KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ÖMER NASUHİ BİLMEN
Ahkaf Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre de “Casiye” sûresini müteâkip ve onun içerdiği konuları destekleyici olarak Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Otuzbeş âyet-i kerîmeyi içermektedir. Ancak (10, 15, 30) uncu âyetlerinin Medine-i Münevvere’de nâzil olduğu rivâyet olunmuştur. (27) inci âyet-i kerîmesi, Yemen’de Emman ile Mehre denilen mevzîler arasındaki bir vâdiden ibâret olan “Ehkaf” taki Âd kavmine Peygamber gönderilmiş olan Hûd Aleyhisselâm’ın kıssasını bildirdiği için bu sûreye böyle “Ehkaf Sûresi” adı verilmiştir. Hâ, Mim ile başlayan sûrelerin yedincisi ve sonu bulunmaktadır. Başlıca içerdiği konular şunlardır:
1. Allah’ın birliği hakkındaki delilleri getirmek, şirkin bâtıl olduğunu isbat ve kâfirlerin karşı çıkmalarındaki fesatı teşhir.
2. Müminlere, takvâ sâhibi zâtlara gelecekte nâil olacakları büyük mükâfatları müjdelemek.
3. Müminlerin analarına, babalarına karşı güzel muamele ile mükellef olduklarını beyân.
4. Dünyanın geçici varlıklarına, lezzetlerine kapılmanın lâyık olmadığına işâret.
5. Âd kavminin kıssasını beyân ve nîmetleri suistimal etmenin kötülüğünü ilân.
6. Cin tâifesinden bir zümrenin Kur’an-ı Kerim’i dinleyip İslâmiyeti kabul ve kendi hemcinslerini İslâm dinine dâvet etmiş olduklarını açıklamak.
7. Kur’an-ı Kerim’in tebliğlerine uymanın lüzumunu ve Yüce Yaratıcı ya itaatden mahrumiyetin ve âhiret hayatını inkâr etmenin kötü âkıbetini ihtar.
8. Resûl-i Ekrem’in sabr ve sebât ile mükellef olduğunu beyân, ona muhalefet edenleri helâk ile tehdit ve uyanmaya dâvet etmek.
1. Hâ, Mim.
1. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in ne yüce bir ilâhî kitap olduğunu bildiriyor. Bütün göklerin ve yerlerin bir adâlet ve hikmete bağlı ve belirli bir zaman ile kayıtlı olarak yaratılmış olduklarına dikkatleri çekiyor. Müşriklerin ne kadar âciz; Yaratıcılık sıfatına sâhip olmayan şeylere tapınmakda olduklarını teşhir ile kendilerinin câhil olduklarını bildirmekte ve kınamaktadır. Kendilerine yapılan dualardan, ibâdetlerden habersiz bulunan putlara ve benzerlerine tapınanların cehâletlerini ilân ve onlar ile o taptıkları şeyler arasında bir uhrevî düşmanlığın meydana geleceğini ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (Hâ, Mim) Bu mübârek harflere dâir evvelce kısmen malûmat verilmiştir ve kısaca denilmiştir ki: Bu harfler, Kur’an-ı Kerim’in veya başında bulunduğu sûrenin bir ismi makâmındadır. Bununla beraber Ruhülbeyân gibi, Mefatihülgayb gibi tasavvufi mânalardan da bahseden bâzı tefsirlerde bu harflere âid çeşitli yorumlar vardır. Özellikle şöyle denilmiştir:
(1): Hâ, Hak Teâlâ’nın merhametli mânasına olan “Hennan” ismine, mim de evvel ve âhır verici mânasına olan (Mennan) ismine işârettir.
(2): Hâ’dan maksat, Habibim demektir. Mim’den maksat da, Muhammed Aleyhisselâm demektir.
(3): Hâ’dan maksat, ilâhî vahyi havi olan, Mim’den maksat da şüpheleri giderici bulunan Hz. Muhammed Aleyhisselâm demektir.
(4): Hâ’dan maksat, peygamberlik ile görevli olan demektir, Mim’den maksat da birlik tarafına meyilli olan Resûl-i Kibriya demektir.
(5): Hâ’dan maksat, ilâhî vahyi koruyan demektir. Mim’den maksat Allah katında müeyyed olan Yüce sevgili demektir.
(6): Hâ ile Mim’den murâd, Muhammed Aleyhisselâm hikmetidir. Çünkü o Yüce Peygamberin sâhip olduğuhikmet, “son derece gerçeğe uygundur. Bu gibi tevîller, birer güzel yorum olmakla beraber kesin değildir. Bu gibi mübârek harfler, tâbirler, bir hikmet gereği getirilmekte ve müteşabihat kabilinden bulunmakta olduğundan bunların kesin mânalarını Allah’ın ilmine havale ederiz. İhtiyata uygun olan da budur.
2. Bu kitabın indirilmesi, o azîz, hakîm olan Allah’tandır.
2. (Bu kitabın) Bu açıklamaları hikmet dolu Kur’an’ın (indirilmesi) Son Peygamber’e vahyedilmiş olması (o azîz) her şeye galip, hâkim ve (hikmet sâhibi) bütün irâdesi ve takdiri ve bütün yarattığı eserleri birer hikmet ve faydaya dayanmış olan (Allah’dandır) o Yüce Yaratıcı’nın mukaddes katındandır.
3. O gökleri ve yeri o ikisinin arasındakileri yaratmadık, ancak hak ile ve bir tayin edilmiş müddetle yarattık kâfir olanlar ise korkutulmuş oldukları şeyden yüz çeviricilerdir.
3. İşte o Ezeli Yaratıcı, buyuruyor ki: (O gökleri ve yeri ikisinin arasındakilerini) Bütün o güzel, eşsiz, ibret verici varlıkları, boş yere (yaratmadık) onların (ancak hak ile) hak ve hakikatin ortaya çıkmasını temin için ve ilâhî kudretin, adâletin tecellîsiyle Allah’ın büyüklüğüne delil getirilmesi için (ve bir tâyin edilmiş müddetle) Allah katında malûm bir zaman, kıyamet gününe kadar devam etmeleri için yarattık, varlık alanına getirdik, uyanmak için gözler önüne koymuş olduk, (kâfir olanlar ise) Peygamberler ve ilâhî kitaplar vasıtasiyle (korkutulmuş oldukları şeyden) bir müthiş günün meydana geleceğine âid haberlerden (yüz çeviricilerdir.) ona inanmazlar, ehemmiyet vermezler, o kadar açık, kuvvetli delillere rağmen yine inkârlarında devam ederler.
4. De ki: bana haber veriniz! Allah’tan başka tapar olduklarınızı bana gösteriniz yerden neleri yaratıvermişlerdir. Yoksa onlar içingöklerde bir ortaklık var mıdır? Bana bundan evvelki bir kitabı veya ilmden bir eseri getiriniz, eğer siz doğru kimseler oldu iseniz.
4. Ey Yüce Resûl!. O kâfirlere (Deki: bana haber veriniz) o bâtıl putların hâllerini bir kere göz önüne alınız da söyleyiniz bakalım (Allah’tan başka tapar olduklarını bana gösteriniz) hâllerini bana anlatınız, onlar, bu (yerden neleri yaratıvermişlerdir) hiç onlar bu yerlerde bir zerreyi bile yaratıp vücuda getirmeğe kaadir bulunmuşlar mıdır?, (yoksa onlar için göklerde bir ortaklık var mıdır?) O göklerin yaradılışında o putlar, Kâinatın yaratıcısı ile bir ortaklıkta bulunmuşlar mıdır? Ne mümkün, bunu hangi bir akıllı kimse iddia edebilir?. Artık siz neye dayanarak o putlara mâbutluk sıfatını vererek tapınıyorsunuz?, (bana bundan evvelki bir kitabı) Bu Kur’an-ı Kerim’den evvel nâzil olmuş olan Tevrat gibi, İncil gibi bir ilâhî kitabı getiriniz ki, sizin putlara yaptığınız ibâdetlerin doğru olduğuna şahadet eder olsunlar. Bu mümkün mü?, (veya ilmden bir eser getiriniz) evvelki milletlerin, mütefekkir zâtların ilmlerinden bir kalıntı, bir vesika getiriniz de putlara ibâdet etmenize izin verir bulunsun, onun cevazına delâlet etsin (eğer siz sâdık kimseler oldu iseniz) öyle putlara fâni mahlûklara tapmanıza âid sözleriniz doğru ise öyle iddianızı destekleyecek bir delil getiriniz bakalım!. Ne yazık ki, bu mümkün değil!. Bu iddianız, boştur, bunu isbat edecek ne naklî bir delil ve ne de aklî bir delil mevcut değildir.
5. Ve daha sapık kimdir, o kimseden ki, Allah’a ibadeti bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek olan putlara yalvarır ibadet eder. Halbuki, Onlar, bunların yalvarmalarından gâfillerdir.
5. Evet.. Bir kere düşünmez misiniz?. O putlar, o âciz, fâni mahlûklar nasıl mâbudluğa sâhip olabilirler?. (Ve daha sapık kimdir?. O kimseden ki, Allah’a ibâdeti bırakıp da kıyametgününe kadar kendisine cevap veremeyecek olan şeye yalvarır)Putlara ibâdet eder, elbette ki, öyle bir kimseden daha sapık yoktur. Hiç aklı başında olan, doğru yolu tâkib eden bir kimse öyle âciz, cevap vermek kudretinden mahrum şeyleri nasıl tanrı tanıyarak onlara tapınabilir?. Bu ne kadar aptallık!, (halbuki onlar) O kendilerine tapıları putlar (bunların) bu müşriklerin (yalvarmalarından) kendilerine ibâdet edip onlardan bir şeyler niyâz edip durmalarından (gâfillerdir) Evet.. Malûmdur ki, o putlar, cansızlar kabilinden şeylerdir. Kendilerine ibâdet edildiğinden habersizdirler, akıl ve şuura sâhip değildirler. Artık öyle şuursuz şeylerden ne beklenebilir?.
6. Ve insanlar mahşerde toplandıkları zaman putlar onlar için düşmanlar olmuş olurlar. Ve onların ibadetlerini inkâr ediciler olmuşlardır.
6. (Ve insanlar) Kıyamet günü mahşerde (toplandıkları zaman) o putlar, o kendilerine ibâdet etmiş oldukları mahlûklar (onlar için) o kendilerine tapmış olan kimseler için (düşman olmuş olurlar) bir lisân-ı hâl veya söz ile onları yalanlarlar, onlardan uzak olduklarını söylerler. (ve onların) O kendilerine tapınmış olan kimselerin kendilerine (ibâdetlerini inkâr ediciler olmuşlardır.) yâni: O dünyada iken mâbud edinilen fâni, mahlûklar, kıyamette korkularından titrerler, o müşrikler yalanlarlar, bize ibâdet etmelerini onlara biz emretmedik derler, ve onların ibâdetlerinden haberdar olmadıklarını söyleyerek onlardan kaçınırlar.
7. Ve onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, kendilerine geldiği vakit hakkı inkâr eder olanlar dedi ki: İşte bu apaçık sihirdir.
7. Bu mübârek âyetler de kâfirlerin Resûl-i Ekrem’e karşı almış oldukları inkârcı vaziyetlerini ve Kur’an-ı Kerim’e sihir ve bir iftira eseri dedikleri ve Yüce Peygamberin de onlara ne yolda cevap vermekle mükellef bulunduğunu bildiriyor. Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın ilk Peygamber olmadığını veO’nun ilâhî vahiyden başka bir şeye tâbi bulunmadığını ve O’nun vazifesini haber veriyor. Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından gönderilmiş olduğu ve onun kutsallığına İsrâiloğulları’ndan bir zâtın da şâhitlik edip îman eylemiş bulunduğu hâlde sırf böbürlenme sebebiyle o ilâhî kitabı kabul etmeyenlerin zâlim kimseler oldukları için hidâyetten mahrum kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve onlara) O müşriklere (karşı apaçık âyetlerimiz) Kur’an-ı Kerim’in pek açık deliller (okunduğu zaman, kendilerine geldiği vakit hakkı) kendilerine okunan ve hakikatin kendi olan o âyetleri (inkâr eder olanlar) o müşriklerden her biri (dedi ki: işte bu) okunan Kuran (bir apaçık sihirdir.) hakikatı olmayan bir hayâlden ibârettir, işitenlerin kalblerine sihir gibi tesir ediyor.
8. Yoksa iftira etti mi diyorlar? Deki: Eğer onu, ben iftira ettim ise artık benim için Allah’tan hiçbir şeye sahip olamazsınız. O sizin neye daldığınızı pek iyi bilendir. O benimle sizin aramızda şâhit olmaya kâfidir. Ve O, çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
8. (Yoksa) O müşrikler kötülüklerini daha ileri götürerek Hz. Muhammed, O Kur’an-ı Allah adına (iftira etti mi diyorlar?.) Evet.. Onlar böyle bir isnadta bulunmak cehâletini de göstermişlerdi. Hak Teâlâ Hazretleri de onları red için Yüce Resûlüne emrediyor ki: Resûlüm o inkârcılara (deki: Eğer onu) O Kur’an-ı Kerim’i diyelim ki (ben iftira ettiğim ise) o, ilâhî bir kitap olmadığı hâlde onun ilâhî bir kitap olduğunu, bana vahy edildiğini gerçek dışı olarak iddiada bulundum ise (artık benim için) beni kurtarabilmek için (Allah’tan hiçbir şeye sâhip olamazsınız) onu derhal zuhur edecek intikamından, azabından beni kurtarmaya hiçbir kimse kaadir, selâhiyetli bulunamaz. Artık öyle bir iftiraya nasıl cür’et etmiş olabilirim?. (O) Yüce Yaratıcı (sizin neye daldığınızı) Kur’an-ı Kerim’e sihir demenizi vebana karşı nasıl inkârda ve iftira isnâdında bulunduğunuzu (pek iyi bilendir) o Kâinatın Yaratıcısı gerçek durumu sizden ve diğer bütün mahlûkatından daha ziyade bilip görmektedir. (O) Yüce Yaratıcı (benimle sizin aranızda şâhit olmaya kâfidir.) o Yüce Mâbud, benim doğruluğuma, ilâhî dini size teblîğ ettiğime, sizin de ne inkârcı, ne kibirli kimseler olduğunuza şâhitlik edecektir. Bu mübârek söz, Resûl-i Ekrem hakkında büyük bir müjdeyi, o inkârcılar hakkında da büyük bir tehdidi içermiş bulunmaktadır. (Ve O) Bilen Yaratıcı, (çok yarlıgayıcıdır) îman edip tevbekâr olanları af eder ve hatalarını örter ve (rahîmdir) kulları hakkında merhameti pek ziyâdedir. Kullarını kusurlarından dolayı hemen cezaya çarpmaz, onlara uyanıp hâllerini ıslâh edebilmeleri için bir mühlet verir, îman ettikleri takdirde onları evvelki inkârlarından, itikatlarından dolayı cezalandırmaz, onları ilâhî rahmetine nâil buyurur.
9. Deki: Ben Peygamberlerden ilk evvel olan değilim ve ne bana ve ne de sizlere ne yapılacağını bilmem. Ben başka değil, ancak bana vahy olunana tâbi olurum ve ben apaçık bir korkutucudan başka değilim.
9. Allah Teâlâ Hazretleri, Son Peygamber Efendimize şöyle de emr ediyor: Resûlüm!. O müşriklere (Deki: Ben peygamberlerden ilk evvel olan değilim) yâni; İlk defa olarak Peygamberlik iddiasında bulunmuş, ben garip ve benzersiz görülecek bir vaziyet almış değilim, benden evvel de nice Peygamberler gelmiş, insanlığı tevhîd dinine dâvete memur bulunmuşlardır (ve ne bana Ve ne de sizlere ne yapılacağını bilmem) yâni: Benim vazifem size ilâhî dini teblîğ etmektir. Benim hakkımda takdir-i ilâhînin bu dünyada nasıl gerçekleşeceğini ben kendi kendime bilemem. Ben vazifemi ifâya muvaffak olacak mıyım, yoksa diğer bir kısım Peygamberler gibibeldemden çıkarılacak mıyım, şâhit olacak mıyım, bunları bilemem.. Sizin de küfrünüzde devam edince, dünyada nasıl bir felâkete uğrayacağınız, başınıza gökten taşlar mı yağacağını, veya yerler yarılıp içlerine mi düşeceğinizi bilip tâyin edemem. Bu gibi istikbâle âid şeyleri bilmek Cenab-ı Hak’ka mahsustur. Bir Peygamber ise ancak Cenab-ı Hak’kın kendisine bildirdiği şeyleri, Peygamberlik vazifelerine âid hususları bilir bunları ümmetlerine teblîğ eder, Kâinata âid bütün işleri bilmesi icap etmez, (ben başka değil, ancak bana vahy olunana tâbi olurum) Kur’an’ın beyânatına göre peygamberlik vazifemi tanzim ederim, kendiliğimden onlara muhalif bir şey meydana getirmem. (ve ben apaçık bir korkutucudan başka değilim.) yâni: Benim vazifem, sizin îmana dâvet etmektir, Peygamberliğimi Allah tarafından göstermeye muvaffak olduğum mûcizeler ile isbat eylemektir. Küfrlerinde, isyânlarında ısrar edip duranlara da ilâhî azaba mâruz kalacaklarını ihtarda bulunmaktadır. Yoksa ben insan gücünün dışında olan şeyleri bizzât vücûda getirmeğe kaadir bulunduğumu iddia edemem.
10. Deki: Bana haber veriniz! Eğer Kur’an Allah tarafından olup da siz onu inkâr eyledinizse ve İsrâiloğulları’ndan bir şâhit de onun misli üzerine şahadette bulundu ve hemen iman etti de siz böbürlendi iseniz artık zâlimlerden olmaz mısınız? Şüphe yok ki, Allah zâlimler olan, kavmi doğru bir yola muvaffak kılmaz.
10. Hak Teâlâ Hazretleri, O Yüce Peygamberine şöyle de emrediyor: Ey Resûlüm!. O inkârcılara (Deki: Bana haber veriniz!. Eğer) Kur’an-ı Kerim (Allah tarafından olup da siz onu inkâr eyledinizse) o ebedi bir mûcize olup onun bir sûresine bile benzer getirmekten bütün insanlar âciz bulundukları hâlde siz o ilâhî kitabı ve onu sizlere teblîğ eden Son Peygamberi tasdik etmeyip deinkâra devam ederseniz (ve İsrâiloğulları’ndan bir şâhit de) onların en âlim bir ferdi olan, semâvî kitaplara vakıf bulunan bir zât da (onun) Kur’an’ın veya Son Peygamber’in (misli üzerine) tatbikan (şâhitlikte bulundu) yâni: Kur’an’ın da Tevrat gibi bir ilâhî kitap olup tevhid dinini telkin buyurduğuna veya Hz. Muhammed’in de Hz. Mûsa gibi bir Peygamber olup insanlığa Allah’ın birliği inancını, şirkin bâtıl olduğunu, tehdit ve vâide ve diğer şeylere âid meseleleri teblîğ eylemekte bulunduğuna şâhitlik eyledi (ve hemen îman etti de siz) ey Peygamber zamanındaki inkârcılar!. (böbürlendi iseniz) Kibirli bir vaziyet alarak hiç gerçek durumu düşünmedi iseniz artık zâlimlerden olmuş olmaz mısınız? Nedir o kadar açık, parlak bir hakikate karşı bu derece inkâr!, (şüphe yok ki, Allah, zâlim olan kavmi doğru bir yola muvaffak kılmaz.) Öyle küfrlerine ısrar edip duran kimseler, kendi o kötü hareketlerinin, ihtiyarlarının bir neticesi olmak üzere hidâyetten mahrum kalmış, bir ebedî azaba lâyık bulunmuş olurlar. “Bu âyet-i kerîmedeki şâhidden maksat, bir görüşe göre Mûsa Aleyhisselâm’dır. Çünkü, o da tevhid dinini yaymaya çalışmış ve Son Peygamber Hazretlerinin geleceğine, vasıflarına dâir malûmat vermişti. Fakat tefsircilerin çoğuna göre bu şâhidden maksat, Yahudî âlimlerinden pek mümtâz bir zât olan Abdullah Bin Selâmdır. Bu yüksek âlim, Resûl-i Ekrem Efendimizin evsâfını Tevrat’da okumuştu, sonra O Yüce Peygamber’e karşılaşıp onun güzel yüzünde parlayan peygamberlik nûrunu görünce, onunla sohbette bulununca onun Son Peygamber olduğunu anlamış, hemen o Yüce Peygamberi tasdikte bulunmuştur. Gerçekten bu zât, Hz. Peygamberin hicretinden sonra Medine-i Münevvere’de müslümanlığı kabul etti, bu onuncu âyeti kerîmede Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştu. Fakat Allah’ın emri üzerine bu Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuş olan sûre-iEhkaf’a nakl olmuştur. Bu onuncu âyet-i kerîmenin de Mekke-i Mükerreme’de nüzulü kabul edildiği taktirde ise hakikatları açıklayan Kur’an’ın ebedî bir mûcize olduğuna bu da ayrıca bir delil teşkil etmiş bulunur. Çünkü: O zâtın daha İslâmiyeti kabul etmesinden senelerce evvel onun İslâmiyeti kabul edeceği, İslâm dini lehine şâhitlikte bulunacağı haber verilmiş oluyor. Nitekim bu gibi geleceğe âid olup bilâhare tahakkuk etmiş birçok haberler, Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Mekke-i Mükerreme’nin fethi hakkındaki haber de bu cümledendir.
11. Ve kâfir olanlar, iman edenler için dedi: Eğer bir hayır olsa idi ona bizi geçemezlerdi. Ve onlar bununla Kur’an ile hidayete eremedikleri vakit de hemen diyeceklerdir ki: işte bu, eski bir iftiradır.
11. Bu mübârek âyetler de bâzı zâtların İslâmiyeti kabullerinden dolayı müşriklerce meydana gelen diğer bir şüpheyi ve pek boş bir iddiayı teşhir ediyor. Arap dili üzere nâzil olan Kur’an-ı Kerim’in de evvelce Hz. Mûsa’ya bir hidâyet rehberi ve rahmet olmak üzere verilmiş olan Tevrat gibi bir ilâhî kitap olduğunu ve kâfirleri tehdit etmekte, müminleri de müjdelemekte bulunduğunu bildiriyor. İstikâmetle vasıflanmış olan mü’minlerin bir mükâfat olmak üzere uhrevî korkulardan, üzüntülerden emin ve ebedî şekilde cennete nâil olacaklarını da beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve kâfir olanlar) Hz. Peygamber zamanındaki Mekke-i Mükerreme ahâlisinden olan bir kısım inkârcılar (îman edenler için) Ammar, Suheyb ve İbn-i Mes’ut gibi bâzı zâtlar hakkında veya Cüheyne, Müzeyne ve Gıfar gibi bâzı kabîleler hakkında (dedi: Eğer) Hz. Muhammed’in getirip teblîğ ettiği Kur’an’da veya İslâm dininde (bir hayır olsa idi) o bir şerefe, Yüceliğe sâhip bulunsa idi (ona) o hayıra kavuşmak hususunda o îman edenler (bizi geçemezlerdi.) bizden evvelİslâmiyet şerefine nâil olamazlardı. Çünkü: O İslâmiyeti kabul edenler servetden, şöhretten, reislikten nâsipsiz bulunuyorlar. Bizler ise zengin kimseleriz, mevki sâhipleriyiz, milletimizin liderliğinde bulunuyoruz. O hâlde bizim kadar bir varlığa sâhip olmayanlar, bizden evvel hayıra nâil olabilirler mi?. Bu câhiller, dünyevî bâzı sebeplere güvenerek kendilerini hayır ve saadete herkesten daha ziyade lâyık sanmışlar, kendilerinin akl-ı selîmden, mânevî olgunluklardan, ahlâkî fâziletlerden, öyle mânevî bir servetten mahrum olduklarının farkında bulunmamışlar, âdi bir varlık etkisiyle öyle gururluca bir iddiada bulunuyorlardı, (ve onlar) O inkârcılar (bununla) Hikmetleri açıklayan Kur’an ile (hidâyete eremedikleri vakit de) onun doğruluğunu, yüceliğini takdir edemeyip inkârlarına devam ettikleri zaman da (hemen diyeceklerdir ki: İşte bu, eski bir iftiradır.) Allah adına eskilerin uydurmuş oldukları sözlerden ibârettir. Evet.. O kâfirler, kendilerinin ne kadar kabiliyetsiz bulunduklarını anlayamazlar, Kur’an-ı Mübîn’in yüceliğini takdir edemezler, o ilâhî kitap hakkında öyle bir iddiada bulunmak cehâletini göstermiş olurlar.
12. Ve ondan evvel de Mûsa’nın bir rehber ve bir rahmet olan kitabı var idi. Ve işte bu da bir kitaptır, tasdik edicidir, arapça bir lisan ile gönderilmiştir zulüm edenleri korkutmak için, muhsin olanlara da bir müjdedir.
12. Yüce Allah da Kur’an’ın bir ilâhî kitap olduğunu inkâr edenleri red için buyuruyor ki: Evet. Kur’an-ı Mübîn, Son Peygamber’e verilmiş olan bir ilâhî kitaptır, (Ve ondan) O Kur’an’dan (evvel de Mûsa’nın bir rehber ve bir rahmet olan kitabı var idi) O Peygambere de Tevrat adındaki ilâhî kitap ihsân buyurulmuştu. O kitapta ilâhî din hususunda bir kendisine uyulan bir kitap idi, îman edenler için bir rahmet vesîlesi bulunmuştu. (ve iştebu da) Bu Kur’an-ı Kerim kitabı da (bir kitaptır) kadri yüce, insanlığı Allah’ın dininden haberdar eden bir ilâhî kanundur ve Hz. Mûsa’nın kitabını da (tasdik edicidir.) onun da bir ilâhî kitap olduğunu ve içeriğinin doğruluğunu ve bir rahmet vesîlesi bulunduğunu haber vermektedir. (Arapça bir lisân ile) Son Peygambere (gönderilmiştir.) en geniş, en fasih olan bir lisân ile nâzil olmuş, onun fesahat ve belâgatı, kapsamının yüceliği ve akıllı, mütefekkir zâtlarca malûm ve kabul edilmiştir ve onun nuzulü nice hikmetlere dayanmaktadır. Bu cümleden olarak (zulm edenleri) dinsizlikte sebât edip nefslerini helâke mâruz bırakanları (korkutmak için) dir. Onlara ilâhî azabı ihtar ederek kendilerini uyanmaya dâvet içindir, (muhsîn olanlara da bir müjdedir.) güzelce îmanlarda ve güzel amellerde bulunanlara da azaptan emin ve cennetlere nâil olacaklarını müjdelemektedir. Artık öyle bir ilâhî kitap, nasıl inkâr edilebilir?.
13. Şüphe yok, o kimseler ki, Rabbimiz Allah’tır dediler, sonra istikamette bulundular, artık onların üzerine bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
13. Evet.. (Şüphe yok, o kimseler ki: Rab’bîmîz Allah’tır dediler) Allah’ın Rab olduğunu tasdik ederek başkalarına kulluktan kaçındılar (sonra istikâmette bulundular) öyle Allah’ı birlemekle beraber dinî vazifelerini de tam bir doğrulukla ifâya çalıştılar, kalbleri şek ve şüpheden uzak, dinî işlerin ehemmiyet ve kutsiyetini anlamış, hakkiyle güzel amelde bulundular (artık onların üzerine bir korku yoktur) onlar kıyamet gününün korkunç ahvalinden emin bulunacaklardır. (ve onlar mahzun da olmayacaklardır) Kendilerince sevilen, istenen bir şeyin elden gitmesinden dolayı bir üzüntü ve kedere de mâruz kalmayacaklardır. Bütün arzularına nâil olup tam bir zevk ve huzur ile ebedî bir hayata mazhar bulunmuş olacaklardır.
14. İşte onlar, cennet sahipleridir. İşler olmuş oldukları şeylere bir mükâfat olmak üzere orada ebedîyyen kalıcılardır.
14. (İşte onlar) Öyle Allah’ın birliğini tasdik eden, istikâmetle vasıflanmış bulunan zâtlar (cennet sâhipleridir) onlar yarın âhirette cennetlere, o yüce makâmlara nâil olacaklardır. Ve o muhterem zâtlar, dünyadalarken (işler olmuş oldukları şeylere) güzel güzel amellere (bir mükâfat olmak üzere orada) o cennetlerde (ebediyyen kalıcılardır) artık onlar için tekrar ölmek veya o nîmetlerden mahrum kalmak düşünülemez. İşte îmanın, ibâdet ve itaatin, ilâhî emirlere, tavsiyelere riâyetin, Allah rızâsını kazanmanın ebedî ve pek yüce neticesi.
15. Ve biz insana anasına ve babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Onu anası zahmetle yüklendi ve onu zahmetle doğurdu, onu bu yüklenilmesi ve sütten kesilmesi müddeti ise otuz aydır. Nihâyet reşit olacağı zamana erip kırk seneye bâliğ olunca dedi ki: Yarabbî! Beni muvaffak kıl, bana ve anam ile babama lütuf etmiş olduğun nimetine şükredeyim ve razı olacağın bir güzel amelde bulunayım ve zürriyyetim hakkında da benim için iyilik nasîp buyur. Şüphe yok ki, ben sana günahlarımdan tevbe ettim ve muhakkak ki, ben Müslümanlardanım.
15. Bu mübârek âyetler, analara, babalara ve evlâda karşı gösterilecek bağlılık ve hür isterlik hakkındaki insanî vazifeyi, ilâhî tavsiyeyi bildiriyor. Bu husustaki ilâhî tavsiyeye riâyet edecek zâtların nâil olacakları uhrevî mükâfatları müjdelemektedir. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, tevhîde, ihlâslı amele, doğruluğa âid beyânatını müteâkip insanlara diğer bir vazifelerini de şöylece beyân buyuruyor: (Ve biz insana anasına ve babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik) insanı bir iyilik vazifesiyle mükellef kıldık, onlara gerek hayatlarında ve gerek öldüklerinden sonramümkün olan iyiliklerde, hayır dilemekte bulunmasını emr eyledik. Çünkü: Anaların, babaların evlâtları hakkındaki hizmetleri, fedakârlıkları pek büyüktür. Evet.. (onu) insanı (anası zahmetle yüklendi) gebelik müddetince nice sıkıntılara katlandı (ve onu zahmetle doğurdu) ne meşakkatli, üzüntülü, ağrılı vaziyetlerde bulundu (onun) o doğan çocuğun (yüklenilmesi ve sütten kesilmesi) müddeti (ise otuz aydır) bir anne bu müddet içinde ne kadar rahatsızlıklara uğrar, geceleri bile rahat edemez, çocuğunun idaresiyle meşgul olur durur. Evet.. Çocukların anneleri rahminde bulunmalarının en az müddeti altı aydır, süt verme müddetinin en çoğu da iki senedir ki, toplamı otuz ay eder.
Velhâsıl: Bir anne, çocuğu için birçok fedakârlıklara katlanır durur. Evet.. Şüphe yok ki, çocukları hakkında annelerinin de, babalarının da büyük hizmetleri, fedakârlıkları vardır. Artık onlara karşı evlâdın da şükrân borçlu bulunmaları, pek ziyade hayır diler olmaları icap etmez mi?, İşte bu husustaki vazifeyi pek güzel ifâ eden hayırlı evlâda bir takdir örneği olmak üzere şöyle beyân buyuruluyor: (nihâyet) bir çocuk (reşit olacağı) aklı ve kuvveti kemâle ereceği (zamana erip kırk seneye baliğ olunca) Cenab-ı Hak’ka yalvarıp (dedi ki: Yarabbi!. Beni muvaffak kıl) bana ilham et, bana büyük bir meyil ve rağbet ihsân buyur (bana ve ananı ile babama vermiş olduğum nîmete şükür edeyim) bizi varlık sahasına getirdin, hayata kavuşturdun, nice şeyler ile rızıklandırdın ve bizleri imân şerefine nâil buyurdun. Bunlara şükretmek pek mühim bir vazifedir, bu vazifeyi ifâya muvaffak olayım (ve) Yarabbi!. Senin (râzı olacağın bir sâlih amelde bulurlayım) Allah’ın rızâsını kazanacak bir hayırlı, amele muvaffak olayım (ve) Yarabbi!. Böyle bir muvaffakiyete evlâd ve torunlarını da nâil ederek (zürriyetim hakkında da benim için iyilik nasîp buyur) onların muvaffakiyetleri de benim için ayrıca birmuvaffakiyet bir iyi durum teşkil etmiş olsun, (şüphe yok ki,) Ey Yarabbim!. (ben sana) Günâhlarımdan (tevbe ettiğini) insanlık hâli benden meydana gelmiş olan lâyıksız hareketlerden dolayı pişmanlıkta bulunarak senin af ve bağışına sığındım (ve muhakkak ki: Ben müslümanlardanım.) samimî şekilde İslâmiyeti kabul etmiş, ilâhî dinin yüce hükümlerine teslimiyette bulunmuş bir kulum. Artık bu duamı şu İslâmiyet hürmetine olarak kabul buyur Yarabbi!.
16. İşte onlar, o kimselerdir ki: Onlardan işlediklerinin en güzelini kabul ederiz ve onların günâhlarından geçeriz, cennetlikler arasındadırlar. bu bir doğru söz iledir ki, onlar vaad olunmuş bulunmaktadırlar.
16. Hak Teâlâ Hazretleri de o gibi hâlisâne niyâzda bulunan kullarını müjdelemek için buyuruyor ki: (İşte onlar) Öyle güzel vasıflara sâhip, samimi müslümanlar (o kimselerdir ki: Onlardan işlediklerinin en güzelini kabul ederiz) yâni: Mübâh olan şeyler, güzel olsalar da bir sevabı gerektirici değildirler. Fakat, ibâdet ve itaat kabilinden olan şeyler daha güzeldirler, işte kabule, mükâfata lâyık olan da bu türden olan amellerdir, bunlar Allah tarafından kabul buyurulmaktadır. Ve (onların) o hâlis müslümanların (günâhlarından geçeriz) bir nice kusurlarını af ederek onlardan dolayı kendilerini cezalandırmayız. Artık o zâtlar (cennet Ashâbı arasındadırlar) cennetle müjdelenmiş olan seçkin kullar arasında bulunacaklardır, onların gelecekleri, öyle pek emindir, pek yücedir. Bu ilâhî müjde (bir doğru söz iledir ki, onlar) o müslümanlar, bununla, ilâhî müjde ile (vâ’d olunmuş bulunmaktadırlar.) Cenab-ı Hak’kın Peygamberleri lisâniyle samimi müslüman kulları için teblîğ buyurulmuştur. Artık şüphe yok ki, daha sonra gerçekleşecektir. Ne büyük bir muvaffakiyeti. Rivâyete göre bu mübârek âyetler,Ebûbekrissıddık Radiyallâhü Teâlâ Anh ile benzerleri hakkında nâzil olmuştur. Kendisi İslâm şerefine nâil olduğu gibi babası Ebû Kuhafe Osman Bini Amr ve anası Ümmülhayır Binti Sahre de İslâmiyeti kabul etmişlerdi ve kendisinin oğlu Abdurrahmân ile onun oğlu Ebû Atîk dahi İslâmiyeti kabul edip Ashâb-ı kirâmdan bulunmuşlardı. Bu muvaffakiyet, başka Ashâb-ı kirâm’a nâsip olmamıştır. Hz. Ebûbekir’in duaları kabul olunmuş, nice güzel amellerde bulunmuştur. Kısaca dokuz müslüman köleyi âzad etmiştir ki, Bilâli Habeşî Hazretleri de bu azât edilenlerdendir ve servetini de İslâm dini uğrunda fedâ etmiştir. Ve kendisi aşere-i mübeşşereden olup cennetle müjdelenmiştir. Ne büyük bir mazhariyet!. Bununla beraber bu yüce âyetler gösteriyor ki: Her müslümanın vazifesi, nâil olduğu nîmetlere şükür etmektir, bütün çoluk çocuğunun, bütün baba ve ecdâdının ve bilhassa annesinin haklarında hayır diler olarak hepsinin de İslâm nîmetine nâil olmalarını can ve gönülden temennî eylemektir. Böyle her hayır isterlik, İslâmiyete bir bağlılığın, ahlâkî olgunluklara nâil olmanın parlak bir alâmeti bulunmaktadır.
17. Ve o kimse ki, anasına, babasına: Dedi ki: Uf ikinize! Beni korkutuyor musunuz ki, ben çıkarılacağım? Halbuki, benden evvel nice nesiller gelip geçmiştir. Anası ile babası ise Allah’tan medet istiyor, yazık sana! İmân et, şüphe yok ki, Allah’ın vaadi haktır diyorlardı Oğulları ise hemen diyordu ki, bu, dediğiniz evvelkilerin efsanelerinden başka değildir.
17. Bu mübârek âyetler de dindar olan anasiyle babasına karşı bilâkis isyânkâr olan, âhiret hayatını inkâr eden, o hususa dâir beyânları masaldan sayan bir şahsın ahvalinin aşağılığını tasvir ediyor. O gibi inkârcı şahısların hüsrâna uğramış olduklarını ve herkesin kendi amellerine göre derecelere ayrılacağını ihtar ediyor ve kâfirlerin nasıl birceza hitabına mâruz kalacaklarını ve kendilerinin kibirlenmeleri ve fâsıkça hareketleri sebebiyle nasıl bir zillet azabına tutulacaklarını şöylece beyân buyurmaktadır. (Ve o kimse ki,) Yâni: Gelişigüzel herhangi bir şahıs ki, ehl-i îmandan olan (anasına, babasına) kendisini îmana dâvet ettikleri zaman (dedi ki: Uf ikinize!.) teessüf olunur hâlinize!. (beni korkutuyor musunuz ki: Ben) öldükten sonra bir gün kabrimden (çıkarılacağım) toprak kesilmiş iken yeniden hayat bulacağını, bir ceza yurduna sevk edileceğim!, (halbuki, benden evvel nice nesiller gelip geçmiştir.) Âd, Semud kavimleri gibi nice kuvvetli ümmetler tarihe karışmıştır, hiçbiri yeniden hayat bulmamıştır, artık ben mi bulacağım?. Bu âhiret hayatını inkâr eden şahsın (anası ile babası ise) oğullarının bu câhilce, inkârcı hâlinden üzülerek (Allah’tan medet istiyor) oğullarının îmana muvaffak olması için Cenab-ı Hak’ka yalvarıyorlar ve oğullarına hitaben (yazık sana) kendini ebedî helâke mâruz bulunduruyorsun (şüphe yok ki, Allah’ın vâ’di haktır) kulları kabirlerinden kaldırıp tekrar hayata nâil buyuracağına âid olan ilâhî vâ’di herhâlde gerçekleşecektir, diyorlardı. Bu güzel ihtara rağmen oğulları ise küfrlerinde ısrar ederek (hemen diyordu ki: Bu) dediğiniz sözler (evvelkilerin efsanelerinden başka değildir.) asılsız iddialarından ibârettir, bizim için yeniden hayata ermek mümkün bulunmamaktadır..
18. İşte bunlar, kendilerinden önce gelip geçen cin ve insanlardan ümmetler arasında bulunan kimselerdir ki, üzerlerine söz, hak olmuştur. Muhakkak ki, onlar hüsrâna uğramış oldular.
18. Cenab-ı Hak da o gibi câhil, Allah’ın kudretini takdirden mahrum inkârcı şahıslar hakkında buyuruyor ki: (İşte bunlar) Böyle âhiret hayatını inkârcı kimseler, (kendilerinden önce gelip geçen cin ve insanlardan ümmetlerarasında bulunan) bir takım dinsiz (kimselerdir ki, üzerlerine söz hak olmuştur) hepsinin de küfrleri sebebiyle cehennemde ebedî olarak ceza görecekleri Allah tarafından beyân buyurulmuştur. (muhakkak ki, onlar) Bütün o kâfirler (hüsrâna uğramış oldular) aslî Yaratılışlarını zâyi etmiş; şeytanın vesveselerine kapılmış, ilâhî beyânları inkâr ederek ebedî felâkete düşmüşlerdir.
19. Ve herkes için yapmış olduklarından dolayı dereceler vardır ve onlara amellerini tamamen ödemek için ve onlar zulüm olunmazlar.
19. (Ve herkes için) Mümin olanlar ile olmayanlardan herbiri için (yapmış olduklarından) hayır ve şer adına işlemiş bulundukları şeylerden dolayı (dereceler vardır) kendileri için çeşitli mertebelerde sevap veya ceza kararlaştırılmıştır, herbiri kendi ameline göre mükâfat veya cezaya kavuşacaktır. (ve) Cenab-ı Hak (onlara) insanlara ve cinlere (amellerini tamamen ödemek için) öyle dereceler kararlaştırmıştır, herbiri lâyık olduğu şeye kavuşacaktır. (ve onlar zulm olunmazlar) Hiç birinin güzel ameli sevapsız kalmaz ve hiçbiri kendi günâhının üstünde bir azaba uğratılmaz ve hiçbirinin günâhı diğerine yükletilmez, haklarında ilâhî adâlet tamamen tecellî eder. Buna inanmışızdır.
20. Ve o gün ki, kâfir olanlar, âteş üzerine arz olunurlar, onlara denilir ki lezzetli şeylerinizi dünya hayatınızda giderdiniz ve onlar ile fâidelendiniz. Artık yeryüzünde haksız yere böbürlenmiş ve kendisiyle fıska düşmüş olduğunuz şeyden dolâyı bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınızdır.
20. (Ve o gün ki,) O kıyamet zamanındaki dünyadalarken (kâfir olanlar, âteş üzerine arz olunurlar) cehenneme sevk edilmiş bulunurlar. Onlara kınamak için denilir ki: (lezzetli şeylerinizi dünya hayatınızda gideriniz) dünyevî zevklerinizi tatmin eylediniz (ve onlarile fâidelendiniz) bütün dünya lezzetleriyle iştigâl ettiğiniz, sizin için başka bir lezzet kalmamış oldu (artık yeryüzünde haksız yere böbürlenmiş) böbürlenirce bir vaziyet almış (ve kendisiyle fıska düşmüş) gayrı meşrû şeyleri isteyerek insanî fâziletten mahrum kalmış (olduğunuz şeyden dolayı bugün) bu âhiret âleminde (alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınızdır.) siz dünyada iken nâil olduğunuz nîmetlerin kadrini bilmeyip onları suistimal etmiş olduğunuzdan dolayı artık âhiret âleminde her türlü nîmetten mahrum, azaplara uğramış olacaksınız. Bu âyet-i kerîme ile işâret buyurulmuş oluyor ki: İnsan, dünyada iken nâil olduğu temiz, helâl nîmetlerden dolayı Yüce Yaratıcıya şükr etmelidir, o nîmetleri kötüye kullanarak mağrurca, müsrifçe hareketlerde bulunmamalıdır, ebedî hayatı düşünerek asıl onu temîne çalışmalıdır, Cenab-ı Hak’tan muvaffakiyetler niyâz etmelidir, dünya tarihînden ibret almalıdır.
21. Ve Âd’ın kardeşini hatırla. O vakit ki, Ehkafdaki kavmini korkutmuştu ve muhakkak ki, onun önünden ve ardından nice korkutucular da gelip geçmiştir. Allah’tan başkasına ibadette bulunmayıp, şüphe yok ki: Ben sizin hakkınızda pek büyük bir günün azabından korkarım demişti.
21. Bu mübârek âyetler de küfrleri yüzünden helâke uğramış olan kavimlerden bir ibret örneği olmak üzere Âd kavmini Hz. Hûda karşı almış oldukları inkârcı bir vaziyeti ve o Yüce Peygamber’in ihtarını dinlemediklerini ve başlarına gelmekte olan bir azabı, bir rahmet sanırlarken onunla mahv ve yok olduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Son Peygamber!. Seni inkâr eden tâifelere (Âd’ın kardeşini) Hz. Hûd’un kıssasını (yâd et.) onlar için bir uyanmak vesîlesi olmak üzere o Âd kavminin korkunç hayat tarihîni hatırlat. (O vakit ki:) Hûd Aleyhisselâm (ehkaf’daki) otarihî mevkideki (kavmini) Âd tâifesini, tevhîd dinine dâvet edip kendilerini ilâhî azap ile (korkutmuştu) onları küfrlerinden vaz geçirmeğe çalışmıştı (ve muhakkak ki, onun önünden ve ardından) Hz. Hûd’un peygamberliğinden evvel de sonra da (nice korkutucular da gelip geçmiştir.) kendi kavimlerini irşâda çalışmış, onlara ilâhî azabı hatırlatmış olan birçok Peygamberler de insanlık muhitini ıslâha, aydınlatmaya gayret göstermişlerdir. Bu cihetle de insanlık hakkında ilâhî delil tamam olmuştur, artık hiçbir kimse kendi cehâletini bir mâzeret makâmında ileri süremez bulunmaktadır. İşte Hûd Aleyhisselâm da kavmine hitaben: (Allah’tan başkasına ibâdette bulunmayın) küfr ve şirke düşmeyin, tam bir ihlâs ile Allah Teâlâ’nın bir olan zâtına ibâdete devam edin (şüphe yok ki, ben sizin hakkınızda pek büyük bir günün azabından) kıyamette müthiş bir cezaya uğramanızdan (korkarım.) demişti.
22. Dediler ki: Sen bize geldin mi ki, bizi ilâhlarımızdan geri döndüresin? İmdi bize vaad ettiğin şeyi getiriver, eğer sen doğru söyleyenlerden oldu isen.
22. O kavim ise bu pek güzel nasihate rağmen (Dediler ki:) Ey Hûd!. Aleyhisselâm. (sen bize geldin mi ki, bizi ilâhlarımızdan geri döndüresin?.) Putlarımıza tapmaktan bizi mahrum bırakasın!. (imdi bize vâ’d ettiğin şeyi getiriver) putlara taptığımızdan dolayı azabı hak etmiş bulunuyor isek o azap hemen başımıza geliversin. (eğer sen sâdıklardan oldu isen.) hemen o azaba mâruz kalalım.
23. Dedi ki: Şüphe yok; bilgi Allah katındadır. Ben size kendisiyle gönderilmiş olduğum şeyi tebliğ ediyorum. Fakat ben sizi bir kavim görüyorum ki: Cehâlette bulunuyorsunuz.
23. Hz. Hûd da o câhil kavmine (Dedi ki: Şüphe yok, bilgi Allah katındadır.) başınıza azabın hangi gün geleceğini de vesâir hâdiselerin ortaya çıkma zamanını da bilen, ancak AllahTeâlâ’dır. (ben size kendisiyle gönderilmiş olduğum şeyi teblîğ ediyorum) Peygamberlik vazifemi ifâya çalışıyorum, hakkınızda hayır diler bulunuyorum (fakat ben sizi bir kavim görüyorum ki: Cehâlette bulunuyorsunuz.) küfr ve şirki terk etmiyorsunuz, kendinize nasihatları kabulden kaçınıyorsunuz hayır ve şerri ayırt etmeye kaadir bulunmuyorsunuz, hakiki geleceğinizi hiç düşünmüyorsunuz.
24. Vaktaki: Onu, kendi derelerine karşı gelen bir bulut hâlinde gördüler, dediler ki: İşte bu, bize yağmur yağdırıcı bir buluttur. Hayır… O kendisini alelacele istediğiniz şeydir, bir rüzgârdır, onda bir acıklı azap vardır.
24. Sonunda o câhil kavme ilâhî azap yönelmeğe başladı (Vaktaki: Onu) o azabı (kendi derelerine karşı gelen bir bulut hâlinde gördüler) ufukta zâhir, siyah renk bir bulut şeklinde görmeğe başladılar (dediler ki: İşte bu) bulut (bize yağmur yağdırıcı bir buluttur) ondan istifâde edecekleri ümidine düştüler. Hz. Hûd da buyurdu ki: (hayır..) O bir bulut değildir (o kendisini alelacele istediğiniz şeydir) benden bir alay ve inkâr yoluyla hemen vücuda getirilmesini istediğiniz azaptan başka değildir. Evet.. O (bir rüzgârdır) o bir müthiş helâk olma mûsibetidir (onda bir acıklı azab vardır.) sizleri helâk edecektir.
25. Rabbinin emriyle her şeyi helâk eder. Artık sabahladılar, bir hâldeki ikâmetgâhlarından başka birşey görülemez oldu. İşte günâhkârlar olan bir kavmi böylece cezalandırırız.
25. Evet.. O, bir azap rüzgârıdır (Rab’binin emriyle her şeyi helâk eder) Ey inkârcı kavim!. Sizi de sizin emsâlinizi de, sizin bütün mallarınızı hayvanlarınızı da mahv ve perişan eder durur, işte dilediğiniz azaba kavuşmuş oluyorsunuz. (Artık) O kavim (sabahladılar) rüzgâr, onları helâk ediverdi, bir hâldeki: (ikâmetgâhlarından başka bir şey görülemez oldu) başka kavimler için de birer ibret levhasıolmak üzere onların virânelere dönmüş olan ikâmetgâhlarından başka bir şey kalmadı, hepsi de mahv olup gitti. Hûd Aleyhisselâm ile ona îman edenler ise bir selâmet sahasına çekildiler. Allah’ın korumasına mazhar olarak o felâkete mâruz kalmadılar. Hak Teâlâ Hazretleri de bütün insanlığa bir uyanma vesîlesi olmak üzere lütfen buyuruyor ki: (işte günâhkârlar olan bir kavmi böylece cezalandırırız.) Bu ceza, onların isyânlarının bir neticesidir. Ne şiddetli bir ilâhî tehdittir!. Artık bunu düşünüp de ibret almalıdır, öyle dinsizlerin izlerini tâkib edip durmamalıdır. Sonra insan, kendisini ilâhî azaptan aslâ kurtaramaz.
26. And olsun ki, onları öyle bir şeyde temkin etmiş idik ki, sizi onda temkin etmiş olmadık ve onlar için kulak ve gözler ve kalpler vermiştik. Fakat onlara ne işitmeleri ve ne gözleri ve ne de kalpleri bir şeyden fâide vermedi. Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı ve onları kendisiyle alay eder oldukları şey kuşatıverdi.
26. Bu mübârek âyetler de Son Peygamber Efendimizin zamanındaki inkârcılara bir uyanma dersi olmak üzere onlardan daha kuvvetli, daha varlıklı olan Âd kavminin küfürleri yüzünden helâk olduklarını, onlara maddî varlıklarının bir fâide vermediğini haber veriyor. Mekke-i Mükerreme’nin etrafındaki beldeler ahâlisinden nice kimselerin de kudret delillerinden faydalanmayıp inkârları ve iftiraları yüzünden helâk olmuş olduklarını ve tapınmakta oldukları putlarından bir yardım görememiş olduklarını şöylece ihtar buyurmaktadır. (And olsun ki: Onları) o Âd kavmini (öyle bir şeyde temkin etmiş) yâni: Onları, büyükçe beden, çokça mal, uzunca ömür gibi hususlarda fazla bir kudrete, haşmete nâil kılmış (idik ki, sizi) ey Mekke halkı!, (onda) O hususta onlar kadar (temkin etmiş olmadık) onlar öyle fazlaca kuvvetli,güçlü oldukları hâlde kendilerini ilâhî kahra uğramaktan kurtaramadılar, artık onlar kadar varlıklı olmayanlar da küfrleri yüzünden ilâhî kahra mâruz kalamazlar mı?. Bunu düşünmeli değil misiniz?, (ve onlar için) O helâk olan kavim için (kulak ve gözler ve kalbler vermiştik) bu kuvvetleri güzelce kullanmalı değil mi idiler? Bunları kendilerine ihsân buyuran yüce yaratıcının varlığını, birliğini takdir ve takdis etmeleri icap etmez mi idi? (fakat onlara ne işitmeleri ve ne de gözleri ve ne de kalbleri birşeyden fâide vermedi.) Bu kuvvetleri güzel kullanmadıkları için bunlardan istifâde etmiş olmadılar. Bu kuvvetler, onları başkasına ihtiyaçtan kurtarmış olmadı (çünkü, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı) Cenab-ı Hak’kın Peygamberlerini, onların mûcizelerini ve kendilerine teblîğ edilen dinî hükümleri kabul etmiyorlardı (ve) sonunda (onları kendisiyle alay oldukları şey) o inmesini alay yolu istedikleri ilâhî azap inip (kuşatıverdi) bütün varlıklarını kuşatıp helâke mâruz bıraktı. Artık maddî varlık bakımından o kavimlerden aşağı bulunan sonraki inkârcılar, öyle bir azabın kendilerini de kuşatabileceğini hiç düşünmezler mi?. Bu âyet-i kerîme, büyük bir tehdidi içermektedir. İşâret buyurulmuş oluyor ki: Maddî bir varlığa güvenerek mânevîyattan mahrum kalmak aslâ doğru değildir. Bir insan, ne kadar muntazam duyu organı ve güçlere, kuvvet ve servete sâhip bulunsa da bunlar ile tekamül etmiş, hakikî geleceğini temin etmiş olamaz. Bu fâni varlıklara aldanarak mânevîyata, ruhî olgunluklara, vicdan temizliğine karşı kayıtsız bulunması, kendisi için pek büyük bir kusurdur, en fecî bir ruhî hastalıktan ibârettir, insanî değeri mahveden bir aşağılıktan ibârettir. Binaenaleyh hakikaten akıllı, düşünen bir insan, nâil olduğu kuvvetleri ve diğer imkânları güzelce kullanarak hem dünyasını, hem de âhiretini temîne çalışır. İşte hakkıyle aydın olanlar, ogibi insanlardan ibârettir.
27. Celâlim hakkı için etrafınızda beldelerden bulunanları helâk etmiştik ve âyetleri de beyân etmiştik, gerekti ki: Geri dönüversinler.
27. Allah Teâlâ Hazretleri, Hz. Peygamber zamanındaki Mekke-i Mükerreme ahâlisini vesâire uyandırmak için şöyle de buyuruyor: (Celâlim hakkı için etrafınızdaki beldelerden bulunanları) yâni: Mekke-i Mükerreme’nin civarında bulunan şehirler ahâlisinden bir nicelerini de vaktiyle (helâk etmiştik) helâke uğramış olanlar, yalnız Âd kavminden ibâret değildir. Şam, Yemen, Medyen, Eyke, Sebâ, Sedum, Mısır gibi beldelerdeki kâfir ve isyânkârlar da vaktiyle nice felâketlere mâruz kalmışlardır. Bütün bunların müthiş, ibret verici kıssaları malûmdur, (ve) O beldeler ahâlisi, vaktiyle küfrlerinden vazgeçmemişlerdi, halbuki, onlara (âyetleri de beyân etmiştik) Allah’ın birliğine, ilâhî kudrete şâhitlik eden delilleri, en kuvvetli kanıtları onlara göstermiştik (gerekti ki,) inkârlarından, kötü hareketlerinden (geri dönüversinler) yanlış düşünceler, telkinlere tâbi olarak küfr ve isyân içinde yaşamasınlar. Onlar ise bunlardan aslâ istifâde etmek istemediler, sonunda lâyık oldukları felâkete kavuştular.
28. Onlara Allah’tan başka yakınlık sağlamak için tanrı edinmiş oldukları şeyler yardım etmeli değil mi idiler? Bilâkis onlardan gaip oluverdiler ve bu da onların yalanlarının ve iftirâ eder oldukları şeyin bir eseridir.
28. (Onlara) O şirke düşmüş, akıllıca düşünmekten mahrum kalmış kimselere, kendi iddialarına göre (Allah’tan başka yakınlık sağlamak için) kendileri için âlemlerin Rabbi’ne yakınlığa bir vesîle olmaları kuruntusuyla (tanrı edinmiş oldukları şeyler) o putlar, o âciz, fâni şeyler (yardım etmeli değil mi idiler?.) kendilerine yüz gösteren felâketi gidermek için yardımda, Kâinatın Yaratıcısı katında şefaat eylemekte bulunmalı değil miidiler?. Ne gezer!. Onlarda o kabiliyet, o selâhiyet ne arar?, (bilâkis) o azap, o felâket gelmeye başlayınca o bâtıl mâbutlar (onlardan gâip oldular) kendilerinden hiçbir fâide, bir eser görülemez oldu. (ve bu da) O putların vesâirenin bir yardım edemeyip gâip olmaları (onların) o putperest kimselerin (yalanlarının ve iftira eder oldukları şeyin bir eseridir.) o câhilce hareketin bir neticesinden ibârettir. Hiç öyle âciz, fâni, şuurdan mahrum şeyler, tanrı edinilebilir mi?. Onlardan bir menfaat umulabilir mi?. Bu, apaçık bir keyfiyet değil midir?. Ne gaflettir ki, birçok insanlar, bunu düşünüp takdir edemiyorlar, öyle naçiz, fâni şeylere tapınmak zilletini işlemekte bulunuyorlar!. Cenab-ı Hak, uyanmalar ihsân buyursun Âmin…
29. Ve o zamanı da hatırla ki, cinlerden bir zümreyi Kur’an ı dinlemeleri için sana göndermiştik ki, Vaktaki: Ona hazır oldular, dediler ki: Susun dinleyin Vaktaki, okunması son buldu, kendi kavimlerine korkutucular olarak dönüp gittiler.
29. Bu mübârek âyetler, cin tâifesinden bir zümrenin Resûl-i Ekrem’le karşılaşıp onun okumakta olduğu Kur’an-ı Kerim’i dinlemiş ve sonra kendi tâifelerine dönerek Kur’an-ı Kerîme dâir malûmat verip onları İslâm dinine dâvet eylemiş bulunduklarını haber veriyor. Allah Teâlâ’nın Peygamberine itaatin kurtuluş ve saadete vesîle olacağını, ona itaatten kaçınanların ise sapık kimseler olup Allah’ın kanunundan kendilerini kurtaramayacaklarını ihtar etmiş olduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamberlerin iftiharı!. Kavmini irşâd için çalış (ve) onlara (o zamanı an ki: Cinlerden bir zümreyi Kur’an-ı dinlemeleri için sana göndermiştik) cinler de İslâm dinin ile mükellef bulunmuşlardı, onlardan bir kısmı da Kur’an’dan faydalanıp Allah’ın birliği inancına sarılmış bulunuyordu, artık nasıl olur da insanlar, bu şereften, bu umumî dinegirmekten mahrum bulunsunlar. (vakta ki:) Cinler (ona hazır oldular) Kur’an-ı Kerim’in okunması veya Resûl-i Ekrem’in onu okuması zamanında hazır bulundular, birbirine hitaben (dediler ki: Susun) okunan Kur’an-ı dinleyin (vaktaki: Okunması son buldu) O cinler (kendi kavimlerine korkutucular olarak dönüp gittiler) kendi tâifelerini İslâm dinine dâvet ettiler, küfrün ne büyük azablara sebep olacağını onlara ihtar eylediler.
30. Dediler ki: Ey kavmimiz! Muhakkak ki, kendisinden önce olanları tasdik edici olarak Mûsa’dan sonra nâzîl olmuş hakka ve dosdoğru bir yola rehberlik ediyor.
30. O kendi tâifeleri arasına dönen cinler (Dediler ki: Ey kavmimiz!.) ey cin tâifeleri!, (muhakkak biz, bir kitap dinledik ki,) Kur’an adındaki ilâhî kitabın okunan âyetlerini dinleyip anladık ki: (kendisinden önce olanları tasdik edici) diğer Peygamberlere verilmiş olan semâvî kitapların da birer ilâhî kitap olduğunu haber verici (olarak Mûsa’dan sonra nâzil olmuş) semâvî kitapların sonuncusu bulunmuş ve bütün insanlığı (hakka) sâbit hakikate, sahîh olan dinî inançlara (ve dosdoğru bir yola) insanları selâmet ve saadete erdirecek olan bir hidâyet yoluna, bir güzel ameller sahasına (rehberlik ediyor) insanları öyle bir kurtuluş ve saadete kavuşturmak istiyor.
31. Ey bizim kavmimiz! Allah’ın davetçisine icabet edin ve O’na inanın, sizin için günâhlarınızdan mağfirette bulunsun ve sizi elîm bir azaptan kurtarsın.
31. Artık (Ey bizim kavmimiz!.) öyle bir kurtuluş ve saadete erebilmeniz için (Allah’ın davetçisine icâbet edin) bizleri İslâm dinine dâvet eden Son Peygamber Hazretlerine tâbi olarak ona itaatte bulunun (ve O’na inanın) onun Yüce bir Peygamber olduğunu kalben tasdik ederek onun gösterdiği yolu tâkib edin. Tâki: Allah Teâlâ (sizin için günâhlarınızdan mağfirette bulunsun) Allah’ın haklarına âidbâzı kusurlarınızı af etsin ve örtsün (ve sizi elîm ve azaptan kurtarsın) kâfirler için hazırlanmış olan en şiddetli cehennem azabından kurtarsın.
32. Ve her kim Allah’ın davetçisine icabet etmezse, artık yerde âciz bırakıcı değildir ve onun için onun ötesinde yardımcılar da yoktur. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
32. O cin zümresi, kendi tâifelerini, İslâm dinine teşvik için irşâda devam ederek şöyle de dediler: (Ve her kim Allah’ın dâvetçisine icâbet etmezse) Mükellef kimseleri Allah’ın dinine dâvete memur olan Yüce Peygamberin tebliğlerini kabulden kaçınır, tevhid diniyle vasıflanmazsa (artık) öyle bir kimse (yerde) kaçıp da kendisini cezalandırmaktan Allah Teâlâ’yı hâşâ (âciz bırakıcı değildir) kendisini Cenab-ı Allah’ın kahrından aslâ kurtaramaz (ve onun için) o dâvete icâbet etmeyen şahıs için (onun ötesinde) Cenab-ı Hak’dan başka (yardımcılar da yoktur) onu ilâhî azaptan kurtarmaya hizmet edecek dostlar, yardımcılar aslâ bulunamaz, (onlar) Öyle, ilâhî dinden Peygamberlere itaatten kaçınan şahıslar (apaçık bir sapıklık içindedirler.) Onlar, kudret eserlerini düşünmekten ve pek açık, pek nûranî olan bir hidâyet tâkib etmekten mahrum kalmış, küfr ve isyân karanlıkları içinde yaşamak zilletini işlemiş kimselerden başka değildirler. Artık şüphe yok ki, onlar, en büyük azaplara lâyık olmuşlardır. Rivâyete göre vaktiyle cinler, göklere yükselerek bâzı sırları öğrenirlerdi. Sonra âteş kıvılcımı ile taşlanarak semâya yükselmekten men edilince bunun mühim bir sebepten kaynaklandığına kaani olmuşlardı. Bu sebebi araştırmaya başladılar. Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke-i Mükerreme’den Tâif tarafına teşrif etmiş, Tâif ahâlisini İslâm dinine dâvet buyurmuş, Mekke-i Mükerreme’ye dönerken “Vâ’dii Nehle” denilen bir yerde yalnız başına bulunarak gece veya sabahnamazını kılmakta bulunmuştu. İşte bu sırada Nuseybin veya Niynuva’daki cinlerin eşrafından yedi veya altı kimse Peygamber Efendimizle karşılaşmış, onun okuduğu Kuran âyetlerini dinlemiş, göğe yükselmeden ne için men edilmiş olmalarının sebebini bu vesîle ile anlamış idiler. Binaenaleyh kavimlerine dönerek onları İslâm dinine dâvet etmişlerdir. Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiş Yüce Peygamberdir. Cinleri de ilâhî dine dâvet buyurmuştur, bir kısmı îman etmiş, bir kısmı da îman etmemiştir. Sahîh olan görüşe göre insanlar hakkında câri olan hükm, cinler hakkında da câridir. Onlar da Allah Teâlâ’ya ibâdet ve itaat için yaratılmışlardır. Onlar da hakka itaatlerinden dolayı sevaba, isyânlarından dolayı da cezaya lâyık olacaklardır. Onların müminleri de cennete gireceklerdir. Madem ki: Onlar da mükelleftirler. Madem ki, Peygamberlik iftiharı Hz. Muhammed onları da ilâhî dine dâvete memur olmuştur, artık onların haklarında da mükellef insanlar gibi muamele olunacağı açıktır. Fakat İmam-ı Âzam’dan bir rivâyete göre cinler için sevap yoktur, ancak âteşten kurtuluş vardır. Onlara âhirette hayvanlar gibi “toprak kesiliniz” denilecektir. İbn-i Abbas Hazretlerinden, İmam-ı Mâlik ile İbn-i Ebi Leylâ’dan ve diğer zâtlardan rivâyet olunduğuna göre ise cinler de insanlar gibi amellerine, inançlarına göre muameleye tâbi tutulacaktır, müminleri cennetlere kâfirleri de cehennemlere sevk edilecektirler. “Sirac-ül Münîr” cin sûresine de müracaat!.
33. Yâ görmediler mi ki: Şüphe yok, gökleri ve yeri yaratmış ve onları yaratışında yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet.. Şüphe yok ki, O, her şey üzerine kaadîrdir.
33. Bu mübârek âyetler, ölülerin Allah’ın kudreti ile yeniden hayata ereceklerini isbat için dikkatleri Kâinatın yaratılışına çekiyor. Bugibi hakikatleri inkâr edenlerin nasıl bir azaba tutulacaklarını ihtar ediyor. O gibi inkârcıların dedikodularına karşı Son Peygamberin de diğer yüce Peygamberler gibi sabr ve sebât ile mükellef olduğunu ve o dinsizlerin azaba mâruz kaldıkları gün, dünya hayatının ne kadar geçici bulunmuş olduğunu itiraf edeceklerini haber veriyor. Bu husustaki ilâhî beyânların pek mükemmel bir öğüt teşkil ettiği ve ebedî helâke uğrayacak kimselerin de fâsıklardan ibâret bulunduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ölülerin tekrar hayata kavuşturularak mahşere sevk edileceklerini inkâr eden dinsizler, (ya görmediler mi ki:) gözleriyle görmüş gibi kesin olarak bilip anlamadılar mı ki: (şüphe yok, gökleri ve yeri yaratmış) O kadar muazzam âlemleri ve onlardaki hesapsız kudreti hârikalarını yoktan var etmiş (ve onları yaratışında yorulmamış) naçiz kalmamış (olan Allah) o Yüce Yaratıcı (ölüleri de diriltmeğe kaadirdir.) elbette onları yoktan var eden bir Kaadîr Yaratıcı onları iadeye de kaadirdir, bunu hangi akıllı bir kimse inkâr edebilir?. (evet.. Şüphe yok ki. O) Kâinatın Yaratıcısı Hazretleri (her şey üzerine kaadirdir.) bütün mahlûkatın varlığı, Allah’ın kudretinin büyüklüğüne ve her şeye fazlasiyle kâfi olduğuna pek açık bir şekilde şâhitlik etmektedir. Artık ölüleri de tekrar hayata erdirmesi, nasıl inkâr edilebilir?.
34. Ve o gün ki, kâfir olanlar, âteş üzerine arz olunurlar. Onlara denilir ki nasıl bu hak değil mi imiş? onlar da Evet.. Ve Rabbimiz hakkı için diyeceklerdir Cenab-ı Hak da artık siz inkâr eder olduğunuz şey sebebiyle azâbı tadınız diyecektir.
34. Kâfirler, o inkârlarının pek korkunç neticesini bir düşünmeli değil midirler?. (Ve o gün ki, kâfir olanlar) Yeniden hayata erdirilerek (âteş üzerine arz olunurlar) zebâniler tarafından cehenneme sevk edilerekazap âteşine mâruz bırakılırlar, o kâfirlere kınamak için denilir ki: (nasıl bu hak değil mi imiş?.) Dünyada iken inkâr mecalleri kalmadığı için (evet.. Ve Rab’bimiz hakkı için) bu âhiret hayatı, bu cehennem azabı sâbittir, bunun gerçekleşmesi muhakkak bulunmuştur diyeceklerdir. Ne yazık ki, bu itiraflarının kendilerine artık bir fâidesi olmayacaktır. Çünkü zamanı geçmiştir. Cenab-ı Hak da onları kınamak için (artık siz inkâr eder olduğunuz şey sebebiyle azabı tadınız diyecektir) o inkârcıları ebediyyen cehennemde cezalandıracaktır, işte küfrün gereği!.
35. Artık sabret. Resûllerden azim sâhiplerinin sabır ettiği gibi ve onlar için acele etme. Sanki onlar, vaad olunduklarını görecekleri gün, gündüzden bir saatten başka durmamışlar gibi olacaklardır. Bu bir tebliğdir. Fasıklar olan kavimden başkası, helâke uğratılacak mıdır? elbette uğratılmayacaktır.
35. Allah Teâlâ Hazretleri Yüce Peygamberine emr ve tavsiye buyuruyor ki: (Artık) Ey Son Peygamber!. Sen (sabr et) Seni inkâr edenlerin dedikodularına, gösterdikleri ezâ ve cefâya karşı sabr ve sükûnette bulun, onlar, lâyık oldukları azablara sonunda kavuşacaklardır. Sen (Resûllerden azm sâhiplerinin) yâni sebâttan ve şiddetli şeyler karşısında sabrdan ayrılmayan Peygamberlerin (sabrettiği gibi) sabret. Nûh, Sâlih, İbrâhim, Lût, Şûayb, Mûsa, İsâ Aleyhümüsselâm bu mübârek zümredendirler, (ve) Ey Son Peygamber!, (onlar için) Mekke-i Mükerreme’deki inkârcılar için (acele etme) başlarına ilâhî azabın hemen gelmesini isteme. Onlar sonunda lâyık oldukları azaba kavuşacaklardır. (sanki onlar, vâ’d olunduklarını görecekleri gün) haklarında takdir edilmiş olan azabın ortaya çıkma anında (gündüzden bir saatten başka ) dünyada (durmamışlar gibi olacaklardır) yâni: O inkârcılar, kıyamette uğrayacakları cezanıntesiriyle şaşkına döneceklerdir, dünyada iken sanki gündüzün bir saat kadar yaşamış gibi kendilerini göreceklerdir. Mâruz kaldıkları pek şiddetli ve ebedî azap günlerine göre dünya hayatını bir saatten ibâret telâkki edeceklerdir. İşte Hikmet Sâhibi Yaratıcı Hazretleri, insanlığa bir uyanma dersi olmak üzere buyuruyor ki: Bu âhiret hayatına âid olan haber, insanlık için (bir tebliğdir) Kur’an-ı Kerim vasıtasiyle insanlara bildirilen bir hakikattir, bir uyanma vesîlesidir, bir ibret öğüdüdür, bundan istifâde etmelidir, dinden, İslâm terbiyesinden ayrılmamalıdır. (fâsıklar olan kavimden başkası helâke uğratılacak mıdır?.) Elbette ki, uğratılmayacaktır. Evet.. Her kim ki Allah Teâlâ’ya ibâdet ve taatten kaçınır, onun mukaddes emirlerine, yasaklarına muhalefette bulunur durursa fâsık bulunmuş olur. İşte o gibi kimseler, helâke, ebedî azaba aday bulunmuşlardır. Öyle fâsık, münkir olmayan kullar hakkında ise Cenab-ı Hak’kın lütuf ve keremi, ilâhî rahmeti pek çoktur. Bu âyet-i Kerîme, buna işâreti içermekte ve ehl-i îman için bir büyük müjdeyi kapsamaktadır. İmân ile âhirete giden bir kul, günâhkâr bulunsa da hakkında ilâhî affa ve cennete nâil olacaktır. Bu müminler hakkında ne büyük bir ilâhî lütuftur. Artık her mü’min bunun şükrünü ifâya çalışmalıdır. O Yüce mâbudun bütün hükümlerine riâyeti bir kulluk vazifesi bilip muvaffakiyeti o Yüce Yaratıcıdan niyâz etmelidir. Ve başarı Allah’tandır.
Ahkaf Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu mübârek sûre de “Casiye” sûresini müteâkip ve onun içerdiği konuları destekleyici olarak Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuştur. Otuzbeş âyet-i kerîmeyi içermektedir. Ancak (10, 15, 30) uncu âyetlerinin Medine-i Münevvere’de nâzil olduğu rivâyet olunmuştur. (27) inci âyet-i kerîmesi, Yemen’de Emman ile Mehre denilen mevzîler arasındaki bir vâdiden ibâret olan “Ehkaf” taki Âd kavmine Peygamber gönderilmiş olan Hûd Aleyhisselâm’ın kıssasını bildirdiği için bu sûreye böyle “Ehkaf Sûresi” adı verilmiştir. Hâ, Mim ile başlayan sûrelerin yedincisi ve sonu bulunmaktadır. Başlıca içerdiği konular şunlardır:
1. Allah’ın birliği hakkındaki delilleri getirmek, şirkin bâtıl olduğunu isbat ve kâfirlerin karşı çıkmalarındaki fesatı teşhir.
2. Müminlere, takvâ sâhibi zâtlara gelecekte nâil olacakları büyük mükâfatları müjdelemek.
3. Müminlerin analarına, babalarına karşı güzel muamele ile mükellef olduklarını beyân.
4. Dünyanın geçici varlıklarına, lezzetlerine kapılmanın lâyık olmadığına işâret.
5. Âd kavminin kıssasını beyân ve nîmetleri suistimal etmenin kötülüğünü ilân.
6. Cin tâifesinden bir zümrenin Kur’an-ı Kerim’i dinleyip İslâmiyeti kabul ve kendi hemcinslerini İslâm dinine dâvet etmiş olduklarını açıklamak.
7. Kur’an-ı Kerim’in tebliğlerine uymanın lüzumunu ve Yüce Yaratıcı ya itaatden mahrumiyetin ve âhiret hayatını inkâr etmenin kötü âkıbetini ihtar.
8. Resûl-i Ekrem’in sabr ve sebât ile mükellef olduğunu beyân, ona muhalefet edenleri helâk ile tehdit ve uyanmaya dâvet etmek.
1. Hâ, Mim.
1. Bu mübârek âyetler, Kur’an-ı Kerim’in ne yüce bir ilâhî kitap olduğunu bildiriyor. Bütün göklerin ve yerlerin bir adâlet ve hikmete bağlı ve belirli bir zaman ile kayıtlı olarak yaratılmış olduklarına dikkatleri çekiyor. Müşriklerin ne kadar âciz; Yaratıcılık sıfatına sâhip olmayan şeylere tapınmakda olduklarını teşhir ile kendilerinin câhil olduklarını bildirmekte ve kınamaktadır. Kendilerine yapılan dualardan, ibâdetlerden habersiz bulunan putlara ve benzerlerine tapınanların cehâletlerini ilân ve onlar ile o taptıkları şeyler arasında bir uhrevî düşmanlığın meydana geleceğini ihtar buyuruyor. Şöyle ki: (Hâ, Mim) Bu mübârek harflere dâir evvelce kısmen malûmat verilmiştir ve kısaca denilmiştir ki: Bu harfler, Kur’an-ı Kerim’in veya başında bulunduğu sûrenin bir ismi makâmındadır. Bununla beraber Ruhülbeyân gibi, Mefatihülgayb gibi tasavvufi mânalardan da bahseden bâzı tefsirlerde bu harflere âid çeşitli yorumlar vardır. Özellikle şöyle denilmiştir:
(1): Hâ, Hak Teâlâ’nın merhametli mânasına olan “Hennan” ismine, mim de evvel ve âhır verici mânasına olan (Mennan) ismine işârettir.
(2): Hâ’dan maksat, Habibim demektir. Mim’den maksat da, Muhammed Aleyhisselâm demektir.
(3): Hâ’dan maksat, ilâhî vahyi havi olan, Mim’den maksat da şüpheleri giderici bulunan Hz. Muhammed Aleyhisselâm demektir.
(4): Hâ’dan maksat, peygamberlik ile görevli olan demektir, Mim’den maksat da birlik tarafına meyilli olan Resûl-i Kibriya demektir.
(5): Hâ’dan maksat, ilâhî vahyi koruyan demektir. Mim’den maksat Allah katında müeyyed olan Yüce sevgili demektir.
(6): Hâ ile Mim’den murâd, Muhammed Aleyhisselâm hikmetidir. Çünkü o Yüce Peygamberin sâhip olduğuhikmet, “son derece gerçeğe uygundur. Bu gibi tevîller, birer güzel yorum olmakla beraber kesin değildir. Bu gibi mübârek harfler, tâbirler, bir hikmet gereği getirilmekte ve müteşabihat kabilinden bulunmakta olduğundan bunların kesin mânalarını Allah’ın ilmine havale ederiz. İhtiyata uygun olan da budur.
2. Bu kitabın indirilmesi, o azîz, hakîm olan Allah’tandır.
2. (Bu kitabın) Bu açıklamaları hikmet dolu Kur’an’ın (indirilmesi) Son Peygamber’e vahyedilmiş olması (o azîz) her şeye galip, hâkim ve (hikmet sâhibi) bütün irâdesi ve takdiri ve bütün yarattığı eserleri birer hikmet ve faydaya dayanmış olan (Allah’dandır) o Yüce Yaratıcı’nın mukaddes katındandır.
3. O gökleri ve yeri o ikisinin arasındakileri yaratmadık, ancak hak ile ve bir tayin edilmiş müddetle yarattık kâfir olanlar ise korkutulmuş oldukları şeyden yüz çeviricilerdir.
3. İşte o Ezeli Yaratıcı, buyuruyor ki: (O gökleri ve yeri ikisinin arasındakilerini) Bütün o güzel, eşsiz, ibret verici varlıkları, boş yere (yaratmadık) onların (ancak hak ile) hak ve hakikatin ortaya çıkmasını temin için ve ilâhî kudretin, adâletin tecellîsiyle Allah’ın büyüklüğüne delil getirilmesi için (ve bir tâyin edilmiş müddetle) Allah katında malûm bir zaman, kıyamet gününe kadar devam etmeleri için yarattık, varlık alanına getirdik, uyanmak için gözler önüne koymuş olduk, (kâfir olanlar ise) Peygamberler ve ilâhî kitaplar vasıtasiyle (korkutulmuş oldukları şeyden) bir müthiş günün meydana geleceğine âid haberlerden (yüz çeviricilerdir.) ona inanmazlar, ehemmiyet vermezler, o kadar açık, kuvvetli delillere rağmen yine inkârlarında devam ederler.
4. De ki: bana haber veriniz! Allah’tan başka tapar olduklarınızı bana gösteriniz yerden neleri yaratıvermişlerdir. Yoksa onlar içingöklerde bir ortaklık var mıdır? Bana bundan evvelki bir kitabı veya ilmden bir eseri getiriniz, eğer siz doğru kimseler oldu iseniz.
4. Ey Yüce Resûl!. O kâfirlere (Deki: bana haber veriniz) o bâtıl putların hâllerini bir kere göz önüne alınız da söyleyiniz bakalım (Allah’tan başka tapar olduklarını bana gösteriniz) hâllerini bana anlatınız, onlar, bu (yerden neleri yaratıvermişlerdir) hiç onlar bu yerlerde bir zerreyi bile yaratıp vücuda getirmeğe kaadir bulunmuşlar mıdır?, (yoksa onlar için göklerde bir ortaklık var mıdır?) O göklerin yaradılışında o putlar, Kâinatın yaratıcısı ile bir ortaklıkta bulunmuşlar mıdır? Ne mümkün, bunu hangi bir akıllı kimse iddia edebilir?. Artık siz neye dayanarak o putlara mâbutluk sıfatını vererek tapınıyorsunuz?, (bana bundan evvelki bir kitabı) Bu Kur’an-ı Kerim’den evvel nâzil olmuş olan Tevrat gibi, İncil gibi bir ilâhî kitabı getiriniz ki, sizin putlara yaptığınız ibâdetlerin doğru olduğuna şahadet eder olsunlar. Bu mümkün mü?, (veya ilmden bir eser getiriniz) evvelki milletlerin, mütefekkir zâtların ilmlerinden bir kalıntı, bir vesika getiriniz de putlara ibâdet etmenize izin verir bulunsun, onun cevazına delâlet etsin (eğer siz sâdık kimseler oldu iseniz) öyle putlara fâni mahlûklara tapmanıza âid sözleriniz doğru ise öyle iddianızı destekleyecek bir delil getiriniz bakalım!. Ne yazık ki, bu mümkün değil!. Bu iddianız, boştur, bunu isbat edecek ne naklî bir delil ve ne de aklî bir delil mevcut değildir.
5. Ve daha sapık kimdir, o kimseden ki, Allah’a ibadeti bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek olan putlara yalvarır ibadet eder. Halbuki, Onlar, bunların yalvarmalarından gâfillerdir.
5. Evet.. Bir kere düşünmez misiniz?. O putlar, o âciz, fâni mahlûklar nasıl mâbudluğa sâhip olabilirler?. (Ve daha sapık kimdir?. O kimseden ki, Allah’a ibâdeti bırakıp da kıyametgününe kadar kendisine cevap veremeyecek olan şeye yalvarır)Putlara ibâdet eder, elbette ki, öyle bir kimseden daha sapık yoktur. Hiç aklı başında olan, doğru yolu tâkib eden bir kimse öyle âciz, cevap vermek kudretinden mahrum şeyleri nasıl tanrı tanıyarak onlara tapınabilir?. Bu ne kadar aptallık!, (halbuki onlar) O kendilerine tapıları putlar (bunların) bu müşriklerin (yalvarmalarından) kendilerine ibâdet edip onlardan bir şeyler niyâz edip durmalarından (gâfillerdir) Evet.. Malûmdur ki, o putlar, cansızlar kabilinden şeylerdir. Kendilerine ibâdet edildiğinden habersizdirler, akıl ve şuura sâhip değildirler. Artık öyle şuursuz şeylerden ne beklenebilir?.
6. Ve insanlar mahşerde toplandıkları zaman putlar onlar için düşmanlar olmuş olurlar. Ve onların ibadetlerini inkâr ediciler olmuşlardır.
6. (Ve insanlar) Kıyamet günü mahşerde (toplandıkları zaman) o putlar, o kendilerine ibâdet etmiş oldukları mahlûklar (onlar için) o kendilerine tapmış olan kimseler için (düşman olmuş olurlar) bir lisân-ı hâl veya söz ile onları yalanlarlar, onlardan uzak olduklarını söylerler. (ve onların) O kendilerine tapınmış olan kimselerin kendilerine (ibâdetlerini inkâr ediciler olmuşlardır.) yâni: O dünyada iken mâbud edinilen fâni, mahlûklar, kıyamette korkularından titrerler, o müşrikler yalanlarlar, bize ibâdet etmelerini onlara biz emretmedik derler, ve onların ibâdetlerinden haberdar olmadıklarını söyleyerek onlardan kaçınırlar.
7. Ve onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, kendilerine geldiği vakit hakkı inkâr eder olanlar dedi ki: İşte bu apaçık sihirdir.
7. Bu mübârek âyetler de kâfirlerin Resûl-i Ekrem’e karşı almış oldukları inkârcı vaziyetlerini ve Kur’an-ı Kerim’e sihir ve bir iftira eseri dedikleri ve Yüce Peygamberin de onlara ne yolda cevap vermekle mükellef bulunduğunu bildiriyor. Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın ilk Peygamber olmadığını veO’nun ilâhî vahiyden başka bir şeye tâbi bulunmadığını ve O’nun vazifesini haber veriyor. Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından gönderilmiş olduğu ve onun kutsallığına İsrâiloğulları’ndan bir zâtın da şâhitlik edip îman eylemiş bulunduğu hâlde sırf böbürlenme sebebiyle o ilâhî kitabı kabul etmeyenlerin zâlim kimseler oldukları için hidâyetten mahrum kalacaklarını ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve onlara) O müşriklere (karşı apaçık âyetlerimiz) Kur’an-ı Kerim’in pek açık deliller (okunduğu zaman, kendilerine geldiği vakit hakkı) kendilerine okunan ve hakikatin kendi olan o âyetleri (inkâr eder olanlar) o müşriklerden her biri (dedi ki: işte bu) okunan Kuran (bir apaçık sihirdir.) hakikatı olmayan bir hayâlden ibârettir, işitenlerin kalblerine sihir gibi tesir ediyor.
8. Yoksa iftira etti mi diyorlar? Deki: Eğer onu, ben iftira ettim ise artık benim için Allah’tan hiçbir şeye sahip olamazsınız. O sizin neye daldığınızı pek iyi bilendir. O benimle sizin aramızda şâhit olmaya kâfidir. Ve O, çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
8. (Yoksa) O müşrikler kötülüklerini daha ileri götürerek Hz. Muhammed, O Kur’an-ı Allah adına (iftira etti mi diyorlar?.) Evet.. Onlar böyle bir isnadta bulunmak cehâletini de göstermişlerdi. Hak Teâlâ Hazretleri de onları red için Yüce Resûlüne emrediyor ki: Resûlüm o inkârcılara (deki: Eğer onu) O Kur’an-ı Kerim’i diyelim ki (ben iftira ettiğim ise) o, ilâhî bir kitap olmadığı hâlde onun ilâhî bir kitap olduğunu, bana vahy edildiğini gerçek dışı olarak iddiada bulundum ise (artık benim için) beni kurtarabilmek için (Allah’tan hiçbir şeye sâhip olamazsınız) onu derhal zuhur edecek intikamından, azabından beni kurtarmaya hiçbir kimse kaadir, selâhiyetli bulunamaz. Artık öyle bir iftiraya nasıl cür’et etmiş olabilirim?. (O) Yüce Yaratıcı (sizin neye daldığınızı) Kur’an-ı Kerim’e sihir demenizi vebana karşı nasıl inkârda ve iftira isnâdında bulunduğunuzu (pek iyi bilendir) o Kâinatın Yaratıcısı gerçek durumu sizden ve diğer bütün mahlûkatından daha ziyade bilip görmektedir. (O) Yüce Yaratıcı (benimle sizin aranızda şâhit olmaya kâfidir.) o Yüce Mâbud, benim doğruluğuma, ilâhî dini size teblîğ ettiğime, sizin de ne inkârcı, ne kibirli kimseler olduğunuza şâhitlik edecektir. Bu mübârek söz, Resûl-i Ekrem hakkında büyük bir müjdeyi, o inkârcılar hakkında da büyük bir tehdidi içermiş bulunmaktadır. (Ve O) Bilen Yaratıcı, (çok yarlıgayıcıdır) îman edip tevbekâr olanları af eder ve hatalarını örter ve (rahîmdir) kulları hakkında merhameti pek ziyâdedir. Kullarını kusurlarından dolayı hemen cezaya çarpmaz, onlara uyanıp hâllerini ıslâh edebilmeleri için bir mühlet verir, îman ettikleri takdirde onları evvelki inkârlarından, itikatlarından dolayı cezalandırmaz, onları ilâhî rahmetine nâil buyurur.
9. Deki: Ben Peygamberlerden ilk evvel olan değilim ve ne bana ve ne de sizlere ne yapılacağını bilmem. Ben başka değil, ancak bana vahy olunana tâbi olurum ve ben apaçık bir korkutucudan başka değilim.
9. Allah Teâlâ Hazretleri, Son Peygamber Efendimize şöyle de emr ediyor: Resûlüm!. O müşriklere (Deki: Ben peygamberlerden ilk evvel olan değilim) yâni; İlk defa olarak Peygamberlik iddiasında bulunmuş, ben garip ve benzersiz görülecek bir vaziyet almış değilim, benden evvel de nice Peygamberler gelmiş, insanlığı tevhîd dinine dâvete memur bulunmuşlardır (ve ne bana Ve ne de sizlere ne yapılacağını bilmem) yâni: Benim vazifem size ilâhî dini teblîğ etmektir. Benim hakkımda takdir-i ilâhînin bu dünyada nasıl gerçekleşeceğini ben kendi kendime bilemem. Ben vazifemi ifâya muvaffak olacak mıyım, yoksa diğer bir kısım Peygamberler gibibeldemden çıkarılacak mıyım, şâhit olacak mıyım, bunları bilemem.. Sizin de küfrünüzde devam edince, dünyada nasıl bir felâkete uğrayacağınız, başınıza gökten taşlar mı yağacağını, veya yerler yarılıp içlerine mi düşeceğinizi bilip tâyin edemem. Bu gibi istikbâle âid şeyleri bilmek Cenab-ı Hak’ka mahsustur. Bir Peygamber ise ancak Cenab-ı Hak’kın kendisine bildirdiği şeyleri, Peygamberlik vazifelerine âid hususları bilir bunları ümmetlerine teblîğ eder, Kâinata âid bütün işleri bilmesi icap etmez, (ben başka değil, ancak bana vahy olunana tâbi olurum) Kur’an’ın beyânatına göre peygamberlik vazifemi tanzim ederim, kendiliğimden onlara muhalif bir şey meydana getirmem. (ve ben apaçık bir korkutucudan başka değilim.) yâni: Benim vazifem, sizin îmana dâvet etmektir, Peygamberliğimi Allah tarafından göstermeye muvaffak olduğum mûcizeler ile isbat eylemektir. Küfrlerinde, isyânlarında ısrar edip duranlara da ilâhî azaba mâruz kalacaklarını ihtarda bulunmaktadır. Yoksa ben insan gücünün dışında olan şeyleri bizzât vücûda getirmeğe kaadir bulunduğumu iddia edemem.
10. Deki: Bana haber veriniz! Eğer Kur’an Allah tarafından olup da siz onu inkâr eyledinizse ve İsrâiloğulları’ndan bir şâhit de onun misli üzerine şahadette bulundu ve hemen iman etti de siz böbürlendi iseniz artık zâlimlerden olmaz mısınız? Şüphe yok ki, Allah zâlimler olan, kavmi doğru bir yola muvaffak kılmaz.
10. Hak Teâlâ Hazretleri, O Yüce Peygamberine şöyle de emrediyor: Ey Resûlüm!. O inkârcılara (Deki: Bana haber veriniz!. Eğer) Kur’an-ı Kerim (Allah tarafından olup da siz onu inkâr eyledinizse) o ebedi bir mûcize olup onun bir sûresine bile benzer getirmekten bütün insanlar âciz bulundukları hâlde siz o ilâhî kitabı ve onu sizlere teblîğ eden Son Peygamberi tasdik etmeyip deinkâra devam ederseniz (ve İsrâiloğulları’ndan bir şâhit de) onların en âlim bir ferdi olan, semâvî kitaplara vakıf bulunan bir zât da (onun) Kur’an’ın veya Son Peygamber’in (misli üzerine) tatbikan (şâhitlikte bulundu) yâni: Kur’an’ın da Tevrat gibi bir ilâhî kitap olup tevhid dinini telkin buyurduğuna veya Hz. Muhammed’in de Hz. Mûsa gibi bir Peygamber olup insanlığa Allah’ın birliği inancını, şirkin bâtıl olduğunu, tehdit ve vâide ve diğer şeylere âid meseleleri teblîğ eylemekte bulunduğuna şâhitlik eyledi (ve hemen îman etti de siz) ey Peygamber zamanındaki inkârcılar!. (böbürlendi iseniz) Kibirli bir vaziyet alarak hiç gerçek durumu düşünmedi iseniz artık zâlimlerden olmuş olmaz mısınız? Nedir o kadar açık, parlak bir hakikate karşı bu derece inkâr!, (şüphe yok ki, Allah, zâlim olan kavmi doğru bir yola muvaffak kılmaz.) Öyle küfrlerine ısrar edip duran kimseler, kendi o kötü hareketlerinin, ihtiyarlarının bir neticesi olmak üzere hidâyetten mahrum kalmış, bir ebedî azaba lâyık bulunmuş olurlar. “Bu âyet-i kerîmedeki şâhidden maksat, bir görüşe göre Mûsa Aleyhisselâm’dır. Çünkü, o da tevhid dinini yaymaya çalışmış ve Son Peygamber Hazretlerinin geleceğine, vasıflarına dâir malûmat vermişti. Fakat tefsircilerin çoğuna göre bu şâhidden maksat, Yahudî âlimlerinden pek mümtâz bir zât olan Abdullah Bin Selâmdır. Bu yüksek âlim, Resûl-i Ekrem Efendimizin evsâfını Tevrat’da okumuştu, sonra O Yüce Peygamber’e karşılaşıp onun güzel yüzünde parlayan peygamberlik nûrunu görünce, onunla sohbette bulununca onun Son Peygamber olduğunu anlamış, hemen o Yüce Peygamberi tasdikte bulunmuştur. Gerçekten bu zât, Hz. Peygamberin hicretinden sonra Medine-i Münevvere’de müslümanlığı kabul etti, bu onuncu âyeti kerîmede Medine-i Münevvere’de nâzil olmuştu. Fakat Allah’ın emri üzerine bu Mekke-i Mükerreme’de nâzil olmuş olan sûre-iEhkaf’a nakl olmuştur. Bu onuncu âyet-i kerîmenin de Mekke-i Mükerreme’de nüzulü kabul edildiği taktirde ise hakikatları açıklayan Kur’an’ın ebedî bir mûcize olduğuna bu da ayrıca bir delil teşkil etmiş bulunur. Çünkü: O zâtın daha İslâmiyeti kabul etmesinden senelerce evvel onun İslâmiyeti kabul edeceği, İslâm dini lehine şâhitlikte bulunacağı haber verilmiş oluyor. Nitekim bu gibi geleceğe âid olup bilâhare tahakkuk etmiş birçok haberler, Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Mekke-i Mükerreme’nin fethi hakkındaki haber de bu cümledendir.
11. Ve kâfir olanlar, iman edenler için dedi: Eğer bir hayır olsa idi ona bizi geçemezlerdi. Ve onlar bununla Kur’an ile hidayete eremedikleri vakit de hemen diyeceklerdir ki: işte bu, eski bir iftiradır.
11. Bu mübârek âyetler de bâzı zâtların İslâmiyeti kabullerinden dolayı müşriklerce meydana gelen diğer bir şüpheyi ve pek boş bir iddiayı teşhir ediyor. Arap dili üzere nâzil olan Kur’an-ı Kerim’in de evvelce Hz. Mûsa’ya bir hidâyet rehberi ve rahmet olmak üzere verilmiş olan Tevrat gibi bir ilâhî kitap olduğunu ve kâfirleri tehdit etmekte, müminleri de müjdelemekte bulunduğunu bildiriyor. İstikâmetle vasıflanmış olan mü’minlerin bir mükâfat olmak üzere uhrevî korkulardan, üzüntülerden emin ve ebedî şekilde cennete nâil olacaklarını da beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (ve kâfir olanlar) Hz. Peygamber zamanındaki Mekke-i Mükerreme ahâlisinden olan bir kısım inkârcılar (îman edenler için) Ammar, Suheyb ve İbn-i Mes’ut gibi bâzı zâtlar hakkında veya Cüheyne, Müzeyne ve Gıfar gibi bâzı kabîleler hakkında (dedi: Eğer) Hz. Muhammed’in getirip teblîğ ettiği Kur’an’da veya İslâm dininde (bir hayır olsa idi) o bir şerefe, Yüceliğe sâhip bulunsa idi (ona) o hayıra kavuşmak hususunda o îman edenler (bizi geçemezlerdi.) bizden evvelİslâmiyet şerefine nâil olamazlardı. Çünkü: O İslâmiyeti kabul edenler servetden, şöhretten, reislikten nâsipsiz bulunuyorlar. Bizler ise zengin kimseleriz, mevki sâhipleriyiz, milletimizin liderliğinde bulunuyoruz. O hâlde bizim kadar bir varlığa sâhip olmayanlar, bizden evvel hayıra nâil olabilirler mi?. Bu câhiller, dünyevî bâzı sebeplere güvenerek kendilerini hayır ve saadete herkesten daha ziyade lâyık sanmışlar, kendilerinin akl-ı selîmden, mânevî olgunluklardan, ahlâkî fâziletlerden, öyle mânevî bir servetten mahrum olduklarının farkında bulunmamışlar, âdi bir varlık etkisiyle öyle gururluca bir iddiada bulunuyorlardı, (ve onlar) O inkârcılar (bununla) Hikmetleri açıklayan Kur’an ile (hidâyete eremedikleri vakit de) onun doğruluğunu, yüceliğini takdir edemeyip inkârlarına devam ettikleri zaman da (hemen diyeceklerdir ki: İşte bu, eski bir iftiradır.) Allah adına eskilerin uydurmuş oldukları sözlerden ibârettir. Evet.. O kâfirler, kendilerinin ne kadar kabiliyetsiz bulunduklarını anlayamazlar, Kur’an-ı Mübîn’in yüceliğini takdir edemezler, o ilâhî kitap hakkında öyle bir iddiada bulunmak cehâletini göstermiş olurlar.
12. Ve ondan evvel de Mûsa’nın bir rehber ve bir rahmet olan kitabı var idi. Ve işte bu da bir kitaptır, tasdik edicidir, arapça bir lisan ile gönderilmiştir zulüm edenleri korkutmak için, muhsin olanlara da bir müjdedir.
12. Yüce Allah da Kur’an’ın bir ilâhî kitap olduğunu inkâr edenleri red için buyuruyor ki: Evet. Kur’an-ı Mübîn, Son Peygamber’e verilmiş olan bir ilâhî kitaptır, (Ve ondan) O Kur’an’dan (evvel de Mûsa’nın bir rehber ve bir rahmet olan kitabı var idi) O Peygambere de Tevrat adındaki ilâhî kitap ihsân buyurulmuştu. O kitapta ilâhî din hususunda bir kendisine uyulan bir kitap idi, îman edenler için bir rahmet vesîlesi bulunmuştu. (ve iştebu da) Bu Kur’an-ı Kerim kitabı da (bir kitaptır) kadri yüce, insanlığı Allah’ın dininden haberdar eden bir ilâhî kanundur ve Hz. Mûsa’nın kitabını da (tasdik edicidir.) onun da bir ilâhî kitap olduğunu ve içeriğinin doğruluğunu ve bir rahmet vesîlesi bulunduğunu haber vermektedir. (Arapça bir lisân ile) Son Peygambere (gönderilmiştir.) en geniş, en fasih olan bir lisân ile nâzil olmuş, onun fesahat ve belâgatı, kapsamının yüceliği ve akıllı, mütefekkir zâtlarca malûm ve kabul edilmiştir ve onun nuzulü nice hikmetlere dayanmaktadır. Bu cümleden olarak (zulm edenleri) dinsizlikte sebât edip nefslerini helâke mâruz bırakanları (korkutmak için) dir. Onlara ilâhî azabı ihtar ederek kendilerini uyanmaya dâvet içindir, (muhsîn olanlara da bir müjdedir.) güzelce îmanlarda ve güzel amellerde bulunanlara da azaptan emin ve cennetlere nâil olacaklarını müjdelemektedir. Artık öyle bir ilâhî kitap, nasıl inkâr edilebilir?.
13. Şüphe yok, o kimseler ki, Rabbimiz Allah’tır dediler, sonra istikamette bulundular, artık onların üzerine bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
13. Evet.. (Şüphe yok, o kimseler ki: Rab’bîmîz Allah’tır dediler) Allah’ın Rab olduğunu tasdik ederek başkalarına kulluktan kaçındılar (sonra istikâmette bulundular) öyle Allah’ı birlemekle beraber dinî vazifelerini de tam bir doğrulukla ifâya çalıştılar, kalbleri şek ve şüpheden uzak, dinî işlerin ehemmiyet ve kutsiyetini anlamış, hakkiyle güzel amelde bulundular (artık onların üzerine bir korku yoktur) onlar kıyamet gününün korkunç ahvalinden emin bulunacaklardır. (ve onlar mahzun da olmayacaklardır) Kendilerince sevilen, istenen bir şeyin elden gitmesinden dolayı bir üzüntü ve kedere de mâruz kalmayacaklardır. Bütün arzularına nâil olup tam bir zevk ve huzur ile ebedî bir hayata mazhar bulunmuş olacaklardır.
14. İşte onlar, cennet sahipleridir. İşler olmuş oldukları şeylere bir mükâfat olmak üzere orada ebedîyyen kalıcılardır.
14. (İşte onlar) Öyle Allah’ın birliğini tasdik eden, istikâmetle vasıflanmış bulunan zâtlar (cennet sâhipleridir) onlar yarın âhirette cennetlere, o yüce makâmlara nâil olacaklardır. Ve o muhterem zâtlar, dünyadalarken (işler olmuş oldukları şeylere) güzel güzel amellere (bir mükâfat olmak üzere orada) o cennetlerde (ebediyyen kalıcılardır) artık onlar için tekrar ölmek veya o nîmetlerden mahrum kalmak düşünülemez. İşte îmanın, ibâdet ve itaatin, ilâhî emirlere, tavsiyelere riâyetin, Allah rızâsını kazanmanın ebedî ve pek yüce neticesi.
15. Ve biz insana anasına ve babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Onu anası zahmetle yüklendi ve onu zahmetle doğurdu, onu bu yüklenilmesi ve sütten kesilmesi müddeti ise otuz aydır. Nihâyet reşit olacağı zamana erip kırk seneye bâliğ olunca dedi ki: Yarabbî! Beni muvaffak kıl, bana ve anam ile babama lütuf etmiş olduğun nimetine şükredeyim ve razı olacağın bir güzel amelde bulunayım ve zürriyyetim hakkında da benim için iyilik nasîp buyur. Şüphe yok ki, ben sana günahlarımdan tevbe ettim ve muhakkak ki, ben Müslümanlardanım.
15. Bu mübârek âyetler, analara, babalara ve evlâda karşı gösterilecek bağlılık ve hür isterlik hakkındaki insanî vazifeyi, ilâhî tavsiyeyi bildiriyor. Bu husustaki ilâhî tavsiyeye riâyet edecek zâtların nâil olacakları uhrevî mükâfatları müjdelemektedir. Şöyle ki: Allah Teâlâ Hazretleri, tevhîde, ihlâslı amele, doğruluğa âid beyânatını müteâkip insanlara diğer bir vazifelerini de şöylece beyân buyuruyor: (Ve biz insana anasına ve babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik) insanı bir iyilik vazifesiyle mükellef kıldık, onlara gerek hayatlarında ve gerek öldüklerinden sonramümkün olan iyiliklerde, hayır dilemekte bulunmasını emr eyledik. Çünkü: Anaların, babaların evlâtları hakkındaki hizmetleri, fedakârlıkları pek büyüktür. Evet.. (onu) insanı (anası zahmetle yüklendi) gebelik müddetince nice sıkıntılara katlandı (ve onu zahmetle doğurdu) ne meşakkatli, üzüntülü, ağrılı vaziyetlerde bulundu (onun) o doğan çocuğun (yüklenilmesi ve sütten kesilmesi) müddeti (ise otuz aydır) bir anne bu müddet içinde ne kadar rahatsızlıklara uğrar, geceleri bile rahat edemez, çocuğunun idaresiyle meşgul olur durur. Evet.. Çocukların anneleri rahminde bulunmalarının en az müddeti altı aydır, süt verme müddetinin en çoğu da iki senedir ki, toplamı otuz ay eder.
Velhâsıl: Bir anne, çocuğu için birçok fedakârlıklara katlanır durur. Evet.. Şüphe yok ki, çocukları hakkında annelerinin de, babalarının da büyük hizmetleri, fedakârlıkları vardır. Artık onlara karşı evlâdın da şükrân borçlu bulunmaları, pek ziyade hayır diler olmaları icap etmez mi?, İşte bu husustaki vazifeyi pek güzel ifâ eden hayırlı evlâda bir takdir örneği olmak üzere şöyle beyân buyuruluyor: (nihâyet) bir çocuk (reşit olacağı) aklı ve kuvveti kemâle ereceği (zamana erip kırk seneye baliğ olunca) Cenab-ı Hak’ka yalvarıp (dedi ki: Yarabbi!. Beni muvaffak kıl) bana ilham et, bana büyük bir meyil ve rağbet ihsân buyur (bana ve ananı ile babama vermiş olduğum nîmete şükür edeyim) bizi varlık sahasına getirdin, hayata kavuşturdun, nice şeyler ile rızıklandırdın ve bizleri imân şerefine nâil buyurdun. Bunlara şükretmek pek mühim bir vazifedir, bu vazifeyi ifâya muvaffak olayım (ve) Yarabbi!. Senin (râzı olacağın bir sâlih amelde bulurlayım) Allah’ın rızâsını kazanacak bir hayırlı, amele muvaffak olayım (ve) Yarabbi!. Böyle bir muvaffakiyete evlâd ve torunlarını da nâil ederek (zürriyetim hakkında da benim için iyilik nasîp buyur) onların muvaffakiyetleri de benim için ayrıca birmuvaffakiyet bir iyi durum teşkil etmiş olsun, (şüphe yok ki,) Ey Yarabbim!. (ben sana) Günâhlarımdan (tevbe ettiğini) insanlık hâli benden meydana gelmiş olan lâyıksız hareketlerden dolayı pişmanlıkta bulunarak senin af ve bağışına sığındım (ve muhakkak ki: Ben müslümanlardanım.) samimî şekilde İslâmiyeti kabul etmiş, ilâhî dinin yüce hükümlerine teslimiyette bulunmuş bir kulum. Artık bu duamı şu İslâmiyet hürmetine olarak kabul buyur Yarabbi!.
16. İşte onlar, o kimselerdir ki: Onlardan işlediklerinin en güzelini kabul ederiz ve onların günâhlarından geçeriz, cennetlikler arasındadırlar. bu bir doğru söz iledir ki, onlar vaad olunmuş bulunmaktadırlar.
16. Hak Teâlâ Hazretleri de o gibi hâlisâne niyâzda bulunan kullarını müjdelemek için buyuruyor ki: (İşte onlar) Öyle güzel vasıflara sâhip, samimi müslümanlar (o kimselerdir ki: Onlardan işlediklerinin en güzelini kabul ederiz) yâni: Mübâh olan şeyler, güzel olsalar da bir sevabı gerektirici değildirler. Fakat, ibâdet ve itaat kabilinden olan şeyler daha güzeldirler, işte kabule, mükâfata lâyık olan da bu türden olan amellerdir, bunlar Allah tarafından kabul buyurulmaktadır. Ve (onların) o hâlis müslümanların (günâhlarından geçeriz) bir nice kusurlarını af ederek onlardan dolayı kendilerini cezalandırmayız. Artık o zâtlar (cennet Ashâbı arasındadırlar) cennetle müjdelenmiş olan seçkin kullar arasında bulunacaklardır, onların gelecekleri, öyle pek emindir, pek yücedir. Bu ilâhî müjde (bir doğru söz iledir ki, onlar) o müslümanlar, bununla, ilâhî müjde ile (vâ’d olunmuş bulunmaktadırlar.) Cenab-ı Hak’kın Peygamberleri lisâniyle samimi müslüman kulları için teblîğ buyurulmuştur. Artık şüphe yok ki, daha sonra gerçekleşecektir. Ne büyük bir muvaffakiyeti. Rivâyete göre bu mübârek âyetler,Ebûbekrissıddık Radiyallâhü Teâlâ Anh ile benzerleri hakkında nâzil olmuştur. Kendisi İslâm şerefine nâil olduğu gibi babası Ebû Kuhafe Osman Bini Amr ve anası Ümmülhayır Binti Sahre de İslâmiyeti kabul etmişlerdi ve kendisinin oğlu Abdurrahmân ile onun oğlu Ebû Atîk dahi İslâmiyeti kabul edip Ashâb-ı kirâmdan bulunmuşlardı. Bu muvaffakiyet, başka Ashâb-ı kirâm’a nâsip olmamıştır. Hz. Ebûbekir’in duaları kabul olunmuş, nice güzel amellerde bulunmuştur. Kısaca dokuz müslüman köleyi âzad etmiştir ki, Bilâli Habeşî Hazretleri de bu azât edilenlerdendir ve servetini de İslâm dini uğrunda fedâ etmiştir. Ve kendisi aşere-i mübeşşereden olup cennetle müjdelenmiştir. Ne büyük bir mazhariyet!. Bununla beraber bu yüce âyetler gösteriyor ki: Her müslümanın vazifesi, nâil olduğu nîmetlere şükür etmektir, bütün çoluk çocuğunun, bütün baba ve ecdâdının ve bilhassa annesinin haklarında hayır diler olarak hepsinin de İslâm nîmetine nâil olmalarını can ve gönülden temennî eylemektir. Böyle her hayır isterlik, İslâmiyete bir bağlılığın, ahlâkî olgunluklara nâil olmanın parlak bir alâmeti bulunmaktadır.
17. Ve o kimse ki, anasına, babasına: Dedi ki: Uf ikinize! Beni korkutuyor musunuz ki, ben çıkarılacağım? Halbuki, benden evvel nice nesiller gelip geçmiştir. Anası ile babası ise Allah’tan medet istiyor, yazık sana! İmân et, şüphe yok ki, Allah’ın vaadi haktır diyorlardı Oğulları ise hemen diyordu ki, bu, dediğiniz evvelkilerin efsanelerinden başka değildir.
17. Bu mübârek âyetler de dindar olan anasiyle babasına karşı bilâkis isyânkâr olan, âhiret hayatını inkâr eden, o hususa dâir beyânları masaldan sayan bir şahsın ahvalinin aşağılığını tasvir ediyor. O gibi inkârcı şahısların hüsrâna uğramış olduklarını ve herkesin kendi amellerine göre derecelere ayrılacağını ihtar ediyor ve kâfirlerin nasıl birceza hitabına mâruz kalacaklarını ve kendilerinin kibirlenmeleri ve fâsıkça hareketleri sebebiyle nasıl bir zillet azabına tutulacaklarını şöylece beyân buyurmaktadır. (Ve o kimse ki,) Yâni: Gelişigüzel herhangi bir şahıs ki, ehl-i îmandan olan (anasına, babasına) kendisini îmana dâvet ettikleri zaman (dedi ki: Uf ikinize!.) teessüf olunur hâlinize!. (beni korkutuyor musunuz ki: Ben) öldükten sonra bir gün kabrimden (çıkarılacağım) toprak kesilmiş iken yeniden hayat bulacağını, bir ceza yurduna sevk edileceğim!, (halbuki, benden evvel nice nesiller gelip geçmiştir.) Âd, Semud kavimleri gibi nice kuvvetli ümmetler tarihe karışmıştır, hiçbiri yeniden hayat bulmamıştır, artık ben mi bulacağım?. Bu âhiret hayatını inkâr eden şahsın (anası ile babası ise) oğullarının bu câhilce, inkârcı hâlinden üzülerek (Allah’tan medet istiyor) oğullarının îmana muvaffak olması için Cenab-ı Hak’ka yalvarıyorlar ve oğullarına hitaben (yazık sana) kendini ebedî helâke mâruz bulunduruyorsun (şüphe yok ki, Allah’ın vâ’di haktır) kulları kabirlerinden kaldırıp tekrar hayata nâil buyuracağına âid olan ilâhî vâ’di herhâlde gerçekleşecektir, diyorlardı. Bu güzel ihtara rağmen oğulları ise küfrlerinde ısrar ederek (hemen diyordu ki: Bu) dediğiniz sözler (evvelkilerin efsanelerinden başka değildir.) asılsız iddialarından ibârettir, bizim için yeniden hayata ermek mümkün bulunmamaktadır..
18. İşte bunlar, kendilerinden önce gelip geçen cin ve insanlardan ümmetler arasında bulunan kimselerdir ki, üzerlerine söz, hak olmuştur. Muhakkak ki, onlar hüsrâna uğramış oldular.
18. Cenab-ı Hak da o gibi câhil, Allah’ın kudretini takdirden mahrum inkârcı şahıslar hakkında buyuruyor ki: (İşte bunlar) Böyle âhiret hayatını inkârcı kimseler, (kendilerinden önce gelip geçen cin ve insanlardan ümmetlerarasında bulunan) bir takım dinsiz (kimselerdir ki, üzerlerine söz hak olmuştur) hepsinin de küfrleri sebebiyle cehennemde ebedî olarak ceza görecekleri Allah tarafından beyân buyurulmuştur. (muhakkak ki, onlar) Bütün o kâfirler (hüsrâna uğramış oldular) aslî Yaratılışlarını zâyi etmiş; şeytanın vesveselerine kapılmış, ilâhî beyânları inkâr ederek ebedî felâkete düşmüşlerdir.
19. Ve herkes için yapmış olduklarından dolayı dereceler vardır ve onlara amellerini tamamen ödemek için ve onlar zulüm olunmazlar.
19. (Ve herkes için) Mümin olanlar ile olmayanlardan herbiri için (yapmış olduklarından) hayır ve şer adına işlemiş bulundukları şeylerden dolayı (dereceler vardır) kendileri için çeşitli mertebelerde sevap veya ceza kararlaştırılmıştır, herbiri kendi ameline göre mükâfat veya cezaya kavuşacaktır. (ve) Cenab-ı Hak (onlara) insanlara ve cinlere (amellerini tamamen ödemek için) öyle dereceler kararlaştırmıştır, herbiri lâyık olduğu şeye kavuşacaktır. (ve onlar zulm olunmazlar) Hiç birinin güzel ameli sevapsız kalmaz ve hiçbiri kendi günâhının üstünde bir azaba uğratılmaz ve hiçbirinin günâhı diğerine yükletilmez, haklarında ilâhî adâlet tamamen tecellî eder. Buna inanmışızdır.
20. Ve o gün ki, kâfir olanlar, âteş üzerine arz olunurlar, onlara denilir ki lezzetli şeylerinizi dünya hayatınızda giderdiniz ve onlar ile fâidelendiniz. Artık yeryüzünde haksız yere böbürlenmiş ve kendisiyle fıska düşmüş olduğunuz şeyden dolâyı bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınızdır.
20. (Ve o gün ki,) O kıyamet zamanındaki dünyadalarken (kâfir olanlar, âteş üzerine arz olunurlar) cehenneme sevk edilmiş bulunurlar. Onlara kınamak için denilir ki: (lezzetli şeylerinizi dünya hayatınızda gideriniz) dünyevî zevklerinizi tatmin eylediniz (ve onlarile fâidelendiniz) bütün dünya lezzetleriyle iştigâl ettiğiniz, sizin için başka bir lezzet kalmamış oldu (artık yeryüzünde haksız yere böbürlenmiş) böbürlenirce bir vaziyet almış (ve kendisiyle fıska düşmüş) gayrı meşrû şeyleri isteyerek insanî fâziletten mahrum kalmış (olduğunuz şeyden dolayı bugün) bu âhiret âleminde (alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınızdır.) siz dünyada iken nâil olduğunuz nîmetlerin kadrini bilmeyip onları suistimal etmiş olduğunuzdan dolayı artık âhiret âleminde her türlü nîmetten mahrum, azaplara uğramış olacaksınız. Bu âyet-i kerîme ile işâret buyurulmuş oluyor ki: İnsan, dünyada iken nâil olduğu temiz, helâl nîmetlerden dolayı Yüce Yaratıcıya şükr etmelidir, o nîmetleri kötüye kullanarak mağrurca, müsrifçe hareketlerde bulunmamalıdır, ebedî hayatı düşünerek asıl onu temîne çalışmalıdır, Cenab-ı Hak’tan muvaffakiyetler niyâz etmelidir, dünya tarihînden ibret almalıdır.
21. Ve Âd’ın kardeşini hatırla. O vakit ki, Ehkafdaki kavmini korkutmuştu ve muhakkak ki, onun önünden ve ardından nice korkutucular da gelip geçmiştir. Allah’tan başkasına ibadette bulunmayıp, şüphe yok ki: Ben sizin hakkınızda pek büyük bir günün azabından korkarım demişti.
21. Bu mübârek âyetler de küfrleri yüzünden helâke uğramış olan kavimlerden bir ibret örneği olmak üzere Âd kavmini Hz. Hûda karşı almış oldukları inkârcı bir vaziyeti ve o Yüce Peygamber’in ihtarını dinlemediklerini ve başlarına gelmekte olan bir azabı, bir rahmet sanırlarken onunla mahv ve yok olduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve) Ey Son Peygamber!. Seni inkâr eden tâifelere (Âd’ın kardeşini) Hz. Hûd’un kıssasını (yâd et.) onlar için bir uyanmak vesîlesi olmak üzere o Âd kavminin korkunç hayat tarihîni hatırlat. (O vakit ki:) Hûd Aleyhisselâm (ehkaf’daki) otarihî mevkideki (kavmini) Âd tâifesini, tevhîd dinine dâvet edip kendilerini ilâhî azap ile (korkutmuştu) onları küfrlerinden vaz geçirmeğe çalışmıştı (ve muhakkak ki, onun önünden ve ardından) Hz. Hûd’un peygamberliğinden evvel de sonra da (nice korkutucular da gelip geçmiştir.) kendi kavimlerini irşâda çalışmış, onlara ilâhî azabı hatırlatmış olan birçok Peygamberler de insanlık muhitini ıslâha, aydınlatmaya gayret göstermişlerdir. Bu cihetle de insanlık hakkında ilâhî delil tamam olmuştur, artık hiçbir kimse kendi cehâletini bir mâzeret makâmında ileri süremez bulunmaktadır. İşte Hûd Aleyhisselâm da kavmine hitaben: (Allah’tan başkasına ibâdette bulunmayın) küfr ve şirke düşmeyin, tam bir ihlâs ile Allah Teâlâ’nın bir olan zâtına ibâdete devam edin (şüphe yok ki, ben sizin hakkınızda pek büyük bir günün azabından) kıyamette müthiş bir cezaya uğramanızdan (korkarım.) demişti.
22. Dediler ki: Sen bize geldin mi ki, bizi ilâhlarımızdan geri döndüresin? İmdi bize vaad ettiğin şeyi getiriver, eğer sen doğru söyleyenlerden oldu isen.
22. O kavim ise bu pek güzel nasihate rağmen (Dediler ki:) Ey Hûd!. Aleyhisselâm. (sen bize geldin mi ki, bizi ilâhlarımızdan geri döndüresin?.) Putlarımıza tapmaktan bizi mahrum bırakasın!. (imdi bize vâ’d ettiğin şeyi getiriver) putlara taptığımızdan dolayı azabı hak etmiş bulunuyor isek o azap hemen başımıza geliversin. (eğer sen sâdıklardan oldu isen.) hemen o azaba mâruz kalalım.
23. Dedi ki: Şüphe yok; bilgi Allah katındadır. Ben size kendisiyle gönderilmiş olduğum şeyi tebliğ ediyorum. Fakat ben sizi bir kavim görüyorum ki: Cehâlette bulunuyorsunuz.
23. Hz. Hûd da o câhil kavmine (Dedi ki: Şüphe yok, bilgi Allah katındadır.) başınıza azabın hangi gün geleceğini de vesâir hâdiselerin ortaya çıkma zamanını da bilen, ancak AllahTeâlâ’dır. (ben size kendisiyle gönderilmiş olduğum şeyi teblîğ ediyorum) Peygamberlik vazifemi ifâya çalışıyorum, hakkınızda hayır diler bulunuyorum (fakat ben sizi bir kavim görüyorum ki: Cehâlette bulunuyorsunuz.) küfr ve şirki terk etmiyorsunuz, kendinize nasihatları kabulden kaçınıyorsunuz hayır ve şerri ayırt etmeye kaadir bulunmuyorsunuz, hakiki geleceğinizi hiç düşünmüyorsunuz.
24. Vaktaki: Onu, kendi derelerine karşı gelen bir bulut hâlinde gördüler, dediler ki: İşte bu, bize yağmur yağdırıcı bir buluttur. Hayır… O kendisini alelacele istediğiniz şeydir, bir rüzgârdır, onda bir acıklı azap vardır.
24. Sonunda o câhil kavme ilâhî azap yönelmeğe başladı (Vaktaki: Onu) o azabı (kendi derelerine karşı gelen bir bulut hâlinde gördüler) ufukta zâhir, siyah renk bir bulut şeklinde görmeğe başladılar (dediler ki: İşte bu) bulut (bize yağmur yağdırıcı bir buluttur) ondan istifâde edecekleri ümidine düştüler. Hz. Hûd da buyurdu ki: (hayır..) O bir bulut değildir (o kendisini alelacele istediğiniz şeydir) benden bir alay ve inkâr yoluyla hemen vücuda getirilmesini istediğiniz azaptan başka değildir. Evet.. O (bir rüzgârdır) o bir müthiş helâk olma mûsibetidir (onda bir acıklı azab vardır.) sizleri helâk edecektir.
25. Rabbinin emriyle her şeyi helâk eder. Artık sabahladılar, bir hâldeki ikâmetgâhlarından başka birşey görülemez oldu. İşte günâhkârlar olan bir kavmi böylece cezalandırırız.
25. Evet.. O, bir azap rüzgârıdır (Rab’binin emriyle her şeyi helâk eder) Ey inkârcı kavim!. Sizi de sizin emsâlinizi de, sizin bütün mallarınızı hayvanlarınızı da mahv ve perişan eder durur, işte dilediğiniz azaba kavuşmuş oluyorsunuz. (Artık) O kavim (sabahladılar) rüzgâr, onları helâk ediverdi, bir hâldeki: (ikâmetgâhlarından başka bir şey görülemez oldu) başka kavimler için de birer ibret levhasıolmak üzere onların virânelere dönmüş olan ikâmetgâhlarından başka bir şey kalmadı, hepsi de mahv olup gitti. Hûd Aleyhisselâm ile ona îman edenler ise bir selâmet sahasına çekildiler. Allah’ın korumasına mazhar olarak o felâkete mâruz kalmadılar. Hak Teâlâ Hazretleri de bütün insanlığa bir uyanma vesîlesi olmak üzere lütfen buyuruyor ki: (işte günâhkârlar olan bir kavmi böylece cezalandırırız.) Bu ceza, onların isyânlarının bir neticesidir. Ne şiddetli bir ilâhî tehdittir!. Artık bunu düşünüp de ibret almalıdır, öyle dinsizlerin izlerini tâkib edip durmamalıdır. Sonra insan, kendisini ilâhî azaptan aslâ kurtaramaz.
26. And olsun ki, onları öyle bir şeyde temkin etmiş idik ki, sizi onda temkin etmiş olmadık ve onlar için kulak ve gözler ve kalpler vermiştik. Fakat onlara ne işitmeleri ve ne gözleri ve ne de kalpleri bir şeyden fâide vermedi. Çünkü Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı ve onları kendisiyle alay eder oldukları şey kuşatıverdi.
26. Bu mübârek âyetler de Son Peygamber Efendimizin zamanındaki inkârcılara bir uyanma dersi olmak üzere onlardan daha kuvvetli, daha varlıklı olan Âd kavminin küfürleri yüzünden helâk olduklarını, onlara maddî varlıklarının bir fâide vermediğini haber veriyor. Mekke-i Mükerreme’nin etrafındaki beldeler ahâlisinden nice kimselerin de kudret delillerinden faydalanmayıp inkârları ve iftiraları yüzünden helâk olmuş olduklarını ve tapınmakta oldukları putlarından bir yardım görememiş olduklarını şöylece ihtar buyurmaktadır. (And olsun ki: Onları) o Âd kavmini (öyle bir şeyde temkin etmiş) yâni: Onları, büyükçe beden, çokça mal, uzunca ömür gibi hususlarda fazla bir kudrete, haşmete nâil kılmış (idik ki, sizi) ey Mekke halkı!, (onda) O hususta onlar kadar (temkin etmiş olmadık) onlar öyle fazlaca kuvvetli,güçlü oldukları hâlde kendilerini ilâhî kahra uğramaktan kurtaramadılar, artık onlar kadar varlıklı olmayanlar da küfrleri yüzünden ilâhî kahra mâruz kalamazlar mı?. Bunu düşünmeli değil misiniz?, (ve onlar için) O helâk olan kavim için (kulak ve gözler ve kalbler vermiştik) bu kuvvetleri güzelce kullanmalı değil mi idiler? Bunları kendilerine ihsân buyuran yüce yaratıcının varlığını, birliğini takdir ve takdis etmeleri icap etmez mi idi? (fakat onlara ne işitmeleri ve ne de gözleri ve ne de kalbleri birşeyden fâide vermedi.) Bu kuvvetleri güzel kullanmadıkları için bunlardan istifâde etmiş olmadılar. Bu kuvvetler, onları başkasına ihtiyaçtan kurtarmış olmadı (çünkü, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı) Cenab-ı Hak’kın Peygamberlerini, onların mûcizelerini ve kendilerine teblîğ edilen dinî hükümleri kabul etmiyorlardı (ve) sonunda (onları kendisiyle alay oldukları şey) o inmesini alay yolu istedikleri ilâhî azap inip (kuşatıverdi) bütün varlıklarını kuşatıp helâke mâruz bıraktı. Artık maddî varlık bakımından o kavimlerden aşağı bulunan sonraki inkârcılar, öyle bir azabın kendilerini de kuşatabileceğini hiç düşünmezler mi?. Bu âyet-i kerîme, büyük bir tehdidi içermektedir. İşâret buyurulmuş oluyor ki: Maddî bir varlığa güvenerek mânevîyattan mahrum kalmak aslâ doğru değildir. Bir insan, ne kadar muntazam duyu organı ve güçlere, kuvvet ve servete sâhip bulunsa da bunlar ile tekamül etmiş, hakikî geleceğini temin etmiş olamaz. Bu fâni varlıklara aldanarak mânevîyata, ruhî olgunluklara, vicdan temizliğine karşı kayıtsız bulunması, kendisi için pek büyük bir kusurdur, en fecî bir ruhî hastalıktan ibârettir, insanî değeri mahveden bir aşağılıktan ibârettir. Binaenaleyh hakikaten akıllı, düşünen bir insan, nâil olduğu kuvvetleri ve diğer imkânları güzelce kullanarak hem dünyasını, hem de âhiretini temîne çalışır. İşte hakkıyle aydın olanlar, ogibi insanlardan ibârettir.
27. Celâlim hakkı için etrafınızda beldelerden bulunanları helâk etmiştik ve âyetleri de beyân etmiştik, gerekti ki: Geri dönüversinler.
27. Allah Teâlâ Hazretleri, Hz. Peygamber zamanındaki Mekke-i Mükerreme ahâlisini vesâire uyandırmak için şöyle de buyuruyor: (Celâlim hakkı için etrafınızdaki beldelerden bulunanları) yâni: Mekke-i Mükerreme’nin civarında bulunan şehirler ahâlisinden bir nicelerini de vaktiyle (helâk etmiştik) helâke uğramış olanlar, yalnız Âd kavminden ibâret değildir. Şam, Yemen, Medyen, Eyke, Sebâ, Sedum, Mısır gibi beldelerdeki kâfir ve isyânkârlar da vaktiyle nice felâketlere mâruz kalmışlardır. Bütün bunların müthiş, ibret verici kıssaları malûmdur, (ve) O beldeler ahâlisi, vaktiyle küfrlerinden vazgeçmemişlerdi, halbuki, onlara (âyetleri de beyân etmiştik) Allah’ın birliğine, ilâhî kudrete şâhitlik eden delilleri, en kuvvetli kanıtları onlara göstermiştik (gerekti ki,) inkârlarından, kötü hareketlerinden (geri dönüversinler) yanlış düşünceler, telkinlere tâbi olarak küfr ve isyân içinde yaşamasınlar. Onlar ise bunlardan aslâ istifâde etmek istemediler, sonunda lâyık oldukları felâkete kavuştular.
28. Onlara Allah’tan başka yakınlık sağlamak için tanrı edinmiş oldukları şeyler yardım etmeli değil mi idiler? Bilâkis onlardan gaip oluverdiler ve bu da onların yalanlarının ve iftirâ eder oldukları şeyin bir eseridir.
28. (Onlara) O şirke düşmüş, akıllıca düşünmekten mahrum kalmış kimselere, kendi iddialarına göre (Allah’tan başka yakınlık sağlamak için) kendileri için âlemlerin Rabbi’ne yakınlığa bir vesîle olmaları kuruntusuyla (tanrı edinmiş oldukları şeyler) o putlar, o âciz, fâni şeyler (yardım etmeli değil mi idiler?.) kendilerine yüz gösteren felâketi gidermek için yardımda, Kâinatın Yaratıcısı katında şefaat eylemekte bulunmalı değil miidiler?. Ne gezer!. Onlarda o kabiliyet, o selâhiyet ne arar?, (bilâkis) o azap, o felâket gelmeye başlayınca o bâtıl mâbutlar (onlardan gâip oldular) kendilerinden hiçbir fâide, bir eser görülemez oldu. (ve bu da) O putların vesâirenin bir yardım edemeyip gâip olmaları (onların) o putperest kimselerin (yalanlarının ve iftira eder oldukları şeyin bir eseridir.) o câhilce hareketin bir neticesinden ibârettir. Hiç öyle âciz, fâni, şuurdan mahrum şeyler, tanrı edinilebilir mi?. Onlardan bir menfaat umulabilir mi?. Bu, apaçık bir keyfiyet değil midir?. Ne gaflettir ki, birçok insanlar, bunu düşünüp takdir edemiyorlar, öyle naçiz, fâni şeylere tapınmak zilletini işlemekte bulunuyorlar!. Cenab-ı Hak, uyanmalar ihsân buyursun Âmin…
29. Ve o zamanı da hatırla ki, cinlerden bir zümreyi Kur’an ı dinlemeleri için sana göndermiştik ki, Vaktaki: Ona hazır oldular, dediler ki: Susun dinleyin Vaktaki, okunması son buldu, kendi kavimlerine korkutucular olarak dönüp gittiler.
29. Bu mübârek âyetler, cin tâifesinden bir zümrenin Resûl-i Ekrem’le karşılaşıp onun okumakta olduğu Kur’an-ı Kerim’i dinlemiş ve sonra kendi tâifelerine dönerek Kur’an-ı Kerîme dâir malûmat verip onları İslâm dinine dâvet eylemiş bulunduklarını haber veriyor. Allah Teâlâ’nın Peygamberine itaatin kurtuluş ve saadete vesîle olacağını, ona itaatten kaçınanların ise sapık kimseler olup Allah’ın kanunundan kendilerini kurtaramayacaklarını ihtar etmiş olduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Peygamberlerin iftiharı!. Kavmini irşâd için çalış (ve) onlara (o zamanı an ki: Cinlerden bir zümreyi Kur’an-ı dinlemeleri için sana göndermiştik) cinler de İslâm dinin ile mükellef bulunmuşlardı, onlardan bir kısmı da Kur’an’dan faydalanıp Allah’ın birliği inancına sarılmış bulunuyordu, artık nasıl olur da insanlar, bu şereften, bu umumî dinegirmekten mahrum bulunsunlar. (vakta ki:) Cinler (ona hazır oldular) Kur’an-ı Kerim’in okunması veya Resûl-i Ekrem’in onu okuması zamanında hazır bulundular, birbirine hitaben (dediler ki: Susun) okunan Kur’an-ı dinleyin (vaktaki: Okunması son buldu) O cinler (kendi kavimlerine korkutucular olarak dönüp gittiler) kendi tâifelerini İslâm dinine dâvet ettiler, küfrün ne büyük azablara sebep olacağını onlara ihtar eylediler.
30. Dediler ki: Ey kavmimiz! Muhakkak ki, kendisinden önce olanları tasdik edici olarak Mûsa’dan sonra nâzîl olmuş hakka ve dosdoğru bir yola rehberlik ediyor.
30. O kendi tâifeleri arasına dönen cinler (Dediler ki: Ey kavmimiz!.) ey cin tâifeleri!, (muhakkak biz, bir kitap dinledik ki,) Kur’an adındaki ilâhî kitabın okunan âyetlerini dinleyip anladık ki: (kendisinden önce olanları tasdik edici) diğer Peygamberlere verilmiş olan semâvî kitapların da birer ilâhî kitap olduğunu haber verici (olarak Mûsa’dan sonra nâzil olmuş) semâvî kitapların sonuncusu bulunmuş ve bütün insanlığı (hakka) sâbit hakikate, sahîh olan dinî inançlara (ve dosdoğru bir yola) insanları selâmet ve saadete erdirecek olan bir hidâyet yoluna, bir güzel ameller sahasına (rehberlik ediyor) insanları öyle bir kurtuluş ve saadete kavuşturmak istiyor.
31. Ey bizim kavmimiz! Allah’ın davetçisine icabet edin ve O’na inanın, sizin için günâhlarınızdan mağfirette bulunsun ve sizi elîm bir azaptan kurtarsın.
31. Artık (Ey bizim kavmimiz!.) öyle bir kurtuluş ve saadete erebilmeniz için (Allah’ın davetçisine icâbet edin) bizleri İslâm dinine dâvet eden Son Peygamber Hazretlerine tâbi olarak ona itaatte bulunun (ve O’na inanın) onun Yüce bir Peygamber olduğunu kalben tasdik ederek onun gösterdiği yolu tâkib edin. Tâki: Allah Teâlâ (sizin için günâhlarınızdan mağfirette bulunsun) Allah’ın haklarına âidbâzı kusurlarınızı af etsin ve örtsün (ve sizi elîm ve azaptan kurtarsın) kâfirler için hazırlanmış olan en şiddetli cehennem azabından kurtarsın.
32. Ve her kim Allah’ın davetçisine icabet etmezse, artık yerde âciz bırakıcı değildir ve onun için onun ötesinde yardımcılar da yoktur. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
32. O cin zümresi, kendi tâifelerini, İslâm dinine teşvik için irşâda devam ederek şöyle de dediler: (Ve her kim Allah’ın dâvetçisine icâbet etmezse) Mükellef kimseleri Allah’ın dinine dâvete memur olan Yüce Peygamberin tebliğlerini kabulden kaçınır, tevhid diniyle vasıflanmazsa (artık) öyle bir kimse (yerde) kaçıp da kendisini cezalandırmaktan Allah Teâlâ’yı hâşâ (âciz bırakıcı değildir) kendisini Cenab-ı Allah’ın kahrından aslâ kurtaramaz (ve onun için) o dâvete icâbet etmeyen şahıs için (onun ötesinde) Cenab-ı Hak’dan başka (yardımcılar da yoktur) onu ilâhî azaptan kurtarmaya hizmet edecek dostlar, yardımcılar aslâ bulunamaz, (onlar) Öyle, ilâhî dinden Peygamberlere itaatten kaçınan şahıslar (apaçık bir sapıklık içindedirler.) Onlar, kudret eserlerini düşünmekten ve pek açık, pek nûranî olan bir hidâyet tâkib etmekten mahrum kalmış, küfr ve isyân karanlıkları içinde yaşamak zilletini işlemiş kimselerden başka değildirler. Artık şüphe yok ki, onlar, en büyük azaplara lâyık olmuşlardır. Rivâyete göre vaktiyle cinler, göklere yükselerek bâzı sırları öğrenirlerdi. Sonra âteş kıvılcımı ile taşlanarak semâya yükselmekten men edilince bunun mühim bir sebepten kaynaklandığına kaani olmuşlardı. Bu sebebi araştırmaya başladılar. Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke-i Mükerreme’den Tâif tarafına teşrif etmiş, Tâif ahâlisini İslâm dinine dâvet buyurmuş, Mekke-i Mükerreme’ye dönerken “Vâ’dii Nehle” denilen bir yerde yalnız başına bulunarak gece veya sabahnamazını kılmakta bulunmuştu. İşte bu sırada Nuseybin veya Niynuva’daki cinlerin eşrafından yedi veya altı kimse Peygamber Efendimizle karşılaşmış, onun okuduğu Kuran âyetlerini dinlemiş, göğe yükselmeden ne için men edilmiş olmalarının sebebini bu vesîle ile anlamış idiler. Binaenaleyh kavimlerine dönerek onları İslâm dinine dâvet etmişlerdir. Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiş Yüce Peygamberdir. Cinleri de ilâhî dine dâvet buyurmuştur, bir kısmı îman etmiş, bir kısmı da îman etmemiştir. Sahîh olan görüşe göre insanlar hakkında câri olan hükm, cinler hakkında da câridir. Onlar da Allah Teâlâ’ya ibâdet ve itaat için yaratılmışlardır. Onlar da hakka itaatlerinden dolayı sevaba, isyânlarından dolayı da cezaya lâyık olacaklardır. Onların müminleri de cennete gireceklerdir. Madem ki: Onlar da mükelleftirler. Madem ki, Peygamberlik iftiharı Hz. Muhammed onları da ilâhî dine dâvete memur olmuştur, artık onların haklarında da mükellef insanlar gibi muamele olunacağı açıktır. Fakat İmam-ı Âzam’dan bir rivâyete göre cinler için sevap yoktur, ancak âteşten kurtuluş vardır. Onlara âhirette hayvanlar gibi “toprak kesiliniz” denilecektir. İbn-i Abbas Hazretlerinden, İmam-ı Mâlik ile İbn-i Ebi Leylâ’dan ve diğer zâtlardan rivâyet olunduğuna göre ise cinler de insanlar gibi amellerine, inançlarına göre muameleye tâbi tutulacaktır, müminleri cennetlere kâfirleri de cehennemlere sevk edilecektirler. “Sirac-ül Münîr” cin sûresine de müracaat!.
33. Yâ görmediler mi ki: Şüphe yok, gökleri ve yeri yaratmış ve onları yaratışında yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet.. Şüphe yok ki, O, her şey üzerine kaadîrdir.
33. Bu mübârek âyetler, ölülerin Allah’ın kudreti ile yeniden hayata ereceklerini isbat için dikkatleri Kâinatın yaratılışına çekiyor. Bugibi hakikatleri inkâr edenlerin nasıl bir azaba tutulacaklarını ihtar ediyor. O gibi inkârcıların dedikodularına karşı Son Peygamberin de diğer yüce Peygamberler gibi sabr ve sebât ile mükellef olduğunu ve o dinsizlerin azaba mâruz kaldıkları gün, dünya hayatının ne kadar geçici bulunmuş olduğunu itiraf edeceklerini haber veriyor. Bu husustaki ilâhî beyânların pek mükemmel bir öğüt teşkil ettiği ve ebedî helâke uğrayacak kimselerin de fâsıklardan ibâret bulunduklarını beyân buyurmaktadır. Şöyle ki: Ölülerin tekrar hayata kavuşturularak mahşere sevk edileceklerini inkâr eden dinsizler, (ya görmediler mi ki:) gözleriyle görmüş gibi kesin olarak bilip anlamadılar mı ki: (şüphe yok, gökleri ve yeri yaratmış) O kadar muazzam âlemleri ve onlardaki hesapsız kudreti hârikalarını yoktan var etmiş (ve onları yaratışında yorulmamış) naçiz kalmamış (olan Allah) o Yüce Yaratıcı (ölüleri de diriltmeğe kaadirdir.) elbette onları yoktan var eden bir Kaadîr Yaratıcı onları iadeye de kaadirdir, bunu hangi akıllı bir kimse inkâr edebilir?. (evet.. Şüphe yok ki. O) Kâinatın Yaratıcısı Hazretleri (her şey üzerine kaadirdir.) bütün mahlûkatın varlığı, Allah’ın kudretinin büyüklüğüne ve her şeye fazlasiyle kâfi olduğuna pek açık bir şekilde şâhitlik etmektedir. Artık ölüleri de tekrar hayata erdirmesi, nasıl inkâr edilebilir?.
34. Ve o gün ki, kâfir olanlar, âteş üzerine arz olunurlar. Onlara denilir ki nasıl bu hak değil mi imiş? onlar da Evet.. Ve Rabbimiz hakkı için diyeceklerdir Cenab-ı Hak da artık siz inkâr eder olduğunuz şey sebebiyle azâbı tadınız diyecektir.
34. Kâfirler, o inkârlarının pek korkunç neticesini bir düşünmeli değil midirler?. (Ve o gün ki, kâfir olanlar) Yeniden hayata erdirilerek (âteş üzerine arz olunurlar) zebâniler tarafından cehenneme sevk edilerekazap âteşine mâruz bırakılırlar, o kâfirlere kınamak için denilir ki: (nasıl bu hak değil mi imiş?.) Dünyada iken inkâr mecalleri kalmadığı için (evet.. Ve Rab’bimiz hakkı için) bu âhiret hayatı, bu cehennem azabı sâbittir, bunun gerçekleşmesi muhakkak bulunmuştur diyeceklerdir. Ne yazık ki, bu itiraflarının kendilerine artık bir fâidesi olmayacaktır. Çünkü zamanı geçmiştir. Cenab-ı Hak da onları kınamak için (artık siz inkâr eder olduğunuz şey sebebiyle azabı tadınız diyecektir) o inkârcıları ebediyyen cehennemde cezalandıracaktır, işte küfrün gereği!.
35. Artık sabret. Resûllerden azim sâhiplerinin sabır ettiği gibi ve onlar için acele etme. Sanki onlar, vaad olunduklarını görecekleri gün, gündüzden bir saatten başka durmamışlar gibi olacaklardır. Bu bir tebliğdir. Fasıklar olan kavimden başkası, helâke uğratılacak mıdır? elbette uğratılmayacaktır.
35. Allah Teâlâ Hazretleri Yüce Peygamberine emr ve tavsiye buyuruyor ki: (Artık) Ey Son Peygamber!. Sen (sabr et) Seni inkâr edenlerin dedikodularına, gösterdikleri ezâ ve cefâya karşı sabr ve sükûnette bulun, onlar, lâyık oldukları azablara sonunda kavuşacaklardır. Sen (Resûllerden azm sâhiplerinin) yâni sebâttan ve şiddetli şeyler karşısında sabrdan ayrılmayan Peygamberlerin (sabrettiği gibi) sabret. Nûh, Sâlih, İbrâhim, Lût, Şûayb, Mûsa, İsâ Aleyhümüsselâm bu mübârek zümredendirler, (ve) Ey Son Peygamber!, (onlar için) Mekke-i Mükerreme’deki inkârcılar için (acele etme) başlarına ilâhî azabın hemen gelmesini isteme. Onlar sonunda lâyık oldukları azaba kavuşacaklardır. (sanki onlar, vâ’d olunduklarını görecekleri gün) haklarında takdir edilmiş olan azabın ortaya çıkma anında (gündüzden bir saatten başka ) dünyada (durmamışlar gibi olacaklardır) yâni: O inkârcılar, kıyamette uğrayacakları cezanıntesiriyle şaşkına döneceklerdir, dünyada iken sanki gündüzün bir saat kadar yaşamış gibi kendilerini göreceklerdir. Mâruz kaldıkları pek şiddetli ve ebedî azap günlerine göre dünya hayatını bir saatten ibâret telâkki edeceklerdir. İşte Hikmet Sâhibi Yaratıcı Hazretleri, insanlığa bir uyanma dersi olmak üzere buyuruyor ki: Bu âhiret hayatına âid olan haber, insanlık için (bir tebliğdir) Kur’an-ı Kerim vasıtasiyle insanlara bildirilen bir hakikattir, bir uyanma vesîlesidir, bir ibret öğüdüdür, bundan istifâde etmelidir, dinden, İslâm terbiyesinden ayrılmamalıdır. (fâsıklar olan kavimden başkası helâke uğratılacak mıdır?.) Elbette ki, uğratılmayacaktır. Evet.. Her kim ki Allah Teâlâ’ya ibâdet ve taatten kaçınır, onun mukaddes emirlerine, yasaklarına muhalefette bulunur durursa fâsık bulunmuş olur. İşte o gibi kimseler, helâke, ebedî azaba aday bulunmuşlardır. Öyle fâsık, münkir olmayan kullar hakkında ise Cenab-ı Hak’kın lütuf ve keremi, ilâhî rahmeti pek çoktur. Bu âyet-i Kerîme, buna işâreti içermekte ve ehl-i îman için bir büyük müjdeyi kapsamaktadır. İmân ile âhirete giden bir kul, günâhkâr bulunsa da hakkında ilâhî affa ve cennete nâil olacaktır. Bu müminler hakkında ne büyük bir ilâhî lütuftur. Artık her mü’min bunun şükrünü ifâya çalışmalıdır. O Yüce mâbudun bütün hükümlerine riâyeti bir kulluk vazifesi bilip muvaffakiyeti o Yüce Yaratıcıdan niyâz etmelidir. Ve başarı Allah’tandır.