KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR
Tevbe Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
“Berâet” bu kelimenin asıl kök mânâsı, “Müfredat” ve “Basair”de açıklandığına göre herhangi bir çirkin şeyden kurtulmak ve uzaklaşmak demektir. Kadî Beydavî Bakara Sûresi’nde (âyet 54) âyetinin tefsirinde der ki; bu terkibin aslı bir şeyin kendisinden olmayan şeylerden arınıp saf hale gelmesi, halis olması mânâsınadır. “Hasta hastalığından, borçlu borcundan beri oldu.” denildiği zaman kurtulmak anlamına söylenmiş olur. “Allah Âdem’i balçıktan berâe eyledi.” denildiği zaman saflaştırmak şeklinde inşa etmek anlamına kullanılmış olur. Bu iki mânâ ile de kelime dilimizde kullanılmaktadır: Mesela “Berâat-i zimmet asıldır.” denildiği zaman, başından itibaren inşa suretiyle olan hulus, yani halislik ve selamet mânâsı kastedilmiş olur. Cezada suçtan berâet etmek de böyledir. Lâkin borçtan berâet yine aynı anlama gelebildiği gibi, daha ziyade ibra veya arınma şeklinde olur ki, bu da tafassi denilen kurtulma yoludur. Hukuk terimi olarak kelimenin anlamı böyle olduğu gibi, bir de bundan alınarak kelimenin siyasette ve özellikle diplomaside kullanılan mânâsı vardır ki, âyette asıl gözetilmiş olan mânâ da budur. Nitekim Ebu Bekri Razi bunu açıklayarak “Ahkam-ı Kur’ân”da der ki; “Berâet, dostluk antlaşmasının kesilmesi, dokunulmazlığın kaldırılması ve sağlanmış olan eman (güvence)ın sona erdirilmesidir”. Fahreddin Razî de tefsirinde der ki; “Beraetin mânâsı dokunulmazlığın kaldırılmasıdır”. denilir ki, “Aramızda dokunulmazlık kesildi, aramızda ilişki kalmadı.” demektir. İşte burada berâet herhangi bir çirkinlikten ve noksanlıktan salim olmak ve uzaklaşmak demek olan aslî mânâsını korumakla birlikte bilhassa siyaset hukuku ve milletler arası hukuk dilindeki ıstılahî anlamı geçerlidir: “Savaş çıkmasını gerektiren bir ilişki kesme” demektir. İşte böylece sûrenin ilk âyeti bir ültimatom ve ondan sonrası da bunun gerekçesi ve bu gerekçenin herkese duyurulması ve açıklanmasıdır. Şöyle ki:
Bu bir berâettir, yani bu öyle önemli ve kesin bir ilişki kesmedir, saldırmazlığın sona erdirilmesidir, öyle bir ültimatomdur ki, Allah’tan ve Resulü’nden o antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere.
Görülüyor ki, bu âyet, “falandan falana mektuptur” denilmesi gibi bir başlık üslubundadır. Fakat burada herhangi bir mektup veya sıradan bir yazının değil, muntazam bir resmî tebliğin, özellikle diplomasi edebiyatının üslubu, bir akit feshinin, bir ültimatom başlığının bütün gerekli unsurlarını içeren gayet açık bir yazışmanın örneği vardır. Bundan önce tebliğin mahiyeti, yani ne idüğü ortaya konmuş, ikinci olarak gönderen ve gönderme aracı, üçüncü olarak kime gönderildiği ve onların kimler olduğu, dördüncü olarak da ilgililer tamamıyla belirtilerek gayet veciz ve aynı zamanda açık ve etkili bir ifadeyle tarif edilmiş ve gösterilmiştir. Bununla kısaca şu anlatılmıştır ki, bu tebliğin sebebi şirk ve müslümanlarla önceden yapılmış olan antlaşmalardır. Demek oluyor ki, müslümanlarla önceden yapılmış antlaşması olmayanlara, esasen böyle bir ilişki kesme ihbarının yapılmasına lüzum yoktur. Ancak müslümanların ahitleşme yapmış oldukları müşriklere karşı doğrudan doğruya antlaşmayı bozmaksızın, işin başında antlaşmanın feshini ve ilişkisinin kesildiğini bildirmeleri lazım gelmiştir. Çünkü aşağıda sebepleri açıklanacağı üzere, Allah ve Resulü o ahitlerden beridirler. Bilindiği gibi, muahade ahitleşmek demektir. Ahit ise mutlak anlamda akit ve sözleşme demek ise de asıl mânâsı karşılıklı yemin ile yapılmış olan akit demektir. En kuvvetli ve en geçerli yemin ise Allah’a yapılan yemindir. Her müslümanın yapacağı yemin de böyle bir yemindir. Müşrikler ise müşrik oldukları için onların gözünde Allah’a yapılan bir yeminin hiçbir hükmü ve kıymeti yoktur. Bundan dolayı yaptıkları ahdin hakkına Allah için riayet etmezler, inançları gereği olarak herhangi bir şekilde ahitlerini bozmaktan kaçınmazlar. Ve böylesine menfaat üzerine kurulu bir ahit de zaten hakiki ve samimi bir ahit olmaz. Bununla beraber müslümanlar için, her kiminle olursa olsun bir ahit yapılmış ise onu sonradan karşı tarafa haber vermeden bozmaya kalkışmak zulüm ve hıyanet olur.
Bu haksızlığı yapmak da müslümana haram kılınmıştır. Böyle bir ahitten kurtulmak için üç yol vardır: Birincisi; ahit belli bir süreye bağlı olarak yapılmış ise o sürenin dolmasını beklemektir.
İkincisi; istenildiği zaman feshedilebileceği şartına bağlı olarak yapılmışsa, o şarta göre hareket etmektir.
Üçüncüsü; “Her hangi bir kavimden bir hıyanet endişe edersen, hemen ahidlerini reddettiğini düpedüz kendilerine bildir.” (Enfâl, 8/58) âyeti gereğince karşı taraftan bir hıyanet tehlikesi belirmesi karşısında o sözleşmeyi yüzlerine çalmak (nebz) şekliyle yapılacak olan fesihtir ki, bu suretle aldatıp baskın etkisi yapılmamış ve açıktan açığa dürüstlük çerçevesinde davranılmış olacağından hıyanet edilmiş olmaz .Ve bu şekilde bu berâet bir önceki sûrede, Enfâl Sûresi’nde geçen “nebiz” emrinin ayrıntılı bir tatbikatı demektir ki, bu âyette böyle bir başlık altında bu hususlar kısaca yer aldıktan sonra, bu ültimatomun içeriği de şu âyette özetlenmiştir:
2- İmdi şu andan itibaren yeryüzünde dört ay daha seyahat ediniz, gezip dolaşınız.
“Seyahat”, suyun akması gibi, kolayına geldiği şekilde yeryüzünde gezip dolaşmaktır, şehirlerden ve beldelerden uzaklara varıncaya kadar istediği yere gitmek ve seyr ü sefer etmektir. Bu suretle seyahat anlamı içinde serbestçe dolaşmak ve genişçe hareket etmek mânâsı vardır. Sonra alışılmış şartların dışına çıkılacağından seyahat sırasında yemek içmek konularında da bir nevi imsak ve perhiz gerekeceğinden, bir bakıma oruçlunun seyahat edene benzetilmesi de onun önemli bir hazırlığı icap ettirmesinden dolayıdır. Bu da geçim sıkıntısı olmamaya ve refaha bağlı bulunur. Bunun için “seyahat ediniz” sözünde “gidiniz veya seyr ü sefer ediniz” sözünden daha fazla bir genişlik ve müsaade mânâsı ve daha ziyade hazırlıklı bulunmak ihtarı vardır. Emir şeklinde yapılmış olan bu ihtar ve uyarıdan maksat, mutlaka seyahata çıkınız şeklinde bir emir değildir. Bu mutlak anlamda bir ibahadır ki, şöyle demek olur:
Ey bu haberin kendilerine eriştiği ahit yapmış olan müşrikler, birdenbire ve habersiz bir şekilde muâhedenizin feshiyle haksızlığa uğratılacağınızı sanmayın, şu andan itibaren size dört ay daha mühlet var. Bu süre içinde katil ve savaş gibi saldırılardan uzak olarak, dilediğiniz gibi, geniş geniş hazırlanmakta serbestsiniz ve hürsünüz. Ondan sonra ilişkilerimiz tamamen kesilmiş ve savaş durumu başlamış olacağından bu müddet içinde kendi can ve mal güvenliğinizi iyice düşününüz, her türlü ihtiyat tedbirini alınız, harp hazırlıkları yapmak, savunmaya hazırlanmak, kaçacak veya sığınacak bir yer bulmak gibi kendiniz için uygun görüp arzu edeceğiniz hususların yerine getirilmesi konularında gerek İslâm diyarında, gerek yeryüzünün başka bölgelerinde bir seyyah durumunda dilediğiniz gibi iyice hazırlanınız.
Bu suretle âyetten maksadın böylesine bir serbestliği bildirmek ve uyarıda bulunmak olduğu halde, bunun “dört ay daha seyahat edebilirsiniz” şeklinde bildirilmeyip de “seyahat ediniz” şeklinde bir emir kipiyle açıklanması iki nükteyi içine alır:
Birisi, bu seyahat ve hazırlığın onlardan istenen bir şey gibi olduğuna işarettir.
İkincisi; her ne yaparlarsa yapsınlar, her nereye giderlerse gitsinler, Allah’ın hükmüne mahkum bulunduklarını ifade etmektir. Hatta çok önemli olan bu husus ayrıca ve açıkça ortaya konularak buyuruluyor ki:
Dört ay daha seyahat ediniz ve bununla beraber şunu da biliniz ki, siz öyle seyahat ve hazırlıklarla Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. O’ndan kaçıp kurtulacak değilsiniz. Ve şurası kesindir ki, Allah kâfirleri hor ve hakir bir hale getirecek ve perişan edecektir.
Bundan sonra eski itibarlı halinizi sürdürmenize imkân yoktur. Ya küfürden ve şirkten vazgeçip Allah’ın emrine boyun eğer, teslim olursunuz, ya da dünya ve ahirette perişan olursunuz.
Bu dört ayın Şevval’dan itibaren Muharrem sonuna kadar olan dört ay olduğu hakkında Zührî’den bir kavil varsa da, diğer tefsir âlimleri, bu tebliğin yapıldığı Zilhicce’nin onuncu gününden itibaren Rebîu’l-âhir’in onuna kadar geçen dört aylık süre olduğunu söylemişlerdir ki, doğrusu da budur. Zira Cessas’ın da hatırlattığı ve üzerinde durduğu şekilde raviler, bu sûrenin, Hz. Ebu Bekir’in hac emiri olarak Medine’den hareketinden sonra nazil olduğu konusunda ihtilaf etmemişlerdir. Şu da var ki, o sene henüz müşriklerin âdeti olan “nesî’ ” kalkmamış olduğundan Zilhicce’nin onu sayılan hac günü, gerçekte Zilka’de’nin onu demek olduğu için söz konusu dört ayın sonu da Rebîu’l-evvel ayının onuncu günü demek olduğu da, Ebu Hayyan’ın nakline göre Mücahid gibi bazı müfessirler tarafından zikredilmiştir. Şu halde Muharrem sonu sadece önceden antlaşması olmayan müşrikler hesabına göz önünde bulundurulmuş olabilir. Bunun da başlangıç tarihinin Şevval’in başından değil, yine âyetin ilan günü olan Zilhicce’nin onundan itibaren hesap edilmesi gerekir. Nitekim İbnü Abbas’dan böyle rivayet de bulunmaktadır.
3- Velhasıl bu, öylesine kesin bir berâettir ki, Hacc-ı ekber günü, Allah ve Resulü tarafından bütün insanlara bir ezan, bir duyurudur, yani mümin veya mümin olmayan, ahit yapmış ve yapmamış olan herkese bir ezan, her sınıf insanın kulağına sokulacak olan ve aşağıda bildirildiği şekilde bir ilan, bir ilamdır: ki Allah müşriklerden kesinlikle beridir, Resulü de, aynı şekilde müşriklerden beridir. Ve bunun içindir ki, Allah Resulü, bu sene müşriklerin de bulunabileceği hacda bulunmamıştır.
Burada o seneki haccın “ekber” diye vasıflandırılmasında bir kaç mânâ vardır.
1- Umreye “hacc-ı asgar” yani “küçük hac” denildiğinden ona göre asıl hac da büyük hac, yani “hacc-ı ekber” olmuş olur. Hudeybiye antlaşmasından sonra hicretin yedinci senesinde kaza Umresi yapılmış idi. (Bakara Sûresi’nde “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın.” (Bakara 2/196) âyetinin tefsirine bakınız). Bu şekilde o gün “hacc-ı asgar” olmuş idi. Hicretin sekizinci senesinde Mekke fethi gerçekleşmiş ve İslâm’da ilk hac işte bu dokuzuncu sene başlamış idi. Şu halde bu mânâ ile bundan böyle “hacc-ı ekber” her sene yapılacak demektir. Çünkü bu anlamda “hacc-ı ekber” demek, asıl anlamıyla hac günü demektir.
2- Bir hac işini meydana getiren fiil ve hareketlerin en büyük kısmı, en esaslı menasiki demek olur ki, bu da her sene yapılan her hacda mevcuttur. Buradaki büyüklük, bir haccın diğer haclara veya diğer ibadetlere nisbetle büyüklüğü değil, aynı haccın kendi rükünleri arasındaki nisbet bakımındadır. Gerçi bu “zikr-i cüz irade-i kül” gibi bir mecazdır. Fakat bu mânânın âyetteki büyük hac gününü tayin bakımından özel bir değeri ve anlamı vardır.
3- Müslümanlarla müşriklerin toplandığı pek büyük bir topluluk ve İslâm diyarında ilk ve son kere olarak yapılan ve bu berâeti ilan etmekle fevkalade önem kazanan muhteşem ve azametli hac demek olur ki, bu ifadede, işte bu dokuzuncu senede ve Ebu Bekir’in emirliğinde yapılan haccı, mutlak anlamda ekber özelliğiyle tanıtmaya yönelik bir tahsis vardır. Yani bu suretle ve bu özellikte bir hac, ne bundan evvel olmuş, ne de olacaktır. Fakat haccın bu mânâ ile büyüklüğü biraz izaha muhtaç görülmüştür.
4- İslâm’ın şanını ve izzetini, şirkin de düşüklüğünü açıklayan hac demektir ki, bu mânâ o seneki hacca uygun düştüğü gibi, ertesi sene Hz. Peygamber’in yaptığı veda haccına da öncelikle uygun düşmektedir. Zira bu ilan ve beraetin asıl hükmü o zaman yerine getirilmiş ve “Bu gün size dininizi kemale erdirdim.” (Mâide 5/3) âyetinin nüzulü ile İslâm’ın kemaliyle ilgili tecelli asıl o gün meydana gelmiş ve “Hac menasikini benden alıp öğrenin.” hadisi şerifi uyarınca İslâmi anlamda hac asıl veda haccında gerçekleşmiştir.
Gerçekten de ilk olarak Hz. Ebu Bekir’in emirliğinde yapılan birinci hac, yukarıda açıklanan bazı özellikleriyle o zamana kadar görülmemiş bir hac ise de yine de büyüklüğü bir bakıma izafi bir büyüklük sayılır. Çünkü Hz. Peygamber’in bilfiil bulunmaması ve müşriklerin katılmış olması, çıplak tavaf ve “nesî” gibi bazı müşrik âdetlerinin henüz ortadan kaldırılmamış olması dolayısıyla “berâe”nin tam anlamıyla gerçekleşememesinden dolayı o hac birtakım noksanlıklar içermekteydi. Ve bütün bunlardan dolayı o haccın bütün değeri, ertesi sene yapılacak olan Hz. Peygamber’in de bulunduğu hacca bir başlangıç olmasındaydı. Hiç şüphe yok ki, bu saydığımız sebeplerden dolayı mutlak mânâda ekber olan hac, Hz. Peygamber’in haccıdır. Ve “İşte büyük hac günü budur” hadisi şerifi de bunda zahirdir. Bununla beraber âyetin yalnızca Peygamber’in haccına tahsisi de apaçık değildir. Zira veda haccında bu ilanın kendisi değil, hükmünün gerçekleşmiş olması söz konusudur. Âyette bahsedilen şey ise ilanın kendisidir. Bunun için “Taberi Tefsiri”, İbnü Sîrin’in “Yevmu’l-haccıl-ekberden muradın, Resulullah’ın bulunduğu ve kendisiyle birlikte ümmetinden de birçoklarının katıldığı veda haccıdır.” dediğini naklettikten sonra, demiştir ki; bu mânâ âyetteki “ezan” hükmünün gerçekleştiği büyük hac günüdür ki, o da Hz. Peygamber”in hac yaptığı senedir”. Bu da dolaylı ve kapalı bir istidlale muhtaçtır.
Şu halde âyetteki “hacc-ı ekber” tabiri, yalnızca Ebu Bekir’in haccına münhasır olmayıp, Hz. Peygamber’in haccına da öncelikle delalet etmekte ise de bunu burada yalnızca Resul’ün haccına tahsis etmek de doğru değildir.
Şu halde gelelim “gün” meselesine: Yevm, gün demek olduğu gibi, genel olarak “vakit” mânâsına gelebilir. Buna göre “Hac günü”, hac vakti, hac zamanı anlamına gelebilirse de âyetin zahirine göre, bunun hac zamanından bir gün olmasıdır. Üstelik öyle bir gün ki, dört aylık yasağın başlangıcını belirleyen bir gün olabilsin. Halbuki yukarıda verilen birinci, üçüncü ve dördüncü mânâlara göre, “hacc-ı ekber günü” demek, hacc-ı ekber vakti demekten fazla birşey ifade etmez. Bu ise seneye ve aya ihtimali olsa da çok çok Arefe gününden başlayarak Mina günlerinin sonuna kadar olan hac günlerinin içine alır. Nitekim bazı müfessirler bu görüşteler. İbnü Atıyye, tefsirinde demiştir ki, hadislerden anlaşıldığına göre Hz. Ali, bu âyetleri Arefe günü Hz. Ebu Bekir’in hac hutbesinden hemen sonra okumuş, fakat insanların hepsinin işitmediğini görmüş, bir kere de Bayram günü Mina’da okumuştur. Hatta Hz. Ebu Bekir, o gün Ebu Hureyre ve daha başkalarını Hz. Ali’ye yardımcı olmaları için görevlendirmiş, bunlar da Zülmecaz v.s. Arap çarşılarında bu işi takip etmişlerdir. Buna göre, Süfyan b. Uyeyne’nin de dediği gibi, bu günün hac günlerinin bütününe şâmil olması açıklık kazanıyor. Mücahid’in de hacc-ı ekber günü, bütün Mina günleridir, müşriklerin Zülmecaz, Ukaz ve Mecenne’de bulundukları sırada içlerinde “Bu seneden sonra müşrikler müslümanlarla birlikte hac yapamayacaklardır!” diye nida ettirilinceye kadar olan toplantı zamanlarıdır, dediği naklediliyor.
Gerçekten de Ebu Hüreyre (r.a.)nin kendisinden de rivayet edilmiştir ki; “Resulullah (s.a.v.) Ali’yi, Berâe Sûresi ile müşriklere gönderdiği zaman ben de Ali ile beraberdim. Ben de nida ediyordum, hatta sesim kısıldı ve şöyle söylemekle emrolunmuştuk: Bu seneden sonra bir müşrik haccetmeyecek ve Beyti üryan (çırılçıplak) tavaf etmeyecek, Cennete ancak mümin olan girecek. Her kimin Resulullah ile arasında bir ahit varsa onun da dört aylık süresi vardır. Dört ay geçtikten sonra Allah, müşriklerden uzaktır, Resulü de.” demiştir. Fakat bu arada söz konusu dört aya başlangıç teşkil edecek belli bir günün de belirlenmesi lazım gelir ki, “Büyük hac günü” deyiminden açıkça ortaya çıkacak mânânın sözkonusu hac günlerinden bir teki olması gerekir. Bundan dolayıdır ki, bütün müfessirler bunu genel anlamda “hac günleri” şeklinde değil de, hac günlerinden belli bir gün olarak göstermişlerdir. Bu da ancak “hacc-ı ekber” deyiminin ikinci mânâsını gözetmekle mümkündür. Böylece bu gün “hacc-ı ekber”in en büyük bir günü demek olacaktır. Bu da ya Arefe günü veya bayramın birinci günü olabilecektir. “Hac Arefedir.” hadisi şerifine bakınca bu gün Arefe günü olarak görülür. Ve bu hadisi şerife göre, bazıları bunun Arefe günü olduğuna kail olmuşlardır ki, nakledildiğine göre Hz. Ömer, Abdullah b. Zübeyr, Ebu Cuhayfe, Tâvus, Ata, Abdullah b. Müseyyeb bunlar arasındadır. Lâkin Bakara Sûresi’nde de ( âyet, 197-203) izah olunduğu gibi, “Hac Arefedir.” buyurulması, Arafat vakfesine yetişemeyenin hacca yetişememiş olması bakımındandır. Bu ise haccın en büyük kısmının Arefe olmasını gerektirmez, çünkü yalnızca Arefe’yle hac tamamlanmış olmaz. Hac ancak bayram günü tamam olabilir. Tavaf, kurban, remy-i cimar (şeytan taşlama) ve halk (traş olma) gibi hacla ilgili görevler ancak bayram günü tamamlanabilir. Gerçekten de Peygamber Efendimiz, veda haccında bayramın birinci günü cemrelerin yanında durup “İşte hacc-i ekber budur.” buyurduğu da rivayet edilmişti. Bu sebeple müfessirlerin çoğu hacc-ı ekber gününün Bayram’ın birinci günü olduğuna kâil olmuşlardır. Ebu Musa el-Eş’arî, İbnü Ebi Evfa, Muğıyre İbnü Şu’be, İbnü Cübeyr, İkrime, Şa’bî, Zührî, İbnü Zeyd ve Süddî bunlardandır.
Sonuç olarak denilebilir ki, sûrenin başı müşriklere karşı önceden yapılmış antlaşmaların feshiyle mutlak olarak berâetin ortaya çıkmasını ve bunun suret ve hükmünü haber vererek ve ilan ederek, gereğinin yerine getirilmesini önemle belirtmektedir. Ve iş bu de herkese ilan ve ilamın lüzumunu ihbar ve tarihini tesbit eden, tahakkukunu te’kid ve aşağıda geleceği üzere sebep ve sonuçlarını açıklayan bir beyannamedir. Baştaki berâet “o kimselere” diye henüz ulaşmak üzere bulunan mutlak anlamda bir berâattir. Bu ikinci ise ise diye ile sılalanmış, bilfiil gerçekleşmeye başlamış olan berâettir. Ve her ikisinde de berâetin müteallakı (ilgi alanı) müşrikler, ilanın müteallakı ise gerek kâfir, gerek mümin bütün insanlardır. Yukarıda geçen çeşitli rivayetlerden anlaşıldığı üzere, Hz. Ali bunu ilana memur edilmiş, Arafattan itibaren Mina günlerinin nihayetine, yani kurban bayramının üçüncü gününe kadar o sene hac vaktinde bu ilan yapılmış ve bu arada dört aylık sürenin başlangıcına bayram günü başlangıç olmuştur. Bu özellikleriyle sûrenin başı veciz ve açık bir “nebz”, bir ilişki kesme ültimatomu olmuş, bu ikinci âyetten itibaren de bütün esbab-ı mucibesiyle ve açıkça bir savaş ilanı beyannamesini ihtiva etmektedir. Şöyle ki:
Ey insanlar, hepiniz bilmiş olasınız ki, Allah, müşriklerden uzaktır. Resulü de. Bununla beraber tevbe ederseniz bu sizin için hayırlıdır. Yok eğer yüz çevirirseniz, tevbeden vazgeçerseniz veya İslâm’dan veya verdiğiniz sözü tutmaktan yüz çevirirseniz ve yola gelmezseniz, iyi biliniz ki, siz Allah’ı aciz bırakamazsınız. Onun azabından kaçıp kurtulamazsınız. Ve ey Muhammed, o kâfirleri elîm bir azab ile müjdele.
4- Ahdini bozanlara aşağıda bildirildiği şekilde dört aydan fazla mühlet tanıma, ancak o müşrikler içinde kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız, üstelik size hiçbir şeyi eksik bırakmayanlar, yani antlaşma şartlarından hiçbirine riayetsizlik etmeyenler, size doğrudan doğruya hiçbir zarar vermedikleri gibi, size karşı olan hiçbir kimseye de arka çıkmayanlar (Nitekim Hz. Peygamber ile yaptıkları antlaşma şartlarına riayet eden Beni Huzaa’ya saldıran Beni Bekr gibi ki, bunlara Kureyş müşrikleri silah yardımı yapmışlardı), işte böyle dolaylı yollardan bile zarar vermeyenlere, işte böylelerine antlaşmada belirlenen müddetin dolmasına kadar süre tanıyın. Yani bunları o antlaşmaya uymayanlarla karıştırmayın ve bir tutmayın. Öbürleri gibi, bunlara da dört aylık süre bitince hemen savaş açmaya kalkışmayın. Bunlara onlar gibi muamele etmeyin. Antlaşma şartlarında belirlenen süre doluncaya kadar bekleyin, o sürenin tamamı tamamına bitmesini gözetin ve siz de antlaşma şartlarına uyun. Çünkü Allah, müttakileri muhakkak sever. Sözleşme şartlarına uymak da takvadandır. İsterse karşı taraf müşrik olsun, onlar arasında bile ahdine riayet eden vefalı kimselerle etmeyen gaddarları eşit tutmak takvaya aykırıdır.
Rivayet olunduğuna göre, Resulullah ile müşrikler arasında “Kâ’be’yi tavaftan kimseyi engellememek ve Mekke şehrinde kimse tehdit edilmemek ve korkutulmamak” üzere bir genel sözleşme, ayrıca Huzaa, Müdlic v.s. Arap kabileleri ile o kabilelerin özelliklerine göre yapılmış olan ve belli süreleri içeren ikili sözleşmeler vardı. Ne zaman ki, Hz. Peygamber Tebük Seferi’ne çıktı, o zaman savaşa katılmayıp Medine’de kalan münafıklar, etrafa çeşitli yalan haberler yaymaya başladılar. Bunun üzerine de müşrikler ahitlerini bozmaya başladılar. Öyle ki Hz. Peygamber’in Tebük’ten döndüğünde onların birçoğu ahitlerini bozmuş bulunuyorlardı. Bunun üzerine yukarıda da anlatıldığı şekilde bu sûre nazil olmuş, ahitleri yüzlerine fırlatılıp atılmış ve “nebz” edilmiş oldu. Ancak Beni Damra ve Beni Kinâne gibi pek az kabile ahitlerini bozmamış idi. İşte genel bir “nebz”den sonra bu âyette özel ve ikili antlaşmalara temas edilerek ahitlerine riayet etmiş olan bu gibi kimselere, antlaşmaların özelliğine göre o antlaşmalarda belirtilen sürenin sonuna kadar süre tanınması, istisnai bir durum olarak bildirilmektedir. Onlar bir noksan iş yapmadıkça antlaşmada belirlenen sürenin sonuna kadar onlara mühlet tanınması emrolunmaktadır. Yukarıda geçtiği üzere, Hz. Ali tarafından dördüncü madde olarak ilan edilen ve “Her ahit sahibine ahdi itmam olunacaktır.” fıkrası da bunu içermekteydi.
Yine denilmiştir ki, en fazla süresi bulunan antlaşma da Beni Kinane’nin bir oymağı ile yapılmış olan bir antlaşmaydı, onun da dokuz aylık süresi kalmıştı. O da tamamlandı. Demek ki, bu ilandan dokuz ay sonra Arap Yarımadası’nda ahit sahibi hiçbir müşrik kalmamış oluyordu.
5-Bütün bunlar bilindikten sonra şimdi şu haram aylar sıyrılınca, geçip gidince ki bu aylar “Onlardan dört tanesi haram aylardır.” (Tevbe 9/36) dört aydır. “Sana haram aylarda savaş yapmayı sorarlar…” (Bakara 2/217) âyeti uyarınca normal senelerde geçerli olan haram aylar ki, Zilka’de, Zilhicce, Muharrem ve bir de Recep diye bilinen aylar olmayıp, âyetinde söz konusu olan ve Kurban Bayramı’ndan sonrasını içine alan dört aylık süredir. Bunun ilk elli günü bilinen haram aylar kapsamına giriyor ise de geriye kalan yetmiş günü bunun dışındadır. Fakat bu ilana göre, söz konusu günler de tıpkı haram aylar gibidir. Bu arada şu da anlatılmış oluyor ki, sözleşmeyi içeren herhangi bir ay da tıpkı haram aylardan olur. Yani tanınan dört aylık süre içinde saldırı veya savaş yasaktır, ahitlerine riayet edenlerin müddetleri bitinceye kadar da durum yine böyledir. Fakat bu haram aylar çıkınca, yani tanınan dört aylık süre dolunca, artık o müşrikleri nerede bulursanız katlediniz, öldürünüz. Yani dört aydan sonra artık onlarla aranızda savaş durumu başlamıştır. Şu halde onların saldırılarını beklemeksizin hemen onlara savaş açınız, haram ve helâl farkı gözetmeden onları nerede bulursanız ve nasıl öldürebilirseniz öylece öldürünüz. Bununla beraber sünnette müsle yapmaktan, yani burun ve kulak gibi organları kesmekten ve bir kimseyi durdurup, elini kolunu bağlayarak ok ve benzeri aletlerle yavaş yavaş ve işkence ile öldürmekten menedilmiştir. Bundan başka Hz. Peygamber buyurmuştur ki, “Öldürme yönünden insanların en iffetlisi iman ehlidir.” Ve yine “Öldürdüğünüz vakit güzellikle öldürün.” diye buyurmuştur. İşin böyle olması gerektiğini şu âyetler de ima yollu anlatır: Ve onları tutunuz, yakalayıp esir ediniz. Demek oluyor ki, tutup esir almak mümkün iken hemen öldürmeye kalkmamalıdır ve onları hasrediniz, bulundukları yerden çıkıp serbestçe dolaşmalarına, şuraya buraya gitmelerine izin vermeyiniz, onlar için her mersada oturunuz yani kaçırmamak, geçirmemek için evine, işine veya ticaret için sefere gidecek her geçidi tutup onları göz altında bulundurunuz. Artık tevbe ederlerse, yani şirkten vazgeçip imana gelirlerse Namazı kılıp zekatı verirlerse, yani namaz ve zekatı kabul ederek müslüman olurlarsa hemen yollarını açınız, koymuş olduğunuz engelleri kaldırınız, yukarıda söz konusu edilenlerden hiçbirini yapmayınız, onları kendi hallerine bırakınız. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir. İmana girmelerinden dolayı, daha önce yapmış oldukları şeyleri, şirk, küfür ve haksızlıkları bağışlar, üstelik iman ve taatlerine ecir ve sevap da verir. Demek ki, o müşriklere ya ölüm ve esaret veya İslâm’a girmekten başka birşey bırakılmamıştır. İleride de geleceği üzere, onlardan, ehl-i kitapta olduğu gibi, cizye dahi kabul edilmeyecektir. Hasan Basri rivayet etmiştir ki; esirlerden biri, Hz. Peygamber’e işittirecek şekilde “Allah’a tevbe ederim, Muhammed’e tevbe etmem.” diye üç kere bağırmış, Peygamber Efendimiz de “Bırakınız, hakkı ehline tanıdı.” buyurmuştur.
6-Bu noktada tevbe ile ilgili olarak savaşta karşı tarafa, harbîye tanınacak eman meselesine de dikkat çekilerek buyuruluyor ki; Ve eğer müşriklerden biri sana isticare ederse, yani söz konusu süre sona erdikten sonra bile sana sığınırsa, senden eman isterse, senin kendisine eman verip car olmanı, saldırıdan himaye etmeni talep ederse sen de ona eman ver, ta ki, Allah kelâmını dinlesin. Kur’ân’ı ve gerçeğin delillerini dinlesin, davet ettiğin dinin hakikat ve hakkaniyetine muttali olmak imkânını elde etsin. Zira o dili bilenler için yalnızca işitmek hakikatı anlamaya kafi gelebilir.
Rivayet olunuyor ki, Hz. Ali’ye müşriklerden bir adam geldi, “Bu süre bittikten sonra şayet bizden bir kimse Allah’ın kelâmını dinlemek için veya başka bir ihtiyaç için Muhammed’e gelecek olsa hemen öldürülecek midir?” dedi. O da “Hayır, çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor.” dedi ve âyetini okudu. Hz. Ali’nin bu sözü zahiren âyete aykırı gibi görünür. Zira âyette hacet zikredilmemiş, yalnızca “Allah’ın kelâmını dinleyebilsin” diye buyurulmuştur. Bunun için denilmiştir ki, ihtiyaçtan maksat, herhangi bir dünya haceti değil dinle ilgili bir ihtiyaçtır. Zira Peygamber Efendimiz’e gelecek olan kimse dinle ilgili bir ihtiyaç için gelir. Allah kelâmıyla ilgili olan her türlü iş, mesela inanç problemleriyle ilgili sorabileceği her türlü soru ve alacağı cevaplar, onlara ait deliller genel olarak Allah kelâmını dilemiş olmak gibidir. Fakat dikkat olunursa, âyette aksine yasak getiren bir ifade ve ima yoktur. Öyleyse haceti böyle sınırlamaya da lüzum yoktur. Zira âyette isticare mutlak anlamda eman dilemek şeklindedir. “Tâ ki, Allah kelâmını dinleyebilsin.” kaydı “eman”a değil, “fe ecirhu”ya müteallaktır. Bu ise şu demektir ki, eman dileyen hangi maksat ve hacetten dolayı dilerse dilesin, eman veren onun Allah kelâmını dinleme imkânına kavuşacağını, bu dinlemedeki hikmeti ve faydayı gözeterek eman vermelidir. Şu halde dinleme isteyeni bu gaye ile, yani bir dini hacet ve talep ile eman dilerse ona eman vermek vacip olur. Fakat mutlak surette veya bir dünya ihtiyacından dolayı eman dilerse ona mutlaka eman vermek vacip olmaz. Yerine göre, caiz de olabilir, hatta reddi de vacip olabilir. Şu halde bu âyetten başlıca şu sonuçlar çıkarılabilir:
1. Bazı âlimler demişlerdir ki; bir kâfir, itikat etmek için bizden iman ve tevhidin ve Hz. Peygamber’in nübüvvetinin delillerini ve gerekçelerini öğrenme talebinde bulunursa, yani bu konuda ikna olmak isterse, Allah’ın birliğini ve Hz. Peygamber’in gerçek peygamber olduğunu anlatmak ve bu konudaki belge ve delileri ortaya koymak üzerimize vacip olur. Ve bir harbî, böyle bir talepte bulunduğu zaman bu delilleri açıklayıp belgeleri ortaya koymadan onu öldürmeye kalkışmak caiz olmaz. Zira Allah Teâlâ yukarıda açıklanan bunca ilandan ve sürenin sona ermesinden sonra bile “ta ki, Allah kelâmını işitebilsinler” diyerek onlara eman verilmesini emir buyurmuştur. Bu emir şuna delalet eder ki, her kim bizden işiyle ilgili bir şeyin tarifini talep eder ve bu konuda yardım dilerse ona o istediği şeyi öğretmek üzerimize vacip olur.
2. Fıkıh âlimleri demişlerdir ki, bir harbî, dâr-ı İslâm’a dahil oluverirse kendisi de, malı da ganimet olur. Ancak İslâm’a girmek niyetiyle Allah kelâmını işitmek gibi bir şer’î maksat veya ticaret için eman dileyerek ve eman alarak girerse, hatta bir sabinin veya bir mecnunun verdiği eman ile dahi girerse, bunların verdiği emanın birer şüpheli eman olmasına rağmen o harbînin saldırıdan korunması vacip olur. Herhangi biri, İslâm diyarına bir elçilik görevi ile giderse elçilik bizatihi emandır. Birisi dar-ı İslâm’daki bir malını almak için girer ve o malın da emanı bulunursa, o malın emanı, aynı zamanda sahibinin de emanı olur.
Hasılı öyle, o maksatla eman ver, sonra da onu güvenlik içinde güvenli yerine ilet. Allah kelâmını dinledikten sonra iman etmezse bile canı ve malı saldırıdan korunmuş olarak onu güvenli olduğu mahalline kadar, yani vatanına kadar ilet.
Binaenaleyh dinleyicinin uzun süre İslâm diyarında tutulup bekletilmesi de caiz değildir. İşte bu, yani bu eman ve iblağ emri şundan dolayıdır ki, bunlar gerçekten bir şey bilmez bir kavimdirler. İman ve İslâm’ın hakikatını ve ahkamını bilmezler ve hatta bu Arap müşrikleri her hususta cahil bir kavimdir. Şu halde eman lazımdır ki, hakkı duysunlar da hiçbir mazaretleri kalmasın.
Bu esaslar anlaşıldıktan sonra berâenin hikmet ve sebeplerine gelelim:
Bu ilan üzerine antlaşma yapmış olanlara karşı bu şekilde bir berâet ilanı ve ilişki kesme, bir ahde vefasızlık ve şu halde bir haksızlık, bir saldırı demek olmaz mı, gibi bir şüphe söz konusu değildir. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
7. O müşriklerin Allah katında ve Resulü katında herhangi bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram yanında antlaşma yaptıklarınız var ki, bunlar size karşı doğru durdukça siz de onlara doğru olun. Allah (hainlikten) sakınanları elbette sever.
8. Onlarla nasıl sözleşme olabilir ki, sizin aleyhinize ellerine bir fırsat geçse, hakkınızda ne bir antlaşma gözetirler, ne de bir yemin. Dil ucuyla sizi hoşnud etmeye çalışırlar, fakat kalbleri o kadarına da razı olmaz. Zaten onların çoğu fasıktırlar.
9. Allah’ın âyetlerini az bir çıkara değiştirdiler de Allah yolundan engellediler. Gerçekten de bunlar ne fena şeyler yapageldiler.
10. Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir antlaşma. Bunlar işte böyle haddi aşan kimselerdir.
11. Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekatı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz âyetleri, bilen bir kavme açıklarız.
12. Eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, o küfür öncülerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur. Ola ki, vazgeçerler.
7- O müşrikler (yani ahitlerine riayet etmeyen müşrikler) için Allah katında ve Resulü katında bir ahit nasıl bulunur ki? Böyle doğruluktan sapan kimselerin gerçekte ahdi mi kalır? Ancak Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız müstesnadır. Yani söz konusu müşrikler içinde henüz sözünde duranlar ve ahde vefa gösterenler olabilir. Onun için yukarıda da istisna edilmiş, haklarında “Onların süresini, sözleşmedeki sürenin bitimine kadar itmam et.” buyurulmuştur. İşte bundan dolayı bunlar size doğru dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara karşı dürüst olun. Yani yukarıdaki istisna ve sözleşme süresinin sonuna kadar bekleme emri de mutlak değil, bu şarta bağlı olarak geçerlidir. Şayet diğerlerinin yaptıkları gibi, bunlarda sürenin dolmasını beklemeden ahitlerini bozarlarsa bunların da ahdi kalmaz. Yok eğer sürenin sonuna kadar uslu dururlarsa sizin de sonuna kadar sözünüzde durmanız gerekir. Çünkü Allah, muhakkak ki, muttakileri sever.
Görülüyor ki, bu âyetin fâsılası ile yukarıdaki istisna âyetinin fâsılası aynıdır. Böylece âyetler birbirine tercii bend ile bağlanmış gibidir. Bu bağlantı ile o âyette söz konusu edilen kimselerin bu âyette söz konusu edilenlerle aynı kimseler olduğu gösterilmiştir. Zira önceki istisna her zamanda, her devirde meydana gelebilecek olaylarla ilgili genel ve küllî bir kavram üzerinedir. Bu istisna da o âyetin asıl nüzul sebebi olanlara uygulanmasıdır.
Acaba Mescid-i Haram yanında antlaşma yapan bu insanlar kimlerdi? Kureyş veya Huzaa denilmiş ise de buradaki ıtlak (genel manada kullanılması) ile onun doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira Kureyş de, Huzaa da bu sûrenin nüzulünden bir sene önce Mekke fethiyle birlikte İslâm’a girmiş idiler. Burada muahedeleri devam eden müşrikler arasında sayılan bu müstesnalar arasında onların bulunması bu açıdan mümkün değildir. Bunun için Beni Kinane ve Beni Damre denilmiştir. Fakat anlaşılıyor ki, Beni Kinane’nin de hepsi değildir. Bu konuda en açık rivayet, Taberi ve daha başkalarının kaydına göre, İbnü İshak’ın rivayetidir. Denilmiştir ki, bunlar Hudeybiye günü Hz. Peygamber ile Kureyş arasında yapılan antlaşmada belli sürenin sonuna kadar Kureyş’in ahdine dahil olmuş bulunan Beni Bekir kabileleridir ki, bu antlaşmayı Kureyş’den şu belli oymak ile, yani şu bilinen Kureyş müşrikleri ile Beni Bekir’den Beni Düil’den başkaları antlaşmayı çiğnememişlerdi. Şu halde Beni Bekir’den antlaşmayı bozmayanlar için “Size karşı doğru ve dürüst oldukları müddetçe…” âyetiyle söz konusu müddetin sonuna kadar sözleşme şartlarına müslümanların da riayet etmeleri emrolundu. Şu halde mesele gayet ince ve naziktir. Zira buna göre antlaşmanın aslı Hudeybiye Muâhedesi’dir. Hudeybiye, Mekke’nin yakınında olmak bakımından âyette “Mescid-i Haram yanında…” buyurulmuştur. Bununla muâhedenin önemine ve kuvvetine ve bunu çiğnemenin pek büyük bir cürüm olduğuna da böylece işaret edilmiştir. Böyle olduğu halde müşrikler bu sözleşmeyi bozmuşlar, Kureyş’in ahdine dahil olan Beni Bekir’den Beni Düil, Resulullah’ın ahdine dahil Huzaa’ya saldırmış, Kureyş müşrikleri saldıran tarafa silah yardımı yaparak saldırganları teşvik edip desteklemiş, bunun üzerine söz konusu muâhede bozulmuş ve bu saldırıya karşı koymak için harekete geçilmiş, bu da Mekke’nin fethiyle sonuçlanmıştı. Huzaa kabilesi ile çölde yaşayan bir iki küçük kabileden başka Kureyş, olduğu gibi İslâm’ı kabul eylemiş, büsbütün yeni bir durum ortaya çıkmıştı. Böylece Hudeybiye Muâhedesi, esas itibariyle süresinden önce bozulmuş ve ortadan kalkmıştır. İşte dikkat çeken nokta burasıdır ki, böyle esas itibariyle ortadan kalkmış olan bir sözleşmenin dolaylı yollardan ilgisi bulunan ve o muâhedenin bozulmasına katılmayan ve şartlara doğru dürüst riayet edenler hakkında, onun hükmünü kalkmadığı ve onlar bu dürüst tutumlarını sürdürmek şartıyla muâhedenin yazılı süresinin bitimine kadar geçerli ve bu durumda bile onun şartlarına uymanın ehl-i İslâm için bir zorunluluk olduğu ve onu hiçe saymaktan sakınmak gerektiği önemle ihtar edilmektedir. Halbuki dış görünüşüyle asıl taraf olan Kureyş’in sözleşmeyi bozmasıyla, yani aslın sukutu ile fer’in de sukut edeceğine hükmetmek lazımgelirdi. Demek oluyor ki, burada bu kıyasın aksine, şüpheli ahdin de ahit hükmünde tutulması, Allah ve Resulü katında diyanet, doğruluk, Allah’tan sakınma ve hikmetin gereğidir. Bunun böyle olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bundan dolayıdır ki, İslâm fakihleri “şüphe-i eman emandır” demişlerdir. Şu halde burada ne kadar yüksek bir ilâhî hukuk esası bulunduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
Ayrıca burada söz konusu edilen Beni Bekr, “Taberî Tefsiri”nde açıkça yer aldığına göre, Beni Kinane’nin bir kolu olan Beni Bekr’dir. demek ki, Beni Kinane ve bunlardan Beni Bekr kabilelerinin hepsi de ahde riayet etmiş değillerdir. Zira Hudeybiye Muâhedesini ilk önce bozanlar bunlar içinden Beni Duil olmuştur. Şu halde Beni Kinane veya Beni Bekr Huzaa’ya saldırmakla Hudeybiye Muâhedesini bozdular denildiği zaman bunun içinde Beni Düil’in de dolayısıyla bulunduğunu anlamalıdır. Yine bunun gibi, Beni Kinane veya Beni Bekr, ahitlerini bozmadılar denildiği zaman da içlerinden Beni Düil’den başkalarını anlamak gerekir.
8-Evet nasıl olur? O müşriklerin şu halleri ile Allah ve Resulü katında bir ahdi nasıl olabilir? Ki size bir üstünlük sağlarlarsa, ellerine bir fırsat geçer de size karşı bir zafer elde ederlerse hakkınızda ne bir ill, ne de bir zimmet gözetmezler.
İll: Esasında keskinlik veya parlaklık mânâsından alınarak feryad, yemin, ahit ve yakınlık anlamlarına kulanılan bir kelimedir. İbranice “ill” Arapçalaşmış olarak “ilâh” anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu takdirde Allah adına yapılmış olan yemin demek olur.
Zimmet: Korunması ve himayesi, gereken ve yitirilmesi de zemmi gerektiren her hangi bir iş anlamına ahd ü eman, taahhüt, emanet ve görev demektir ki, bozulması ve riayet edilmemesi kınanmayı icap ettirir. İşte bu anlamdan alınarak şeriatte bir kişinin lehinde ve aleyhinde îcaba (kabullenme) ve isticaba (kabul etmeye) ehil olması vasfına denilir ki, ahdi bulunan kişi diye de tarif edilir. Başka bir deyişle hukuki şahsiyyet, yahut bunu teşkil eden mümeyyiz vasıf, yani hak ve vazife ehliyyeti demektir. Önceki lügat mânâsı ile borç bir zimmettir. İkinci şer’î mânâ ile ise zimmette olan şeydir. (Ârâf Sûresi’nde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “Evet”, dediler.” (âyet: 172) âyetinin tefsirine bkz). Tasavvurdaki borç bu yaratılıştaki anlaşma ile, yani insan varlığındaki tevhid ve marifet kabiliyeti ile, bilfiil borç da buna dayalı olarak bilfiil yapılan taahhüt ile sabit ve geçerli olur. Âyet selb-i küllî (tam olumsuzluk) ile varid olduğuna göre, dış görünüşüyle hangi anlamda olursa olsun onlar ill (ahid) ve zimmet namına hiçbir şey tanımazlar demek olur. Yani bir fırsat bulurlarsa bütün ahitlerine rağmen sizin hakkınızda ne Allah’ı, ne yeminlerini, ne yakınlıklarını, ne de ahitlerini ve zimmetlerini tanımazlar, hepsini hiçe sayarlar. Ne kadar feryad etseniz, çağırıp bağırsanız yine de tanımazlar. En keskin, en parlak kutsal haklara ve verdikleri ahde bakmazlar göz göre göre size kıyarlar, dilediklerini yaparlar. Bununla beraber bütün bu mânâlar, şu iki noktayla özetlenebilir: Ne ilâhî, ne beşerî hiçbir hakkı ve ahdi gözetmezler. Sizden kendilerine sağlanacak haklarda değil, kendilerinden size sağlanacak haklarda sizin hakkınızı gözetmezler. Ağızlarıyla sizi razı ve hoşnud etmeye çalışırlar. Vefakârlıktan, dostluktan, insaniyyetten ve insaftan bahseder, iman ve taatten dem vururlar, kandırmak ve inandırmak için yeminler ederler. Verdikleri sözler tam tersine çıktıkça asılsız mazeretlerle özür dilerler, uydurma sebepler ve bahaneler bulurlar. Lâkin bütün bunları sadece dil ucuyla yaparlar halbuki kalpleri hep çekimser kalır, ağızlarındaki söz gönüllerinden geçirdikleri niyyetlerle taban tabana zıttır. Ağızlarından çıkanlar kuru ve boş laflardan ibarettir. Dostluk değil, iki yüzlülük yani yağcılıktır. Ve bunların pek çoğu fasıktır. Taatten ve ahitten uzaklaşmış, aldırışsız ve inatçıdırlar. Pek az bir kısmında görüldüğü gibi, haksızlıktan çekinecek, namussuzluktan sakınacak ne bir inançları, ne kötülükten engelleyici insafları, ne de bir insani yiğitlikleri ve mertlikleri yoktur. Utanmaz ve arlanmaz kimselerdir.
9- Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar. Ahitlerin yerine getirilmesini ve her hususta dürüst davranılmasını emreden Allah’ın âyetlerini gayet az ve önemsiz bir şeye, bir anlık dünya ihtiraslarına değiştiler de Allah yolundan engellediler. Allah’ın yolunu kestiler, Allah’a giden yola engeller koydular, Beytullah yolundan, hak dinden, İslâm’a girmekten, ibadet ve itaatten vazgeçirmeye çalıştılar. Denilmiştir ki, Ebu Süfyan ve İbnü Harb, Peygamber’in tarafını tutanları bir yana bırakıp, yalnızca kendi taraftarlarına bir ziyafet vermişti. Bu bir lokma yemek sebebiyle onlar da Ebu Süfyan’ın tahrikiyle ahitlerini bozmuşlardı. Hakikaten bunlar ne fena işler yapıyorlardı, yahut ötedenberi yapageldikleri şeyler kendileri için ne kadar fena oldu, ne kadar pahalıya mal oldu.
10- Hiçbir mümin hakkında ne bir yemin, ne de bir ahit gözetmezler. Yani bütünüyle İslâm ümmeti hakkında gözetmedikleri gibi, müminlerden bir tek kişi hakkında bile hiçbir hakkı ve ahdi gözetmezler. Ve işte bunlar o saldırganlar o tecavüzkâr tutumlarını sürdüren kimselerdir. Hak hukuk tanımayan, haddi aşan, zulüm ve saldırıdan, haksızlıktan geri kalmayan kimseler işte bunlardır. İşte saldırgan diye bunlara denir. Yoksa bunlara karşı usulünce berâet ilan edip savaş açacak olanlara değil. Çünkü esas saldırganlar bunlardır.
11- İmdi bunlar eğer tevbe ederler, şirkten ve küfürden vazgeçerlerse, namazı kılarlar, zekatı da verirlerse, o zaman dinde kardeşlerinizdirler. Sizin lehinize olan onların da lehine, aleyhinize olan onların da aleyhine olmak üzere bütün hak ve görevlerde sizinle eşit olurlar. Şu halde müslüman oldukları takdirde kendilerini kardeş biliniz ve onlara kardeş muamelesi ediniz. Ve biz bu âyetleri bilen ve anlayan kavme ayrıntılı olarak açıklarız. Yani bu âyetlerin delalet ettikleri hükümleri anlayacak, tanıyacak olan bir kavme tafsilatlı olarak açıklıyoruz. Yukarıda geçtiği üzere “anlamayan kavme” değil, ilmin değerini bilen, hakkı ve hukuku tanıyan kimselere böylece ayrıntılı olarak bildiriyoruz ki, onlar bu âyetlerden istifade ederler. Bu cümle, bu âyetlerde gizlenmiş bulunan derin mânâ ve hikmetleri ve hükümleri iyice düşünüp hakkını takdir ve ifaya teşvik için zeyl halinde bir ara cümledir. Yani, Ey müminler! Siz bu âyetlerdeki ayrıntılı açıklamaların kadrini kıymetini biliniz, onları iyi anlayıp, ahkâmı ile amel ediniz. Onlar da değerini bilirler ve tevbe edip İslâm’a girerlerse, size kardeş olma şerefine ererlerse kendileri için büyük kurtuluş olur. Değerini anlamazlarsa o zaman kendileri bilirler.
12- Ve eğer ahitlerinden sonra yeminlerini de bozarlarsa ve sizin dininize ta’netmeye başlarlarsa, açıkça inkâr edip, küçük düşürmeye ve sövmeye kalkarlarsa ki, o müşrikler hep böyle yaparlar. İşte bu iki durumda siz de o küfür imamlarını katlediniz. Yani yeminlerle tevsik ve te’yid ederek ahit verdikten sonra yeminlerini bozanlar ve dininize ta’n edenler küfürde ileri gitmiş, küfür imamı, küfür önderi, küfür elebaşısı olmuş olurlar. Şu halde o zaman siz de ölmeyi ve öldürmeyi göze alıp bunlarla çarpışınız, bunlara karşı savaş açınız. Şüphesiz ki bunların asla yeminleri yoktur. Hakikatte onlar için, onların gözünde yemin denilen şey yoktur. Kalplerinde yeretmiş kutsal bir değer yoktur. Kalplerinde yeminin hiçbir yeri, hiçbir hükmü ve değeri olmadığından, bütün yeminleri ağızlarıyladır. Ağızlarıyla ne kadar yemin etseler o da boştur. Yaptıkları yemine riayet etmezler. Yemine inanmadıkları için yemin bozmayı mahzurlu görmezler. Yeminleri olmadığı, inkarda bu kadar ileri gitmelerinden belli olmuştur. Bunlarla artık bir ahit, bir antlaşma yapmak imkânsızdır. Bunlarla bir sözleşme yapabilmek yeminsizlikten kurtulmuş olmalarına bağlıdır. Bu da ancak onlara savaş açmakla mümkün olur. Zira böyle kâfirler katl ve kıtalden başka bir şeyden anlamazlar. Başka bir şekilde yola gelmezler.
Bundan dolayı bu yemin tanımayan kâfirlere, bu küfrün elebaşılarına karşı savaş açınız ki vazgeçsinler. O küfre ve sizin dininize ta’nedip, sövüp saymaya, o yeminsizliğe ve ikide bir ahitlerini bozmaya bir son versinler.
Yani onları yola getirmek niyyeti ve azmiyle onlara karşı savaş açınız. Onlara karşı savaşmaktan asıl maksadınız bu olsun. Yoksa saldırganların âdeti olduğu gibi, sırf yakıp yıkmak ve yok etmek ve sadece karşı tarafa zarar vermek veya eziyet edip öldürmek amacıyla olmasın.
Şimdi:
Meâl-i Şerifi
13. Yeminlerini bozan, Peygamber’i yurdundan çıkarmaya azmeden ve üstelik ilk önce size saldırmaya başlayanlara karşı savaşmaz mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mümin iseniz her şeyden önce Allah’dan korkmalısınız.
14. Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onların cezasını versin ve … onları rezil ve rüsvay etsin, yardımıyla sizi onlara muzaffer kılsın. Ve mümin bir kavmin yüreklerini ferahlandırsın.
15. Ve kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğine tevbeyi nasib eder. Allah her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.
16. Yoksa siz hep kendi halinize terk olunacağınızı mı sandınız? Allah’ın, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan, Resulü’nden, müminlerden başka kimseye sığınmayan ve başkaca sığınacak bir yer aramayanları görmediğini mi (zannediyorsunuz)? Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
13- Böyle bir kavimle savaş yapmaz mısınız ki, yeminlerini bozdular ve Peygamber’i çıkarmak istediler. O Peygamber ki, içlerinde bulunduğu müddetçe “Sen onların içinde olduğun müddetçe Allah onlara azab edici değildir.” (Enfâl, 8/33) Allah onları azaba uğratmayacaktı, yurtları selamet yurdu olacaktı. Lâkin onlar kendileri için ve bütün âlemler için rahmet olan bir peygamberi bile aralarında tutmak istemediler. Onu yerinden yurdundan etmek, kendi vatanlarını da dâr-ı harp yapmaktan çekinmediler. Bunu önce Mekke’de istediler, hicret vaki oldu. Bununla beraber işin peşini bırakmadılar, daha sonra Medine’den de kovup çıkarmak istediler. (Enfâl Sûresi’nde 8/30. âyetin tefsirine bkz.) Yahudilerle işbirliği ederek Ahzab olayını gerçekleştirdiler. Bir de “ihrac”ın diğer bir mânâsıyla: Hudeybiye’den önce ve sonra Hz. Peygamberi bir huruc hareketine ve saldırganlığa zorladılar. Gerçi bütün tahriklere rağmen bunu başaramadılar, fakat öyle olsun istediler. Ve ilk önce onlar size başladılar. Size karşı savaş açan ilk önce saldırıyı başlatan onlar oldular. Başlangıçta Resulullah onlara “Kitab-ı Mübin” ile geldi, müjdeler getirdi ve uyarıda bulundu, öğütler verdi ve birtakım gerçekleri hatırlattı. Belgelerle, kanıtlarla doğruyu isbat etmeye çağırdı. Onlar bu konuda aciz kaldılar. Belge ve bürhanla mücadele etmeyi bir yana bırakıp, kılıçlara sarıldılar. Hz. Peygamber’i ve ona inananları öldürmeye kalkıştılar. Bu suretle kendi vatanlarını dâr-ı harb haline getirdiler, kendilerini de harbî durumuna düşürdüler. Müslümanlarla aralarında harp halini ortaya çıkaran önce onlar oldular. Bu bir mütareke (ateşkes) ahdi ile sonuçlanmadan önce Bedir’de savaşa azmettiler: Kervan geçip gittikten sonra bile, “Muhammed’e ve yanındakilere çatmadan ve Bedir’de zevk u sefa yapmadan geri dönmeyiz.” dediler. Orada mağlup oldular, fakat Bedir’den Hudeybiye’ye kadar aralarında barış sağlanmadı ve hep savaş durumu sürüp gitti. Nihayet Mescid-i Haram civarında, Hudeybiye’de arzularına göre, bir muâhede meydana geldi. Bunu bozan ilk saldırı da yine onlardan geldi. Bunun üzerine Mekke’nin fethi gerçekleşti. Kureyş müşriklerinin birçoğu İslâm’a girdiler, girmeyenler de umumi aftan yararlandılar. Bu kere de Huneyn Savaşı’na sebebiyet veren ilk saldırı da yine onlardan geldi. Nihayet yine rahat durmadılar. Tebük Seferi’ni fırsat bilerek içerde ve dışarda ihtilal teşebbüslerinde bulundular. Buna göre bu güne kadar meydana gelen bütün saldırıların ilk başlatıcısı onlardır. Yemini bozmak, Peygamberi çıkarma sevdası, sebepsiz yere saldırıya geçmek, işte bu üç sebepten her biri başlı başına birer savaş sebebi olduğu halde bunların hepsi kendilerinde birleşmiş bulunan bir kavme karşı siz artık savaşmaz mısınız? Bunlardan korkuyor musunuz? Bunlara karşı da savaşmıyacaksanız, bunun korkaklıktan başka ne sebebi olabilir? Eğer öyleyse Allah korkmanıza daha layıktır. Çünkü Allah izin vermezse onlar size ne zarar verebilir, ne de fayda sağlayabilir. Hiçbir şey yapamazlar. Fakat Allah’ın ilan ettiği bu emirlerine muhalefet edip onlarla savaşmayı terkettiğiniz takdirde başınıza gelecek ilâhî gazap ve azaptan sizi ne onlar, ne de başkası kurtarabilir. Eğer siz müminler iseniz bu böyledir. İman yalnızca Allah’dan korkmayı gerektirir. Yemine inananların yeminsizlere karşı savaşmaları gerekir.
14-O halde: onlarla savaşınız, harbe giriniz ki Allah, onları sizin ellerinizle cezalandırsın, azaba uğratsın, savaşın acılarını tattırsın: Ölsünler, yaralansınlar ve esir olsunlar. Canlarından ve mallarından kayıp versinler, ve onları zelil ve perişan etsin, ve sizi üzerlerine mansur ve muzaffer kılsın, yardımıyla galip getirsin, üstün eylesin ve birtakım müminlerin gönüllerine ferahlık versin. Huzaa gibi, kâfirlerin eza ve cefalarına katlanmış, fakat onlara gerekli karşılığı verememiş, halleri yürekler acısı olan bir takım müminlerin gönüllerinde elem ve keder bırakmasın, onların gönül dertlerini şifaya kavuştursun,
15- ve kalblerindeki gayzı, kin ve öfkeyi gidersin. Yani gönüllere öyle bir şifa versin ki, ihtirasları arttıracak, yeni yeni öçlere sebebiyet verecek, saldırgan bir imtikam şeklinde olmasın, tam aksine hakkın yerini bulmasından zevk alacak olan müminlerin kalplerindeki kinleri silsin, haklı öfkelere sebep olan zulüm ve haksızlığı, saldırganlığı ortadan kaldıracak şekilde gayzdan azade bir hayat yaşatsın, gönülleri huzura kavuştursun.
Görülüyor ki, burada savaş emri üzerine beş ayrı hikmet ve fayda bina edilmiştir. Ve bunlar (vav) harfi ile birbiri üzerine atfedilerek beşi birden “savaşınız!” emrine cevap yapılmıştır. Şöyle ki:
1. Ta’zib, yani cezalandırma, suçluyu ve saldırganı hak ettiği cezaya çarptırmak,
2. İhza, saldırganı zelil ve perişan edip, başkaldıramaz duruma sokmak,
3. Nusret: Müminlerin şan ve şerefini yücelmek,
4. Şifay-ı sadr: Ezilmiş ve acı çekmiş olan müslümanların gönüllerine su serpip, ferahlık vermek,
5. Öfkeleri giderme: Hakkın yerini bulmasından dolayı, galip tarafı da, mağlup tarafı da yeni yeni kin ve öfkelerden korumak.
Bu beş maddelik gerekçe, bütünü birden meşru bir savaşın gayelerini beyan ve hedefin gerçekleşmesini vaad etmektedir. Demek oluyor ki, savaşta en başta bir cezalandırma hikmeti vardır. Bir savaşı başarılı kılacak yüksek amaçlara, her şeyden önce öldürme, yaralama, tahribat ve mal kaybı gibi acı yollardan gidilebilecektir. Fakat bu cezalandırma, yukarıda da açıklandığı gibi, savaşın tek başına gayesi olamayacağı gibi, yalnızca bir eza ve cefadan ibaret olmamalıdır. Müminler, bu ilâhî azabı hak etmiş olan bir kavme, o azabın uygulanmasıyla görevli bir el durumunda olduklarını bilerek, haksız ve faydasız ezalardan sakınmalıdırlar ki, yaptıkları iş kulların işi olmaktan çıkıp, hakkın cezalandırması haline dönüşsün. Bu uğurda şehid olanlar azaba uğramadan Allah’ın rahmetine nail olabilsinler.
Bu böyle yapıldığı takdirde buna düşmanın perişanlığı ve alçaklığı sonucu eklenecektir ki, bu da savaşın ikinci hedefidir. Fakat bu da tek başına bir gaye, bir hedef değildir. Bu da ancak hak adına yapılan ilâhî bir hizy olduğu takdirde gerçek amacına ulaşmış olacaktır ki, o da, müminlerin bütünüyle düşmanlarına üstün gelmesi ve zafere kavuşmasıdır. Esas gaye de ilâhî yardıma ve nusrete kavuşmaktır. Yoksa düşmanlar zillete düşmekle beraber, müminler de diğer cihetten bir afete uğrayacak olursa harpten beklenen fayda sağlanmamış ve savaşın gayesi gerçekleşmemiş olur. İşte bundan dolayıdır ki sırf cezalandırma, savaşın hedefi olamayacağı gibi, tek başına düşmanı küçük düşürme gayretleri de öyledir. Savaşın esas gayesi, Allah’ın yardım ve nusretini ve rızasını kazanmaktır. Bu da gönüllerdeki kin ve öfke ateşini silecek, gönüllere huzur ve ferahlık getirecek nihai bir hedefi gerçekleştirmiş olmalıdır. Zira elde edilmiş öyle zaferler olur ki, galiplerin başına daha büyük dertler açar, galip tarafın gönlünü okşayan öyle geçici başarılar olur ki, daha büyük kin ve öfkeler saçar. İşte işin başında düşmanı cezalandırma ve perişan etme gibi iki sebep, sonunda da gönülleri huzura kavuşturma ve öfkelerden arındırma gibi yine iki faide ile dengelenmiş bulunan bu formül, tam ortasında ve işin merkezinde de ilâhî yardımın yer almasıyla esas savaşın amacının bu iman ve bu maksat üzerine kurulu olmasını gerekli kılar. Âyetin muhtevasında yer almış bulunan bu beş temel ilkenin bu şekilde tertip edilmiş olması da buna işaret eder. İşte bu berâetin ilanı ve savaş emirleri bu beş hikmetin ve faydanın elde edilmiş olmasıyla ilgilidir. Bu emirler gözetildiği ve bu niyetle hareket edildiği takdirde Cenab-ı Hak, bunların gerçekleşeceğini vaad eyler. Bir de bütün bu hikmetlerin ötesinde ve bütün bunlara eşdeğer ikinci bir hikmet daha vardır ki, o da yukarıda “Umulur ki, onlar bu saldırılarına son verirler.” diye açıklanan, savaşta gayelerin gayesi olarak göz önünde tutulması gereken ve savaşı asıl ibadet haline getiren ilâhî hikmet budur. Bundan dolayı olsa gerek ki, öbürleri de açıklandıktan sonra tekrar bu gayenin önemini anlatmak ve belirlemek üzere geriye dönülerek, bunu ayrı bir cümle halinde açıklamak için buyuruluyor ki:
Ve Allah, kime dilerse ona tevbe nasib eder. O yeminsizlere karşı savaşmayla ilgili olarak zikrolunan beş faydanın ortaya çıkmasına sebep olduktan başka bunların meydana gelmesi, nihayet bir tevbe ile de ilgilidir ki, bu tevbe her iki taraf için de söz konusu olabilir. Bir taraftan o söz dinlemez ve verdiği sözü tutmaz olan o kâfirler, harbin acısını ve hakka iman edenlerin zaferini yakından gördükçe içlerinde uyanık olanlar, bunun sonucunda da küfür ve günahtan tevbe edip iman ve İslâm’a dönenler bulunur. Nitekim Mekke’nin fethi bunun çok açık bir örneğini vermişti. Beri taraftan böyle bir harbin müminler üzerinde de büyük bir eğitici gücü vardır. Onların imanlarını güçlendirir, hakka bağlılıklarını arttırır, beşeriyet icabı işlemiş oldukları günahlarından tevbe edip arınmalarına sebep olur. Bunu tefsir âlimleri çeşitli yönlerden ele alıp açıklamışlardır: Herşeyden önce Allah’ın cihad emrini içine sindiremeyenler varsa bunlar savaşa bizzat katılmakla öyle bir günahtan fiilen tevbe etmiş olurlar. İkinci olarak, nusret ve zafer hadd-i zatında çok büyük bir ilâhî ihsandır. Böyle bir nimete ermiş olanlar, bunun sürekliliğini elde etmek için buna hamd ve şükretmekle sevaba nail olurlar ve daha çok tevbeye sarılmış olurlar. Üçüncü olarak nusret ve zafer, adaleti ve huzuru pekiştireceği için üretimin artmasına, ticaretin gelişmesine ve nimetlerin bolluğuna sebep olur. Halbuki, fena yollara ve haram lezzetlere sarfolunması mümkün olan malların helâl yollara akması, birçok hayırların ve hizmetlerin yerine gelmesine sebep olacağı gibi, sıkıntı ve darlığın ortadan kalkmasıyla insanların haramdan tevbe etmelerine de sebep olur. Dördüncü olarak, insanın içindeki nefsani meyiller, dünya lezzetlerine aşırı düşkünlük gösterir. Bunu bazı hallerde “İnsanlar yasaklandıkları şeylere karşı düşkünlük gösterirler.” hikmeti uyarınca, mahrumiyet ve yasaklar onların arzularını kamçılar. Buna karşılık insanoğlu dünya nimetlerinin ve lezzetlerinin ne kadar aşağılık, önemsiz ve boş şeyler olduğunu iyice anlar ve o vakit dünya, gözünde küçülür. Dünyaya önem veren o aşırı meyiller kendiliğinden söner, bu da nefsin dünyadan yüz çevirip yüce duygulara yönelmesiyle sonuçlanır. İşte bu mânâ Sad Sûresi’nde Süleyman aleyhisselam’dan hikaye yoluyla ifade buyurulmuştur: “Bana benden sonra hiçbir kimseye gerekmeyecek bir mülk bağışla.” (Sad, 38/35) duasının tefsirindeki vecihlerden biriydi. Yani öyle bir mülk ki, verildikten sonra artık nefsin dünyadan herhangi bir beklentisi kalmaz. Mülklerin ve devletlerin en büyüğü olan böyle bir mülkün ve devletin eline geçmesinden sonra anlar ki, dünya bütünüyle bir hiçtir, dünya zevkleri ve lezzetleri de boş ve faydasız şeylerdir. Bu anlayıştan sonradır ki kalb, dünyadan yüz çevirir ve artık dünyaya değer vermez olur, büsbütün Allah’a yönelir. İşte harbin gayesine ve yapılış şekline göre, genel anlamda toplum ahlâkı ve özel anlamda fertlerin ahlâkı üzerinde iyi ve kötü bir takım sonuçları vardır. Allah’ın yapılmasını emrettiği savaş ise yukarıda tek tek açıklanan beş hikmet ve faydanın elde edilmesine sebep olduğu gibi, sonuçta da her iki tarafın çeşitli bakımlardan tevbe edip Allah’a yönelmesine de sebep olur. Fakat görülüyor ki, burada söz konusu edilen tevbenin herkese nasip olacak külli bir tevbe değil de ancak Allah’ın istediklerine nasip olacak bir tevbe olduğu özellikle vurgulanmıştır. Çünkü bazı kimselerde inkâr ve günahkârlık huy ve karakter halini almıştır ki, bunlar ne bolluk zamanında şükretmeyi bilirler, ne de darlıktan ibret almayı akıl ederler. Yola gelmez ve hallerini düzeltmezler. Bunun aksine bazı kimselerde de doğuştan iffet, takva ve iman huy ve karakter halindedir. Bunlar da bollukta ve darlıkta huylarını bozmazlar. Yine bazı insanlar vardır ki, onların huyları üzerinde darlık ve sıkıntının bolluktan daha fazla iyi etkisi görülür. Sonra şan ve şöhretin artması, dünya ve nimet kapılarının kendilerine açılması ile “Eğer Allah, kullarına rızkı bol bol verseydi, onlar yeryüzünde mutlaka azarlardı.” (Şûrâ, 42/27) taşkınlık ve azgınlık gösterirlerdi, adeta Firavun’laşırlardı. Refah ve bolluk çoğu zaman görüldüğü gibi, dünyaya daldırır, şehevat denilen zevklere sürükler, gururu arttırır, hakkı unutturur, Allah yolundan engeller, batağa saplandırır ve boğar.
“Nefis bir bebek gibidir, onu kendi haline bırakırsan, büyüyüp delikanlı oluncaya kadar süt emmeye devam eder, fakat onu sütten kesersen o da büsbütün vazgeçer gider.”
Bolluk ve ikbalin, dünyayı anlamaya, hiçliğini idrak edip ondan tiksinmeye, bıkıp usanmaya ve Allah’a yönelmeye sebep olabilmesi için Allah’ın o kula hayır murad etmiş olması lazımdır. Bu, ancak o gibi kullara mahsustur. Ve insanların durumundaki bu değişik etkilerin başka başka sonuçlar vermesi de yine sırf Allah’ın istemesi ve iradesine bağlı bir şeydir. İşte bütün bunlardan dolayı, âyette tevbe hikmeti, öbür âyetlerde olduğu gibi, mutlak olarak savaş şartına bağlanmamış, “Allah’ın dilediğine” diye ilâhî iradeye bağlanmıştır. Ve Allah alimdir, hakimdir. Herşeyi bilir. Ne yaptığını, ne yapacağını bilir. Her yaptığı iş nice hikmetleri içerir. Genellikle bu gibi “zeyl” ifadeleri zamir ile yetinilmeyip Allah ism-i celali ile birlikte gelir ki, bu daha çok ilâhî heybet ve korkuyu muhatabın ruhuna telkin içindir. Yani o şan ve azametine sınır olmayan Allah Teâlâ bu kıtal emrini, bir hikmet ve bilgiye dayanarak vermiştir. Şu halde bu gibi emirler, kemal-i dikkat ve itina ile uygulandığı zaman, bu hikmet ve faydaların neler olduğu görülecektir. Bunun sonunda birtakım hayırlar bulunduğu hakkında şüphe ve tereddüde düşülmemelidir. Ve bu ilâhî emirlere karşı gelmekten son derece sakınılmalıdır.
Müminleri bu şekilde terğip ve teşvikten sonra savaştan çekinenleri kınayıp ayıplamak ve canla başla cihad edenlerin Allah katında yüce değerler kazandıklarını anlatıp, daha da şevklendirmek için buyuruluyor ki,
16- Yoksa siz kendi halinize bırakılacağınızı mı zannettiniz? Cihad ile emrolunmayacağınızı, sizi ayıklayacak ve arındıracak sınavlara çekilmeyeceğinizi, bulunduğunuz hâl üzere terk olunacağınızı mı sandınız? Ve Allah’ın içinizden hakkıyla cihad edenleri, Allah ve Resulü’nden ve bir de müminlerden başkasına sığınıp dost ve sırdaş tutmayanları hiç bilmediğini mi sanıyordunuz? Böylesine ihlaslı mücahitlere kıymet vermemiş, sevap yazmamış olduğunu mu düşünüyordunuz? Hiç öyle olur mu? Oysa Allah yaptıklarınızın hepsinden haberdardır. Binaenaleyh çalışan ile çalışmayanı, savaşan ile savaşmayanı, Allah’dan, Resulü’nden ve müminlerden başka sığınılacak, yanına sokulup dost olunacak ne bir yer ne bir kimse olmadığını bilerek hareket edenlerle bunun zıddını yapanları, münafıkları ve onların neler yaptıklarını Allah’ın bilmemesi ve ona göre ecir ve sevap veya ceza vermemesi mümkün mü? Hiç böyle bir şey olur mu?
Artık bu müşriklerin ilişkide bulunmaya layık hiçbir yönleri, hiçbir meziyetleri, dinî veya ahlâkî hiçbir haysiyyetleri yok mudur? Şimdiye kadar bunlar Mescid-i Haram’ın tamir ve bakımına hizmet etmiş ve hala az-çok hizmet etmekte değil midirler? O halde bunlardan bu derece berâet ilan edip ilişkileri kesmeye ne gerek var? Bunlar böylesine ağır bir muameleye layık mıdırlar? İlh… Bu gibi sorular ve şüpheler akla gelebilir veya başkaları bu yönde birtakım sualler sorabilirse:
Meâl-i Şerifi
17. Müşrikler kendi inkârlarına kendileri şahit olup dururlarken Allah’ın mescidlerini imar etmeleri mümkün değildir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateş içinde ebedi olarak kalacaklardır.
18. Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah’dan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.
19. Siz hacılara su dağıtma ve Mescid-i Haram’ı imar etme işiyle Allah’a ve ahiret gününe iman edip, Allah yolunda cihad edenlerin yaptığı işi bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında eşit olamazlar. Allah zalimler topluluğuna hidayet ihsan etmez.
20. İman edip de hicret edip, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu kullardır.
21. Rab’leri, onları kendi katından bir rahmet, bir rıza ve bir cennetle müjdeler ki o cennette onlar için bitmez tükenmez nimetler vardır.
22. Onlar orada ebedi kalırlar. Çünkü en büyük mükâfat Allah katındadır.
17- Müşrikler kendi aleyhlerindeki küfre kendileri şahit olup durdukları halde Allah’ın mescidlerini imar etmeleri olur şey değildir. Şu halde bunların Mescid-i Haram’ı imar ettikleri veya edecekleri nasıl tasavvur olunabilir? İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde “Allah’ın Mescidi” müfred (tekil) sigasıyla okunur ve asıl maksadın Mescid-i Haram olduğunu gösterir. Yani müşrikler kendileri kâfir olduklarını gerek söylesinler, gerek söylemesinler, Allah’ın birliğine ve Resulü’nün hak peygamber olduğuna inanmadıklarını kendi vicdanlarında bilip dururken ve Kâbe’nin etrafına putlar dikip, bunların karşısında ibadet ederlerken, çırılçıplak tavaf eylemeleri ve daha başka tutum ve davranışları ile kendi küfürlerine ve müşrik olduklarına kendi yaptıkları şahitlik ederken, yalnızca Allah’a ibadet edilmek üzere bina edilmiş olan Allah mescidlerini imar ediyor olmalarının gerçekte imarla ilgisi olamaz, özellikle Kâbe’nin imarına ilişkin hizmetlerinin gerçekten hizmet olmasına imkân ve ihtimal yoktur.
İşte bunların bütün amelleri boşa gider. O inkâr ve şirk halinde iken yaptıkları Mescid tamirleri ve buna benzer hayırlı işleri ne varsa hepsi hebaen mensura (tamamen boş gitmiş) olur ve boşa gider. Ve onlar ateşte ebedi kalırlar, ahirette de ebedi olarak cehehnemde kalacaklar. Sırf Allah için olmayan hiçbir amelin ebedi hayrı olamaz. Allah için bir bina veya herhangi bir amel yapmakla bunu yaparken Allah’dan başkasına tapmak veya herhangi bir küfür işlemek, bunun ikisi bir araya gelecek şey değildir. Bunda samimiyetsizlikten daha başka bir çelişki vardır. Bu çelişki de yapılan işleri siler süpürür, hiçe indirir. Bundan dolayı kâfirlerin bir yandan inkârlarını ve şirklerini açığa vurup öte yandan Allah mescidini imar etmeleri, kendileri açısından inanmadıkları bir işi yapmaları demektir. İnanmadan yaptıkları işten hayır görmeyecekleri kesindir. Ayrıca maddi anlamda mescidi tamir ediyor ve ona iyi bakıyor gibi görünmeleri, aslında onun asıl manevi yönünü gözardı etmelerine ve amacından saptırmalarına yönelik bir tahribattır, onun ruhuna zımnen bir zarardır. “Zarar vermek için bir mescid edinenler …”(Tevbe, 9/107 âyetinin tefsirine bakınız.) Mescidin imarı iki mânâya gelir. Birisi binasının tamiri ve yenilenmesi, diğeri de ziyaret edilip içinde ibadet edilmesidir. Nitekim Beytullah’ı ziyaret etmeye imarla aynı kökten gelen “umre” adı verilir. Mescidlere çokça giden ve içlerinde çokça duran kimselere de yine aynı kökten olan “ummâr-ı mesâcid” denilir. Aynı şekilde birisi, bir kimsenin meclisine çokça devam ettiği zaman onun hakkında “felan adamın muammir-i meclisi” denilir. İşte bundan dolayı bir mescidin imarı, yani mamur hale gelmesi, hem binasının bakımı, hem de cemaatının çokluğu ile mümkün olur. Hanelerin mamur olması da bu iki cihetin bir araya gelmesiyledir. Birisi umranı maddî, diğeri de umran-ı manevîdir. İçinde Allah rızası için ibadet, zikir ve ilim tedrisi gibi taat ve faziletlerin devam etmesi ve o mescidin esas yapılış gayesiyle bağdaşmayan faaliyetlerden korunmasıyla mümkün olur. Bir mescid içinde dünya işiyle ilgili konuşma bile onu kuruluş amacının dışında kullanmak anlamına gelir ki, bu da onun imarını ihlal etmek demektir. Bu konuda şu hadisi şerifler ne kadar dikkat çekici uyarılardır: Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem’den varid olmuştur ki, “Mesciddeki konuşma, tıpkı hayvanın otu yiyip bitirdiği gibi hesanatı yiyip tüketir”. Yine Peygamber (s.a.v.) şu hadisi kudsiyi de bildirmiştir; “Allah Teâlâ buyurdu ki, yeryüzünde benim evlerim mescidlerdir ve oralardaki benim ziyaretçilerim de onları mamur edenlerdir. İmdi ne mutlu o kula ki, evinde temizlenir ve iyice temizlendikten sonra gelir beni evimde ziyaret eder. Çünkü ziyaretçisine ikramda bulunmak ziyaret olunan üzerine bir görevdir”. Diğer bir hadisi şerifte “Her kim mescide ülfet ederse Allah da ona ülfet eder”. Bir başka hadisde ise “Bir adamı mescidlere devam ediyor gördünüz mü onun mümin olduğuna şahitlik ediniz”. Enes (r.a.)’den de rivayet olunmuştur ki, “Her kim bir mescidde bir kandil bulundurursa o mescidde o kandilin ziyası devam ettiği sürece melekler ve Arşı taşıyan yüce melekler o kimse için istiğfar eder”. İşte buna göre mescidleri boş lakırdılardan bile korumak gerekeceğinden, bir mescide herhangi bir küfür ve şirk şöyle dursun, herhangi bir fıskın ve küçük günahın yaklaştırılması bile o mescidin manevî imarına indirilen bir darbe sayılırken, müşriklerin yaptıkları nasıl olur da imar olarak adlandırılabilir? Burada asıl mesele müşriklerin mescidleri imar edip etmemeleri ve bunun caiz olup olmaması değildir. Âyet, onların yaptığını temelden geçersiz sayıyor. Yani onların imarları imar değildir.
18- Allah’ın mescidlerini, onlar gibiler değil, ancak şu kimseler imar ederler ki, onlar Allah’a ve ahiret gününe iman ederler. Aslında “mescid” kelimesi, “içinde Allah’a secde edilen yer” demek olduğundan, Allah’a iman etmeyenlerin, Allah’a ibadet ve secde için bir yer bina etmeleri veya böyle bir yerin Allah rızası için imarı ile yakından ilgilenmeleri aklen mümkün olabilecek bir şey değildir. Sonra Allah’a ibadet ile meşgul olmanın asıl faydasının ahirette görüleceği için ahirete iman etmeyenlerin ibadet için mescid yapmaları da söz konusu olamaz. Onlar ne iman ederler, ne ibadet bilirler, ne de mescid yaparlar. Fırsat bulurlarsa mescidleri yıkarlar, yıkamazlarsa onu mescidlikten çıkarıp başka maksatlar için kullanırlar. Şu halde “Allah’ın mescidi” tabirinden de açıkça anlaşılacağı üzere bunu imar için her şeyden önce Allah’a ve ahirete iman etmiş olmak şarttır. Fakat bu yeterli bir şart değildir. Bununla beraber namazı kılan, yani namaz kılmak da şartttır: Zira mescidlerin yapılmasındaki asıl maksat, içinde namaz kılınmasıdır. Namazın lüzumuna inanmayanlar mescid yapmak ihtiyacını da duymayacaklardır. Namaz kılmayanlar da mescidlerin boş kalıp manen harap olmasına sebep olurlar. Bununla beraber namaz kılmak da tek başına yeterli değildir ve zekatı veren. Bu da şarttır. Mescid imarının mala ve zekata da bağlı olan bir yanı vardır. Farz olan zekat borcunu vermeyen, fakir ve kimsesizleri gözetmeyenlerin mescid bina etmeleri veya mescidleri imar etmeyi düşünmeleri onlardan beklenmeyecek bir harekettir. Bunun gibi, onların mescide gidip mümin fakirlere zekat vermek de mescidlerin manevî imarıyla ilgili bir konudur. Ancak bu da kâfi değildir. Bütün bunlarla beraber Allah’dan başkasından korkmayan kimseler. Gerçi insan birçok sebeplerden korkup çekinebilir. Korkmamak elinden gelmez. Allah’dan korkmayanlardan da hiç korkulmaz demek değildir. Fakat Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmek için Allah korkusundan başka hiçbir korkuyu saymayan, herhangi bir korku ile Allah rızasına yönelik işlerden vazgeçmeyen, şahsi çıkarları ile Allah’ın hakkı çatıştığı zaman Allah’ın hakkını üstün tutan, Allah’ın emrettiği iyi işleri yapmak için şunun bunun kınanmasından veya bu yüzden uğrayacağı zulümlerden yılmayan, hatta gerektiğinde cihada koşmaktan veya Allah yolunda mücadele vermekten korkmayan, hasılı çeşitli korkular ve endişeler ile Allah yolundan çıkmayacak bir imana sahip olan ve bu âyette sözü edilen dört hasleti şahsında bulunduran kimseler ancak Allah’ın mescidlerini imar ederler. Bu özelliklere sahip kimseler bulunmalıdır ki, Allah’ın mescidleri hakkıyla imar edilebilsin. Yoksa ilk üç haslet bulunup da iman ve İslâm’ın asıl hakikatı ve özü demek olan bu dördüncü haslet bulunmazsa mescidlerin mamur olmasına gayret edenler olmaz. Günün birinde bir kâfirin veya zalimin ve hatta sıradan bir cüretkârın tehdidinden korkanlar kendi elleriyle mescidlerini yıkmak alçaklığını bile gösterebilirler. Maddî ve manevî anlamda mescidlere yapılacak saldırılardan ve saygısızlıklardan onları koruyamayan ve korumayı sürdürmeyen, yani gerçek anlamda kâmil iman sahibi müminlerden mahrum kalan mescidlerin ne servetle, ne de başka bir yolla imarlarını devam ettirebilmeleri ihtimali yoktur. Onun için İşte bunlar, yani bu dört hasleti şahsında toplamış olan insanlar hidayeti bulmuş, murada ermiş kimselerden olabilirler. Yani doğrudan doğruya ebedî saadeti elde edecek, Cennet’e nail olacak olanlar ancak bu özellikleri taşıyan cemaatlerin içinde bulunabilirler. Bunların bile içindekilerin hepsi için gerçek hidayeti elde etmiş olması kesin değildir. Olsa olsa yakın ihtimaldir. Çünkü yardımcı fiili, umulur, mümkün, belki, gibi anlamlara gelir. İşin özü, müminler için bile böyle olunca, artık müşriklerin durumu nedir kolaylıkla tasavvur olunabilir.
19- Hacılara sakalık etmeyi ve Mescid-i Haram’ın (yani Kâbe’nin) imarını, onun anahtarlarını taşımak, yıkılan yerlerini tamir etmek ve temizlemek gibi hizmetleri Allah’a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimsenin işiyle bir mi tutuyorsunuz? Bu gibi hizmetleri iman ve cihad ehlinin amelleri gibi mi tuttunuz? İman ve cihaddan sarf-ı nazar ederek sırf imar ve sakalık işini fazilet, önem ve değer açısından iman ve cihadla aynı şey mi sanıyorsunuz? Bunlar hiç birbiriyle kıyas olunur mu? İmanı olup olmamak, cihadda bulunup bulunmamak bir yana, yalnızca imaret ve sakalık işini, isterse o iş Mescid-i Haram’ın sakalığı olsun, hiç iman edip Allah yolunda cihad edenlerin yaptığı hizmetlere benzetmek olur mu? Bunlar Allah katında eşit olamaz. Bunlar hadd-i zatında eşitlik kabul etmeyen ayrı ayrı şeylerdir. Bir kere az önce anlatıldığı üzere iman etmeden yapılan sakalık ve imar işleri bir hiçtir. İmanla yapıldığı takdirde bile gerçi hacılara su vermek ve bizzat Kâbe’nin umranına hizmet etmek Allah katında sevabı olan faziletli amellerdendir, ancak ne olursa olsun bu gibi hizmetler, Allah yolunda cihad eden müminlerin iman, amel ve cihadına eşdeğer olamazlar. Aralarında o kadar büyük bir fark vardır ki, onun buna benzetilmesi bile doğru değildir. Müşriklerin yaptığı gibi, imansız sakalık ve imaret hizmetini, iman ve cihada üstün tutmak veya eşit saymak şöyle dursun, imanla beraber sakalık dahi cihadla bir tutulamaz. Böyle bir benzetme bile büyük bir haksızlık ve zulüm olur.
Ve Allah zalim olan kavme hidayet etmez. Zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Gerçekten üstün olanı aşağı olana tercih etmeye muvaffak kılmaz. Zalimlere uyanlar ve katılanlar da onlara eklenmiş olur. Hidayete ermek doğrudan doğruya meramına nail olmak için zulümden ve zalimlerden uzaklaşıp Allah’a ve ahiret gününe iman ederek, Allah’dan başka hiçbir şeyden korkmayan bir yürekle Allah yolunda, din-i hak uğrunda bütün cehdini sarfedip o müşrikler, kâfirler ve zalimlere karşı uğraşmak ve çalışmak lazımdır ki, zulüm ve hıyanet korkuları bertaraf edilsin de bütün Allah mescidleri mamur olsun, hak ve adalet, rahmet ve rıza kapıları açılsın.
Sakın bu eşitsizlikten ve benzetilemez diye ortaya konulan görüşlerden sakalık ve imaretin cihaddan efdal olduğu gibi ters bir mânâ çıkarılmaya çalışılmasın.
20-21- İman ve hicret edip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında derece bakımından en büyüktürler. Bunların yücelik mertebeleri ve üstün değerleri hepsinden yüksektir. Başkaları sakalık ve imaret de dahil olduğu halde diğer olgunluk ve faziletlerin hepsini elde etmiş olsalar bile, bu mücahidlerin, sırf mücahid oldukları için, Allah katındaki rütbe ve dereceleri yine de hepsinden üstündür. Ve işte gerçekten kurtuluşa erenler bunlardır. “Acaba”, “belki” “umulur ki” gibi ihtimal ve tereddüt bildiren edat ve fiileri olmayan gerçek ve mutlak anlamdaki kurtuluş işte bunlara mahsustur. Bunların kurtuluş ve necatına göre diğerlerinin durumu, sanki bir fevz ü necat bile değildir. Nisa Sûresi’nde “Müminlerden özür sahibi olmaksızın evlerinde oturanlarla Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler eşit olamazlar.” (Nisa, 4/95), “Allah cihad edenleri, evlerinde oturanlara pek büyük ecirlerle üstün tutmuştur. Onlara katından derece derece lütfederek bir mağfiret ve rahmet ihsan etmiştir…” (Nisa, 4/95-96) âyetiyle de mücahitlerin Allah katındaki yerlerini belirlemiştir. (Bu âyetlerin tefsirine bkz.)
Bu âyetlerin sebeb-i nüzulünde rivayet olunduğuna göre; Müşrikler, Yahudilere “Biz hacılara sakalık yapıyoruz, Mescid-i Haram’ın imarını ve bakımını üstlenmişiz. Biz mi efdaliz, Muhammed ve ashabı mı?” demişler. Onlar da “Siz efdalsiniz” cevabını vermişler. Ayrıca Hz. Ali, amcası Hz. Abbas İslâm’a girdikten sonra, ona “Amca, hicret edip Resulullah’a katılsanız.” demiş, o da “Ben hicretten daha efdal bir halde değil miyim? Beytullah’ı ziyaret edenlere su veriyorum ve Mescid-i Haram’ı imar edip bakımını sağlıyorum.” diye cevap vermiş. Bunun üzerine bu âyetler nazil olunca Hz. Abbas “Bana öyle geliyor ki, bu sakalık görevini bırakacağım.” demiş. Hz. peygamber de kendisine “Sakalık işinize devam ediniz, çünkü sizin onda hizmetiniz vardır.” buyurmuş. “Sahih-i Müslim”de rivayet olunduğu üzere Numan b. Beşir demiştir ki, “Resulullah’ın minberi yanında idim, bir adam, ben hacılara sakalık etsem de başka hiçbir amel işlemesem gam yemem, dedi. Bir başkası da ben Mescid-i Haram’ı imar etsem de başka hiçbir amel işlemesem kendime dert etmem, dedi. Bir diğeri de Allah yolunda cihad etmek bu sizin söylediklerinizden daha efdaldir dedi. Bu bir Cuma günü idi. Derken Ömer (r.a.) bunlara, susun, Resulullah’ın minberinin dibinde böyle sesinizi yükseltmeyin. Maamafih namazı kıldıktan sonra bu ihtilaf ettiğiniz meseleyi Resulullah’dan sorup öğreneyim, dedi. Daha sonra Allah Resulü’nden meseleyi sordu, Allah Teâlâ da bu âyeti inzal buyurdu”.
Şimdi de bu büyük fevz ü necatın derecesinin yüceliği ve kesinliği şöyle bir açıklama ile müjdeleniyor:
Onların Rabb’ı olan Allah, kendilerine şunları müjdeler: tarafından bir ilâhî rahmet, fevkalade bir ihsan ve bir rıdvan, hem razı, hem marzî olarak huzur ı izzetine kabul buyuracak bir büyük rıza ve görülmedik cennetler ki, onlar için orada bitmez, tükenmez ve sonu gelmez bir nimet ve lezzet vardır. Hem nasıl?
22- o bahtiyarlar, o cennetlerde süresiz kalmak, ebediyyen bulunmak üzere yaşayacaklar. O cennetlerin ne nimetlerine sınır var, ne de sahiplerine zeval var. Şüphe yok ki Allah, ancak O’nun katında bir büyük ecir vardır. Sonu olan sınırlı amellere, sonsuz ve sınırsız mükafatlar verebilmek ancak O’na mahsustur. Bütünüyle dünya ve dünya ecirleri bunun yanında pek küçük kalır. Dünyada başkalarından beklenecek herhangi bir ecir onun ölümüyle sona erer. Dünya nimetlerinin hiçbiri uğrunda can vermeye değmez. Allah katındaki ecir de dünyalara sığmaz. Ebedi olduğu için ona nail olan öldükten sonra kıyamet gününde de ondan faydalanır. “Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet günü size tamamen ödenecektir.” (Âl-i İmran, 3/185) âyeti bunu açıkça beyan eder. Bundan dolayı böyle bir mükafatı elde etmek için işlenecek amel, can vermek bile olsa, değer, yine de azdır.
Böyle olduğu için:
Meâl-i Şerifi
23- Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürden hoşlanıyorlarsa, onları dost edinmeyiniz. Sizden her kim onları dost edinirse işte onlar da zalimlerin ta kendileridir.
24- Onlara de ki; eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasıklar topluluğuna hidayet nasip etmez.
25- İnkâr kabul etmez bir durumdur ki, Allah size birçok yerde yardım etti. Özellikle Huneyn Günü ki, o gün kendi çokluğunuz size güven vermişti de o gün size onun bir faydası olmamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti. Sonra da bozguna uğrayarak gerisin geri dönüp kaçmaya başlamıştınız.
26- Sonra Allah, Resulünün üzerine ve müminlerin üzerine sekinetini (kalplere huzur veren rahmetini) indirdi ve gözle görmediğiniz ordular indirdi de kendisini tanımayan kâfirleri azaba uğrattı. Ve o kâfirlerin cezası işte budur.
27- Sonra bütün bu olup bitenlerin arkasından Allah, dilediğine tevbe nasib eder. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
23- Ey müminler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, imana karşı küfrü benimseyip sevdikleri takdirde kendinize dost edinmeyiniz. Yani başkaları ve yabancılar şöyle dursun, velileriniz olan öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile kâfirliği müminliğe tercih edip de sevgi duydukları takdirde, hele hele küfürden vazgeçme ümidi kalmadığı takdirde onları kendinize dost edinmeyin, sırdaş tutmayın, onları veli tanımayın, sizin üzerinizdeki velayet haklarını kabul etmeyin, ve onu kullanmalarına izin vermeyin, onların emirlerine uyup da küfre hizmet etmeyin, küfre yardımcı olmayın. Hasılı yakınlık duygusunun etkisine kendinizi kaptırıp da onları kendinize dost ve yardımcı saymayın, yakın akrabalığı, ve yakınların gözetilmesi hakkındaki ilâhî emirleri, yukarıdan beri durumları gözler önüne serilen müşriklerden berâete engel zannetmeyin. ve sizden her kim onlara dost olur dostluğu kabul eyleyip onların velayeti altına girerse, onların isteklerine uyup onlara yardım ederse, onlara bel bağlar, onlardan uzak durmazsa, işte onlar da (yani onların dostluğuna bel bağlayan ve velayetlerine sığınanlar da) o zalimlerden başkası değillerdir. Zira velayet hakkını ehlinin ve mevkiinin gayrine koymak da haksızlığı irtikâp etmektir. Allah böyle yapanlara da hidayet nasib etmez.
Bu ve bundan sonraki âyetin Mekke fethinden önce, bu akrabalık bağlarını hicrete engel zannedenler hakkında veya dinden dönüp tekrar Mekke’ye dönen dokuz kişi hakkında nâzil olduğuna ilişkin iki rivayet varsa da bunlar nüzûl tarihi hakkındaki esas rivayetlere aykırı bulunduğundan delil olarak kabul edilmeye layık görülmemiştir. Bundan dolayı Cessas’ın “Ahkam-ı Kur’ân”da zikrettiği üzere, müminler münafıklardan ayırdedilmek için bununla emrolunmuşlardır. Çünkü münafıklar, kâfirlerle dostluk ilişkilerine giriyor ve buluştukları zaman onlara saygı gösteriyor ve ikram ediyorlardı, onlara velayet ve taraftarlık izhar ediyorlardı. Allah Teâlâ da bu âyetteki emrini mümin ile münafıkın farkına alâmet kılmış ve böyle yapmayanın nefsine zulmetmiş ve böylece cezaya hak kazanmış olduğunu haber vermiştir. Ancak şunu da unutmamak lazım gelir ki, Allah, kâfir olan anaya, babaya ihsanı ve belli ölçüler içinde yakınlığı dahi emreylemiştir. Nitekim Lokman Sûresi’nde beyan buyurulduğu gibi: “Biz insana, anasıyla babasına itaat etmesini emrettik… Bununla beraber ananla baban, bilmediğin bir şeyi Bana şirk koşman hususunda sana baskı yaparlarsa onlara itaat etme. Fakat onlarla dünyada iyi geçin…” (Lokman 31/14, 15). Aynı şekilde Nisâ Sûresi’nde “Allah’a ibadet edin, hiçbir şeyi ona ortak koşmayın, anaya babaya iyilik edin.” (Nisa, 4/36) ve En’âm Sûresi’nde “De ki: “gelin size Rabb’inizin neleri haram kıldığını ben okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyilik edin.”. (En’âm, 6/151. âyetin tefsirine bkz.) Bu âyetin başı ile sonu göz önünde bulundurulduğu zaman anlaşılıyor ki, bu âyet biraz yukarıdaki “Siz kendi halinize bırakılacağınızı mı sanıyordunuz? ” âyetindeki “Allah’dan, Resulünden ve müminlerden başkasına sığınmazlar…” ifadesinin daha geniş bir açıklaması şeklindedir. Bunun hikmeti de biraz ilerde gelecek olan âyetiyle gösterilecektir.
24- De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz ve aşiretiniz, birlikte yaşadığınız, düşüp kalktığınız yakın akrabalarınız ve aile fertleriniz ve kazanıp biriktirdiğiniz mallar, yani mal varlığınız ve kesadından korkacağınız ticaret ve hoşunuza giden meskenler, içlerinde yaşamak arzusunda bulunduğunuz evler, konaklar, köşkler, bahçeler, iller, obalar, yani bütünüyle bunlar, aile ve akrabalar, mal ve ticaret, vatan ve meskeninde rahat ve huzur içinde oturmak, insan grupları arasında başlıca dostluk ve kaynaşma sebepleridir. Ve savaşın bunlardan ayıran bir hicran tarafı vardır. Savaş insanları, sevgili babalardan, oğullardan, kardeşlerden, zevcelerden, hısım ve akrabadan, konu komşudan, eşten dosttan ve hemşehrilerden ayırır. Uğraşıp kazandığı kıymetli mallardan eder, ticareti durdurur, rahat döşeklerde yatmaya engel olur. Bu yüzden de savaş sevilecek şeylerden değildir. Bundan dolayı durup dururken savaş çıkarmak da iyi değildir. Fakat rahatı sevmenin de bir sınırı vardır. Bunlar insanoğlu açısından ne son gaye ve maksattır, ne de ebedi kurtuluş için yeterli olan şeylerdir. Bunlara sevgi göstermek, din ve Allah yoluna hizmete vesile olduğu müddetçe güzel şeydir, din sevgisine ve Allah yolundaki hizmete ters düştükleri ve engel oldukları zaman da birer bela ve musibettirler. Bunları her sevgiye tercih edecek şekilde sevenler, insanlıkta ve ahlâkta yükselemezler, hakkı ve hukuku ihlal ederler, zulüm ve haksızlıklara sebebiyet verirler, her türlü bayağılığa rıza gösterirler de gerektiği zaman Allah yolunda mücadele edemezler, cihada gidemezler. Can ve mal, evlat ve iyal kaygısıyla her zillete, her alçaklığa boyun eğerler. Onun içindir ki, bunlara şöyle deniliyor: Eğer bütün bu sayılanlar size Allah ve Resulü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise o halde bekleyiniz ta ki, Allah’ın emri gelsin. Bu durumda size yapacağını yapsın, başınıza ne felaket verecekse versin, işinizi bitirsin, belasını başınıza musallat etsin, ne haliniz varsa görün. O vakit kurtulmak ümidi var mıdır, yok mudur yakından görürsünüz. Var mı zannediyorsunuz? Hayır, asla yoktur. Biliniz ki, Allah fasık bir kavmi hidayet etmez. Yoldan çıkmış fasıklar güruhuna doğru yolu bulmayı nasip etmez. Yani siz, Allah’ı ve Resulü’nü ve Allah yolunda cihad etmeyi, mal, mülk ve evlad u iyal sevgisine üstün tutup, onlardan daha çok sevmedikçe yapacağınız en iyi şey, başınıza gelecek felaketi durup beklemektir. Böylece Allah Teâlâ tarafından sizin iradi sevginize ve tercihinize bağlı olarak farz kılınan cihadı terketmekle siz taatten çıkmış, vazifenizi yapmamış, kendi mukadderetanızı kendiniz ihlal etmiş fasıklar olacağınızdan artık her türlü helaki ve cezayı bekleyip durmanız gerekir.
Görülüyor ki, önceki âyet imana karşı küfrün velayetinden uzak durmayı, ondan teberriyi emretmektedir. Bu âyet de Allah ve Peygamber sevgisine aykırı düşen ve dinî görevlerin yerine getirilmesini engelleyen her türlü sevgi ve ilişkiden uzak durmayı emrediyor. Bundan dolayı önceki âyette yalnızca baba ve kardeşler zikredilmiş olduğu halde bu âyette eşler, çocuklar ve hatta hısım akraba ve aşiret dahi zikredilmiştir. Çünkü sevgi ve muhabbet bunların hepsinde geçerli olduğu halde, velayet işi yalnızca baba ve kardeşlere mahsustur, hatta zevce ve oğullar için bile velayet mutad değildir. Bütün bunlara iyilikle emrolunduğu halde, bilinmelidir ki, bunların hiçbiri “Allah’a hiçbir şeyle ve hiçbir şekilde şirk koşmayınız!” emrine göre; bunlara gösterilecek sevgi hiçbir zaman Allah’a şirk derecesine varmamalıdır. Allah’a ve Resulü’ne aykırı düşecek bir noktaya vardığı zaman hepsi hiçe sayılmalıdır.
25-Allah’a karşı onlar nasıl olur da dost edinilebilir? Allah sevgisine ve Allah korkusuna nasıl olur da eşdeğer tutulabilir? Ey müminler! Şurası kesindir ki, Allah size birçok yerde yardım etti. Bedir, Ahzap, Kurayza, Nadır ve Hayber gibi nice yerlerde muzaffer kıldı. Huneyn Günü’nde de sayı üstünlüğünüz sizi hayrete düşürdüğü vakit çok olmanız sizin için hiçbir şeye yaramamıştı. O kalabalıklığına güvendiğiniz ordunuz, size bir fayda vermemiş, Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti sonra da arkanızı dönerek kaçmıştınız.
HUNEYN, Mekke ile Taif arasında bir vadinin ismidir ki, müslümanlarla Havazin ve Sekîf arasındaki savaş burada olmuştu. Şöyle ki, Mekke’nin fethedilmesiyle Kureyş’in çoğunluğu müslüman oldu, olmayanlar pek az kaldı ve böylece İslam dini daha geniş bir alana yayılmış oldu. Daha önce Kureyş’in taraftarı olan kabilelerin bir kısmı da müslümanların tarafına meyil gösterdiler. Fakat Arap Yarımadası’nın en büyük kabilelerinden biri olan Havazin kabilesi ile Sakif kabilesi aralarında anlaşarak Hz. Peygamber ile savaşmak üzere söz konusu Huneyn Vadisi’nde toplanmaya başladılar. Bu kabilelerin savaş konusunda eğitimleri ve maharetleri vardı, ayrıca bir süreden beri Arap kabileleri arasında müslümanlara karşı kışkırtma faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Topluca harekete geçmek için hazırlanmışlardı. Mekke’nin fethi üzerine kin ve öfkeleri kabarmış ve Hz. Peygamber’in, kendilerinin üzerine yürüyeceğine kanaat getirmişlerdi. Daha fazla bekleyecek olurlarsa, muhakkak silinip gideceklerine inanmaya başlamışlardı. Hazırlıklarını bitirip hemen harekete geçmişlerdi. Esasen Havazin ile Sakif dört bin kadar askere sahip idiyse de Beni Sa’d, Beni Bekir ve Beni Cüşem gibi daha başka kabilelerin de katılmasıyla büyük ve kalabalık bir ordu meydana gelmişti. Bazı rivayetlere göre bu kuvvetlerin tamamının toplam olarak yirmi binden daha fazla olduğu söylenmiştir.
Bu savaşa orta Arabistan Ka’b ve Kilab kabileleri katılmamışlardı. Havazin ile Sakif bütün kadınlarını ve çocuklarını da getirmişlerdi. Böyle yapmakla askerlerinin gayret ve yiğitlik duygularını harekete geçirmek istemişlerdi. Hz. Peygamber, böyle büyük bir ordunun toplandığını haber aldı, hiç vakit kaybetmeden karşı hazırlıklara başladı. Hatta Safvan b. Ümeyye’den silah yardımı istedi. Safvan henüz müşriklerden idi, müslüman olmak için daha önce iki ay mühlet istemişti, “Gasben mi alacaksın ey Muhammed?” diye sordu, “Hayır iade olunmak üzere ve telef olanların bedeli ödenmek şartıyla ödünç istiyorum.” cevabı verildi. O da “öyleyse mesele yok” dedi. Ve üçyüz zırh verdi. Nevfel b. Haris b. Abdulmuttalib dahi üçyüz mızrak ödünç verdi. Hasılı Resul-i Ekrem, tedarikini ve hazırlıklarını tamamlayıp oniki bin, bazı rivayetlere göre belki biraz daha fazla bir kuvvetle Mekke’den çıkıp Huneyn tarafına doğru yürüdü. Bu askerin on bini zaten Mekke fethine katılan ashab, üst tarafı da Mekke’nin yerlilerinden yeni İslâm’a girmiş olan kimselerdi. Hz. Peygamber’in ordusunda seksen kadar da müşrik vardı ki, bunlardan biri de Safvan b. Ümeyye idi. Daha sonra alınan esirlerin altı bin kadar olduğu sahih rivayetlerle sabit olduğuna göre, İslâm ordusunun sayıca düşmanın toplamından daha fazla olmadığı anlaşılıyorsa da herhalde müslümanların o zamana kadar yaptıkları ve muzaffer oldukları en büyük savaş bu idi. O zamana kadar görülmedik bir sayı çokluğuna ulaşıldığı kesindi. İşte bu görülmedik kuvvet bazı müslümanların hoşuna gitmiş ve “Bu ordu yenilmez.” diyerek kendilerine büyük bir güven gelmişti. Rivayete göre, Seleme b. Selemeti’l-Ensari “Bu gün sayı azlığından dolayı asla mağlup olmayız.” demişti. Bu söz de Hz. Peygamber’in hoşuna gitmemişti. Bu sözü Hz. Peygamber’in söylediğine ilişkin rivayet ise zayıf bir rivayettir. Gerçi bu söz galibiyeti sadece sayı çokluğuna bağlı görmek mânâsından uzaksa da yine de sayı çokluğuna bel bağlamak anlamına gelmektedir. Oysa “Zafer yalnızca Allah’dandır.” âyetinin hükmünü gözetmemek gibi bir kibir ve gurur vardır ki, bu da yakışık almayan bir kusurdur. Âyette de uyarıldığı üzere, şimdiye kadar pek çok yerde nail oldukları zaferlerin hiçbiri sayı çokluğuna dayanmıyordu. Bu sefer müslüman askerlerinin sayı çokluğunu söz konusu etmeleri onlardan beklenen ihlas ve tevekküle aykırı düşen bir tutum olmuş oluyordu. Allah Teâlâ da Peygamberini muzaffer kılanın kendisi olduğunu göstermek için bu savaşta önce müslüman ordusunu hezimetle karşı karşıya getirmiş, gerçek anlamda sayı azlığından dolayı değil, fakat çokluğa güvenmekten dolayı onları yenilgiyle yüzyüze getirmiş, sonra da yine o durumdan kendilerini kurtarmıştır. Gerçekten de Huneyn Savaşı başlar başlamaz müslüman saflarında korkunç bir panik yaşanmış. Beni Süleym askerleri ile Mekke’den yeni müslüman olmuş bazı askerler Halid b. Velid kumandasında öncü kuvvet olarak önde gidiyorlardı. Beni Süleym ilerlemişti ve bir hamlede düşman üzerine hücuma geçmişlerdi. Bunu gören Mekkeliler de lâubali bir şekilde ganimet elde etmek üzere koşarlarken, önceden vadiyi tutmuş olan düşman kuvvetleri, gizlenmiş oldukları pusularından çıkarak birdenbire hücuma geçmişlerdi. Bu saldırı karşısında öncü kuvvetler öylesine bir bozguna uğrayıp kaçıvermişlerdi ki bu panik bir anda bütün İslâm ordusunu sarıvermişti. Bu haber kısa zamanda Mekke’ye bile erişmişti. İmanları zayıf olan bir çok yeni müslümanın kafaları karışmaya başlamıştı. Bu öyle bir bozgun olmuştu ki, merkezde Hz. Peygamber bile ancak birkaç yakın ashabıyla yapayalnız kalıvermişti. Oniki bin müslüman askerinin kaçmaya mecbur kaldığı ok sağnakları karşısında yalnızca Fahr-i kâinat Efendimiz fütursuzca ve telaşa kapılmadan soğukkanlılığını koruyabilmişti. Bir iman, sabır ve sebat timsali olarak peygamberlik mucizesini gösteriyor, ilâhî bir heyecan ve cesaretle bindiği düldülü düşmanlarının üzerine doğru sürüyordu, sanki bütün küfür dünyasına karşı tek başına savaşıyordu. “Ben peygamberim, yalan yok; ben Abdulmuttalib’in oğluyum.” diyor ve durmadan düldülünü düşmanın üstüne üstüne sürüyordu. Sürdükçe de önündeki kâfirler kaçıyordu. Onlar kendisine hamle ettikçe durup bekliyordu, sonra kendisi hamle yapıyordu. Rivayet olunduğuna göre, bu karşılıklı hamle on kereden fazla meydana geldi. Yalnızca amcası Abbas ve amcası oğlu Ebu Süfyan b. Abdülmuttalib ve onun oğlu Cafer ile Ali b. Ebi Talib, Rabia b. Haris, Fadl b. Abbas, Üsame b. Zeyd, Eymen b. Ubeyd ki, Eymen b. Ümmi Eymen’dir. Ehli Beyt’ten olan bunlarla bir de Ebubekir ve Ömer, Hz. Peygamber’in yanından ayrılmamışlardı. Resul-i Ekrem Efendimiz, yalnız başına düldülü düşman üzerine sürerken Ebu Süfyan da binek üzerinde gidiyordu. Amcası Abbas koşmuş, Hz. Peygamber daha ileri gitmesin diye düldülün dizginlerini tutmuştu.
26- Sonra Allah, Resulü’ne ve müminlere sekinetini indirdi: kalblerine sükunet veren rahmetini gönderdi… …Ve görmediğiniz askerler indirdi. Bunlar meleklerdir. Ancak sayılarının beş bin veya sekiz bin veya onaltı bin olduğu hakkında üç ayrı rivayet vardır. Muhtar olan kavle göre, bunların inmeleri, esasen müminlerin kalblerine güzel duygular telkin etmek suretiyle güç kazandırmak ve müşriklerin kalblerine de korku salmak içindi (Enfal Sûresi 8/9. âyetin tefsirine bkz.) O sırada Fahr-i âlem Efendimiz vadinin sağ tarafını tutup durmuştu. Hz. Abbas’ın sesi gayet gür olduğundan, ona “Ey Ensar, Ey Ashab” diye bağırmasını teklif etti. O da bağırıp şöyle seslendi: “Ey Akabede biat eden Ensar! Ey biatürrıdvanda ağaç altında dönmemek üzere ant veren ashab! Ey ashab-ı şecere (ağaç Ashabı) Ey ashab-ı Sûre-i Bakara (Bakara Sûresi’nin Ashabı)!” diye çağırdı. Ve nidalar biribirini izledi, sonra her taraftan “Lebbeyk, lebbeyk” sesleri gelmeye başladı ve kısa zamanda derlenip toparlandılar ve Hz. Peygamberin olduğu yere doğru koşup gelmeye başladılar. O vakit Hz. Peygamber bindiği hayvandan indi, “Ben o peygamberim, yalan yok. Ben Abdulmuttalib oğluyum dedi, sonra “Allahım bize yardımını gönder” diyerek Allah’dan yardım diledi ve dua etti. Semadan melekler inip Resulullah’a yardım ettiler. Bozulmuş olan asker öyle hızlı bir şekilde derlenip toparlandı ki, atları koşamayanlar inip koşuyorlardı. Kısa zamanda müminlerin hepsi tekrar Resul-i Ekrem’in yanında toplandılar ve yeniden savaş düzeni aldılar. O korku ve telaşı bir yana bırakıp bütün ciddiyetiyle cenge giriştiler. O vakit Resulullah baktı ve “Fırın kızıştı” buyurdu. Yerden bir avuç toprak alıp müşrikler tarafına doğru savurup attı “Bozguna uğrayın, Muhammed’in Rabbi hakkı için!” dedi. Ve hakikaten hezimete uğramışlardı.
İşte Allah o anda müslümanlara böyle yardım etti ve kâfirleri de azaba uğrattı. Cezalandırdı, öldüler, yaralandılar, esir oldular, pek acı bir yenilgiye uğradılar. Malları ellerinden gittiği gibi, gayrete getirici ve teşvik edici olur diye beraberlerinde getirdikleri çoluk çocukları ve zevceleri de müslümanların ellerine esir düştüler. Her şeylerini savaş meydanında bırakmak zorunda kaldılar. Bu da kâfirlerin cezasıdır.
27- Sonra Allah, yine de bütün bu olup bitenlerin ardından dilediğine tevbe nasib eder. Reisleri ve savaşta başkumandanları olan Malik b. Avfî Nadrî ile birlikte Havazin ve daha başkalarından birçoklarına nasib ettiği gibi, müslüman olmaya muvaffak kılar, ve Allah ğafurdur onların geçmişteki küfür ve masiyetlerine afv ü mağfiret eder, rahîmdir, onlara ayrıca rahmetinden ihsanda da bulunur.
Resul-i Ekrem, Huneyn ve Evtas’ta alınan esirlerin ve ganimet mallarının, Cirane’de muhafazasını emrederek Taif üzerine hareket etmişti. Onsekiz gün kadar süren Taif kuşatmasını kaldırdıktan sonra Cirane’ye döndüğünde erkekli kadınlı altı bin esir, yirmidört bin deve kırk binden ziyade koyun ve keçi ve dört bin okka kadar olduğu söylenen altın ve gümüş nakit toplanmış bulunmakta idi. Belki bir yerden esirlerini kurtarmak için müracaat vaki olur diye on günden fazla orada durup bekledi ve oyalandı. Kimse gelmeyince esirleri ve malları taksim etti. Daha sonra Havazin heyeti çıka geldi. Resulullah’a İslâm üzere biat ettiler ve “Ey Allah’ın Resulü, sen insanların en hayırlısı ve en çok hayır sevenisin, bizim eşlerimiz ve çocuklarımız esir edildi, mallarımız alındı.” diyerek, mallarının ve esir alınan yakınlarının kendilerine geri verilmesini istediler. Resulullah, “Yanımdakileri görüyorsunuz, sözün en hayırlısı en doğrusudur. Bekledim gelmediniz, şimdi iki yoldan birini seçiniz: Ya çoluk çocuğunuzu, ya da mallarınızı.” Bunun üzerine “Biz soyumuza hiçbir şeyi denk tutmayız.” dediler. Sonra Resulullah ayağa kalktı, müslümanlara hitaben şu konuşmayı yaptı. Allah’a hamd ü senada bulunduktan sonra ashabına dönerek, “Bunlar tevbe ettiler ve huzurumuza müslüman olarak geldiler. Biz de kendilerini çocukları ve eşleriyle malları arasında birinden birini tercih etmekte serbest bıraktık. Onlar da soylarına hiçbir şeyi denk tutmayacaklarını söylediler. Şimdi her kimin elinde bir esir varsa, gönül hoşluğuyla onu geri versin, böyle yaparsa ne âlâ, gönül rızasıyla vermek istemezse bize satsın ve onun karşılığını ödemek boynumuza borç olsun, ilk fırsatta onu ödeyelim.” dedi. Bunun üzerine hepsi bir ağızdan “Bu karara razıyız ve teslim ettik gitti.” dediler. Hz. Peygamber “Belli olmaz, belki içinizde razı olmayanlar vardır, temsilcilerinize söyleyiniz de bunu bize iletsinler.” diye buyurdu. Sonra temsilcileri de “Hepsi razı oldular.” diyerek ikrar verdiler. Bütün o esirler topluca serbest bırakıdılar ve kurtuldular. Ancak Safvan b. Ümeyye’ye düşmüş ve ondan hamile kalmış olan bir kadın geri verilmemiştir.
Taberani’nin rivayetine göre; bu âyette işte Hz. Peygamber’in esirleri serbest bıraktırması konusundaki rahmete işaret edilmiştir. Fakat görülüyor ki, burada daha önceki âyetlerde olduğu gibi mazi sigası değil diyerek muzari sıgası irad buyurulmuştur. Buna göre bunun esas ifade etmek istediği şey, bir sene önceki Huneyn Vak’ası’ndaki rahmet değil, bu kere, yukarıdan beri açıklanan Berâet ve özellikle cihadın dış görünüşüyle rahmet ve ihsana ters düştüğü zannı ile Öz babalarınız ve kardeşleriniz de olsa müşrik ve kâfirlere velayet verilmemesini emreden âyetin içyüzünde gizli olan rahmet ve gelecekte müslümanlara sağlayacağı faydayı açıklamaya yöneliktir. Hasılı mânâ şudur:
İmana karşı küfrü seven baba ve kardeşlerden velayeti kaldırmayı, hısım akrabadan ilişkiyi kesmeyi ve bütün müşriklere karşı bu kere ilan edilen berâeti ve cihad emirlerini gayet çetin bulup, hakikatte rahmet ve ihsan hedefine aykırı sanmayın. Huneyn Vak’ası’nda olduğu gibi, bunun sonucunda da bir çok kimseye tevbe nasib olacak ve nice nice mağfiret tecellisi ve rahmet meydana gelecek, nice fenalık ortadan silinip gidecektir.
Meâl-i Şerifi
28- Ey iman edenler! Müşrikler bir pisliktirler. Artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız Allah sizi dilediğinde lütuf ve ihsanıyla zenginleştirecektir. Allah gerçekten alîmdir, hakîmdir.
29- Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah’a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere alçalmış oldukları halde elden cizye verecekleri hale gelinceye kadar savaş yapın.
30- Yahudiler, “Uzeyir Allah’ın oğlu” dediler, Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğlu”, dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkâra sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!
31- Onlar, Allah’dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah’dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.
32- Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, Allah da razı olmuyor. Fakat kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlamayı diliyor.
33- O öyle bir Allah’dır ki, Resulünü hidayetle ve hak dinle bütün dinlere üstün kılmak için göndermiştir. Müşrikler hoşlanmasalar da
28-Ey müminler! Müşrikler pislikten başka birşey değiller. Müşrik olmaları bakımından onlar sırf pislik demektirler. Şirk manevî pisliklerin en fenasıdır. Ayrıca bunlar taharetlenmezler, gusül ve abdest nedir bilmezler, cenabet gezerler, maddi pisliklerden sakınmazlar. Ne bedenleri, ne elbiseleri pislikten arınmaz. Bu bakımdan da kendileri aynen ve bizzat pislik değilse de öyle denecek kadar pisliğe bulanmış ve batmış olan kimselerdir. Bundan dolayı da temiz değillerdir.
Bu mânâyı hakkıyla anlatabilmek için kasır suretiyle ve mübalağa sığasıyla “pislik” buyurulmuştur ki, ayniyle necasetten başka bir şey değiller demektir. Bundan dolayı Abdullah b. Abbas’dan müşrikler tıpkı “Köpek ve domuz gibi aynıyla necistirler.” diye, Hasan Basrî’den de “Bir müşrikle musafaha eden abdest alsın.” diye birer görüş varsa da günümüz Caferileri gibi bazı Şiî gruplardan başka bütün mezhepler bu iki kavlin aksinedir.
Zira öylesine ayniyle necis olsalardı hiçbir şekilde temizlenmeleri mümkün olmazdı. Halbuki onlar da iman ve taharet ile temiz olabilirler. Sonra şer’an da aklen de açıktır ki, bu hüküm insan olarak yaratılmaları açısından değildir, şirk gibi kendi kespleri açısından arızî bir durumdur. Bu husus çok açık ve âşikâr olduğu içindir ki, mübalağa sığasiyle ayniyle pislik olarak gösterilmelerinde bir belağat vardır. Yani müşrikler de birer insan olmak bakımından aynen ve doğuştan değil, müşrik olmaları dolayısıyla itikat ve amel yönünden pisliğe batmışlardır. Sanki bir pislik gibi iğrenilecek durumdadırlar. Dışarıdan pislikleri görünmese bile şirkleri sebebiyle manen pistirler. İşte bundan dolayı:
Bu seneden sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Yani bu ilanın yapıldığı iş bu dokuzuncu hicri seneden sonra onlar Mescid-i Haram’a yaklaşmaktan menedilmişlerdir. Siz müslümanlar da bu yasağın uygulanmasından sorumlu tutulacaksınız. Öyleyse onları Mescid-i Haram’a yaklaştırmayınız. Harem-i Şerif’in içine girmek ve orada herhangi bir hizmet ve görev yapmak şöyle dursun, hatta yaklaşmasınlar bile. Harem-i Şerif’in sınırından içeri adım atamasınlar bile. Bu mutlak hükme göre, hiçbir sebep ve maksada ve hatta seyahat ve elçilik veya muhakeme için de Harem dahiline sokulmamaları gerekir. Oraya girmeye ne hakları vardır, ne de liyakatları. Şu halde bu seneye kadar girmeleri mutad olanlar hakkındaki teamül, artık bu seneden sonra neshedilmiştir. Çünkü pistirler, maddeten olmasa bile manen pistirler. Acaba ayin ve ibadet dışında bazı faydalar ve işler için de Harem dahiline ve Mekke’ye müslümanların izni ve gözetimi altında girebilmelerine de cevaz yok mudur? İmam Malik Hazretleri demiştir ki, gerek Mescid-i Haram’a, gerek diğer mescidlere kâfirlerin girmesi yasaktır. Ancak Resulullah’ın, Medine’de Mescid-i Saâdet’te Sakif ve Necran heyetlerini kabul buyurduğu rivayetlerden bilindiğine göre, Mescid-i Haram’ın dışındaki mescidlere bazı hallerde girebilmelerine izin verilebileceği anlaşılıyor. Ve bu âyetteki Mescid-i Haram’a ait olan bu hükme diğer mescidleri de katmanın âyetteki sarahat ve kıyas açısından doğru olmayacağı da hesaba katılmalıdır. Bu yönüyle konu, daha ziyade yukardaki “Müşrikler, vicdanlarına karşı kendi küfürlerine kendileri şahit olup dururken Allah’ın mescidlerini imar etmeleri kabil değildir.” (Tevbe, 9/17) âyetinde mülahaza edilebilir. Halbuki orada da mutlak anlamda girme hakkıdır ki, bu da bazı hallerde müminlerin izniyle girmelerine engel sayılamaz. İmam Şâfii Hazretleri demiştir ki, kâfirler, özellikle Mescid-i Haram’dan menolunurlar. Bundan dolayıdır ki, devlet başkanı Mekke’de bulunsa, müşriklerden bir elçi gelse devlet başkanının onu Harem bölgesinin dışında Hil’de karşılaması ve kabul etmesi gerekir. Yine Şâfii mezhebine göre, gizlice Mekke’ye girmiş olan bir kâfir, orada ölse ve müslüman sanılarak toprağa verilmiş olsa da durum sonradan açığa çıksa, onun kemiklerinin çıkarılıp Harem dışına götürülmesi gerekir, demişlerdir. İmamı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin mezhebine göre, bunlar Mekke’de hac ve umreden yasaklanmışlardır. Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar demek, hacca ve umreye gelmesinler demektir. Zira Mescid-i Haram’a yaklaşmak, onunla ilgili olan işlere ve ibadetlere mahsus olmak açıktır ki, o da hac ile umredir. Nitekim yukarıda da anlatıldığı üzere bu dokuzuncu hicri senede ve hac gününde Hz. Ali bu berâeyi ilan ettiğinde, “Bu seneden sonra müşrikler haccetmeyecek.” diye tebliğ eylemiştir. Ve işte âyetin mânâsında bütün mezheplerce üzerinde ittifak edilen cihet de bu yasaklamadır. Yani hac içinde Harem dahiline girmelerine, Mekke, Arafat ve Müzdelife vesair yerlerde müslümanlarla birlikte hac menasikini icra etmelerine asla izin verilmez. O seneden sonra hac sırf müslümanlara mahsustur. Ve İslâm usulü üzere yapılacaktır. Şu halde başka mescidlere ve hacla ilgili olmayan hususlarda onlara izin verilebilir, ancak dikkatli olmak ve ihtiyatı elden bırakmamak şartıyla.
Denilebilir ki bu yasak, iktisadın kurallarına aykırı, halkın ticaret ve kazancına engel değil midir? Müşrikler Mescid-i Haram’a yaklaşmaktan menedilip hacdan kesilince onların bu çevreye sağlayageldikleri kâr ve faydalar da sona ermeyecek mi? Ve bu yüzden Hicaz bölgesi ve hatta bütün Arabistan halkı zarar görmez mi? Kâbe bu açıdan da “İnsanları ayakta tutan.” bir âmil, bir etken değil midir? Özellikle başlıca gelir kaynakları haccın bereketine bağlı bulunan bu “ot bitmez, ekin yetişmez” (İbrahim, 14/37) vadinin halkı geçim sıkıntısı çekmez mi? gibi birtakım sualler ve endişeler haklı olarak akla gelebilir. İşte bütün bu çeşit sorulara cevaben buyuruluyor ki;
Ve eğer fakir ve muhtac duruma düşmekten korkarsanız, Allah sizi ilerde kendi fazl u kereminden zengin edecektir. İnşaallah: Yani dilerse. Gerçekten de o seneden itibaren hayır ve bereket artmaya başlamış. Tebale ve Cüreş ahalisi gibi birçok bölge insanları müslüman olmuş. Mekke’ye eskisinden de fazla yiyecek sevkeylemişler. Sonra fütuhat devri başlayınca yeryüzünün her tarafından insanlar oraya akın akın gelmeye başlamışlar. Bütün bunlar Allahın emirlerinin icrasına bağlı olarak gerçekleşmiş bulunan ilâhî vaadlerdir. Bu vaadin inşallah ile takyid edilmiş olmasına gelince: Evvela bütün ümitlerin Allah’a yöneltilmesi hikmetine, sonra da her fert, her durum ve her zaman bu refahın değişmez birşey olmayacağına işarette bulunmak ve dikkat çekmek içindir. Şüphe yok ki, Allah alîmdir, ahvalinizi, içinizi dışınızı çok iyi bilir. Hakîmdir. Engellemesini de ihsanını da hikmetle yapar. Onun için siz ey müminler, ilâhî bilgiler ve ilâhî hikmetlerle verilmiş olan bu emirleri tutun, bu yasaklara uyun!
29- Ne Allah’a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah ve ahiret sözü etseler bile, gerçekte yüreklerinde ona yer vermeyen, dünya ilelebet kendilerinin olacak ve öyle kalacakmış gibi sanan, akıbet bir gün gelip yaptıklarından sorumlu tutulacaklarına önem vermeyen, Allah ve Resulü’nün haram kılmış olduğu şeyleri haram saymayan, (yani haramdan kaçınmayan, Allah’ın kitabında, Peygamberin sünnetinde ve hatta kendilerinin uyduklarını söyledikleri kitabın ve Peygamberin hükümleriyle haram olduğu kesin olan şeylerin haramlığını tanımayan, helâl veya haram her ne olursa olsun keyiflerinin istediği gibi, güçlerinin yettiği her şeye el uzatmayı mübah gören ve saldıran) ve hak dinini din edinmeyen, (dinleri varsa da hak din değil, hakperest değildirler) din diye tanıdıkları, itaat ve teslimiyet gösterdikleri şeyler varsa bile hakkı tanımak, hakka teslim olmak, hak yolunda yürümek, hak ve hukuku gözetmeyi din ve diyanetin en mühim amacı olarak bilmeyen, Hakk’ın hükümlerine, hak olan şeriatına itikat ve itaat edip hakkı ve hukuku korumayı, Hakkın hükümleriyle adalet icra edip, gerçek mabud olan Allah Teâlâ’ya ne zatında, ne sıfatında, ne de fiileri ve hükümlerinde hiçbir şerik ve nazir tanımadan, halık veya mahluk herşeye, herkese hakkını vermek demek olan bu hususlara hiç önem vermeyen, bu anlamda bir din ve diyanetleri bulunmayanlara karşı savaşın! Çünkü onların kendilerine göre dinleri varsa da bu gerçek anlamda hak din değildir. Hatta kısmen hak din de olsa, hakka mahsus olan halis bir hak din değildir. Onlar halis, muhlis hak din olan İslâm ile tedeyyün etmezler, hak şeriat ile amel etmeyi kabul eylemezler. Bundan dolayı dinleri batıldan ve haksızlıktan arınmış olmadığı gibi, dindarlıkları ve dinlerine bağlılıkları da hakkıyle bir dindarlık ve bağlılık değildir. Din namına bile birçok zulüm ve haksızlık yapmaya elverişli bir aşırılık, gulüvv ve taassup sahibidirler. Bu bakımdan hak ve hukuk gözetmeyen dindarlıkları da dinsizliğe eşit bir ahlâksızlıktır.
Çok dikkat çekici bir husustur ki, âyette “dînelhakk” “hak dini” buyurulmuştur. Bu ise “Hak din” deyiminden daha kuvvetlidir. “Hak dini” deyimi, hak dinin özünü ve mahiyetini gösteren bir tam ve kamil sınırı belirler. İslâm’ın en büyük ve kendine mahsus özelliği bulunan hakperestlik esasına dayanan, hukukun hükümlerini ve amacını, aynı zamanda dinin de en büyük amacı olarak tanıtan, Allah’ın hakkını, bütün hakların temeli ve başlangıcı sayan, umumun menfaatlarını hesaba katan, her şeyin ve herkesin kendine mahsus bir hakkı, bir hukuku bulunduğunu beyan ederek hakkın hakimiyetini ve hakların kutsallığını ilan ederek, hak ve hukukun gereklerine göre ödev ve görevlerin verilmesini ve seçim usullerini emredip bildiren hükümlerinin önemine özellikle tenbih yapılmıştır. Çünkü “Allah katındaki din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19) uyarınca Vâcibülvücud olan Allah katında din, İslâm’dan ibarettir. Yani dinin hakiki mânâsı Allah’ın emirlerine teslimiyettir. Ceza, sorumluluk vesaire gibi dinin öbür anlamları hep bu mânâdan çıkarılmışlardır. Şu halde teslimiyet neye ait ise o din ve diyanet de ona ait olmuş olur. Bu da batıl veya haksız, isteyerek veya istemiyerek olabilir. Bundan dolayı birçok haksız dinler veya dindarlık anlayışları bulunabilir. O halde Allah dini de Allah’a teslimiyettir. Yani keyfe göre bir teslimiyet değil, “İslâm, Allah için teslimiyet, Allah yoluna teslimiyettir.” Tam anlamıyla ve her türlü didişmeden uzak salim bir ihlas ile itaat ve bağlılıktır ki, bunda İslâm kelimesinin tazammun ettiği “silm = sulh” ve selamet mefhumlarının hepsi vardır. “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa ondan kabul olunmayacaktır.” (Âl-i İmran 3/85). Dinin anlamı böylece bilindikten sonra demek hak İslâm, hakkın emrettiği ve kabul ettiği demektir. Özellikle hakka teslimiyet ve bağlanmakla hakkın ahkamını severek ve isteyerek ve hiçbir burukluk duymadan uygulamaktan ibaret olan İslâm demek olduğu açıkça ortaya çıkar. Hasılı, bir dinin hak olabilmesi ve hak sıfatı ile anılmaya hak kazanabilmesi, Hak Teâlâ’ya izafet-i kâmile ile ait olmasına bağlıdır. Bu da kaynağı ve amacı ile yüzünü ve özünü hakka dönüp, herşeyden önce Hak Teâlâ’yı ve hukukunu tanıması ve ona özünü bağlamasıyla mümkün olur. “Biz gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi hak ile ve belli bir ecele göre yarattık.” (Ahkâf, 46/3) uyarınca her mahluka bir ecel-i müsemma ile beraber verilmiş olan bir hak bulunduğunu, o varlığın hakkına saygılı olmak Allah’ın hakkına saygılı olmak demek olduğunu bilerek Allah’ın kullarının hakkını ve hatta herşeyin hakkını, hakkın emirleri çerçevesinde vermeye hizmet etmek, din-i hak ile dindar olmak demektir. Her hakikatın sınırı, hukukunun sınırıyla ayakta durduğu gibi, dinin hakikatı da hakkın hakkı olmasında, hakkı da hakka tahsis edilmiş bulunmasındadır. Onun için hak dini olmayan, yani hak ile ilişkisi bulunmayan, hak meselesini gözardı eden ve hakkın emri olmayan bir din, hak din olamaz. Hakkı gözetmeyen ve onun gereklerini yerine getirmeyen bir dindarlık da hak dindarlık olamaz. Halbuki burada söz konusu edilenler hak dinini kabul etmezler, hakka teslim olmazlar, hak ve hukuku tanımazlar, haram helâl seçmezler ve haklara saldırırlar. Ayrıca izah olunacağı üzere, yalnızca kulların hukukuna değil, Allah’ın hukukuna, Allah’ın hakkı olan dinin kurallarına da saldırırlar.
İşte Allah’a inanmayan, ahireti hesaba katmayan, Allah ve Resulü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dinini din edinmeyenlere, yani kendilerine kitap verilmiş olanların bir kısmına, açıkçası şu üç sıfatla belirlenmiş olan imansız, saygısız ve haksız kimselere karşı savaşınız. Ta ki, kendi elleriyle getirip cizyeyi versinler, küçülmüş oldukları halde. Yani hak dini olan İslâm’ı kabul etmedikleri takdirde, kendilerine kitap verilmiş iken hakka karşı gelen, o haksız , saygısız ve saldırganların kuvvetleri tükenip İslâm eli, İslâm himayesi altına girmeyi ve buna karşılık cizye vermeyi kabul ve taahhüt edinceye, zimmetlerinde kesinleşmiş olan cizyeyi hazır elden, içinde bulundukları aşağı durumu unutmadan saygılı bir şekilde verecekleri hale gelinceye kadar savaşın. Ve böylece onlardan nüfus başına vergi alıp, Allah’a ve ahirete imandan ayrılmayarak ve harama el uzatmayarak, hakkı hukuku gözeterek, hak dinin emirlerini yerine getirin. Zira Allah’ı ve ahireti unutup onların yaptığını yapacak, haram ve helâl tanımayacak, Allah ve Resulü’nün haram kıldığı şeyleri haram saymayacak, kitap ve sünneti gözetmeyecek, hak dini ile amel etmeyecek olduktan sonra ne savaş yapmaya, ne de cizye almaya hakkınız olmadığı âşikârdır. Çünkü bu vasıflar cihad edenlerin değil, kendilerine karşı harb açılacak olanların özellikleridir. Cizye almanın değil, cizye vermenin sebepleridir. Böylelerinin hakkı zaten galibiyet değil, mağlubiyettir, cizye almak değil, cizye vermektir.
“Cizye”, borcunu ödedi demek olan fiilinden bir nevi borç ödeme anlamını ifade eder. Taahhüt sahibinin kendi ahdi gereğince vereceği vergi demektir ki, hayatının ve hürriyetlerinin korunması karşılığında zimmetlerinde terettüp eder ve o şartla ödenmesi gereken bir vergi olur. Bunun Farsça kelimesinin Arapça’sı olduğu da söylenmiş ise de bunda şer’î ve hukuki açıdan dikkate alınması gereken bir özellik yoktur.
“An yedin” kaydı şu mânâlardan her biri için geçerlidir:
1. Hazır elden, çekingenlik göstermeden itaat ve hürmetle, ayrıca takip ve tahsiline lüzum göstermiyecek şekilde elini uzatarak,
2. Elden, naklen ve geciktirmeden,
3. Her biri kendi eliyle, vekili veya bir diğeri aracılığı ile değil,
4. Eli iş tutandan, gücü yetenden, kesbe, kazanıp çalışmaya kadir olandan, büluğa ermiş olandan ki, kazancı ve geliri olmayanlardan aciz ve fakirlerden değil,
Bu dört mânânın dördünde de “yed” kelimesi cizyeyi veren el demek olur. Alan el olması açısından ise:
5. Üzerlerindeki elden dolayı, yani kendi kendilerine canlarını ve mallarını ve diğer hukuklarını korumaktan aciz olmaları sebebiyle üzerlerinde bulunan koruyucu elin himayesine muhtaç olmalarından dolayı, o elin hakkı olarak demek olur ki, buna göre “el” kudret ve iktidar mânâsınadır.
6. Uzatılan elden, yani onlara yapılan ihsandan ve in’amdan dolayı, çünkü mağlup olmak, kuvvet ve istiklalden mahrum kalmak pek büyük bir zillet ve musibet olmakla beraber, böyle bir zillet durumunda bile cizye vererek katile esaretten kurtulup hayat hakkına ve hürriyete kavuşmak, dinin icaplarını yerine getiren âdil bir hükümetin himayesi altına girmek de büyük bir nimete ve ihsana nail olmak demektir ki, bu da şükürle karşılanması gereken büyük bir nimettir.
Buraya kadar ileri sürülen mânâlar da bu nimetin hakkı ve gereğidir. Ve işte “an yedin” kaydı bütün mânâları açığa çıkardığı ve akla getirdiği için “zillete mahkum olmuş ve küçülmüş olarak” kaydı da o zillet halini ihtardır. Çünkü o zillet hatırlanmadıkça bu nimetin kadri bilinmez.
“Ahkâm’ül-Kur’ân”da Ebubekr Cessas demiştir ki; kaydından murad eza görmeleri ve güçlerinin yetmiyeceği sorumluluklara mecbur edilmeleri değil, sadece hafife alınmaları, itibar görmemeleri ve aşağılanmalarıdır…”
Hiç şüphe yok ki, himaye olunmak ne kadar şayan-ı şükran bir nimet olursa olsun, himaye eden durumunda olmanın şerefi ve üstünlüğü karşısında yine de küçüklükten, zillet ve minnettarlıktan başka birşey değildir. Görülüyor ki, bu âyette cizye ehl-i kitap hakkında varid olmuştur. Ancak mecusilerin de bundan yararlanmalar “Onlara ehl-i kitaba uygulanan usulü uygulayınız.” hadis-i şerifi gereğincedir. Onların cizye ödeme konusunda ehl-i kitap gibi oldukları hakkında görüş birliği vardır. Ancak onların kestikleri yenmez ve kadınlarını nikahlamak da haramdır. Bu durum hadisi şerifin devamı ile üzerinde ittifak edilmiştir. Maide Sûresi’nin bu konuyla ilgili “Bugün size pak nimetler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl olduğu gibi, sizin yemeğiniz de onlara helâldir.” (Mâide, 5/5 âyetine bkz.) Mecusilerin dışında kalan diğer müşriklere gelince: Yukarıdaki âyetlerde onlar için yalnızca İslâm zikredilmiş, cizye ödemelerine izin verilmemiştir. Burada da zaten cizye ehl-i kitaba mahsustur anlamına gelen bir tahsis, bir hasr yoktur. Bundan dolayıdır ki, mesele ictihada bırakılmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre; cizye mutlak olarak ehli kitaptan ve Arap olmayan müşriklerden alınır, fakat Arap müşriklerden alınmaz, onlara ancak İslâm’a girmeleri teklif edilir. Ebu Yusuf’a göre; ehli kitap olsun veya olmasın Arap’tan alınmaz. Lâkin Arap olmayanların ehl-i kitap olanlarından da müşrik olanlarından da alınır. İmam Şafii’ye göre; Arap olsun, Arap dışı olsun ehl-i kitaptan alınır, gerek Arap, gerekse Arap dışı putperestlerden alınmaz. İmam Malik ve Evzai ise “küffarın her türlüsünden alınır” demişlerdir.
30-Şimdi ehl-i kitap içinde Allah’a ve ahirete iman etmeyen kimseler bulunur mu? diye sorulacak olursa işte ispatı ve izah Yahudiler, “Uzeyr Allah’ın oğludur.” dediler. Yahudilerden böyle söyleyenler olmuştu. Rivayet olunduğu üzere, Resulullah’ın huzuruna Yahudi hahamlarından Sellam b. Mişkem, Numan b. Evfa, Şas b. Kays, ve Malik b. Sayf gelmişlerdi ve bunu söylemişlerdi. Fenhas b. Azura adındaki hahamın “Allah fakirdir, biz zenginiz.” diye söylediği de ayrıca nakledilen rivayetler arasındadır. Daha eski devirlerde de buna benzer şeyler söyleyenler olmuştu. Bunun sebebi de yahudiler, Tevrat ile amel etmeyi bırakmışlar, peygamberlerini de öldürmeye başlamışlardı. Tevrat’ı bilen kalmamış, kimi ölmüş, kimi öldürülmüş, kimi de unutmuş gitmişti. Allah Teâlâ onu onların kalblerinden silmişti. Nihayet Tevrat ve Tabut (kutsal emanetlerin bulunduğu sandık) ortadan kaldırılmıştı. Daha sonra Uzeyr Aleyhisselam, yüz senelik ölümden sonra, Allah’a tazarru ve niyaz etmiş, Tevrat’ın hıfzı kendisine ihsan olunarak, genç yaşında İsrailoğulları’na gelmiş ve ezberden Tevrat’ı yeniden yazmış. Ve işte o vakit “Bu başka türlü olmaz, muhakkak bu Allah’ın oğludur.” demişler ve daha sonra hıristiyanların “İsa Allah’ın oğlu” sözüne bir kapı açmışlar. Bu âyet nâzil olduğu zaman da yahudiler “Biz böyle bir şey söylemeyiz, bunun aslı yoktur” diye hiçbir itiraz ve inkârda bulunmamışlardır. Ancak bu meselede olsun üzerlerinde İslâm’ın harp tehlikesinin büyük bir tesiri olmuş ki, daha sonraki yahudilerden bu söz işitilmez olmuştur. Şu halde hepsi değilse bile içlerinden bazıları bir zamanlar “Uzeyr Allah’ın oğlu” dediler. Nasara da “Mesih Allah’ın oğlu” dediler. Esasen bunu söyleyenler de bir kısım hıristiyanlar ise de sonradan hemen hepsi böyle söylemeye başladılar ve hatta böyle söylemeyenleri kâfirlikle itham ettiler. Mâide Sûresi’nde verilen bilgilere bakınız (Mâide 5/72,73). İslâm’ın doğuşuna kadar bunlar bunu nesil ve evlat anlamına oğul olarak söylüyorlardı, sonra içlerinden bazıları bunun “Beytullah” tabiri gibi, sırf şeref ve itibar mânâsına bir izafet, bir mecaz olduğunu iddia etmeye başladılar…
İşte o, yani yahudi ve hıristiyanların “Allah’ın oğlu” sözü ağızlarıyla söylenmiş sözleridir. Bu, onlara başkaları tarafından isnad olunmuş bir iftira değildir, bizzat kendi ağızlarından çıkmış olan bir sözdür. Fakat öyle bir söz ki, gerçekte hiçbir ciddi anlamı olmayan boş bir sözdür, kuru gürültüdür, çelişkili ve saçma sapan bir şeydir. Onlar da zaten bunu bir mânâyı belirlemek için değil, mânâsı anlaşılmaz bir laf olarak söylerler. Bunu söylemekle bundan önce küfre düşenlerin sözlerine benzerler. Daha önce sözü edilen müşrikler de “Melekler Allah’ın kızlarıdır.” diyerek kâfir oluyorlardı ki, yahudi ve hıristiyanların bu “oğul” cinsinden sözleri de tıpkı ona benzer, onun gibi bir küfür ve şirktir. Şu halde bunlar ehl-i kitaptan olmakla beraber müşriklere benzerler. Bu açıdan müşrik sayılırlar ve Allah’a mümin değil kâfirdirler. Allah onları kahretsin. Arap dilinde bu bir bedduadır ki, bundan kıtalin kendisi değil, gereği olan helak, kahr ve lanet kastedilir. Türkçe’de de biz bunu şu deyimlerle ifade ederiz: Allah belalarını versin, Allah canlarını alsın, Allah kahretsin, Allah’ın kılıcına uğrasınlar. Bunlar nereden çeliniyorlar? Nereden baştan çıkarılıyor, nasıl oluyor da hak yoldan çevriliyorlar? Allah’a oğul isnad etmek gibi fahiş bir yalan ve iftiraya, bu kadar açık bir küfre ve şirke nasıl saptırılıyorlar? Nereden, hangi noktadan, ne gibi sebeplerden ve ne yüzden bu kötü durumlara düşürülüyorlar? Bakınız şu hale:
31- Allah’dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler”. Allah’ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah’a tapar gibi taptılar, hatta Allah’ı bırakıp onlara taptılar, Allah’ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah’ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah’ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler. Allah’ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar, “yapın” dediklerini de yapmadılar. Allah’ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler. Onlara, Allah’ın emirlerini uygulayan, O’nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz’etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular. Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî’nin oğlu Adiy demiştir ki: “Resulullah’a geldim, boynumda altından bir haç vardı, ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı, Resulullah Berâetün Sûresi’ni okuyordu, bana “ya Adiy şu boynundaki veseni at” buyurdu. Ben de çıkardım attım. “Allah’tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler.” anlamına olan âyetine geldi, ben, ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi, dedim. Resulullah buyurdu ki: “Allah’ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah’ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?” Ben de “evet” dedim. “İşte bu onlara ibadettir.” buyurdu.
Rebi’ demiştir ki, “Bu rablık İsrailoğulları’nda nasıl idi?” diye Abdul’âli-ye’ye sordum. O da “Genellikle Allah’ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı.” dedi.
Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona “rab” adını vermiş olmak şart değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Şu halde burada din âlimlerine, ulul’emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah’ın emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi âlimleri ve yöneticileri demek olan “ahbar” ve “ruhban”a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor? Şeklinde düşünmeye gerek yoktur. Çünkü burada sözü edilen şey, Allah için itaat ve teslimiyet değil, “min dunillah” olan, yani Allah’ın emrine ters düşen itaattir. Gerçekten de ilmî hakikatleri kabul ve âlimlere itaat etmek ve saygı göstermek Allah’ın emridir. Ve Allah’ın emrine itaat de Allah’a itaattır. Fakat bu doğrudan doğruya değil “Allah’a, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.” (Nisa 4/59) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere Allah’a ve Resulü’ne itaatın bir bölümü olarak ve ona bağlanarak yapılacak olan bir itaattır, Allah’a ve emirlerine rağmen bir itaat değildir. Allah için bir itaat demek, Allah’ın emirleri doğrultusunda olan, en azından mahluka itaatte yaratıcıya isyan bulunmayan bir itaat demektir. Böyle bir itaat halıka isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, hakkın emrine uygun düşmesinde ve daima Allahın rızasını araştırmasında, hakkın ahkâmını tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen Allah’ın hukukuna aykırı olan, Allah’ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve âlimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür. Ulu’l-emr olmaları sırf bilgileri ve ilmî haysiyetleri bakımındandır. Yani emredilen marufu tanımaları, uyulacak âyetin hükmünü iyi bilmeleri ve ondan elde edilecek mânâyı iyi kavramaları sebebiyledir: “Bunların hüküm çıkarmaya gücü yetenleri elbette onu anlarlardı.” (Nisâ, 4/83), “Allah’ın kulları içinde O’ndan en çok korkanlar âlimlerdir.” (Fâtır, 35/28) özelliklerini taşımaları ve “Eğer bilmiyorsanız, ilim ve hikmet ehline danışınız.” (Nahl 16/43) buyurulduğu üzere, âlimlerin ehl-i zikir olmaları bakımındandır. Âlim, bilgi sahibi olması bakımından hiçbir şeyin değil, ancak hakkın kuludur. Delillerin ve hakkın âyetlerinin emrindedir. Lâkin delilin şerefi bizzat kendinden değil, medlulü olan hakka delalet etmesi ve hakkın açığa çıkmasına yardımcı olması yüzündendir. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmî haysiyetten mahrum birer tağutturlar. İlme ve ilmin ortaya koyduğu verilere, Hak Teâlâ tarafından yaratılmış gerçekler olduğu bakımından itaat, Allah’ın emrine itaat ve hakkın farizasını yerine getirmektir. Hakka bağlı olduğu müddetçe ilme ve âlime uymamak ilim ve ulema düşmanlığıdır. Ancak Allah’ın emirlerini gözardı ederek âlimlerde velev cüz’î bir hüküm vazetme yetkisi bulunduğunu, hatta bir zerrenin bile hükmünün yerini değiştirmeye yetkili olduklarını kabul ve teslim eylemek Allah’dan başkasına bir rablık hissesi vermektir, onları “min dunillah” (Allah’ın gerisinde) rab edinmektir. Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah’ın emrine aykırı olduğu açık olan hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah’ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan, onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah’ı bırakıp başkalarına tapmak demektir. Maalesef yahudiler ve hıristiyanlar işte böyle yapmışlardır: Ahbar ve Ruhbanlarını Rab edinmişlerdir. Onlara gerçekten Rab dememişlerse bile Rab yerine koymuşlardır. Dinde hüküm koyabilme haklarının olduğuna inanmışlardır. Hele Hıristiyanlık tarihinde ruhban sınıfının kutsal tanınması ve papaların hata etmez sayılması daha fazla resmiyet kazanmış olan çok açık bir durumdur. Bunların din işlerinde yetkili ve dinde her türlü tasarrufa salahiyetli olduklarını, ruhani meclislerin kararlarıyla ve papanın emriyle dinin ahkâmının ve kitabın kesin emirlerinin değiştirilecek derecede te’vil ve tebdil, hatta tahrif olunabileceğini, namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin, haram ve helâl ile ilgili bütün kuralların ve meselelerin istenilen şekle konulabileceğini, her türlü günahın affedilebileceğini, hatta cennet ve cehennem anahtarlarının papazların elinde olup, bunların isteyene satılabileceğini ve bütün bunlara hiç kimsenin itiraza hakkı bulunmadığını iddia ve kabul edecek kadar imtiyazlar tanımışlardı ki, bu âyet işte bütün bunları hatırlatmakta, muaheze etmektedir. Adiy ile ilgili olan hadisi şerif de bunun asgari ölçüde bir bakıma tefsiridir. Hıristiyanlıkta ruhban sınıfının böyle bir imtiyaz ve hakimiyetle “min dunillah” (Allah’ın gerisinde) Rab edinilmelerine “klerikalizm” adı verilir. Daha sonra bundan şikayetle Protestanlık zuhur etmiştir. Mâide Sûresi (âyet 64, 65)’ne bakınız. Daha sonra bu Rablık imtiyazı, ruhban sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere geçmiştir. Bundan başka protestanlar da dahil olduğu halde, ilk devir hıristiyanları içindeki muvahhidlerden ilgisiz olarak, genelde hıristiyanlar arasında yaygın hâl almış bir şirk vardır ki, bütün diğer şirk çeşitlerinin temelini teşkil eder. Şöyle ki:
Meryem oğlu Mesih’i de Rab edindiler. Hıristiyanlar rahiplerini Rab yerine koyduktan ve onların lafıyla “İsa Mesih Allah’ın oğludur.” dedikten başka bir de “Meryem oğlu Mesih Rab’dır.” diye tutturdular. Ona böyle üçüzlü bir inançla mabud ve ilâh diye taptılar. Rab kabul edip, Rablığı onda topladılar. Oysa onlar, hakikatte bir tek ilâha tapmak ve ancak ona ubudiyet etmekle emrolunmuş idiler ki O’ndan başka ilâh yoktur. Onların hepsi; yahudisi, hıristiyanı, hahamları ve papazları, akıl delilleriyle ve Allah kitaplarının ortaya koyduğu naslarla, ilâhî hükümlerle başkasına değil, sadece ve sadece Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Mesih aleyhisselamın diliyle Allah’a ibadet ediniz ve O’na aykırılıktan sakınınız. Benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet ediniz. Kim Allaha şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılacak ve yeri cehennem olacaktır.(Mâide, 5/72) buyurulmuştu. Bakara Sûresi’ne (âyet 87 ve 253) bakınız. Böyle iken bunlar bu hak emrinin aksine hareket ederek bir olan Allah’dan başka Rablar da edindiler. Allah’a ve emirlerine karşı geldiler. Kendi nezahet-i sübhaniyyesiyle tenzih O’na, o şirk koşanların şirkinden. Yani, onlar müşriklere benzemekle kalmıyorlar, bilfiil müşriklik de ediyorlar ve Allah’a şirk koşuyorlar. Allah Teâlâ’nın uluhiyetinin şanı ise gerek gizli, gerek açık her türlü şirk şaibesinden uzaktır. O, kendi ezeli nezaheti ile münezzehtir. O’nun zat-ı sübhanisi hiç kimsenin tenzihine muhtaç olmadan, O kendisini, onların açık ve gizli şirk koşmalarından tenzih eyler. Şu halde Allah Teâlâ, onlardan da “berî”dir, onların şirklerinden de.
32-Bunlar Allah’a ve ahirete imandan o kadar uzak bulunuyorlar ve öylesine kâfirlik ve imansızlık ediyorlar ki, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah nurunun, yani uluhiyetin hakkıyla tecellisini istemiyorlar, ondan hoşlanmıyorlar. Sanki püf deyip söndürüvermek arzu ediyorlar. Ağızlarına bakmadan böyle bir cinayet peşinde koşuyorlar. Allah olmasın, olsa da işlerine karışmasın, hakkın nuru parıldamasın, dünyayı aydınlatmasın, hüküm kendilerinin olsun arzusunu besliyorlar. Yalanla, inkârla, yaygara ve propagandayla hak ve hakikat söner, Allah’ın hükmü açığa çıkmaz gibi farzediyorlar. Allah kelâmını ortadan kaldırmak, tevhid dininin yayılmasına mani olmak, ilâhi hükümlerin akışını durdurmak, Allah’ın kitabını Resulullah’ın peygamberliğini iptal etmek, Allah’ın kullarını laf ile, ağız kalabalığı ile kendilerine kul etmek, kendi haksızlıklarına alet edip karanlıkta boğmak istiyorlar. Allah ise öyle istemiyor, her ne olursa olsun, nurunu parlatmadan, onu tamamlamadan bırakmak istemiyor, ille de parlatmak istiyor kâfirler hoşlanmasalar da. Allah, hakkı açığa çıkarmak, tevhidin nurunu parlatmak, İslâm’ı yüceltmek ve aziz etmek istiyor ki, bunun açıklaması şudur:
33- O, odur ki, yani gücüne ve kudretine sınır olmayan Allah, o kâdir-i mutlak ve kayyum olan Allah, öyle bir Allah’dır ki, O, kendi Resulünü, hidayetle ve hak dinle gönderdi. “Muttakilere mahza hidayet olarak” âyeti uyarınca takva ehlinden olanlar için ayniyle hidayet ve bir tevfik rehberi olarak, mahza istikamet olan kitab-ı mübin ile, Kur’ân-ı azimüşşan ile Resulü Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) peygamberlik verip, hak dini ile gönderdi. Gerçekten de her yönüyle hakka tapmak demek olan, haktan daha kutsal bir şey tanımayan, hakka tapmaktan başka bir ibadet, hak sevgisinden başka bir sevgi, hak korkusundan başka bir korku tanımayan, Allah’ı bir, Peygamber’i hak peygamber ve bütün hakları saygıya layık bilen, her işde, her hususta hakkı gözeten, her şeyin hakkını, Hak Teâlâ’dan gelmiş gören, her hususta hakkı izleyen İslâm dini ile gönderdi ki, neticede onu her dine karşı izhar etsin, hepsinin üstüne çıkarsın. Resulü’ne karşı mücadeleye ve itiraza kalkışacak olan diğer dinlerin mensuplarına Resülünü galip getirsin, hakkın her kuvvete üstün olduğunu ve “Allah katındaki dinin, din-i İslâm’dan ibaret” (Âl-i İmran 3/19) bulunduğunu ve hak dinin, diğer dinleri neshedip geçersiz kıldığını, bu neshi bilfiil ispat ve ilan ederek (Bakara, 2/106) gerçeği yerine yerleştirsin ve tevhidi ilan eylesin. Bütün iman ve taatını hak noktasında toplamayan, din meselesini, hak ve hukuk meselesinin dışında tutan, heva ve heveslere kapılıp batılın peşinde koşan ve haksızlık yollarında dolaşan, bütün hamdin, her türlü ibadetin ancak Rabbü’l-âlemin ve maliki yevmiddin olan Allah Teâlâ’nın hakkı ve ancak O’na mahsus olduğunu teslim etmeyen, şu halde Hakk’a ve halka hakkını vermeyen ve hakkına göre muamele etmeyen dinlerin “Mal ve evladın bir fayda vermeyeceği, ancak Allah’a temiz bir kalble gelmenin fayda sağlayacağı bir günde” (Şuara, 26/88,89) Hakk’ın rızasını kazandırıp, ebedi selamet bahşedecek hak bir din olamıyacağını, gerçekte Allah’ın hak peygamberinin getirdiği hak dinin dışında başka hiçbir dinin hak din olamıyacağını, herşeyin hakkının Hak Teâlâ’ya nisbetle geçerlilik kazanacağını, hayat hakkının ancak Hakk’ın hayatı ile ayakta durabileceğini gün ışığına çıkarıp tamamen izhar eylesin, velev müşrikler istemeseler de. Onlara rağmen bu izharı yapsın diye gönderdi. Binaenaleyh Resulünün gönderiliş hikmeti olan bu izharı mutlaka yapacak ve Resulünü görevinde mutlaka başarılı kılacaktır. Şirki ve küfrü perişan edecek, hak dinin tevhid dini olduğunu ve Allah’ın hakkının hiçbir ortaklık kabul etmediğini gösterecek ve nurunu tamamlayacaktır. Bu ne bir şiir, ne boş bir hayaldir. O hak peygamberi gönderen Allah Teâlâ’nın hak vaadi olan bir hakikattır. Gerçekten de “Bu gün size dininizi kemale erdirdim, nimet ve ihsanımı tamamladım” (Maide 5/3) buyurulduğu gün, bu ilâhî vaad gerçekleşmiş ve hakikat nuru ortaya çıkmış bulunuyordu. Ne putperestlik, ne Sabiîlik, ne Mecusilik, ne Yahudilik, ne de Hıristiyanlık hiç biri İslâm’ın karşısında duramıyor ve tutunamıyordu. O günden itibaren bütün âleme karşı şu hakikat tamamen açıklık kazanıyordu ki, Allah’dan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür. Hak din ve diyanetin bütün üsvesi, bütün örneği Muhammed’de, hidayetin bütün sırları Kur’ân’da, bütün hüküm Allah’dadır. Zuhur ve galebe hakkı ne Arab’ın, ne Acem’indir, ne de şu veya bu dinindir. Ancak Allah’ındır ve Allah Resulünün getirip hakkiyle tebliğ ettiği ve uyguladığı hak dindedir: “İslâm yücedir, onun üstüne yükselecek başka birşey de yoktur”. Diğer dinlere sarılanlar sarıldıkça batacak, hak dine sarılanlar sarıldıkça yükselecek. Şayet İslâm’a mensup olanlar geri kalıp düşüş gösterirlerse İslâm’a sıkı sarılmalarından değil, ona iyi sarılmayıp, riayetsizlik ettiklerinden ve bu hususta diğer dinlerin mensuplarına benzediklerinden, hakka itaatı bırakıp, haksızlık, fısk, irtidat, dinsizlik ve inançsızlık vadilerine saptıklarından dolayı olacaktır. Çünkü “Allah kâfir olan kavme hidayet etmez.” (Bakara, 2/264), “Allah zalim olan kavme hidayet etmez” (Bakara 2/258) olduğu gibi, yine aynı şekilde “Allah fasık olan kavme hidayet etmez.” (Mâide, 5/108) ilâhî açıklamaları mevcuttur. Yerde ve gökte gönül rızasıyla olmasa da zorla dahi olsa sonuçta hak galip gelecektir. Eninde sonunda hakka boyun eğmeyecek, ona yenilmeyecek hiçbir kimse ve hiçbir kuvvet yoktur: “De ki, Allah’ın dininden başkasını mı arıyorsunuz ki, o Allah’a göklerde ve yerde ne varsa, ister istemez hepsi boyun eğmiştir ve hepsi O’na dönecektir.” (Âl-i İmran 3/83)
Fakat bu hahamlarla rahipler niçin hakkın nurundan hoşlanmıyorlar da ifke ve iftiraya sebep oluyorlar?
Meâl-i Şerifi
34- Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, yahudi hahamları ile hıristiyan rahiplerinin bir çoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Bir de altın ve gümüşü hazineye doldurup, onları Allah yolunda sarfetmeyenleri bu yüzden acıklı bir azap ile müjdele!
35- O gün o altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak (onlara): “İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi şimdi tadın bakalım şu biriktirdiğiniz şeyin tadını!” denilecek.
34- Ey müminler! Şurası bir hakikattır ki, yahudi hahamlarıyla hıristiyan rahiplerinden bir çoğu, hepsi değilse de muhakkak ki bir çoğu insanların mallarını batıl bir şekilde yiyip geliyorlar. Yok yere, sebepsiz bir şekilde, haksız yollardan, meşru olmayan maksatlarla halkın mallarını, paralarını alıyor, hakları olmadıkları halde onlardan yararlanıyor, servetler yığıyorlar, ve Allah yolundan insanları engelliyorlar. O servetlerle ve o batıl intifa maksatlarıyla halkı kendilerine bağlayıp, tağyir ve tahrif ettikleri, değiştirip durdukları din kurallarına uymaya zorluyorlar, onları İslâm’dan, doğruluktan veya Tevrat ve İncil’de yazılı olan gidişattan menediyorlar. Böylece halka fena bir örnek oluyorlar. Sanki para ile her şeyin çaresi bulunabilirmiş veya para uğruna her şeyi yapmak mübahmış gibi. Hatta hak ve hukuk değişebilir, günahlar affolunabilirmiş de haram helâl demeden para kazanmak, hazineler yığmak gerekiyormuş gibi bir duygu ve düşüncenin halk arasında yaygınlaşmasına sebep oluyorlar, insanları böylece hak yolundan saptırıyorlar, kötü örnek olup baştan çıkarıyorlar. Ve onlar ki, altını ve gümüşü kenz yaparlar. Toplayıp sımsıkı saklarlar, tıkız ederler. Altın ve gümüşün hakkı, insanlığın faydası açısından yaratılış hikmeti, mübadele vasıtası olması, yani para olarak alışverişi kolaylaştırması ve Allah’ın kullarının gerçek ihtiyaçlarına harcanmasıdır. Üstelik “Sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir nimet, bir devlet ve kuvvet olmamasıdır.” (Haşr 59/7). Para bütün halk arasında tedavül etmelidir ve ihtiyaçların ehem olanı mühim olanına, şiddetlisi hafifine tercih edilerek güzelce harcanmalıdır. İhtiyaçların önceliklerine göre sarfedilmesi gerekirken bazıları onu ya çarçur eder, ya da tedavülden çekerek, gömerek veya herhangi bir yerde gizleyerek, yığar ve sımsıkı saklar, ve bunları Allah yolunda sarfetmezler. Allah için hakkını vermezler. Allah yolundan engellemek için mallarını sarfedenler şöyle dursun, bunlar parayı toplayıp saklamak suretiyle Allah yolunda sarftan menederler. Bu paralarla Allah yolundan saptırmak için para harcayanlara karşı mücadele etmek varken, bunlar tutarlar parayı hiçbir işe yaramaz hale getirirler, tatil ve iptal eylerler. İşte bunlar yok mu? Kim olursa olsunlar, gerek o haham ve papazlardan, gerek onlara uyup, onları örnek alıp para saklayanlardan olsun, gerekse zekatlarını vermeyen ve paralarını saklayan müslümanlardan olsun işte onları, elem verici bir azapla müjdele, ey Muhammed.
35- Bu azap o gün ki, o altınlar ve gümüşler, üzerlerinde yakılacak cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak. İşte bu sizin nefisleriniz, kendi öz canlarınız için sakladıklarınız şeylerdir, şimdi tadınız bakalım şu saklayageldiğiniz şeylerin tadını, bakınız bakalım tadı nasıl imiş denecek.
Şimdi bunları dinleyip anlayanlar “Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlara savaş açınız!” emrini acaba ne zaman yapalım diyecek olurlarsa, herşeyden önce vakit tayin edebilmek için zaman ve takvim meselesini düzeltmek ve tesbit etmek şartıyla bunun icabına göre her zaman için aynı zamanda ve birlikte yapılmasının lüzumuna işaret edilmek üzere buyuruluyor ki;
Meâl-i Şerifi
36- Doğrusu, Allah katında ayların sayısı oniki aydır. Gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah yazısında (böyle yazılmıştır). Bunlardan dördü haram aylardır. Bu da doğru olan dinin hükmüdür. Bu sebeple bunlar hakkında nefislerinize haksızlık yapmayınız. Müşrikler size karşı topyekün savaştıkları gibi siz de onlara karşı topyekün savaş açın. Ve iyi bilin ki, Allah müttakilerle beraberdir.
37- O “Nesi'” (denilen bir haram ayı geciktirmek âdeti), olsa olsa küfürde fazlalıktır ki, kâfirler onunla şaşırtılır, onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah’ın haram kıldığının sayısına uydursunlar da Allah’ın haram kıldığını helâl kılsınlar. İşte böylece kendilerine kötü işleri güzel gösterildi. Allah da kâfir olan bir kavmi doğru yola iletmez.
36- Allah katında (yani Allah’ın hükmünde geçerli olan şey), ayların adedi muhakkak ki, oniki ay olmasıdır. Ki şunun bunun uydurması, faraziye ve nazariyesi veya kabulü ve benimsemesi değil, Allah’ın şu gökleri ve yeri yarattığı günkü kitabındaki kaydı, o gün yazılan yazının hükmü ve o gün yazdığı yazının ve takdirin gereği ve hak takviminin hükmü olarak, Allah tarafından kararlaştırılıp yazılan yazısında bu böyledir. Bunlardan dördü haram aylardır. Dört hürmetli aydır ki, bunlarda yapılan günahın cezası, işlenen ibadet ve taatın sevabı öbürlerinden daha fazladır. Önemli aylar olmaları sebebiyle öbür aylardan daha fazla saygı gösterilmesi lazımgelen ve “Sana haram aylarda savaş yapmayı sorarlar. De ki, o aylarda savaş yapmak büyük günahtır.” (Bakara, 2/217) buyurulan aylardır. Meşhur tarifi ile “üçü serd, biri ferttir”. Hz. Peygamber Veda Hacc’ındaki Eyyam-ı teşrik (teşrik günleri) ortasında Mina’da irad buyurduğu meşhur hutbesinde bu dört ayı beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Bir sene oniki aydır, bunlardan dördü haram olan aylardır, üçü ardarda gelen Zilka’de, Zilhicce ve Muharrem’dir, biri de Mudar kabilesinin Recebi’dir ki o da, Cemaziyel Ahir ile Şa’ban ayı arasındadır.” İşte şimdi zaman Allah’ın yarattığı ilk günkü şeklini almış oldu. Yani zaman üzerindeki haksızlık ortadan kalktı, senenin ayları üzerinde oynamalara son verildi aylar ilk yaratılıştaki gibi yerli yerine oturdu, yaratılıştaki periyoduna girdi, herbiri ne ise o oldu, Zilhicce Zilhicce oldu. Muharrem Muharrem oldu ve hac kendi zamanında yapıldı. Çünkü bir önceki seneye kadar nesiy yapıldığından, Ebubekir’in başkanlığında yapılan dokuzuncu sene haccı bile Zilhicce sayılarak Zilka’de’de yapılmış idi. İşte şimdi bütün bu haksızlıklar ortadan kalktı ve hatta her bakımdan zaman yeni bir döneme girdi.
İşte budur sapasağlam din. Daha önceleri yapılan Nesiy değil, dinin doğrusu budur. İşin aslı ve kadim usul budur. Her üç senede bir ay ilave ederek senenin aylarını onüçe çıkarmak, bazı seneler haram ayların yerlerini değiştirerek yapılan Nesiy değil, doğrusu işte budur. İslâm dininin ahkâmına göre, tutulması gereken doğru hesap işte budur. Çünkü bu, sırf beşerî bilgilerle, bir takım itibari hesaplarla ortaya çıkan ve nazari veya farazi esaslara oturtulan bir hesap değil, şu görülen bütün âlemin tümünün yaratıldığı cisimlerinin hareketleriyle sayıları hesap edilmiş, bizzat yaratılışın üzerine yerleştirilmiş olan bir takvimdir. Ayın, güneşin ve yerin hareketine bağlı bulunan ve Gökyüzü ile Yeryüzü var edildiği ilk gündenberi düzenlenmiş bulunan ve “Ve Biz gece âyetini mahvettik, gündüz âyetini de çevrenizi görebilmenize müsait kıldık…” (İsrâ, 17/12) uyarınca gece âyeti olan ayın tedricen mahvedilmesiyle yeryüzünden bakıldığı zaman onun ölçülerine yani, büyüyüp küçülmesine bir düzen verildiği gün başlayan hilal değişimlerinin cari olduğu bu âlemi yaratan Allah Teâlâ’nın takdir ve takvimi ile sabit olan ve o gündenberi koyduğu nizam olduğu gibi sürüp gelen ve herkes için Ayın Hilali ve Bediri kadar açık ve aşikar olan ve kıymetini yaratıcısından alan, fıtrata uygun, açık, anlaşılır ve dosdoğru bir hesaptır. Üstelik bu bir şeriattır. Ta İbrahim ve İsmail aleyhimesselam zamanlarından beri Araplar buna veraset yoluyla bağlı ve riâyetkâr olagelmişlerdir. Cahiliyye devrinde bile “eşhuru hurum”e saygı gösterirler ve saygıdan dolayı bu aylarda savaş yapmaktan sakınırlardı. Hatta bir adam babasının veya kardeşinin katiline rastlasa, ona saldırmaz, kötü söz bile söylemezdi. “Nesî” dedikleri değişikliği ihdas edinceye kadar bu yasağa saygı, bir dindarlık ve geleneğe bağlılık üzere sürüp gidiyordu. Yerli yerinde, zamanı zamanında bu yasağa saygı ibadet ve taat olarak yeniden geçerli olmak üzere, haccın Zilhice’de yapılması icap etmekteydi, nitekim öyle oldu.
Buna göre bu aylarda nefislerinize zulmetmeyiniz. Evvela uydurma sayılarla ve asılsız hesaplarla aylar hakkında kendi kendinizi aldatmayınız. Allah’ın tayin ettiği vakitleri değiştirmeye kalkmayınız. Nesi gibi ileri geri bir takım hayali itibarlarla haramı helâl, helâli haram yapmak haksızlığında bulunmayınız. O zaman Zilhicce ayı Muharrem’in yerine gelir, Muharrem de Safer olur. Bunlar birbirlerinin yerine kaydırılabilir sanmayınız. Sonra oniki ayın hepsinde de haramdan, günahtan ve haksızlıktan, özellikle birbirinize zulmetmekten sakınınız. Özellikle bu saygın aylarda büsbütün sakınınız. Bununla beraber müşrikler nasıl size karşı topyekün savaş yapıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız. Yukarıda beyan olunduğu üzere hangi kesimden ve hangi cinsten olursa olsun müşriklerin hepsi cemaatlarıyla birlikte size karşı savaşa giriştikleri ve savaşmayı alışkanlık haline getirdikleri gibi, siz de hepsine karşı bütün müminler bir araya gelerek, hepiniz birlik olarak onlara karşı topyekün savaş açınız. Bu emirde şu ayda veya bu ayda gibi bir kayıt yoktur. Bu ayların hürmetinin mânâsı, Allah için olan cihadın yasaklığı değildir. Müşrikler tarafından bu hürmet ihlal edildiği takdirde, bu yasağı korumak için Allah yolunda savaşı bile göze almanın gerektiğini açıklamaktır. Haksız olan savaş her zaman ve her ayda haramdır. Şu halde haram olan aylarda daha fazla haramdır, “bunlarda savaş büyük günah ” olduğunda şüphe yoksa da haram helâl tanımayan ve fırsat buldukça diledikleri gibi kıtal ve saldırıdan çekinmeyen müşriklere karşı genellikle Allah için savaş emri, belli bir mekan ve zamanla sınırlı değildir. Bu her ne zaman ve hangi ayda icap ederse o zaman icrası farz olan ve terki ve tehiri caiz olmayan bir emirdir. Bu emre uymak da en büyük taattir. Bunun terkinde veya tehirinde nefislere zulüm vardır ve büyük tehlikeler söz konusudur. Zira “Fitne savaştan daha büyük beladır.” (Bakara 2/217). Zulümden korunmak da haram olan aylara saygısızlık değil, bilakis ayniyle saygıdır. Hasılı Haram Aylar, hakikaten saygı gösterilmeye ve savaş yasağına uyulmaya layık olan aylardır. Herhangi bir sebeple saygısızlık yapıp bu yasağı delmek ve ihlal etmek pek büyük günahtır, nefislere zulümdür. Fakat müşrikler bunların hürmetini ihlal ederler. Yukarıdan beri yapılagelen açıklamadan anlaşılacağı üzere bunlar da iki türlüdür. Bir kısmı hiç hürmet tanımaz ve yasak dinlemez. Bu ayların hürmetli aylar olduğuna inanmaz. Hangi ayda olursa olsun fırsat bulduğu anda saldırıya geçmekten, Allah’ın nurunu söndürmeye çalışmaktan ve boş yere can yakmaktan ve mukaddesata saldırmaktan çekinmez. Bunlar Arap müşrikleri dışında kalan müşriklerdir. Bir kısımı da vardır ki, mesela Arap müşrikleri, “Eş-huru Hurum” denilen yasak ayları tanırlar, bu aylarda savaş yapmanın, cinayet işlemenin haram olduğunu bilirler ve buna inanırlar. Bununla beraber Allah’ın emrettiği ve istediği ölçüde titizlikle riayet etmezler. Allah’ın ayları üzerinde hesap oyunları yaparak onları değiştirmeye kalkarlar. Böyle yaptıkları için bunlar da fırsat bulurlarsa, öbürleri gibi haram aydır veya Mescid-i Haram’dır demeden, mesela müminler Arafat’ta iken bile saldırıya geçip onları doğramaktan çekinmezler. Bunlara meydanı boş bırakmak ve hürmetlerin en ziyade korunması gerektiği Haram Aylar’ın hürmeti adına bütün hürmetlerin çiğnenmesine, hürmetin hürmeti yok etmeye vesile edilmesine fırsat vermemek gerekir. Buna fırsat vermek nefislere zulümdür. Nitekim bu anlamda olmak üzere Bakara Sûresi’nde “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayınız.” (Bakara 2/195) buyurulmuştur. Burada bu dört ayın hürmetini, cahiliye devrinde olduğu gibi müşrikler tarafından suistimal edilmemek, daha doğrusu müşriklerin bunu suistimal etmelerine meydan vermemek gerektiği üzerinde duruluyor. Bu yasakların hakkıyle uygulanmasına engel olabilecek şirk ve cahiliye devri âdetleri ve gelenekleri lağvediliyor. Bu aylardaki savaş yasağının Allah yolunda cihada engel sayılmaması, cihad emrinin durumun icabına göre ve düşmanların tutumuna göre uygulanması gerektiği, ancak bunun zaman ve mekan ile bağlı bir emir olmadığı konusuna dikkat çekiliyor. Zamana ve mekana bağlı olmayarak “Müşrikler size karşı nasıl topyekün savaş yapıyorlarsa, siz de onlara karşı topyekün savaşın.” buyurulmuştur ki, bu âyetin yukarısına olan bağlantısı şöyle bir mukadder suale cevap mahiyetindedir: “Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlara karşı savaşınız!” emrini ne vakit yerine getirelim? Cevap şu ki, Allah’ın vakitlerini değiştirmemek, yasaklara saygılı olarak, zulüm ve haksızlıktan sakınarak, hangi ayda olursa olsun icab ettiğinde, hiç gecikmeksizin topyekün savaşmak üzere savaş açınız. Şu halde çoğunluğun dediği gibi, bundan anlaşılır ki, “Haram Aylar” kavramında cahiliyye devrinin ne olursa olsun savaş yapmama telakkisi ortadan kaldırılmıştır. Çünkü Allah için olmayan ve cahiliyye devrinde sürüp giden haksız adam öldürmeler İslâm dininde her ayda ve her zaman yasaktır. ‘den murad, müşriklerin yaptığı savaşlardır. Allah yolunda yapılacak olan cihad ise her zaman için haklara hürmetin icabı olan en büyük bir itaattır. “Onları nerede yakalarsanız” (Bakara, 2/191 ve Nisa, 4/91) ile “Onları nerede bulursanız” (Tevbe, 9/5) buyurulmuştur. Hill ve harem mekanda genellik ifade ettiği gibi, bu âyet de zamanda mutlaklık ifade eder. Bundan dolayı buradaki “dördü Haram aylardır” dan maksat bu sûrenin başında geçen “Şu haram aylar geçince” ve “Yeryüzünde dört ay daha gezip dolaşsınlar.” âyetlerindeki dört ay değildir. Yukarıda da geçtiği üzere Hz. Peygamber’in Veda hutbesinde açıklanan dört aydır. Ancak Ata’dan naklen bildirilmiştir ki, gerek Harem-i Şerif’de, gerek Haram aylarda düşman hücuma geçip saldırmadıkça, yani önce düşman savaşı başlatmadıkça gaza etmek helâl değildir. Bunlarda kıtalin haramlığı neshedilmemiştir.
Gerçi bu yasak bütün yönleriyle ele alınmayıp, sadece genel anlamda haram olma mânâsına alınacak olursa diye haram ayların haramlığı takrir buyurulması buna uygun gibi zannedilebilir. Bundan dolayı “Bunlarda nefislerinize zulüm yapmayın!” nehyinin mânâsı, bu haram aylarda başlangıçta savaşı helâl saymak suretiyle kendinize zulmetmeyiniz, demek olduğunu zannedenler de olmuştur. Cahiliyye devrinde alışılmış olan şekavet (terör) savaşlarına göre bu anlayış doğru ise de hakkın emri olan nefislere zulüm değildir, zulmü akamete uğratmak için yapılması gereken cihad söz konusu olduğunda bu doğru değildir. “Savaşınız!” emrine de aykırıdır. Nefislerin zulmü, savaş açısından ele alındığı takdirde doğrusu bu âyete şöyle mânâ vermek gerekir: “Bu haram aylarda cihadı terk veya tehir etmek suretiyle düşmanlarınızın size savaş açmasına meydan verip, kendinizi kıtala uğratarak nefislerinize zulmetmeyiniz.”
Bilfiil saldırıya geçen bir düşmana karşı, savunmayı terk etmekte işte böyle nefisleri kıtale ve zulme maruz bırakmak mânâsı bulunduğu gibi, haram helal, hukuk ve mukaddesat tanımayan ve fırsat bulduğu zaman hiç acımadan saldıracağı bilinen Allah düşmanlarının saldırısına meydan vermekte dahi aynı mânâ bulunmaktadır.
Bu suretle âyette hak takvimi ile ayların sayıları tesbit edildikten ve haram ayların haramlığı yeniden karar altına alındıktan sonra, haramın esas gereği ve hak dinin mânâsı canlara kıymaktan sakınmak şeklinde özetlenmiş ve bundan haram aylarda cihadın yasak olduğunu anlamamak ve bilakis bu hak ve hürmetin ihlali söz konusu olduğu zaman, bu yasağı korumak için cihadın gerekli olduğu ve böylece cihad emrinin haram veya helâl aylara bağlı olmadığı bir mutlak nass ile hükme bağlanmıştır ki:
“Size karşı topyekün savaş açan müşriklere karşı siz de topyekün savaşın!” ve her zaman hep böyle yapın. Ve biliniz ki, Allah muttakilerle beraberdir. Her hususta böyledir. Şu halde yapacağınız savaşta da hep hakkı gözeten, Allah rızasını düşünen, helâl ve haramı tanıyan, şirk ahlâkından, keyfi hareketlerden, zulüm ve haksızlıktan, günahlardan, emre itaatsizlikten sakınan, vazifesini bilen kimseler olunuz.
Allah’ın emrine uyarak hepiniz hep birden uyum içinde ve topluca hareket ediniz. Hakkıyle korunursanız Allah’ın yardımı ve nusreti sizinle olacak, sizin gibi müttakilere yar olacaktır. Böyle olursanız başarıya ulaşacağınızdan hiç şüphe etmeyiniz.
37- O Nesi (denilen o tehir, yani ayı geriletme) işi küfürde bir ziyadelikten başka birşey değildir.
“Nesî’ “: kelimesi, lugat, örf ve şeriat açısından üç ayrı anlama gelir:
Lugat bakımından “nesî” hem masdar, hem sıfat olarak kullanılır. Herşeyden önce fiilinden masdar olarak gelir ki, esas anlamı tehir, etmek geri bırakmak demektir. Nitekim kırâetinde demektir. Alışverişte “veresiye” demek olan ismi de yine bu kökten gelir. Bazı hallerde gecikme bir ilave ile ilgili olur. O da ya tehirin gereği veya sonucu olur. Mesela eceli tehir etmek, ömrü arttırmak, ömrü uzatmak demektir. Bir seneye bir ay ziyade etmek demek, ertesi seneyi bir ay geciktirmek demektir. Yahut bunun aksine birinci seneden bir ay eksiltmek, ertesi seneyi bir ay erken başlatmak suretiyle ziyadeleştirmek demek olur. Bundan dolayı “nesî” masdarı da bazan ziyade etmek mânâsına kullanılırsa da esas mânâsı tehirdir. Ve bunda ziyadenin hiç bulunmadığı haller de olabilir. Mesela aynı sene içinde Muharrem ayı, Safer, Safer ayı da Muharrem farzedilerek, bir geriye bırakma ve öne alma yapılırsa sene yine oniki olarak kalmış olur, bir eksiklik veya fazlalık olmaz. Bundan dolayıdır ki, âlimlerin çoğunluğu, öne alma ve geriye bırakma mânâsını değil, örfi ve şer’î anlamda esas olan en kesin mânâ olarak “tehir” mânâsını önemle vurgulamışlardır. Sonra “nesî”, bu tehir mânâsından “fail bimânâ meful” olarak yani gecikmiş mânâsına sıfat olmuştur. Maktul mânâsına gelen “katîl” de böyledir. Bundan başka fail vezninde fail olarak “nâsi” yani tehir eden mânâsına da olabilir. Nitekim şehid, şahid demek de olabilir, meşhud demek de olabilir. İkinci olarak örfle ilgili anlamda da Nesîy kelimesi yine bu üç mânâ ile ilgili bir isimdir. Birincisi masdar mânâsından alınarak bir özel tehirin ismidir ki, ayı tehir etmek demektir. Şöyle ki:
Araplar ötedenberi ayları gerçek yönüyle kamerî aylar olarak tanıyor, seneyi de gök ayı senesi olarak oniki ay sayıyorlardı. Hangi isimlerle sayarlarsa saysınlar ayları ve seneleri kamerî idi. İbrahim ve İsmail aleyhimesselam zamanından beri bu oniki aydan dördünü haram aylar olarak biliyorlar ve bu aylardaki savaş yasağına saygı gösteriyorlardı. Bu aylarda birbirleriyle savaş yapmıyorlar, ibadetle meşgul oluyorlardı. Bu aylara o kadar hürmet ediyorlardı ki, hatta bir adam babasının katiline bile rastlasa ona el uzatmıyor, dokunmuyordu. Bu dört haram ayın ise Zilka’de Zilhicce, Muharrem üçü”Serd”, yani bir dizi, dördüncüsü olan Recep de tek başına idi. Böyle ardarda gelen üç ay boyunca savaş yapmamak, bütün gelirleri gazvelere, çapul ve ganimet elde etmeye bağlı olan bazı kabilelere zor gelmeye başlamıştı. Bundan dolayı gazve yapabilmek için bunlardan birini tehir ederek araya boş zaman koymaya çalışmak için ayların tertibi üzerinde oynamışlardı. Böylece oniki ayda dört aylık yasağı daha da küçültmek, haccı da işlerine gelen belli bir mevsimde tutabilmek için altı ayda birer hafta olmak üzere, yirmidört ayda, yani iki senede bir ay kazanmaya çalışarak o seneyi onüç ay hesabıyla daha uzatmışlar. Dört aylık haram aylardan üçünün birarada gelmesini önlemek için söz konusu dört haftayı ikinci senenin sonuna bir ay olarak eklemişler ve o seneyi onüç ay olarak kabul etmişlerdi. Buna göre bu onüçüncü ay senenin sonuna eklendiğinden Zilhicceden sonraki ayın da Muharrem olması gerekirken, araya sokuşturulan o bir ay yüzünden Muharrem ayı Safer yerine kaydırılmış oluyordu, ve bütün aylar bulunması gereken yerlerinden bir ay geriye atılmış oluyorlardı. Bundan dolayı o ilave aya “Safer-i âhir” adı verildiği gibi, bu tehir işine de “nesîy” deniliyordu. Tehire uğrayan Muharrem’e de “Nesîy” deniliyordu. Bu onüç aylık sene de Nesîy senesi olmuş oluyordu. Böylece özellikle eşhuru hurum denilen yasak ayları bölmeyi hedef tutan bir nesîy geleneği ihdas edilmiş idi. İki sene bir ay sayılması gereken yirmibeş ay, tamamı tamamına iki sene sayılmış, ancak bunlardan birinci sene oniki, ikinci sene de onüç olarak kabul edilmişti. Böylece bir ay göz göre göre iç edilmişti. Oniki ay içinde dört olan eşhuru hurum yerlerinden oynatılmakla kalmamış oniki buçukda dört nisbetine düşürülmüştü. Ve bu minval üzere her iki senede bir ay ilavesiyle yapılan nesîy geleneği sayesinde yirmi beş senenin de bir senesi çalınmış oluyordu. Her yirmi beş sene içinde bir sene ortadan kayboluyor ve kaynayıp gidiyordu. Böylece yirmi beş senede bir sene yok edildiğinden o senenin haccı da umresi de, öteki ibadetleri de yapılmamış oluyordu, hürmetleri de terk ediliyordu.
Buna göre hac ancak birinci oniki aylık sene ile onu izleyen ilk onüç aylık nesîy senesinde kendi vaktinde yapılmış oluyordu, ondan sonraki yirmiüç senenin hac ve hürmetleri hep vaktinin dışında yapılmış oluyordu. Ve bu süre içinde ayların hürmetleri tamamen gerçek vaktinin dışında kalıyor, esas hürmet zamanlarına denk gelen yasak günleri de ister istemez çiğnenmiş oluyordu. Ancak yirmi beş sene sonra, yani yirmi altıncı senenin ayları tekrar yerli yerine kendi zamanına denk gelmiş oluyordu. Ve ancak o zaman hac ve hürmetler doğru olarak kendi zamanlarında yapılabiliyordu. İşte Hz. Peygamber’in Veda Haccı, söz konusu nesî’in sona erip yeniden ayların yerli yerine geldiği böyle bir senede yapılmıştı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu iki âyet gereğince nesî’i iptal edip “Muhakkak ki zaman dönüp dolaşıp, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı ilk günkü şeklini ald” buyurmuştu.
Hasılı örfte masdar mânâsı ile “nesî” böylece ayı geriye almak, ertelemek demek olan özel bir anlam taşır. Araplar arasında sürüp gelen şekli, bu tehirin esas mahiyeti değil, bir özel şekli idi. Bunun Araplar arasındaki uygulamasından başka türlü uygulamaları da mümkündür. Her erteleme bir nesîy ile ilgilidir. Fakat her nesîin Arap’taki şekli gibi olması gerekmez. Çünkü nesîy ayların ve senelerin sayısında hiçbir fazla ve eksik söz konusu olmadan Muharrem’i Safer, Safer’i Muharrem, Ramazan’ı Şaban yapmak gibi bir takım takdim ve tehirlerle de yapılabilir. Halbuki bu şekilde yapıldığı zaman, seneye ay ilave etmek gibi birşey yoktur. Beyan olunacak şer’î mânâ açısından bu nokta çok önem taşıdığı için tefsircilerin çoğunluğu nesî’in esas mânâsının ziyadeye mahsus olmayıp, özellikle tehir demek olduğunu önemle belirtmişlerdir.
Böylece nesî’in birinci örfi mânâsı anlaşıldıktan sonra gelelim ikinci örfi mânâsına:
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı üzere bir de tehir edilen ayın kendisine dahi verilen bir isimdir ki, bu da lugattaki “faîl bilmânâ mefûl” anlamına kullanılmaktadır. Yine yukarıda verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Araplar arasında bu anlamda “nesîy” Safer yapılan Muharrem ayı oluyordu. Gerçi Muharrem Safer’e tehir edilmekle senenin bütün ayları kendilerinden sonraki ayın yerine geçiyor ve hepsi tehire uğruyordu. Bundan dolayı da bu ayların hepsine “nesîy” adı vermekte lugat açısından hiçbir engel yoktu. Fakat onların tehire uğraması bizzat ve ilk olmak dolayısıyla değildi, en baştaki Muharrem ayının tehiri sebebiyle oluyordu. İşte bundan dolayı “Nesîy” tabiri, hepsinin tehirine sebep olan Muharrem ayı için kullanılıyordu. Daha açıkçası nesîy, asıl Muharrem’den ibaret de değildi, bir sene onüçüncü ay olarak Safer son sayılıp Muharrem’i Safer’e, Safer’i Rebîulevvel’e doğru kaydıran ve diğer sene sayılmayıp Saferi Muharrem saydıran ve bütün ayları dolaştıktan sonra onbirinci senede Zilhicce’yi Muharrem saydıran, onikinci senede ise bütün bir seneyi yuttuktan sonra Muharrem’i asıl Muharrem olarak kendi yerine getiren aydır. Bu ay Kamerî seneden büyük olmak üzere asıl itibar edilen Kamerî olmayan senenin Kamerî aylarından fazla olan ve bir aya bağlı olmayan günlerini başlangıçta hesaba katmayıp, ertesi seneye bir ay olarak eklenen ilave ay demektir. Bu hesaba göre bu ilave ay ikinci bir Safer ayı sayılırdı.
Böylece Muharrem “Nesîy” olur ve tehir edilmiş olurdu. Muharrem ayının “nesî’i” hesaba alınıp kaza edildiği sene de bu tehir edilmiş olurdu. Bundan dolayı müfesirler, bu “nesîy” ayını bazen Safer, bazen Muharrem diye isimlendirirler ki, Muharrem’den murad asıl Muharrem değil itibari Muharrem olduğu gibi, Safer’den murad da Safer-i ahir demektir ki, bu ay Safer sayıldığı sene, Safer ayı Muharrem, Rebîul’evvel de Safer sayılmış olurdu. Ve yine bundan dolayıdır ki, “Kamus”da bu anlamda “Nesî” kelimesi “Nesîy, Cahiliyye Arapları’nın tehire uğrattıkları aydır.” diye tarif edilmiştir. Birçoklarının görüşüne göre, örfte nesî’in bu mânâsı bir önceki mânâ’nın da esasıdır. Birinci mânâda daha ziyade “nesa” veya “insa” daha çok bilinen mânâdır. Bunlardan başka “ennesîy” ismi, “feîl bi mânâ fâil” olarak nesî hesaplarını yapan ve bunu ilan eden “nesîci”ye ünvan olarak dahi kullanılmıştır. Bu anlamda “nesîy” “nâsiy” demek olur. Gerçi mânâ çok kullanılan bir meşhur mânâ değildir. Hatta bunu birçokları zayıf bulup reddetmişlerdir.
İşte cahiliyye devri Arapları arasında bilinen ve kullanılan “ennesîy” ismi, sırasıyla bu mânâlarda müşterek olarak kullanılıyordu. Ve bu âyet, bunlardan her birine teker teker işareti içeriyor ve hepsini birlikte iptal ediyordu. Öyle sebeplere ve özelliklere dayanarak iptal eylemiştir ki, bütün bunların sonucundan, şeriatın mutlak olarak haram kılıp tekfir ettiği genellikle geniş anlamlı ve kapsamlı bir nesiy yasağı ortaya çıkmıştır ki, bununla yalnızca cahiliyye devri Arapları’nın geleneği olan söz konusu özel nesîy değil, aynı zamanda benzer illet ve sebeplerle yapılabilecek bütün nesîy türlerinin hepsinin küfür demek olduğu ortaya konulmuştur.
Bu âyetin öncesi ve sonrası göz önünde tutulduğu zaman nesî’nin burada şer’î anlamda kullanılmış olduğu görülür ki, asıl üzerinde durulması gereken mânâ da budur. Bu da âyetten bütün açıklığı ile anlaşılır ki, Arap geleneğinde mevcut olan bütün nesî çeşitlerinin hepsinin batıl olduğunu ortaya koymaktadır. Bu mânâ Muharrem ayının haramlığını bir başka aya tehir etmek, yani o ayda olduğuna itikad etmek diye tarif edilmiştir. Bu tarif gerçi doğrudur, fakat eksiktir. Âyetin öncesi ve sonrası göz önüne alınarak hasıl olacak mânâyı şöyle tarif etmek gerekecektir: Allah’ın haram kıldığı herhangi bir haramı helâl kılmak maksadıyla vakit tehiri, hatta o maksatla olmak üzere yapılan herhangi bir tehir veya ilave nesîydir. Şer’i hükümlerin ilgisi mükellefin fiili olduğundan, şer’i mânâlarda aslolan masdar mânâsıdır. Örfte isterse ikinci mânâ daha meşhur olsun. Âyette en açık olan mânâ masdar mânâsıdır. Zira belli ki, küfr olan nesîy, nesîy yapılan ay veya nesîy yapan kişi değil, nesîy işinin kendisidir. Bunun için müfessirler bu âyetteki nesîy kelimesinin doğrudan doğruya açık olan mânâsının masdar mânâsı olduğu geciken ay mânâsına alındığı takdirde ‘deki ziyade küfre sebeptir gibi bir tevil gözetilmek lazım geleceğini ve nesîy yapan mânâsına “nasi” olarak alınmasının da esasen meşhur olmadığını, o takdirde de “küfürde ileri gitmiş, fazla kâfir” şeklinde tevil edilmek gerekeceğini ihtar etmişlerdir. Bununla beraber, bu mânâlar âyetten ibare ile olmasa bile işaret ile anlaşılacağında da şüphe yoktur. Çünkü fiilin hükmü, failin ve mefulun hükmünü de açıklar. “Onu helâl sayarlar” ifadesindeki zamirin açıkça aya raci olmasıdır. O ihlal eden, yani helâl kabul eden kimselerin de nesîy işini yapanlar olması açıktır. Bunlar “nesîy” kelimesinden işaret yoluyla çıkan mânâlardır. Öyleyse bu üç mânâ derecesine göre şöyledir:
1- Nesîy yapmak küfürde ziyadelikten, aşırılığa gitmekten ibarettir. Ondan başka bir şey değildir. Zira haramı helâl saymak küfürdür.
2- Nesîy ayı ziyade küfre sebeptir. Çünkü birçok haramları helâl saymaya sebeptir.
3- Nesîy yapan küfürde ileri gitmiş, fazla bir kâfirdir. Nesîy yapmakla kâfirleri büsbütün saptırır. Allah’ın haramlarını helâl yapmak için haram ayı, bir sene helâl, bir sene haram yapar. Seneden seneye değiştirir dururlar.
Bir de Verş ve Ebu Cafer kırâetlerinde “ya” harfinin teşdidiyle hemzesiz olarak okunur. Bunda da iki vecih vardır: Birisi den ‘den kelimelerinde olduğu gibi “hemze”nin “ya”ya kalbedilmesiyle ‘ün muhaffefi olmasıdır ki, ekseri dil bilginlerinin görüşü budur. Diğeri ise “Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.” (Tevbe, 9/67) âyetinde olduğu gibi terk mânâsına gelen “nisyan”dan “mensil”, yani metruk demek olup, diğer bir açıdan nesîy ayının ismi olmasıdır. İbnü Abbas, “Bir sene terk ederler, bir sene de Muharrem yaparlardı.” demekle bu mânâyı göstermiştir. Demek ki, ayın tehiri açısından olan mânâyı ifade eden bir isim olduğu gibi, de terki açısından olan mânâyı ifade eden bir isimdir. Gerçekten de yukarıda açıklandığı üzere iş yalnızca bir tehir ile kalmıyor, bir de terki gerektiriyordu. Bundan dolayı yirmi beş senenin bir senesi tamamen terk edilip sıvıştırılıyordu. Bu mânâyı ismi açıkça ifade etmediği halde bilhassa bu mânâyı ifade etmektedir. Şu halde bu nesiyy ismi bir vakitler Türkçe’de deyim olmuş olan “Siviş senesi” tabirine benzemektedir. Ve âyette mefhumu “Onu bir sene helâl, bir sene de haram sayarlar.” ifadesinin mefhumu da “Allah’ın haram kıldığını helâl sayarlar.” ifadesinin sonucunda gösterilmiş demektir ki, meâli şu demek olur: “O nesiy” kasten unutulup boş bırakılan ve terk edilen o mensi ve metruk ay, o siviş ayı “küfürde bir ziyadeden başka birşey değildir.” Yani sanıldığı gibi bir kazanç değil, küfrü arttırmaya yarayan bir sebeptir. Kâfirlikte daha ileri gitmek, normal küfürden daha fazla küfür yapmak ve yaptırmak için ziyade kılınmış bir aydır. Bununla, yani “nesî” veya “nesiyy” ile kâfirler idlal olunurlar.” Normal küfürlerine ilaveten sapıklıktan sapıklığa sürüklenirler.
Nâfî, İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Âsım’dan Şube ve Ebu Cafer kırâetlerinde “ya”nın fethi ve “dad”ın kesriyle (yadillu) okunduğuna göre, bununla kâfirler dalalete düşerler. Yani bu öyle bir şeydir ki, bunu kâfir olanlar yapar ve bu yüzden de küfür üzerine küfür ekleyerek büsbütün sapar giderler. Yakub kırâetinde yalnızca “dad”ın kesriyle “yudillu” okunduğuna göre üç mânâ söz konusudur: “Bununla kâfirler idlal yaparlar.” Yani kendilerine uyanları büsbütün yoldan çıkarırlar, yahud ayları tehire uğratarak ve ekler yaparak nesiy yapan o nesici, bu nesiy fiili ve ayı ile kâfirleri daha beter azdırır durur. Yahut “Allah bununla kâfirleri dalalete düşürür.” Şöyle ki:
Onu (o nesî’i yahut nesî ayını, yani o tehir edilen veya siviştirilen ayı), bir sene helâl, ve bir sene haram sayarlar. Aynı ayı bir sene helâl, yani hürmetsiz bir ay kabul ederler, ertesi sene aynı ayı haram, yani hürmetli ay sayarlar. Mesela birinci sene Muharrem’e Safer derler onu helâl ay sayarlar, ertesi sene de onu haram aylardan ilan ederler, hürmetli bir ay sayarlar. Bunun nasıl bir çelişki ve şaşırtmaca olduğu meydandadır. Halbuki bu ay gerçekte ya helâl aydır, ya haram aydır. Helâl ise haram sayılması, haram ise helâl sayılması küfürdür.
Dikkat etmek gerekir ki, bu ifadede yalnızca Araplar’ın yaptığı nesî’in değil, genel olarak nesî’in sonucundan doğan bir özellik vardır. Çünkü dinî ibadetlerde esas olan zaman ölçüleri hep kamerî senedir. Bunun üzerine fazla veya eksik her hangi bir başka sene itibar edildiğinde, kamerî seneye göre aylar ya ileri, ya geri olmak üzere bir miktar farkedecektir. Bundan dolayı bu uygulamadan gün ölçüsüne bağlı olan namaz gibi ibadetler fazla etkilenmezse de hac ve oruç gibi yıla bağlı ibadetler ve diğer işler önemli ölçüde etkilenecek ve hiçbiri kendi vaktinde yapılamayacak. Şu halde bir sene helâl sayılan bir ay, ertesi sene -velev kısmen olsun haram sayılmış olma durumuna düşer, kısmen de olsa bazı sapmalar meydana gelir. Ve birtakım çelişkili durumlar ortaya çıkar. Mesela yahudi ve hıristiyanların dahi perhizleri ve bayramları esasen hep kamerî sene hesabına ve kamerî aylara göre iken bunları sonradan güneş yılına tahvil edip değiştirmişlerdir. O zaman eskiden perhiz ayı olan kamerî ay bir sene tam perhiz olmuş ise ertesi sene bu değişme yüzünden mutlaka beş on gün daha doğrusu onbir gün o ayın perhizinden eksik yapılmış olur. Hele bir kaç sene sonra behemahal kendi günlerinin tamamen dışına çıkmış olur. İşte “Bir sene helâl, bir sene haram kılarlar.” tarifi ise bu iki halin ikisine de uygun düşmektedir, her ikisi için de doğrudur. Özellikle ilâhî ifadesi, onu “Bir sene helal başka bir sene haram kılarlar.” anlamına dahi gelmektedir ki, bunun mutlaka ertesi sene olması da gerekmez. Böylece âyetin kapsamındaki genişlik ortaya daha iyi çıkmış olur. İşte bundan dolayı burada Arapların bir sene nesîy yapıp, diğer sene yapmadıkları ve “bu sene Safer helâldir, bu sene bu ay Safer’dir.” diye helâl ve haram çelişkisini her sene yeniden ilan ettikleri anlaşılmakta ise de nesî’in ne olduğunu ortaya koyan en bariz özelliği onun şer’î yönüyle ilgili olmayan diğer özelliklerden ve şekillerden soyutlanarak, yahudi, hıristiyan ve daha başka din mensuplarının nesîy benzeri tasarruflarını da içine alacak şekilde geniş bir perspektifle ifade edilmiş olmasıdır. Bundan dolayı bir nesî’in, yani bir vakti tehir ve takdim etmenin küfür ve dalalet olup olmadığını anlamak için Araplar’ın bu nesîy işini nasıl yaptıklarını tetkike de lüzum yoktur. O cihet âyetin maksadının dışındadır. Bu husus aydınlığa kavuştuktan sonra, aynı ayı, bir sene helal, bir sene haram yapmanın bir küfür, bir dalalet ve bir sapıtma olduğu da gayet açık olarak ortadadır. Binaenaleyh iş bu kadarla kalsa nesîy yapmak nisbeten basit ve kendi halinde bir küfürden ibaret kalırdı. Fakat mesele burada kalmıyor, birbirine bağlı olarak iki ayrı maksada âlet olmak üzere daha şumullü ve daha yaygın bir şekilde yapılarak gayet saptırıcı ve şaşırtıcı katmerli bir küfür halini alıyor.
Bakınız aynı ayı bir sene helâl, bir sene haram yapma şaşırtmacasını niçin yapıyorlar? Allah’ın haram kıldıklarının adedine uygulayıp da Allah’ın haram kıldıklarını helâl kılsınlar diye böyle yaparlar. Yani hakikaten haram aylar özellikle falan falan ayların kendileri değil de keyfe göre dört ay imiş, her hangisi olursa olabilirmiş gibi. Sene içinde herhangi dört aya hürmet gösterilirse hürmetsizlikten kurtulunurmuş gibi. Mesela Zilkade’de de hac yapılmakla sanki Zilhicce’de, yani vaktinde yapılmış gibi, hac farzı yerine getirilmiş olurmuş. Şaban ayını Receb saymakla Receb ayına mahsus olan hürmet hakkı eda edilebilirmiş sanki. İlh… Ayrıca oniki ayda dört oranı, onüçe dört oranı ile aynı şeymiş gibi. Ayların kendilerine mahsus olan hürmetleri çiğnenmekle kalmıyor, seneye ay eklenmek suretiyle bir ay şaşırtmacasını senenin bütün aylarına ve bu arada özellikle ucunu haram aylara dokundurmak ve dolayısıyla nesîy olayını hepsine uygulamak ve hepsini yerinden oynatarak onlara ait hürmeti başka aylara atmak ve bu suretle onların yerlerine kendi uydurdukları dört ayı haram ay saydırmak, sonuçta da Allah’ın haram kıldığı ne kadar yasak varsa hepsini helâl yapmak için böyle yaparlar. İşte nesiy şaşırtmacasından maksat böyle bir saptırma, böylesine geniş boyutlu ve katmerli bir küfür olayını gerçekleştirme çabasıdır. Bunun esas gayesinin bundan başka birşey olmadığı açıktır.
Bu talili açıkça gösteriyor ki, cahiliyet geleneğinde nesiy sadece bir tek ayın tehirine ve hürmetinin ihlal edilip haram sayılmasına münhasır bir olay değildi. Dolayısıyla bütün haram aylara uygulanıyordu. Bundan asıl maksatları da bu idi. Birinci sene Muharrem’in Safer kabul edilip haram sayılması sebebiyle o sene içindeki dört ay da yer değiştirmeden dolayı helâl sayılmış olacaktır. Gelecek senenin başındaki Muharrem’den itibaren bir ay geriletilmesi demek olacağı da açıktır. Bu da sırf kamerî aylarla ifade olununca Muharrem ayının Safer yapılması demek olur. Bundan dolayı tefsirlerde rivayet olunageldiği üzere Muharrem’i Safer yaparlardı tarifi, aslında giden seneyi bir ay arttırırlar, gelen seneyi de bir ay geciktirmiş olurlardı demenin en açık ifadesidir. Bu noktayı dikkatten uzak tutmamalıdır. Gelen senenin Muharrem’i Safer itibar edilince Muharrem fazla ve helal bir ay olmuş oluyordu ve o senenin son ayı olmuş oluyordu. Oysa İkinci senenin ilk ayı olması gerekirdi. Eğer bu bir ay geriletmenin her sene yeniden yapıldığı, yani her sene yeni bir nesîy yapıldığı kabul edilirse oniki senede tam bir sene iç edilmiş ve tamamen sıvıştırılmış, onüç sene oniki sene yapılmış olur. Bir senesi de bütünüyle inkâr edilmiş ve helâl kılınmış olur. Ve aylar ancak onüç senenin sonunda yani ondördüncü sene kendi yerlerine oturmuş olur. Nesîy yapılan ayın hürmetine gerçek anlamda ancak o sene riayet edilmiş olur. Bununla beraber bu senelerin hiç birinde Muharrem ayı, Hac edilen aydan sonra gelen ay olmaz. Fakat âyetin ifade ettiği üzere nesîy olayı iki senede bir yapılırsa yirmibeş senede bir sene çalınmış olur ve ancak yirmi dört senede iç edilmiş olur ki, Araplar böyle yapıyorlardı. Eğer ay tehiri iki seneden fazla bir sürede olursa, o zaman söz konusu iç edilecek senenin sıvıştırılması da daha fazla senelerin geçmesini geretirir. Mesela yahudi ve kildani takvimiyle üç senede tam bir ay iç edilmesiyle otuzaltı senede, fakat hıristiyan takvimiyle otuzüç senede tam bir sene çalınmış olur. Hepsinde de bir ayın tehirinden itibaren hürmetler yalnızca sayılara uygulanabilir fakat zamanında uygulanmış olmaz. Yerlerinden alınarak başka yerlere kaydırılmış olur. Mesele basit bir geciktirme olayından ibaret kalmayıp nesîy yapanların ortaya koydukları hürmetlere saygı gösterilmiş, Allah’ın koyduğu hürmetlere riayet edilmemiş ve hatta inkâr edilmiş olur. Sonuçta da bir senenin hürmetleri ve ibadetleri hiç yapılmamış ve yerine getirilmemiş olur. Ve devirler tekrarlandıkça bu durum da sürekli tekrarlanmış olur. Böylece sadece ayların değil, Allah’ın koymuş olduğu bütün yasakların çiğnenmesi, haramların helâl kabul edilmesi alışkanlık haline getirilmiş olur ki, artık bunun ne kadar büyük idlal ve saptırma, ne ölçüde katmerli bir küfür olduğu tasavvur olunmalıdır.
Demek ki, her zaman yapılması helâl ve mübah olan şeyler açısından yapılan gecikmeler nesîy adını almaz. Her hangi bir hürmet kendi vaktinin dışına kaydırılıp helâl sayılmadıkça onda “nesîy” anlamı bulunmaz. Yalnızca bir hürmeti, yani Allah’ın yasakladığı bir haramı helâl saymak bir küfürdür. Bunu diğerlerine bulaştırmadan yalnızca bir ayın veya bir vaktin tehir edilmesi ve helâl sayılması örf açısından nesîy sayılmasa bile şer’an nesîy sayılır. Ancak küfrü katmerli olan bir nesîy değil, basit bir nesîy demek olur. Bir vaktin tehir ve helâl sayılmasını başka ayların da helâl sayılmasına yol açacak şekilde bilinen özellikleriyle yapılan nesîy ise ne şekilde olursa olsun basit bir küfürden ibaret kalmaz. Sebebiyet verdiği helâl sayılmalardan dolayı, söz konusu haramın fazlalığı oranında çokça bir küfür demektir. ‘dür. Bunu uygulayanlar, bu yolu seçenler bir kere kâfir olmakla kalmazlar, olayın her tekrarında yeniden bir kere daha küfre düşmüş olurlar. Haram olanı her helal sayışlarında yeniden küfretmiş olurlar, her seferinde küfürlerini yenilemiş olurlar. Bu küfür hesaplarını ne kadar ince ve gizli oyunlar kullanarak yaparlarsa halk için, avam için bunun farkına varılması o ölçüde gizli ve zor olacağından, saptırma ve dalete düşürme gücü de o nisbette ziyade olmuş olacaktır.
Bu sapıklığın ve saptırma çabalarının asıl kaynağı nedir bilir misiniz?
Yaptıkları işin kötülüğü kendilerine güzel gösterilmiştir. Süslü ve hoş bir şeymiş gibi gösterilmiştir. İşte bundan dolayı aldanırlar. Sayısal hesaplara çok önem veriyorlarmış perdesi altında dinden zaman çalıp Allah’ın haram kıldığı yasakları helâl yapmayı ve kendilerine zulmetmeyi, birbirlerine haksızlık yapmayı dünyada bir kâr sayarlar. Bunu bir meziyetmiş sanırlar. Dirayetli bir iş beceriyorlarmış hissine kapılıp küfürde ileri gitmiş olmaktan hoşlanırlar. Yaptıkları işi beğenirler. Ve Allah kâfirler güruhuna hidayet etmez.” Genellikle kâfirlere küfürlerinden dolayı iyiyi kötüyü seçtirmez. Nesîy yapanlar ve onlara kananlar da esasen Allah’a ve ahirete inanmayan kâfirler olduklarından o sapma ve sapıtma ile küfürde ziyadeliği kendilerine süslü ve güzel gösterilir. Ve bundan dolayı küfürden küfre, sapıklıktan sapıklığa yuvarlanıp giderler de doğru yolu bir türlü bulamazlar.
Bu nesîy meselesini ve özellikle cahiliyyet devri Arapları’nın nesî şeklini birçokları iyice tasavvur edemedikleri için bu konuda tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerin tariflerini ve âyetinin gereklerine uygun olarak düzenlediğimiz şu cetveli buraya yerleştiriyoruz ki, bu göstergede cahiliyet devri Arapları’nın yaptıkları nesîy hesapları kolaylıkla görülebilir. Büyük daire oniki nesî’de yirmi beş senenin bir senesinin nesîy yoluyla nasıl iç edildiğini, yirmidört senede ikişer sene sırasıyla Muharrem yapılıp, sene başı sayılan ayları kendi adlarıyla gösterir ki, onüç rakamlılar da onüç aylık nesîlerdir, oniki aylık rakamlılar da oniki aylık kaza seneleridir. İçindeki dairede ise o ikişer senede Zilhicce yapılıp haccedilen ve hac vakti farzeyledikleri mevsime tesadüf eden ayları gösterir. Şöyle ki:
İşte nesîy böyle, kâfirlerin tutumları da öyle iken:
Meâl-i Şerifi
38- Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda cihada çıkın.” denilince olduğunuz yere yığılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının zevki ahiretin yanında ancak pek az birşeydir.
39- Eğer topluca savaşa katılmazsanız, O sizi acı bir azaba uğratır ve yerinize başka bir kavmi getirir ve siz O’na zerrece bir zarar veremezsiniz. Allah’ın herşeye gücü yeter.
40- Eğer siz ona (Peygamber’e) yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke’den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına “Üzülme, çünkü Allah bizimledir.” diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah’ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.
41- Ey müminler! İster hafif techizatla, ister ağırlıklı olarak seferber olun ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz böylesi sizin için daha hayırlıdır.
38- Ey iman etmiş olanlar! İman etmiş oldukları ötedenberi bilinenler, ne yapıyorsunuz, size böyle noldu ki, Allah yolunda seferber olunuz denildiği zaman, yere doğru ağırlaştınız, yere meylederek, yerin cazibesine kapılarak, yani dünya düşüncesine, yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız, tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz, yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz, korku ve kederinizden yerlere yığılakaldınız.
Rivayet olunduğuna göre, bu durum, hicretin dokuzuncu yılında Tebük Seferi’ne çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman meydana gelmişti. O zaman Huneyn ve Taif seferinden yeni dönülmüş bulunuluyordu. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine’nin hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman da sayıca çok ve techizat bakımından da güçlü idi. Rum askeri üzerine gidilecekti. Buna göre diğer gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı.
Bu gibi sebeplerden dolayı bu seferberlik ilanı birçoklarına ağır gelmişti, bu orduya “Ceyşi Usret = Zorluk Ordusu” adı verilmişti. Böyle birçok müşkilat içinde teçhiz edilebilen piyade ve süvarilerin toplamı yirmi bin kişilik bir ordu ile Hz. Peygamber Tebük istikametine hareket buyurmuş, bedevî kabilelerinden birçokları ve müminlerden bazıları ve birçok münafıklar sefere katılmamışlar, evlerinde kalmışlardı.
Bu sûrenin nüzul sebeplerinden bir çoğu bu Tebük seferi sırasında meydana gelmiş olduğundan bu âyetten başlayarak o sefer sırasında meydana gelmiş olan birçok hoşa gitmeyen durumları açıklamak ve tenkid etmek ve ondan sonra o gibi hallerin meydana gelmemesi için onları uyarmak suretiyle genel bir tevbekârlık şevkiyle müminlere yeniden moral verilmiştir. Şu halde buradan itibaren “berâet” konusu içinde bulunan “tevbe” konusuna giriyoruz. İlk önce Allah yolunda cihad ve seferberlik emrine karşı ağır davrananları kınayan bir ifadeyle söze başlandığını görüyoruz. Bu hitabın “nesîy” âyetinin hemen arkasında yer alması ne kadar anlamlıdır. Aslında bu âyetler nüzul bakımından nesîy âyetinden önce gelmiş olduğu halde, tertibinde onlardan sonraya konması gösterir ki, bu hitap o günlerden ziyade ileride gelecek müslümanlara yöneliktir.
“Nefr” lugat anlamıyla heyecan verici bir emirden dolayı fırlayıp ileri çıkmaktır. Ürküp kaçmak demek olan nüfur da bu kökten gelmektedir. Fakat nüfur yalnızca kaçıp kurtulmak için olumsuz anlamda kullanıldığı halde “nefr” düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmak anlamında kullanılır. Böyle evlerinden çıkıp bir yere toplanan cemaate “nefir”, onlardan her birine nefer denilir. Önderin, insanları cihada teşvik etmesine de istinfar adı verilir ki, dilimizde buna “seferberlik emri”, Frenkler’de “mobilizasyon” denir. Yani halkı yerinden kaldırıp harekete geçirmek demektir. Söz konusu istinfar, yani seferberlik ilanı ya genel, ya özel anlamda olur. Genel anlamda olanına “nefîr-i âm” denilir ki, bu bizim eski dilimizde de aynen kullanılırdı. “Allah yolunda seferberlik edin!” mutlak ve genel anlamda olduğu için her iki şeklini de kapsamı içine almaktadır. Demek ki, Allah yolunda seferberlik emri verilince şekline göre hemen icabet etmek farzdır. Burada işi ağırdan alanlar bile kınanmıştır, azarlanmıştır. Elbette bu ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş değildir. Fakat bir bütünlük meydana getirmesi gereken bir toplum içinden bazılarının ağırdan alması, bütünün hareketini ağırlaştırıp aksatacağından ve seferberliğin vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine de sebep olacağından, bunun da zararının bütün müslümanlara dokunacağı bilindiğinden hitap şekli böyle irad buyurulmuştur, ki:
Niçin ağır aldınız, dünya hayatına (o alçak hayata) razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının menfaatı ahirette, ahiret hayatının yanında, pek az, pek aşağılık bir şeyden başkası değildir.
39- Eğer nefîr olmazsanız (yani Allah yolunda birlik olup, seferberlik halinde topyekün savaşa katılamazsanız) O sizi, pek acı bir azap ile cezalandırır. O sebeple Allah başınıza, kolay kolay altından kalkamayacağınız acı bir felaket getirir. O hoşlandığınız, o uğruna cihadı terk veya ihmal ettiğiniz dünya hayatınızı kıtlık, sefalet, mağlubiyet ve mahkumiyet gibi çok acıklı sebeplerle elinizden alır, sizi perişan eder. Ve başka bir kavimle size yer değiştirtir. Yerinizi, yurdunuzu sizin elinizden alır, başka bir kavme verir. Emirlerini onların eliyle yerine getirir, onlara infaz ettirir. Siz imanı ve cihadı terk ederseniz, sizi yok eder, sizin yerinizi alacak başka insanlara iman nasip etmek suretiyle onları peygamberine yardımcı kılar. Ve siz ona, o peygambere hiçbir zarar veremezsiniz ve Allah’ın her şeye gücü yeter.
40- Eğer siz ona, o peygambere gerek topluca (nefir halinde), gerek teker teker yardım etmezseniz, Allah ona kesinlikle yardım eder. Zira bu bir hakikattir ki, Allah onu mansur kılmıştır. Yardımına mazhar etmiştir. Hem bakınız ne kadar kısa bir zamanda Kâfirler onu yurdundan çıkardıkları vakit, Mekke’den çıkmasına sebep oldukları vakit, ikinin birisi iken, ki ikisi de mağarada idiler, ikisi de o mağarada bulundukları sırada, (bu mağara Mekke’nin Güney-Doğu tarafında Sevr dağının tepesinde bulunan bir mağaradır. Enfâl Sûresi’nde “O vakit o küfredenler, seni tutup hapsetmek veya öldürmek, yahut Mekke’den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı.” (Enfâl, 8/30) âyetinin tefsirine bkz.) işte tam o mağarada iken o, arkadaşına, (biricik dostu ve yoldaşı olan Ebu Bekir’e): “Hiç üzülme, çünkü Allah bizimledir.” diyordu. Yani yardımıyla ve korumasıyla daima beraberimizdedir, gözeticimiz ve yardımcımızdır. O, yakınlarına sahip çıkacak, onlara hüzün bile verdirmeyecek, nerede olursak olalım bizi koruyacak ve himayesi hep üstümüzde olacaktır. Artık bu kesin iken hüzne yer yoktur, diyerek arkadaşına teselli veriyordu, onu hüzünlenmekten men ediyordu. Rivayet olunduğu üzere, bu sırada müşrikler izleri takip ede ede gelmişler, mağaranın önünde ve üstünde dolaşıyorlardı. Bu anda Ebu Bekir, korkmuş ve üzülmeye başlamıştı. “Ya Resulallah, ben ölürsem, nihayet bir kişiyim, sıradan bir insanım, fakat sen öldürülürsen Allah’ın dini yok olur gider.” diyerek üzüntüsünün asıl sebebini dile getirmişti. Resulullah da o durumda, yani üçüncüleri Allah olan o ikinin ikincisine “neden şüpheleniyorsun?” “Üçüncüsü Allah olan bu iki için ne diye üzülüyorsun?” Yani durum böyle iken neye endişe ediyorsun, endişen niye? “Üzülme Allah bizimle beraberdir.” dedi. Allah da derhal ona, o arkadaşının üzerine sekinetini indirdi. Öyle hüzün içindeki bir anda bile peygamberinin gönlüne herhangi bir …ün kondurmadıktan başka onun feyzi ile arkadaşı Sıddık’ın hüznünü def’edip kalbine bitmez tükenmez bir huzur ve itminan verdi, rahmetiyle onu hüzünden bir anda uzaklaştırdı. Şöyle bir düşünülsün, Mekke’de Resulullah’ı öldürmek maksadıyla evini dört bir yandan kuşattıkları ve Resulullah’ın onlara görünmeden geceleyin çıkıp Ebu Bekir’in evine gidip, onu da yanına alarak Sevr dağındaki mağaraya gittiği o hicret günleri ne tehlikeli günlerdi ÉÊ}Ve o kadar düşmanın her tarafı didik didik aradıkları iki zatın bir ıssız mağarada saklandıkları korkulu saatler… Ve öyle bir zamanda bile Resulullah’ın arkadaşına “Üzülme, Allah kesinlikle bizimledir.” dediği anlar ÉÊ}Ve işte böyle bir anda bile Resulullah’ın hiçbir hüznü caiz görmeyen o iman ve yakın hali, o iman, metanet ve sekineti, ne ilâhî bir kuvvet, ne i’cazkâr bir müjdedir ÉÊ}Sonra öyle kutsal bir endişe ve hüzünle sızlayan bir gönül, bu müjde üzerine derhal onu tasdik edip ilâhî bir sekinet ile o anda huzura kavuşsunte Sıddık’ın kalbindeki sadakat ve imanu nasıl bir sadakat, bu ne kadar yüksek bir iman!Ve o anda hakka’lyakîn tecelli eden ilâhî beraberlik ve ilâhî rahmetten inen rabbani sekinet ne ezeli bir hakikat, ne sonsuz bir rahmet ve nusrettir.
İşte Allah, Resulünü böylesine müşkül durumlarda bile yalnızlığa terk etmedi. Daha dün denecek kısa bir zaman önce o durumlardan kurtarıp Mekke’nin fatihi durumuna getirdi. Onu işte böylesine mansur ve muzaffer kıldı ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve o kâfirlerin kelimesini, küfre davetlerini süfli kıldı, onu alçalttıkça alçalttı. Öyle ki, en alçak kelime o oldu. Birine kâfir demek en büyük hakaret sayılır oldu halbuki Allah’ın kelimesi, (yani kelime-i tevhid ki), “Allah’dan başka tapacak yoktur.” sözü en yüce olan odur. En üstün, en yüce kelimedir. Ve Allah aziz, (yani güçlüdür), hakim (hikmet sahibi)dir. Yenilmez, yanılmaz, onunla uğraşılmaz, hükmüne, kararına karşı gelinmez, O’nun koruduğu yok edilmez, kahrettiği de kurtarılamaz. Sebepler O’na değil, O sebeplere hükmeder. Hükmü ve tedbiri de ayniyle hikmettir. O’nun şanı ve celali başkalarının yardımına muhtaç olmaktan münezzehtir. Kulların Allah’ın dinine yardım ve Allah’ın kelimesini yüceltmek için nefir halinde topyekün cihadla emrolunmaları hem onun kulları üzerindeki bir hakkı, izzeti ve şanıdır, hem de onların menfaatlarının gereği olan bir hikmettir.
41-Bundan dolayı “Allah için seferber olunuz.” denildi mi, hemen kendiliğinizden hifafen ve sikalen koşup toplanınız. Yani gerek yeyni, gerek ağır, hangi halde olursanız olunuz, yani gerek size kolay gelsin, gerek ağır gelsin, genç ve ihtiyar, bekar ve evli, işsiz ve meşgul, fakir ve zengin, piyade ve süvari, ister ağır silahlarla ister hafif silahlarla, kendi durumunuz ve silah durumunuz her ne ise savaşa katılabilenleriniz, hepiniz hiç beklemeden akın akın nefir olunuz, mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Hem malla, hem canla katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla, yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde cihad etsin. Hepiniz topyekün cihada katılınız. Böyle topyekün cihad sizin için hayırlıdır, tamamen hayırdır, eğer bilir iseniz. Yani hayrın ne olduğunu bilmek melekesine ve duygusuna sahip iseniz biliniz bu sizin için hayırdır. Bilirseniz cihada koşarsınız.
Bu kayıt da hayır olan cihadın ilme, yani bu işi iyi bilmeye bağlı olduğuna bilginin özünün de hangi işin daha hayırlı olduğunu bilmek demek olduğuna işaret vardır. Şu halde kılıçla cihadın temeli dahi bilgidir, eğitimdir. Ayrıca dış düşmanları tanımadan evvel kişinin kendi kendisini tanıması, bilgisizlikten kurtulup cehaletini yenmesidir ki, bu da nefse karşı cihaddır. Buna “cihadı ekber” denilir. Taberi tefsirinde, Berâet Sûresi’nin ilk nazil olan âyetinin âyeti olduğu hakkında iki ayrı rivayet zikrolunmuştur. Mücahid’den de bu sûrenin ilk nâzil olan âyetinin (âyet, 25) olduğu hakkında bir rivayet vardır ki, söz konusu âyette ilâhî nusret tarif olunmuş ve Tebük Seferi için teşvik ve terğib olarak gelmiştir, diye de naklolunmuştur. (Bu konuyla ilgili olarak bu sûrenin 91. ve 122. âyetlerin tefsirine bkz.)
Ebu Bekir Cessas’ın “Ahkâmı Kur’ân”da zikrettiği üzere: Mal ile cihad iki şekilde olur: Birisi malını, savaşta kendisine lazım olacak hayvan, silah alet ve edavat, araç gereç erzak vs. gibi levazım ve mühimmata sarfetmektir. Diğeri de öbür mücahitlerin ihtiyaçlarına harcamaktır. Nefisle, yani bizzat şahıs olarak katılacağı cihad ise türlü türlüdür. Bizzat savaşa katılmak, savaşa katılacakları bilgilendirmek için eğitim görevi yapmak, cihadın ahkamını ve önemini anlatmak, bu konuda Allah Teâlâ’nın emirlerini talim eylemek, komutan olarak bizzat savaşı yönetmek, düşmanın harekatı, ihtiyaçları ve eksikleri hakkında bilgi toplamak için istihbarat görevi yapmak ve savaş hakkında kendi bildiklerini ve tecrübelerini ilgililere bildirmek ve Allah rızası için bu yönde çeşitli hizmetler vermek. Hasılı müslümanları güçlü kılacak ve düşmanı vehim ve şüpheye düşürecek her türlü çaba ve gayret bizzat savaşa katılmak sayılır. Şu halde bu gibi hizmetlere koşarken kendi cebinden harcayacağı paralar da mal ile cihada girer. Bu konuda Allah rızası için çaba harcamak, herşeyden önce kendi nefsinin tembelliğine ve ataletine karşı, rahatına düşkünlüğüne karşı yapılmış bir fedakârlıktır. Malını, bu uğurda harcaması da mala mülke olan ihtirasını yenmeye yönelik bir fedakârlıktır. Bu da kişinin kendisiyle ilgili gerçek hayrı ve şerri, fayda ve zararı hakkıyle ayırdedebilmesine, bu da yüce hayrı bilmesine bağlıdır.
Seferberlik emrine karşı ağır davrananlara kesinlikle bir azarlama yapıldıktan sonra bu âyette “nefir-i âm”, yani topyekün savaş için seferberlik emri bütün ayrıntılarıyla tebliğ edilmiştir. Ardından da uydurma mazeretler gösterip savaşa katılmayanların, bu konuda fedakârlık gösteremeyenlerin alçaklıklarını ve münafıkların, nifak ve fitne çıkarmak için giriştikleri çeşitli oyunları ve düştükleri kötü durumu tasvir ve açıklamak üzere, Hz. Peygamber’e yönelik bir hitap ile buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
42- Eğer o sefer, yakın bir ganimet ve kolay bir sefer olsaydı mutlaka peşine düşer gelirlerdi. Fakat o meşakkatli yolculuk kendilerine uzun bir sefer geldi. Bununla beraber, “Bizim de gücümüz yetseydi, sizinle beraber elbette sefere çıkardık.” diyerek Allah’a yemin edecekler, nefislerini helake sürükleyecekler. Allah biliyor ki, onlar iyice yalancıdırlar.
43- Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?
44- Allah’a ve ahiret gününe inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi görev bildiklerinden (zaten geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah o muttakilerin kimler olduğunu bilir.
45- Senden izin isteyenler, olsa olsa Allah’a ve ahiret gününe inanmayanlar olabilir. Onların kalbleri hep işkillidir. Bundan dolayı şüphe içinde bocalayıp dururlar.
46- Eğer sizinle beraber cihada çıkmak isteselerdi, elbette onunla ilgili olarak bir takım hazırlıklar yaparlardı. Fakat Allah davranmalarını istemedi de onları yoldan alıkoydu ve (kendilerine): “oturun oturanlarla beraber” denildi.
47. Eğer içinizde sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka şeye yaramayacaklardı ve aranıza fitne sokmak için uğraşacaklardı. İçinizde onların laflarına kanacaklar da vardı. Allah, o zalimleri iyi bilir.
42-Ya Muhammed! Eğer o davet olundukları hedef, yakın bir kelepir ve orta halli bir sefer olsaydı kesinlikle peşine takılırlardı, hepsi arkana düşer, seninle yola çıkarlardı. O katılmayanlar evlerinde kalmazlardı, Allah rızası için olmasa bile kolay elde edecekleri o menfaat için hemen arkandan gelirlerdi. Lâkin o şukka (yani o meşakkatli uzun mesafe), onlara uzak geldi. O cihada katılmayanlar, öyle zahmetli işe gelemezler, başarıyı uzak görürler, ihtimal verseler bile zahmet ve mücahede ile elde edilecek büyük işlere yanaşmazlar. Uzun mesafeler alarak dünyanın en kuvvetli devletine Bizans ordularına karşı gidip göğüs göğüse cihad etmek gibi bir mühim hizmet ve şerefli iş, o kelepircilerin himmetlerinden alçak uzak düştü. Onun için sana uyup arkandan gelemediler, yerlerinde kaldılar. Göreceksin, yakında bunlar, Allah’a yemin ederek “Gücümüz yetseydi kesinlikle biz de sizinle beraber cihada çıkardık.” diyecekler.
Bu cümle gaybden bir haberdir ve Tebük Seferi’nin başarı ile sona ereceğini bildiren bir müjdedir. Yani siz onların uzak ve zahmetli görüp katılmadıkları bu seferden yakında zaferle döneceksiniz ve o zaman onlar size katılmadıkları için özür beyan edecek ve size hulus çakmak için yalan yere yemin edecekler.
Kendilerini helak eyliyecekler. Zira yalan yere yemin etmek kendini helake sürüklemek demektir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz demiştir ki; “Yalan yere yemin, yurtları ıssız bırakır.” İkinci bir mânâ olarak, yemin edercesine, helak edercesine, parçalarcasına yemin edecekler. Üçüncü bir mânâ da en ön safta çarpışıp ölürcesine cihad edeceklerine dair yemin ederler. Yani “Eğer biz cihada katılacak olsaydık ölüm tehlikesi karşısında bile hiç göz kırpmadan savaşırdık.” diye yemin edeceklerdi. İşte böyle iddialı bir şekilde yemin edecekler. Allah ise bilir ki, gerçekte bunlar kesinlikle yalan söylüyorlar, yalancıdırlar. Gerek “gücümüz olsaydı beraber çıkardık” bahanelerine, gerekse kendilerini göz kırpmadan tehlikeye atacaklarına dair yaptıkları yemine, hepsine birden ait olmak üzere yalan söylediklerini ifade ediyor. Yani dedikleri de, demek istedikleri de, yeminleri de yalandır. Çünkü cihada katılmamalarının sebebi güçlerinin yetmeyişi değildi. Güçleri vardı ve isteselerdi çıkabilirlerdi, öyle iken çıkmadılar. Bu âyet dolayısıyla delalet ve işaret eder ki, savaşa katılacak gücü olmayanlar “Hafif hazırlıkla ve ağır hazırlıkla topyekün savaşa katılın.” emrinin kapsamı içine girmezler. Bu emir, az çok gücü yetenlere ait bir emirdir.
Özetle, Ya Muhammed, siz bütün zorluklara rağmen bu seferde başarılı olacaksınız ve o alçaklar, o savaşa katılmayan yalancılar ve o fitneci münafıklar, size hulus çakmak için, size yaranmak için yalan yere yeminler edip, sizi inandırmaya çalışacaklar ve kendilerini helak edercesine çaba harcayacaklar.
43- Allah senden affetti. Bu hitap daha önce Hudeybiye Olayı üzerine nazil olmuş ve Hz.Peygamber’in gelmiş geçmiş ve gelecek kusurlarının bağışlanmış olduğunu bildiren (Fetih 48/2) âyetindeki müjdeyi hatırlatır. Bu hatırlatma ise Tebük Seferi’nin Hudeybiye tarzında meşakkatli bir sefer olduğuna ve bazı bakımlardan onun bir benzeri ve tamamlayıcısı durumunda bulunduğuna ve arkasında da onun gibi büyük bir fethi gizlediğine işaret anlamına gelir. Yani nasıl ki, Hudeybiye seferi ve muahedesi herkesin, dış görünüşü itibariyle karşı çıktığı, fakat sonuçta Mekke’nin fethiyle noktalandığı ve Arap yarımadasında şirkin mağlubiyetine, İslamiyet’in yayılıp yücelmesine başlangıç olmuşsa, yani yeni bir devir açmışsa, bu Tebük Seferi de onun gibi, dış görünüşüyle zor ve meşakkatli bir sefer olmasına rağmen müşriklerden bir berâet olarak İslâmiyetin bütün âleme yayılmasına ve zuhuruna bir başlangıç teşkil edecek yepyeni bir feth-i mübindir.
Bununla beraber örfteki anlamıyla “afv” bir günah, bir kusur ile ilgili olacağından bütünüyle gözü, özü ve gayreti takvaya yönelik olan kurbiyyet (yakınlık) ehline ve masum kimselere bir af bildirisi ne kadar büyük bir müjdeyi içine alırsa alsın, o ölçüde de endişe ve heyecana yol açan bir üzüntü sebebi olabilir. Çünkü kurbiyet ehli olan ebrarın asıl hedefi, cezadan kurtulmak değil, zenbin kendisidir. Onların gözünde günahın işlenmesi, ona verilecek cezadan daha ağırdır. Şu halde bütün gayeleri, Allah rızasını aramak ve gözetmek, yüceliklere erişmek olan, Allah tarafından kendilerine bırakılmış olan ve ictihada dayanan hususlarda bile Allah katında evla ve efdal olanı isabetle tayin edememekten başka bir günah düşünülemiyecek olan bu gibi kimseler hakkında sitem bile büyük bir ceza yerine geçeceği için, bunlara “affolundun” diye hitap etmek bile, onların temiz duygu ve düşüncelerini olağanüstü bir heyecanla harekete geçireceğinden ve yüreklerini titreteceğinden “Eyvah ben ne yaptım!” diye üzülmelerine sebep olur. Bu bakımdan “Allah seni affetsin.” müjdesi bile, mesela “Allah senden razı olsun.” gibi bir sevince vesile olmaz da daha fazla dikkatli olmaya yönelik bir tenbih anlamı ifade eder. Bu makamda böyle bir tenbihin ise hikmetleri ve nükteleri pek çoktur ve önemlidir: Birincisi, Resulullah’ın yukarıdan beri yapılagelen övgüleri, Allah’la beraberliği ve buna bağlı olarak zaferleri açıklandıktan sonra bu âyette yer alan böylesine sitem dolu bir hitaba ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü bu hitapta onun risaletinin gerçekliği ve geçerliliği ile beraber yine de bir kul, bir insan olduğunu açıklamakla hıristiyanların Hz. İsa hakkında düştükleri aşırılığa benzer bir ifrattan müslümanları korumak hikmeti vardır ki, doğrudan doğruya hıristiyanlara karşı gidilen Tebük Seferi ile ilgili bir olay içinde geçmiş olması çok anlamlıdır. İkincisi Resulullah’ın taşıdığı sorumluluğun yüceliği ve bunun başkalarınkiyle kıyas kabul etmeyecek bir inceliği bulunduğunu anlatmaktadır. Öyle diğerleri affa uğramakla sorumluluktan kurtuldukları halde, Hz. Peygamber mutlak afla müjdelenmiş olduğu halde sorumlu tutuluyor. Demek ki o, bir günahtan dolayı değil, yüce Allah’ın huzurunda bir anlık gafletten bile sorumlu tutulmaktadır. İrşad, hidayet, dikkat ve öğretimden sorumludur. Üçüncüsü, bütün ümmetin Allah korkusunu ziyadeleştirmek ve onları heyecanla tevbe etmeye teşvik amacı taşımaktadır. Allah Resulü bu açıdan dahi ümmetine örnek kılınmaktadır. Dördüncüsü de ileride gelecek olan “Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı katı davran…” (Tevbe 9/73) emrine bir başlangıç olmak üzere, münafıklara karşı daha çetin olması gerektiği yolunda bir uyarıdır. Sözün gelişinden çıkan asıl sonuç da budur. “Allah seni affetsin” hitabı özellikle bu anlam ile aşağıdaki izin istediğin iradına bir giriş olmak üzere gelmiştir ki, toplu mânâsı şu demek olur:
Ey Muhammed! Allah senden gelmiş ve gelecek olan bütün kusurları bağışladı, üzüntü verecek bütün sebepleri ortadan kaldırdı ve sildi, sana müşkilat çıkarmak isteyen azgınların zararını giderip senin işlerini kolaylaştırdı. Senin kusur sayılabilecek neyin varsa hepsi, affolunabilecek her şeyin kesinlikle affolunmuştur. Sen öylesine ilâhî affa ve ilâhî desteğe sahipsin ve bütün bunlarla müjdelenmişsin.
Fakat niçin onlara izin veriverdin? O izin isteyenlere izin vermek için neden acele ettin? Yani işin icabı, şeriatın hükmü, yönetimin esası, her şeyin ciddi sebeplere ve kuvvetli delillere dayanmasını, yönetilenler üzerinde de etkili olmasını, birtakım faydalarının gözle görülür şekilde ortaya çıkmasını gerektirir.
Bir peygamberden beklenen de bunu en iyi ve en faydalı şekilde uygulamaktır. Böyle iken neden sen onlara hemen izin veriverdin? Gerçekten doğruyu söylemiş olanların durumu sana iyice belli oluncaya, yalandan mazeret uydurmadıkları kendi sözlerinden başka bir delil ile iyice ortaya çıkıncaya, ve yalancıların kimler olduğunu iyice bilinceye kadar beklemedin? O senden izin isteyenler içinde mazeret iddia edenlerin arasında doğru söyleyenler de vardı, yalancılar da vardı. İşin icabı da; doğru söyleyenleri yalan söyleyenlerden ayırmak ve gerektiği şekilde, her birinin durumuna göre muamele eylemek olduğunda, bilhassa vahiy bulunmayan yerlerde ictihadda maslahat ve ictihadın gereği bu ayırımı hakkıyla yapmak için mazeret iddiasını doğrulayan açık ve kuvvetli bir delil ile doğruluk ayan beyan ortaya çıkıncaya kadar bekleyip ihtiyatlı davranmaktı. Bekleseydin o yalancıları kesinlikle bilecektin. O zaman onlar mazur görülemeyecek ve izin alamayacaklardı. Böylece de yaptıkları nifakı yapamayacaklardı. Ne diye onlara hemen izin verdin de biraz bekleyip durumu tahkik eylemedin.
44-Halbuki Allah’a ve ahiret gününe iman edenler canlarıyla ve mallarıyla cihad edeceklerinden dolayı senden izin istemezler. Cihad hususunda izin istemezler, geri kalmak istemezler. İmanları güçlü olan müminlerin cihad hususunda âdeti, cihaddan kalmak için izin istemek değildir, istememektir. Mümin ise zaten izin istemez. Muhacirin’in ve Ensar’ın ileri gelenleri, “Cihadda Resulullah’dan izin istemeyiz, çünkü Rabbimiz, defalarca onu emretti ve bizi ona teşvik eyledi. Elbette canlarımızla ve mallarımızla durmadan mücahede edeceğiz.” derlerdi. Hatta Hz. Peygamber, onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa onların gücüne giderdi. Nitekim Tebük Seferi’nde, Hz. Ali’ye Medine’de kalmasını emrettiğinde Hz. Ali’nin gücüne gitmişti. Sonra ona, “Ya Ali, Sen bana göre, Musa’nın yanındaki Harun gibisin” buyurarak razı etmeye çalışmıştı. Biraz ilerde göreceğiz ki, niceleri cihada katılamadıkları için üzüntülerinden dolayı ağlayıp duruyorlardı. (Tevbe 9/92) Ve Allah bütün müttakileri bilir. Kimler olduklarını bilir, takvadaki derecelerini bilir, onların değerlerini bilir ve ona göre onlara büyük sevap verir. Gerçek müminlerin cihaddan kalmak için izin istememeleri takva sahibi olmalarındandır. Allah Teâlâ bütün müttakileri ve özellikle bunları bitmez tükenmez sevap ile taltif edecektir. Şu halde imanın hükmü ve gereği izin istememektir. Mümin olan imanından dolayı zaten izin istemez.
45- Senden ancak şunlar izin isterler ki, onlar da zaten ne Allah’a inanırlar, ne ahirete. Arasıra inanır görünseler bile, o iman üzerinde süreklilik gösteremezler. Onların kalblerini şüphe sarmıştır, şüphecilik ruhlarına işlemiştir. Artık bunlar, saplandıkları şüphe bataklığında bocalayıp dururlar. Ne yapsalar o şüpheden kurtulamazlar. Bütün varlıklarıyla tereddütler içinde yaşarlar, o şüpheden bu şüpheye, o kuşkudan bu kuşkuya yalpa yapar, yuvarlanır dururlar. Hatta reyblerinde ve şüphelerinde bile süreklilik ve sebat gösteremezler: İmandan küfre, küfürden imana mekik dokur dururlar. Bir çıkar söz konusu olduğu zaman mümin olurlar, imana meyil gösterirler, bir güçlük, bir meşakkat söz konusu olduğu zaman küfre doğru kayarlar. Böylece bazan imana doğru giderler, cihada çıkmak isterler, sonra döner evde kalmak için uydurma mazeretler öne sürer, izin almak isterler.
İşte cihaddan kalmak için izin istemek müminlerin değil, böyle inatçı ve imanları şüpheli kişilerin âdetidir. O halde izin istemek, ayniyle küfür ve şek demek değilse de, müminden südur etmesi normalin aksinedir ve dış görünüşüyle gerçek ve samimi imanın gereğine aykırıdır, ayrıca mazeret iddiasında yalan ihtimalini kuvvetlendirecek bir şüphe delili teşkil eder. Şu halde zahirde mümin kabul edilen bir kimse cihaddan kalmak için özür beyan edip, izin istemeye kalktığı zaman doğruluğu belli ve kesin olsa bile, ona hükmedilmeyip bu iki âyet gereğince sanki imanı sahte, sözü duruma aykırı, doğruluğu şüpheli ve yalan söylediği ihtimal dahilindeymiş gibi ispata muhtaç bir dava olarak delil ve ispata havale olunması lazım gelmektedir.
Bu âyetlerde Fıkıh ilminin dava ve delillerin tercihi ile Usul-i Fıkıh ilminin istidlal, tearuz ve tercih bahislerinin esasını öğreten ve telkin eden gayet ince bir siyak bulunmaktadır. İlk bakışta bu iki âyet izin isteyen herkesin şek ve şüphe içinde olduğuna ve küfrüne hükmedilmek lazım geleceğini ifade ediyor sanılabilir. Fakat dikkat edilince meselenin öyle olmadığı açığa çıkar. Zira öyle olsa idi izin isteyenler arasında doğrulukları anlaşılacak olanlar bulunmazdı. Halbuki bundan önce “Doğru söyledikleri sence açığa çıkıncaya kadar” buyurulmuştur. Demek ki, tek başına izin istemek ile küfür ve yalana hemen hükmolunmamakla beraber, yalan soyut aklî ihtimal olmaktan çıkıp şüphe delili ile izalesi gereken bir açık ihtimal olacak ve bundan dolayı söz doğrulanmayıp, bunun aksini iddia eden bir dava olması dolayısıyla delile havale edilecek, söz konusu mazeret iddiasının doğruluğu ispat edilmedikçe izin hakkı doğmayacak ve verilen izin de şer’i izin olmamış olacak, izin meselesinin, herşeyden önce bu hukuki safhası gözetilmek gerekecektir. Bunun fıkhı şudur ki, cihad, Allah’ın hakkı olarak sabit bir emir ve görev olduğundan, imanın gereği, buna karşı inkâr durumunda bulunmak değil, derhal icabet etmektir.
Dış yüzüyle mümin olduğu halde buna karşı mazeret haberi vererek izin isteyenler ise söz konusu ilâhî emri ne ikrar, ne de inkâr durumunda değiller, sadece mazeretlerinin gerçek olduğunu savunma durumundalar. Şu halde iddialarını ispat etmedikçe sadece kendi sözleriyle doğrulanmazlar, ki bu durum cihad farz-ı ayn olduğu haller için böyledir. Anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, izin isteyenlere izin verdiği zaman henüz vahiy inmemiş olduğundan, bu hukuki noktada şu ictihadda bulunmuş “Kelâmda aslolan doğruluk, imanın icabı da yalan söylememektir. Bu izin isteyenler ise zahiri halde mümindirler. O halde bunların zahir olan iman karinesiyle doğrulukları da açıktır.
Şu halde söyledikleri ile tasdik olunmaları ve izinli sayılmaları haklarıdır. Hak zahir olunca onu tehir etmek caiz olmaz.” diye izin vermişti. Bunun üzerine bu ilâhî vahiy indi ve delile muhtaç olan bu muhakemat usulünü talim buyurdu ki, bu açıdan bu üç âyetin fıkhî siyakı şu olmuş oluyor:
Gerçi kelâmda aslolan ve imanın gereği olan şey doğruluktur, fakat iman ile doğruluğun ortaya çıkması ona aykırı veya ondan üstün bir delilin bulunmadığı durumlardadır. Burada ise açıktaki iman ile beraber cihaddan kalmak için izin istemek de fiili bir durumdur. Halbuki “Senden ancak iman etmeyenler izin isterler” âyetinin hükmüne göre ve ötedenberi âdet olan uygulamaya göre, izin istemek dış görünüşüyle imanın gereğine aykırı düşmektedir. Buna göre hiç birisiyle istidlal edilmemek ve bir tercih sebebi aramak gerekir. Bu ise izin isteği tarafındadır. Çünkü âyete ve âdete göre izin istemek yalnızca imanın hükmünde değil, fazla olarak imanın kendisinde ve haberin özünde dahi şüpheyi çeken önemli bir belirti ve ipucudur. O halde bunun delil olarak ele alınması, imanın ispatından veya o kişinin küfrüne hükmolunmasından daha fazla tercihe layıktır. Çünkü bunun tercihi imanın delaletini önledikten başka yalan ihtimalini arttırır ve doğruluğun aslolma özelliğini gevşetir. Şu halde mazeret sözü delilsiz bir kavl-i mücerret (delilsiz söz) şeklinde kalır. Ayrıca mümin hakkında zahirin zıddına bir teklif söz konusu olur. O zaman her söylenen doğru sözün, doğruluğunu kanıtlamak için sürekli bir delil getirme mecburiyeti doğar ve doğruluğu ispat olunmadıkça onun doğruluğu açığa çıkmamış olur. Hakkın ve gerçeğin açığa çıkması bu şekilde delil getirmeyi gözetmekle olacaktı. O zaman, izin isteyenlerin arasında kalbleri imansız, şek ve tereddüdü huy edinmiş, yalan yere yemin ederek yalan mazeretler öne süren bir takım yalancılar bulunduğu ortaya çıkacak ve gerçek mazeret sahipleri hakkında da doğru mümin muamelesi edilmeyecekti. Bundan başka bunlardan bir kısmının imansızlıklarını ve yalancılıklarını zaten mazeret uydurma şekilleri de ima ediyordu ki, bu da küfür ve yalanlarına hükmetmek için yeterli olmasa bile, doğruluklarını ispat etmedikçe mümin-i sadık tanınmayacak şüpheli kimseler olduklarını anlatıyordu. Çünkü “hazırlığımız yok” diye özür uyduruyor ve izin istiyorlardı. Halbuki:
46- Çıkmak isteselerdi, mutlaka onunla ilgili bir hazırlık hazırlarlardı. Hazırlamaları gerekirdi, durumları da buna elverişliydi. Madem ki, hiçbir hazırlık yapmamışlar, demek ki, sefere çıkmak ve cihad etmek istemiyorlardı. Demek ki, esas itibariyle cihadın zorunluluğuna ve önemine inanmıyorlardı. Rivayet olunduğuna göre, böylece özür uydurup izin isteyenler, Abdullah b. Selul ve benzerleri kimseler idiler ki, bunlar ileri gelenlerden ve zenginlerden idiler.
Şimdi bu ilâhî açıklamalardan Hz. Peygamber’in bunlara böyle tahkikatsız olarak izin vermesi ilâhî hikmete tamamiyle aykırı olan bir hata imiş gibi bir zan hasıl olabileceğinden böyle bir vehmi uzaklaştıracak, onun hakikatın içyüzünde değil, dış yüzünde meydana gelmiş ve aşırı hoşgörü ve iyimserlikten ve biraz da acelecilikten doğmuş bir usulsüzlük olduğunu, daha doğrusu enfaziletli olanın terki anlamına geldiğini, bunun büsbütün hikmetsiz bir hata demek olmadığını dile getirmek ve Resulullah’ı teselli etmek üzere bir de meselenin onların cihada katılmayışları açısından içyüzünü ve onların ruh hallerini beyan etmek üzere buyuruluyor ki:
Lâkin Allah onların gitmeye kalkmalarını istemedi de kendilerini yerlerinde alıkoydu. Gitmelerini hoş görmedi, çirkin kıldı. Gitmeyi kendilerine hoş göstermedi de onları korkaklık ve tembellik ile tevkif edip, hapsetti, oturanlarla beraber oturunuz denildi. Gönüllerine, karılar gibi, çoluk çocuk ve zavallılar, acizler, ihtiyarlar ve emeklilerle beraber oturup kalmak duygusu telkin edildi. Onun için asla çıkmak istemediler ve nolur nolmaz diyerek vaktiyle bir hazırlıkta bile bulunmadılar. İzin verilmekle de zaten resmen acizler ve emekliler kesimine katılmış oldular. Bu onların asıl rüsvaylıklarına göre hafif kalmakla beraber bir bakıma bu izin yine de isabetli oldu. Şu kadar var ki, izin vermekte biraz teenni gösterilseydi, ayrıca yalancılıkları herkesçe bilinecekti, izinsiz olarak kalmış olacaklar ve daha fazla rezil ve rüsvay olacaklardı. Aslında Allah, onların bu şerefli İslâm ordusu içinde yer almalarını istememişti. Bunun sırrı ve hikmeti şu idi:
47- Eğer onlar içinizde sefere çıkmış olsalardı, size fesattan başka hiçbir katkıda bulunmayacaklardı sizi fitneye ve tefrikaya düşürmek maksadıyla mutlaka aranızda koşuşturup duracaklardı sizin içinizde de onları dinleyecekler veya onlar adına muhbirlik edecekler de vardı. Yani o münafıkların fitne çıkarmaya yönelik sözlerine aldanabilecek zayıf kimseler, yahut onlar lehine casusluk edebilecek başka münafıklar da eksik değildi. Ki onlar olmayınca bunlar da fazla bir zarar yapamayacaklardı. Böylece onların uzak kalmaları, ordu içinde bulunmalarından daha faydalı olacaktı. Nitekim öyle olmuştur. İşte Allah, İslâm ordusunu, onların bu gibi şerlerinden korumak için aralarını ayırdı, onların gitmelerini istemeyip, oldukları yerde oturttu, alıkoydu. Bununla beraber yine de hemen izin verilmeseydi daha iyi olacaktı. Aynı fayda sağlanmakla beraber müslümanlara kaşı nifakları daha önceden kendileri tarafından açığa çıkarılmış olacak ve evde oturmakla buldukları huzuru tadamayacak ve ordu aleyhine yaydıkları kötü haberleri yayamayacaklardı. Allah o zalimlerin hepsini tek tek bilir. İçlerini, dışlarını, yaptıklarını, yapacaklarını bütün genişliğiyle ve kapsamıyla bilir ve onlara ne yapacağını da bilir.
Meâl-i Şerifi
48- Şurası kesindir ki, bunlar daha önce de fitne çıkarmak istediler ve sana türlü işler çevirdiler. Nihayet hak yerini buldu ve Allah’ın emri onların zoruna gitmesine rağmen açığa çıktı.
49- İçlerinden “Aman bana izin ver, başımı derde sokma” diyen de var. Dikkat et, başlarını asıl kendileri derde soktular. Hiç şüphesiz cehennem, kâfirleri elbette kuşatacaktır.
50- Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına gider. Eğer sana bir musibet gelirse “Biz zaten tedbirimizi önceden almıştık.” derler ve sevine sevine dönüp giderler.
51- De ki: “Hiçbir zaman bize Allah’ın bizim için takdir ettiğinden başkası dokunmaz. O bizim mevlamızdır. Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.”
52- De ki: “Siz bizde iki güzelliğin (Zafer veya şehitliğin) birinden başkasını mı gözetirsiniz? Biz ise size Allah’ın kendi katından veya bizim elimizle bir azap indirmesini gözetiyoruz. Haydi siz gözetedurun, biz de sizinle beraber gözetmekteyiz.”
53- O münafıklara şunu da de ki; gerek isteyerek, gerek istemeyerek infak edip durun. O infak ettikleriniz sizden hiçbir zaman kabul edilmeyecektir. Çünkü siz fasık bir kavimsiniz.
54- İnfakların onlardan kabul olunmamasına sebep, gerçekte Allah’a ve Resulüne inanmamaları, namaza ancak üşene üşene gelmeleri, verdiklerini de ancak istemeye istemeye vermeleridir.
55- Onların malları da, evlatları da sakın seni imrendirmesin. Bu olsa olsa, Allah’ın onları dünya hayatında bu gibi şeylerle azaba uğratmasından ve canlarının kâfir olarak çıkmasını murat etmiş olmasından başka birşey değildir.
48- Allah bilir ya bunlar bundan evvel de fitne çıkarma sevdasına kapıldılar. Müslümanları tefrikaya düşürmek, ordu bozanlık etmek istediler.
Rivayet olunduğuna göre, bu defa da Hz. Peygamber, Tebük seferi için yola çıktığında Seniyyetü’l-veda’ denilen tepede ordugâhını kurmuştu. Abdullah b. Übeyy de adamlarıyla geldi, o tepenin altındaki “Zîcidde” denilen mevkiye kondu. Yanındakiler az bir asker değildi. Ne zaman ki, Resulullah yola koyuldu, Abdullah b. Übeyy, diğer tereddüt içinde olanlarla birlikte sefere katılmaktan vazgeçip geri döndü. Bu arada Abdullah b. Nebtel ve Rifaa ibni Yezid b. Nabut dahi döndüler. Bunlar da Abdullah b. Übeyy gibi ileri gelen münafıklardan idiler. İbnü Übeyy’in Avfoğulları ile, İbnü Nebtel’in Amroğulları ile, İbnü Nabut’un da Beni Kaynuka ile dostluk antlaşmaları vardı. Abdullah b. Übeyy, daha önce Uhud Savaşı sırasında da fitne çıkarmak istemişti. (Âl-i İmran Sûresi’nde âyet 122’nin tefsirine bkz.)
Ve senin hakkında birtakım işler çevirdiler. Çevirdiler de ne oldu. Nihayet onların hoşlanmamalarına, rağmen hak geldi ve Allah’ın emri açığa çıktı.
49- Onlardan bir kısmı da bana izin ver ve beni fitneye düşürme diyordu. Yani benim başımı derde sokma, izin versen de, vermesen de gitmeyeceğim, bari izin ver de beni günaha sokma, yahut ben sefere çıkarsam ailem perişan olacak, benim mahvıma sebep olma da bana izin ver, demek istiyordu. Bazı rivayetlere göre, Cidd b. Kays adındaki münafık, “Ensar bilir, ben kadınlara düşkünümdür. Şu halde sarışın kadınlarla, yani Şam taraflarındaki sarışın Rum kızları ile beni belaya sokma, lakin sana malımla yardım edeyim de benim yakamı bırak.” demek cüretini bile göstermişti.
Bak, asıl fitneye kendileri düştüler. Öyle demekle fitneden kurtulamadılar, asıl fitnenin kendisine düştüler. Kesindir ki, Cehennem elbette bütün kâfirleri kuşatmıştır.
50- Sana bir iyilik isabet ederse bir güzel başarı, bir zafer, bir ganimet nasip olursa onları fenalaştırır, kıskançlıklarından fenalarına gider, ve şayet sana bir musibet uğrarsa, bir kötülük gelirse, savaşlardan birinde bir zarar, musibet olduğu kesinlikle belli olan bir olay başına gelecek olursa, kendi yaptıklarını beğenip fikirleriyle kasılarak, İyi ki, biz daha önceden işimizi ele aldık, derler. Yani uyanıklık ettik, ihtiyatlı davrandık, musibet bizi bulmadan işimizi gördük, yakamızı kurtardık, diye konuşur dururlar. Müslümanlarla beraber olmayıp, gazadan kaçınmaları kavlî ve fiilî nifaklarıyla kâfirlere hizmet ve dostluk etmeleri gibi şeylerle iftihar eder, övünürler ve bu nifakın kâfirler katında revaç bulacağını ve bunun musibetten sonra değil, önceden yapıldığı takdirde işe yarayacağını düşünürler. Ve ferahlı ferahlı dönerler, toplanıp konuştukları yerden keyifli keyifli döner giderler veya kâfirler tarafına dönüverirler, sevine sevine döneklik yaparlar.
51-Bu gibilere karşı de ki; bize Allah’ın bizim için takdir ettiğinden başkası isabet etmez. Acı tatlı başımıza her ne gelirse hepsi Allah’ın yazdığıdır. O da sonuç olarak mutlaka lehimizedir. Dünyaya veya ahirete ait menfaatımız ve hayrımız içindir. O, bizim mevlamızdır, sahibimiz, yardımcımız ve veliyy-i umurumuzdur. Üzerimizdeki bütün tasarruf ve velayet O’nundur. O nasıl dilerse öyle yapar, istediğini yapmak O’nun hakkıdır ve ne yaparsa hakkımızda hayırlısını yapar. O bize hayatımızda ve ölümümüzden sonra kendimizden daha evladır.
Ve işte bu yüzdendir ki, bütün müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler. Bütün gücü ve kudreti ancak O’na ait bilsinler, yalnızca O’na bel bağlayıp ve her hususta sadece O’na güvensinler, emrine ve takdirine gönül hoşluğu ile teslimiyet gösterip gereğince kulluk görevlerini yerine getirmeye özen göstersinler. Allah’a ne kadar tevekkül edilir, güven duyulursa, iyi bilinmelidir ki O, daha da fazlasına layıktır. Ve O’ndan başka tevekkül edilecek, bel bağlanacak, gücüne sığınılacak hiç bir merci yoktur. Çünkü O “Yüce Allah’ın güç ve kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur.” Kâfirler bunu bilmedikleri için, onlar açısından en çok bel bağlanacak kuvvet nefistir sanırlar ve “işimizi avucumuza aldık” diye böbürlenirler. Ve böylece her biri bir amir olmak, uluhiyetten bir hisse almak isterler. Bu şirk ve münazaa ile dünyada şikak ve nifak saçar dururlar. Halbuki azıcık aklı olan bir kimse anlar ki, hakka dayanmayan fani bir nefsin, kendi kendine itimada layık olan elinde hiçbir şeyi yoktur. Onun güvendiği herşey birer seraptan farksızdır. Bundan dolayıdır ki, kâfir ne kadar kendine güvenirse güvensin, kesinlikle bir gün gelir, olayların akışı karşısında güvenmiş olduğu noktaların hepsini kaybeder. Fakat hiç bir şeye değil, ancak Allah’a itimat eden hakiki mümin, ölümden bile sarsılmayarak kamil bir imanla Rabb’inin yüce katına gider. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, tevekkül demek, görevin ifasını Allah’a havale etmek demek değildir, emri ve kararı Allah’a bırakmaktır. Allah’ın emrini canla başla yerine getirmeye çalışmaktır. Kısacası tevekkül “tefviz-i vazife değil, tefviz-i emrdir.” Birçokları bu konuda gaflete düşerek, tevekkülü, vazifeyi terk etmek sanırlar. Yani kulluk görevlerinin yerine getirilmesini Allah’a havale edip, emir ve komuta mercii olarak kendi kendilerini görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış, namaz, oruç, zekat, cihad ilh… gibi görevleri Allah Teâlâ ona emredip yaptırmayacakmış da onun yerine Allah (haşa) yapacakmış gibi batıl bir zihniyet taşırlar. İsrailoğulları’nın vaktiyle Hz. Musa’ya “Git, sen ve Rabbin ikiniz savaşınız, işte biz burada oturup duracağız.” (Maide, 5/24) dedikleri gibi, demek isterler. Bu ise Allah’a tevekkül ve itimad değil, O’nun emrine güvensizliktir, tevekkülsüzlüktür ve Allah korusun küfürdür. “Allah hakkında o çok yanıltıcı (şeytan) sizi yanılgıya düşürmesin.” (Lokman 31/33) âyetinde de uyarıldığı gibi, bu olsa olsa şeytan yanıltmasıdır. İyi bilinmelidir ki, tevekkülün belirtisi emre gönül vermek ile vazife sevgisidir. Nitekim bu Allah yazısı, âyette sözü edilen tevekkül, cevap olarak şöyle açıklanıyor:
52- De ki, siz bize o iki güzelliğin birinden başkasını beklemezsiniz. Yani bizim hakkımızda beklediğiniz akıbet, her biri akıbetlerin en güzeli olan iki şeyden biridir: Ya zaferdir, ya şehitliktir. Bu ikisinden başka bir şey değildir. Biz sonuçta ya kesin bir zafer kazanacak, gazi olacağız, ya da şehit düşeceğiz. Oysa sizin başa geldiği takdirde musibet deyip kaçındığınız, halbuki bizim başımıza geldiği takdirde sevineceğimiz şehitlik de imrenip beğendiğiniz ve kıskandığınız zafer kadar güzel bir akıbettir. Siz bunların her ikisinin de büyük bahtiyarlık olduğunu takdir edemezsiniz de birine sevinir, öbürüne yerinirsiniz ve hakkımızda bu iki güzelliğin birinden daha başka gözetebilecek bir ihtimal bulamazsınız: Ya zafer, ya şehadet. İşte kaderimiz birbirinden güzel bu iki mutlu akıbetin, bu Allah yazılarının kesinlikle birisidir. Biz de sizin için şu iki akıbetten birini bekleriz: Allah’ın sizi, ya doğrudan doğruya kendi katından gelecek bir azapla ya da bizi ellerimizle meydana gelecek bir azapla cezalandırmasını, bu iki azaptan birisiyle azaba uğratmasını bekleriz. Yani sizin akıbetiniz, Allah katındaki kaderiniz de, layıkınız da budur. İşte sizin için en fena olan bu iki akıbet, bizim açımızdan bir iman konusudur ve gerçekte bütünüyle adaletin yerini bulması demek olan bir hayırdır. Onun için siz bekleyin, biz de sizinle beraber bekliyoruz.
53-Buna karşılık “Biz malla olsun cihada katılıp hizmette bulunmadık mı? Allah yolunda cihad edenlere para harcamadık mı? Peki bu hayır değil midir? Aslında “Zerre kadar iyilik yapan karşılığını görecek değil midir.” (Zilzal, 99/7). Şu hale göre “Son hakkımız Allah katında neden azap olsun?” diyecek olurlarsa:
De ki; istiyerek veya istemiyerek infak ediniz. Yani Allah yoluna diyerek sarfettiğiniz mallarınızı, gerek Allah ve Resulü’nden istek ve zorlama olmadan kendiliğinizden, gerek bir istek ve lüzum üzerine, her ne suretle sarfetmiş olursanız olunuz sizden asla kabul edilmeyecek. Yaptığınız harcamalarınız Allah katında bir hayır ve hasenat olmak üzere nam ve hesabınıza kaydolunmayacak ve kabul olunmayacaktır. Bundan dolayı ne görecekseniz önden göreceksiniz, ahirette ecrini göremiyecek, azaptan kurtulamıyacaksınız. Zira siz muhakkak ki, bir alay fasıklar olup çıktınız. Kalben itaatten çıkıp temerrüd ettiniz. Lâkin mutlak fısk, hayrın kabulüne mani olur mu? Özelikle istiyerek yapılan infak şeklinde itaatsizlik ne demektir? Denilecek olursa, şunu bilmeli ki,
54- onları kendilerinden, nafakalarını kabul olunmaktan engelleyen de başka birşey değil, ancak şu halleridir ki, bunlar hakikatte Allah’a ve Resulü’ne küfrettiler, inanmayıp inkâr ettiler. Ve namaza da ancak tembel tembel, üşene üşene, gelirler, başka türlü gelmezler infakı da ancak hoşlanmaya hoşlanmaya yaparlar, başka türlü yapmazlar. Yani Allah ve Resulü’ne kalben küfürleri devam ettiğinden, namazın ve infakın ne yerine getirilmesindeki sevaba, ne de terkinden dolayı günaha inanmadıklarından, adeta namazı boşuna bir külfet, infakı da bir cereme, bir zarar saydıklarından, bu gibi görevleri yaparken, bunları kalben iman ve gönül hoşluğu ile seve seve ve Allah rızası için değil başka bir maksat, dış görünüşü kurtarmak için yaparlar. Bundan dolayı infakı bir istek ve benimseme söz konusu olmadan görünüşte gönül hoşluğu ile yapıyormuş olsalar bile o nafakaların Allah yoluna harcanması yine de canlarını sıkar. Bunu gönülden isyan ederek ve istemeyerek verirler. Şüphe yok ki, bir kimsenin inanmadığı bir şeyi yapması, dışardan belli etmese bile kendi içinde mutlak bir isteksizlik konusudur. Hasılı kabule engel olan mutlak fısk ve günah değil, küfürdür. Ve önceki “kerhen” tabiri belli olan isteksizliği, ikinci “karihun” ise içlerindeki mutlak isteksizliği ifade eder. Bir açıdan isteyerek yapılıyormuş gibi görülen şeyin, bir başka açıdan isteksizlik olmasında da bir çelişki yoktur. Burada açıklanmak istenen şey münafıkların ruh halleridir. Art düşünceyle yaptıkları ve gönüllü olarak yapıyormuş gibi gösterdikleri bu fiilleri, iyi niyete dayalı olarak yapılan öteki işleri ilgilendirmez. Mesela bir münafığın, müslüman mücahitlere sırf kendi arzu ve isteğiyle Allah için diyerek bir infakta, bir yardımda bulunması ve bunun altında onları aldatma maksadını gizlemesi, gönüllü bir sarf olmakla beraber yine de bir taat ve ibadet değildir, bir isyandır. Ve bunda taat fikrinden bir iğrenme vardır.
55- İşte bundan dolayıdır ki, onların ne malları, ne evlatları seni imrendirmesin, sana bir bahtiyarlıkmış gibi görünmesin. Allah onlara bu nimetleri ne diye böyle çok çok veriyor diye hayrete düşürmesin. Bunlar onlar için görüldüğü gibi birer nimet değildir. Allah ancak şunu murad ediyor, irade buyuruyor ki onları bunlar sebebiyle dünya hayatında azaba uğratsın. Bu yüzden elemlere, kederlere ve dertlere giriftar eylesin. Bu dertlerle uğraşıp dururken o büyük akıbeti düşünmeye vakit bulamasınlar. Ve canları da kâfir oldukları halde çıksın. Böylece ilelebet vebal ve azabını çeksinler.
O münafık kâfirler öyle bir azap içindedirler ki, bir de:
Meâl-i Şerifi
56- Hiç şüphesiz onlar, sizden olduklarına dair yemin de ederler. Halbuki sizden değildirler. Fakat onlar öyle bir kavimdirler ki, korkudan ödleri patlıyor.
57- Eğer sığınacak bir yer veya barınacak mağaralar veyahut girilecek bir delik bulsalardı başlarını diker o tarafa doğru koşarlardı.
58- İçlerinde (topladığın) sadakalar hakkında sana tariz eden (dil uzatan) ler de var. Eğer o sadakalardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemişse hemen kızarlar.
59- Ne olurdu bunlar, Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olsalar da “Bize Allah yeter. Allah bize lütuf ve ihsanından yine lutfeder, verir. Bizim bütün rağbetimiz Allah’adır” deselerdi.
56- Ödleri patlar.
57-58- Onlardan bir kımı sadakalar hakkında sana lemzeder, imalı imalı söz dokundurur veya gizli gizli söz atar, seni arkandan çekiştirip ayıplar.
Bu hususta münferid birkaç olay rivayet edilmiştir:
Huneyn ganimetlerinin bölüştürülmesinde İslâm’a yeni girmiş bulunan Mekke halkını, İslâm’a ısındırmak için, Hz. Peygamber onlara fazla fazla pay vermişti. İbnü Zilhuveysıra adı verilen Hurkus b. Züheyrî Temimî “adaletli davran ya Resulallah” demiş, Hz. Peygamber de “Yazıklar olsun sana, ben de adalet yapmazsam kim adalet yapar?” buyurmuştu. İşte bu Hurkus, daha sonraki yıllarda Hariciler denilen ayrılıkçı çetenin reisi olmuştu.
Ancak ganimetlerden alınan paylar, “sadakalar” kavramına girmediğinden, bu âyetin mânâsıyla dolaylı olarak ilişkili olduğu söylenebilir.
Yine Huneyn gününde bir de Ebu’l-Cüvaz adında bir münafık, “Adamınıza baksanıza, sadakalarınızı koyun çobanlarına paylaştırıyor ve adalet yaptığını sanıyor.” demişti.
İşte bunlar, o sadakalardan kendilerine verilirse hoşnud olurlar ve şayet verilmezse hemen kızarlar. Sadaka almaya haklarının olup olmadığını hiç düşünmeden öfkelenirler.
59- Keşke bunlar Allah’ın ve Resulü’nün ganimetten (veya sadakadan) kendilerine verdiğine razı olsaydılar. Ve deseydiler Allah bize yeter. İleride Allah bize yine fazla fazla verir, lutfeder, Resulü de ihsanda bulunur.
Muhakkak ki, biz herşeyden önce Allah’a rağbet eyleriz. Yani O’nun verdiklerine razı olup böyle deselerdi haklarında daha hayırlı olurdu. Zira sadakaların sarfolunacağı yerler hakkında Allah Teâlâ’nın muhkem açıklaması, kesin farzı ve Resulüne gönderdiği düstûru işte şudur:
Meâl-i Şerifi
60- Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar, o işte çalışan görevliler, müellefe-i kulûb (kalbleri İslâm’a ısındırılacaklar), köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
60- Sadakalar. “SADAKA”: İnsanın malından sırf Allah’ın hakkı olarak ayırdığı vergidir. Allah’a sadakatla bağlı olmak anlamından alınmış olan bir kavramdır. Sadaka vermek demek olan “tasadduk” kelimesi aynı köktendir ve “sadakatle bağlılığı aramak” anlamına gelir, Sadaka kavramında üç ana unsur vardır:
1. Fakirlik, yani sadakaya muhtaç durumda olmak,
2. Temlik, yani yapılan yardımın, sadaka diye verilen şeyin mutlaka alanın eline geçmesi ve onda tasarruf edebilmesi,
3. Allah için verilmiş olmak.
Sadaka, herşeyden önce vacip veya nafile olmak üzere iki kısımdır ki, vacip olan kısmına “Zekât” denilir. Her iki kısmın da birçok çeşitleri vardır. Mesela tarım ürünlerinden alınacak zekâta “öşür” denilir. Ayrıca sevaim (hayvanlar), ağnam (koyunlar), ticaret, nukud (nakit paralar), rikaz (defineler), meadin (madenler) adı verilen başka bölümleri vardır. Nefsin zekâtı olan “Sadaka-i fıtır” vardır. Görülen ve görülmeyen mallardan alınan bu zekâtların hepsi vacip olan sadakalar cinsindendir. Ve çoğul olarak “Sadakat” kelimesi bunların hepsini kapsamı içine alır. Fakat âyetin sonundaki bağlantı karinesiyle burada asıl söz konusu olan ve maksat olarak gözetilen şey farz olan sadakalar, yani zekât çeşitleridir. Şu halde toplu mânâ şudur:
Meselenin içyüzü ve özü o münafıkların zannettikleri ve arzuladıkları gibi değil, bilinen bütün çeşitleri ile sadakalar adı altında toplanan zekât cinsinin hepsi münhasıran şunlar içindir: Fakirler ve yoksullar içindir. Şöyle ki, “Onların mallarında dilenen ve dilenmeyen yoksullara ait belli bir hak vardır.” (Me’âric, 70/25) âyetinin de öngördüğü şekilde vacip sadaka demek olan zekât bunların belli ve bilinen haklarıdır. Sadaka kavramı herşeyden önce fakirlik kavramı ile birlikte ele alınmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadisi şeriflerinde bunu şöyle ifade buyurmuşlardır: “Ben sadakayı zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum”. Bununla sadakanın fakirlere ait olduğu ve vacip olan sadakanın, zenginin bir lütfu değil, fakir kesimin zenginlerin zimmetine geçmiş bir hakkı demek olduğu, yani bir borcun sahibine geri ödenmesi demek olduğu anlatılmıştır. Şu kadar ki, bu hak, doğrudan doğruya her fakir kişinin kendi öz hakkı değil, fakir fukara kesiminin bütününün genel bir hakkıdır. Ayrıca bizzat kendilerinden bir sözleşmeyle veya gasp yoluyla alınmış bir kazanılmış hak değil, Allah Teâlâ’nın emri ile sabit olan hibe cinsinden bir haktır, yani Allah hakkıdır. Bundan dolayı sadaka ancak Allah için sıdk u sadakatle verilir. Ne zenginin fakire minnet ve eza yüklemeye hakkı vardır, ne de bir fakirin bir zenginden istekte bulunmaya hakkı ve yetkisi vardır. Hatta her fakirin her sadakayı almaya hakkı ve yetkisi yoktur. Nitekim Hz. Peygamber soyundan, yani, seyyid olan bir fakirin zekât alması haramdır. Ancak tatavvu olan sadakadan alabilirler, bir de hediye kabul edebilirler. Yine bunun gibi soyundan geldiği kimselere ve kendi soyundan gelenlere zekât ve vacip olan diğer sadakalar verilmez. Çünkü nafaka hakları vardır. Ayrıca fakirlerin ellerinden alınmış borç, emanet veya gasp veya benzeri herhangi bir haklarının geri verilmesinde sadaka mânâsı bulunmaz. Bunun içindir ki, haram maldan verilen şeyler hakikatte sadaka olamaz, ya bir başka hakkın kısmen iadesi veya bir haksızlıktan başka bir haksızlığa geçiş anlamı taşır. Fakir, aslında muhtaç olan, yani kendi geliri asli ihtiyaçlarına yetmeyen kimse demek olmakla beraber, az bir gelire sahip olabilir, böylece fakir ve muhtaç durumda olduğunu gizleyebilir, hatta bu yüzden “İffetli ve çekingen olduklarından, hallerini bilmeyenler onları zengin sanırlar.” (Bakara, 2/273) âyetinin tarifi ile cahiller onları zengin bile sanabilirler. Miskin ise düşkün demektir. “Yersiz yurtsuz, evsiz barksız yoksul ve kimsesizler” (Beled, 90/16) âyetinin de işaretiyle yoksulluğu dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir. Miskinlik fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak anlamına gelir, üstelik acizlik ve zillet mânâsını da ifade eder. Bununla beraber aksine tefsir edenler de olmuştur. Hasılı bütün sadakalar herşeyden önce fakirler ve yoksullar içindir; “fukara ve mesakin” hakkıdır, bunların menfaatına tahsis edilmiştir. Aşağıda geleceği şekilde diğerlerine de yine onların menfaati sebebiyle veya fakirlik ve ihtiyaçları dolayısıyla verilecektir. Şöyle ki:
Ve sadakalar üzerindeki amillere. Yani toplanıp biriktirilmesinde çalışan tahsildarlar, katipler, koruyucular, bekçiler, mesela davar ve sığır cinsinden toplanan zekâtların çobanlığını yapanlar, hasılı bütün bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu zekâtlardan ücretleri verilir. Ve bu sebeple bunlar için sadaka verilmiş olmaz, yaptıkları hizmete karşılık ücret olmuş olur. Ancak onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin ihtiyaçları yönünde yapılmış hizmetler olur, onların menfaatine ait bulunur.
İmam Serahsi’nin “Mebsut” adlı eserinde zikredilmiştir ki Hz. Peygamber, gerek görünen mallardan ve gerek görünmeyen gizli kapaklı mallardan alınacak zekâtların tahsili için amiller tayin buyurdu. Hz. Osman’ın hilafeti zamanında görünmeyen mallardan alınacak zekâtın tahsilindeki zorluk sebebiyle bunlar zengin müminlerin kendi vicdanlarına terk edildi ve yalnızca görülen malların zekâtları üzerine amiller görevlendirmekle yetinildi, ki, o zamandan beri davar, öşür, madenler ve gümrük memurları tayin edilmekle beraber, görünmeyen mallardan alınacak zekât mükelleflere bırakılmış bulunmaktadır.
Müellefe-i kulub: Yani kalbleri İslâm dinine ısındırılacak olanlar. Çeşitli rivayetlerden çıkan sonuca göre, bunlar başlıca üç kısım idiler. Bir kısmı bazı azılı kâfirler idi ki Resulullah, bunların şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer kâfirlerle müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlamak ve İslâm tarafını tutmaları için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini İslâm’a meyilli kişiler yapardı. Diğer bir kısmı ise kabile reisi ve ileri gelen kimseler durumunda idi ki Hz. Peygamber, bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden İslâm’a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve emrindekilerin İslâm’a girmeleri ve İslâm’da sebat etmeleri gibi bir takım İslâmî amaçlar ve maslahatlar gözetilirdi. Üçüncü bir kısım da İslâm’a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli kişiler idi ki, fakir ve muhtaç olmasalar da kalbleri iyice İslâm’a ısınsın, imanları pekişsin ve İslâm’ı iyice benimsesinler diye özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı. Ki Uyeyne b. Hısn, Akra’ b. Hâbis ve Abbas b. Mirdas bunlar arasındaydı. İşte “müellefetü’l-kulub” sıfatı her üç kısma da verilir. Üçünde de durumun gereğine göre, İslâm’a hizmet ile cihadın mânâsı ve fakir fukaranın çıkarlarının gözetilmesi ve korunması gibi hikmetler söz konusudur. Bununla beraber Hz. Peygamber tarafından birinci kısma verilen ihsan ve yardımların resmi sadakalardan verildiği hakkında sarih ve kesin bir rivayet yoktur. Rivayetler bunun ganimetlerden verildiğini gösteriyor. Büyük bir ihtimalle bunun “Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz bir şeyin beşte biri muhakkak ki, Allah ve Resulü’ne aittir…” (Enfâl, 8/41) âyetinin hükmünce, bilhassa Hz. Peygamber’in hissesi olan beştebirden verilmiş olmasıdır ki, bu da onun öz malıdır. Bundan dolayıdır ki, İmam Şafii gibi diğer bazı imamlar buradaki “müellefetü’l-kulub” vasfının, gayr-i müslimlere değil, müslümanlara ait olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bundan başka Hz. Ebu Bekir’in hilafeti sırasında yukarıda adı geçenlerden Uyeyne b. Hısn ile Ekra’ b. Habis, ki ikisi de Necid’li idiler, gelmişler “Ey Allah’ın Resulü’nün halifesi, bizim tarafta otsuz, işe yaramaz bir kıraç arazi var, onu bize ver, tahsis et.” demişler. Hz. Ebu Bekir de o araziyi onlara ikta’ (bağışlama) yoluyla tahsis eylemiş ve buna dair bir de yazılı belge düzenleyip, şahitlere imzalatmış. Fakat o anda orada hazır olanlar arasında Hz. Ömer yoktu. Bu ikisi şahit olsun diye Ömer’e vardılar, durumu anlattılar. Hz. Ömer bunu işitince yazılmış olan yazıyı ellerinden aldı ve yırttı attı. Dedi ki; “Resulullah sizi İslâm’a ısındırıyordu ve o gün müslümanların sayısı azdı. Şimdi ise Allah Teâlâ müslümanların sayısını çoğalttı. Gidiniz gücünüz yettiği kadar çalışıp çabalayınız, siz size düşeni yaparsanız Allah da sizi gözetir.”
Bunun üzerine öfkelenerek Hz. Ebu Bekir’e müracaat ettiler. Halife sen misin, Ömer mi?” dediler. Ebu Bekir de “isterse odur” dedi, bu konuda Ömer’e muvafakat ettiğini göstermiş oldu. Onun yaptığını yanlış bulmadı, ashabtan karşı çıkan ve yanlış bulan kimse de olmadı.
Bundan şu hukuki sonuç çıkar ki; Hz. Ebu Bekir iktaı (bağışı) yapmış ve hatta imzalamışken sonradan Hz. Ömer’in bunu engelleme işini yanlış bulmayarak, kendi kararından rücu eylemiştir. Bu şuna delalet eder: Demek ki, bu meselede Hz. Ömer’in hatırlattığı mânâ ve maksadı derhal anlayıp tasdik etmiştir. Yani “müellefü’l-kulub”a yapılan özel bağışlar ehl-i İslâm’ın azınlıkta olduğu zamanlara mahsus bir uygulamadır. Ve bunda ictihada mesağ yoktur. Zira Ebu Bekir ictihada yol görse idi imza ettiği bir hükmün feshini caiz görmezdi. Ashaptan bunu inkâr eden kimse çıkmayınca da mesele sosyal bir mahiyet almış olur.
Bundan dolayı, seleften birçokları “müellefetü’l-kulub” hissesinin bu sebeple ortadan kalkmış olduğu görüşünü savunmuşlardır ki, Hanefî mezhebi ile Malikî mezhebinin meşhur görüşü budur. Hanefî fıkıhçıları icma ile bunun artık düşmüş olduğu görüşünde olduklarından, bu olaya ashabın bütününün icmaı şeklinde bakarlar ve derler ki: Müellefetü’l-kulub hissesi, İslâm’ın başlangıcında ve Hz. Peygamber devrinde düşmanın çok, müslümanların az oldukları zamana ait bir uygulamaydı. Daha sonra Hz. Ömer’in de dikkat çektiği şekilde Allah Teâlâ müslümanları, böyle “müellefetü’l-kulub”un desteğine muhtaç olmayacak şekilde güçlü kılmıştır. Şayed bundan böyle müslümanlar öyle bir şeye muhtaç olurlarsa ancak mücahedeyi terk ettiklerinden dolayı muhtaç olurlar. Ne zaman birlik ve dayanışma içinde olurlarsa, müslümanlara ait olan mallardan bağışta bulunmak suretiyle yabancıların desteğini elde etmeye ihtiyaçları kalmaz. Ve böyle bir durumda, her şeyden önce müslümanların arasındaki birlik ve kardeşliğin güçlenmesi tedbirleri ile meşgul olmaları gerekir. Binaenaleyh müslüman fakirlerin hakkı olan sadakalardan, kâfirlerin zenginleri şöyle dursun, isterse yeni müslüman adı altında bazı mühtedilere, eğer fakir değillerse sırf te’lifi kulub (kalblerini ısındırmak) için hisse verilmesi kesinlikle ve evleviyetle caiz olmaz. Ayrıca hisse verilemez.
Malikilerden Ebu Hayyan tefsirinde bu mesele ile ilgili görüşler şöylece özetlenmiştir: “Ömer b. Hattab, Hasen, Şâ’bî ve İslâm fukahasından bir grup, müellefetü’l-kulub sınıfının, İslâm’ın güçlenmesi ve yayılmasıyla artık ortadan kalktığına kani olmuşlardır. Hanefî ve Malikî mezhebinin meşhur olan görüşü budur. Hanefi bilginlerinden bazıları demişlerdir ki, Ebu Bekir’in hilafeti zamanında İslâm’ın güç ve kuvvet kazanması sebebiyle ashab-ı kiram müellefe hissesinin artık ortadan kalkmış olduğu üzerinde icma ettiler. Kadı Abdulvehhab demiştir ki; bazı durumlarda ihtiyaç hasıl olursa sadakattan hisse verilir. Bilginlerden birçokları demiştir ki, müellefetü’l-kulub kıyamete kadar mevcuttur. İbnü Atıyye demiştir ki, meselenin boyutları üzerinde düşünürsek, oralarda ihtilafa ihtiyaç olduğunu görürüz. Yunus demiştir ki, Zühri’ye sordum, bu konuda nesih bilmiyorum, dedi. Ebu Ca’fer-i Nuhas demiştir ki, bunlar hakkında bu hüküm sabittir: Bir kimse telif’ten hisse almaya muhtaç olur ve onlardan müslümanlara bir zarar gelmesinden endişe edilir veya daha sonra onların müslüman olmaları umulursa verilir. Kadı Ebubekr İbnü’l-Arabi de demiştir ki, bana göre hüküm şöyledir: İslâm kuvvetli olursa zail olurlar ve eğer ihtiyaç bulunursa Resulullah’ın yaptığı gibi payları verilir. Kitabu’t-Tahrir’de zikrolunduğu üzere, İmam Şafii demiştir ki, âmil ve müellefetü’l-kulub şu zamanda ortadan kalkmıştır, sekiz kesimden altısı kalmıştır. En faziletli olan bu altısına sarfolunmasıdır… Bununla beraber yeniden ortaya çıkarsa, Şafii mezhebinin görüşü, her sınıfın kendi hissesinin geçerli olmasıdır.
Ancak şunu da unutmamak lazımdır ki, İmam Şafii gibi, birçoklarına göre, “müellefetü’l-kulub” adının, İslâm’a girmemiş olanlarla bir ilişkisi yoktur. Nitekim zekât konusunda söz konusu sekiz sınıfın tamamında da İslâm şartı genellikle bulunması istenen şarttır. Gayr-i müslim fakirlere zekât değil, tatavvu sadakası verilebilir.
İkinci olarak “fî sebilillâh” (Allahyolunda) kaydı, en geniş bir mânâ ile ele alındığı zaman sadakaların hepsinde vardır. Yukarıda da işaret edildiği üzere Allah rızası gözetilmek sadakaların özünde bulunması gereken bir kavramdır ve mahiyetine dahildir. Fakirlere, yoksullara, kölelerin azadına ve borç yükü altında ezilenlere verilen sadakalarda da aslında “fî sebîlillâh” mânâsı vardır, yoksa onlara verilemezdi. Bunun böyle olduğu biliniyor iken bütün bunlar arasından bir de ayrıca “Fî sebîlillah” diye buyurulması bunun genel anlamda “fî sebîlillâh” kavramı içinde özellikle başka bir “fî sebîlillâh” demek olduğunu, yani genel anlamıyla ele alınamıyacağını derhal ifade eder. Burada sayılanlardan başka olarak diğer böyle bir fî sebîlillâh demek gibi bir genelleme mânâsına da olamıyacaktır. Çünkü bundan sonra “yolda kalmış” tahsisi böyle bir mânâya engeldir. Şu halde bunun mânâsı, “herhangi bir şekilde fî sebîlillâh sarf için” demek de olamaz. Buradaki “fî sebîlillâh” zarfı esas itibariyle ne doğrudan doğruya sadakanın, ne de sarf şeklinin zarfı değildir. Bundaki mânâ, “sadakalar ve fî sebîlillâh’dır” demekten ibaret olmadığı gibi, “köleler hakkında” ifadesinde olduğu üzere “ve fî sebîlillâh sarf için” demekten ibaret de değildir. Sadakanın öbürlerinden başka özellikle verilmesi gereken bir harcama yerine ait bir zarftır: “Allah yolundakiler için” demektir ki, Allah için olan bir ibadete kendini adamış olanların özel vasıflarını anlatır. Sadaka kavramı ilişkisiyle de bunların muhtaçları ve ihtiyaçlarının karşılanması söz konusu olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu şekilde burada “O fakirlere ki, onlar kendilerini Allah yoluna adamışlardır.” (Bakara, 2/273) âyetini özetleyen bir mânâ gizlidir. atfı da bunların en fazla “ibn-i sebîl” (yolcu) kesimi ile yakın ilişkisini akla getirir. Fakirler ile yoksullar, âmiller (zekâtta görevliler)le müellefetü’l-kulub, rikab (köleler) ile garimin (borçlular) nasıl yakın ilişki içinde iseler bunlar da öyle demek olur. Yani, bunlarda bir yolculuk, sürekli yol tepme, bir sefer ve gurbet mânâsı bulunduktan başka bu yolun Allah yolu olması ve bunların o yolda bir ihtisas, uzmanlık ve mecburiyetleri bulunması, bir özel yolculuk ile bir özel ibadeti birleştiren bir durumda bulunmuş olmaları mânâsı vardır. Demek ki, diğer harcama yerlerine verilen sadakalar dahi fî sebîlillâh (Allah yolunda) olduğu halde, bu harcama yerine verilen sadaka “iki kere fî sebîlillâh” demektir. Binaenaleyh burada ‘dan maksat özel bir mânâyı vurgulamak olduğu açıktır. Ve bu mânâ, evvela cihad, ikinci olarak hac ve üçüncü olarak da ilim tahsili için yolculuk etmek şeklinde ele alınabilir. Bu yüzden “fî sebîlillâh” deyimi şeriat geleneğinde cihada ait bir kavram olmuştur. Çünkü Allah için sefer ve kendini vakfetmek anlamında en başta gelen ibadet budur. Bundan dolayıdır ki, bütün tefsir ve fıkıh bilginleri bu mânâ üzerinde görüş birliği içindeler. Bununla beraber hacda da bu mânâ bulunmaktadır. Yine tefsir ve fıkıh açısından bu mânâ da âyetin kapsamı içinde kabul olunmuştur. Ayrıca Suffe Ashabı gibi din ilimlerinin tahsiline kendini adamış olanları da kapsamı içine aldığı “Kendilerini Allah yoluna adamış olan fakirler için” (Bakara 2/273) âyetinin tefsirinde nakledilmiştir. Hasılı, “fî sebîlillâh” deyiminin sadece bir zarf veya sıfat olarak kullanılması ile burada olduğu gibi bir lakap ve ünvan olarak kullanılmış olması arasında çok önemli fark vardır. Önceki genel bir anlam, ikincisi özel bir anlam ifade eder. Önceki mânâ ile her ibadet, her hayır, her sadaka fî sebîlillâhdır, yani Allah’ın rızası yolundadır. İkinci mânâ ile her sadaka fî sebîlillâh değildir, fî sebîlillâh sadaka, bir özel harcama şeklidir ki, bilhassa îlâ-yı kelimetullah (Allah’ın kelimesini yükseltme) yolunda olanlara verilen sadakadır. Bu farkın belli olmasından dolayıdır ki, bütün tefsir bilginleri ve önde gelen fıkıh âlimleri bu “fî sebîlillâh” harcama yerinden asıl murad olunanların mücahidler olduğunda görüş birliği içindeler. Şu halde zekatta, yani vacip olan sadakalarda söz konusu sekiz harcama yerinde birinin de fî sebîlillâh kaydıyla mücahidlere yapılacak harcama olduğu kesindir. Abdullah İbnü Ömer (r.a.)’den “Hac da fî sebîlillâhdır.” diye rivayet edilmiştir. Fahruddin Razî, tefsirinde “Müfessirler, fî sebîlillâh’a gaza edenler dediler.” diyerek bir tesbit yapmış ve müctehid imamların görüşlerinin de bu mânâ üzerine olduğunu topluca bir ifadeyle anlattıktan sonra şunu ilave ederek, “fî sebîlillâh görüşünde lafzın dış görünüşü her çeşit gaza ehline mahsus olduğunu gerektirmez. Bu mânâdan dolayı Kaffal, tefsirinde bazı fıkıh âlimlerinin, ölülerin kefenlenip defnedilmesi, kaleler ve kışlalar yapılması, camilerin yapımı ve onarımı gibi hayır çeşitlerinin hepsine sadakaların harcanmasını caiz gördüklerini, çünkü fî sebîlillâh ifadesinin hepsini kapsamı içine aldığını nakletmişlerdir.” demiş, Kadî Beydavî de “Köprü ve fabrika yapmak da denildi.” diyerek, bu görüşü zayıf bir ifadeyle kaydetmiştir. Gerçekten de Razî’nin bunu ifadenin zahirine bağlayarak, bir çeşit te’yid suretinde nakleylemesi doğru değildir. Bunda hem isim siyakındaki fî sebîlillâh lâfzının meşhur olan özel mânâsından, hem de yukarıdan beri açıklayageldiğimiz şekilde beyanın siyakından bir zühûl vardır. Sahih senetle gelen bir Hadisi Şerifte de dile geldiği gibi, Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki, “Zengine sadaka helâl olmaz, ancak fî sebîlillâh veya ibni sebîl (yolcu) veyahut o kimse bunun dışındadır ki, yoksul bir komşusu vardır, kendisine verilen sadakayı o yoksul komşusuna iletmiştir”. Görülüyor ki, bu hadisi şerifteki fî sebîlillâh ifadesi her çeşit hayratı içine alacak şekilde genel bir ifade değildir.
Öyle bir anlama ihtimali bulunmadığı gayet açıktır. O halde âyetin tefsirinde bunu gözardı ederek, her çeşit hayır için geçerli bir ifadeymiş şeklinde anlamak nasıl doğru olabilir? Şüphesiz açık ve ortada olan mânâ mücahidlerdir. Bunda diğer hayır çeşitleri olsa olsa bir ihtimal olur ki, bununla nafile olan sadakalarda amel caiz olsa bile zekât gibi vacip sadakalarda caiz olmaz. Mesela, zekâta mahsuben cami veya misafirhane yapmakla zekât borcu eda edilmiş olmaz. Onlar vacip olan sadaka cinsinin dışında doğrudan doğruya kendine mahsus başka bir hayır ve ibadet olur. Lâkin o hayır, vacip olan sadakanın yerine geçmez, zekat sayılmaz. Ancak mücahidlerin cihatta muhtaç oldukları her türlü levazım ve mühimmat, yani “Onlara karşı kuvvet hazırlayın.” (Enfal, 8/60) âyetinin kapsamı içinde olup da yalnızca kendi imkânları ile tedarik edilmesi mümkün “cihad ihtiyaçları”nın hepsi bu fî sebîlillâh harcama yerine girer. Asıl maksat ihtiyaçların karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre, bunları mücahidlerin teker teker bizzat kendilerine değil de cihad konusuna, yani mücahidlerin şahıslarına değil de komutanın emrine veya başkomutanlığa verilmek suretiyle ihtiyacın karşılanabileceği, bunu böyle ödemenin yeterli olabileceği meselesi ayrıca üzerinde durulabilecek ictihada bağlı bir konudur. Çünkü bu husus ödemenin şekli ile ilgili olan ve ayrıntı sayılabilecek bir meseledir. Sadaka sahibi, sadakasını fî sebîlillah olmak üzere muhtaç olan mücahidlere temlik veya komutana teslim etmekle vacibi eda etmiş olur. Kumandan da onu velayet yoluyla alıp mücahidlerin cihattaki ihtiyacına yerli yerinde ve en uygun şekilde harcamakla velayet görevini ifa etmiş ve emaneti yerine ulaştırmış olur. Ve ihtiyacın özelliğine göre, mücahidlerin doğrudan doğruya şahısları söz konusu olmayıp teker teker temlik gerekli olmayabilir. Mesela, yiyecek ve giyecek şahsa tahsis edilebilir de ağır silahlar birliğin emrine tahsis edilir. Daha doğrusu kumandanın emrine verilir. Ve bu sadaka öbürlerinden daha ziyade Allah hakkı olarak eda edilmiş olur. Ve o halde “İbn-i Sebîl”(yolcu) meselesi de aynı hükmün kapsamı içinde ele alınabilir.
Hasılı sadakaların hepsi, işte bu sekiz harcama yeri içindir ve bu sınıflara mahsustur. Ve hepsinde sadakanın verilmesi ve alınması fakirlik ve ihtiyaç yönündendir. Yalnızca sadaka üzerindeki amillerle müellefetü’l-kulubun almaları sadaka olarak değildir. Sadaka devlet başkanı adına toplandığı zaman da yine fakir fukaraya dağıtılmak üzere tahsil olunur. Sonra da başkan, ondan müellefetü’l-kuluba, fakir müslümanlara gelebilecek eza ve cefayı defetmek için, yine İslâm’a yardım olmak ve bir çeşit mâli cihadı yerine getirmek üzere verir. Amillere (vergi toplayan görevlilere) de sadaka değil, çalışmalarının karşılığı olarak ücret şeklinde ödeme yapmış olur. Şu halde sadaka alanların hepsi fakirlik ve ihtiyaç anlamı içinde sadaka alabilir: “Ben sizin fakirlerinize ödemek için zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum.” hadisi şerifinin içeriği de gösterir ki, yukarıda sözü edilen hadisteki üç müstesna dahi dahil olmak üzere sadaka alması helâl olanların hepsi gerek asaleten, gerek vekaleten olsun kesinlikle ancak fakirlik sebebiyle alabilirler. Bu sekiz sınıf, bu sekiz harcama yerinin sahipleri aslında fakirlik ve ihtiyacın sebeplerini ve çeşitlerini açıklamak için tek tek söz konusu edilmişlerdir ki, fakirliğin mutlak kısmı da vardır, izafi olan kısmı da vardır. Şu halde “fakirler ve yoksullar” adı altında ele alınamayacak hiçbir sadaka çeşidi yoktur.
Allah’dan fariza olarak bu böyledir. Yani sadakalar, Allah tarafından ancak bunlar için bir fariza olmak üzere farz kılınmıştır. Allah alimdir, hakimdir. Herşeyi ve herkesin durumunu, derecesini, neye hakkı olup, neye olmadığını bilir ve herşeyi yerli yerine koyar ki, hakları hak sahiplerine iletmek, haklara ve görevlere riayet edenlerle etmeyenlere de ona göre hak ettiklerini vermek dahi O’nun hikmeti cümlesindendir. Bundan dolayı Allah’ın farz kıldığı sadakaların bu sekiz sınıfın dışına harcanması caiz olmaz. O halde bunlardan bütün bütün ayrı olan ve kalblerinin İslâm ile telifi kabil olmayan o hırslı, iki yüzlü ve fitneci münafıklar sadakaya nasıl ve nereden hak sahibi olabilirler? Ve onlara sadaka vermek nasıl caiz olabilir?
Meâl-i Şerifi
61- Yine onların içinde öyleleri vardır ki, Peygamber’i incitiyorlar ve “O her söyleneni dinleyen bir kulaktır.” diyorlar. De ki; “Sizin için bir hayır kulağıdır. Allah’a inanır, müminlere inanır, ayrıca sizden iman edenlere de bir rahmettir”. Allah’ın Resulünü incitenlere acıklı bir azap vardır.
62- Gönlünüzü hoş etmek için gelir size yemin ederler. Bunlar eğer mümin iseler Allah’ı ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur.
63- Bilmiyorlar mı ki, kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse, ona muhakkak ki içinde ebedi kalınacak cehennem ateşi vardır. İşte rüsvaylığın büyüğü de budur.
61-63- Şunlar da onlardandır ki, Peygambere eza ederler. Münafıklardan bir kısmı aralarında konuşurken Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hakkında ileri geri konuşmuşlar, içlerinden bazıları “Onun hakkında böyle dedikodu yapmayınız, korkarız ki, kulağına gider, o zaman da bizim için iyi olmaz.” demişler. Cülas b. Süveydî, “Biz dilediğimizi söyleriz, sonra da onun yanında söylediğimizi inkâr ederiz, üstüne bir de yemin bastırdık mı, o da hemen bizim doğru söylediğimize inanır, Muhammed duyduğuna inanan bir kulaktır.” demiş. İşte bunu açıklamak üzere buyuruluyor ki: Ve o bir kulaktır, derler. Yani ne söylenirse dinler, reddetmez, belirtilerine göre kabul olunup olunmayacağı ayırdetmez, yutar, sanki kendisi bütünüyle bir kulaktan ibaretmiş gibidir. Araplar casusa “ayn”, yani “göz” dedikleri gibi, her söylenene kanan, her işittiğine inanan saf kimseye de “üzün” yani “kulak” derler. Hz. Peygamber de münafıkların kabahatlerini yüzlerine vurmaz, merhamet ve kerem gösterirdi. Özellikle yemine çok saygı gösterirdi. Onlar da onun bu tutumunu, onun saflığına verirlerdi. Ondan dolayı böyle söylemişlerdi.
Ey Muhammed onlara de ki, sizin için bir hayır kulağıdır. Evet bir kulaktır, fakat sandığınız gibi değil, bilseniz sizin hayrınıza olan ne güzel bir kulaktır. Çünkü o başka birşey dinlemez hayır ve hak dinler ve sizi dinlerken de sizin hayrınıza dinler, Allah’a iman eder, ve müminlere de inanır. Dikkat edilirse birinci dinî anlamda iman, ikinci lugat anlamıyla inanmak demek olduğundan birincisi “ba” harf-i cerri ile, ikincisi “lam” harf-i cerri ile sıralanarak aralarındaki fark anlatılmıştır. Yani Allah’a iman ettiği için yemini dinler ve müminlerin sözlerine inanır, onları tasdik eder. Ve iman edenlere, (yani sizden imanını açıkça ortaya koyanlara) bir rahmettir. Açıkça ifade ettikleri imanı reddeylemez, kabul eyler, fakat hakikatte işin içyüzünü anlamadığından dolayı değil, sırf müminlere olan merhametinden, yumuşaklığından, sabır ve tahammülünden dolayı sırlarını açığa vurmamak, ayıplarını yüzlerine vurmayıp, örtbas etmek suretiyle kabul eyler. Halbuki; “Allah’ın Resulü’nü üzenlere, evet onlara acıklı bir azap vardır. Bir de gelirler size yemin ederler, bununla sizin gönlünüzü almak isterler. Oysa Allah ve Resulü, rızası kazanılmaya daha çok layıktır. Eğer inanıyorlarsa bunun böyle olduğunu bilmeliler. Bilmiyorlar mı ki, kim Allah’a ve Resulü’ne sürekli karşı gelirse ona muhakkak ki, cehennem ateşi vardır, orada ebedi kalacaktır, işte rüsvaylığın, perişanlığın büyüğü odur.”
Aynı zamanda:
Meâl-i Şerifi
64- Münafıklar, kalblerindekileri bütünüyle haber verecek bir sûrenin tepelerine inmesinden çekinirler. De ki, alay edip durun bakalım, Allah o sizin çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır.
65- Eğer kendilerine sorarsan, “Biz sırf lafa dalmış, şakalaşıyorduk.” derler. De ki: “Allah ile, âyetleri ile ve peygamberi ile mi alay ediyorsunuz?”
66- Boşuna özür dilemeyin, iman ettik dedikten sonra küfrünüzü açığa vurdunuz. İçinizden bir kısmını affetsek bile bir kısmını suçlarında ısrar ettikleri için azabımıza uğratacağız.
67- Münafıkların erkekleri de kadınları da birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Allah’ı unuttular da, Allah da onları unuttu. Gerçekten de münafıklar hep fâsık kimselerdir.
68- Allah, erkek kadın bütün münafıklara ve bütün kâfirlere cehennem ateşini ebedî olarak vaad buyurdu. O ateş onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir. Onlara bitmez tükenmez bir azap vardır.
69- (Ey münafıklar!) siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de sizden önce batağa dalanlar gibi batağa daldınız. İşte bunların dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep hüsran içinde kalanlardır.
70- Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh Kavmi’nin, Âd’in, Semûd’un, İbrahim Kavmi’nin, Medyen Ashabı’nın ve o mü’tefikelerin haberi gelmedi mi? Onların hepsine peygamberleri delillerle gelmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi, lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
64-70- De ki; “alay edin bakalım!” Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber, Tebük seferine çıkarken münafıklardan bir süvari bölüğü de önde gidiyor ve kendi aralarında Kur’ân’la, Peygamber’le alay ediyorlardı: “Şu adama bakın, Şam kalelerini ve köşklerini fethetmek istiyor heyhat, heyhat!…” diyorlardı. Allah Teâlâ, Resulü’ne bunu haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Şu bölüğü durdurunuz.” buyurdu ve yanlarına vardı, “Siz şöyle şöyle dediniz.” dedi. Onlar da yemin ederek “Hayır, Ya Resulallah, hayır vallahi, ne senin, ne ashabının hakkında kötü bir şey söylemedik, sadece yol yorgunluğunu unutturmak için şakalaşıp eğleniyorduk.” diye cevap vermişlerdi. Daha sonraki âyetler, bu çeşit davranışları kınayan ve sonuçlarının kötülüğüne dikkat çeken, müminleri uyaran âyetlerdir. Münafıklar ister kadın , ister erkek olsun, her zaman ve her yerde hep bu tutum içindedirler.
Onlara karşılık:
Meâl-i Şerifi
71- Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostları ve velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle yarlığayacaktır. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir.
72- Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedi kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vaad etmiştir. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.
71-72- Ve Adn cennetlerinde güzel, hoş meskenler. Hayır kaynağı ve ebedi ikâmetgâh olan, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanoğlunun aklına, hayaline getiremediği gayet gönül safasıyla dolu bir mutlulukla yaşanacak güzel güzel meskenler ki, en ileri derecedeki iman ve hizmet ehline vadolunmuştur. Ve Allah’dan bir rıdvan yani Allah’ın rızasından olan bir küçücük şey bile ekberdir, yani en büyüktür. Bütün bu sayılan cennet nimetlerinin hepsinden daha büyüktür. Çünkü her hayrın ve her mutluluğun, her şerefin ve her yüceliğin dayanağı odur. Bunun doğrudan doğruya vaad olunan nimetler dizisi içinde gösterilmemesi dikkat çekici bir şeydir. Allah bilir, bunun hikmeti, her vaadin içeriğinde her iki dünya için geçerli olan bir mânânın yatmasıdır, denilmiş. Fakat rivayet olunmuştur ki Allah Teâlâ, cennet ehline “Razı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?” Buyuracak, onlar da “Ey Rabbimiz, nasıl olmayız ki, bize başka kullarından hiç birine vermediğin nimeti verdin.” diyecekler. Bunun üzerine buyuracak ki, “Size bundan da büyüğünü vereceğim.”, “Bundan daha üstün ne olabilir?” diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ buyuracak ki; “Size rıdvanımı helâl kılacağım ve artık size sonsuza kadar hiç gazap etmeyeceğim.”
Meâl-i Şerifi
73- Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Onlara karşı katı ol. Onların varacakları yer cehennemdir ve orası ne kötü bir yerdir.
74- Onlar, kötü bir şey söylemedik, diyerek Allah’a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâm’a girdikten sonra yine kâfirlik ettiler. Ve o başaramadıkları cinayeti tasarladılar. Halbuki intikam almaları için Allah’ın, Resulü ile onları lütfundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Yok yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da, ahirette de acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara yardım edecek bir kimse de bulunmaz.
75- Yine onlardan kimi de Allah’a şöyle ahdetmişlerdi: “Eğer bize lütuf ve kereminden ihsan ederse biz de elbette zekâtı veririz ve kesinlikle salihlerden oluruz.” diye söz vermişlerdi.
76- Ne zaman ki, Allah lutfedip onlara ihsanda bulundu, onlar da cimrilik edip yüz çevirdiler ve zaten yan çizip duruyorlardı.
77- Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, O da bu yaptıklarının sonucunu kıyamet gününe kadar yüreklerinde sürüp gidecek bir münafıklığa çevirdi.
78- Allah’ın, onların sırlarını da, fısıltılarını da bilip durduğunu ve Allah’ın bütün bilinmeyenleri bildiğini hâlâ öğrenemediler mi?
79-. Müminlerden zekâttan fazla olarak kendi gönülleriyle bağışta bulunanlara, bir de güçlerinin yettiğinden fazlasını bulamayanlara bakıp da onlarla alay edenleri Allah, maskaraya çevirmiştir. Onlara pek acıklı bir azap vardır.
80- Onlar için Allah’dan ister mağfiret dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de yine Allah onları affetmeyecektir. Bu, onların Allah’ı ve Resulünü inkâr etmelerinden dolayı böyledir. Allah, böylesine baştan çıkmış fasıklar güruhuna hidayet etmez.
73- Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad aç! Ve onlara karşı katı ol! Yumuşak davranma. Bundan anlaşılıyor ki, cihad yalnızca kılıç ile veya başka silahlarla yapılan savaşla olmaz. Yine bu ifadeden anlaşıldığına göre “cihad” kelimesi “kıtal”, yani, “savaş” kelimesinden daha geniş kapsamlıdır. Zira münafıklar, gizli kâfir oldukları için, öbür açık kâfirler gibi savaş ve kıtal şeklinde bir cihad söz konusu edilemez. Münafıklara karşı açılacak cihad, delil ortaya koymak ve belgeleri açıklamak şeklinde tefsir edilmiştir. Gerçekten de cihad kılıçla, dille, yazı ve yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak, mücahede eylemek demektir ki, savaş bunun sadece bir özel çeşididir.
74- Onlar Allah’a yemin ediyorlar ve “Biz böyle birşey demedik.” diyorlar. Halbuki o küfür kelimesini kesinlikle söylediler.
Rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber, Tebük seferinde iki ay kalmış idi. Bu sırada Kur’ân âyetleri iniyor ve sefere katılmayan münafıkları ayıplıyordu. Bu âyetleri ordu içinde bulunan münafıklar da işitiyorlardı. Bunlardan biri olan ve yukarıda da adı geçen Cülas b. Süveyd, “Eğer Muhammed’in Medine’de bıraktığımız kardeşlerimiz, büyüklerimiz ve ileri gelenlerimiz hakkında söyledikleri bu sözleri doğru ise biz eşşeklerden de kötüyüz.” diye bir söz kaçırmıştı. O mecliste hazır bulunan Âmir b. Kays el-Ensari “Evet, vallahi Muhammed elbette doğrudur, sen de gerçekten eşşekten betersin.” demişti ve tartışma hemen Peygamber Efendimiz’e ulaşmıştı. Bunun üzerine Cülas’ı huzuruna getirtti, Cülas da “Vallahi söylemedim.” diyerek yemin etti. Âmir de iftiracı durumuna düşmüştü, ellerini kaldırarak “Allah’ım! Kulun ve Peygamberin olan Muhammed’e doğruyu tasdik edecek, yalancıyı belli edecek âyet indir!” diye dua etti. Bu sebeple bu âyet nazil oldu. Cülas da “Allah Teâlâ, bu âyette tevbeyi zikrediyor. Gerçekten de ben o sözü söylemiştim.” dedi ve cidden tevbekâr oldu. Ve İslâmlarından sonra küfrettiler. Yani açıkça müslüman olduklarını söyledikten sonra, içlerindeki küfrü ortaya koydular. Ve nail olamadıkları bir kasıtta bulundular. Tebük’ten Medine’ye dönüşte münafıklardan onbeş kişi, geceleyin karanlıkta bir yamacın kıvrıldığı bir tepede Hz. Peygamber’i bineği üzerinde vurup uçuruma itmeye ittifakla karar vermişlerdi. Ammar b. Yasir bineğin yularından çekiyordu, Huzeyfe ibnil-Yeman da arkasından sürüyordu. Tam o sırada Huzeyfe develerin ayak seslerini ve bir silah şakırtısı işitti, döndü baktı ki, yüzleri örtülü bir grup üzerlerine doğru geliyor. Bunun üzerine Huzeyfe yüksek sesle “Kendinize gelin, Ey Allah düşmanları, kendinize!” diye bağırınca, onlar da korkup kaçarlar.
75-“Yine onlar içinden öyleleri vardır ki, Allah’a ahit verirler.” Bu âyetin de Sa’lebe b. Hatıp sebebiyle nazil olduğu rivayet edilir. Şöyle ki, Sa’lebe Hz. Peygamber’in huzuruna gelmiş, “Ya Resulallah! Allah’a dua et de bana biraz mal versin.” demiş. Peygamber (s.a.v.) de: “Ey Sa’lebe hakkını eda ettiğin az mal, güç yetiremiyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.” buyurmuş. Sa’lebe tekrar gelmiş ve “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, bana mal verirse, kesinlikle her hak sahibine hakkını veririm.” demiş. Bunun üzerine Resulullah dua etmiş, o da bir davar sahibi olmuş derken o hayvan üredikçe üremiş, onun hayvanlarına Medine dar gelmeye başlamış, bir vadiye gitmiş, önce cemaat namazlarından, sonra da cumalardan kesilmiş. Resulullah onu sormuş, “Malı çoğaldı, vadiye sığmaz oldu.” denilmiş. Bunun üzerine “Eyvah, yazıklar oldu Salebe’ye.” buyurmuş. Sonra zekât için ona iki tahsildar göndermiş, birçokları bu tahsildarları daha önceden hazırladıkları zekat mallarıyla karşılamışlar. Salebe’ye vardıkları zaman Resulullah’ın belli farzın ödenmesini buyuran fermanını okuyup zekatı istediklerinde, Sa’lebe “Bu cizye de neyin nesi oluyor? Bu istediğiniz şey cizyenin kendisi değilse bile kardeşidir. Hele siz şimdi gidin de ben bir düşüneyim.” demiş.
76- “Allah onlara fazl u kereminden ihsanda bulununca, onda cimrilik ederler ve yüz çevirip vazgeçerler.” İşte bu âyet ona delalet etmektedir. Tahsildarlar dönüp Hz. Peygamber’e geldiklerinde, daha onlar olup bitenler hakkında birşey söylemeden, Hz. Peygamber, iki kere “Eyvah, yazıklar oldu, Sa’lebe’ye.” buyurmuş. Bu âyetler, bu sebeple nazil olmuştur. Daha sonra Sa’lebe zekâtı alıp getirmiş, fakat Resulullah “Allah Teâlâ, beni, senin sadakanı kabul etmekten meneyledi.” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra Ebu Bekir’e getirmiş, kabul etmemiş, daha sonra Hz. Ömer’e getirmiş, o da kabul etmemiş ve Hz. Osman’ın halifeliği zamanında kendisi de yok olup gitmiş.
77-Böylece “Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları için Allah da o sözü kıyamete kadar kalblerinde sürüp gidecek bir nifaka (münafıklığa) çevirdi.” âyetinin hükmü zuhura gelmişti.
78- O münafıklar bilmediler mi ki Allah onların kalblerinde gizledikleri sırlarını da, fısıltılarını da elbette bilir ve Allah hiç şüphesiz Allamü’l-guyuptur. Yani Allah’ın her bilinmeyeni kesinkes bilip durduğunu bilmediler mi de o haltları işlemeye cüret ettiler?
79- Onlar ki, müminlerden sadaka konusunda fazla fazla verenleri (yani farz olan zekâtlarından başka nafile olarak da sadaka verenleri) kınarlar. Bir de cühdlerinden, (takatlarından başka birşey bulamayanları) ayıplarlar da onlarla alay eder, eğlenirler. Bu âyette tatavvu olarak sadaka vermenin faziletine dikkat çekilmiştir.
Tatavvu: Üzerine farz ve vacip olmadığı halde fazladan bir ibadet yapmak ve taatta bulunmaktır ki, “nafile” ile eş anlamlıdır. Mesela sadakalarda tatavvu, vacip olan zekâttan başka fazladan sadaka vermektir, yahut kendisine zekât düşmediği halde sadaka vermektir ki, diğer ibadetlerde de bu böyledir.
Şöyle rivayet olunmuştur ki, Hz. Peygamber, insanları sadaka vermeye teşvik buyurmuştur. Bundan dolayı Abdurrahmân b. Avf, kırk okka kadar altın, bir okka kırk dirhem para ve bir rivayette dört bin dirhem getirmiş ve “Sekiz bin dirhem param vardı, yarısını Rabb’ime ayırdım, yarısını da evdekilere bıraktım.” demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Allah, verdiğini de senin için mübarek kılsın, evde alıkoyduğunu da.” duasında bulunmuştu. Gerçekten de Abdurrahmân, daha sonra o kadar bolluğa ve berekete erişmişti ki, vefat ettiği zaman, mirasının sekizde biri dört hanımına taksim edilince yalnızca dördüncü hanımı olan Nadir, Seksen bin dirheme sulh olmuştu. Yine ashaptan Asım b. Adiy de yüz vesek hurma getirmiş, “Bu gece bir zatın hurmalığını sulamak için sabaha kadar gündelikçi olarak çalıştım, karşılığında iki sâ’ hurma kazandım, birini evime alıkoydum, birini de Rabb’im için getirdim.” demişti. Resulullah da zekât olarak toplanan öteki hurmaların üstüne dökmesini emreylemişti. Münafıklar ise Abdurrahmân da, Asım da “Sadakalarını başka değil, sırf gösteriş ve isim yapmak için getirdiler, Ebu Ukayl’in getirdiği bir sâ’hurmaya da Allah ve Resulü muhtaç değildi, lâkin o da kendisine sırf sadaka veriyor desinler diye getirdi.” şeklinde ileri geri dedikodu yapmışlar ve fiskos etmişlerdi. İşte bu sebeple bu âyet nazil oldu.
Allah, o münafıkları maskara etti. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.
80-Öyle ki, sen onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme, bir şey değişmez, her ikisi de eşittir. Onlar için yetmiş kere istiğfar etsen de, (yani ne kadar çok istiğfar edersen et), yine de Allah onları kesinlikle affetmeyecektir, bağışlamayacaktır.
Rivayet olunuyor ki, Abdullah b. Übeyy’in oğlu Abdullah çok ihlaslı bir müslüman idi, babasının hastalığında onun hakkında Resulullah’ın dua ve istiğfar etmesini niyaz etmişti. Peygamber Efendimiz de etmiş idi. Sonra bu âyet nazil oldu. Yedi, yetmiş ve yediyüz gibi sayılar mutlak olarak bir şeyin çok çok yapılması için kullanılır. Böyle olmakla beraber sayıların herbiri, esas itibariyle daha yukarısının hükmüne aykırı bir sınırı belirler. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bunu dikkate alarak “Demek ki, Allah Teâlâ izin verdi ben de yetmişten daha fazla istiğfar ederim.”(1) demiş ve bunu üzerine “Aynı şeydir, onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme, Allah onları bağışlamayacaktır.” (Münâfikûn, 63/6) âyeti nazil olmuştur.
İşte bu, yani Allah’ın onları bağışlamayışı, senin istiğfarına önem vermediğinden dolayı değil, şu sebeptendir: Çünkü onlar Allah’a ve Resulü’ne inanmadılar, kesinlikle inkâr ettiler. Allah da böylesine fasıklar güruhunu hidayete erdirmez. Yani, hadlerini aşan, şımarık ve küstahça tavır alan inatçı kimselere hidayet nasip etmez, onları başarıya ulaştırmaz, maksatlarına nail eylemez.
Böyle iken:
Meâl-i Şerifi
81-86- 81- Savaştan geri kalan münafıklar, Resulullah’ın hilafına, onun savaşa gitmesine karşılık, oturup kalmalarıyla ferahladılar ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmekten hoşlanmadılar, üstelik “Bu sıcakta savaşa gitmeyin.” dediler. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır.” Keşke anlayabilselerdi.
82- Kazandıkları günahın cezası olarak, artık az gülsünler, çok ağlasınlar.
83- Eğer Allah, seni onlardan bir kısmının yanına döndürür de onlar başka bir cihada seninle birlikte çıkmak için senden izin isterlerse, de ki; “Artık siz hiçbir zaman benimle çıkamayacaksınız. Daha önce oturup kalmaktan hoşlanıyordunuz. Bundan böyle artık geride kalanlarla beraber oturup kalın.”
84- Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabirinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.
85- Onların ne malları, ne de evlatları seni imrendirmesin. Allah, onları dünyada bunlarla cezalandırmayı ve canlarının kâfir olarak çıkmasını murad ediyor, başka değil.
86- “Allah’a iman edin ve Resulü ile birlikte cihada gidin.” diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden mal mülk sahibi olanlar senden izin istediler ve “Bırak bizi oturanlarla beraber oturalım.” dediler.
87- Onlar, oturanlarla beraber oturmaktan hoşlandılar. Kalblerine mühür vuruldu. Bundan dolayı onlar anlayışsızdırlar.
Meâl-i Şerifi
88- Fakat Peygamber ve onunla beraber olan müminler mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır. Murada erenler de işte onlardır.
89- Allah onlara, altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İçlerinde ebedi kalacaklar. İşte o büyük kurtuluş budur.
87-88- Medine’deki münafıkların durumunu ayrıntılı olarak belirledikten sonra, sözü bedevilerin durumuna getirerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
89-Medine’deki münafıkların durumunu ayrıntılı olarak belirledikten sonra, sözü bedevilerin durumuna getirerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
90-91-92- 90- Bedevilerden özür bahane edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah’a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturdular kaldılar. Bunlardan kâfir olanlara acıklı bir azap isabet edecektir.
91- Allah ve Resulü adına nasihat ettikleri takdirde ne zayıflara, ne hastalara, ne de verecek birşey bulamayan yoksullara savaştan kalmaktan dolayı bir günah yoktur. İyilik edenleri ayıplamaya bir yol yoktur. Allah gafurdur, rahîmdir.
92- Kendilerini bindirip savaşa gönderesin diye gönüllü olarak sana geldiklerinde, “Sizi bindirecek birşey bulamıyorum.” dediğin zaman, bu uğurda harcayacakları birşey bulamadıklarından dolayı üzülüp gözlerinden yaş döke döke geri dönüp gidenlere de bir günah yoktur.
93- Kınamaya yol, ancak zengin oldukları halde geri kalmak için senden izin isteyenleredir. Bunlar geri kalanlarla beraber olmayı tercih ettiler. Allah da kalblerini mühürledi. Onlar, artık başlarına geleceği bilmezler.
Meâl-i Şerifi
94- Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde size özür beyan edecekler. De ki: “Özür beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız. Allah bize, sizin durumunuzdan haberler verdi”. Bundan sonra da Allah ve Resulü yaptıklarınızı görecektir. Daha sonra da gizliyi ve âşikârı bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O vakit O, size neler yapmış olduğunuzu tek tek haber verecektir.
95- Dönüp de yanlarına geldiğinizde kendilerinden yüz çeviresiniz (hesaba çekmekten vazgeçesiniz) diye Allah’a yemin edecekler. Siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar gerçekten murdar kimselerdir. Yaptıklarının cezası olarak nihayet varacakları yer cehennemdir.
96- Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Eğer siz onlardan razı olursanız, şunu bilin ki Allah, o fasıklar güruhundan kesinlikle razı olmaz.
97- Bedeviler inkâr ve münafıklık bakımından daha beterdirler. Bununla beraber Allah’ın, Resulüne indirdiği (hükümlerin) sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar. Allah alîmdir, hakîmdir,
98- Bedevilerden kimi de var ki, verdiğini angarya sayar ve sizin üzerinize belalar gelmesini bekler. O çirkin belalar kendi başlarına olsun! Allah herşeyi işitendir, bilendir.
99- Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber’in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.
93-94- Yanlarına dönüp geldiğinizde size özürler uyduracaklar. Yani siz mümin gaziler, selametle, şan ve şerefle gazadan dönüp yine onların yanı başlarına geleceksiniz ve kalbleri mühürlü olduğundan dolayı, bu sonucu akıl edemeyen ve geride kadınlarla beraber kalmaya razı olarak, izin istemeye kalkışan o zengin münafıklar, o zaman yani siz dönüp yanlarına geldiğiniz zaman, alçaklıklarını anlayacak ve hak ettikleri itaptan sıyrılıp kurtulmak için münafıkça yollarla birtakım özürler, bahaneler uyduracaklar. Fakat ey Muhammed, sen onlara de ki, özür uydurmayın özrümüzü kabul ettireceğiz diye boşuna çabalamayın hiç ağzınızı açmayın. Size asla inanmayacağız, Allah bizi haberlerinizden vahiy ve nübüvvet yoluyla haberdar etti. Yalancılığınız, münafıklığınız kesinleşti. Bundan dolayı müminlerin bu vahiy bilgileri karşısında sizin söyleyeceklerinize inanması ihtimali kalmadı. Bundan böyle yapacağınızı da Allah ve Resulü görecek. Bakalım ne yapacaksınız, yine nifaka devam mı edeceksiniz, yoksa tevbekâr olup yola mı geleceksiniz? Her ne yapsanız Allah’dan ve Resulü’nden gizleyemezsiniz. Gizli veya açık her işiniz, her yaptığınız görülecek, bilinecek. Sonra da zaten o her gizliyi ve açığı bilenin huzuruna gönderileceksiniz. En sonunda yakalanıp gizli veya açık yaptığınız bütün işlerinizin özüne vakıf olan Allah Teâlâ’nın huzurunda dikileceksiniz. İşte o zaman O da size bütün yapageldiklerinizi haber verecek. Yani kıyamet gününde Allah cezanızı verecek, ne halt ettiğinizi o zaman anlayacaksınız.
95- Siz dönünce ne sefilce özürler dileyecekler bilir misiniz?
Gazadan dönüp onlara geldiğinizde (sizi kandırmak için) Allah’a yeminler edecekler, kendilerine boş verip aldırmayasınız diye. Yani kabahatlerini görmiyesiniz, ayıplayıp azarlamaktan vazgeçesiniz, sarf-ı nazar edesiniz diye. İmdi siz de kendilerinden yüz çeviriniz. Yani onların arzu ettikleri gibi hoşgörü ve sevgiyle değil, uzaklaşıp nefret göstermek suretiyle yüz çeviriniz. Çünkü onlar pistirler. Dışarıdan görünmese bile mutlaka içleri pistir, niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismani pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhanî ve ahlâkî pisliklerden sakınmak, uzak durmak da öyle, hatta daha öncelikli olarak vaciptir. Me’vaları, (yani, en son varacakları yerleri, son durakları) cehennemdir. Kesiplerinin, (yani elde ettiklerinin) cezası olarak.
96- Yemin ederler sizi inandırmak için kendilerinden razı olasınız diye. Yani sizin rızanızı elde etmek, sizi kandırıp, gönlünüzü kazanmak için, fakat siz onlardan razı olsanız, şüphesiz ki Allah öyle fasıklar güruhundan razı olmaz, olmayacaktır. Yani siz müminlerin onlardan razı ve hoşnud olmanız onlara bir fayda vermez. Onlara fayda vermek şöyle dursun, sizin için bile zararlı olabilir.
Denilmiştir ki, bunlar Cedd b. Kays, Mu’attib b. Kuşeyr gibi münafıkların yandaşları olan seksen kadar münafık idiler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) söz konusu Tebük seferinden dönüp Medine’ye teşrifinden sonra, bunlarla oturmamaları ve konuşmamaları için ashabını uyardı.
97- A’rabiler,”a’râb” arabın çoğulu zannedilmemelidir. Arabinin çoğulu arab olduğu gibi, a’râbinin çoğulu da a’râbdır. Yani arabın tekili için arabî, denilir. A’rab, gerek Arap’tan, gerek Arab’ın dışındaki kavimlerden özellikle bedevi olanlara (çölde yaşayanlarına) denilir. Herhangi bir köy ve kasabada yerleşik olmayıp badiyede konar göçer olarak dolaşan göçebeler için kullanılır. Arap ise hem köy ve kasabalarda yerleşik olan, hem de göçebe yaşayan bütün Arap kavmi için kullanılmakla birlikte daha ziyade köy ve kasabalarda yerleşik olarak yaşayan medeni kısmı için söylenir ki, bunlara “a’râb” denmez. Bunlardan birine, yani şehirli bir Arab’a “ya a’râbi!” diye hitap edilecek olursa kızar, öfkelenir. Fakat her hangi bir bedevi a’râbiye “ya arabi” denilirse kızmaz, üstelik memnun olur, hoşuna gider. Bu fark bizim dilimize de geçmiş ve adeta a’râb kelimesi, siyah, koca dudaklı zenci gibi bir anlamda kullanılmıştır ki, bunun aslını bilmeyenler “arab” ile “a’râb” lafızlarının söylenişini ayırdedemezler de halt ederler: A’rab diyecek yerde Arab derler. Velhasıl Arapça’daki Arab ve a’râb, Türkçe’deki Türk ve Türkmen gibidir. Türkmen Türkün yörüğü olduğu gibi, a’râb da Arab’ın yörüğüdür. Her a’râbi değil, fakat genelde bedevi ve vahşi olan a’râb cinsi küfür ve nifakça daha şiddetlidir. Yaşadıkları bir çeşit çöl hayatının gereği olarak huyları daha sert, daha ilkel olduğundan küfür ve nifakları da daha şiddetli, daha beterdir. Ve Allah’ın, Resulü’ne indirdiği şeylerin (vahiy âyetlerinin) sınırlarını bilmemeye daha yatkın, daha layıktırlar. Hz. Peygamber’in sohbetlerinden uzak, onun mucizelerini yakından görmekten, kitap ve sünnette bildirilen ibadet ve diğer ahkâmın uygulanış şeklini tanıma şerefinden yoksun bulunduklarından dolayı tevhid inancının ve peygamberliğin, ahiret akidesinin içyüzünü, inceliğini ve bunlarla ilgili delillerin ayrıntılarını, şer’î hükümlerin kapsam ve sınırlarını tam anlamıyla bilemeyebilirler. Bu gibi konuların özü hakkında bilgisizliğe medenilerden daha ziyade yatkındırlar. Fıkıh konuları şöyle dursun, basit ilmihallerini bile bilemiyecek bir durumdadırlar. Nitekim buna işaret olmak üzere medeni munafıklar hakkında “Ve Allah kalblerini mühürlemiştir, o yüzden onlar bu incelikleri anlamazlar.” diye fıkıhtan yoksun olmakla; bedevi olan a’râb hakkında “Allah onların kalblerini mühürlemiştir, o yüzden onlar bilmezler.” diye bilgisizlikle vasıflandırılmışlardır. Bununla beraber “a’râb” cinsi yalnızca bunlara münhasır sanılmamalıdır. Bir çok çeşitleri olmakla beraber, iki ana bölüme ayrılabilirler.
98-Bundan dolayı a’râbilerden bazıları vardır ki, yapacağı infakı bir cereme olarak sayar. Allah yolunda sarfedeceği malı, sadaka namıyla vereceği malı, boşa gitmiş, telef olmuş bir zarar, bir ziyan olarak görür, öyle kabul eder. Allah rızası için vermediği ve sevabını ümid edemediği için verdiği o mal, bir mağnem (ganimet) değil, bir mağrem (cereme) olur. Sevindirici bir kazanç değil, ölümcül bir dert, yüreğine vurulmuş bir düğüm olur. Gösteriş ve takiyye gibi art düşüncelerle verildiğinden katıksız bir ğaramet (ziyan) ve bir hüsran olur. Kendisi bunu böyle telakki eder ve size daireler gözetler durur. Yani bekler ki, devran dönüp dolaşıp başınıza belalar getirsin, felaketler sizi dört bir yanınızdan sarsın, üstünlüğünüz sona ersin de kendileri sadaka verme zahmetinden kurtulsunlar. Bela çemberi boyunlarına geçsin, yani sizin hakkınızda temenni edip durdukları o şey, o bela ve musibet halkaları hep kendi üzerlerine konsun, kötü niyetleri kendi başlarına gelsin, kendi aleyhlerine dönsün.
Allah işitendir, bilendir. Şu halde infak ederken söylediklerini işitir, kalblerinde ne gizleyip , ne niyetler beslediklerini bilir.
99-Bunlara karşılık yine a’râbilerden bir kısmı vardır ki Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve yapacağı infakın Allah katında yakınlığa vesile olacağını kabul eder. O yakınlığı sağlamaya yarayacağına inanır ve yine o yakınlığa vesile olan peygamberin salavatı, yani dua ve istiğfarına sebep olacak bir hayır sayar. Allah yolunda yaptığı harcamaların kendi hakkında böyle büyük hayırlara vesile olacak ve ebedi hayatında işine yarayacak bir azık olacağına inanır. Böyle inandığı için de bu yolu seçer ve seve seve takdim eder. Zira Peygamber (s.a.v) Efendimiz, böyle sadaka verenler hakkında hayır ve bereket ile duada bulunur ve onlar için Allah’dan mağfiret niyaz ederdi. Evet o infak, onlar için gerçekten de bir yakınlıktır, büyük bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine dahil edecek, nimetine ve mutluluğuna erdirecektir. Muhakkak ki Allah, ğafurdur, rahîmdir.
Meâl-i Şerifi
100- Muhacir ve Ensar’dan İslâm’a ilk önce girenlerin başta gelenleri ve iyi amellerle onların ardınca gidenler var ya, işte Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’dan razı oldular ve onlara, altlarında ırmaklar akan cennetler hazırladı ki, içlerinde ebedi kalacaklar. İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur.
100- Muhacirler’den ve Ensar’dan o sabıkîn-i evvelîn. Muhacirler’den ve Ensar’dan hicrette ve yardımda başta gelen öncüler, yani kıbleteyne (her iki kıbleye) namaz kılmış ve Bedir Savaşı’nda bulunmuş olanlar, yahut “Hakikaten Allah, o ağaç altında sana biat eden müminlerden razı olmuştur.” (Fetih, 48/18) âyetinin delaletine göre Hudeybiye’deki “bîy’atürrıdvan”da bulunanlar ki, bu görüş daha tercihe şayandır. Zira Enfâl Sûresi’nde (âyet 72)de geçtiği üzere Hudeybiye gününe kadar olan hicretlerin hepsi önceki hicretler grubundandır. Ve bunlara ihsan ile, iyi ameller ile uyanlar. Yani güzel işlerde sabıkîn-i evvelîne (ilklere) uyup, onlar gibi güzel işler yapan diğer Muhacir ve Ensar, yahut kıyamete kadar onların yaptıkları işleri örnek alan ve onların izinden giden bütün iyiliksever müslümanlar ki, bu mânâya göre, “sabıkîn-i evvelîn”
Muhacirler’le Ensar’ın bütünü demek olur. Önceki mânâ ‘daki “min” min-i teb’îzıyye olduğuna göredir, bu ikinci mânâ da min-i beyaniyye olduğuna göredir. Velhasıl sabıkin-i evvelin olan Muhacir ve Ensar’dan ibaret bütün Muhammed’in Ashabı ile onlara iyi gözle bakıp arkalarından giden, onları kendilerine örnek alan ve onlara uyanlar… Allah onlardan razı, onlar da Allah’dan razı olmuşlardır. Bu özellikleri taşıyanların hepsi “razıyye” ve “merzıyye” mertebesini kazanmışlardır. Ve Allah, onlara öyle cennetler hazırlamıştır ki, altlarından ırmaklar akar durur. İbnü Kesir kırâetinde bu âyet dahi, birçok yerdeki benzerleri gibi diye okunur. Ancak diğer kırâetlerde burada “min” yoktur. “Onlar, orada ebedi kalacaklar. Büyük kurtuluş da işte budur,” bu demektir.
Gerçek müminlerin ve Hz. Peygamber’in ashabını örnek alıp, izlerinden gidenlerin durumu böyledir.
Öbürlerine gelince:
Meâl-i Şerifi
101- Hem çevrenizdeki bedevilerden münafıklar var, hem de Medine halkından münafıklıkta ısrar edenler var. Sen onları bilmezsin. Onları biz biliriz. Biz onları iki kere azaba uğratacağız. Daha sonra da büyük bir azaba itilecekler.
102- Onlardan bir kısmı günahlarını itiraf ettiler. Ve iyi bir amelle kötü bir ameli karıştırdılar. Ola ki, Allah tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir.
103- Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizlersin, tertemiz edersin. Bir de haklarında hayır dua et. Çünkü senin duan kalblerini yatıştırır. Allah işitendir, bilendir.
104- Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah kullarının tevbesini kabul eder ve sadakaları da alır. Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.
105- Ve de ki; “Çalışın! Yaptıklarınızı hem Allah görecek, hem Resulü, hem de müminler görecektir. Sonra da gizliyi ve açığı bilen Allah’ın huzuruna iletileceksiniz. İşte o zaman, neler yaptığınızı size O bildirecektir.
106- Savaşa katılmayanlardan diğer bir kısmının affı da Allah’ın emrini beklemek için geri bırakılmıştır. Ya kendilerini cezalandırır ya da tevbelerini kabul eder. Allah alîmdir, hakîmdir.
107- Bir de müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulü’ne karşı savaş açmış olanı beklemek için mescid yapanlar var. “İyilikten başka bir maksadımız yoktu.” diye yemin de edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.
108- O mescit içinde sen kesinlikle namaza durma. Ta ilk gününde temeli takva üzerine kurulan mescit elbette içinde namaz kılmana daha layıktır. Onun içinde günahlarından arınmayı seven kişiler vardır. Allah da arınmış, ak pak olmuş olanları sever.
109- O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez. 110- Onların kurmuş oldukları bu türlü binalar, kalpleri parça parça olmadıkça, kalblerinde bir nifak düğümü olup kalacaktır. Allah, alîmdir, hakîmdir.
101- Havalinizdeki bedevî a’râbdan da (yani Medine’nin çevresinde bulunan a’râbdan da ki, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Eşca’, Gifar gibi aşiretler Medine etrafında konar göçerlerdi). münafıklar vardır, ve Medine ahalisinden de bunlar da münafıklıkta temerrüd etmiş, yani sürtülmüş, bilenmiş ve uzmanlık kazanmış, tamamiyle kaypaklaşmışlardır. Öyle ki sen bile onları bilmezsin. Şahıslarını, isimlerini, neseplerini bilmez değil, münafık olduklarını bilmezsin. Yani münafıklıkta o derece ileri gitmişler ve o derece maharet elde etmişlerdir ki, sırlarını gizlemeye, takıyye yapmaya, töhmet altında kalma tehlikesi olan konulardan uzak durmaya, gerektiğinde yağ gibi suyun üstüne çıkmaya öyle alışmışlardır ki, kendilerini senden, senin o yüksek sezgi ve dirayetinden bile gizleyebilirler. Vahiy nazil olmadıkça sen bile onların münafık olduklarını bilemezsin, farkına varamazsın “onları Biz biliriz.” Biz onları, muhakkak ki iki kere cezalandıracağız. Ki bunun biri dünya azabı, biri kabir azabıdır. Sonra azim (yani azametli) bir azaba uğratılacaklar ki bu da kıyamette ebedi olarak kalacakları cehennem azabıdır.
102-Yine onlardan, yani civardaki bedevilerden ve Medine halkından diğer bir kısımları da vardır ki, günahlarını itiraf ettiler. Öbürleri gibi yalandan mazeret uydurmaya kalkışmadılar. Huzur ve rahat düşkünlüğü yüzünden başka hiçbir ciddi mazeretleri bulunmadığını, bu sebeple gazaya gitmeyip evlerinde kaldıklarını, sonradan bu yaptıklarının fena bir şey olduğunu anladıklarını söyleyip, kusurlarını olduğu gibi itiraf ettiler, pişman olduklarını dile getirdiler iyi bir işi ve diğer bir kötü işi birbirine karıştırdılar. Yani, fena ameller de yaptılar, iyi ameller de yaptılar. Mesela, gazaya gittikleri de oldu, gitmedikleri de oldu, günah da işlediler, tevbe ettiler, pişman da oldular, fakat doğru söylediler. Bunlar sefere çıkmayıp evlerinde oturan emre uymayanlar idiler ki, bu âyet nazil olunca, bunlardan bir kısmı kendilerini Mescid-i Saâdet’in direğine bağlayıp cezalandırmışlardı. Resulullah seferden dönünce âdeti olduğu üzere mescid’e girip iki rekat namaz kıldı ve bunları o halde gördü, “bu nedir?” diye sual buyurduğunda, denildi ki, “Bunlar, siz çözmeyince, kendilerini çözmemeye yemin ettiler”. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Ben de yemin ederim ki, haklarında af emri çıkıncaya kadar çözmem.” buyurdu. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu: Ola ki, Allah tevbelerini kabul eder. Çünkü O, ğafurdur, rahîmdir.
103-Rivayet olunduğuna göre, çözüldükten sonra “Ya Resulallah, işte bu mallarımızdır ki, bizi senden alıkoydu. Şimdi sen bunları tasadduk et (Allah yoluna dağıt) ve bizi temize çıkar.” dediler. Peygamberimiz, “Mallarınızdan birşey almakla emrolunmadım.” diye cevap verdi, hemen sonra şu âyet nazil oldu: Onların mallarından sadaka al ki, kendilerini onunla arındırıp, tertemiz edesin.Yani, günah kirlerinden temizlenmelerine ve hasenatlarının bereketlenmesine, ihlaslılar derecesine terfi edilmelerine sebep olasın. Bunun üzerine Hz. Peygamber o malların hepsini değil, ifadesindeki min-i teb’iza riayet ederek üçte birini alıp dağıttı.
Bu rivayete göre, burada alınması emrolunan sadaka, farz olan zekât olmayıp, o ayak sürüyüp savaşa katılmayanlardan günahlara bir keffaret gibi alınan özel bir sadaka demek olur. Hasan-ı Basrî’nin sözü budur. Bununla beraber bir varlık vergisi, bir vergi cezası şeklinde de değil, oruç ve yemin keffaretlerinde olduğu gibi, ibadet ve itaattaki bir kusurun affı, bir eksikliğin giderilmesi niyetiyle alınan bir sadaka olmuş olur. Fakat fıkıh âlimlerinin pek çoğu demişlerdir ki, bundan asıl murad farzolan zekâttır. Yani yukarıdan beri konunun akışı zenginler üzerine olduğundan, siyakın icabı da bu olduğundan, bu âyetle zekatın zenginlere farz olduğu ve böylece suçlarını itiraf eden bu asker kaçaklarının günaha girmelerine de sebep mal sevgisi olduğundan tevbe ve nedametlerinin geçerli olması ve dindarlıklarının sadakatli olması, ancak farz olan zekâtı gönül rızası ile ve seve seve vermelerine bağlıdır. Buna bağlı olduğu içindir ki, nifak kusurundan ancak böyle kurtulup temizlenebilecekleri anlatılmıştır. Bu mânâ ise farz olan zekâttan başka tatavvu (nafile) olarak daha fazla vermelerine ve fazla fazla verdikleri takdirde bunun alınıp kabul edilmesine mani değildir. Hz. Peygamber’in, “almakla emrolunmadım” buyurmasının yukarıda adı geçen Hatıb b. Sa’lebe gibi bir takım münafıkların sadakalarının kabul edilmeyişi ile ilgili olması daha kuvvetli ihtimaldir.
Velhasıl burada “al!” emrinin, rivayete göre günahlara keffaret niteliğinde nafile cinsinden olan sadakaların Hz. Peygamber tarafından alınıp kabul edilmesine delalet etse de farz olan zekâtlarının alınıp kabul edilmesine öncelikle delalet edeceği aşikârdır. Ve şurası da bilinmektedir ki, Resulullah, kendi adına sadaka almaktan menedilmişti. Peygamber evladından ve soyundan olanların vacip olan sadakaları kabul etmeleri haram olduğu gibi, Hz. Peygamber’in kendisine, vacip veya nafile her türlü sadaka haram idi. Şu halde Hz. Peygamber’in sadaka alması, kendi adına sadaka alması değil, Allah adına sadaka almasıdır. “Fakirlerinize verilmek üzere zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum.” hadisi şerifinde de açıkça belirtildiği üzere, devlet reisi sıfatıyla ve vazifesi gereği olarak sadakaları alıp, harcama yerlerine sarfetmek demektir. Bu âyet vergilerin toplanmasında imam denilen devlet başkanının mutlaka bir sorumluluk taşıdığına ve görev yüklenmiş olduğuna delalet eder ki, kısmı da bununla ilgilidir. Bu münasebetle “Ahkâm-ı Kur’ân”da yer almış olan şu satırları buraya kaydedelim:
“Bu âyet delalet eder ki, sadakaları almak, devlet başkanına aittir. Mükellefler vergiyi doğrudan doğruya fakirlere verirse yeterli olmaz. Çünkü alınmasında devlet başkanının hakkı yerine gelmemiş olur. Bundan dolayı mükellefin boynundan zekât borcu kalkmış olmaz. Hz. Peygamber, davar ve sığırla ilgili zekâtları toplamak üzere amiller gönderir ve onların sulama yerlerinde veya ağıllarında sayılıp zekâtlarının alınmasını emrederdi. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Sakıf heyetine diye şart koşmasının mânâsı da budur. Yani sığır, deve ve davarları (ki, bunlara mevaşî adı verilir) sahipleri getirip vergi memurlarına hazır etmekle mükellef olmayacaklar, vergi memurları su başlarını, ağılları ve otlakları ve sürülerin bulunması muhtemel olan yerleri dolaşarak gördükleri sürülerden zekâtı mahallerinde toplayıp gidecekler. Hububat ve bahçe gelirlerinin zekâtı da yine böyle toplanacaktır. Diğer malların, yani gizli servet denilen altın ve gümüş paraların zekâtı, sahipleri tarafından Hz. Peygamber’e götürülürdü. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında da böyle yapıldı. Hz. Osman zamanında da bir süre bu minval üzere toplandı. Sonra bir Ramazan günü bir hutbe irad edip: “Bu ay zekâtlarınızın ayıdır. Her kimin üzerinde zekât borcu varsa ödesin, geriye kalan malını temizlesin” dedi ve böylece doğrudan doğruya yoksullara ödenmesini herkesin kendisine bıraktı ve bundan dolayı bu mallardan devlet başkanının zekât alması hakkı sakıt oldu. Çünkü âdil imamlardan birinin yapmış olduğu bir sözleşmedir. Binaenaleyh ümmet üzerinde hükmü geçerlidir. Çünkü Peygamber Efendimiz “O, onların aleyhinde veya lehinde sözleşme yapar.” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in mevaşinin (zekâtlık malların) ve tarım ürünlerinin zekâtlarını toplamak üzere vergi memurları (amiller) görevlendirdiği gibi, nakitteki zekâtların toplanması için de amiller görevlendirdiğine ilişkin bir bilgi bize ulaşmamıştır. Çünkü bu gibi mal ve servetler devlet reisinin bilgisi dışındadır, ötekiler gibi açıkta değildir. Onlar evlerde, dükkanlarda ve kapalı yerlerde saklanabileceği ve memurların da ev gibi yerlere girmelerinin caiz olamayacağı gibi, mükelleflere bütün mallarının ortaya konmasını teklif etmek de caiz olmayacağından, bu çeşit gizli mallar için memur gönderilmemiş idi. İmama kendileri getirirlerdi, bu konuda kendi beyanları kabul edilirdi. Bununla beraber bu ticari mallar bir yerden bir yere taşınırken açığa çıktığı zaman bunlardan da vacip olan zekâtı toplamak için amiller tayin olunduğu olmuştur. Nitekim Ömer b. Abdülaziz, “Müslümanların geçirdiği ticari mallardan her yirmi dinarda yarım dinar, zimmilerin taşıdıkları mallardan da her yirmi dinarda bir dinar alınmasını, sonra bir sene geçmeden onlardan hiçbir şey alınmamasını ve bunu Hz. Peygamber’den dinleyen kimsenin kendisine haber vermiş olduğunu” amillerine yazmış idi. Daha önce de Hz. Ömer ibni’l-Hattab, amillerine “müslümanlardan çeyrek öşür, zimmilerden yarım öşür, harbilerden de bir tam öşür almalarını” yazmıştı. Ve müslümanlardan alınan çeyrek öşür (yani kırkta bir) vacip olan zekât olup, bunda nisap, havl (zaman) ve gerçek mülkiyet gibi şartlar da geçerli olur. Eğer bu şartlar tutmaz ve zekât vacip hükmüne girmezse alınmazdı. Bunda Hz. Ömer, zekâtlık malların ve tarım ürünlerinin zekâtında Hz. Peygamber’in fiilî sünnetine uymakla yetiniyordu. Zira ticari mallar da, tıpkı diğer hayvanat ve tarım ürünleri gibi pazarlarda dolaşan zahiri mallardan olmuştu. Hz. Ömer’in bu uygulamasına ashaptan bir kimse de itiraz edip karşı çıkmamıştı. Şu halde bu konuda bir icma’ meydana gelmişti. İşte Ömer b. Abdülaziz, Hz. Peygamber’den rivayet olunan hadis ile birlikte Hz. Ömer’in bu uygulamasına da uyuyordu…ilh. (Bu mesele, Fıkıh kitaplarında, Kitabu’z-Zekât’ın âşir adlı faslında bahis konusu edilir.)
Özetle mallarından öyle bir sadaka al, ve sen onları salavatla, yani kendilerini dua ve istiğfar ile taltif eyle, onurlandır. Muhakkak ki, salavatın (hayır dua etmen) onlar için bir sükûnettir, Allah katında tevbelerinin kabul olduğuna bir güvencedir, bir gönül rahatlığıdır. Allah, işitendir, bilendir.
104- “Onlar bilmezler mi ki:…” (Yine Medine ehlinden ve civarındaki bedevilerden) diğer bir kısımları da vardır ki; Allah’ın emrinden dolayı irca olunmuştur, yani tehir edilmiş, ertelenmişlerdir. “İrca” tehir etmek demektir ki, tevbelerinin kabulüne kesin gözüyle bakılmayanlara “Mürcie” denilmesi de bundandır. kelimesinin aslı da dir. Nitekim İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Asım’dan Ebubekir Şube ve Yakub kırâetlerinde okunur. Mücahid’den rivayet olunduğuna göre; bunlar Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’, Hilâl b. Ümeyye idi. Bunlar yukarıda da geçtiği üzere kendilerini Mescid-i Nebî’nin direklerine bağlayan Ebu Lübâbe ve arkadaşları gibi pişmanlık gösterip tevbe ve özür dilemede acele etmemişlerdi, halbuki Bedir’e iştirak etmişler ve Bedir Ashabı’ndan idiler. Hz. Peygamber bunlara ait hükmü tehir eylemiş ve ashabını onlarla selam ve kelâmdan engellemişti. İnsanlar bunlar hakkında ihtilaf ediyorlardı: Kimi “mahvoldular, helâk oldular” gibi laflar ediyor, bazıları da “Belki Allah kendilerini affeder.” diye konuşuyorlardı. Böylece ilâhî emrin gelmesi için bekletiliyorlardı. Ya Allah bunları azaba uğratacak, eğer bulundukları halde kalırlarsa, veya tevbelerini kabul eyleyecektir. Eğer niyetleri halis olarak, gerçekten tevbe ederlerse. Allah alimdir, hakimdir. Şu halde bu irca işinde ve sonrasında o herşeyi bilmekte ve birtakım hikmetler gözetmektedir. Bu işte Allah’ın hikmetleri vardır.
105-106- “Onlar bilmezler mi ki:…” (Yine Medine ehlinden ve civarındaki bedevilerden) diğer bir kısımları da vardır ki; Allah’ın emrinden dolayı irca olunmuştur, yani tehir edilmiş, ertelenmişlerdir. “İrca” tehir etmek demektir ki, tevbelerinin kabulüne kesin gözüyle bakılmayanlara “Mürcie” denilmesi de bundandır. kelimesinin aslı da dir. Nitekim İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Asım’dan Ebubekir Şube ve Yakub kırâetlerinde okunur. Mücahid’den rivayet olunduğuna göre; bunlar Kâ’b b. Mâlik, Mürare b. Rebî’, Hilâl b. Ümeyye idi. Bunlar yukarıda da geçtiği üzere kendilerini Mescid-i Nebî’nin direklerine bağlayan Ebu Lübâbe ve arkadaşları gibi pişmanlık gösterip tevbe ve özür dilemede acele etmemişlerdi, halbuki Bedir’e iştirak etmişler ve Bedir Ashabı’ndan idiler. Hz. Peygamber bunlara ait hükmü tehir eylemiş ve ashabını onlarla selam ve kelâmdan engellemişti. İnsanlar bunlar hakkında ihtilaf ediyorlardı: Kimi “mahvoldular, helâk oldular” gibi laflar ediyor, bazıları da “Belki Allah kendilerini affeder.” diye konuşuyorlardı. Böylece ilâhî emrin gelmesi için bekletiliyorlardı. Ya Allah bunları azaba uğratacak, eğer bulundukları halde kalırlarsa, veya tevbelerini kabul eyleyecektir. Eğer niyetleri halis olarak, gerçekten tevbe ederlerse. Allah alimdir, hakimdir. Şu halde bu irca işinde ve sonrasında o herşeyi bilmekte ve birtakım hikmetler gözetmektedir. Bu işte Allah’ın hikmetleri vardır.
107- Şunlar da vardır ki, Nafi, İbnü Amir, Ebu Cafer kırâetlerinde “vav”sız okunduğuna göre; ayrıca bir kıssa olarak, bir konu başlığı olarak, şunlar ki, bir mescid edindiler, kendileri için bir cami yaptılar zarara kalkışmak üzere, yani bununla müslümanlara zarar vermeye çalışmak, ve kâfirlik etmek, içlerindeki küfrü güçlendirmek, ve müminler arasına tefrika (ayrılık) sokmak, onları biribirine düşürmek, Allah’a ve Resulü’ne savaş açmış, harbetmeye kalkışmış olan bir kimseye yataklık yapmak, onun müminler aleyhine gözcülük yapmasına yardımcı olmak için ki, bundan önce, yani Tebük seferinden önce savaş yapmıştı, veya bu mescidi daha önce yapıp hazırlamışlardı.
Rivayet olunuyor ki, Beni Amr b. Avf “Kuba” mescidini bina ettiklerinde Resulullah’a bir temsilci gönderip oraya bir mescid yaptıklarını arzeylemişler ve gelip kendilerine namaz kıldırmasını rica eylemişlerdi. Peygamber Efendimiz de teşrif etmişler ve arzularını yerine getirmişlerdi. Bunların amca çocukları demek olan Benî Gunm b. Avf, bunları kıskanmışlar, “Biz de bir mescid yaparız ve Resulullah’ı davet ederiz, burada namaz kılar. Rahip Ebu Amir de Şam’dan geldiği vakit o da burada kalır ve ibadet eder.” demişlerdi. O rahip Ebu Amir ki, Resulullah kendisine “el-Fasık” adını vermişti. Uhud Savaşı’nda şehid düşen ve melekler tarafından gasledilen Hanzale (r.a.)’nin babası olan bu Ebu Amir, cahiliyye devrinde Hıristiyanlığa girmiş, ilim tahsilinde bulunmuş ve rahip olmuştu. Resulullah’ın peygamberliği üzerine itibarı sarsıldığından, Hz. Peygamber aleyhinde düşmanca dolaplar çevirmeye başlamıştı. Mekke müşriklerini tahrik ve teşvik ederek Uhud Savaşı’na düşmanlar safında katılmıştı. Resulullah’a seslenerek: “Seninle savaşa tutuşan hangi kavmi bulursam, onlarla birlik olup sana karşı savaşacağım.” demiş ve Huneyn Savaşı’na kadar hep böyle yapmıştı. Huneyn’de Havazin kabileleri hezimete uğradığı gün Şam’a kaçmış ve kaçarken münafıklara “Gücünüz yettiği kadar kuvvet ve silah hazırlayınız, ben Kayser’e gideceğim ve asker getirip Muhammed’i ve ashabını Medine’den çıkaracağım.” diye haber göndermişti. Bundan dolayı onlar da Kuba Mescidi’nin biraz ötesinde başka bir mescid yapmışlar ve Hz. Peygamber’e gelerek, “Sakatlar ve ihtiyaç sahipleri için kışın yağmurlu havalarda hizmet vermek üzere bir mescid bina ettik. Burada bize namaz kıldırıp bereketle dua etmenizi arzu ediyoruz.” demişlerdi. Resulullah da şimdi sefere çıkmak üzereyim, meşgulüm, inşallah dönüp geldiğimizde kılarız.” buyurmuştu. Tebük’ten dönüşte tekrar müracaat edip mescide gelmesini istediler. Bunun üzerine işte bu âyetler nazil oldu. Sonra Hz. Peygamber, Malik b. Duhşum, Ma’n b. Adiyy, Amir b. Seken ile Vahşî’yi çağırdı, “Gidiniz şu ahalisi zalim mescidi yıkıp yakınız!” buyurdu. Onlar da öyle yaptılar ve yerinin çöplük yapılmasını emreyledi. O fasık Ebu Amir de Şam’da kaldı ve Kınnesrin’de helâk oldu.
108- Onda ebediyyen kıyama durma, kaim olma, yani o mescid-i dırarda durup da namaz kılma. Elbette ilk gününden takva üzerine temeli atılan bir mescid, Kuba mescidi ki, esasını hicretin ilk günlerinde orada namaz kıldırmakla Resulullah bizzat atmıştı: Ve Kuba’da kaldığı Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri beş vakit namazı cemaatle kıldırmıştı.
Bununla beraber “temeli takva üzere atılan mescid”in Medine’deki Mescid-i Nebi olduğu da söylenmiştir. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)’den ‘yı Resulullah’a sordum, biraz çakıl taşı alıp yere attı ve “İşte şu mescidiniz, Medine mescidi.” buyurdu, demiş olduğu da rivayet edilmiştir. Senin içinde kaim olmana en çok hak kazanmış olan yerdir. İçinde öyle rical (erkekler, yiğitler) vardır ki gayet temiz olmayı severler. Günahlardan, kötü huylardan ve hasletlerden, maddi ve manevi pisliklerden iyice arınıp paklanmayı, Allah rızası için tertemiz olmayı severler ve öyle olmaya gayret ederler. Allah da tertemiz olanları sever.
Denilmiştir ki, bu âyet nazil olunca Resulullah maiyetinde bulunan bir grup Muhacirîn ile yürüyüp Kuba mescidine vardı, kapısında biraz durakladı, bekledi, içinde Ensar oturuyorlardı. Bunun üzerine onlara “Siz mümin misiniz?” diye sordu, cemaat sustu, hiç ses çıkarmadı, sonra tekrar sordu, Hz. Ömer (r.a.) “Ya Resulullah! Şüphesiz ki, müminler, ben de onlarla beraberim.” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Kazaya razı olur musunuz?” Onlar “evet” dediler. Buyurdu ki, “Belaya sabreder misiniz?” Onlar yine “evet” dediler. Buyurdu ki, “Bollukta şükreder misiniz?” Onlar yine “evet” dediler. Bunun üzerine Resulullah “Kâbe’nin Rabb’ı hakkı için bunlar mümindirler.” buyurdu ve sonra oturdu. Daha sonra “Ey Ensar topluluğu! Allah azimüşşan sizi meth ü sena etti. Abdestte ne yapıyorsunuz?” buyurdu. Onlar da “Dışkıyı üç taşla siliyoruz, sonra da su ile taharetleniyoruz.” dediler. Resulallah şu âyeti tilavet buyurdu: “Onda tertemiz olmayı seven birtakım erkekler vardır”.
Bir de denilmiştir ki, idrar kalıntısını su ile yıkarlardı, hiç cünüp durmazlar, cünüp iken uyku uyumazlardı.
Hasılı tatahhur; taharette mübalağa etmek, temizlik hususunda titiz davranmaktır. Şer’î anlamda taharet hem necasetten, yani maddi pisliklerden, hem de hades denilen cünüplükten ve manevi kirlerden arınmak demektir. Burada ise “dırar, küfür, tefrika ve ırsad” gibi fena hasletlere karşılık olarak kullanılmış olma karinesiyle tatahhurdan asıl maksat, cismanî olandan ziyade kalbî olan taharet söz konusudur. Yani günah, isyan, cimrilik ve tembellik gibi çirkin huylardan ve onların manevi lekelerinden iyice arınmak demek olduğu açıktır. Ayrıca Hz. Peygamber’in sorduğu “iman, sabır ve şükür” gibi sorular da konuya ışık tutmaktadır. Şu halde bütün bu değişik rivayetler tefsirde tahsis mânâsına değildir, yalnızca maneviyata münhasır bırakılmayarak, işin maddi anlamda temizliğini de içine aldığını ve âyetin mânâ kapsamının geniş tutulması gerektiğini beyana yönelik olduğu gözönünde bulundurulmalıdır.
109- O halde binasını, yani dininin temelini Allah’dan bir takva ve rıza üzerine kuran mı daha hayırlı? Yoksa binasını çatlak ve çökmeye meyilli bir yıkıntının kenarına kurup da bununla cehennem ateşi içine yıkılan mı?
“Cürûf”: dere kenarında sel sularının dibini yalayıp oyduğu, bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an yıkılmaya hazır durumda bulunan bir yerdir. “Hâr” da bunun geriden çatlamış devrilmek üzere olan bir çeşididir ki, bunun üzerine yapıldığı düşünülen binanın ne kadar çürük bir yere, ne kadar çabuk göçecek bir zemine oturtulmuş olduğu ve ne kadar çabuk çökmeye mahkum bulunduğu tasavvur olunsun. İşte din işlerini nifak ve fitne üzerine bina edenlerin vaziyeti tam buna benzer. Ve Allah, zalimler güruhuna hidayet etmez. Necat ve selamette başarılı kılmaz.
110- Onların, o zalim münafıkların bina ettikleri binaları, bu arada o yaptıkları mescid kalblerinde bir işkil (bir kuşku ve endişe düğümü) olmaktan öte gitmez. Yani, daima ve her hal ü kârda gerek yapılı, gerek yıkık halde bulunsun ikisinde de dinî bir şüphe ve kuşkuya sebep olup duracaktır. Zira yapılı kaldığı halde öyle ayrı ve müstakil bir toplanma yerinde kendi kendilerine toplanıp kalblerindeki küfür ve nifakı birbirlerine yayıp, açıklamaları, kendi şüphe ve nifaklarını arttırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Yıkıldığı halde ise nifaklarının açığa çıkmış ve anlaşılmış olması endişesini taşıyacaklarından dolayı kinleri ve telaşları artacak. Bundan sonra ne gibi bir muameleye tabi tutulacaklarını kestiremiyecekler ve yürekleri korku ve kuşku içinde titreyip duracaktır. Ta kalbleri parçalanıncaya kadar böyle kalacaklar. Yani o şüphe ve nifak kaynağı olan kalbleri iyice parça parça oluncaya kadar o şüphe ve kuşkuları sürüp gidecek. Ancak kalbleri parçalanınca bitecek. Fakat o kalbler onlarda bulunduğu müddetçe o şüphe ve fitne hastalığından kurtulmaları ihtimali yoktur. Allah herşeyi bilir, hikmet sahibidir. Şu halde onların bütün hallerini bilir, kalblerinin gizlediği nifaka kadar herşeylerini iyice bilir ve onlar hakkında vereceği hükümler hikmetsiz değildir, hepsi birtakım hikmetler içermektedir.
Meâl-i Şerifi
111- Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, Tevrat’ta da, İncil’de de Kur’ân’da da Allah’ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah’dan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alış-veriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.
112- (Bunlar), O tevbekâr olanlar, o ibadet edenler, o hamd edenler, o oruçlular, o rükua varanlar, o secdeye kapananlar, iyiliği emredip, kötülükten vazgeçirenler, Allah’ın hududunu koruyanlar (emirleriyle yasaklarının ölçülerine riayet edenler)dır. Müjde ver o müminlere, müjde!
111- Muhakkak ki, Allah müminlerden canlarını ve mallarını satın aldı, şununla ki, cennet münhasıran onların ola.
Rivayet olunduğuna göre; Resul-i Ekreme, Akabe Gecesi, Mekke’de Ensar’dan yetmiş kişi olarak biat ettikleri zaman, yani ikinci Akabe biatında, Abdullah b. Revaha “Rabb’in ve kendin için bizden dilediğini şart koş.” demişti. Peygamber (s.a.v.) de: “Rabbım için O’na ibadet etmenizi ve hiç bir şeyi O’na şirk koşmamanızı, kendim için de beni, kendinizi ve mallarınızı nasıl koruyup savunuyorsanız öyle koruyup savunmanızı şart ederim.” buyurdu. Onlar da “Bunu yaptığımız takdirde bizim için ne var?” dediler. Hz. Peygamber “cennet” buyurdu. Bunun üzerine “Bu alış-veriş kârlıdır, bu sözleşmeyi ne bozarız, ne de bozulmasını kabul ederiz.” dediler. Sonra işte bu âyet nazil oldu. Bir gün Hz. Peygamber, bu âyeti okurkan bir a’râbi geldi “bu kimin sözü?” dedi, Resulullah, “Allah kelâmıdır.” diye cevap verdi. O a’râbi “Vallahi bu çok kârlı bir alış-veriş, biz bunu ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz” dedi ve gazaya çıktı, nihayet şehid oldu…
Şüphe yok ki, Allah Teâlâ’nın yarattığı o canlar ve rızık olarak ihsan ettiği o mallar baştan sona Allah’ın mülküdür ve bundan dolayı Allah’ın onları satınalma yoluyla mülkiyetine geçirmesi tasavvur olunamıyacağından Fatiha Sûresi’nde “Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz.” (Fatiha, 1/5)’in tefsirinde de beyan olunduğu üzere burada Allah Teâlâ’nın büyük bir lütuf gösterisi ile kullarını cihada ve ibadete daveti ve teklifi vardır. Bunun hakikatı şudur ki, Allah insanlara can ve mal vermiş ve onlarda muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya da izin vermiştir. Böylece kullar kendi şahıslarında ve mallarında geçici bir hürriyet ve mülkiyet hakkı ile yine muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya maliktirler. Fakat kullar bunları sırf kendileri ve kendi rıza ve ihtiyarları adına sarf edecek olurlarsa, Allah’ın ihsanı olan nimetleri, kendileri gibi fani olan maksatlar uğruna tüketmiş olacaklar ve ondan hiç bir kâr ve menfaat elde edemeyecekler. Ecelleri geldiğinde her şeyden mahrum olarak büsbütün hüsran azabı ile karşı karşıya kalacaklardır. Halbuki Allah’ın ihsanı olan can ve malı, kendileri için ve kendi mülkleri olarak değil de, hüriyetlerini ve tasarruf haklarını çok iyi kullanarak gönül rızasıyla Allah’a teslim ve Allah için ve Allah’ın emrine, Allah’ın yoluna sarfederlerse Allah onları heder etmeyecek ve kendilerini cennet ile sevaplandırarak ebedi nimetlere erdirecektir. Yani fani olan lezzetlerin Allah için feda edilmesine karşılık ebedi olan hayır ve menfaatler elde edilecek. Fani hayat yerine baki hayat kaim olacaktır. Bir mümin Allah yolunda savaşa katılır, can verir ve o yolda malını infak ederse, bu yaptığı iş boşa gitmeyecek, ahirette ona karşılık Allah’dan cennet alacak ve başkalarının sıkıntısından uzak olarak sırf nimetlerle dolu olan ebedi mutluluk içinde yaşayacaktır. İşte böyle düzenlenmiş olan bu dünya ile ahiret, bu fani ile o ebedi ve baki aynı anda bir yerde bir araya gelemiyeceğinden, bu fani hayatı o baki hayatla değiştirme işini Allah, kulunun ihtiyarına terk etmiştir. Bu işlem, bu yer değiştirme kulun seçim ve rızası ile Allah’ın kabulüne bağlı bulunduğundan bu ilâhî muamele sanki bir değişme, bir alış-veriş imiş gibi temsilî bir üslup ile ifade buyurulmuştur. Yoksa gerçekte kulun malı da, canı da, ona karşılık olarak verilen cennet de hepsi Allah’ın mülküdür. Aslında Allah Teâlâ, kendi mülkünü, yine kendi mülkü ile değiştirecektir.
Ancak bu değiştirme işlemi, cebri olmayıp yine de kulun rıza ve ihtiyarına bağlanmış olduğundan Allah Teâlâ bu sözleşmenin şerefini kullarına bağışlamıştır. Sanki zengin bir velinin kendi velayeti altındaki fakir bir çocuğa sermaye vererek onu ticarete teşvik etmek için dükkan açtırması ve başka müşteri aramayıp satacağı malı yalnızca kendisine satmak üzere şart koşup, her aldığına da kat kat kâr vermesi gibi bir alış-veriş şeklinde temsilî ifade kullanılmıştır. Benzersiz bir lütuf ve ihsanın hukuk diliyle ifade buyurulması demek olan bu temsilî anlatımla ayrıca hukukî muamele ve sözleşmelerin temel özelliklerini belirlemeye yönelik bir sözleşme örneği ortaya konmuştur. Ayrıca hukukî muamelelerin din ve dünya işlerinde esas olduğu gösterilmiştir. Yine burada gösterilmek istenmiştir ki; hukukî sözleşmelere dayanan alış-veriş akitleri ve bu yolla elde edilecek kâr ve kazançlar, teberru ve bağış yoluyla elde edilecek gelirlerden daha hayırlı ve daha şereflidir. Beşerin hayatının ve mutluluğun hukuki sözleşmelere riayet ve sözünde durmak gibi insanî ve ahlâkî özelliklere bağlı olduğuna da işaret vardır.
Şu halde fiili, herşeyden önce bu sözleşmenin taraflarını belirliyerek işe başlıyor. Bu sözleşmenin Allah katında bir icabı ve kulun imanı da bu icabın kabulü demektir. Nitekim Hz. Hasan demiştir ki, “İşitiniz, vallahi, Allah Teâlâ’nın her mümine sattığı öyle kârlı bir biat ve öyle ağır basan bir kefedir ki, yer yüzünde bu biate katılmayan hiçbir mümin yoktur…ilh”. Yani âyetin hükmü ve kapsamı, nüzul sebebi olarak bildirilen Akabe biatını haber vermekten ibaret değildir, bütün müminlere şamildir.
Ca’feri Sadık Hz.lerinden de “bedenlerinizin Cennet’ten başka fiyatı yoktur, onları ondan başkasına satmayınız.” diye de nakledilmiştir. Türk Şairi Fuzûlî’nin
“Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil!”
” Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir, ne benim.” demesi de bu âyetin muhtevasına işarettir.
Müminler bu ilâhî satınalmaya karşı can ve mallarını Allah’a nasıl satacaklar, denilirse:
Allah yolunda savaş yaparlar, öldürürler de, öldürülürler de. Gazi de olurlar, şehid de. Söz konusu bedel Allah üzerine haktır ve bu Tevrat’da, İncil’de ve Kur’ân’da verilen bir vaaddir. Yani bu alışverişin fiyatı olan bu dünyada peşin değil, ahirette ödenecek olan bir müeccel vaaddir. Fakat şüpheli bir vaat değil, Allah üzerine sabit bir borçtur, her şüpheden uzaktır. Hem Tevrat’ta, hem İncil’de, hem de Kur’ân’da sabit olmuş bir vaaddir. Hakk’ın vaadidir. Allah’dan daha ziyade ahdini tutan, sözünü yerine getiren kim vardır? Sözünden dönmek şerefli bir insana bile yakışmazken Allah Teâlâ hakkında böyle bir düşünceye kapılmak mümkün müdür? Öyleyse ey müminler! Yapmış olduğunuz bu alış-verişinizle istibşar ediniz, birbirinizi müjdeleyip birlikte sevininiz, bayram ediniz. İşte o, yani bu alış-verişinize fiyat olmak üzere size verilmesi, şahıslarınıza tahsis olunması kesin bir Hakk vaadi olan Cennet, büyük ve muhteşem kurtuluşun kendisidir. İşte o büyük kurtuluş, ondan daha büyüğü düşünülemeyen o ebedi felah ve necat işte budur.
112-Bunlar, yani bu sözü edilen müminler o tevbekârlar ki, âbidler, Allah’a ihlas ile ibadete devam edenler hamidler, gerek sevinçli, gerek sıkıntılı zamanlarında, hangi durumda olurlarsa olsunlar Allah’a sürekli hamd edenler seyyahlar, gezginler yani oruçlular. Çünkü Peygamber (s.a.v) Efendimiz “Ümmetimin seyahati oruçtur.” buyurmuştur. Abdullah b. Mesud’dan, İbnü Abbas’dan, Hz. Aişe’den, Ebu Hureyre ve daha başkalarından rivayet yoluyla gelen tefsir budur. Orucun iki bakımdan seyahata benzerliği vardır: Birisi sûrenin başında da işaret olunduğu üzere, seyahat eden kimse, işin icabı olarak gerek yiyip içmek, gerek dinlenmek ve daha başka nefsinin istekleri hususunda tutumlu davranmak ve bazı sıkıntılara katlanmak zorunda kalır. Oruç tutmak da insanı nefsani arzulardan uzak tutmak açısından çok önemli bir yolculuğa benzer. Birisi de seyahat, innsanın görmediği, bilmediği bir takım şeylerle karşılaşmasına vesile olan bir dış dünya yolculuğudur. Bunun gibi, oruç da insanın kendi iç dünyasında gizli kalmış bir takım özelliklerin tanınmasına, mülk ve melekût âleminin bir takım sırlarına vakıf olmasına vesile olur. Seyahat bir bedenî riyazet olduğu gibi, oruç da bir ruhî riyazet ve seyahattır. Ayrıca Ata’dan yani seyahat edenlerin, mücahidler olduğuna dair bir rivayet nakledilmiştir. Ebu Umame’den rivayet edilmiştir ki, bir adam Hz. Peygamber’den seyahata çıkmak için izin istemişti. Peygamber Efendimiz de ona “Benim ümmetimin seyahatı Allah yolunda cihad etmektir.” buyurmuştu. Bununla beraber bu âyetteki maksadın genel olarak yeryüzünde seyahat edenler demek olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bunlardan bir kısmı, “Mekke’den Medine’ye hicret edenlerdir.” demişlerdir. Bir kısmı da “İlim tahsili için yolculuk yapanlardır” demişlerdir. Başkaları da “Allah’ın yarattığı âyetleri ve yeryüzündeki gariplikleri görüp tanımak ve onlara ibretle bakmak için seyahat edenlerdir.” demişlerdir ki, “De ki, yeryüzünde gezip, dolaşın ve olup bitenlere dikkatle bakın!” (Ankebut, 29/20: Rum, 30/42) âyetlerindeki emir gereğince sırf Allah’ın kudretini eserlerinde görüp tanımak için seyahat edenler demek olur. (Âl-i İmran Sûresi’nde âyet 137 nin tefsirine bakınız).
Rükû edenler, secde edenler. Yani rükû’uyla secdesiyle namazı tamı tamına ve hakkıyle kılanlar, maruf ile emredenler, yani iyiliği belli olan, herkesçe iyilik olduğu bilinen konuları telkin ve tavsiye edenler, yani imanı ve Allah’a itaatı emredenler, münkerden (kötülükten, şirk, imansızlık ve günanlardan) nehyedenler Allah’ın hududunu koruyanlar yani Allah Teâlâ’nın beyan edip açıkladığı, sınırlarını kendisinin belirlediği gerçekleri ve şeriatın kurallarını ve bu kuralların inceliklerini bilerek bunlara riayet edenler. Şeriatın inceliklerine titizlikle uyanlar ve insanları o yola yönlendirenler. Velhasıl o müjdeye, o ilâhî vaade layık olan müminler, bütün bu güzel hasletlere, bu üstün özelliklere sahip olan, bunları kendi şahsında toplayanlardır. Ve böyle olan müminlere müjde ver, onları müjdele habibim ey Muhammed!
Abdullah b. Abbas Hz.leri demiştir ki, “Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın aldı.” âyeti nazil olduğunda, ashaptan birisi, “Ya Resulallah! Şayet o kişi zina da etse, hırsızlık da yapsa, içki de içse bile mi?” demiş ve işte bu “Tevbe edenler…” âyeti bunun üzerine nâzil olmuştur.
Allah Teâlâ’nın müşriklerden ne kadar beri olduğunu iyice anlamalı ki:
Meâl-i Şerifi
113- Ne peygambere, ne iman edenlere akraba bile olsalar cehennemlik oldukları iyice belli olduktan sonra müşriklere istiğfar etmek yoktur.
114- İbrahim’in babası için istiğfar etmesi de sırf ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Böyle iken onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıklanınca o işten vazgeçti. Şüphesiz ki İbrahim, çok bağrı yanık, çok halim birisi idi.
115- Allah, bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine iyice açıklamadıkça dalalete düşürmez. Gerçek şu ki, Allah her şeyi bilir.
116- Hiç şüphesiz, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O, diriltir de, öldürür de. Size O’ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.
113- Cumhur, yani bütün tefsir âlimleri, bu âyetin Ebu Talib hakkında nazil olduğunu nakletmişlerdir ki, bunun dayanağı da Said b. Müseyyeb, Zührî, Amr b. Dinar ve Ma’mer’den gelen bir rivayettir. Demişler ki; Ebu Talib’in hal-i hayatında Hz. Peygamber “Ey amcacığım de.” Bu bir kelimedir ki, Allah’ın huzurunda bunun ben senin lehinde delil olarak kullanayım.” dedi. Orada Ebu Cehl ile Abdullah ibni Ebi Ümeyye de vardı. Bunlar “Ey Ebu Talib, Abdülmuttalib’in milletinden vaz mı geçeceksin?” dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de “Yasaklanmadığım sürece ben de senin için istiğfar edeceğim.” dedi. Sonra da işte bu “Peygamber ve müminler için müşriklere istiğfar etmek diye birşey yoktur.” âyeti ile “Muhakkak ki, sen kendi istediğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete erdirir.” (Kasas, 28/56) âyeti nazil oldu.
Bu rivayetlere göre, bu âyetler ya Mekke’de nazil olmuş, ya da bu âyetlerin nüzulüne kadar senelerce Hz. Peygamber istiğfara devam etmiş demek olur ki, bunun ikisi de dış görünüşüyle akla uzak ihtimaller olarak görülmektedir. Bazı rivayetlerde de, bu âyetin Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber’in, annesi Âmine’nin kabrini ziyaret edip ona istiğfar etmek istemesi dolayısıyla nazil olduğu kaydedilmiştir. Bazıları da bunun yukarıda söz konusu edilen “Onlara yetmiş kere istiğfar etsen de Allah onları affetmeyecektir” âyetiyle ilgili olarak nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Abbas’dan gelen bir rivayete göre; bir kısım müminler “Hz. İbrahim’in babasına istiğfar ettiği gibi biz de ölmüşlerimize istiğfar edelim.” demişlerdi, bu sebeple nazil oldu diye söylenmiştir. Bazı âlimler burada istiğfardan maksat namazdır, demişler. Gerçi cenaze namazı da ölü hakkında bir istiğfardır, fakat mağfiret istemek demek olan istiğfar, namazdan daha geniş ve daha genel anlamlıdır. Zahir olan da budur. “Onların cehennemlik oldukları kendilerine açıklandıktan sonra (artık istiğfar etmek yoktur.)”
114-Bu açıklanma, ya küfür üzere öldükleri bilinmek, ya da öyle ölecekleri hakkında vahiy gelmiş olmak şeklinde olabilir. Bundan anlaşılır ki, kâfir olarak öleceği hakkında vahiy gelmemiş ve henüz hayatta bulunan kâfirler için iman nasip olması umulduğundan, onlar için istiğfar her zaman caiz olabilecektir. Nitekim Hz. İbrahim’in babasına istiğfarı da bu bakımdan olmuştur. Bu anlatılarak buyuruluyor ki;
“İbrahim’in babasına istiğfarı da sırf ona vermiş olduğu bir vaatten dolayı idi”. Meryem Sûresi’nde geleceği üzere “(İbrahim) selâm sana dedi, senin için Rabb’imden mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana çok lütufkârdır.” (Meryem, 19/47) aynı şekilde Mümtehine’de de geleceği üzere “Senin için afdileyeceğim.” (Mümtehine, 60/4), Şuarâ Sûresi’nde de “Babamı da bağışla, çünkü, o sapıklardandır.” (Şuarâ, 26/86) ‘diye istiğfarda bulunmuştu. Ne zaman ki ona, babasının Allah’a düşman biri olduğu açıklanınca, o da istiğfar etmekten vazgeçti, teberri eyledi, uzak durdu. Demek ki, babası hakkındaki vaad, onun hayatta olması ve imana gelmesinin ümid edilmesi şartına bağlı idi. Şüphesiz ki, İbrahim bir evvah (çok çok ah eden, ağlayan sızlayan), bir halimdir.
“Evvah”: mübalağa siğasıyla çok ah eden demektir. Bilindiği üzere, “ah” ve “of” bir acıya ve hüzne işaret için kullanılır. İnsanoğlu şiddetli bir acı duyduğu zaman adeta yüreği yanar ve nefesi daralır, boğulacak gibi olur, yanan nefesini çıkarırken zarurî olarak bir ah çeker. Bunun için çok ah çekmenin, çok acı çekmeye, bağrı yanıklığa, aşka ve Allah korkusuna delaleti vardır. Burada “evvah” işte böyle bir mânâ ilişkisinden dolayı kinaye olarak kullanılmıştır. Bizim dilimizde de bu anlamı ifade için “ince kalpli, yufka yürekli, bağrı yanık, aşık adam” gibi tabirler kullanılır.
“Aşkın elinden ve ettiklerinden ah!
Ateşiyle kalbimi yaktı bıraktı.”
Meşhur beyti de bu mânâyı pek iyi ifade eder. Duaların en çok kabule şayan olanları bu ruh haliyle yapılan dualardır. Ashab ve Tabiîn’den olan ilk devir müfessirleri “evvah” kelimesinin, bu mânâsını çeşitli deyimlerle rivayet ve ifade etmişlerdir. Şöyle ki:
1. “De’â’ yani çok çok dua eden, hep dua ve niyaz ile meşgul olan
2. “Rahîm” yani pek merhametli, çok yumuşak kalbli, yufka yürekli.
3. “Mümin”, yani çok imanlı,
4. “Mûkin” İnancında şüphe ve tereddüt bulunmayan,
5. Ayrıca “Tevvab”, “muvaffak”, Allah’ı çok çok zikreden, tesbih eden, istiğfar eden, Allah’ın kitabını çok çok okuyan, Allah korkusuyla ağlayan, sızlayan, ah, vah eden, dindarlığın özüne vakıf olan, yani “fakih” olan ve benzeri anlamları içeren bir kelimedir. Abdullah b. Şeddad’dan rivayet olunmuştur ki, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ” Evvah huşû içinde yalvarıp yakarandır.” buyurmuş. Görülüyor ki, her biri bir başka görüş açısından ortaya konulan bu mânâlar, genelde birbirine çok yakın olan şeylerdir ve hepsi de gösteriyor ki, maksat sırf ağlayıp ah vah etmek değil, bir kalb özelliğinin, bir ruh hâlinin durumunu dile getirmektir. Bundan dolayı son devir tefsir âlimleri bunun yürek yufkalığından, merhamet ve şefkatten kinaye olduğunu söylemişlerdir. Gaflete düşmemek lazımgelir ki, âyette “evvah” buyurulduktan sonra bir de “halim” ile sıfatlandırılmış olması çok anlamlıdır. Zira çok ah etmek, aynı zamanda bir hiddeti ve sabırsızlığı da ima edebilir. İşte “halim” sıfatıyla bundan sakınılarak şu anlatılmış oluyor ki; İbrahim’in çok çok ah eden biri olması, hiddetinden, sabırsızlığından ve tahammülsüzlüğünden kaynaklanan sıkıntılardan değildi. O gerçekten halim selim, hiddetten uzak, eza ve cefaya katlanan, mihnete sabırlı olmakla birlikte bir “evvah” idi. Bundan dolayı babasının da her türlü eza ve cefasına sabreder, tahammül gösterirdi. Yine de babasına karşı yumuşaklıkla ve rıfk ile davranırdı. Babasının küfür ve dalalet yolunda olmasına yüreği sızlar, onun imana gelmesinden ümit kesmez ve sürekli olarak onun selameti için dua ve istiğfar ederdi. Fakat babasının gerçekten bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıklanınca, öylesine bir evvah ve halim olan İbrahim Allah’a olan sevgisinden ve haşyetinden dolayı, babası için dua ve istiğfar etmekten hemen vazgeçti. Demek ki, Allah düşmanları hakkında dua ve istiğfarın makbul olunma ihtimali olsa idi, İbrahim gibi duası kabul birinin duası makbul olunurdu. Ve o, istiğfardan vazgeçmezdi. Şu halde bundan da anlaşılmaktadır ki, cehennem ehli oldukları belli olanlara ne peygamberin, ne de müminlerin istiğfar etmeleri caiz değildir. O halde daha önce istiğfar etmiş olanlar sorumlu tutulur mu? Hayır. Çünkü:
115- Allah, bir kavme hidayet ettikten, onları İslâm’a muvaffak kıldıktan sonra sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları sapıklığa uğratmaz, gerisin geri dalalete düşürmez. Yani, ilâhî ahkâm kendilerine beyan edilmeden önce bilmeyerek yaptıkları hatalardan dolayı onları hak yoldan sapmış olmakla vasıflandırmaz ve itham etmez. Dalalete düşmüşlere ilişkin ahkâmı onlara uygulaması âdeti değildir. Zira Allah kesinlikle her şeyi bilir. Onların maksatlarını ve mazeretlerini, sırf akılla bilinemiyecek şeylerin açıklamasına muhtaç olduklarını da bilir. Bundan dolayı korunmaları gereken şeylerle ilgili hükümleri de böylece açıklar.
116- Göklerin ve yerin bütün mülkü, bütün saltanatı kesinlikle Allah’ındır. Onun bir zerresinde hiç kimsenin hakkı ve ortaklığı yoktur. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için de Allah’dan başka ne bir velî vardır, ne de bir yardımcı. Velayet hakkı ancak O’nun, inayet ve yardım yalnızca O’ndandır. İşte bundan dolayı Allah’a karşı bütün masivadan uzaklaşıp, O’na teslim olmalı, özünü ona vermeli, gözünü O’nun rızasına dikmelidir.
Şimdi:
Meâl-i Şerifi
117- Andolsun ki, Allah, yine peygambere ve en zor gününde ona uyan Muhacirler’le Ensar’a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lutfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır.
118- Allah, haklarında hüküm beklenen o üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye başlamıştı, vicdanları da kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah’dan kurtuluşun, ancak Allah’a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Sonra da Allah, onları tevbekâr olmaya muvaffak kıldı da tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametli olandır.
117- Yemin olsun ki Allah, peygamber üzerine ve Muhacirin ile Ensar üzerine tevbe ihsan etti. Allah Teâlâ’nın kulları üzerine tevbe etmesi, onlara tevbe etmeyi nasip etmesi ve tevbelerini kabul eylemesi anlamına gelir. Buna göre bu âyette “Allah’ın peygambere tevbesi” yukarıda geçen “Alllah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?” âyetinin içeriğine bir cevap olduğu gibi, Muhacirler’e ve Ensar’a tevbesi de yine daha önce Uhud ve Huneyn günlerinde yaptıkları dikkatsizlik ve tedbirsizlik hakkında olduğu söylenmiştir. Burada asıl maksat, tevbenin faziletini ve önemini, hatta peygamber de dahil olmak üzere bundan hiçbir müminin uzak kalamayacağını bildirmektir, denilmiş. Fakat İbnü Atıyye’nin tefsirinde açıklandığı üzere en güzel mânâ şudur: Asıl tevbe rücû’ demek olduğundan, Allah Teâlâ’nın bir kuluna tevbesi, o kulunu bir hâlden daha yüksek bir hâle getiren ilâhî rücû’ demektir. Bu mânâ dilimizdeki ifade şekliyle Allah’ın o kuluna inayet ve rahmetiyle nazar etmesi demek olur. Bu ise, günah hâlinden taat hâline döndürmek anlamına bir rücû’ olabileceği gibi, bir taat hâlinden daha yüksek bir taat haline rücû’ da olabilir ki bu âyette peygambere tevbesi böyledir. Çünkü gazanın meydana gelişinden ve onun sıkıntılarına tahammül gösterişinden sonraki hâlini, gaza öncesindeki hâlinden daha mütekamil bir hâle irca’ etmiştir. Muhacirin ile Ensar’a tevbesi ise, onların noksan bir hâlden bu gaza dolayısıyla meydana gelen olaylar sebebiyle din uğrunda fedakârlıkları ve itaatları ile daha olgun hâle gelmiş olmaları ihtimali söz konusudur. Bir bölük hakkındaki tevbesi ise daha aşağı durumda gufran ve rıza hâline irca’ eylemek demektir.
Hasılı onları bulundukları halde bırakıvermedi de yine rahmet ve inayetiyle iltifat buyurdu. O Muhacirin ve Ensar ki, o zor anında, o güçlük ve sıkıntı saatinde ona (peygambere) uyup, arkasından gittiler.
“Usret”: Darlık, şiddet ve yokluk demektir. Sâat-i usret zorluk anı veya vakti demektir ki, “Yüreklerin gırtlağa geldiği” (Ahzab 33/10) buyurulan Hendek gününe ve daha başka sıkıntılı günlere işaret olabilirse de burada asıl maksat Tebük Seferi sırasında çekilen sıkıntılar, özellikle bu seferin en sıkıntılı günü hakkındadır. Nitekim yukarıda da geçtiği üzere Tebük Seferi’ne çıkan orduya “Güçlük Ordusu” adı verilmiştir. Bunun hakkında Peygamber (s.a.v.) Efendimiz “Güçlük ordusunu kim donatırsa kendisine cennet vardır.” buyurmuştur. Hz. Osman (r.a.) bin deve ve bin dinar para vererek ordunun donatılmasına katkıda bulunmuştu. Rivayet olunur ki Hz. Peygamber, mübarek elinde dinarları bir yandan bir yana aktarırken “Bundan sonra Osman ne yapsa bir beis yok.” buyurmuştur. Ensar’dan bir zat da yedi yüz vesk (kile) buğday vermişti. Bu sefer boyunca gerek binit, gerek azık ve su yüzünden çok sıkıntı çekilmişti. O derece ki, on kişiye ancak bir deve düşüyordu. Onlar da nöbetleşe biniyorlardı. Yiyecek konusunda o dereceye gelmişlerdi ki, bir hurma tanesini iki kişi paylaşıyordu. Hatta öyle zamanlar oldu ki, tadı bozulmuş olan bir suyu içebilmek için birçok kişi aynı hurma tanesini bir kere emerek içebiliyorlardı. Hz. Ömer demiştir ki, susuzluktan deveyi boğazlayıp karnındaki suyu içiyorlardı. Nihayet Hz. Peygamber ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Cenab-ı Hak, çok geçmeden bir bulut gönderdi ve yağmur ihsan eyledi. Herkes içti ve kabını doldurdu. Yine bu gazada açlıktan develeri kesmek istediler, fakat Resulullah herkesin kabında erzak döküntüsü ve kırıntısı olarak ne kalmışsa hepsinin bir yere toplanmasını emreyledi. Bütününden bir sergi üzerine çok az birşey toplandı. Bereketine dua etti. Sonra “Herkes kabına yiyecek alsın.” diye buyurdu. Allah’ın inayetiyle hepsi kablarını doldurdular ve geri kalanını da yediler, karınlarını doyurdular, hatta biraz da arttı. Bu ordunun miktarı otuzbin kadardı. Bu gaza Resulullah’ın son gazası idi. Yukarıda da işaret olunduğu üzere, Medine’de Hz. Ali’yi yerine bırakmıştı. Bu sefer sırasında büyük bir çarpışma olmamış, ancak düşman sınırına kadar gidilmişti. Ezrah, Eyle v.s. ahalisi cizyeye bağlanmış ve daha sonra da dönülüp gelinmişti.
İşte Muhacirin ile Ensar, Hz. Peygamber’e böyle sıkıntılı bir günde tabi oldular. Öyle bir durumdan sonra ki, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın yamılacaktı. Yani, sıkıntı o kadar şiddetli idi ki, bir kısmı hemen hemen Peygamber’den ayrılıp seferden caymaya başlayacaktı. Sonra Allah onlara nasip etti. Onların kalbini o kaypak düşüncelerden koruduktan başka, çektikleri sıkıntılardan dolayı hepsine rahmet nazarı ile nazarını çevirdi. Çünkü O, onlara çok rauf (şefkatli), çok rahîm (merhametli)’dir.
118- Geri bırakılan o üç kişiye de (yani Ebu Lübabe ve arkadaşları gibi tevbe ve itirafları derhal kabul olunmayıp) “Haklarındaki karar Allah’ın emrine bırakılmış olan beklemeliler…”, işte o üç kişiye de Allah tevbe verdi, ki, bunlar, Ka’b b. Malik, Mürare ibni’r-Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye idi ki bunlardan Ka’b, Akabe ehlinden diğer ikisi de Bedir Ashabından idiler. Ta (o vakte kadar geri bırakıldılar) ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen başlarına dar geliyordu. Zira hiç kimse yüzlerine bakmıyor, onlarla ilgilenmiyor ve hiçbir yerde duramıyor ve huzur bulamıyorlardı. Nefisleri de kendilerine dar geldi. Yani kendi vicdanlarına yöneldiklerinde, vicdanları da onları suçluyor, suçlu ve kusurlu buluyordu. İç huzuru ve gönül rahatlığı bulamıyorlar, kendi iç dünyaları da kendilerine zindan kesiliyordu. Ve Allah’a ilticadan, O’na yönelip sığınmaktan başka bir çıkar yol olmadığını iyice anladılar. Yani Allah’ın gazabından kurtulmak için yine Allah’a başvurup, tevbe ve istiğfar etmekten başka çare olmadığını bilfiil anlayarak, herşeyden ümitlerini kesip, bütün ümitlerini ve beklentilerini Allah’dan ummaya başladılar. Olanca güçleriyle Allah’a yöneldiler. Allah’ın gazabından yine Allah’a sığınarak kurtulunacağını umdular. Sonra da tevbe etsinler diye Allah onlara tevbe ihsan eyledi. Tevbelerinin kabulünü bildiren âyet indirdi. Yahut tevbelerinde gerçekten direnmeleri gerektiği yolunda onlara azim ve gayret verdi ve en sonunda da tevbelerini kabul eyleyip kendilerine tekrar lutf ile nazarını çevirdi. Çünkü Allah, kesinlikle tevvabdır, rahîmdir. Tevbeleri çok çok kabul edici, yegane kabul edicidir. Fazl u keremine, ihsan ve rahmetine sınır olmayan yegane merhamet edici ancak O’dur. Günahkârın günahı ne kadar çok, ne kadar büyük olursa olsun, gerek kemiyet, gerek keyfiyet bakımından tevbesini kabul edişindeki lütfu ve inayeti, rahmeti ve ihsanı sınırsızdır.
Buharî’de rivayet olunduğu üzere, Ka’b b. Malik (r.a), Tebük’ten kalışı hikâyesini anlatarak demiştir ki, Tebük Gazası’nın dışında hiçbir savaşta Resulullah’dan ayrı kalmadım, şu kadar var ki, Bedir Gazası’nda da savaşa katılmamıştım, Fakat Bedir’e katılmayan hiçbir kimseye itap buyurulmamıştı. O zaman Hz. Peygamber, Kureyş Kervanı’na diyerek yola çıkmış ve Allah, onlarla düşmanları habersiz olarak karşı karşıya getirmişti. Ben Resulullah ile Akabe gecesinde İslâm üzere misak yaptığımız zaman hazır bulunmuş idim. Gerçi insanlar arasında “Bedir” olayı daha çok konuşulur, fakat bana Akabe gecesindeki o toplantıya karşılık olarak Bedir olayını verseler değişmek istemezdim. Durumum da şu idi ki, ben hiçbir zaman Tebük seferinden kaldığım zamanki kadar güçlü ve kuvvetli ve bolluk içinde olmamıştım. Vallahi daha önce hiçbir zaman iki tane yük hayvanına sahip olmamıştım, bu gaza sırasında ise iki taneyi elde etmiştim. Hz. Peygamber de herhangi bir gazayı murad ettikleri zaman, kesinlikle bir başka cihete doğru yönelirlerdi. Bu gaza ile gayet sıcak bir zamanda ve uzak bir sefere, bir çöle, güçlü ve kalabalık bir düşmana karşı yönelik olduğundan ve iyi hazırlansınlar diye meseleyi müslümanlara açmış, gideceği yönü haber vermiş idi. Onunla beraber gideceklerin sayısı da çoktu. Bunlar belli bir deftere yazılmış da değildi. Şu halde bir adam aradan kaytarıp kaybolsa hakkında vahiy gelmedikçe onun durumu gizli kalacağını sanırdı. Üstelik mevsim, meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin güzelleştiği bir zamana denk gelmiş idi. Böyle bir zamanda Resulullah, sefer hazırlıklarına girişmişti. Hz. Peygamber ve yanındakiler techizatlarını hazırladılar, ben de onlarla beraber gidiyor, fakat bir hazırlık yapmadan dönüp geliyordum. Kendi kendime de diyordum ki, gücüm var, daha vakit de var, ne zaman olsa hazırlık yapabilirim”. Bir süre böyle geçti. Derken iş birdenbire ciddileşti. Bir sabah Resulullah ile beraberindeki müslümanlar ansızın hareket edip yola çıktılar. Oysa ben hazırlanmamıştım. “Bir iki gün içinde hazırlanır, arkalarından yetişirim.” dedim. Onlar ayrıldıktan sonra hazırlık yapayım, bazı şeyleri tedarik edeyim diye gittim, yine de bir şey yapamadan döndüm. Sonra yine gittim, yine birşey yapamadan döndüm. Ben bu halde iken onlar süratle gittiler. Gaza ilerlledi. İstedim ki, her ne olursa olsun, hemen bir bineğe atlayıp, gideyim, yetişeyim. Keşke yapsaydım, lâkin kısmet değilmiş yapamadım. Resulullah gittikten sonra Medine’de halk içine çıkıp dolaştıkça mahzun oluyordum. Zira gördüklerim ya münafık olarak mimli, ya da sakat ve özürlü kimselerdi. Tebük’e varıncaya kadar Resul-i Ekrem, beni hiç anıp sormamış, fakat Tebük’te konaklayıp otururken bir ara “Ka’b ne yaptı?” buyurmuş. Beni Seleme kabilesinden biri de “Onu bürdeleri ve yanına bakışı alıkoydu.” demiş. Muaz b. Cebel de “Fena konuştun, vallahi biz onun hakkında iyilikten başka birşey bilmeyiz.” demiş, Resulullah da sükut buyurmuşlar. Hz. Peygamber dönüş için yola çıktıkları zaman beni bir merak sardı, ne yapacağım, ne diyeceğim diye düşünmeye başladım; yalan söylemek, yalan uydurmak aklımdan geçiyordu, “Yarın dönüp geldiğinde onun gazabından nasıl kurtulacağım?” diyordum. Bu konuda yakınlarımdan aklı erenlerin hepsinden yardım istedim. Sonra ne zaman ki, Resulullah teşrif buyurdu, benden o batıl düşünceler birdenbire silindi gitti. Azıcık yalan karışacak bir şey olsa asla kurtulamayacağıma kanaat getirdim ve kendimi toparlayıp doğruyu olduğu gibi söylemeye karar verdim. Resulullah seferden dönünce mescide uğrar, orada iki rek’at namaz kılar, sonra oturur, oradakilerle kısa bir görüşme yapardı. Yine öyle yaptı. Sefere katılmayanlar geldiler özürler dilemeye başladılar, seksen kişi kadardılar. Resulullah da onların özürlerini kabul ederek dış görünüşüyle söylenenleri tasdik ediyor, işin içyüzünü Allah’a havale ediyordu ve haklarında istiğfar ediyordu. Bunun üzerine ben de vardım, selam verdiğim zaman bana öfkeli bir gülüşle tebessüm etti, sonra da “Gel bakalım!” buyurdu, yürüdüm yanına vardım, önünde oturdum. “Ne diye kaldın, sen omuzuna biy’at almış değil miydin?” dedi. Bunun üzerine dedim ki: “Evet, vallahi ben başka birinin, dünya ehlinden birisinin huzurunda oturmuş olsaydım, her halde bir özür uydurarak, onun gazabından kurtulacağım düşüncesine kapılırdım ve gerçekten de bana bir ikna kuvveti ihsan edilmiştir. Lâkin şimdi şunu kesinkes bilmekteyim ki, bu gün ben sana yalan söylesem, kendimden razı etsem de, her hâlde çok sürmez Allah sana gerçeği bildirir ve bana karşı öfkelendirir. Ama şu anda bana kızacağın doğruyu söylesem, Allah’ın beni affedeceğini umarım. Hayır, vallahi benim seferden kalmak için hiçbir özrüm yoktu. Vallahi ben hiçbir zaman bu defa senden tehallüf ettiğim zamanki kadar bolluk içinde olmadım.” dedim. Resulullah da “İşte bu gerçekten doğru söyledi, o halde kalk, Allah senin hakkında hükmünü bildirinceye kadar bekle!” dedi. Ben de kalktım, Beni Seleme’den bazı adamlar da sıçrayıp kalktılar, arkamdan gelmeye başladılar ve bana “Vallahi biz seni bundan önce bir günah işlemiş olarak bilmiyorduk. Diğerlerinin yaptığı gibi, Resulullah’a bir özür uydurup söyleyemedin, halbuki Resulullah’ın sana istiğfarı günahını bağışlatmaya yeterdi.” dediler. Ve Allah biliyor, bana o kadar serzenişte bulundular ki, tekrar dönüp kendimi yalanlamak istedim. Sonra onlara dedim ki, “Benim durumuma düçar olan başka biri daha oldu mu?” Onlar “Evet oldu, iki kişi daha aynen senin söylediğin gibi söyledi, onlara da sana söylenen şey söylendi.” dediler. “Kim onlar?” diye sordum, onlar da “Murare ibni’r-Rebî’il-Amri ve Hilal b. Ümeyye el-Vakıfi.” dediler ve Bedir’de bulunmuş iki salih ve örnek insanın ismini söylediler. Bunların isimlerini öğrenince, ben de tekrar Resulullah’a dönüp, sözümü geri almaktan vazgeçtim. Resulullah, kendisine ters düşmüş (tehallüf etmiş) olanlar arasında bu üçümüzle konuşmaktan müslümanları menetti. İnsanlar da bizden uzak durmaya başladılar ve bize karşı surat astılar, yüz vermez oldular. Hatta yeryüzü, bana yabancılaştı da yabancılaştı, artık benim tanıdığım yer değildi. Böylece elli gece kaldık, iki arkadaşım evlerine çekildiler, içerde oturup ağlıyorlardı. Ben onlardan daha genç, daha yiğit idim, evden çıkardım, cemaat ile namaza dururdum ve sokaklarda dolaşırdım ve hiç kimse benimle konuşmazdı. Namazdan sonra Resulullah mecliste iken varır ona selam verirdim ve gönlümden acaba o da bana selam veriyor mu, selamımı alıyor mu, dudaklarını oynatıyor mu, oynatmıyor mu diye dikkatle bakardım, sonra bazan namazı onun yakınında kılardım, benim olduğum tarafa selam vereceği zaman acaba bana gözü ilişir mi diye düşünürdüm. Fakat ben onun tarafına baktığımda gözünü benden uzaklaştırır, yüzünü başka tarafa dönerdi. Bu durum bana bitmez tükenmez bir zaman gibi gelmeye başladı. İnsanların cefasından bıktım, Ebu Katade’nin duvarından aştım, yanına gittim, bu benim amcamın oğlu idi ve akrabalar arasında beni en çok seven kimse idi, vardım selam verdim, vallahi selamımı almadı, sonra ona “Ey Eba Katade!” dedim, “Allah aşkına sana soruyorum; beni, Allah’ı ve Resulünü sever misin?” O sustu. Sonra tekrar ant verdim ve sordum, yine sustu, hiç cevap vermedi. Üçüncü defa tekrar ant verdim ve sordum, o “Allah ve Resulü bilir.” dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı ve döndüm duvardan aştım. Başka bir gün de Medine’ye zahire satmaya gelmiş olan Şamlı bir Nabtî “Beni Kâ’b b. Malik’e kim götürür?” diye soruyordu. Halk ona işaretle birşeyler anlatmaya çalıştılar. Sonra o bana geldi ve Gassan Meliki’nden bir mektup verdi, bir de baktım ki, mektupta, “emma ba’dü” dedikten sonra şunları yazıyor: “Haber aldım ki, sahibin sana cefa etmekte imiş, Allah ise seni yurdunda hakaret göresin böylece heder olup gidesin diye yaratmamıştır. Şu halde bize katıl, biz de sana yakınlık gösterelim”. Bunu okuyunca “Bu da başka bir bela” dedim, tuttum onu hemen ocağa attım, yaktım. Daha sonra o elliden kırk gece geçmişti ki, bana Resulullah’ın gönderdiği bir elçi geldi “Resulullah, sana karından uzak durmanı emrediyor.” dedi. Ben “Boşayacak mıyım? Yoksa ne yapacağım?” dedim. O “Hayır, sadece uzak duracaksın, ona yaklaşma!” dedi. O iki arkadaşıma da böyle emir göndermişti. Bunun üzerine ben de karıma “Haydi sen ailenin yanına git, Allah bu işte hükmünü verinceye kadar onların yanında kal!” dedim. Hilal ibni Ümeyye’nin karısı da Resulullah’a gidip “Ya Resulallah! Hilal, hizmetçisi olmayan zavallı, yaşlı bir adam, ona hizmet etmemi çirkin görür müsün?” diye sormuş, Resullullah da “Hayır, ancak sana yanaşmasın!” buyurmuş. Kadın da “Vallahi onda hiçbir şey yapacak mecal yok, vallahi bu iş oldu olalı beri durmadan ağlıyor.” demişti. Bunun üzerine yakınlarımdan bir kısmı bana “Karın hakkında Resulullah’dan izin alsan, nitekim Hilal’in karısına izin verdi.” dediler. Ben de “Vallahi bu konuda Resulullah’dan izin istemem. Ben genç bir adamım, izin istediğim takdirde Resulullah’ın ne diyeceğini bilirim!” dedim. Bundan sonra on gece daha durdum, ta ki Resulullah’ın bizimle konuşmaya yasak koymasının üzerinden elli gece geçti. Ellinci gecenin sabah namazında sabah namazını kıldım ve evlerimizin birinin damı üstünde idim, öyle bir halde oturuyordum ki, tıpkı Allah Teâlâ’nın âyettebildirdiği gibi, nefsim üzerime çökmüş beni sıkıyor gibiydi, yani gönlüm bunalmış da bunalmış ve yer bütün genişliğine rağmen bana dar gelmeye başlamıştı, sıkılıyordum. Tam bu sırada Seli Tepesi üzerinde yüksek sesle bana doğru “Hey Kâ’b, Kâ’b b. Malik, müjde, müjde!” diye alabildiğine bağıran birinin sesini işittim, hemen secdeye kapandım, anladım ki, müjdeli bir haber geldi. Resulullah, sabah namazını kıldığı zaman bizim üzerimize Allah’ın tevbesini dilemiş ve izin çıktığını halka ilan eylemiş, onlar da bize müjde vermeye koşmuşlar. Bazı müjdeciler de öteki arkadaşlarıma gitmişler, bana da bir zat kısrağına binerek haber ulaştırmaya koşturmuş, ancak Eslem’den koşan adamın tepe üstünden seslenmesi, bana kısraktan daha çabuk ulaşmıştı. Sesini işittiğim müjdeci bana gelince sırtımda ne varsa çıkardım iki parçayı da ona giydirdim. Vallahi o anda ondan başka giyecek birşeyim yoktu. Sonra ben başkalarından ödünç giyecek aldım ve hemen giyip Resulullah’a koştum. İnsanlar beni küme küme karşıladılar. Tevbeyi tebrik ediyorlar, “Allah’ın tevbesi sana mübarek olsun.” diyorlardı. Nihayet vardım mescide girdim. Resulullah oturmuş, bir kısım insanlar da etrafında oturuyorlardı. Talha b. Ubeydullah kalktı, hemen koşarak bana geldi, benimle el sıkıştı ve tebrik etti. Vallahi ondan başka Muhacir’den kimse bana ayağa kalkmadı.Talha’nın bu yaptığını hiçbir zaman unuttam. Ne zaman ki, Resulullah’a selam verdim, yüzü seviçten parlıyordu, “Sana müjde, anandan doğduğun günden beri üzerinden geçen en hayırlı bir gün ile.” buyurdu. Ben “Ya Resulallah, senin tarafından mı, Allah tarafından mı?” dedim. O “Hayır, Allah tarafından.” buyurdu. Resulullah Efendimiz sevinçli olduğu zaman yüzü bir ay parçası gibi parlardı, onun yüzünden biz bunu anlardık. Ne zaman ki, huzurunda oturdum, “Ya Resulallah! Allah’a ve Resulullah’a verilen sadaka olmak üzere malımdan sıyrılmam benim tevbemdendir.” dedim. Resulullah (s.a.v.) “Malının bir kısmını kendine alıkoy, bu senin için daha hayırlıdır.” buyurdu. Bunun üzerine “Ben de Hayber’deki hissemi alıkorum.” dedim. Sonra “Ya Resulallah!” dedim, “Allah beni doğru söylemem yüzünden kurtardı. Şu da tevbemden olsun ki, bundan böyle hayatta olduğum müddetçe doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim”. Vallahi bu sözü Resulullah’a söylediğimden beri müslümanlardan hiçbir kimseyi bilmiyorum ki, doğru söylemekten dolayı Allah’ın bana yaptığı imtihan ve ikramdan daha güzelini ona yapmış olsun. Şunu da belirteyim ki, Resulullah’a o sözü söylediğimden bu güne kadar bilerek bir tek yalan söylemiş değilim. Ömrümün geriye kalan kısmında da Allah’ın beni yalandan koruyacağına güvenir ve ümid ederim. Allah Teâlâ, Rasulü’ne şu âyetleri indirmişti: Şimdi Allah’ın bana ihsan ettiği nimetler içinde beni İslâm’a hidayet etmesinden sonra hiç bir nimet yoktur ki, Resulullah’a yalan söylemeyeyim de helak olmayayım diye karar verdiğim ve doğru söylediğim bu nimetten daha büyük olsun. Benim için hidayetimden sonra en büyük nimet budur. Nitekim yalan söyleyenlerin hepsi helak oldular. Çünkü Allah yalan söyleyenler hakkında vahyini indirdiği zaman her hangi bir kimse için söylediğinin en fenasını söyledi. Tebareke ve Teâlâ onlar hakkında buyurdu ki, “Yani, siz seferden dönüp gelince size, yeminler ederek mazeret uyduracaklar…fakat şurası bir gerçektir ki, Allah fasık bir kavimden razı olmaz.” Yine Kâ’b (r.a.) demiştir ki, “Biz üçümüz, onlar o yeminleri ettikleri vakit, Resulullah’ın onların mazeretlerini kabul edip kendilerine istiğfar ettiği kimselerden sonraya kaldık. Bizim durumumuzu Allah açığa çıkarıncaya kadar Resulullah bizi “irca’ ” eyledi de bundan dolayı Allah Teâlâ bizim hakkımızda “Ve o geriye kalan üç kişi…” diye buyurdu. Burada Allah’ın söz konusu ettiği tehallüf, yani peygambere ters düşüp savaşa katılmamak anlamına değildir. Bizim tehallüfümüz o yalan yere yemin edenlerden sonraya kalmamız ve hakkımızdaki hükmün gecikmiş olması anlamınadır…”
Din âlimleri demişlerdir ki; işte nasuh tevbesi böyle Kâ’b b. Malik ile iki arkadaşının tevbesi gibi olur. Ancak böyle âyette de açıklandığı üzere tevbe ederken, yaptığı günaha duyduğu vicdan azabından dolayı dünya başına dar gelmeli, iç dünyası kendisini sıktıkça sıkmalı ve her şeyden kesilip Allah’a sadakat ve samimiyetle yalvarıp, sığınmalıdır.
Nitekim şöyle buyuruluyor:
Meâl-i Şerifi
119- Ey iman edenler! Allah’dan korkun ve doğrularla beraber olun.
120- Medine halkına ve civardaki bedevilere, Resulullah’ın emrine aykırı hareket etmek uygun olmadığı gibi, onun katlandığı zahmetlere öbürlerinin katlanmaya yanaşmamaları da yakışık almaz. Çünkü onların Allah yolunda çektikleri hiçbir susuzluk, hiçbir yorgunluk ve hiçbir açlık, ayrıca kâfirleri öfkelendirecek ayak bastıkları hiçbir yer veya düşmana karşı elde ettikleri hiçbir başarı yoktur ki, karşılığında kendilerine salih bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah, güzel iş yapanların mükafatını zayi etmez.
121- Onların, Allah yolunda yaptıkları küçük veya büyük her harcama veya geçtikleri her vadi karşılığında, yaptıkları işin daha güzeliyle Allah’ın kendilerini mükâfatlandırması için sevap yazılmaması mümkün değildir.
122- Bununla beraber müminlerin hepsinin birden topyekün savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım insanlar da din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince onları uyarmalıdır ki, böylece Allah’ın azabından sakınırlar.
123- Ey iman edenler, önce yakın çevrenizdeki kâfirlerle savaşın ki, sizde bir güç ve kuvvet olduğunu görsünler. Ve iyi bilin ki, Allah müttakilerle beraberdir.
119- Ey iman etmiş olanlar Allah’a ittika ediniz. Allah’ın razı olmayacağı şeyleri yapmaktan sakınınız, razı olacağı amellere sarılınız. Ve doğrularla beraber olunuz. İmanlarında, ahitlerinde, hak dine olan bağlılıklarında, gerek niyet, gerek söz veya fiil olarak, yani her hususta doğru ve dürüst kişilerle beraber olunuz. Onlarla yakınlık kurunuz, onların tarafını tutunuz, hasılı onlardan uzaklaşıp ayrı kalmayınız. Açıkçası, münafıklardan sakınıp Hz. Peygamber’in ve ashabının yanında olanların safında yer alınız. Onlar gibi, özü doğru, sözü doğru, işi doğru olunuz. Onlarla beraber olunuz ve onlara uyunuz.
120- Medine ahalisi ile civarlarındaki bedeviler için (yani ne Medine halkına, ne de Medine civarında yaşayan bedevilere) Resulullah’a ters düşmek, ona aykırı davranmak yoktur. Onun kararının dışına çıkmaları ve onun önem verip bizzat katıldığı bir gazadan geri kalmaları yasaktır. Ve Resulullah’ın bizzat çektiği, katlandığı sıkıntılara aldırış etmeyip, önemsememeleri de yasaktır. Yani kendi canlarını Hz. Peygamber’den daha çok sevmeleri, Peygamber’in kendilerini sakındırmadığı şeylerden kendilerinin sakınmak istemeleri de yasaktır. Onun çektiği zahmetlerde, katlandığı zorluklarda, karşılaştığı tehlikelerde hepsinin Peygamber’le beraber olmaları, onun emrinde bulunmaları ve ondan kopmamaları gerekir.
Rivayet olunduğuna göre; Ebu Hayseme, yukarıda geçen (Tevbe 79) âyeti nazil olduktan sonra, kendisine ait hurma bahçeliğine gitmiş, güzel de bir eşi varmış, kadın gölgeye hasırı sermiş, yaygıyı yaymış, taze hurma ve soğuk su da hazırlamış, kocasına sunmuş. Bu Hayseme bakmış ki koyu gölge, taze hurma, soğuk su, güzel kadın, Resulullah ise açık güneşte ve rüzgar altında, sonra kendi kendine “Vallahi bu, benim için hayır değil.” demiş, hemen kalkmış, kılıcını kuşanıp mızrağını almış, devesine bindiği gibi rüzgar misali gitmiş. Peygamber (s.a.v) de uzaktan yola bakıyormuş, tozu dumana katarak bir süvarinin kendilerine doğru geldiğini görmüş “Bu gelen Ebu Hayseme’dir.” buyurmuş. Gerçekten de gelen o imiş, sonra Resulullah sevinmiş ve ona dua ve istiğfar etmiştir.
Bu, yani Resulullah’a uymak ve itaat etmenin gereği şu sebepten dolayıdır ki, Allah yolunda onlara ne bir susuzluk, ne bir yorgunluk, ne de bir açlık isabet etmez ve kâfirleri kızdıracak, öfkelendirecek hiçbir yeri çiğnemezler ve düşmana karşı hiçbir başarı sağlamazlar ki, mutlaka kendileri için bunların her biri ile salih bir amel, (yani en güzel ecre layık, Allah katında makbul olan bir iyilik) yazılır. Hiç şüphesiz Allah muhsinlerin (yani güzel iş yapanların) ecrini zayi etmez. Özellikle ve öncelikle bunların ecrini zayi etmeyeceği kesindir.
121- Ayrıca onlar küçük veya büyük bir nafaka sarfetmezler, bir harcama yapmazlar ve bir vadiyi kesmezler, düşmanın geçeceği bir yolu kesip tutmazlar ki, bu da ancak onlar için yazılmış: Lehlerine, hayır ve sevap olarak kayda geçirilmiş olur, ki yapageldikleri amellerin daha güzel karşılığı ile (yani mükafatı ile) kendilerini mükafatlandırır. Mükafatlandırmak istediği için o yaptıkları işlerden dolayı kendilerine sevap ihsan eder.
122- Bununla beraber müminler bütünüyle hep birden, nefir olarak savaşa katılacak değillerdir. Yani daha yukarıda “Sizinle topyekün savaşa tutuştukları gibi siz de müşriklere karşı topyekün savaşın!” (Tevbe, 9/36) ve “İster hafif, ister ağır hazırlıklarla hepiniz topyekün savaşa katılın!” (Tevbe, 9/41) buyurulmuş olmak ve Medinelilerle civardaki bedevilerin savaştan kalmaları caiz olmamakla beraber gerek gaza ve gerek ilim öğrenmek için yeryüzündeki bütün müminlerin hepsinin birden koşup harekete geçmesi doğru değildir. Hepsinin birden savaştan kalmaları doğru olmadığı gibi, hepsinin birden seferber olmaları da doğru olmaz. O halde onların herbir oymağından, bir şehir halkı veya büyük bir kabile gibi herbir topluluktan bir taife, yani bir kısım, bir grup, bir cemaat kalıp dinde tefakkuh etmeliler, külfet ve zahmete katlanıp dinin inceliklerini iyice ve derinlemesine öğrenmeliler ve nefir olup savaşa katılanları dönüp geldikleri vakit, belki hazer ederler diye uyarmalılar. Yani halka üstünlük taslamak ve tahakküm etmek veya daha başka dünya çıkarları elde etmek gibi maksatlar uğruna değil, sırf kendi halkını, özellikle savaşa katılıp da din eğitim ve öğretiminden uzak kalmış olan din kardeşlerini inzar ve irşad maksadı ile fıkıh ve din ilimleri öğrensinler, kalanlar da bu iş için, yani eğitim ve öğretim için seferber olup toplansınlar. Şu halde dinde tefakkuh, yani derinliğine bilgi edinme işi de bir farz-ı kifayedir. Ve Allah yolunda cihaddan sayılmaktadır. Bu mânâya göre, din ilimlerinin tahsili için de bir seferberlik söz konusudur. Burada zamirleri nefir olan taifeye racidir.
Fakat âyette diğer bir mânâ daha rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Müminler cihaddan tehallüf edenler (katılmayıp evlerinde oturanlar) aleyhinde nazil olan ilâhî açıklamaları işitince bu sefer de hepsi cihad için seferberliğe koşmaya başlamışlar, bunun üzerine her oymaktan bir kısmının cihada gitmesi bir kısmının da kalıp din ilimleri tahsil etmesi, bilgilerini derinleştirmesi ve kavmini uyarıp bilinçlendirmesi emrolunmuş. Ve böylece ilim belgelerle cihad, savaş da kılıçla cihad olmuştur. Her ikisinin de asıl gayesi, Allah’ın peygamber ve vahiy göndermesinin hikmeti olan nefse karşı cihad-ı ekberi kazanmak olduğu böylece anlatılmıştır. İşte bundan dolayıdır ki “Dinde derinleşsinler ve inzarda, uyarıda bulunsunlar.” zamirleri savaşa katılanlara değil, katılmayıp kalanlara raci olmuş demektir.
Bu açıklamalardan sonra “acaba savaşa hangi düşmandan başlamalı?” denecek olursa:
123- Ey iman etmiş olanlar o kâfirlerden sizi velyedenlere, size yakın olanlara karşı savaşınız. Yani savaşta “Herkes kendi yakınındaki düşmanla savaşmalı.” kuralını uygulayınız. Sen kendi yakın akrabanı uyar! (Şuara, 26/214) emri ile Resululah’a evvela en yakın aşiretinin inzar edilip uyarılması emredilmiş olduğu gibi, müminler de her şeyden önce en yakın düşmanlara karşı savaşmak ve vuruşmakla emrolunmuşlardır. Zira yakın olanlar sevgi ve kurtarılmaya daha layıktırlar. Zarar da yakından gelir. En yakın tehlike demek olan yakın düşmanları bırakıp da uzaktaki, isteseler de müslümanlara fazla bir zarar veremeyecek durumdaki düşmanlarla uğraşmak savaşın hikmetine aykırı bir tutumdur. Ve onlar sizde bir şiddet bulsunlar. Yani diğer hususlarda imanın ve İslâm’ın inceliğini, zerafetini korumakla birlikte, savaş konusunda kararlı, azimli, tavizsiz ve katı bir tutum bulunduğunu, güçlü ve sarsılmaz bir zihniyet olduğunu görüp anlasınlar. Azim ve metanet sahibi sağlam ve hazırlıklı olduğunuzu onlara hissettiriniz. Böyle bir yol izleyiniz ve biliniz ki, Allah kesinlikle müttakilerle beraberdir. Yani iman ehli olmak ve savaşmak da takva cinsinden bir harekettir. Allah’ın yardımı ve koruması da daima korunanlarla beraberdir. Dünya sevgisiyle kalbleri çürümüş, yılgın münafıklar gibi, sıkıntı ve ölüm korkusuyla kâfirlere karşı savaşmaktan çekinmek de aslında korunmak değil, kesinkes helâktir. Ve yakındaki düşmanı bırakıp uzaktakine gitmekte de tehlike vardır.
Meâl-i Şerifi
124- Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, “Bu sûre hanginizin imanını arttırdı?” der. Fakat müminlere gelince, aslında her inen sûre onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar.
125- Kalblerinde bir hastalık olanlara gelince, onların da murdarlıklarına (küfürlerine) murdarlık (küfür) katmıştır ve kâfir olarak ölüp gitmişlerdir.
126- Onlar (münafıklar) her yıl bir veya iki kere kendilerinin çeşitli belalara uğratıldıklarını görmüyorlar mı? Böyle iken yine de tevbe etmiyor ve ibret almıyorlar.
127- Aleyhlerinde bir sûre indirilince, “Sizi birisi görüyor mu?” diye birbirlerine göz ederler, sonra da sıvışır giderler. Allah onların kalblerini (imandan) çevirmiştir. Bu yüzden onlar anlayışsız bir kavimdirler.
124- Ne zaman bir sûre indirilirse onlardan bir kısmı, bazıları, kâfirlerden bir kısım demek olan o münafıklardan kimisi der ki; bu sizde hanginizde bir imanı ziyade etti? Bir iman ziyade etmek sözü, mevcut bir imana daha yüksek bir kuvvet ve revnak vererek heyecanını ve derecesini arttırmak veyahut bir gerçeği yeni baştan tasdik ettirmek mânâlarından daha geniş kapsamlı bir ifadedir. Birincisi nitelik, ikincisi nicelik açısından söz konusu olan bir ziyade, bir fazlalıktır. Bir gerçeğin kabulü anlamına iman bir bütün demek olduğundan burada nicelik açısından bir arttırma değil, nitelik açısından bir gelişme söz konusudur. Bu bakımdan peygamberlerle sıddıklar ile diğerlerinin imanları arasında derece farkı bulunur. Nitekim Hz. İbrahim’in “inanmıyor musun?” ilâhî suâline karşılık “İnanıyorum, lâkin kalbim mutmain olsun istiyorum.” (Bakara, 2/260) demesi, iman neşesinin son mertebesini istemek içindi. Yine bu açıdan ele alınınca “Haber, görmek gibi değildir.” kuralı geçerlidir. Gayb ile gözlem, duygu ile görgü, bedahet ile istidlal arasında, hatta müşahededen hafızada kalan hatıra ile bizzat görülen arasında ancak tadarak, yaşanarak erilebilen bir kuvvet ve açıklık farkı vardır ki, bu fark ve açıklık yakînin aslına değil, derecesine ve kuvvetine ait olan bir farktır. Lâkin iman, birçok objeye yakından ilişkisi bakımından söz konusu edildiği zaman, ona bağlı olarak çeşitli tasdikler, birbirini izleyeceğinden, bunda iman nicelik bakımından da artar gider. Mesela hem namaza, hem zekata inanmakta, yalnızca namaza inanıp zekata inanmamaktan daha ziyade bir iman vardır. Bunun gibi, hem önceki kitaplara, hem Kur’ân’a inanan bir müslümanda yalnızca Tevrat ve İncil’e inanan kimselerden daha ziyade iman vardır. Böylece âyetle ortaya çıkan görev ve ahkamın ziyadeleşmesi oranında iman edilecek şeylerin sayısı da artar gider. Ve bu bakımdan ilâhî hükümlerin ayrıntılarına vakıf olan din âlimlerinin imanı her halükârda avamdan daha çok olur. Nitelik bakımından ise durum bunun tam zıddı olabilir. Yani avamdan birinin icmalî imanındaki kuvvet bir âlimin tafsilî imanından daha güçlü ve derece bakımından daha ileri olabilir. Bir de iman vücudî, küfür ise ademî olduğundan imanın özünde zaten küfre göre bir ziyadelik vardır. Bir kâfir imana kavuştuğu zaman, önceki durumuna göre, düşüncesinde, bilgisinde ve kalbinde bir fazlalık elde etmiş olur. Bundan dolayı “bu sûre, hanginize bir iman ziyade etti?” sözü, gerek nitelik ve gerek nicelik açısından imanın artmasını inkâr anlamını kapsadığı gibi, aslında imanın varlığını da toptan inkâr anlamını da kapsar. İşte münafıklardan bazıları Kur’ân’dan herhangi bir sûre nazil oldukça böyle diyor, ileri geri konuşuyordu. Sanki Kur’ân’da ne eski imanı yenileyen ve destekleyen, ne de yeniden iman etmeyi gerektiren hiçbir şey yokmuş gibi, hiçbir delil ve iddia, hiçbir uyarı ve müjde, hiçbir gerçek yokmuş gibi göstermek ve böylece aldatılması mümkün olanları iğfal etmek için kendi aralarında müminlerle alay eder tarzda buna benzer sorular ortaya atıyorlardı. Alttan alta kurnazlıklar yaparak küfür ve inkârlarını çevrelerine bulaştırmaya çalışıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de “O Allah ki, Resulü’nü hidayet ve hak din ile gönderdi, onu bütün dinlere açıkça üstün kılmak için. ” (Tevbe , 9/33; Fetih 48/28; Saf 61/9) buyurup dururken zamanımızda da bir kısımlarının, “Hz. Muhammed hayata ne getirdi?” diyerek gerçeği şüpheli göstermek ve tevhid nurunun sonsuz feyiz ve bereketini sınırlı kabul ettirmek istemeleri de tıpkı o devirdeki münafıkların “Bu sûre, hanginizin imanını arttırdı.” demelerini taklitten öte birşey değildir.
İşte bu inkâr veya istihzaya cevap olarak buyuruluyor ki: Fakat iman edenlere gelince o (yani gelen sûrelerden her biri), onların imanını arttırdı ve onlar bundan sevinç ve neşe duyuyorlar.İman neşesi ile müjdelenip bunun sevincini yaşıyorlar, şen oluyorlar.
125- Kalblerinde hastalık olanlara gelince de o gelen her sûre, onların murdarlıkları üzerine bir murdarlık daha ekleyip murdarlıklarını arttırıyor. Yani eski küfür ve inkârlarına, imansızlıklarına, kötü huylarına ve nifaklarına bir nifak daha ilave ediyor. Çünkü her sûrenin gelişiyle müminlerin iman neşvesi peyderpey nasıl artıyorsa, ahlâkları güzelleşip nasıl olgunlaşıyorsa, buna karşılık inkâr edenlerin de her inkârında küfürleri, katılıkları ve ahlâksızlıkları bir kat daha artıyordu ve onlar nihayet kâfir olarak öldüler
126- Bakıp da görmüyorlar mı ki, bunlar, -bu münafıklar her sene bir iki kere -yani bir kaç defalar fitneye tutuluyorlar, kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar, Allah’ın yüce huzurunda günahkâr olarak dikilmenin dehşetini yad ettirecek, tevbeyi hatırlatacak türlü türlü belalara, hastalık ve kıtlık gibi musibetlere uğratılıyorlar, suikast hazırlamak, nifak çıkarmak dolayısıyla rüsvay olmak, Resulullah cihada çıktıkça imansızlık yüzünden ona aykırı düşmek, can korkusuyla kıvranmak gibi sıkıntılara giriftar oluyorlar. Sonra da yine tevbe etmiyorlar üstelik bunlar akıllarını başlarına alıp düşünmüyorlar.
127- Her ne zaman bir sûre nazil olsa, bunlar birbirlerine bakarlar, sizi birisi gözetliyor mu? diye biribirlerine göz ederler. Sûrenin kendileriyle ilgili etkisinden bunalır, vahiy meclisinden kaçmak isterler, fakat kaş göz işaretlerini müminlerden birisi görüverecek, bu konuşulanlardan alındıkları anlaşılıverecek, nifak ve hainlikleri meydana çıkıverecek diye gizlice oradan sıvışıp gitmek isterler, sonra da sıvışıp giderler. Allah, onların kalblerini çevirmiştir, o sebepten dolayıdır ki, bunlar fıkhı olmayan, anlayıştan ve derin kavrayıştan uzak bir kavimdirler. İşin içyüzünü anlamazlar, hakkı ve hakikatı tedebbür ve takdir etmezler, yoksa derhal tevbekâr olur, Kur’ân’a sarılırlardı.
Ey İnsanlar!
Meâl-i Şerifi
128- Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.
129- Eğer aldırmazlarsa onlara de ki: Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben O’na dayanmaktayım ve O, o büyük Arş’ın Rabbidir.
128- Yemin olsun ki, size hakikaten bir resul geldi öyle bir resul ki sizden biri, kendi içinizden, kendi cinsinizden, melek değil, beşer cinsinden, aslı ve nesebi belli, Arabî ve Kureyşî, Harem ehlinden, sizin sıkılmanız ona ağır gelir, gücüne gider. Yani, azap görmeniz şöyle dursun, bir takım zahmete, sıkıntıya uğramanız bile onu üzer, son derece rahatsız eder. Yahut sizi sıkan, zorunuza giden şeyler beşeriyet icabı onu da üzer, onun dayanma gücü ve metin görünüşü, sıkıntılara göğüs germesi, üzülmediğinden değil, peygamber oluşundandır. Bu tefsirlere göre, cümlenin tamamı bir sıfat cümlesidir. Fakat İbnü Kuşeyrî’nin tercihine göre, “azîz” bir sıfat, “aleyhi mâ anittum” da ayrı bir sıfattır. Buna işaret olmak üzere bazı mushaflarda “azîz” kelimesinin üzerine bir “cîm” secavendi konmuştur ki, bunda daha başka bir anlam vardır. Yani, bir resuldür ki, azîzdir; büyük izzeti vardır. Sizi sıkıntıya sokan şeyler onun aleyhine olur, ona ağır gelir. O yüksek izzet sahibi peygamber, kendi cinsinin evlatlarının zor durumda kalmasına razı olmaz. Sizin cinsinizden olması ve izzet sahibi bulunması sebebiyle bütün dertlerinizi ve kederlerinizi yüreğinde duyar, acınızı hisseder. Üzerinize düşkündür, size karşı pek hırslıdır. “(Ey Muhammed) sen onların yola gelmelerini ne kadar istesen de” (Nahl 16/37) âyetinde de işaret buyurulduğu üzere hidayet ve iyiliğinize, faydanıza, hayrınıza hırslıdır. Üzerinize toz kondurmak istemediği gibi, sizi mutluluğun zirvesine eriştirmek, selamete çıkarmak, cennete ve rıdvana kavuşturmak için bütün hırsıyla ve var gücüyle uğraşır. Üstelik onun merhameti yalnızca Kureyş’e, Arab’a, şu veya bu kavme değil, hangi kavimden olursa olsun bütün müminleredir ki, o raûftur. Re’feti çok fazladır, yani gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti vardır. Rahîmdir. Fıtraten, doğuştan, yaratılıştan, Allah tarafından pek ziyade merhametlidir. Günahkârlara bile acır. İşte bütün bunlardan dolayı ey insanlar, Kur’ân’da söz konusu olan mükellefiyetler, özellikle bu Berâetün Sûresi’nde yer almış olan tevbe, cihad vesaire hakkındaki emirler, yasaklar, ikazlar ve itaplar, ağırınıza gitmemeli, gönlünüzü incitmemelidir. Bütün bunlar küfür ve nifakın zararlarına ve uğursuzluklarına karşı genellikle müminlere gayet büyük bir sevgi ve şefkatin tecellileridir. Onun için hiç vakit geçirmeden bunlara iman edip, gereğince amel etmelisiniz.
Görülüyor ki, burada Resulullah’a Allah’ın güzel isimlerinden raif ve rauf ve rahîm isimleri verilmiştir. Hasen ibn’l-Fadl demiştir ki Allah Teâlâ, hiçbir peygambere, güzel isimlerinden iki isim birden vermedi, ancak bizim peygamberimiz hakkında “raûf ve rahîm” buyurdu. Kendi zat-ı sübhanisi hakkında da “Muhakkak ki, Allah insanlara raûf ve rahîmdir.” (Bakara, 2/143; Hac, 22/65) buyurdu. Gerçekten de Resulü’ne bu isimleri vermesi ve onu böyle vasıflandırması, onun hakkında büyük ikram ve tekrîm demektir. Bundan da anlaşılır ki, Allah’ın güzel isimlerinin hepsi “Allah, Rahmân ve Rab” gibi sırf Allah’a mahsus olan isimlerden değildir. Resulullah’ın kendisi, ilâhî ahlâk ile mütahallik olduğundan dolayı müminlere raûf ve rahîmdir. Getirdiği din de bütün yönleriyle, müminler için ayniyle nimet ve rahmettir.
129- Buna rağmen yine de yüz çevirirlerse (ya Muhammed) sen de onlara deki: Allah bana yeter, O’ndan başka ilâh yoktur, ancak O’na dayandım ve O, azîm (yani azametli) Arş’ın Rabbi’dir. Bütün kâinatı kuşatmış olan, en büyük hükümranlığın, en yüce saltanatın sahibi ve rabbidir. (Â’raf Sûresi’nde âyet 54’ün tefsirine bakınız)
İşbu ‘den başlayan son iki âyetin Kur’ân’dan en son nazil olan âyet olduğu hakkında bir rivayet vardır: Hz. Übeyy b. Kâ’b (r.a.)den “Kur’ân’ın Allah’a ahdi en yakın olanı, yani en son nazil olanı ‘den itibaren iki âyettir.” diye rivayet bulunmaktadır. Bununla beraber Bakara Sûresi’ndeki (âyet 281) âyetinin bundan da sonra nazil olduğuna ilişkin rivayet daha çok tercihe şayandır. Yine rivayet olunduğu üzere Hz. Peygamber’in vefatından sonra Mushaf cemolunduğu zaman bu âyeti, Zeyd b. Sabit tarafından çok araştırılmış ancak Zü’ş-şehâdeteyn yani, iki şahit hükmünde olan Huzeyme b. Sabit nezdinde bulunmuştu. Yani âyet, ashabdan birçoklarının ezberinde olmasına rağmen yazılısı ancak Huzeyme’nin yanında bulunmuştu. Çünkü Kur’ân, yalnızca hafızların ezberinden değil, ondan başka Hz. Peygamber zamanında yazılmış ve en son arzada karşılaştırılmış sayfaların da bir araya getirilmesi ve bu belgelerin de dikkate alınması ile bir mushafta toplanmıştı. Yazmakla görevlendirilen Zeyd b. Sabit, bu iki âyeti, bir yerde yazılı olarak bulmadan yazamıyordu.
Bundan dolayı kendi ifadesine göre; “Berâetün Sûresi’nin sonundaki bu iki âyeti bulamayıp araştırmaya başlamış ve ancak Huzeyme’nin yanında yazılı olarak bulmuş ve böylece ezberden bilinen bu iki âyetin kesin yazılı belgesi de elde edilmiş oldu.
Ebu Davud’un süneninde rivayet olunduğuna göre; Ebu’d-Derdâ Hazretleri demiştir ki, “Her kim sabah ve akşam yedi kere derse Allah Teâlâ, o kulun önemsediği şeylere kifâyet eder”.
Şimdi Tevbe Sûresi’nin hatimesi demek olan bu son kısmının daha hangi mânâ ve mazmunları içerdiği Yunus Sûresi’nden itibaren aşağıdaki sûrelerde ayrıntılarıyla açıklanacaktır.