâmı da verilmiştir.
Başlıca konuları şunlardır:
1. Allah Teâlâ’nın varlığını, kudret ve azametini gösteren yaratılış eserlerine dikkatleri çekmek.
2. İlâhî âyetlerin ehemmiyetine ve onlara karşı kâfirlerin aldıkları vaziyetlere işâret etmek.
3. İsrâiloğulları hakkındaki ilâhî lütfu ve onların bilâhare aldıkları nankörce vaziyeti bildirmek.
4. Kıyamet gününün dehşetini ve o gün insanların haklarında kendi amel sahifelerinin şahadette bulunacağını ihtar etmek.
5. Mü’minlere âhirette nâil olacakları büyük nîmetleri müjdelemek, inkârcıların da çirkin akidelerini ve mâruz kalacakları şiddetli cezalarını teşhir etmek.
6. Âlemlerin Rabbi’nin büyüklüğünü, bütün kâinat üzerindeki hâkimiyetini ve kudretiyle hikmetini beyân etmek.
1. Hâ, Mim.
1. Bu mübarek ayetler, Kur’an-ı Kerim’in yüceliğine dikkatleri çekiyor. Dış ve iç âlemdeki çeşitli yaratılış eserlerinin Allah’ın zatına veRabbani Yüceliğine âid ne kadar parlak birer delil ve birer mükemmel ibret ve uyanma vesîlesi olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ha, Mim.) Bundan maksat, ne olduğunu Allah’ın ilmine havale ederiz. Benzerlerine bakınız.
2. Kitabın indirilişi, azîz, hakîm olan Allah’tandır.
2. (Kitabın indirilişi) Yani: İnsanlık için bir hidayet rehberi olan bütün hayır ve fâzileti toplayan bütün Kur’an-ı Kerim’in veyahut onun bir kısmını teşkil eden bu Hâ, Mim sûre-i celîlesinin Hz. Peygamber’e vahyen bildirilmiş olması (azîz, hâkim olan Allah’tandır.) Evet.. O mukaddes kitap, her şeye galip, kaadir olan, bütün mahlûkatın hakkındaki emrleri, düzenlemeleri birer hikmet ve faydaya dayanan Kâinatın Yaratıcısı Allah tarafından son Peygamber’e ihsan buyurulmuştur. O Ezelî Yaratıcımızın azîz ve hâkim olduğuna ise bütün yaratılış eserleri, bütün maddî ve ruhanî varlıklar şahadet edip durmaktadır..
3. Şüphe yok ki, göklerde ve yerde mü’minler için elbette ibretler vardır.
3. Evet.. (Şüphe yok ki) Yüce Allah’ın kudret eseri olan (göklerde) o yüksek âlemlerde, onlarda parlayan bir nice varlıklarda (ve yerde) insanlığın ikâmetgâhı olan yer sahasında fâideli madenleri, kaynakları içinde saklayan bu yer kürede (mü’minler için elbette ibretler vardır.) o mümin zatlar, göklere ve yere baktıkça Kâinatın Yaratıcısı’nın varlığına, kudret ve hikmetine âid dış âlemle ilgili milyonlarca delilleri gözlerinin önünde parlamakta bulmuş olurlar.
4. Ve sizin yaradılışınızda ve neşrettiği her bir canlı şeyde yakınen bilip inanan bir kavim için ibretler vardır.
4. (Ve) Ey insanlar!, (sizin) Allah’ın kudretiyle (yaradılışınızda) birnice kuvvetler ile donatılmış olarak vücuda getirilmiş olmanızda(ve) yine Yüce Yaratıcı’nın yer yüzünde (yaydığı her bir canlı şeyde) çeşit çeşit hayvanların yaradılışında (yakınen bilip inanan bir kavim için) îmanları pek kuvvetli olup eşyanın hakikatlarını olduğu gibi takdire kabiliyetli olan bir insan topluluğu için (ibretler vardır.) bütün bu varlıklar, o mümtâz zâtların nazarlarında birer açık delildir, Allah’ın birliği hakkında birer parlak kanıttır. Artık onların kalblerinde şek ve şüpheden bir eser yoktur. İşte gördüğümüz bu varlıklar da, Cenab-ı Hak’kın birliğine, kudret ve yaratıcılığına âid iç âlemdeki delillerden ibârettir.
5. Ve gece ile gündüzün değişmesinde ve Allah’ın gökten bir rızk indirip onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları bir taraftan diğer tarafa döndürmesinde de akıllıca düşünen bir kavim için ibretler vardır.
5. (Ve gece ile gündüzün değişmesinde) Işıklı olup olmamalarında birbirini tâkib edip durmalarında, müddetlerinin çoğalıp azalmasında, vücuda gelmelerindeki gayelerde (ve Allah’ın gökten bir rızk) yâni: Vakit vakit yağmur (indirip onunla yeri ölümünden) kuruyup büyüyüp gelişmeden mahrum kaldıkları (sonra diriltmesinde) yeniden bitirme kuvvetine nâil buyurmasında (Ve rüzgârları bir taraftan diğer bir tarafa döndürmesinde de vakit vakit) doğuya, batıya ve kuzeye, güneye doğru yönlendirilmesinde de (akıllıca düşünen bir kavim için ibretler vardır.) bütün bu çeşitli, muhtelif hâdiseler, bir hikmet sâhibi Yaratıcı’nın varlığına açık birer delildir, gafletten kurtulan, akıllıca düşünen cemaatler elbette bunu takdir ederler, bu ibret levhâlarından bir ibret dersi alarak Allah’ın birliğini tasdikte bulunmuş olurlar. Velhâsıl: Yaratılış kabiliyetlerini zâyi etmeyen insanlar, îmandan, Allah’ın dinine bağlanmaktan ayrılmazlar, kendilerinde ilm ve irfân artıp da bu Kâinatın yaradılışını, bunların nasıl birer yaratılış hârikası olduklarınıdüşününce de îmanları fevkalâde kuvvet bularak ilmülyakin (kesin bilgi) derecesinden aynülyakin (mahiyetini kavrama) mertebesine yükselmiş olurlar, bu âlemdeki muhtelif hâdiseleri ve onların gayelerini ve birbirini ne kadar muntazam bir sûrette tâkib edip durduklarını düşündükçe de aklî kuvvetleri gelişmiş, Kâinatın Yaratıcısı’nın ne kadar muazzam bir kudrete, hikmete sâhip ve ortak ve benzerden uzak olduğunu pek güzelce anlamış bulunurlar. Ne büyük bir muvaffakiyet!.
6. İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir ki: Bunları sana hakkıyla okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi bir söze inanırlar?
6. Bu mübârek âyetler de Kur’an-ı Kerim’in yüksek mertebesine ve O’nun üstünde hakikate dayalı başka bir söz bulunamayacağına işâret buyuruyor. O Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine karşı inkârcı ve kibirli vaziyet alanların şiddetli bir azaba uğrayacaklarını ihtar ediyor. O inkârcıları cehennem azabının tâkib edeceğini ve onların hiçbir kazançlarından ve hiçbir kimseden bir fâide göremeyeceklerini haber veriyor. Ve bir hidâyet vesîlesi olan Kur’an-ı Kerîm’i inkâr edenleri pek müthiş bir azap ile tehdit buyurmaktadır. Şöyle ki: (İşte bunlar) Bu okunan Kur’an âyetleri (Allah’ın âyetleridir.) o Kerem Sâhibi mâbud’un insanlığı ilâhî dine dâvet için göndermiş olduğu mübârek âyetlerdir, (bunları) Bu âyetleri ey Son Peygamber!, (sana hakkıyla okuyoruz) hak ve hakikatı içermiş olmak üzere sana vahyetmiş bulunuyoruz, bütün bu beyanat, hakka ve hikmete birer tercümandır, (artık) İlâhî dine dâvet edilen kâfirler (Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra) yâni: Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ nâmına teblîğ ettiği dinî emirlerden, delillerden sonra (hangi bir söze inanırlar?.) öyle hakikatin tâ kendisi olan, enaçık bir uluhiyet delilî bulunan Kur’an’a, peygamberin tebliğlerine inanmayanlar, hiçbir doğru söze inanmazlar, onlar gerçek dışı olan şeylere inanırlar, öyle bir cehâlet eseri göstermiş olurlar.
7. Herbir yalancının, günâha düşkünün vay hâline!
7. (Her bir yalancının) Hakkı değiştirmeye cür’et edenin (günâha düşkünün) çokça günâh kazanmaya çalışanın (vay hâline!.) en büyük azap ona yönelik bulunacaktır.
8. Allah’ın âyetlerinin kendisine karşı okunur olduğunu işitir de sonra böbürlenerek israr eder, sanki onları işitmemiştir. Artık onu acıklı bir azap ile müjdele!
8. Öyle bir yalancı, günâhkâr ki: (Allah’ın âyetlerinin kendisine karşı okunur olduğunu işitir) Kur’an-ı Kerim’in dinî hükümlerine, fâziletlere, vâ’d ve tehdide, müjde ve korkutmaya âid âyetlerinin okunduğunu işitir durur (sonra böbürlenerek) dinî tebligâta karşı kibirli bir vaziyet alarak küfründe (ısrar eder) yine cehâletinden ayrılmaz (sanki onları işitmemiştir) o okunan âyetlerden haberdar olmamış gibi bir vaziyette bulunur (artık onu) öyle küfründen ayrılmak istemeyen bir şahsı ey Yüce Peygamber. Sen (acıklı bir azap ile müjdele) o şahıs, küfrünün böyle cezasına kavuşacaktır. Bu bir ihtardır. Buna müjde denilmesi, bir alay ve hakaret içindir. Öyle bir inkârcıya haber verilecek şey böyle bir tehditten başka olmadığına işâret içindir. Deniliyor ki: Bu âyet-i celîle Nazrıbnilhars hakkında nâzil olmuştur. O şahıs İranlılara âid hikâyeleri satın alır, bunları okuyarak insanları Kur’an-ı Kerim’i dinlemekten alıkoymak isterdi. Fakat bu âyet-i kerîme, umumî bir ibare ile vârid olmuş, hükmü o bozguncu şahısı da, onun benzerlerini de kapsamaktadır.
9. Âyetlerimizden bir şeyi bildiği zaman da onu eğlence edinmiş olur. Onlar var ya, onlar içinpek alçaltıcı bir azap vardır.
9. O kötü şahıs yok mu, (Âyetlerimizden bir şeyi bildiği zamanda) kendisine bir âyet okunup da onun Kur’an-ı Kerîm’den bir âyet olduğunu anladığı hâlde de (onu eğlence edinmiş olur) onunla istihzâda bulunur. Nitekim Ebû Cehl de “İnne şeceretezzekkum” âyetini işitince böyle bir terbiyesizliğe cür’et göstermişti. (onlar var ya!.) Öyle Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine karşı kibirli ve alaycı bir vaziyet alan şahıslar, bilmelidir ki: (onlar için pek alçaltıcı bir azap vardır.) Onlar zelilce bir hâlde ölüp gideceklerdir.
10. Arkalarından cehennem vardır. Onlardan ne kazanmış oldukları şeyler ve ne de Allah’tan başka edinmiş oldukları dostlar, bir şeyi bertaraf edemeyecektir. Onlar için pek büyük bir azap vardır.
10. O inkârcıların (Arkalarından cehennem vardır) onlar öldükten sonra cehenneme sevk edileceklerdir, onların istikbâlleri öyle müthiştir, artık onlar o gelecek azaba kavuşacakları zaman kendilerine hiçbir şey fâide verici olamayacaktır. (onlardan ne) Dünyada iken (kazanmış oldukları şeyler) servet ve zenginlik (ve ne de Allah’tan başka edinmiş oldukları dostlar) putlar, bâtıl tanrılar (bir şeyi bertaraf edemeyecektir.) kendilerini cehennem azabından kurtaramayacaktır. Bilâkis (onlar için) o dinsizlere mahsus (pek büyük bir azap vardır) öyle şiddetli bir daimî bir azap ki, kendilerini her cihetten kuşatmış olacaktır.
11. İşte bu, Kur’an bir hidâyet rehberidir. Rab’lerinin âyetlerini inkâr eden kimseler ise onlar için pek şiddetlisinden bir acıklı azap vardır.
11. (İşte bu) Kur’an-ı Kerim (bir hidâyet rehberidir) kendisine tâbi olanları hakka, doğru yola kavuşturur, (Rab’lerinin âyetlerini inkâr eden) iç ve dış âlemde bulunan ilâhîkudret delillerini, kanıtlarını kabulden kaçınan (kimseler ise onlar için) kıyamet gününde (pek şiddetlisinden bir acıklı azap vardır.) onlar nihâyet öyle şiddetli bir azaba ebediyyen uğrayacaklardır. İşte nâil oldukları nîmetlerin değerini bilip şükrünü yerine getirmeyenlerin, bilâkis küfr ve isyân ile ömürleri nihâyet buları dinsiz kimselerin âkıbetleri böyle pek korkunçtur. “Ricz” azabın en şiddetlisi demektir.
12. Allah o zât dır ki: Denizi sizin emrinize verdi, onun emriyle o denizler içinde gemiler cereyan etsin diye ve onun lutfundan talepte bulunasınız diye ve gerektir ki, şükür edesiniz.
12. Bu mübârek âyetler de Kerem Sâhibi Yaratıcının insanlık hakkındaki bir kısım faydalı ve şükür gerektirici kudret eserlerini bildiriyor. Bütün bu yaratılış eserlerini düşünen insanlar için birer birlik delile teşkil ettiğine işâret ediyor, mü’minleri ahlâkî vazifeler, af ve bağış ile muameleye dâvet buyuruyor. Herkesin kendi amellerine göre âhirette mükâfat ve ceza göreceğini ihtar ile insanları güzel amellere teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: (Allah o) Varlığına, birliğine, kudret ve azametine âid nice deliller buyuran yüce zât (dır ki: Denizi emrinize verdi) ondan istifâde etmenizi size kolay kıldı. (O’nun emriyle) O Kerem Sâhibi Yaratıcı’nın irâde ve kudretiyle (o denizler içinde gemiler cereyan etsin diye) böyle gemiler emre hazır bulunmuştur. (ve O’nun) O Yüce Yaratıcı’nın (lütfundan talebte bulunasınız diye) ticaret gibi, bir takım fâideli şeyleri denizden çıkarmak gibi bir nice balıkları avlamak gibi, ilâhî nîmetlerden faydalanasınız diye denizleri, gemileri emrinize tâbi kılmıştır, (ve gerektir ki, şükredersiniz) Sizlere ihsân buyurduğu o kadar nîmetlerden dolayı o Kerem Sâhibi mâbud’a şükrederek ibâdet ve itaat da bulunasınız.
13. Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini kendi katından sizin için boyuneğdirmiştir. Şüphe yok ki, bunda düşünen bir kavim için elbette alâmetler vardır.
13. O Kerem Sâhibi Yaratıcıya nasıl şükredilmez ki: Ey insanlar!. (Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini kendi katından size boyun eğdirmiştir.) Meselâ: Göklerdeki güneş, ay, yıldızlar ve havalardaki bulutlar, rüzgârlar, yağmurlar ve yeryüzündeki birçok dağlar denizler, dereler, ağaçlar, hayvanlar Allah’ın birer lütfu olarak insanların fâidelenmeleri için hazır bulunmuşlardır, (şüphe yok ki, bunda) Bu bildirilen pek büyük şeylerden her birinde (düşünen bir kavim için) hak ve hakikati, Allah Teâlâ’nın yarattığı san’at eserlerini güzelce düşünmeye muvaffak olan bir insan topluluğu için (elbette alâmetler vardır.) bunların hepsi de Yüce Allah’ın varlığına, kudret ve hikmetine âid birer parlak delil bulunmaktadır. Evet.. O kadar farklı ve çeşitli kudret eserlerinin pek muntazam bir şekilde insanlığın fâidelerini temin edip durmaları, elbette ki: Bir Hikmet Sâhibi Yaratıcı’nın varlığına en açık birer delildir.
14. İman edenlere söyle, Allah’ın günlerini ümit etmeyenleri bağışlasınlar. Çünkü Allah her toplumu, yaptığına göre cezalandıracaktır.
14. Ey Yüce Resûl!. (İmân edenlere söyle) Onlara tavsiye buyurur (Allah’ın günlerini ümit etmeyenleri) kıyameti düşünmeyen, Allah’ın azabına uğrayacaklarını beklemeyen kimseler hakkında (bağışlamada bulunsunlar) yâni: Onların ezâ ve cefâlarına karşı af ve bağış ile muamelede bulunsunlar, iyi muameleden ayrılmasınlar, onlara karşı böyle yüksek bir ahlâkî fâzilet dersi vermiş olsunlar. Evet.. Böyle sosyal fâzilet gösterilmelidir. Allah Teâlâ’nın (bir kavmi) dünyada iken (kazandıkları şey ile) güzel ahlâk ile muamele yaptıkları sebebiyle, bir takım inkârcıların ezâ ve cefâsına karşı sabr ve tahammül göstermeleri sebebiyle (cezalandırması için) kendilerine böyle fâziletli bir hareketiemretmektedir. Elbette ki: Hak yolunda sabr ve sebât gösteren, fenâlıklara karşı iyilikte bulunarak halkın ahlâkını ıslâha çalışan zâtlar, âhirette büyük mükâfatlara nâil olacaklardır. Bunun hilâfına hareket edenler de elbette ki: Lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Bir görüşe göre bu âyet-i kerîmenin hükmü, cihâd hakkındaki âyet-i celîle ile nesh edilmiştir. Veyahut bundan maksat, cihâdı gerektirmeyecek şekilde görülen bir kısım ahlâkî olmayan muamelelere karşı af ve bağış ile muamelede bulunulup intikama kalkışılmamasıdır. Böyle affedici bir muamele, insanlık için bir fâzilet dersi teşkil eder, birçok kimselerin ahlâklarını düzeltmelerine bir vesîle olabilir. Deniliyor ki: Bu âyet-i kerîme, Hz. Ömer Radiyallâhü Anh hakkında nâzil olmuştur. Bir rivâyete göre Beni Gıfardan bir şahıs, Mekke-i Mükerreme’de Hz. Ömer’e sövmüşmüş Hz. Ömer de onu şiddetle yakalamak istemiş bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olarak af ve bağış ile mukabelede bulunulması tavsiye buyurulmuştur.
15. Her kim iyi bir işte bulunursa bu kendi lehinedir ve her kim bir kötülük yaparsa o da kendi aleyhinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksinizdir.
15. Evet.. (Her kim iyi bir işte bulunursa) Allah Teâlâ’nın emirlerine riâyette, yasakladığı şeylerden kaçınarak ibâdet ve itaata devam ederse (bu kendi lehinedir) Bunun fâidesini kendisi görecektir, (ve her kim bir fenâlık yaparsa) Dünyada dînen yasak bir işi işlerse, meselâ: Başkalarının hukukuna tecâvüz ederse, üzerine düşen dinî vazifeleri yapmazsa (o da) öyle muhalif bir hareketi de (kendi aleyhinedir) onun cezasını da kendisi görecektir. Evet.. (sonra) Bu dünya hayatını müteâkip, (Rab’binîze döndürüleceksinizdir) kıyamette hesaba tâbi olmak üzere ilâhî mahkemeye sevk edileceksinizdir. İnanan veiyilik yapanlar mükâfatlara, bil’akis inkârcı, isyânkâr olanlar da cezalara uğrayacaklardır. Artık her akıllı olan kimse, bu âkıbeti düşünmelidir, mükâfatlara nâiliyet için güzel amellerde, muamelelerde bulunmaya çalışmalıdır.
16. Andolsun ki, İsrâiloğulları’na kitap ve hükmü ve Peygamberlik vermiştik ve onları tertemiz şeylerden rızıklandırmıştık ve onları âlemlere üstün kılmıştık.
16. Bu mübârek âyetler, vaktiyle İsrâiloğulları’nın nâil oldukları ilâhî nîmetleri bildiriyor. Ve onların birçok dinî beyânlara rağmen bile bile ihtilâfa düşmüş, bu yüzden âhirette muhakemeye tâbi olacak bulunduklarını haber veriyor. Böyle ihtilâfların peygamber zamanına âid bulunmadığına işâretle Son Peygamber’e tesellî vermiş oluyor. Kendi şer’i hükümlerine tâbi bulunarak câhillerin isteklerine ehemmiyet vermemesini emr ediyor. O câhillerden bir fâide beklenilemeyeceğini, onların birbirleriyle dost olduklarını, Allah Teâlâ’nın ise müttaki kullarının vesîlesi olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (And olsun ki) Muhakkak bir gerçektir ki, vaktiyle (İsrâil oğullarına kitap ve hükm ve peygamberlik vermiştik) yâni: Onlara Allah tarafından Tevrat gibi, İncil gibi semâvî kitaplar verilmişti, insanlar arasındaki dâvaları, düşmanlıkları halletme ve çözmede güçlü kılınmışlardı, din hususunda anlayışa ve nazari ve ameli hikmetlere muvaffak bulunmuşlardı ve kendilerine içlerinden birçok Peygamberler gönderilmişti. O Peygamberlerin bir kısmı Peygamberlikte hükûmeti bir arada bulunduruyorlardı. (ve onları tertemiz şeylerden rızıklandırmıştık) Yâni: Başka milletlere verilmemiş olan birçok nîmetler onlara verilmişti, açılan deniz yollarından selâmetle sahile ermişlerdi. Tiyh çölünde istirahata kavuşmuşlardı. Deniliyor ki: Onlarbu bakımdan kendi zamanlarındaki milletlerin üstünde bulunmuşlardı.
17. Ve onlara o emirden açık deliller vermiştik, artık ihtilâfta bulunmadılar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra bir azgınlık olarak ihtilâfa düştüler şüphe yok ki, senin Rabbin kıyamet günü onların aralarında kendisinde ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hüküm verecektir.
17. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (ve onlara) O İsrâiloğulları’na o kadar nîmetler ile beraber (o emrden) dinî husustan dolayı (açık deliller vermiştik) yâni onların Peygamberlerine vahyedilmiş olan din emrine dâir nice açık deliller, parlak mûcizeler verilmişti. O İsrâiloğulları da bu sâyede nice öğütlere ve Yüce Peygamberlerin durumlarına, vasıtalarına dâir nice malûmata nâil olmuşlardı. (artık) O İsrailoğulları (ihtilâfta bulunmadılar) bir zaman peygamberlerine tâbi olarak dinlerini, birliklerini muhafaza ettiler (ancak kendilerine bilgi geldikten sonra) o dinî emirlerin, haberlerin birer hakikat olduğuna dâir delillere, kanıtlara nâil oldukları müteâkip (bir azgınlık olarak) haset gibi, başkanlık sevgisi gibi bir sebeple (ihtilâfa düştüler) fırkalara ayrıldılar, birbirlerini yalanlar ve câhil gösterir oldular. (Şüphe yok ki:) Ey Peygamber!. (Senin Rab’bin kıyamet günü onların aralarında kendisinde ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hükm verecektir.) Onlara öyle bilgi, kesin bilgi meydana geldiği hâlde mücerret nefsanî arzulara tâbi olarak öyle ihtilâfa düşmüş oldukları için haklarında birer ilâhî hüküm sâdır olacak, lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. İbn-i Abbas Radiyallâhü Teâlâ Anh’tan rivâyet olunduğuna göre, o İsrâiloğulları’na gelen bilgiden maksat, Peygamber Efendimizin bütün insanlığa Peygamber gönderileceğine dâir olan bilgidir. Kendi kitaplarında buna dâir bilgi verilmişti, o Yüce Peygamber’in Tehameden Yesrib’e, yâni: Mekke-i Mükerreme’denMedine-i Münevvere’ye hicret edeceğini, Yesrib ahâlisinin ona yardım edip onun yardımcıları olacaklarını biliyorlardı. Vakta ki, vasıflarını bildikleri o Yüce Peygamber meydana geldi, kendilerini tevhid dinine dâvet buyurdu, hemen inkâra kalkışarak İslâmiyet’e karşı muhalif bir cephe almış oldular. Fakat o inkârcılar, elbette ki, bu hareketlerinin cezasını âhirette göreceklerdir.
18. Sonra seni din konusunda bir şeriat üzerine memur kıldık. Artık sen ona tâbi ol, bilmeyenlerin isteklerine tâbi olma.
18. Ey Yüce Peygamber!. (Sonra) O vaziyetleri bildiren İsrâiloğulları’nın uğradıkları fetret zamanını müteâkip (seni) din (emrinden bir şeriat) bir sünnet, şânı pek büyük, pek geniş, pek doğru bir din (üzerine) memur (kıldık) sana öyle bir hidâyet yolunu nâsip ettik, (artık sen ona tâbi ol) onun hükümlerine hakkıyla riâyette bulun, (bilemez olanların arzularına tâbi olma.) Onların sözlerine iltifat etme, onlar, bilemezler ve bilemez olduklarını da bilemez kimselerdir. Artık onların sözlerine iltifat edilebilir mi?. Deniliyor ki: Bu câhillerden başlıca maksat, Kureyş müşrikleridir. Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de iken o müşrikler demişler ki: Yâ Muhammed!. -AleyhisselâmBabalarımızın dinine dönüver, elbette onlar senden daha fâziletli, daha yaşlı idiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur.
19. Şüphe yok ki, onlar, Allah’tan gelecek herhangi bir şeyi senden elbette ki, bertaraf edemezler. Ve muhakkak ki, zâlimlerin bâzıları bâzıları için dostlardır. Allah ise müttakilerin vesîlesidir.
19. Allah Teâlâ Hazretleri Yüce Peygamberine kuvvet vermek için ve o müşriklerin arzularına tâbi olmaktan yasakladığının hikmetine işâret için şöyle buyuruyor: (Şüphe yok ki: Onlar) O müşrikler, o kendi arzularına düşkün kimseler(Allah’tan gelecek herhangi bir şeyi) yâni: Onların arzularına uyulduğu takdirde Allah tarafından gelecek olan bir azabı, bir felâketi (senden elbette ki, bertaraf edemezler) onlar öyle men etmeye güç yetirici değildirler, (ve muhakkak ki, zâlimlerin bâzıları bâzıları için dostlardır) Onlar dünyada birbirlerine dostlukta bulunurlar, birbirlerini destekleyebilirler, onların arzularına ancak kendileri gibi câhil, düşünceden yoksun kimseler tâbi olurlar (Allah ise müttakilerin vesîlesidir.) Allah’tan korkan, O’nun dinî hükümlerine riâyet eden mü’min koruyucusu, yardımcısı ise O Yüce Yaratıcı’dır. O mü’min kullarını zulmetten nûra çıkarır. O inkârcılar ise kendilerine uyanları nûrdan karanlığa çıkarırlar, ebedî felâkete tutulmuş bulundururlar. Artık öyle kimselere nasıl kıymet verilebilir, onlara nasıl uyulabilir?. Resûl-i Ekrem Efendimiz, mâsumdur, öyle câhil kimselerin arzularına tâbi olmayacağı açıktır. Binaenaleyh o Yüce Peygamber’e olan bu gibi emrler, asıl onun ümmetine yöneliktir. Tâki işin korkunçluğunu anlayarak öyle ibtâl edici kimselere uymasınlar. Allah Teâlâ’nın bir hidâyet rehberi olan Kur’an âyetlerini nazarı dikkate alarak onlara göre yollarını, hareketlerini tanzim etsinler.
20. Bu Kur’an ı Kerim insanlar için kalp gözleridir ve kesin olarak inanan bir kavim için de bir hidâyettir ve bir rahmettir.
20. Bu mübârek âyetler de Kur’an-ı Kerim’in dinî hükümleri gösterdiğini ve hakkıyla mü’minler için bir hidâyet ve rahmet bulunduğunu bildiriyor. Günâhlara cür’et edip duranlar ile sâlih müminlerin gerek hayatlarında ve gerek vefatlarında eşit olamayacaklarını haber veriyor. Bütün insanları yaratmış olan bir Hikmet Sâhibi Yaratıcı’nın her şahsı kendi kazancına göre mükâfat ve cezaya uğratacağını ihtar buyuruyor. Kendi hevasına tapan, aslîyaratılışını kaybetmiş olan herhangi bir şahsın hidâyetten mahrum kalacağını ve kendisine hiçbir mahlûkun hidâyet veremeyeceğini beyân ile insanları düşünceye, uyanmaya dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: (Bu) Kur’an-ı Kerim (insanlar için kalb gözleridir) onlara dînen muhtaç oldukları şeyleri gösterirler (ve kesin olarak inanan bir kavim için de) yâni: O Kur’an’ın ilâhî vahye dayanan bir mukaddes kitap olduğunu yakınen bilip tasdik eden müminler için de o Kur’an-ı Kerim (bir hidâyettir ve bir rahmettir.) O zâtları hidâyete kavuşturur, selâmet ve saadete muvaffak kılar. O kutsî kitabı inkâr edenler ise elbette ki, o yüce gayeden mahrum, kalırlar.
21. Yoksa o kötülükleri kazananlar sandılar mı ki: Onları iman etmiş ve sâlih amellerde bulunmuş kimseler gibi kılacağız? Onların hayatta olmaları ile ölümlerini eşit bulunduracağız? Ne kötü hükmettikleri şey!
21. (Yoksa o kötülükleri kazananlar) Küfr ve isyân içinde yaşayanlar, Allah Teâlâ’nın Peygamberlerini, kitaplarını inkâr ve bir nice günâhları işleyenler (sandılar mı ki: Onları îman etmiş ve sâlih sâlih amellerde bulunmuş kimseler gibi kılacağız?.) onları da sâlih mü’minler gibi dünyada da, âhirette de iltifata, mükâfata lâyık bulunduracağız?. (onların olmaları ile ölmelerini eşit) Bulunduracağız o iki zümreyi dünya ve âhirette birbirine denk bir vaziyette kılacağız. Hayır. Böyle bir eşitlik aslâ düşünülmüş değildir, (ne fenâ) O inkârcıların (hükmettikleri şey?.) onlar kendilerini mü’minler ile eşit nasıl sayabilirler?. Çünkü: Mü’minler, Allah katında makbuldurlar, imân şerefine sâhiptirler, bir varlık şerefine sâhiptirler, güzel amellere devam ederler, haklarında Allah’ın rahmeti tecellî etmektedir, ebedî saadete aday bulunmaktadırlar. Kâfirler ise küfr ve isyân alçaklığına düşmüş Allah’ın rahmetinden mahrum kalmış, azabalâyık bulunmuş kimselerdir. Artık onlar müslümanlara nasıl eşit olabilirler?.
22. Ve Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı ve herkesi kendi kazandığı ile cezalandırılmak için yaratmıştır ve onlar zulüme uğratılmazlar.
22. (Ve Allah, gökleri ve yeri ile yarattı) Bütün bu âlemleri ve bunlarda bulunanları hakka, adâletinin gereğine göre meydana getirdi. (Ve) O Yüce Yaratıcı (herkesi kendi kazandığı ile cezalandırılmak için) yaratmıştır. Onların yaradılışları birer hikmete dayalıdır, boş yere değildir. Binaenaleyh müminler ile kâfirlerin eşit olmaları, adâlete aykırı olacağı için mümkün değildir. Binaenaleyh mü’minler, ilâhî lütuflara mazhar olacaklardır, kâfirler de lâyık oldukları azaba kavuşacaklardır, (ve onlar) O yaratılmış kimseler (zulme uğratılmazlar.) Onlara haksız yere bir ceza verilmiş olmaz, her biri lâyık olduğu âkıbete kavuşur, hiçbirinin lâyık olduğu sevabı azaltılmaz, ve hak ettiği azabı da artırılmaz. Her birinin hakkında hikmetin gereğine ve adâlete göre ilâhî hükm tecellî eder. Binaenaleyh müminler ile kâfirlerin eşit tutulmaları, adâlete, hikmete aykırı ve zulmü gerektireceğinden dolayı aslâ mümkün değildir.
23. Gördün mü? O kimseyi ki: Kendi hevasını kendisine tanrı edinmiş ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış ve kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış ve gözü üzerine bir perde kılmış, artık ona Allah’tan sonra kim hidâyet edebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?
23. (Gördün mü?.) Kesin olarak bildin mi (o kimseyi ki: Kendi hevasını kendisine tanrı edinmiş) nefsinin arzularına tâbi olmuş, ona ibâdet eder gibi bir vazife almış, taşlara, heykellere tapmakta bulunmuş (ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış) yâni: O şahıs kendi yaratılışını değiştirmiş hidâyetten kaçınmış, sapıklığı tercih etmiş olduğu için Hak Teâlâ da onun bu hâlini bilip onu öyle bir sapıklığa düşürmüştür, (ve) Onun (kulağı ve kalbiüzerine mühür basmış) bir hâlde ki, artık o şahıs, kendisine verilen öğütleri işitip, dinleyemez, ilâhî âyetleri tefekkür edemez (ve) Cenab-ı Hak, o şahsın (gözü üzerine bir perde kılmış) dır. Öyle ki: Görünen ve görünmeyen âlemdeki sonsuz mûcizeleri, delilleri göremez, onlar ile Allah’ın birliğini delillendiremez, bir hâlde bulunmuştur, (artık ona Allah’tan sonra kim hidâyet edebilir.) Madem ki: O şahıs, kendi irâdesinden dolayı Allah katında sapıklığa mahkûm bulunmuştur. Artık onu hangi bir mahlûk, hidâyete kavuşturabilir?. Şüphesiz ki, buna imkân yoktur (hâlâ düşünmez misiniz?.) Ey yanlış kanaatlerde bulunanlar!. Bu hakikati tefekkür edip de uyanmanız gerekmez mi?. Nedir bu gaflet!. Elbette ki, ilâhî adâlet tecellî edecek, mü’minler ile inkârcılar birbirine eşit bir vaziyette bulunmayacaklardır.
24. Ve dediler ki: Bu, bizim dünya hayatımızdan başka değildir, ölürüz ve diriliriz bizi zamandan başkası helâk etmez. Halbuki, onlar için buna dâir bir bilgi yoktur. Onlar başka değil, ancak zanneder dururlar.
24. Bu mübârek âyetler de tabiata tapınan dinsizlerin haşr ve neşri inkârları hakkındaki diğer bir ahmakça kanaatlerini gözler önüne seriyor. Onların açık, kat’î delillere karşı müdafaada bulunamayıp pek boş bir teklifte bulunur olduklarını bildiriyor ve öyle inkârcıların öldürüldükten sonra tekrar diriltilerek mahşere sevk edileceklerini, bu hakikati ise birçok kimselerin bilmediklerini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: O vasıfları bildiren inkârcılar, kendi cehâletlerini, sapıklıklarını açığa vurdular (Ve dediler ki: Bu) hayat (bizim dünya hayatımızdan başka değildir) bundan sonra başka bir hayat yoktur, bizler (ölürüz ve diriliriz) yâni: Bizlere hayat ve ölüm ancak bu dünyada isâbet eder, biz bu dünyada bir müddet yaşar, sonra ölürüz, bizden sonra da evlâdımız bir müddet yaşar,onlar da ölürler. Artık bunun ötesinde başka bir hayat, bir kıyamet yoktur (ve bizi zamandan başkası helâk etmez) bizim ölümümüz, uzun zamanların gelip geçmesi iledir, yoksa ölüm meleği vesâire ile değildir, insanları öldüren yalnızca hayat müddetlerinin uzaması ve kuvvetlerinin zayıflığa uğramış olmasıdır, (halbuki, onlar için) Öyle hayat ve ölümü dehre, yâni zamana nisbet eyleyen inkârcılar için (buna dâir) kendilerince (bir bilgi yoktur) onlar bu hususta akla ve nakle dayanan bir bilgi sâhibi değildirler, (onlar başka değil, ancak zanneder dururlar.) onların bu iddiaları bir zan ve tahminden, bir takım dinsizleri taklitten başka bir delile dayanamamaktadır. Evet.. Kat’iyyen sâbit bir hakikattir ki, zamanı da, onun tesirini de yaratan ancak Allah Teâlâ’dır. Hak Teâlâ’nın irâdesi, takdîri olmadıkça zaman vesâire hiçbir şey üzerinde tesirli olamaz. Bir hadis-i şerifte beyân buyurulduğu üzere dehre = zamana söylemek câiz değildir. Meselâ: Kahr olsun zaman, filân kimseyi öldürdü, felâkete uğrattı denilmesi uygun olmaz. Çünkü zamanı da, onun tesiriyle her hangi bir şahıs da hikmet gereği yaratan yaşatan, öldüren, mahveden ancak Allah Teâlâ’dır.
§ Dehr; den asıl maksat âlemin başlangıcı olan günden itibaren nihâyet bulacağı güne kadar olan müddettir. Bununla uzun bir zamanın gelip geçmesi kastedilmektedir. Ölümü dehre nisbet edenler, ölümün Allah tarafından takdir edilmiş olduğuna inanmış bulunmamaktadırlar. Ve öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr etmektedirler. Bu gibi yanlış kanaatlarda bulunan bir kısım inkârcılara “dehriyûn” adı verilmiştir, onlar her hâdiseyi zamana nisbet ederler, Allah’ı inkâr eden pek câhil, isyânkâr kimselerden ibârettirler.
25. Ve kendilerine karşı âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman onların delîlleri, eğer doğru sözlü iseniz atalarımızı getiriniz demektenbaşka değildir.
25. O inkârcılar, pek boş fikirlere, zanlara tâbi olurlar (Ve kendilerine karşı) birçok hakikatları ve kısacası kıyamet hayatını bildiren (âyetlerimiz açık açık okunduğu) semâvî kitaplar okunduğu (Zaman onların) o inkârcıların kendi iddialarına nazaran (delilleri) kuvvetli bir kanıtları, bir dayanakları yoktur, ancak (eğer) ey âhiret hayatını iddia edenler!. Siz (doğru sözlü iseniz atalarımızı getiriniz) onları bu dünyada hemen hayata kavuşturunuz (demekten başka değildir.) bu ne kadar câhilce bir teklif!. Ölüleri diriltmek insanların ellerinde değildir ki, istediklerini hemen diriltebilsinler. Yaşamakta öldürmekte ancak Allah Teâlâ’ya mahsustur. Sonra bütün ölülerin haber verilen dirilmeleri kıyamet zamanında vuk’u bulacaktır. Okunan âyetler, onu haber veriyor, ve dînen bilmektedir. Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimse, bir ölünün tekrar hayata kavuşmasına sebep olamaz.
26. De ki: Allah sizi diriltir, sonra sizi öldürür, sonra da sizi kıyamet günü için toplar. Onda bir şüphe yoktur. Velâkin insanların çoğu bilmezler.
26. İşte Yüce Yaratıcı, o münkirleri akıllıca düşünmeye dâvet için Yüce Peygamberine emrediyor ki: Resûlüm!. O kıyamet hayatını inkâr eden dinsizlere (De ki: Allah sizi) dilediği zaman dünyada (diriltir) ana rahminde bir nutfeden meydana getirerek yaşar bir hâlde dünya sahasına çıkarır (sonra sizi öldürür) dilediği zaman sizi dünya hayatından mahrum bırakır (sonra sizi kıyamet günü için toplar) bütün ölmüş insanları kıyamet günü yeniden hayata kavuşturarak cümlesini mahşere sevk eder. O, bir hakikattir (onda şüphe yoktur, velâkin insanların çokları bilemezler.) Evet.. Ne yazık ki, birçok insanlar, Allah’ın kudretini düşünmezler, kendilerinin başlangıçta, yaradılışlarına bir mukayese gözüyle bakmaz, diriltmenin ilk yaratmadan daha kolayolduğunu düşünemezler, ölüp gidenlerin tekrar hayata kavuşturulacak olmasını imkânsız görürler. Bütün bu yanlış kanaatler, onların bakışlarındaki, düşüncelerindeki noksanlıktan ileri gelmektedir. Yoksa bu Kâinatın başlangıçta yaradılışını düşünen, milyonlarca delillerle sâbit olan ilâhî kudretin yüceliğini tefekkür eden bir kimse, böyle bâtıl bir kanaatte, bâtıllığı yaratılış eseri olan kâinata dikmeli değil midir?.
27. Ve göklerin ve yerin mülkü, Allah’ındır. Ve o gün ki, kıyamet kopar, o gün bâtıla sapanlar hüsrâna uğrar.
27. Bu mübârek âyetler de ölüleri dirilteceğine dâir başka bir delil olmak üzere Cenab-ı Hak’kın bütün kâinata sâhip ve mâlik olduğunu gösteriyor. Kıyamet gününün dehşetini ve ümmetlerin nasıl bir muhasebeye tâbi tutulup amel defterlerinin kendilerine gösterileceğini ihtar ediyor. Kıyamette mü’minlerin nasıl bir rahmete, bir kurtuluşa kavuşacaklarını, kâfirlerin de nasıl bir hesaba çekileceklerini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır) O Yüce mâbud, bütün o çeşitli âlemleri Yaratandır, onlar da dilediği gibi tasarrufta bulunur, kullarını yaşatmaya ve öldürmeye kaadirdir (o gün ki, kıyamet kopar) insanlar kabirlerinden kaldırılarak mahşere sevk edilir (o gün bâtıla sapanlar hüsrâna uğrar.) dünyadaki inkârlarının, bâtıl hareketlerinin cezalarına uğrar, telâfisi mümkün olmayan bir mahrumiyete düşmüş bulunurlar.
28. Ve her ümmeti diz çökmüş bir hâlde göreceksin. Her ümmet, kitabına çağırılacaktır. Yapmış olduğunuz şey ile bugün cezalandırılacaksınız denilecektir.
28. (Ve) O kıyamet gününde (her ümmeti) orada toplatılacak olan ümmetlerden her birini (diz çökmüş) tam bir korku ile pek mütevazice bir vaziyet almış (bir hâlde göreceksin) ve o kıyamet gününde (her ümmet, kitabınaçağırılacaktır) kendi Peygamberleri vasıtasiyle kendilerine verilen ilâhî kitapların hükümlerine riâyet edip etmediklerini anlamaları için ve hafaza melekleri tarafından yazılmış olan amel defterlerini görüp dünyadaki hareketlerinden haberdar olmaları için o kitapları görüp anlamaya dâvet edileceklerdir. Ve kendilerine hitap edilerek dünyada iken (yapmış olduğunuz şey ile bugün cezalandırılacaksınız) denilecektir. Güzel amellerde bulunmuş olanlar, mükâfatlara nâil olacaklardır. Kötü amellerde bulunmuş olanlar da onların cezalarına uğrayacaklardır. Bu bir hikmet ve adâlet gereğidir.
29. İşte bu, bizim kitabımızdır. Size karşı hak ile söylüyor. Şüphe yok ki, biz sizin neler işler olduklarınızı yazdırmıştık.
29. Ve onlara hitaben şöyle de denilecektir: (İşte bu) Hafaza meleklerinin yazmış olduğu bu kitaplar (bizim kitabımızdır) Allah’ın emri ile yazılmış, tesbit edilmiş birer amel defterleridir, (size karşı hak ile söylüyor) Yapmış olduğunuz ameller ne ise onları dosdoğru bildiriyor, onlara şâhitlik ediyor, bunlarda fazla, noksan bir şey yoktur, (ve şüphe yok ki, biz sizin neler işler olduklarınızı yazdırmıştık) Bütün sözlerinizi, işlerinizi tesbit ettirmiş idik, artık o kitaplardaki yazılan şeyler, hakikatin kendisidir. Allah’ın emrine dayanan birer hikmet dolu vesikadır, onlarda hakikate aykırı bir şey bulunamaz ve onların öyle yazılmış bulunmaları, Allah’ın kudretine göre aslâ imkânsız görülemez.
30. İşte o kimseler ki, iman ettiler ve iyi iyi işlerde bulundular, artık onları Rab’leri rahmet içine girdirecektir. İşte en apaçık kurtuluş, odur.
30. (İşte o kimseler ki;) Dünyada iken (îman ettiler) Allah’ın dinini kabul ederek ilâhî birliği, melekleri, semâvî kitapları, Peygamberleri, kıyamet gününü tasdik eylediler (ve iyi işlerde bulundular) namaz gibi, oruç gibi, hac vezekât gibi mükellef oldukları vazifeleri yerine getirdiler (artık onları Rab’leri) kerîm olan Yüce Allah (rahmeti içine) yâni cennetlere (girdirecektir) onları bir çok nîmetlere, tecellîlere nâil buyuracaktır, (işte apaçık kurtuluş odur) Öyle Allah’ın lütfuna kavuşmaktadır. Bu, en büyük bir zaferdir, bir kurtuluş ve selâmettir. İşte îmanın mükâfatı!.
31. Kâfir olanlara ise şöyle denilecektir değil mi ki, size karşı âyetlerimiz okundukça siz kibirlendiniz ve günâhkârlar olan bir kavim oldunuz?
31. Bilâkis, (Kâfir olanlara ise) Allah’ın birliğini, âhiret gününde vesâir dinî hükümleri inkâr edenlere gelince onları da kınamak ve azarlamak için şöyle denilecektir: (değil mi ki:) Ey kâfirler!, (size karşı âyetlerimiz okundukça) semâvî kitapların hükümleri bildirildikçe, Peygamberler tarafından size vazifeleriniz teblîğ edilmiş olunca (siz kibirlendiniz) onlara îman etmeyi kibrinize yediremediniz (ve günâhkâr bir kavim oldunuz) âdetleri inkâr ve isyândan ibâret bulunan bir topluluk bulundunuz. İşte ondan dolâyıdır ki: Bu hüsrâna, bu felâkete mâruz bulunmaktasınız. İşte bu da küfrün pek müthiş cezası!.
32. Ve şüphe yok ki, Allah’ın vaadi haktır ve o kıyamette bir şüphe yoktur, denildiği zaman dediniz ki: Kıyamet nedir? Biz bir zandan başka bir zan etmiyoruz ve biz kesin bilgi elde etmiş değiliz.
32. Bu mübârek âyetler de birçok günâhları işleyen, kutsal şeylerle alay eden, dünya varlığına aldanarak kulluk vazifelerini unutan kâfirlerin âhirette nasıl hesaba çekileceklerini haber veriyor. Bütün kâinatta Yaratıcılığı ve rablığı tecelli eden, bütün görünen ve görünmeyen âlemlerdeki kudret eserleri kendisinin ilâhlığına, yüceliğine şâhitlik eden Yüce Yaratıcının pek kutsî vasıflarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Âhirette kâfirlere kınamak için denilecektir ki: Ey inkârcılar!. (Ve)Size dünyada mü’minler tarafından (şüphe yok ki, Allah’ın vâ’di haktır) imân ehlini cennetlere kavuşturacağına vesâireye âid olan ilâhî vâ’di muhakkak ki, meydana gelecektir (ve o kıyamette) onun haber verilen vukuunda da (bir şüphe yoktur) herhâlde meydana çıkacaktır (denildiği zaman siz) inadınız, böbürlenmeniz ve güzelce düşünmemeniz yüzünden (dediniz ki: Kıyamet nedir?.) biz onu bilmiyoruz, (biz zandan başka bir zan etmiyoruz.) Onun vukuu hakkında olsa olsa bir zayıf zanda bulunuyoruz. (Ve biz kesin bilgi elde etmiş değiliz.) O kıyametin vukuuna dâir kesinlik derecesinde bir kanaatimiz yoktur.
33. Ve onlar için yapmış oldukları şeylerin kötülükleri meydana geldi ve kendisiyle alay ettikleri şey, onları kuşattı.
33. (Ve onlar için) O inkârcılar hakkında dünyada iken (yapmış oldukları şeylerin kötülükleri) o çirkin çirkin amelleri (meydana geldi) yâni: Âhirette amel defterleri okununca kendilerine malûm oldu ve amelleri âdeta misâl olarak kendilerine göründü, (ve kendisiyle alay ettikleri şey) O evham ve hurâfe saydıkları şeylerin cezası (onları) inkârcıları (kuşattı) onları her taraflarından sarmış oldu, yâni öyle müthiş bir azap içinde kalmış olacaklardır, bu muhakkaktır.
34. Ve denildi ki, bugün sizi unutacağız, nasıl ki, siz bu gününüze kavuşacağınızı unutmuş idiniz ve sizin yurdunuz âteştir ve sizin için yardımcılardan bir kimse de yoktur.
34. (Ve) O inkârcılara âhirette kınamak için şöyle de (denildi ki:) yâni: Şüphe yok denilecektir ki: (bugün sizi unutacağız) yâni: Sizi azap içinde bırakacağız, artık sizi unutmuş gibi bir hâlde terk ederek o âteşten çıkarmayacağız, (nasıl ki, siz bu gününüze kavuşacağınızı unutmuş idiniz) Böyle bir güne kavuşacağınız hiç aklınıza getirmiyordunuz, düşünmüyordunuz, bilâkis inkâra cür’et ediyordunuz (ve sizin yurdunuz) ebedîikâmetgâhınız (âteştir) bu cehennem azabıdır. (ve sizin için yardımcılardan) bir kimse de (yoktur) ki, size şefaat etsin, sizi bu azaptan kurtarmaya çalışabilsin.
35. Sizin bu azap görmenizin sebebi ise şüphe yok ki, siz Allah’ın âyetlerini eğlence yerine tutmuştunuz ve sizi dünya hayatı aldatmış idi, artık bugün ondan çıkarılmayacaklardır. Ve kendilerinden özür beyan etmeleri de istenilmeyecektir.
35. Ve o kâfirlere şöyle de denilecektir: (Sizin bu azap görmenizin) Böyle büyük bir azap âteşine atılmış olmanızın (sebebi ise, şüphe yok ki, siz) dünyada bulunduğunuz zaman (Allah’ın âyetlerini eğlence yerine tutmuştunuz) size bildirilen dinî delilleri, kutsî beyânları kabul etmeyip onlar ile alay etmiştiniz (ve sizi dünya hayatı aldatmış idi) dünyanın fâni varlığına, gösterişine kapılarak gelecek hayatı düşünmezdiniz, onun için çalışmadınız, bilâkis onu inkâr eder idiniz, (artık) Öyle kâfirler (bugün) bu kıyamet günü (ondan) o cehennem âteşinden (çıkarılmayacaklardır.) dünyaya bir daha iâde edilmeyeceklerdir ki: Kaybettiklerini telâfi etmeye çalışabilsinler (ve kendilerinden özür beyân etmeleri de istenilmeyecektir.) ve hiçbir kimse onların tevbe etmelerini, af dilemelerini kendilerinden talebde bulunmayacaktır. Çünkü artık özür dilemenin, tevbenin fâidesi yoktur, zamanı geçmiştir.
§ İstitab; Rızâ talebinde bulunmak, tevbede, özür dilemede bulunmayı istemek mânasınadır.
36. Artık hamd göklerin Rabbi ve yerin Rabbi, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.
36. (Artık) Şüphe yok ki: (hamd) Övgü ve Senâ, kutsama ve yüceltme (göklerin Rab’bi ve yerin Rab’bi) bütün (âlemlerin Rab’bi) Yaratıcısı, rızık vereni, terbiye edicisi (olan Allah içindir) O’nun Yüce Zâtına mahsustur. Bütün bu mevcudat, O Yüce Yaratıcınınvarlığına, birliğine, büyüklüğüne, mâbutluğuna birer şâhittir. Artık biz kulları için de lâzımdır ki, o Kerem Sâhibi Yaratıcımıza dâima hamd ve övgüde, şükürde, kullukta bulunalım.
37. Ve göklerde ve yerde büyüklük O’na mahsustur ve azîz, hakîm olan da O’dur.
37. Evet.. (Ve göklerde ve yerde) Bütün âlemlerde (büyüklük O’na) Yüce Yaratıcıya (mahsustur) O’ndan başka Yaratıcılık, mâbutluk gibi yüce vasıflara sâhip başka bir zât yoktur (ve azîz, hakîm olan da O’dur.) Evet.. Her şeye kaadir, her şey üzerine galip, mağlûbiyetten uzak olan ancak, o Ezelî Yaratıcı’dır. Ve O’nun bütün fiil ve sözleri bütün dini hükümleri çok hikmetleri, menfaatları içermektedir. İşte Kur’an-ı Kerim’in bütün âyetleri de birer Allah kelâmı olup hikmetin tâ kendisidir. İnanıyoruz Bizleri daimâ o mukaddes mâbudumuzun yüce zâtına hamd ve şükür ile kullukta bulunuruz. İlâhî korumasına sığınırız.
Casiye Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre de Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Otuzyedi âyet-i kerîme’den meydana gelmektedir. “Hâ, Mim” sûrelerinin altıncısıdır. (28) inci âyetinde her milletin kıyamet günü Casiye, yâni: Yerlere serilmiş bir hâlde bulunacağı haber verildiği için kendisine böyle “Casiye Sûresi” adı verilmiştir. (18) inci âyetinde şeriatdan ve (24) üncü âyetinde de dehreden (zamandan) bahsedildiği için kendisine “Şeriat Sûresi” ve “Dehr Sûresi” nâmı da verilmiştir.
Başlıca konuları şunlardır:
1. Allah Teâlâ’nın varlığını, kudret ve azametini gösteren yaratılış eserlerine dikkatleri çekmek.
2. İlâhî âyetlerin ehemmiyetine ve onlara karşı kâfirlerin aldıkları vaziyetlere işâret etmek.
3. İsrâiloğulları hakkındaki ilâhî lütfu ve onların bilâhare aldıkları nankörce vaziyeti bildirmek.
4. Kıyamet gününün dehşetini ve o gün insanların haklarında kendi amel sahifelerinin şahadette bulunacağını ihtar etmek.
5. Mü’minlere âhirette nâil olacakları büyük nîmetleri müjdelemek, inkârcıların da çirkin akidelerini ve mâruz kalacakları şiddetli cezalarını teşhir etmek.
6. Âlemlerin Rabbi’nin büyüklüğünü, bütün kâinat üzerindeki hâkimiyetini ve kudretiyle hikmetini beyân etmek.
1. Hâ, Mim.
1. Bu mübarek ayetler, Kur’an-ı Kerim’in yüceliğine dikkatleri çekiyor. Dış ve iç âlemdeki çeşitli yaratılış eserlerinin Allah’ın zatına veRabbani Yüceliğine âid ne kadar parlak birer delil ve birer mükemmel ibret ve uyanma vesîlesi olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ha, Mim.) Bundan maksat, ne olduğunu Allah’ın ilmine havale ederiz. Benzerlerine bakınız.
2. Kitabın indirilişi, azîz, hakîm olan Allah’tandır.
2. (Kitabın indirilişi) Yani: İnsanlık için bir hidayet rehberi olan bütün hayır ve fâzileti toplayan bütün Kur’an-ı Kerim’in veyahut onun bir kısmını teşkil eden bu Hâ, Mim sûre-i celîlesinin Hz. Peygamber’e vahyen bildirilmiş olması (azîz, hâkim olan Allah’tandır.) Evet.. O mukaddes kitap, her şeye galip, kaadir olan, bütün mahlûkatın hakkındaki emrleri, düzenlemeleri birer hikmet ve faydaya dayanan Kâinatın Yaratıcısı Allah tarafından son Peygamber’e ihsan buyurulmuştur. O Ezelî Yaratıcımızın azîz ve hâkim olduğuna ise bütün yaratılış eserleri, bütün maddî ve ruhanî varlıklar şahadet edip durmaktadır..
3. Şüphe yok ki, göklerde ve yerde mü’minler için elbette ibretler vardır.
3. Evet.. (Şüphe yok ki) Yüce Allah’ın kudret eseri olan (göklerde) o yüksek âlemlerde, onlarda parlayan bir nice varlıklarda (ve yerde) insanlığın ikâmetgâhı olan yer sahasında fâideli madenleri, kaynakları içinde saklayan bu yer kürede (mü’minler için elbette ibretler vardır.) o mümin zatlar, göklere ve yere baktıkça Kâinatın Yaratıcısı’nın varlığına, kudret ve hikmetine âid dış âlemle ilgili milyonlarca delilleri gözlerinin önünde parlamakta bulmuş olurlar.
4. Ve sizin yaradılışınızda ve neşrettiği her bir canlı şeyde yakınen bilip inanan bir kavim için ibretler vardır.
4. (Ve) Ey insanlar!, (sizin) Allah’ın kudretiyle (yaradılışınızda) birnice kuvvetler ile donatılmış olarak vücuda getirilmiş olmanızda(ve) yine Yüce Yaratıcı’nın yer yüzünde (yaydığı her bir canlı şeyde) çeşit çeşit hayvanların yaradılışında (yakınen bilip inanan bir kavim için) îmanları pek kuvvetli olup eşyanın hakikatlarını olduğu gibi takdire kabiliyetli olan bir insan topluluğu için (ibretler vardır.) bütün bu varlıklar, o mümtâz zâtların nazarlarında birer açık delildir, Allah’ın birliği hakkında birer parlak kanıttır. Artık onların kalblerinde şek ve şüpheden bir eser yoktur. İşte gördüğümüz bu varlıklar da, Cenab-ı Hak’kın birliğine, kudret ve yaratıcılığına âid iç âlemdeki delillerden ibârettir.
5. Ve gece ile gündüzün değişmesinde ve Allah’ın gökten bir rızk indirip onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları bir taraftan diğer tarafa döndürmesinde de akıllıca düşünen bir kavim için ibretler vardır.
5. (Ve gece ile gündüzün değişmesinde) Işıklı olup olmamalarında birbirini tâkib edip durmalarında, müddetlerinin çoğalıp azalmasında, vücuda gelmelerindeki gayelerde (ve Allah’ın gökten bir rızk) yâni: Vakit vakit yağmur (indirip onunla yeri ölümünden) kuruyup büyüyüp gelişmeden mahrum kaldıkları (sonra diriltmesinde) yeniden bitirme kuvvetine nâil buyurmasında (Ve rüzgârları bir taraftan diğer bir tarafa döndürmesinde de vakit vakit) doğuya, batıya ve kuzeye, güneye doğru yönlendirilmesinde de (akıllıca düşünen bir kavim için ibretler vardır.) bütün bu çeşitli, muhtelif hâdiseler, bir hikmet sâhibi Yaratıcı’nın varlığına açık birer delildir, gafletten kurtulan, akıllıca düşünen cemaatler elbette bunu takdir ederler, bu ibret levhâlarından bir ibret dersi alarak Allah’ın birliğini tasdikte bulunmuş olurlar. Velhâsıl: Yaratılış kabiliyetlerini zâyi etmeyen insanlar, îmandan, Allah’ın dinine bağlanmaktan ayrılmazlar, kendilerinde ilm ve irfân artıp da bu Kâinatın yaradılışını, bunların nasıl birer yaratılış hârikası olduklarınıdüşününce de îmanları fevkalâde kuvvet bularak ilmülyakin (kesin bilgi) derecesinden aynülyakin (mahiyetini kavrama) mertebesine yükselmiş olurlar, bu âlemdeki muhtelif hâdiseleri ve onların gayelerini ve birbirini ne kadar muntazam bir sûrette tâkib edip durduklarını düşündükçe de aklî kuvvetleri gelişmiş, Kâinatın Yaratıcısı’nın ne kadar muazzam bir kudrete, hikmete sâhip ve ortak ve benzerden uzak olduğunu pek güzelce anlamış bulunurlar. Ne büyük bir muvaffakiyet!.
6. İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir ki: Bunları sana hakkıyla okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi bir söze inanırlar?
6. Bu mübârek âyetler de Kur’an-ı Kerim’in yüksek mertebesine ve O’nun üstünde hakikate dayalı başka bir söz bulunamayacağına işâret buyuruyor. O Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine karşı inkârcı ve kibirli vaziyet alanların şiddetli bir azaba uğrayacaklarını ihtar ediyor. O inkârcıları cehennem azabının tâkib edeceğini ve onların hiçbir kazançlarından ve hiçbir kimseden bir fâide göremeyeceklerini haber veriyor. Ve bir hidâyet vesîlesi olan Kur’an-ı Kerîm’i inkâr edenleri pek müthiş bir azap ile tehdit buyurmaktadır. Şöyle ki: (İşte bunlar) Bu okunan Kur’an âyetleri (Allah’ın âyetleridir.) o Kerem Sâhibi mâbud’un insanlığı ilâhî dine dâvet için göndermiş olduğu mübârek âyetlerdir, (bunları) Bu âyetleri ey Son Peygamber!, (sana hakkıyla okuyoruz) hak ve hakikatı içermiş olmak üzere sana vahyetmiş bulunuyoruz, bütün bu beyanat, hakka ve hikmete birer tercümandır, (artık) İlâhî dine dâvet edilen kâfirler (Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra) yâni: Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ nâmına teblîğ ettiği dinî emirlerden, delillerden sonra (hangi bir söze inanırlar?.) öyle hakikatin tâ kendisi olan, enaçık bir uluhiyet delilî bulunan Kur’an’a, peygamberin tebliğlerine inanmayanlar, hiçbir doğru söze inanmazlar, onlar gerçek dışı olan şeylere inanırlar, öyle bir cehâlet eseri göstermiş olurlar.
7. Herbir yalancının, günâha düşkünün vay hâline!
7. (Her bir yalancının) Hakkı değiştirmeye cür’et edenin (günâha düşkünün) çokça günâh kazanmaya çalışanın (vay hâline!.) en büyük azap ona yönelik bulunacaktır.
8. Allah’ın âyetlerinin kendisine karşı okunur olduğunu işitir de sonra böbürlenerek israr eder, sanki onları işitmemiştir. Artık onu acıklı bir azap ile müjdele!
8. Öyle bir yalancı, günâhkâr ki: (Allah’ın âyetlerinin kendisine karşı okunur olduğunu işitir) Kur’an-ı Kerim’in dinî hükümlerine, fâziletlere, vâ’d ve tehdide, müjde ve korkutmaya âid âyetlerinin okunduğunu işitir durur (sonra böbürlenerek) dinî tebligâta karşı kibirli bir vaziyet alarak küfründe (ısrar eder) yine cehâletinden ayrılmaz (sanki onları işitmemiştir) o okunan âyetlerden haberdar olmamış gibi bir vaziyette bulunur (artık onu) öyle küfründen ayrılmak istemeyen bir şahsı ey Yüce Peygamber. Sen (acıklı bir azap ile müjdele) o şahıs, küfrünün böyle cezasına kavuşacaktır. Bu bir ihtardır. Buna müjde denilmesi, bir alay ve hakaret içindir. Öyle bir inkârcıya haber verilecek şey böyle bir tehditten başka olmadığına işâret içindir. Deniliyor ki: Bu âyet-i celîle Nazrıbnilhars hakkında nâzil olmuştur. O şahıs İranlılara âid hikâyeleri satın alır, bunları okuyarak insanları Kur’an-ı Kerim’i dinlemekten alıkoymak isterdi. Fakat bu âyet-i kerîme, umumî bir ibare ile vârid olmuş, hükmü o bozguncu şahısı da, onun benzerlerini de kapsamaktadır.
9. Âyetlerimizden bir şeyi bildiği zaman da onu eğlence edinmiş olur. Onlar var ya, onlar içinpek alçaltıcı bir azap vardır.
9. O kötü şahıs yok mu, (Âyetlerimizden bir şeyi bildiği zamanda) kendisine bir âyet okunup da onun Kur’an-ı Kerîm’den bir âyet olduğunu anladığı hâlde de (onu eğlence edinmiş olur) onunla istihzâda bulunur. Nitekim Ebû Cehl de “İnne şeceretezzekkum” âyetini işitince böyle bir terbiyesizliğe cür’et göstermişti. (onlar var ya!.) Öyle Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine karşı kibirli ve alaycı bir vaziyet alan şahıslar, bilmelidir ki: (onlar için pek alçaltıcı bir azap vardır.) Onlar zelilce bir hâlde ölüp gideceklerdir.
10. Arkalarından cehennem vardır. Onlardan ne kazanmış oldukları şeyler ve ne de Allah’tan başka edinmiş oldukları dostlar, bir şeyi bertaraf edemeyecektir. Onlar için pek büyük bir azap vardır.
10. O inkârcıların (Arkalarından cehennem vardır) onlar öldükten sonra cehenneme sevk edileceklerdir, onların istikbâlleri öyle müthiştir, artık onlar o gelecek azaba kavuşacakları zaman kendilerine hiçbir şey fâide verici olamayacaktır. (onlardan ne) Dünyada iken (kazanmış oldukları şeyler) servet ve zenginlik (ve ne de Allah’tan başka edinmiş oldukları dostlar) putlar, bâtıl tanrılar (bir şeyi bertaraf edemeyecektir.) kendilerini cehennem azabından kurtaramayacaktır. Bilâkis (onlar için) o dinsizlere mahsus (pek büyük bir azap vardır) öyle şiddetli bir daimî bir azap ki, kendilerini her cihetten kuşatmış olacaktır.
11. İşte bu, Kur’an bir hidâyet rehberidir. Rab’lerinin âyetlerini inkâr eden kimseler ise onlar için pek şiddetlisinden bir acıklı azap vardır.
11. (İşte bu) Kur’an-ı Kerim (bir hidâyet rehberidir) kendisine tâbi olanları hakka, doğru yola kavuşturur, (Rab’lerinin âyetlerini inkâr eden) iç ve dış âlemde bulunan ilâhîkudret delillerini, kanıtlarını kabulden kaçınan (kimseler ise onlar için) kıyamet gününde (pek şiddetlisinden bir acıklı azap vardır.) onlar nihâyet öyle şiddetli bir azaba ebediyyen uğrayacaklardır. İşte nâil oldukları nîmetlerin değerini bilip şükrünü yerine getirmeyenlerin, bilâkis küfr ve isyân ile ömürleri nihâyet buları dinsiz kimselerin âkıbetleri böyle pek korkunçtur. “Ricz” azabın en şiddetlisi demektir.
12. Allah o zât dır ki: Denizi sizin emrinize verdi, onun emriyle o denizler içinde gemiler cereyan etsin diye ve onun lutfundan talepte bulunasınız diye ve gerektir ki, şükür edesiniz.
12. Bu mübârek âyetler de Kerem Sâhibi Yaratıcının insanlık hakkındaki bir kısım faydalı ve şükür gerektirici kudret eserlerini bildiriyor. Bütün bu yaratılış eserlerini düşünen insanlar için birer birlik delile teşkil ettiğine işâret ediyor, mü’minleri ahlâkî vazifeler, af ve bağış ile muameleye dâvet buyuruyor. Herkesin kendi amellerine göre âhirette mükâfat ve ceza göreceğini ihtar ile insanları güzel amellere teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: (Allah o) Varlığına, birliğine, kudret ve azametine âid nice deliller buyuran yüce zât (dır ki: Denizi emrinize verdi) ondan istifâde etmenizi size kolay kıldı. (O’nun emriyle) O Kerem Sâhibi Yaratıcı’nın irâde ve kudretiyle (o denizler içinde gemiler cereyan etsin diye) böyle gemiler emre hazır bulunmuştur. (ve O’nun) O Yüce Yaratıcı’nın (lütfundan talebte bulunasınız diye) ticaret gibi, bir takım fâideli şeyleri denizden çıkarmak gibi bir nice balıkları avlamak gibi, ilâhî nîmetlerden faydalanasınız diye denizleri, gemileri emrinize tâbi kılmıştır, (ve gerektir ki, şükredersiniz) Sizlere ihsân buyurduğu o kadar nîmetlerden dolayı o Kerem Sâhibi mâbud’a şükrederek ibâdet ve itaat da bulunasınız.
13. Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini kendi katından sizin için boyuneğdirmiştir. Şüphe yok ki, bunda düşünen bir kavim için elbette alâmetler vardır.
13. O Kerem Sâhibi Yaratıcıya nasıl şükredilmez ki: Ey insanlar!. (Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini kendi katından size boyun eğdirmiştir.) Meselâ: Göklerdeki güneş, ay, yıldızlar ve havalardaki bulutlar, rüzgârlar, yağmurlar ve yeryüzündeki birçok dağlar denizler, dereler, ağaçlar, hayvanlar Allah’ın birer lütfu olarak insanların fâidelenmeleri için hazır bulunmuşlardır, (şüphe yok ki, bunda) Bu bildirilen pek büyük şeylerden her birinde (düşünen bir kavim için) hak ve hakikati, Allah Teâlâ’nın yarattığı san’at eserlerini güzelce düşünmeye muvaffak olan bir insan topluluğu için (elbette alâmetler vardır.) bunların hepsi de Yüce Allah’ın varlığına, kudret ve hikmetine âid birer parlak delil bulunmaktadır. Evet.. O kadar farklı ve çeşitli kudret eserlerinin pek muntazam bir şekilde insanlığın fâidelerini temin edip durmaları, elbette ki: Bir Hikmet Sâhibi Yaratıcı’nın varlığına en açık birer delildir.
14. İman edenlere söyle, Allah’ın günlerini ümit etmeyenleri bağışlasınlar. Çünkü Allah her toplumu, yaptığına göre cezalandıracaktır.
14. Ey Yüce Resûl!. (İmân edenlere söyle) Onlara tavsiye buyurur (Allah’ın günlerini ümit etmeyenleri) kıyameti düşünmeyen, Allah’ın azabına uğrayacaklarını beklemeyen kimseler hakkında (bağışlamada bulunsunlar) yâni: Onların ezâ ve cefâlarına karşı af ve bağış ile muamelede bulunsunlar, iyi muameleden ayrılmasınlar, onlara karşı böyle yüksek bir ahlâkî fâzilet dersi vermiş olsunlar. Evet.. Böyle sosyal fâzilet gösterilmelidir. Allah Teâlâ’nın (bir kavmi) dünyada iken (kazandıkları şey ile) güzel ahlâk ile muamele yaptıkları sebebiyle, bir takım inkârcıların ezâ ve cefâsına karşı sabr ve tahammül göstermeleri sebebiyle (cezalandırması için) kendilerine böyle fâziletli bir hareketiemretmektedir. Elbette ki: Hak yolunda sabr ve sebât gösteren, fenâlıklara karşı iyilikte bulunarak halkın ahlâkını ıslâha çalışan zâtlar, âhirette büyük mükâfatlara nâil olacaklardır. Bunun hilâfına hareket edenler de elbette ki: Lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. Bir görüşe göre bu âyet-i kerîmenin hükmü, cihâd hakkındaki âyet-i celîle ile nesh edilmiştir. Veyahut bundan maksat, cihâdı gerektirmeyecek şekilde görülen bir kısım ahlâkî olmayan muamelelere karşı af ve bağış ile muamelede bulunulup intikama kalkışılmamasıdır. Böyle affedici bir muamele, insanlık için bir fâzilet dersi teşkil eder, birçok kimselerin ahlâklarını düzeltmelerine bir vesîle olabilir. Deniliyor ki: Bu âyet-i kerîme, Hz. Ömer Radiyallâhü Anh hakkında nâzil olmuştur. Bir rivâyete göre Beni Gıfardan bir şahıs, Mekke-i Mükerreme’de Hz. Ömer’e sövmüşmüş Hz. Ömer de onu şiddetle yakalamak istemiş bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olarak af ve bağış ile mukabelede bulunulması tavsiye buyurulmuştur.
15. Her kim iyi bir işte bulunursa bu kendi lehinedir ve her kim bir kötülük yaparsa o da kendi aleyhinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksinizdir.
15. Evet.. (Her kim iyi bir işte bulunursa) Allah Teâlâ’nın emirlerine riâyette, yasakladığı şeylerden kaçınarak ibâdet ve itaata devam ederse (bu kendi lehinedir) Bunun fâidesini kendisi görecektir, (ve her kim bir fenâlık yaparsa) Dünyada dînen yasak bir işi işlerse, meselâ: Başkalarının hukukuna tecâvüz ederse, üzerine düşen dinî vazifeleri yapmazsa (o da) öyle muhalif bir hareketi de (kendi aleyhinedir) onun cezasını da kendisi görecektir. Evet.. (sonra) Bu dünya hayatını müteâkip, (Rab’binîze döndürüleceksinizdir) kıyamette hesaba tâbi olmak üzere ilâhî mahkemeye sevk edileceksinizdir. İnanan veiyilik yapanlar mükâfatlara, bil’akis inkârcı, isyânkâr olanlar da cezalara uğrayacaklardır. Artık her akıllı olan kimse, bu âkıbeti düşünmelidir, mükâfatlara nâiliyet için güzel amellerde, muamelelerde bulunmaya çalışmalıdır.
16. Andolsun ki, İsrâiloğulları’na kitap ve hükmü ve Peygamberlik vermiştik ve onları tertemiz şeylerden rızıklandırmıştık ve onları âlemlere üstün kılmıştık.
16. Bu mübârek âyetler, vaktiyle İsrâiloğulları’nın nâil oldukları ilâhî nîmetleri bildiriyor. Ve onların birçok dinî beyânlara rağmen bile bile ihtilâfa düşmüş, bu yüzden âhirette muhakemeye tâbi olacak bulunduklarını haber veriyor. Böyle ihtilâfların peygamber zamanına âid bulunmadığına işâretle Son Peygamber’e tesellî vermiş oluyor. Kendi şer’i hükümlerine tâbi bulunarak câhillerin isteklerine ehemmiyet vermemesini emr ediyor. O câhillerden bir fâide beklenilemeyeceğini, onların birbirleriyle dost olduklarını, Allah Teâlâ’nın ise müttaki kullarının vesîlesi olduğunu beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (And olsun ki) Muhakkak bir gerçektir ki, vaktiyle (İsrâil oğullarına kitap ve hükm ve peygamberlik vermiştik) yâni: Onlara Allah tarafından Tevrat gibi, İncil gibi semâvî kitaplar verilmişti, insanlar arasındaki dâvaları, düşmanlıkları halletme ve çözmede güçlü kılınmışlardı, din hususunda anlayışa ve nazari ve ameli hikmetlere muvaffak bulunmuşlardı ve kendilerine içlerinden birçok Peygamberler gönderilmişti. O Peygamberlerin bir kısmı Peygamberlikte hükûmeti bir arada bulunduruyorlardı. (ve onları tertemiz şeylerden rızıklandırmıştık) Yâni: Başka milletlere verilmemiş olan birçok nîmetler onlara verilmişti, açılan deniz yollarından selâmetle sahile ermişlerdi. Tiyh çölünde istirahata kavuşmuşlardı. Deniliyor ki: Onlarbu bakımdan kendi zamanlarındaki milletlerin üstünde bulunmuşlardı.
17. Ve onlara o emirden açık deliller vermiştik, artık ihtilâfta bulunmadılar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra bir azgınlık olarak ihtilâfa düştüler şüphe yok ki, senin Rabbin kıyamet günü onların aralarında kendisinde ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hüküm verecektir.
17. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (ve onlara) O İsrâiloğulları’na o kadar nîmetler ile beraber (o emrden) dinî husustan dolayı (açık deliller vermiştik) yâni onların Peygamberlerine vahyedilmiş olan din emrine dâir nice açık deliller, parlak mûcizeler verilmişti. O İsrâiloğulları da bu sâyede nice öğütlere ve Yüce Peygamberlerin durumlarına, vasıtalarına dâir nice malûmata nâil olmuşlardı. (artık) O İsrailoğulları (ihtilâfta bulunmadılar) bir zaman peygamberlerine tâbi olarak dinlerini, birliklerini muhafaza ettiler (ancak kendilerine bilgi geldikten sonra) o dinî emirlerin, haberlerin birer hakikat olduğuna dâir delillere, kanıtlara nâil oldukları müteâkip (bir azgınlık olarak) haset gibi, başkanlık sevgisi gibi bir sebeple (ihtilâfa düştüler) fırkalara ayrıldılar, birbirlerini yalanlar ve câhil gösterir oldular. (Şüphe yok ki:) Ey Peygamber!. (Senin Rab’bin kıyamet günü onların aralarında kendisinde ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hükm verecektir.) Onlara öyle bilgi, kesin bilgi meydana geldiği hâlde mücerret nefsanî arzulara tâbi olarak öyle ihtilâfa düşmüş oldukları için haklarında birer ilâhî hüküm sâdır olacak, lâyık oldukları cezalara kavuşacaklardır. İbn-i Abbas Radiyallâhü Teâlâ Anh’tan rivâyet olunduğuna göre, o İsrâiloğulları’na gelen bilgiden maksat, Peygamber Efendimizin bütün insanlığa Peygamber gönderileceğine dâir olan bilgidir. Kendi kitaplarında buna dâir bilgi verilmişti, o Yüce Peygamber’in Tehameden Yesrib’e, yâni: Mekke-i Mükerreme’denMedine-i Münevvere’ye hicret edeceğini, Yesrib ahâlisinin ona yardım edip onun yardımcıları olacaklarını biliyorlardı. Vakta ki, vasıflarını bildikleri o Yüce Peygamber meydana geldi, kendilerini tevhid dinine dâvet buyurdu, hemen inkâra kalkışarak İslâmiyet’e karşı muhalif bir cephe almış oldular. Fakat o inkârcılar, elbette ki, bu hareketlerinin cezasını âhirette göreceklerdir.
18. Sonra seni din konusunda bir şeriat üzerine memur kıldık. Artık sen ona tâbi ol, bilmeyenlerin isteklerine tâbi olma.
18. Ey Yüce Peygamber!. (Sonra) O vaziyetleri bildiren İsrâiloğulları’nın uğradıkları fetret zamanını müteâkip (seni) din (emrinden bir şeriat) bir sünnet, şânı pek büyük, pek geniş, pek doğru bir din (üzerine) memur (kıldık) sana öyle bir hidâyet yolunu nâsip ettik, (artık sen ona tâbi ol) onun hükümlerine hakkıyla riâyette bulun, (bilemez olanların arzularına tâbi olma.) Onların sözlerine iltifat etme, onlar, bilemezler ve bilemez olduklarını da bilemez kimselerdir. Artık onların sözlerine iltifat edilebilir mi?. Deniliyor ki: Bu câhillerden başlıca maksat, Kureyş müşrikleridir. Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de iken o müşrikler demişler ki: Yâ Muhammed!. -AleyhisselâmBabalarımızın dinine dönüver, elbette onlar senden daha fâziletli, daha yaşlı idiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur.
19. Şüphe yok ki, onlar, Allah’tan gelecek herhangi bir şeyi senden elbette ki, bertaraf edemezler. Ve muhakkak ki, zâlimlerin bâzıları bâzıları için dostlardır. Allah ise müttakilerin vesîlesidir.
19. Allah Teâlâ Hazretleri Yüce Peygamberine kuvvet vermek için ve o müşriklerin arzularına tâbi olmaktan yasakladığının hikmetine işâret için şöyle buyuruyor: (Şüphe yok ki: Onlar) O müşrikler, o kendi arzularına düşkün kimseler(Allah’tan gelecek herhangi bir şeyi) yâni: Onların arzularına uyulduğu takdirde Allah tarafından gelecek olan bir azabı, bir felâketi (senden elbette ki, bertaraf edemezler) onlar öyle men etmeye güç yetirici değildirler, (ve muhakkak ki, zâlimlerin bâzıları bâzıları için dostlardır) Onlar dünyada birbirlerine dostlukta bulunurlar, birbirlerini destekleyebilirler, onların arzularına ancak kendileri gibi câhil, düşünceden yoksun kimseler tâbi olurlar (Allah ise müttakilerin vesîlesidir.) Allah’tan korkan, O’nun dinî hükümlerine riâyet eden mü’min koruyucusu, yardımcısı ise O Yüce Yaratıcı’dır. O mü’min kullarını zulmetten nûra çıkarır. O inkârcılar ise kendilerine uyanları nûrdan karanlığa çıkarırlar, ebedî felâkete tutulmuş bulundururlar. Artık öyle kimselere nasıl kıymet verilebilir, onlara nasıl uyulabilir?. Resûl-i Ekrem Efendimiz, mâsumdur, öyle câhil kimselerin arzularına tâbi olmayacağı açıktır. Binaenaleyh o Yüce Peygamber’e olan bu gibi emrler, asıl onun ümmetine yöneliktir. Tâki işin korkunçluğunu anlayarak öyle ibtâl edici kimselere uymasınlar. Allah Teâlâ’nın bir hidâyet rehberi olan Kur’an âyetlerini nazarı dikkate alarak onlara göre yollarını, hareketlerini tanzim etsinler.
20. Bu Kur’an ı Kerim insanlar için kalp gözleridir ve kesin olarak inanan bir kavim için de bir hidâyettir ve bir rahmettir.
20. Bu mübârek âyetler de Kur’an-ı Kerim’in dinî hükümleri gösterdiğini ve hakkıyla mü’minler için bir hidâyet ve rahmet bulunduğunu bildiriyor. Günâhlara cür’et edip duranlar ile sâlih müminlerin gerek hayatlarında ve gerek vefatlarında eşit olamayacaklarını haber veriyor. Bütün insanları yaratmış olan bir Hikmet Sâhibi Yaratıcı’nın her şahsı kendi kazancına göre mükâfat ve cezaya uğratacağını ihtar buyuruyor. Kendi hevasına tapan, aslîyaratılışını kaybetmiş olan herhangi bir şahsın hidâyetten mahrum kalacağını ve kendisine hiçbir mahlûkun hidâyet veremeyeceğini beyân ile insanları düşünceye, uyanmaya dâvet buyurmaktadır. Şöyle ki: (Bu) Kur’an-ı Kerim (insanlar için kalb gözleridir) onlara dînen muhtaç oldukları şeyleri gösterirler (ve kesin olarak inanan bir kavim için de) yâni: O Kur’an’ın ilâhî vahye dayanan bir mukaddes kitap olduğunu yakınen bilip tasdik eden müminler için de o Kur’an-ı Kerim (bir hidâyettir ve bir rahmettir.) O zâtları hidâyete kavuşturur, selâmet ve saadete muvaffak kılar. O kutsî kitabı inkâr edenler ise elbette ki, o yüce gayeden mahrum, kalırlar.
21. Yoksa o kötülükleri kazananlar sandılar mı ki: Onları iman etmiş ve sâlih amellerde bulunmuş kimseler gibi kılacağız? Onların hayatta olmaları ile ölümlerini eşit bulunduracağız? Ne kötü hükmettikleri şey!
21. (Yoksa o kötülükleri kazananlar) Küfr ve isyân içinde yaşayanlar, Allah Teâlâ’nın Peygamberlerini, kitaplarını inkâr ve bir nice günâhları işleyenler (sandılar mı ki: Onları îman etmiş ve sâlih sâlih amellerde bulunmuş kimseler gibi kılacağız?.) onları da sâlih mü’minler gibi dünyada da, âhirette de iltifata, mükâfata lâyık bulunduracağız?. (onların olmaları ile ölmelerini eşit) Bulunduracağız o iki zümreyi dünya ve âhirette birbirine denk bir vaziyette kılacağız. Hayır. Böyle bir eşitlik aslâ düşünülmüş değildir, (ne fenâ) O inkârcıların (hükmettikleri şey?.) onlar kendilerini mü’minler ile eşit nasıl sayabilirler?. Çünkü: Mü’minler, Allah katında makbuldurlar, imân şerefine sâhiptirler, bir varlık şerefine sâhiptirler, güzel amellere devam ederler, haklarında Allah’ın rahmeti tecellî etmektedir, ebedî saadete aday bulunmaktadırlar. Kâfirler ise küfr ve isyân alçaklığına düşmüş Allah’ın rahmetinden mahrum kalmış, azabalâyık bulunmuş kimselerdir. Artık onlar müslümanlara nasıl eşit olabilirler?.
22. Ve Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı ve herkesi kendi kazandığı ile cezalandırılmak için yaratmıştır ve onlar zulüme uğratılmazlar.
22. (Ve Allah, gökleri ve yeri ile yarattı) Bütün bu âlemleri ve bunlarda bulunanları hakka, adâletinin gereğine göre meydana getirdi. (Ve) O Yüce Yaratıcı (herkesi kendi kazandığı ile cezalandırılmak için) yaratmıştır. Onların yaradılışları birer hikmete dayalıdır, boş yere değildir. Binaenaleyh müminler ile kâfirlerin eşit olmaları, adâlete aykırı olacağı için mümkün değildir. Binaenaleyh mü’minler, ilâhî lütuflara mazhar olacaklardır, kâfirler de lâyık oldukları azaba kavuşacaklardır, (ve onlar) O yaratılmış kimseler (zulme uğratılmazlar.) Onlara haksız yere bir ceza verilmiş olmaz, her biri lâyık olduğu âkıbete kavuşur, hiçbirinin lâyık olduğu sevabı azaltılmaz, ve hak ettiği azabı da artırılmaz. Her birinin hakkında hikmetin gereğine ve adâlete göre ilâhî hükm tecellî eder. Binaenaleyh müminler ile kâfirlerin eşit tutulmaları, adâlete, hikmete aykırı ve zulmü gerektireceğinden dolayı aslâ mümkün değildir.
23. Gördün mü? O kimseyi ki: Kendi hevasını kendisine tanrı edinmiş ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış ve kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış ve gözü üzerine bir perde kılmış, artık ona Allah’tan sonra kim hidâyet edebilir? Hâlâ düşünmez misiniz?
23. (Gördün mü?.) Kesin olarak bildin mi (o kimseyi ki: Kendi hevasını kendisine tanrı edinmiş) nefsinin arzularına tâbi olmuş, ona ibâdet eder gibi bir vazife almış, taşlara, heykellere tapmakta bulunmuş (ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış) yâni: O şahıs kendi yaratılışını değiştirmiş hidâyetten kaçınmış, sapıklığı tercih etmiş olduğu için Hak Teâlâ da onun bu hâlini bilip onu öyle bir sapıklığa düşürmüştür, (ve) Onun (kulağı ve kalbiüzerine mühür basmış) bir hâlde ki, artık o şahıs, kendisine verilen öğütleri işitip, dinleyemez, ilâhî âyetleri tefekkür edemez (ve) Cenab-ı Hak, o şahsın (gözü üzerine bir perde kılmış) dır. Öyle ki: Görünen ve görünmeyen âlemdeki sonsuz mûcizeleri, delilleri göremez, onlar ile Allah’ın birliğini delillendiremez, bir hâlde bulunmuştur, (artık ona Allah’tan sonra kim hidâyet edebilir.) Madem ki: O şahıs, kendi irâdesinden dolayı Allah katında sapıklığa mahkûm bulunmuştur. Artık onu hangi bir mahlûk, hidâyete kavuşturabilir?. Şüphesiz ki, buna imkân yoktur (hâlâ düşünmez misiniz?.) Ey yanlış kanaatlerde bulunanlar!. Bu hakikati tefekkür edip de uyanmanız gerekmez mi?. Nedir bu gaflet!. Elbette ki, ilâhî adâlet tecellî edecek, mü’minler ile inkârcılar birbirine eşit bir vaziyette bulunmayacaklardır.
24. Ve dediler ki: Bu, bizim dünya hayatımızdan başka değildir, ölürüz ve diriliriz bizi zamandan başkası helâk etmez. Halbuki, onlar için buna dâir bir bilgi yoktur. Onlar başka değil, ancak zanneder dururlar.
24. Bu mübârek âyetler de tabiata tapınan dinsizlerin haşr ve neşri inkârları hakkındaki diğer bir ahmakça kanaatlerini gözler önüne seriyor. Onların açık, kat’î delillere karşı müdafaada bulunamayıp pek boş bir teklifte bulunur olduklarını bildiriyor ve öyle inkârcıların öldürüldükten sonra tekrar diriltilerek mahşere sevk edileceklerini, bu hakikati ise birçok kimselerin bilmediklerini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: O vasıfları bildiren inkârcılar, kendi cehâletlerini, sapıklıklarını açığa vurdular (Ve dediler ki: Bu) hayat (bizim dünya hayatımızdan başka değildir) bundan sonra başka bir hayat yoktur, bizler (ölürüz ve diriliriz) yâni: Bizlere hayat ve ölüm ancak bu dünyada isâbet eder, biz bu dünyada bir müddet yaşar, sonra ölürüz, bizden sonra da evlâdımız bir müddet yaşar,onlar da ölürler. Artık bunun ötesinde başka bir hayat, bir kıyamet yoktur (ve bizi zamandan başkası helâk etmez) bizim ölümümüz, uzun zamanların gelip geçmesi iledir, yoksa ölüm meleği vesâire ile değildir, insanları öldüren yalnızca hayat müddetlerinin uzaması ve kuvvetlerinin zayıflığa uğramış olmasıdır, (halbuki, onlar için) Öyle hayat ve ölümü dehre, yâni zamana nisbet eyleyen inkârcılar için (buna dâir) kendilerince (bir bilgi yoktur) onlar bu hususta akla ve nakle dayanan bir bilgi sâhibi değildirler, (onlar başka değil, ancak zanneder dururlar.) onların bu iddiaları bir zan ve tahminden, bir takım dinsizleri taklitten başka bir delile dayanamamaktadır. Evet.. Kat’iyyen sâbit bir hakikattir ki, zamanı da, onun tesirini de yaratan ancak Allah Teâlâ’dır. Hak Teâlâ’nın irâdesi, takdîri olmadıkça zaman vesâire hiçbir şey üzerinde tesirli olamaz. Bir hadis-i şerifte beyân buyurulduğu üzere dehre = zamana söylemek câiz değildir. Meselâ: Kahr olsun zaman, filân kimseyi öldürdü, felâkete uğrattı denilmesi uygun olmaz. Çünkü zamanı da, onun tesiriyle her hangi bir şahıs da hikmet gereği yaratan yaşatan, öldüren, mahveden ancak Allah Teâlâ’dır.
§ Dehr; den asıl maksat âlemin başlangıcı olan günden itibaren nihâyet bulacağı güne kadar olan müddettir. Bununla uzun bir zamanın gelip geçmesi kastedilmektedir. Ölümü dehre nisbet edenler, ölümün Allah tarafından takdir edilmiş olduğuna inanmış bulunmamaktadırlar. Ve öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr etmektedirler. Bu gibi yanlış kanaatlarda bulunan bir kısım inkârcılara “dehriyûn” adı verilmiştir, onlar her hâdiseyi zamana nisbet ederler, Allah’ı inkâr eden pek câhil, isyânkâr kimselerden ibârettirler.
25. Ve kendilerine karşı âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman onların delîlleri, eğer doğru sözlü iseniz atalarımızı getiriniz demektenbaşka değildir.
25. O inkârcılar, pek boş fikirlere, zanlara tâbi olurlar (Ve kendilerine karşı) birçok hakikatları ve kısacası kıyamet hayatını bildiren (âyetlerimiz açık açık okunduğu) semâvî kitaplar okunduğu (Zaman onların) o inkârcıların kendi iddialarına nazaran (delilleri) kuvvetli bir kanıtları, bir dayanakları yoktur, ancak (eğer) ey âhiret hayatını iddia edenler!. Siz (doğru sözlü iseniz atalarımızı getiriniz) onları bu dünyada hemen hayata kavuşturunuz (demekten başka değildir.) bu ne kadar câhilce bir teklif!. Ölüleri diriltmek insanların ellerinde değildir ki, istediklerini hemen diriltebilsinler. Yaşamakta öldürmekte ancak Allah Teâlâ’ya mahsustur. Sonra bütün ölülerin haber verilen dirilmeleri kıyamet zamanında vuk’u bulacaktır. Okunan âyetler, onu haber veriyor, ve dînen bilmektedir. Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimse, bir ölünün tekrar hayata kavuşmasına sebep olamaz.
26. De ki: Allah sizi diriltir, sonra sizi öldürür, sonra da sizi kıyamet günü için toplar. Onda bir şüphe yoktur. Velâkin insanların çoğu bilmezler.
26. İşte Yüce Yaratıcı, o münkirleri akıllıca düşünmeye dâvet için Yüce Peygamberine emrediyor ki: Resûlüm!. O kıyamet hayatını inkâr eden dinsizlere (De ki: Allah sizi) dilediği zaman dünyada (diriltir) ana rahminde bir nutfeden meydana getirerek yaşar bir hâlde dünya sahasına çıkarır (sonra sizi öldürür) dilediği zaman sizi dünya hayatından mahrum bırakır (sonra sizi kıyamet günü için toplar) bütün ölmüş insanları kıyamet günü yeniden hayata kavuşturarak cümlesini mahşere sevk eder. O, bir hakikattir (onda şüphe yoktur, velâkin insanların çokları bilemezler.) Evet.. Ne yazık ki, birçok insanlar, Allah’ın kudretini düşünmezler, kendilerinin başlangıçta, yaradılışlarına bir mukayese gözüyle bakmaz, diriltmenin ilk yaratmadan daha kolayolduğunu düşünemezler, ölüp gidenlerin tekrar hayata kavuşturulacak olmasını imkânsız görürler. Bütün bu yanlış kanaatler, onların bakışlarındaki, düşüncelerindeki noksanlıktan ileri gelmektedir. Yoksa bu Kâinatın başlangıçta yaradılışını düşünen, milyonlarca delillerle sâbit olan ilâhî kudretin yüceliğini tefekkür eden bir kimse, böyle bâtıl bir kanaatte, bâtıllığı yaratılış eseri olan kâinata dikmeli değil midir?.
27. Ve göklerin ve yerin mülkü, Allah’ındır. Ve o gün ki, kıyamet kopar, o gün bâtıla sapanlar hüsrâna uğrar.
27. Bu mübârek âyetler de ölüleri dirilteceğine dâir başka bir delil olmak üzere Cenab-ı Hak’kın bütün kâinata sâhip ve mâlik olduğunu gösteriyor. Kıyamet gününün dehşetini ve ümmetlerin nasıl bir muhasebeye tâbi tutulup amel defterlerinin kendilerine gösterileceğini ihtar ediyor. Kıyamette mü’minlerin nasıl bir rahmete, bir kurtuluşa kavuşacaklarını, kâfirlerin de nasıl bir hesaba çekileceklerini beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır) O Yüce mâbud, bütün o çeşitli âlemleri Yaratandır, onlar da dilediği gibi tasarrufta bulunur, kullarını yaşatmaya ve öldürmeye kaadirdir (o gün ki, kıyamet kopar) insanlar kabirlerinden kaldırılarak mahşere sevk edilir (o gün bâtıla sapanlar hüsrâna uğrar.) dünyadaki inkârlarının, bâtıl hareketlerinin cezalarına uğrar, telâfisi mümkün olmayan bir mahrumiyete düşmüş bulunurlar.
28. Ve her ümmeti diz çökmüş bir hâlde göreceksin. Her ümmet, kitabına çağırılacaktır. Yapmış olduğunuz şey ile bugün cezalandırılacaksınız denilecektir.
28. (Ve) O kıyamet gününde (her ümmeti) orada toplatılacak olan ümmetlerden her birini (diz çökmüş) tam bir korku ile pek mütevazice bir vaziyet almış (bir hâlde göreceksin) ve o kıyamet gününde (her ümmet, kitabınaçağırılacaktır) kendi Peygamberleri vasıtasiyle kendilerine verilen ilâhî kitapların hükümlerine riâyet edip etmediklerini anlamaları için ve hafaza melekleri tarafından yazılmış olan amel defterlerini görüp dünyadaki hareketlerinden haberdar olmaları için o kitapları görüp anlamaya dâvet edileceklerdir. Ve kendilerine hitap edilerek dünyada iken (yapmış olduğunuz şey ile bugün cezalandırılacaksınız) denilecektir. Güzel amellerde bulunmuş olanlar, mükâfatlara nâil olacaklardır. Kötü amellerde bulunmuş olanlar da onların cezalarına uğrayacaklardır. Bu bir hikmet ve adâlet gereğidir.
29. İşte bu, bizim kitabımızdır. Size karşı hak ile söylüyor. Şüphe yok ki, biz sizin neler işler olduklarınızı yazdırmıştık.
29. Ve onlara hitaben şöyle de denilecektir: (İşte bu) Hafaza meleklerinin yazmış olduğu bu kitaplar (bizim kitabımızdır) Allah’ın emri ile yazılmış, tesbit edilmiş birer amel defterleridir, (size karşı hak ile söylüyor) Yapmış olduğunuz ameller ne ise onları dosdoğru bildiriyor, onlara şâhitlik ediyor, bunlarda fazla, noksan bir şey yoktur, (ve şüphe yok ki, biz sizin neler işler olduklarınızı yazdırmıştık) Bütün sözlerinizi, işlerinizi tesbit ettirmiş idik, artık o kitaplardaki yazılan şeyler, hakikatin kendisidir. Allah’ın emrine dayanan birer hikmet dolu vesikadır, onlarda hakikate aykırı bir şey bulunamaz ve onların öyle yazılmış bulunmaları, Allah’ın kudretine göre aslâ imkânsız görülemez.
30. İşte o kimseler ki, iman ettiler ve iyi iyi işlerde bulundular, artık onları Rab’leri rahmet içine girdirecektir. İşte en apaçık kurtuluş, odur.
30. (İşte o kimseler ki;) Dünyada iken (îman ettiler) Allah’ın dinini kabul ederek ilâhî birliği, melekleri, semâvî kitapları, Peygamberleri, kıyamet gününü tasdik eylediler (ve iyi işlerde bulundular) namaz gibi, oruç gibi, hac vezekât gibi mükellef oldukları vazifeleri yerine getirdiler (artık onları Rab’leri) kerîm olan Yüce Allah (rahmeti içine) yâni cennetlere (girdirecektir) onları bir çok nîmetlere, tecellîlere nâil buyuracaktır, (işte apaçık kurtuluş odur) Öyle Allah’ın lütfuna kavuşmaktadır. Bu, en büyük bir zaferdir, bir kurtuluş ve selâmettir. İşte îmanın mükâfatı!.
31. Kâfir olanlara ise şöyle denilecektir değil mi ki, size karşı âyetlerimiz okundukça siz kibirlendiniz ve günâhkârlar olan bir kavim oldunuz?
31. Bilâkis, (Kâfir olanlara ise) Allah’ın birliğini, âhiret gününde vesâir dinî hükümleri inkâr edenlere gelince onları da kınamak ve azarlamak için şöyle denilecektir: (değil mi ki:) Ey kâfirler!, (size karşı âyetlerimiz okundukça) semâvî kitapların hükümleri bildirildikçe, Peygamberler tarafından size vazifeleriniz teblîğ edilmiş olunca (siz kibirlendiniz) onlara îman etmeyi kibrinize yediremediniz (ve günâhkâr bir kavim oldunuz) âdetleri inkâr ve isyândan ibâret bulunan bir topluluk bulundunuz. İşte ondan dolâyıdır ki: Bu hüsrâna, bu felâkete mâruz bulunmaktasınız. İşte bu da küfrün pek müthiş cezası!.
32. Ve şüphe yok ki, Allah’ın vaadi haktır ve o kıyamette bir şüphe yoktur, denildiği zaman dediniz ki: Kıyamet nedir? Biz bir zandan başka bir zan etmiyoruz ve biz kesin bilgi elde etmiş değiliz.
32. Bu mübârek âyetler de birçok günâhları işleyen, kutsal şeylerle alay eden, dünya varlığına aldanarak kulluk vazifelerini unutan kâfirlerin âhirette nasıl hesaba çekileceklerini haber veriyor. Bütün kâinatta Yaratıcılığı ve rablığı tecelli eden, bütün görünen ve görünmeyen âlemlerdeki kudret eserleri kendisinin ilâhlığına, yüceliğine şâhitlik eden Yüce Yaratıcının pek kutsî vasıflarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Âhirette kâfirlere kınamak için denilecektir ki: Ey inkârcılar!. (Ve)Size dünyada mü’minler tarafından (şüphe yok ki, Allah’ın vâ’di haktır) imân ehlini cennetlere kavuşturacağına vesâireye âid olan ilâhî vâ’di muhakkak ki, meydana gelecektir (ve o kıyamette) onun haber verilen vukuunda da (bir şüphe yoktur) herhâlde meydana çıkacaktır (denildiği zaman siz) inadınız, böbürlenmeniz ve güzelce düşünmemeniz yüzünden (dediniz ki: Kıyamet nedir?.) biz onu bilmiyoruz, (biz zandan başka bir zan etmiyoruz.) Onun vukuu hakkında olsa olsa bir zayıf zanda bulunuyoruz. (Ve biz kesin bilgi elde etmiş değiliz.) O kıyametin vukuuna dâir kesinlik derecesinde bir kanaatimiz yoktur.
33. Ve onlar için yapmış oldukları şeylerin kötülükleri meydana geldi ve kendisiyle alay ettikleri şey, onları kuşattı.
33. (Ve onlar için) O inkârcılar hakkında dünyada iken (yapmış oldukları şeylerin kötülükleri) o çirkin çirkin amelleri (meydana geldi) yâni: Âhirette amel defterleri okununca kendilerine malûm oldu ve amelleri âdeta misâl olarak kendilerine göründü, (ve kendisiyle alay ettikleri şey) O evham ve hurâfe saydıkları şeylerin cezası (onları) inkârcıları (kuşattı) onları her taraflarından sarmış oldu, yâni öyle müthiş bir azap içinde kalmış olacaklardır, bu muhakkaktır.
34. Ve denildi ki, bugün sizi unutacağız, nasıl ki, siz bu gününüze kavuşacağınızı unutmuş idiniz ve sizin yurdunuz âteştir ve sizin için yardımcılardan bir kimse de yoktur.
34. (Ve) O inkârcılara âhirette kınamak için şöyle de (denildi ki:) yâni: Şüphe yok denilecektir ki: (bugün sizi unutacağız) yâni: Sizi azap içinde bırakacağız, artık sizi unutmuş gibi bir hâlde terk ederek o âteşten çıkarmayacağız, (nasıl ki, siz bu gününüze kavuşacağınızı unutmuş idiniz) Böyle bir güne kavuşacağınız hiç aklınıza getirmiyordunuz, düşünmüyordunuz, bilâkis inkâra cür’et ediyordunuz (ve sizin yurdunuz) ebedîikâmetgâhınız (âteştir) bu cehennem azabıdır. (ve sizin için yardımcılardan) bir kimse de (yoktur) ki, size şefaat etsin, sizi bu azaptan kurtarmaya çalışabilsin.
35. Sizin bu azap görmenizin sebebi ise şüphe yok ki, siz Allah’ın âyetlerini eğlence yerine tutmuştunuz ve sizi dünya hayatı aldatmış idi, artık bugün ondan çıkarılmayacaklardır. Ve kendilerinden özür beyan etmeleri de istenilmeyecektir.
35. Ve o kâfirlere şöyle de denilecektir: (Sizin bu azap görmenizin) Böyle büyük bir azap âteşine atılmış olmanızın (sebebi ise, şüphe yok ki, siz) dünyada bulunduğunuz zaman (Allah’ın âyetlerini eğlence yerine tutmuştunuz) size bildirilen dinî delilleri, kutsî beyânları kabul etmeyip onlar ile alay etmiştiniz (ve sizi dünya hayatı aldatmış idi) dünyanın fâni varlığına, gösterişine kapılarak gelecek hayatı düşünmezdiniz, onun için çalışmadınız, bilâkis onu inkâr eder idiniz, (artık) Öyle kâfirler (bugün) bu kıyamet günü (ondan) o cehennem âteşinden (çıkarılmayacaklardır.) dünyaya bir daha iâde edilmeyeceklerdir ki: Kaybettiklerini telâfi etmeye çalışabilsinler (ve kendilerinden özür beyân etmeleri de istenilmeyecektir.) ve hiçbir kimse onların tevbe etmelerini, af dilemelerini kendilerinden talebde bulunmayacaktır. Çünkü artık özür dilemenin, tevbenin fâidesi yoktur, zamanı geçmiştir.
§ İstitab; Rızâ talebinde bulunmak, tevbede, özür dilemede bulunmayı istemek mânasınadır.
36. Artık hamd göklerin Rabbi ve yerin Rabbi, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.
36. (Artık) Şüphe yok ki: (hamd) Övgü ve Senâ, kutsama ve yüceltme (göklerin Rab’bi ve yerin Rab’bi) bütün (âlemlerin Rab’bi) Yaratıcısı, rızık vereni, terbiye edicisi (olan Allah içindir) O’nun Yüce Zâtına mahsustur. Bütün bu mevcudat, O Yüce Yaratıcınınvarlığına, birliğine, büyüklüğüne, mâbutluğuna birer şâhittir. Artık biz kulları için de lâzımdır ki, o Kerem Sâhibi Yaratıcımıza dâima hamd ve övgüde, şükürde, kullukta bulunalım.
37. Ve göklerde ve yerde büyüklük O’na mahsustur ve azîz, hakîm olan da O’dur.
37. Evet.. (Ve göklerde ve yerde) Bütün âlemlerde (büyüklük O’na) Yüce Yaratıcıya (mahsustur) O’ndan başka Yaratıcılık, mâbutluk gibi yüce vasıflara sâhip başka bir zât yoktur (ve azîz, hakîm olan da O’dur.) Evet.. Her şeye kaadir, her şey üzerine galip, mağlûbiyetten uzak olan ancak, o Ezelî Yaratıcı’dır. Ve O’nun bütün fiil ve sözleri bütün dini hükümleri çok hikmetleri, menfaatları içermektedir. İşte Kur’an-ı Kerim’in bütün âyetleri de birer Allah kelâmı olup hikmetin tâ kendisidir. İnanıyoruz Bizleri daimâ o mukaddes mâbudumuzun yüce zâtına hamd ve şükür ile kullukta bulunuruz. İlâhî korumasına sığınırız.