Tegabün Suresi Tefsiri

Tegabün Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR

Tegâbün Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


1. Yukarılarda ve aşağıda bulunan bütün yaratıklar her zaman, devamlı surette Allah’ı tenzih eder durur. Bu sûrenin böyle tesbih ile başlaması, önceki sûrede zikredilen İlâhî üstünlüğün bir beyanı, müminleri Allah’ı zikre teşvik etmenin bir müeyyidesidir. Ayrıca eceli gelen bir kimsenin ecelini tehir etmemesi de, kudretindeki bir kusurdan dolayı değil; zat, sıfat ve fiillerinde her noksanlıktan berî olarak mülk ve tasarruflarında tam üstünlük ve hakimiyyetinden dolayı olduğuna bir tenbih ve bu sûrede zikredilecek yeniden dirilme konusunda bir mukaddime demektir. Ölüm, gözlerinin önünde duran gafiller, kâfirler anlamaz düşünmezlerse de göklerde ve yerde her ne varsa Allah Teâlâ’nın kemal ve yüceliğini her an ilan edip durmakta, zerresinden cisimlerine, cisimlerinden fezasına her neye bakılsa hepsi O’nun yüceliğine şehadet etmektedir. Mülk O’nun, hamd O’nundur. O’ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini yaratan, hepsini tutan, koruyan O’dur. Hepsinde dilediği gibi yaratma ve yok etme, öldürme ve yaşatma, üstün ve zelil kılma vesaire gibi tasarruf etme hakkı da O’nun, her nede olursa olsun hamd ve şükür, övülme ve ta’zim edilme hakkı da O’nundur. Ve o her şeye kâdirdir. Binaenaleyh bu gün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük galibiyetlere erdirmeye, zengin ve güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye, sorumlu olmayız zannedenleri sorumlu tutmaya, uykudakileri uyandırmaya, ölüleri diriltmeye, Resulü’ne vaad ettiğini yerine getirmeye, kısacası varları yok, yokları var etmeye kâdirdir.

2. Kudretinin izlerinden bazısının beyanı şöyledir: O, o kudret sahibidir ki sizi yaratmıştır sonra da içinizden kimi kâfir, O’nu, O’nun kudretini ve kudretinin delillerini tanımaz, inkâr eder, yalanlar, nankörlük eder, hakikati örter ve kendi yaratılışında gizlenmiş bulunan alâmetleri görmemezlikten gelir, kimi de mümin; O’na, O’nun kudretine, gönderdiklerine, indirdiklerine inanır ve yaratılıştaki görüntüye muttali olur. Şu halde kâfir de, mümin de O’nun yaratığıdır. İnsanın yaratılışı, yaratıcıya imanı gerektirmekle beraber, küfre de imana da kabiliyetlidir. Mahlukat içinde hepsinden farklı bir insan cinsi yaratmak, sonra da aynı cins içinde bir birine zıt iki grup meydana çıkarmak şüphesiz yaratıcının her şeye kadir olduğuna delalet eden kudretinin izlerinden önemli bir delildir. Bu cümlenin “kâfiren ev müminen” gibi hal ve kayd veya “ba’züküm kâfir ve ba’züküm mümin” gibi fâsıl suretinde ifade edilmeyip de açıklama veya kısımlara ayrılma ile tertibe delalet eden ile şeklinde yan bir cümle olarak getirilmesi, küfür ve imanın da Allah tarafından yaratılıp takdir edilmesiyle beraber insanların bizzat yapma ve iradeleriyle alakalı olarak talî ve gerekli bir şekilde yaratılmış bulunduğuna işaretle kâfirlere bir tehdit ifade etmektedir.



Kadî Beydâvî daha ziyade birinci noktaya işaretle şöyle demiştir: “Kâfir, küfrü takdir edilen ve üzerine yüklenilen, mümin ise, imanı takdir edilen ve gereğini yapmaya muvaffak kılınan demektir.” Ebu’s-Suud da ikinci noktaya temas ederek şunları söylemiştir: “Sizi ilmî olgunlukların ve ameliyenin prensiplerini içeren güzel bir yaratılışla yaratmış, bununla beraber bazılarınız yaratılış gereğinin aksine olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazılarınız da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur. Halbuki üzerinize vacib olan hepinizin imanı tercih edip halk ve îcad nimetine ve ona bağlı diğer nimetlere şükretmekti. Siz ise yaratılışınız itibarıyla buna kabiliyetli olduğunuz halde öyle yapmadınız da kiminiz kâfir, kiminiz mümin olup gruplara ayrıldınız.” Mamafih bu grup ve fırkalara ayrılmayı, Cebriyye’nin dediği gibi kulun hiç bir rolü olmayarak sırf Allah’ın takdirine nisbet etmek nasıl doğru değilse, Mu’tezile’nin anladığı gibi Allah’ın yaratma ve takdiri olmaksızın sadece kulların yaratmasına nisbet de doğru değildir. Âyet açıkladığımız gibi iki cihetin ikisine de işaret etmektedir. Abd b. Humeyd, İbnü Münzir, İbnü ebi Hatim, İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Ebu Zerr (r.a)’den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: Ebu Zerr demiştir ki: “Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: Meni rahimde kırk gün durunca ona nüfus meleği gelir, sonra O Allah’a yükseltilir. Melek “Ya Rab, Erkek mi dişi mi?” der. Allah Teâlâ ne kaza buyuracaksa buyurur. Sonra melek “Cehennemlik mi cennetlik mi?” der. Böylece ne ile karşılaşacaksa o yazılır.” Ebu Zerr bu hadisi rivayet edip Teğâbün Sûresi’nin baş tarafından üç âyeti ‘e kadar okumuştur. Bunun gibi başka hadisler de vardır. Bunlar insanın yaratılışının içerisinde gelecekteki mukadderatının takdir edilmiş bulunduğunu gösterir. Fakat bilindiği gibi bu mukadderatın böyle Allah tarafından bilinip takdir edilmesi onun, bir kısmını kulun işlemesine ve tercih etmesine engel değildir. Kulun bir fiili yapması üzerine cereyan eden yaratma da, “Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı. ” (Saffât, 37/96) âyetine göre yine Allah’a aittir. Binaenaleyh iman da, küfür de yaratılmıştır. Ancak Allah’ın imana rızası var, küfre rızası yoktur. Bu suretle iman ve küfrün yaratılması insanın iradesiyle ilgili tali ve gerekli bir yaratma olduğundan “İçinizden kimi kâfir, kimi mümindir.” buyurulmuştur. Bu izahta, hem Kâdî Beydâvi’nin işaret ettiği mânâ, hem de Ebu’s-Suud’un tercih ettiği anlam mevcuttur. Bunlardan birisi, “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.” (Tekvir, 81/29) âyetine, diğeri de “Dileyen Rabbine varan bir yol tutar.” (İnsan, 76/29) âyeti doğrultusundadır. Küfür ve nankörlükten sakındırma, iman ve iyiliğe teşvik mânâsını ifade eden şu cümle de, kulun fiilî tarafını kuvvetlendirmektedir. Halbuki Allah, her ne yaparsanız görücüdür. Gerek küfür ve gerek küfürle ilgili ameller ve gerekse iman ve imana bağlı ameller olsun her ne yaparsanız hepsini görüp duruyor. İyiliği de, kötülüğü de görüyor. Siz O’nu göremeseniz de O sizi ve yaptıklarınızı görüyor. O halde O’na karşı küfür ve nankörlükten utanmaz mısınız? Utanmazsanız korkmaz mısınız? Şüphe yok ki insanın işledikleri ameller içinde, elinde olmayan mecburi fiiller de vardır. İnsan bunların da dünyada lezzet ve acı gibi sonuçlarına dayanmaya mecbur olursa da, başlangıçları itibariyle olsun hiç kesb ve iradeye bağlı olmayan cebri fiiller, sırf mecburi olduklarından dolayı ahiretle ilgili sorumlulukları yönüyle insana ait değildir. “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) ve “Herkes kendi kazandığına bağlıdır.” (Tûr, 52/21) âyetlerinden de anlaşılacağı üzere insana ait olan, insanın gayreti ve çalışması ile alakalı bulunan fiilerdir. Onun için bu âyette de “ne yaparsanız” ifadesi ile kasdedilen, gerek doğrudan doğruya, gerek başlangıçları itibariyle insanın çalışmasıyla ilgili amellerin olması lazım gelir ki, küfür ve imana sebeb olanlar da nazar ve düşünce yönüyle bu kabildendir. Gerçi Allah Teâlâ insanların yaptıkları her fiili de görür. Fakat sırf vehbî (Allah’ın lütfuyla) veya zorunlu olan fiillerde sorumluluk ve yükümlülük bulunmadığından bu cümlenin ifade ettiği tehdit, ancak irade ile yapılan fiillere yöneliktir. Bu suretle sorumluluğun mânâsı da, kulun ihtiyar ve iradesini Allah Teâlâ yerine getirdiği takdirde ilâhî hikmetin gereği olarak, yaratılacak iyi veya kötü bütün sonuçların kula ait olması ve böylece kulun, Allah’ın yanında ceza veya mükafat görmesi demektir. O halde Allah yaptıklarımızı görürse ne olur? denilmemelidir.

3. Çünkü Allah Teâlâ bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Boşuna ve oyuncak olarak değil, kendisinin vasfı olan hak mânâsını gösteren, eşya arasında bir sıralanma ve intizam ifade edip hepsini hak gayesine doğru götüren sabit bir irade ve üstün bir hikmetle yaratmıştır. Onun için yaratıcının hakkını yaratığa, yaratanın hakkını da yaratıcıya isnad etmemek nasıl bir hak ise, bir yaratığın hakkını diğer bir yaratığa isnad etmemek de aynı şekilde bir haktır. Bütün fiilleri görüp duran Allah Teâlâ, her birine hakkıyla gerekli görerek yaratacağı sonuçları, elbette ki mahallinden başkasına isnad etmez. Küfür ve nankörlüğe vereceği cezayı imana, iman ve ihsana (iyiliğe) vereceği mükafatı da küfre ve nankörlüğe vermez. O, bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır ve size suret vermiş, bütün yaratıkları içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuş sonra suretlerinizi, güzel de yapmıştır. Ahsen-i takvim denilen en güzel biçime sokmuştur. Haşr Sûresi’nde “O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır…” (Haşr, 59/24) âyetinde geçtiği üzere suret, hususi olan bedenle ilgili şekil ve biçime denildiği gibi akılla anlaşılan manevî sınır ve belirtilere de denir. İnsanlar da gerek beden ve boy uygunluğu ve gerek eşyayı birbirinden ayırdettiren suretlerini kavramakla hak anlamını idrak eden ruhanî şekillenmeler açısından en güzel surette yaratılmışlardır. Bu suretle kâinatın hak ile yaratılmış olan özelliklerini kendinde hülasa ederek hakkı batıldan, güzeli çirkinden, hayrı şerden, tatlıyı acıdan ayırmak mümkün ve mukadder olduğu kadar tasarruf edip dilediğini yaratıcıdan isteyebilir. Böylece hayatta elde ettiği şeye göre insan kendini ya daha ziyade güzelleştirir, cennetin en yüksek makamına ulaşır, yahutta çirkinleştirir, cehennemin dibine yuvarlanır. Denilmiştir ki :”İnsan cennet ile cehennem arasını birleştiricidir.” Bu da soyutlar âleminden Rabbın emri olan ruhu ile maddeler âleminden olan bedeni sebebiyledir. Şu beyti Hz. Ali’ye nisbet ederler:

“Sanırsın ki sen bir küçük cisimsin

Halbuki o büyük âlem sende dürülüdür.”

Câsiye Sûresi’nde geçen “Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden size boyun eğdirdi…” (Câsiye, 45/13) âyetinde de bu mânâya işaret vardır. Yine bu anlamdan dolayı Ebu’l-Feth el-Busti şöyle demiştir:


“Nefsine dikkat et, onun faziletlerini tamamla

Çünkü sen cisimle değil, ruh ile insansın.”

Kısacası Allah Teâlâ, “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) buyurduğu üzere insanı en güzel surette yaratmıştır. O halde bunun hakkı, layıkı ve gereği de insanların çirkin hallerden sakınıp “Hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için…” (Mülk, 67/2) buyurulduğu gibi en güzel amellerle yarışarak Allah’a yaklaşmaya çalışmasıdır. Çünkü nihayet dönüş O’nadır.

Masîr, sayruret etmek, rücu’ etmek, dönüp gitmek mânâsına mimli mastar, bir de dönüp varılacak yer anlamında ism-i mekândır. Burada birincisi yani dönüş mânâsı, ‘de ikincisi, dönüş yeri mânâsı daha uygundur. İlk yaratılış ve geliş Allah’tan olduğu gibi nihayet gidiş de O’nadır. O gökleri ve yeri hak ile yaratıp size o güzel suretleri veren ve hiç bir leke kabul etmeyip bütün güzellikler, mülk ve hamd kendisinin olan, her şeye kâdir ve her noksanlıktan berî olan Allah’a varılacak, O’nun hiçbir haksızlığa yer vermeyen yegane huzurunda toplanılıp haklı, haksız, iyi ve kötü ayırdedilerek yeniden dirilişte iyiye iyi, kötüye kötü ceza verilecektir.

4. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir ve siz her ne gizliyor ve açıklıyorsanız hepsini bilir ve Allah bütün göğüslerin hakikatini de bilir. Onun için gerek kalblerinizin ve ruhlarınızın derinliklerinde, gerek bedenlerinizin içinde dışında ve gerek bulunduğunuz bütün muhitlerde neler tutuyor, neler saklıyor, aranızda neler konuşuyor, neler yapıyor, âleme neler yayıyor, âlemden neler alıp neler yutuyorsanız, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, haklı ve haksız hepsini bilir, sizin bildiklerinizi de bilmediklerinizi de hepsini tamamiyle bilir. O halde insan olanlar O’na iman edip, O’nun yarattığı o güzel yaratılışı, hakkıyla güzel kullanmalı, O’nun nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamd ve şükrünü yerine getirmeli de O’nun huzuruna yüz akıyla gitmeli, küfür ve nankörlük, fısk ve isyan ile yüz karası içinde gidip de o çok acı veren azaba atılmamalıdır.

5. Ey bugünkü kâfirler! Bundan önce küfredip de yaptıklarının vebalini tatmış olanların önemli haberleri size gelmedi mi? Nuh, Âd, Semud, Lut kavmi ve Firavun gibi küfürde ısrar edenlerin küfürlerinin, azgınlıklarının vebali olan o ağır ve acı felaketleri bu dünyada nasıl tattıklarını ve nasıl battıklarını işitmediniz mi? Gerek önceki kitablarda ve gerek Kur’ân’da bunlar size haber verilmedi mi? Halbuki onlar yalnız bu dünyada tattıkları o acılarla kalmadılar. Onlar için daha çok acıklı, dayanılmaz bir azap da vardır ki o da ahirettedir. Bunlar size haber verilmişken sizler niçin ibret almayıp küfürde ısrar ediyorsunuz.

6. İşte o, haber verilen dünyadaki tattıkları vebal ve ahirette tadacakları acıklı azap şu sebepledir ki onlara peygamberleri beyyinelerle, açık deliller ve mucizelerle geliyorlardı da bize bir beşer mi yol gösterecek? Dediler, bu suretle küfrettiler Hakk’ı tanımadılar, o peygamberlere ve delillere inanmadılar. Ve aksine gittiler, Allah da muhtaç olmadığını gösterdi. Onların ne iman ve itaatlarına, ne de kendilerine asla ihtiyacı bulunmadığını anlattı. Onların hepsini helak edip arkalarını kesti. Şüphe yok ki yaratan Allah gani (zengin) olmasaydı öyle yapmazdı. Evet Allah ganidir, sadece onlardan değil, bütün âlemlerden ganidir. Dilerse hepsini mahveder, yenisini yapar. Hamîd’dir, zatında her güzelliği, her üstünlüğü toplayıcı, her türlü hamd ve hürmete müstehaktır.

7. Küfredenler şöyle zannettiler, bilgiçlik taslayarak ahireti inkâr edip şu batıl fikir ve itikada “doğru” diyerek saplandılar ki asla dirilmeyeceklermiş, öldükten sonra yeniden diriltilmeleri, önce yaptıklarının başlarına vurulması, iyilik nasılmış, kötülük nasılmış, acı mıymış, tatlı mıymış, anlatılarak ceza çektirilmesi kabil değilmiş, öldükten sonra her şey yok olur biter, iyilik de kötülük de, doğruluk da, eğrilik de boşa gider, hak ve hakikat denilen sabit bir şey yoktur, insan sadece kokup çürüyüp gidecek olan tenden ibarettir diye sandılar ve o gidişin nereye olacağını düşünmediler de o yaptıkları haksızlıklara, karıştırdıkları haltlara, o küfür ve nankörlüğe ondan dolayı düştüler. De ki: Hayır! Rabbim hakkı için sizler gerek kâfir, gerek mümin bütün insanlar elbette diriltileceksiniz. “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar.” denildiği gibi hakkın huzurunda ayıltılıp uyandırılacaksınız. Sonra da yaptıklarınız size haber verilecektir. Hesaba çekilip cezalandırılacaksınız iman edip iyi işler yapanlar kârlı çıkıp bahtiyar olacak, küfür ve nankörlüğe gidenler zarara uğrayıp belalarını bulacaklardır. Bu, dirilme ve ceza sizlere zor gelse de Allah’a göre kolaydır. Çünkü O yaratıcı, her şeye kâdirdir.

8. O halde yanlış zanlardan Allah’a ve Resulü’ne, bunları size tebliğ eden peygamberi Muhammed (s.a.v.)’e ve indirmiş olduğumuz nura yani şuurları, basiretleri aydınlatacak Hak nuru olan Kur’ân’a iman ediniz. İnanıp gereğince amel ediniz, gösterdiği yolda, anlattığı huy ve ahlâkta çalışınız, emirlerini tutup nehiylerinden kaçınarak, Hak uğrunda güzel işler yapınız ki Allah her ne yaparsanız haberdardır, küçük büyük, iyi ve kötü hepsini bilir, sırası gelince hepsini size haber verir.

9. Ne günü bilir misiniz? Sizleri o dernek gününe derleyip toplayacağı gün O gün teğabün günüdür. Kimin aldatıp kimin aldandığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür.

Teğabun, gabn’den türetilmiş “tefaul” vezninde bir kelimedir. Gabn, alış verişte veya görüşte aldanmak yahut aldatmak, yani değerinden aşağı veya yukarı almak, ya da vermek demektir. Aradaki fark az olursa gabn-i yesir, çok olursa gabn-i fahiş denilir. Teğabün de karşılıkla aldatma yahut aldatma veya aldanmanın ortaya çıkması anlamını ifade etmektedir. Alış verişte meydana gelirse gayn’ın üstünü, ba’nın sükunuyla “ğabn”, re’yde olursa ikisinin de üstünüyle “gaben” diye ayırd edilir. Mamafih muameledeki de re’ye ait olacağından sonuçta ikisi de aynı yere çıkmaktadır. Aldatan gabin, aldanan mağbun demektir. Rağıb der ki: “Gabn, aranızdaki muamelede sana, arkadaşının bir nevi gizlice alçaklık etmesidir. Malda olursa “Falanca aldattı.” denir. Re’yde olursa “Şöyle aldandı veya aldandım.” denilir ki gaflet, gabin sayılır. “Yevmu’t-teğabun” kıyamet günü anlamını ifade eder. Çünkü “İnsanlardan öylesi de var ki kendisini Allah’ın rızasına satar..” (Bakara, 2/207), “Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır.” (Tevbe, 9/111), ve “Fakat Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur..” (Âl-i İmrân, 3/77) âyetlerinde işaret edilen alış verişte ğabin bulunup bulunmadığı o gün ortaya çıkacak, kâr ve zarar olup olmadığı o zaman anlaşılacaktır.” Bazıları, hakkında soru sorulduğu vakit şöyle demişlerdir: “O gün eşya onlara, dünyadaki miktarlarının tersine görünecektir.” Bazı müfessirler de demişlerdir ki: “Ğabnın aslı, şey’i gizlemektir. Şey’in gizlendiği yere de üstünle “ğaben” denilir. Organlardan dirsek, kasık gibi büklüm yerlerine de gizlenmesinden dolayı “meğabin” adı verilir. Bu anlamda kadına da “tayyibetu’l-meğabin” (gizli güzel) denir.” Zemahşeri de der ki: “Teğabün burada, kavmin ticarette birbirlerini aldatmaları mânâsında ödünç olarak kullanılmış olup, şaki (sapık) olanların said (bahtiyar) oldukları takdirde işgal edecekleri mevkilere saidlerin konması ve said olanların şaki oldukları takdirde işgal edecekleri mevkilere de şakilerin konması mânâsınadır. Resulullah’ın hadisinde de, “Cennete giren her kula, şayet kötülük yapmış olsaydı cehennemde bulunacağı yer muhakkak gösterilirdi ki şükrü artsın, cehenneme giren her kula da şayet iyilik yapsaydı cennette bulunacağı makam mutlaka gösterilir ki üzüntüsü artsın.” diye zikredilmiştir. (Bu konuda bilgi için “İşte size cennet; yaptıklarınıza karşılık o size miras bırakıldı diye seslenildi.” (A’râf, 7/43) âyetinin tefsirine bkz.) Gerçi insanların o günün dışında da aldatma ve aldanmaları olmaz değildir, ancak bu ne kadar büyük olursa olsun dünya işlerinde aldanma ve aldatma, hakiki teğabun olmayıp, gerçek teğabunun kıyamet günü olduğunu hatırlatmak için ona denilmiştir.” Ticarette Teğabun’un “tefaul” babının meşhur mânâsına bakarak ekseriya alış veriş yaparken karşılıklı olarak birbirini aldatmaya çalışmak mânâsına “iki kişi arasında” vuku bulduğu söylenirse de, “tevazu” (alçak gönüllü olma) ve tekaud” (emekli olma) kelimelerinde olduğu gibi tek kişi için de kullanılır. Burada Mücahid ve Katade’den “Cennet ehlinin, cehennem ehlini aldattığı gün” diye tefsir edildiği de nakledilmiştir. Biz buna hakiki aldatma ve aldanmanın gerçekleştiği kâr ve zarar günü demekle her iki ihtimali de ifade etmiş olacağımızı zannediyoruz. Dünya muhabbetine dalmış olan bedbahtların en büyük arzuları, ticaret sevdasıyla şunu bunu aldatmak olduğu cihetle, burada onların kınanması için teğabun tabiri kullanılmıştır. Esasen maksad, en büyük kâr ve zararın tahakkuk edeceğini ifade etmekle o günün büyüklüğünü anlatmaktır. Kimlerin kâr, kimlerin zarar edeceği konusuna gelince her kim Allah’a iman edip yararlı işler yaparsa işte o kâr edecektir. Çünkü Allah ondan onun günahlarını örtecek ve onu altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Öyle ki içlerinde ebediyyen kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş, büyük zafer odur. Çünkü her tehlikeden kurtulup en büyük murad, en büyük zevk olan o yüce rızaya ermek oradadır.

10. Küfredip bizim âyetlerimize yalan diyenler ise işte onlar, aldanıp zarar edenlerdir. Çünkü onlar ateş ashabıdırlar, cehennem ateşinde kalmaya mahkûmdurlar. Öyle ki orada ebedi olarak kalacaklardır. Ki o da ne fena masir , ne kötü varılacak yer, ne çirkin yataktır. Onun için insan olanlar bundan sakınıp o büyük kurtuluşa ermek için iman edip yararlı işler yapmalıdır. Öyle iman ve bağlılıkla çalışmak ve hangi amelin daha faydalı, o gün için daha kârlı olduğunu bilmek kolay mı? Ve öyle çalışan müminlerin başlarına da dünyada bir takım belalar gelmiyor mu? denilecek olursa:

Meâl-i Şerifi

11- Allah’ın izni olmayınca hiç bir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.

12- Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.

13- Allah ki O’ndan başka tanrı yoktur. Müminler Allah’a dayansınlar.

14- Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir.

15- Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah’ın yanındadır.

16- O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun, dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.

17- Eğer Allah’a güzel bir borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar. Allah çok mükafat verendir, halimdir.

18- Görünmeyeni ve görüneni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir.

11-13. Bir musibet isabet etmez ki Allah’ın izniyle olmasın. Yani gerek kâfir, gerek mümin, ferd yahut topluluk her kim olursa olsun başına can, mal veya başka şeylerle ilgili herhangi bir musibet, maddî, manevî, kavlî veya fiilî hoşa gitmeyecek acı bir hadise gelirse o, her halde Allah’ın izniyledir. Allah’ın izni olmayınca hiç kimsenin istemesiyle, çalışmasıyla kimseye bir musibet erişmez. Allah’ın izni olmayınca bir yaprak bile yerinden oynamaz. (Hadîd Sûresi’nde geçen (57/22) âyetinin tefsirine bkz). Gerçi “Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisâ, 4/ 79), “Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” (Ra’d, 13/11) âyetlerinde geçtiği üzere bazı musibetlerin kaynağı, insanın veya kavmin kendisi olduğu muhakkak ise de böylesi musibetler bile, yine de Allah’ın takdiri, iradesi ve izni olmadıkça meydana gelmez. Onun için “De ki hepsi Allah’tandır..” (Nisâ, 4/78) buyurulmuştur. Bu ancak Allah’ın izniyle olduğu gibi her kim de Allah’a iman ederse Allah onun kalbine hidayet verir, yardım eder, doğruyu düşündürür, gelen musibetin ancak Allah’ın izniyle olabileceğini ve kendisinin de Allah’ın olup yine O’na döneceğini hatırlatarak “Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz.” (Bakara, 2/156) tesellisiyle gönlünü rahatlatır. “Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız..” (Hadid, 57/23) irşadıyla sabır, metanet ve “Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer, 39/10) müjdesiyle ferahlık verir. Ve Allah her şeyi bilicidir. Binaenaleyh ona izin vermesindeki hikmetini, ne gibi hayırlar ve faydalar gerektireceğini, bu yüzden mümin kulunu ne gibi sevaplara ulaştıracağını, böyle iman eden bir kulun ne şekilde hareket etmesi gerekeceğini bilir ve kalbine o suretle hidayet vererek muvaffak kılar. O halde yararlı işlerin neler olduğunu bilmek için de Allah’a ve Resulü’ne ve o nura (Kur’ân’a) iman edin. “Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin.” Bu emir, yukarıda geçen cümlesine yahut âyetinin mânâsıyla ilgili olarak takdir edilen ya bağlıdır.

14. “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan.” Toplumda iç huzurun en önemli prensiplerinden biri de aile düzenidir. Böylesine mühim bir mesele olmasından dolayı burada müminlere yararlı işlerin beyanı sırasında aile problemleriyle ilgili bazı talimatları içeren bir hitap ile sûreye son verilecektir ki bu husus, hem önceki iki sûrenin sonunda yer alan hitabelerine bir nazire, hem de bundan sonra gelecek olan iki sûreye bir mukaddimedir. Tirmizi, Hakim, İbnü Cerir ve daha başkaları İbnü Abbas’tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: “Bu âyeti bazı Mekkeliler hakkında nazil olmuştur ki, onlar müslüman olmuşlar ve Medine’ye Peygamber (s.a.v)’in yanına gitmek istemişlerdi. Hanımları ve çocukları da onları bırakmaya razı olmadılar. Sonra kalkıp Resulullah’a geldiklerinde insanların dinî bilgileri kavramış olduklarını görünce zevcelerine ve çocuklarına ceza vermeyi düşündüler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi.” Diğer bir rivayette de şöyle denilmiştir. “Bir adam hicret etmek istemişti, ancak karısı ve çocuğu ona mâni olmuştu, o da “Eğer Allah Teâlâ sizinle beni Daru’l-hicre (Medine)’de bir araya getirirse vallahi şöyle şöyle yapacağım.” diye yemin etmişti. Böylece bu âyet nazil oldu.” Ata b. ebi Rabah’tan rivayet edildiğine göre: “Avf. b Mâlik el-Eşcei Peygamber’le beraber gazaya gitmek istemişti. Çoluk çocuğu toplanıp engel olmaya uğraştılar ve biz senin ayrılığına dayanamayız diye sızlandılar. O da merhamet gösterip gazaya katılmamış, sonra da pişmanlık duymuştu. Bunun üzerine söz konusu âyet indi.” Bu da gösteriyor ki âyetin nüzul sebebiyle ilgili birden çok rivayet vardır. Ancak bu rivayetleri birleştirmek mümkündür. Âyetin söz gelimi ve mânâsı bu ve benzeri rivayetlere uygun olduğu gibi daha da kapsamlıdır.

Ezvac, zevc kelimesinin çoğuludur. Erkeğe de dişiye de denir. Burada hitab, âyetin dış anlamı itibarıyla erkeğe olduğuna göre murad da, onların eşleri olan hanımlar demektir. Ancak “Ey iman edenler!” gibi erkeklere yapılan hitab’ın tağlib yoluyla kadınları da kapsaması kaidesine bakarak, ezvacın da erkek ve kadın eşleri içine aldığı söylenebilir. Önceki ifadeden bu mânâ, işareten veya delaleten anlaşılır. Buyuruluyor ki: Ezvacınızdan, yani eşlerinizden ve çocuklarınızdan size bir düşman vardır. Kadın ve çocuklardan oluşan ailelerinizin tamamı değilse de içlerinden bazıları; yani bazı kadın, bazı çocuk veya bazı kadınla çocuklardan teşekkül eden bir takımı, size bilerek veya bilmeyerek bir nevi düşmandır. Dünyada kocalarına düşmanlık eden, canına bile kıymaya kadar giden, yemeğine zehirler katan, aklını karıştıran, malına ırzına, namusuna hıyanet eden, dinini diyanetini yıkan ve cehenneme sürükleyen nice kadınlar ve çocuklar bulunagelmiştir. Bunu bile bile kasden yapanlar olduğu gibi bir takımları ve belki de birçokları bilmeyerek ve kötü bir maksat beslemeyerek kocalarını veya babalarını zararlara, sıkıntılara, keder ve üzüntülere düşürür, böylelikle bir takım hayırlı işlere, ibadetlere engel olurlar. Çocuklar hakkında ifade edilen bu ikinci husus, bundan sonra gelen âyette fitne tabiriyle gösterilmiş olmasına nazaran burada daha ziyade kasdi olan düşmanlık ilk akla gelirse de, o âyette zikredilmemiş olan ezvacla beraber burada da aynı mânâ düşünülerek mutlak anlamda olan düşmanlığın kasıtlı veya kasıtsız olma ihtimalinin bulunması, iki âyet arasında bir “intibak” sanatı ifade edebileceği cihetle daha beliğdir. Ailede böyle kasıtlı yahut kasıtsız düşmanlık zevce ve çocuklar tarafından olabildiği gibi koca tarafından da olabilir. Karılarına hıyanet eden nice erkekler de vardır. Ancak hitabın zahiren erkeklere olması itibarıyla o taraf açıklanmayıp mânânın işaret ve delaletine bırakılmıştır. Bunun da sebebi şudur: “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur…” (Nisâ, 4/34) âyeti gereğince erkeklerin infak, idare ve terbiyeyi üzerlerine alan reisler olmaları hasebiyle hitab, öncelikle onlara yapılmış ve özellikle iman sıfatıyla nida edilmiş olduğu cihetle akil, baliğ, mükellef bir mümin olarak seslenilmiş, bir aile reisinin kendi ailesine karşı düşmanlık ve ahlâksızlığının, erkeğin akıl ve iman yönüyle bağdaşmayacağı ifade edilmiş ve onlara ancak bu gibi durumlarda uyanık bulunup birtakım mahzurlardan sakınmak, af, bağışlama ve müsamaha gibi ahlâkî faziletlerle idare etmenin uygun olacağı anlatılmak üzere bu cihet açıkça belirtilip mukabili terk edilmiş veya gizlice zikredilmiştir. Yani gerçekte kâmil bir mümin için öyle bir ahlâksızlığı düşünmek bile mümkün değildir. O halde müminlerin zevcelerine ve çocuklarına yakışan da onlara düşman değil, cidden dost ve esirgeyici olmak, o imanın alâmet ve terbiyesini kazanmaktır. Hal ve ifade yönünden örnek olarak bunu telkin ve idare etme vazife ve sorumluluğu ise öncelikle erkeklere yöneltilmiştir. Bunun da sebebi, kadınların akıldan ziyade hislerine tabi olmalarıdır. Binaenaleyh meâlin kısaca özeti şöyledir: “Ey iman eden ve aile üzerinde yönetici olması gereken erkekler. Sizlerin erkekliğiniz, aklınız, imanınız ve gereğince iyilik fikriniz size bağlı olan ailenize düşmanlık yapmaya müsaade etmemeyi icab ettirirse de, zevceleriniz ve çocuklarınız içinden akıl veya dinde noksanlıkları sebebiyle sizlere düşman olan, başınıza problem çıkarmak isteyen bazılarının da bulunabileceği muhakkaktır. O halde düşmanlardan sakınınız. Onlara dikkat edip mahzurlarından korununuz, şerlerinden, keder ve sıkıntılarından emin olup kendinizi onlara kaptırmayınız. Bundan dolayı eş seçerken dış güzelliğine, malına, şusuna busuna kapılıvermeyip her şeyden önce dinini, edebini, iffetini ve ahlâkını aramak gerekir. Nitekim bir hadiste “Çöplükte biten yeşillikten sakınınız!” buyurulmuştur. Sonra da aile hukukuna riayet ve onların dinî terbiyelerine dikkat etmeli, ayrıca onların yüzünden gelmesi beklenilen dünyevî ve uhrevî zararlardan sakınmalı, gelişi güzel bırakıvermeyip uyanık durumda bulunmalı, sevgi ve alaka sevdasıyla şımartmamalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye tazyik edip de sıkmamalı, her kusurlarına aldırmamalıdır. Ve eğer affederseniz yani affetmek hakkınız olup tarafınızdan affı mümkün olan suçlarını bağışlarsanız -ki bunlar, size karşı yapılan ve başkalarını ilgilendirmeyen dünya işleriyle alakalı yahut da dinî konularda olup da tevbe ettikleri suçlardır affeder yüzlerine vurmaz, başlarına kakmaz ve ayıblarını, eksikliklerini örter, müsamaha gösterirseniz, şüphesiz Allah da gafurdur rahîmdir. O da sizin günahlarınızı rahmetiyle bağışlar.

15. Her halde mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir. Sizi kendilerine tutkun edip zahmetlere ve günahlara sokmaya sebeb olan ve bir takım hayırlardan, itaatlardan alıkoyan bir imtihan ve sıkıntıdır. Halbuki büyük mükafat Allah’ın yanındadır. Binaenaleyh Allah muhabbetini, zikir ve taatı mal ve evlat sevgisine tercih etmeli, mal ve evlat kaygılarıyla uğraşırken Allah için olan ibadet ve itaatı bozmamalıdır.

16. Onun için gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Fitneden, Allah’ın rızasına muhalif olan şeylerden sakınıp Allah’ın korumasına sığınarak takva yolunu tutun. Bu emir, “Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun…” (Al-i İmrân, 3/102) emrine nazaran çok hafifletilmiştir. Yani Allah’a layık bir şekilde, tam hakkıyla takva yapamazsanız bile gücünüzün yettiği kadar müttaki olun, korunun, Allah’ı zikirden gaflet etmeyin. Ve dinleyin ve Allah’ın emirlerini, nehiylerini, vaaz ve nasihatı dinleyin ve itaat edin, dinlediklerinizi tutup kendi gönlünüzle tatbik ve icra edin ve infak edin, çoğalmak ve iftihar etmek için mal toplayıp biriktirmek hırsına kapılmayıp gerek çalışarak kazandıklarınızdan gerek yerden çıkan madenlerden, Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden zevcelerin ve çocukların nafakalarını verdikten sonra Bakara ve Berae sûrelerinde emir ve teşvik edilen cihetlere; ana baba ve yakın akraba, yetimler, miskinler ve yolcular için nafakalar, müslüman topluluğun fakir kulların ihtiyaçları, İslâm dinini yayma ve müdafaa ile Allah yolunda cihad, iyilik ve takvada yardımlaşmak için gücünüzün yettiği kadar vergi, zekât ve sadaka verin. Nefisleriniz için hayır yapın, Allah’ın koruması altında olmanız için kendi nefisleriniz hakkında en hayırlı, en faydalı olanı işleyin. Yani büyük mükafatın Allah’ın yanında olması, dünya zevklerinin yok olup Allah’ın yanındakilerin kalması sebebiyle Allah rızası için harcamak, netice itibarıyla nefisleriniz hakkında mal ve evlattan daha hayırlıdır. Bundan dolayı mal ve evlat dert ve hırsıyla Allah’ı ve kendilerinizi unutup da hayır için infaktan geri kalmayın. Allah için hayırlar yapın ve O’nun için çalışın, mal ve evlada da o maksadı gözeterek bakın ve her kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa ki bu ancak Allah’ın korumasına sığınmakla olabilir. İşte onlar felah bulanlardır. O’nun için gücünüzün yettiği kadar Allah’a sığının da hırslı ve cimri olmamaya çalışın. Nefislerinizin hırsına düşkün olup da vurgunculuk ve cimrilik ile kendinizi, çoluk, çocuğunuzu ve cemaatinizi felaketlere sürüklemeyin. Cömert ve asil olmaya çalışarak Allah için hayır işlerde yarışın. (Konuyla ilgili olarak (Haşr, 59/7 ve 9. âyetlerin tefsirine bkz.)

17. Eğer Allah’a karz-ı hasen (güzel borç) vermek suretiyle borç verirseniz (bilgi için Bakara, 2/245; Hadîd, 57/11 âyetlerinin tefsirine bkz.) Bu âyet de infaka teşvik etmektedir. Bazıları bundan maksat, farz olan zekâttır demişler, bazıları mendub, bazıları da hepsinden daha umumi olduğunu söylemişlerdir ki teşvike en uygun olan da budur. Yani Allah’tan güzel mükafat istemekten başka bir maksat beslemeyerek samimi niyetle verilen ödünçler gibi “(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allah yolunda cihada adamış, Allah’a taatten başka bir düşüncesi olmayan, o sebeble yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkan bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri tokluktan dolayı onlarca zengin sayılan fakirlere verilmelidir…” (Bakara, 2/273) buyurulduğu şekilde Allah yolunda çalışan ve çalışacak olanların ihtiyaçlarından ve bu kabil diğer iyilik ve hayırlardan Allah rızası için mal veya emek sarfederek infak ve bağışta bulunursanız, bu şekilde sarfedilen şeyler, sandıklarda para saklamaktan, dünya istekleri için sarfetmekten veya borç vermekten, tefecilik ve faizcilik şöyle dursun meşru ticaretlerden bile daha kârlıdır. Çünkü Allah onu kat kat mükafatıyla öder. On kattan yedi yüze kadar ve hatta daha ziyade katlar. Memlekette bu yüzden meydana gelecek güzel çalışma ve işlerle umumi zenginlik artıp, zenginlerle fakirler arasında sevgi oluşturmanın dışında ahirette de kat kat sevab verir. Hem de günahlarınızı bağışlar, ve Allah Şekûr’dur. Şükür, iyiliği iyilikle karşılamak demek olup, Allah Teâlâ da rızası için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük mükafatlar verir. Nimet esasen kendisinin olduğu halde onun şükrünü bilip de Allah için Allah’ın sarfını emrettiği yerlere sarfedenlerin hem daha güzel ve daha fazlasıyla mükafatını artırır, hem kıymetlerini yükseltir, hem de Halim’dir. Günahkârları hemen cezaya çarptırmayıp mühlet verir. Gerçi hesab görmek istediği zaman hesabı çok seridir, bir anda bütün hesabları görüp bitiriverir. Fakat her günahın peşinden hesabını görmez, bir çoklarına mühlet verir. Bu da kendisine her hangi bir şey gizli kaldığı için değil, büyüklüğündendir.

18. Çünkü gaybın da alimidir, şehadetin de, gizli yapılanları da bilir, açık yapılanları da bilir. Meydana gelenleri de bilir, gelmeyenleri de bilir. O öyle Aziz, öyle Hakîm’dir. Şekûr ve Halîm olmakla beraber Azizdir. İsyana karşı zorlama ve cezası şiddetlidir. Dilerse hiç birine mühlet vermez, izzetiyle hepsinin hesabını görüverir, hatır ve hayale gelmeyecek şeyler yapar. Bununla beraber Hakîm’dir. Yaptıklarını öncesini sonrasını birbirine bağlayıp üzerine hikmetler gerektirerek hakkıyla muntazam yapar. Her yaratmasında ve her emrinde hikmet vardır. Onun içindir ki dünyadan sonra bir ahiret söz konusudur. Bütün bu emirler de O’nun hak hikmetiyledir. Bunlarla amel edenler kıyamet günü aldanmazlar.

Bu sûrenin sonundaki hitabede aile halleriyle ilgili olmak üzere “Eşlerinizden ve çocuklarınızdan sizin için bir düşman vardır. O halde onlardan sakının!” buyurularak düşmanlık mahzurundan sakınılması emredilmiştir. Halbuki evlat alakası yaratılıştan gelen, feshi ve yok edilmesi mümkün olmayan bir neseb alakası olarak sabit olup, zevciyet alakası ise nikâh akdi sebebiyle muteber olup, feshi ve ortadan kaldırılması mümkün olan bir sebeb alakası olması hasebiyle karı ve koca arasında bundan istenilen sevgi ve iyi geçinme nefret ve düşmanlığa dönüşünce bunun mahzurundan kurtulmak bazı durumlarda yavaş yavaş veya katiyyen boşama çaresine müracaatı gerektireceği cihetle İlâhî hikmet ve izzet, boşamayı meşru kılmış ve bu münasebetle Teğabun Sûresi’ni de Talak Sûresi takip etmiştir.

Daha yeni Daha eski