Münafikun Suresi Tefsiri

Münafikun Suresi Tefsiri

KURAN’I KERİM TEFSİRİ

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR

Münâfikûn Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması


1. Sana geldikleri vakit. Buradaki hitap Resulullah’adır. Yani ya Muhammed! Senin meclisine gelip hazır oldukları vakit o münafıklar dediler. Münafık, Bakara Sûresi’nin başında izah edildiği gibi dışı müslüman, içi kâfir olan iki yüzlü ve bir şeye karar veremeyen kimse demektir ki duruma göre değişiklik gösterir. Her münafık riyakâr fakat her riyakâr münafık değildir. Çünkü riya imana muhalif olmayarak bazı amellerde de olabilir. Asıl münafıklık ise, inancın tersine, imandaki riyakârlıktır. Bununla beraber sırf amelî olan münafıklık da vardır. Bu yönden nifak ile riya birbirine yakındır. Bir sahih hadiste buyurulmuştur ki: “Münafığın alâmeti üçtür. Konuştuğu zaman sözüne yalan karıştırır. Düşmanlık ettiği zaman edebsizlik eder. Bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder.” Tefsirlerin açıklamasına göre burada münafıklardan maksad, Abdullah b. Übeyy ve yandaşlarıdır. Onlar Resulullah (s.a.v)’ın yanına geldikleri zaman şöyle dediler: Şahitlik ederiz ki şüphesiz sen Allah’ın resulüsün. Şahitlik, kesin bir ilim ile yakinen bildiği bir şeyi Allah’ın huzurunda bulunduğuna inanarak dosdoğru haber vermektir. Onun için fakihler demişlerdir ki: “Şehadet, yemin mânâsını içeren hususi bir haberdir. “Her ihbar ve duyuru şehadet yerine geçmez. Ancak söylediğini bilerek “eşhedü” (şehade ederim) diyen şahide, yemin vermek de fazla ve tekrardan ibarettir. Bundan anlaşılmaktadır ki ibaresinde iki cümle ve iki cümleye ait üç te’kid vardır. Birincisi, neşhedü cümlesinin ifade ettiği yemin, ikincisi , üçüncüsü dır. Peygamber’e imanı göstermek için “şehadet ederiz ki, şüphesiz sen Allah’ın resulüsün” yahut “şehadet ederim ki, şüphesiz Muhammed Allah’ın resulüdür.” demek de kâfidir. Cümlede fazla te’kid edatı kullanmak, muhatabların ziyade inkarı durumunda takviye etmek suretiyle ikna için olur. İşte münafıklar, Resulullah’ı ikna etmek için sözü üç şekilde te’kid ederek söylemişlerdir. Fakat bu iknanın hedefi nedir? Bu iki cümlenin hangisine aittir? Te’kidler ikinci risalet cümlesine yönelik olduğu için ikna kasdının da ona yönelik olması gerekir. Halbuki Resulullah’ı inkâr edici konumunda kabul ederek iknaya çalışmak mânâsızdır ve edebsizliktir. Münafıkların da asıl maksatları bu değil, kendilerinin buna iman ve şehadetleri davasında Resulullah’ı iknaya çalışmaktır. Asıl şüpheli gördükleri ve inandırmak istedikleri budur. Bu cihetle te’kidin hedefi, haberin gereği demek olan iman davasıyla cümlesinin olması iktiza ederdi. Onlar ise bunu te’kid etmemekle beraber şehadet ediyoruz diyerek yalan söylüyorlardı. Allah Teâlâ da bu iki noktayı mükemmel bir şekilde ayırdederek buyuruyor ki, Allah biliyor ki hakikat, sen O’nun şüphesiz resulüsün. Binaenaleyh sözü esasen dosdoğru bir hakikattır. Bununla beraber Allah şehadet ediyor ki doğrusu münafıklar, içi dışına uygun olmayanlar elbette yalancıdırlar. O hakikate şehadetleri samimi değildir. Mümin olmadıkları halde iman ettiklerini iddia etseler, doğruya inanmazlar ve hakikati yalan telakki ederler. Sonra da o yalan saydıkları şeye şehadet ederiz diye yalan söylerler ve yalan söylediklerini bildikleri halde vicdanlarının aksine yemin ederler.

Mânâdan da anlaşılacağı üzere bu âyetten bazıları, yalanın itikada ve vicdana, bazıları da hem gerçeğe hem itikada muhalefet demek olduğu mânâsını anlamak istemişlerse de, bunun doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Doğrusu, yalanın gerçeğe uygun olmamasıdır. Burada münafıkların yalan beyanlarında kendi itikad ve vicdanlarına muhalif söz söylemiş olmaları, sözlerinin sadece itikadlarına muhalefetten kaynaklanmayıp, iman konusunda gerçeğin yerinin kalb ve vicdandaki itikad olması, ve şehadet meselesinde de kesin bilgi ve samimiyyetin şart bulunması hasebiyledir. Yani onlar kendisiyle şehadet edilen sözünde yalancı değiller, lakin ona gerçekte inanmadıkları halde inanmış gibi yaparak imanlarını açığa vurma şehadetleri olmadığı halde diye yalan söylemelerinde ve bu suretle yeminde bulunmalarında yalancıdırlar. Bir insan inanmadığı bir şeye inanıyorum dediği zaman şüphesiz yalan söylemiş olur. Bu sözün yalan olması da onun, sırf şahsın itikad ve vicdanına muhalif olmasından değil, haber verdği şeyin gerçekte onun vicdanında bulunmamasındandır. Şu halde o şeyin şahsın itikadından çevrilmesiyle doğru olması, onun itikad etmediği halde itikad ediyorum demesinde yalancı olmasına mani olmadığı gibi, burada da aynı şekildedir. İşte münafıkların sözü böyle olduğu için yalanları bir taraftan haberin faydalı olmasına, bir taraftan da şehadet ve yemin mânâlarına bağlanmıştır.

2. Bunların yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğuna bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler, kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp hak dinden ve Peygamber’e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz çevirmek mânâsına “sudud”dan da, men etmek mânâsına “sad”den de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sahtekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.

3. Bunların yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğuna bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler, kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp hak dinden ve Peygamber’e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz çevirmek mânâsına “sudud”dan da, men etmek mânâsına “sad”den de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sahtekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.

4. Ve onları gördüğün vakit cisimleri tuhafına gider. Dıştan bakınca giyimleri kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri ile bedenlerinin süsü ve manzarası hoşuna gider. İmreneceğin tutar. Ve konuşurlarsa konuşmalarına kulak verirsin, dillerininin fesahatı, sözlerinin akıcılığı ve tatlılığı ve konuşma sanatına olan merak ve yatkınlıkları hasebiyle güzel laf ederler. Konuşmaya başladıkları zaman mecliste bulunanların dinleyesi gelir. Medine münafıklarının başları olan Abdullah b. Übeyy, Mugis b. Kays, Cedd b. Kays ve arkadaşları hep böyle iri vücutlu, yakışıklı, giyim ve kuşamlarına itina gösteren, düzgün konuşan, dilleri ve dış görünüşleri alımlı kimseler idiler. Ya Resulallah diye söze başladıkça Hz. Peygamber de sözlerini dinlerdi. Onlar ise kendilerine söz söylendiği zaman resmî bir tavırla ve dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak kulaklarına söz girmez, öyle ki sanki onlar dayanmış keresteler gibidirler. Oturdukları yerde dayanmış ahşap keresteler gibi dışları, endamları düzgün, hareketsizce kurulur otururlar. Ancak içleri bilgi ve şuurdan, yetişme ve gelişme kabiliyetinden mahrum, sağlamlık ve dayanıklılıktan uzak, boş kuru tahtalara ve direklere benzerler. Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi lazım gelen sözler kulaklarına girmez, ondan faydalanmazlar. Öyle cansız ve yüreksizdirler ki her sayhayı aleyhlerinde zannederler. Her işittikleri kuvvetli bir sesi mutlaka kendi aleyhlerinde sanır korkarlar. Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde telakki ederek ürker kaçmaya çalışırlar. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler, hemen hemen pöh denilse korkacak hale gelirler. Çünkü içleri kurtlu haindirler. Hainler ise, hıyanetin ucu yüreklerinde saplı olduğu için “hain korkak olur” meselince her zaman sırları açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içinde bulunduklarından, her şeyden nem kapar ve her sesten ürkerler. Yalan söylemeye de alışkın olduklarından lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerinde mânâ çıkarırlar. Onlar katıksız Hak düşmanıdırlar onun için onlardan sakın! Zira düşmanın en tehlikelisi, gülerek sokulup yürekte patlayandır.

Yaktı nice canlar o nezaketle tebessüm

Şîrin dahi kasdetmesi cana gülerektir.

“O nezaketle gösterilen tebessüm nice canları yaktı. Aslan bile cana gülerek kasdetmektedir.

Bir de:

Afat-ı batıniyyedir aslı musibetin.

“Musibetin aslı, gizli belalardır.”

Allah onları çarpsın, yani onlar böyle duaya müstehaktırlar. Bu cümle şu şekilde de terceme edilebilir: Allah’ın kılıcına rastgelsinler, yahut Allah kahredesiler nasıl çevriliyorlar? Haktan batıla nasıl dönüyorlar? Bu istifham (soru) onların hallerine hayret bakışlarını çekmek içindir. Yahut nereden sapıyorlar? Nereden dönüyorlar? Hiç Allah’tan kurtulup da kaçmak mümkün müdür ki, yalan dolanla sıyrılıp kurtulmak istiyorlar.

5. Hem onlara denildiği zaman yani hainlikleri meydana çıkıp da kendilerine nasihat yoluyla gelin Resulullah sizin için istiğfar ediversin günahlarınızın affına dua ediversin diye söylendiği vakit başlarını çevirdiler, kafa tuttular. Ve gördün ki onlar kibir taslayarak yüz çevirip yan çiziyorlardı.

6. Onlar için mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları asla affetmeyecektir. Çünkü Allah, zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz. Bundan önce Tevbe Sûresi’nde “Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez..” (Tevbe, 9/80) âyeti nazil olmuştu, Resulullah yetmişten daha fazla af dilerim dedi. Bunun üzerine de bu âyet indirildi. (Adı geçen âyetin tefsirine bkz.)

7. Onlardır ki, “Resulullah’ın yanındakilere nafaka vermeyin ta ki dağılsınlar.” diyorlar. Buhârî’de rivayet edildiği üzere Zeyd. b. Erkam (r.a) demiştir ki: “Bir gazada idim Abdullah b. Übeyy’i işittim şöyle diyordu: “Resulullah’ın yanındakilere nafaka vermeyin ta ki etrafından dağılsınlar. Onun yanından döndüğümüz zaman da her halde daha aziz (üstün) olan daha zelil (düşkün) olanı oradan çıkaracaktır.” Ben bunu amcama söyledim. O da Peygamber (s.a.v)’e söylemiş, beni çağırttı, ben de anlattım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarına haber gönderip çağırttı. Onlar böyle bir şey söylemediklerine yemin ettiler. Resulullah da beni yalanlayıp onları tasdik etti. Bundan dolayı ben öyle kederlendim ki, (daha önce) asla öyle bir keder başıma gelmemişti. Gittim evde oturdum. Amcam da bana, “Kendini Resulullah’a yalanlatacak buğzettirecek kadar ileri gitmekteki maksadın ne idi?” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ yi inzal buyurmuş, Peygamber (s.a.v), adam gönderip beni çağırttı ve (gelen vahyi) okudu ve bana, ‘Allah seni tasdik buyurdu ey Zeyd’ dedi.” Bundan ve Tirmizî’nin bu konuda zikrettiği birinci rivayetinden anlaşıldığına göre bu sûrenin iniş sebebi yukarıda anlatılan hadise olmuştur. Tirmizî’nin ikinci rivayetinde ise bu olay daha geniş bir biçimde anlatılmıştır. Şöyle ki: “Yine Zeyd b. Erkam demiştir ki: “Resulullah’ın beraberinde bir gazada bulunmuştuk. Yanımızda a’rabilerden bazı insanlar vardı. Biz suya koşardık, a’rabiler bizi geçer ona daha önce varırlardı. Bir a’rabi arkadaşlarını da geçti. a’rabi önce vardı mı havuzu doldurur, etrafına taşlar koyar, üzerine sergi örter sonra da arkadaşları gelene kadar beklerdi. Ensar’dan birisi, bir a’rabinin yanına vardı, devesinin yularını salıverip sulamak istedi, ancak o bırakmak istemedi. Ensarî suyun üstündeki örtüyü çekivermişti. Bunun üzerine a’rabi de değneğini kaldırıp Ensarînin başına vurdu, başı zedelendi. Ensarî varıp münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy’e haber verdi. Çünkü o, Abdullah’ın arkadaşlarından idi. Abdullah b. Übeyy öfkelendi. Sonra da, “Resulullah’ın yanındakilere yiyecek vermeyin ta ki etrafından dağılsınlar.” dedi. Bu sözüyle a’rabileri kasdediyordu. Yemek esnasında onlar Resulullah’ın yanında hazır bulunuyorlardı. Bu sebeble Abdullah şöyle dedi: “Muhammed’in yanından dağıldıklarında Muhammed’e yemeği götürün, O beraberindekilerle yesin.” Sonra da arkadaşlarına dedi ki: “Vallahi Medine’ye dönerseniz her halde daha üstün olanlar daha düşkün olanları oradan çıkaracaktır.” Zeyd demiştir ki:

“Ben Resulullah’ın arkasındaydım Abdullah b. Übeyy’in dediğin işittim, amcama haber verdim. O da Resulullah’a söyledi. Resulullah da haber gönderip Abdullah’ı çağırttı. Abdullah yemin ederek inkâr etti. Resulullah da onu doğrulayıp beni yalancı çıkardı. Sonra amcam bana geldi, “Resulullah’ı ve müslümanları darıltmaktan ve kendine yalancı dedirtmekten başka ne elde ettin?” dedi. Bunun üzerine beni öyle bir gam ve keder sardı ki böylesi, kimsenin başına gelmemiştir. Derken Resulullah ile beraber bir seferde yürüdüğüm sırada idi, merakımdan başımı bükmüş gidiyordum. O esnada Resulullah geldi, kulağımı büktü ve yüzüme güldü. Dünyada bana bunun yerine ebediliği verseler, bu kadar sevinmezdim. Sonra Ebu Bekr yanıma geldi ve “Sana Resulullah ne dedi?” diye bana sordu. Ben de, “Bir şey söylemedi, yalnız kulağımı büktü ve yüzüme güldü.” dedim. “Müjd!e” dedi geçti. Sonra Ömer yanıma geldi, o da Ebu Bekr gibi aynı şeyi sordu. Vakta ki sabahladık, Resulullah (s.a.v) Münafıkûn Sûresi’ni okudu.” Görülüyor ki bu rivayette (gelen vahiy) sûre diye ifade edilmiştir. Tirmizî’nin başka bir rivayetinde de âyetinin nazil olduğu söylenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Zeyd bu olayı bir çok defa anlatmıştır. Herhalde bundan maksat, sûrenin inişi olacaktır. Bu hususta diğer hadis kitaplarında ve tefsirlerde daha teferruatlı bilgiler vardır. İbnü Cerir çeşitli rivayetleri zikrettikten sonra kısaca şunları nakleder: “Resulullah (s.a.v) haber almıştı ki Beni Mustalık kendisine karşı Hâris b. Ebi Dırar kumandasında toplanıyorlar. Resulullah bunu işitince onlara doğru yola çıktı. Nihayet sahile doğru Kudeyd nahiyesinden Müreysi denilen su üzerinde onlarla karşılaştı. Çarpıştılar, Allah Teâlâ Beni Müstalık’ı yenilgiye uğrattı. Onlardan vurulanlar oldu, oğulları, kadınları ve malları ganimet alındı. Beni Kelb b. Avf b. Âmir b. Leys b. Berk’den Hişam b. Dabade isimli bir adam da yaralanmıştı. Ensardan Ubade b. Samit’in takımından bir adam onu düşman zannederek hata sonucu vurmuştu. Derken insanlardan su almaya gelenler de suyun yanına gelmişlerdi. Bu sırada Beni Gıfar’dan Hz. Ömer’in atını çeken ücretli adamı Cehcah b. Said ile Abdullah b. Übeyy’in yeminli adamı Cüheyneli Sinan su yüzünden tartışıp kavga yapmışlardı. Sinan “Yetişin Ensar!” Cehcah da “Yetişin Muhacirler!” diye bağırmıştı. Abdullah b. Übeyy de bunun üzerine öfkelenmişti. Yanında kavminden bazıları vardı. Henüz genç yaşta bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam da onların arasında idi. Abdullah şöyle demişti: “Bunu yaptılar ha! Beldelerimizde bizden nefret ettiler, ama çok oldular. Vallahi bizim düşmanlarımız olan “Celabib-i Kureyş” “Kureyş’in sürgünleri” ile durumumuz tıpkı, “Besle köpeğini yesin seni.” sözünde olduğu gibidir. Amma vallahi Medine’ye dönersek herhalde üstün olanlar o zelilleri elbette çıkarır.” dedi. Sonra da kavmine dönüp şunları söyledi: “İşte bunu siz kendiniz yaptınız. Onları memleketinize soktunuz mallarınızı onlarla bölüştünüz. Vallahi şimdi siz, ellerinizde bulunanı tutup sakınsanız, onlar memleketinizi terkedip giderler.” Zeyd b. Erkam bunu duymuştu, gidip Resulullah’a haber verdi. O esnada Hz. Peygamber savaşı bitirmişti ve yanında Ömer b. Hattab vardı, “Ya Resulallah ! Abbad b. Bişr’e emret onu katletsin!” dedi. Resulullah buyurdu ki: “Nasıl olur ya Ömer! O zaman insanlar, Muhammed sahabilerini öldürüyor, diye laf ederler. Hayır, ancak söyle “hareket edeceğimiz” ilan edilsin.” Bu öyle bir saatte idi ki o saatte yola çıkmak Resulullah’ın âdeti değildi. Verilen emir üzerine halk hareket etti. Abdullah b. Übeyy, Zeyd b. Erkam’ın haber verdiğini duyunca Resulullah’ın huzuruna vardı, “Billahi öyle bir şey söylemedim.” diye yemin etti. Abdullah’ın, kavmi içinde şerefli bir yeri vardı. Onların büyüğü sayılırdı. Ensar içinde arkadaşlarından orada bulunanlar Abdullah’dan çekinerek ve onu müdafaa ederek, “Ya Resulullah! Çocuk, sözünde zanna kapılmış, Abdullah’ın söylediğini belleyememiş, uydurmuş olmalıdır.” dediler. Resulullah tek başına kalıp yürüdüğü sırada Üseyd b. Hudayr yanına geldi, Nübüvvetle selam verdi, “Ya Resulallah! Âdet olmayan bir saatte yola çıktınız, bu saatte hiç çıkmazdınız.” dedi. Resulullah, “Duymadın mı arkadaşınız ne demiş?” buyurdu. Üseyd, “Hangi arkadaş ya Resulullah!” dedi. Peygamber de Abdullah b. Übeyy’in ismini verdi ve “Medine’ye dönerse o güçlü zat, zayıfları oradan çıkaracakmış diye zannetmiş.” dedi. Üseyd, “O halde ya Resulullah! Dilersen onu çıkarırsın, vallahi o zayıf, sen üstünsün.” dedi. Sonra da “Ya Resulallah! Ona aldırma, iyilikle muamele et, vallahi Allah seni gönderdi, o sırada kavmi ona taç giydirmek için boncuk diziyorlardı, o seni kendisinden melikliğini almış görüyordu.” dedi. Sonra Resulullah insanlar ile o gün akşama kadar, gece sabaha ve ertesi günün kuşluk vaktine kadar yürüyüş yaptı. Nihayet güneş eziyet vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber insanlarla orada konaklayıverdi. Halk yere dokunur dokunmaz uyuya kaldılar. Hz. Peygamber’in böyle yapması da, hiç kimsenin Abdullah b. Übeyy lafı ile meşgul olmamaları içindi. Sonra yine insanlarla beraber hareket etti. Hicaz yolunu tuttu. Nihayet Hicaz’da Bakiin tarafında bir su üzerinde konakladılar ki, o suya Nak denilmektedir. Sonra oradan hareket buyurduğunda şiddetli bir rüzgar esmeye başlamış, halk bundan eziyet görmüş ve korkmuşlardı. Resulullah da onlara, “Korkmayın kâfirlerin büyüklerinden birisi öldü.” buyurmuştu. Medine’ye geldiklerinde, Rifaa b. Zeyd b. Tabut’un o gün öldüğünü gördüler ki bu, yahudilerin büyüklerinden ve münafıkların koruyucularındandı. İşte o zaman Abdullah b. Übeyy ve onunla beraber olup onun gibi hareket eden diğer münafıkların zikredildiği bu sûre nazil oldu. Bu sûre inince Resulullah Zeyd b. Erkam’ın kulağını tuttu ve “Allah bunun kulağına vefa verdi.” buyurdu. Abdullah b. Übeyy’in oğlu Abdullah’a, babasının durumu malum oldu. Abdullah b. Abdillah ki halis mümin idi. Resulullah’ın huzuruna geldi ve “Ya Resulallah! Duydum ki, Abdullah b. Übeyy’i size ulaşan bir sözünden, dolayı öldürmek istemişsiniz. Şayet bunu yapacaksan bana emret, ben onun başını sana getireyim. Vallahi bütün Hazrec kabilesi bilir ki içlerinde babasına benden daha fazla iyilik düşünen ve hürmet eden yoktur. Korkarım ki bunu benden başka birisine emredersiniz, o da babamı öldürür, o vakit benim nefsim de babamın katilini halk içinde gezerken görmeye tahammül edemez, tutar vururum. Böylece bir mümini bir kâfire bedel olarak öldürmüş olur ve bu sebeble ateşe girerim.” dedi. Resulullah, “Hayır biz ona yumuşaklıkla muamele ederiz, beraberimizde bulunduğu müddetçe iyilikle sohbet ederiz.” buyurdu. İşte o günden sonra her ne yapsa kavmi Abdullah b. Übeyy’i kınarlar ve tutarlar, azarlarlar ve tehdid ederlerdi. O vakit Resulullah bunu işittikçe Hz. Ömer’e “Ya Ömer! Görüyor musun nasıl oldu, senin dediğin zaman katletseydim onun için niceleri ağıt yakardı. O gün sana vur desem vururdun değil mi?” dedi. Hz. Ömer de elbette Resulullah’ın işi, benim işimden çok büyük ve çok bereketlidir.” dedi.”

Keşşaf tefsirinde nakledilir ki: “Abdullah b. Übeyy’in bu şekilde yalanı ortaya çıkınca kendisine “Senin hakkında şiddetli âyetler nazil oldu, hemen Resulullah’a git senin için af dileyiversin.” denilmişti. Fakat o başını bükmüş, sonra da “Bana iman etmemi emrettiniz, iman ettim. Malımın zekatını vermemi emrettiniz, zekat verdim, artık Muhammed’e secde etmemden başka bir şey kalmadı.” demişti. Bunun üzerine âyeti nazil oldu. Ondan sonra da Abdullah fazla yaşamadı, bir kaç gün içinde hastalandı ve öldü.”

Münafıkların Hz. Peygamber’e Resulullah demeleri, “Onlar yeminlerini siper edindiler” âyetince dıştan gösterdikleri şehadeti korumak için bir siperdir. İnfidad, sökülüp dağılmak demektir. Ensar Hz. Peygamber’e ve Muhacirler’e yardım ettikleri için münafıklar, bütün Ensar kendilerinden imiş ve onlar nafaka vermezse Peygamber’in yanındakiler dağılıverecekmiş gibi farz ederek öyle söylüyorlar ve söylerler. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Bütün rızık hazineleri O’nundur. Rızk O’na aittir. O dilediğine verir, dilediğininkini kısar. Onlar yardım etmemekle rızık kesilmiş olmaz. Allah verecek olunca onlar vermemezlik edemezler. Ve lakin münafıklar anlamazlar. Cehaletlerinden dolayı ilâhî işleri anlamazlar da öyle kâfirane sözler söylerler.

8. Diyorlar ki vallahi Medine’ye bir dönersek yani gazadan dönersek her halde izzeti, kuvvet ve haysiyyeti fazla olan oradan pek zayıf ve zebun olan alçağı mutlaka çıkaracaktır. Münafıklar böyle söylemekle kendilerini izzetli farzederek Peygamber’e ve müminlere karşı kin püskürüyorlardı. Halbuki izzet Allah’ın, Resulü’nün ve müminlerindir. Kuvvet, hakiki galibiyyet, haysiyyet Allah’ın ve O’nun aziz kıldığı kimselerindir ki, onlar da Allah’ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzetleri yoktur. İzzetleri olsaydı, nifaka yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için sonunda Hakk’ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlâksızlıkları, alçaklıkları işlemezlerdi. Binaenaleyh ezell, yani zayıf ve düşkün kendileridir. Velakin münafıklar bilmezler. İzzet nedir? Zillet nedir? Eazz ve ezell kimdir? Bilmezler de öyle saçmalarlar. Kibri izzet, izzeti kibir sanırlar.

Bundan dolayı âlimler demişlerdir ki, izzet kibirden başkadır. Ebu Hafs es-Sühreverdi bunu şöyle açıklamıştır: “İzzet, kibrin dışında bir şeydir. Çünkü izzet, insanın kendi nefsinin hakikatini tanıması ve onu acele kısmetler için hakarete düşürmeyip kerim ve kıymetli tutmasıdır. Nitekim kibir insanın kendini bilmemesi ve onu kendi mevkiinin üstünde tutmasıdır. İzzetin zıddı zillet, kibrin zıddı da alçakgönüllülüktür.”

Rağıb da izzeti şöyle tarif etmiştir: “İnsanın mağlub edilmesine mani olan durumdur ki, Araplar’ın şu sözlerinden alınmıştır: “katı yer” ve “et sertleşti.” Şu halde izzet, sanki ulaşılması zor olan yer, “ızaz” da katı ve sert bir yerde olmak mânâsınadır. Bazen de kötü görülen inad ve cahiliyyet taassubu anlamına alınır ki, kâfirlerin iddia ettikleri izzet bu mânâyadır.”(1) Bu âyette yer alan izzetin kuvvet ve galebe mânâsına tefsiri de yaygındır. Mamafih mağlubiyyete mani olan hal mânâsı da kasdedilebilir. Çünkü Allah’da Resulü’nde ve müminlerde bu tarz bir mânâ layıkiyle sabittir. Görülüyor ki bu âyette müminler, yani nifak izlerinden uzak olan halis müminler izzet şerefiyle üstün kılınmışlardır. Çünkü halis mümin, fani şeylere karşı zayıf olmaz. Allah’tan başkasına secde etmez.Bundan dolayı; dinin emrettiği şeylere uygun harekette bulunan bir kadın pejmürde bir halde idi, ona denildi ki: “Sen İslâm üzere değil misin? İşte o, izzettir ki, beraberinde zillet yoktur ve o servettir ki, beraberinde fakirlik yoktur.” Nakledilir ki Hasan b. Ali “Allah Resulü ve onlar üzerine salat ve selam olsun.” Hazretlerine bir adam, “İnsanlar sende biraz tih, yani kibir olduğunu zannediyorlar” demişti. Hazreti Hasan da cevaben “O tih değil, izzettir.” karşılığını vermiş ve bu âyeti okumuştu.”

Yukarıdaki âyetlerde bunlar anlatıldıktan sonra müminlere asıl izzet ruhu olan iki emir telkin edilmek üzere buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

9- Ey İnananlar! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.

10- Birinize ölüm gelip de: “Rabbim, beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!” demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah) için harcayın.

11- Allah süresi geldiği zaman hiç bir canı ertelemez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

9-10. Ey iman edenler! Yani o izzet kendisinin olan Allah’a ve Resulü’ne samimiyyetle iman etmiş olup da Allah yanında müminlere tahsis edilen ilâhî izzete ermek isteyen müminler! sizleri iğfal edip alıkoymasın, eğlemesin, oyalamasın. Ne mallarınız ne de evlatlarınız, yani dünya meşguliyetlerinin en vazgeçilmezi olan mal ve evlat işleri, onların bakımı, derdi ve zevki bile alıkoymasın. Zira Hadid Sûresi’nde geçtiği üzere dünya hayatı eğlence, oyun, zinet, övünme, mal ve evlat çoğaltmaktan ibarettir. Bunların en kaçınılmazı, en ciddisi de mal ve çoluk çocuk kaygısı ve zevkidir. İşte eğlence ve oyun şöyle dursun, süs ve övünmenin kaynağı olan mal ve evlat bile sizi oyalayıp da alıkoymasın. Yani bunlarla hiç meşgul olmayın demek değil, fakat bunlar sizi, asıl izzetin ruhu olan Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Allah’ı ve Allah için iş yapmayı unutturmasın. Zikrullah, Allah düşüncesi ve Allah’ı anma ki, müfessirlerin beyanına göre burada kasdedilen Allah’ı zikr ve yüceltmek için yapılan namaz gibi ibadetlerle onun meyvesi olarak Allah sevgisiyle yapılan ibadetlerdir. Gerçek ibadete layık Allah Teâlâ’yı O’nun isim, sıfat, emir ve nehiylerini, sevab ve azabı ile izzetinin hükümlerini düşündürüp andıran, rızasına vesile olan farz ve nafile ibadetlerden, Cuma ve cemaattan, namaz, oruç, zekat, hac, cihad, Kur’ân okuma, va’z ve nasihat, tehlil (lâilâhe illallah), tesbih, (sübhânellah) ve tahmid (elhamdülillah) gibi sırf Allah’a yaklaşmak için yapılan ve daima Allah’ı andırıp Allah için Allah’a layık güzel işler düşündürmeye alıştıran itaatlardan gaflet ettirmesin. Ve her kim öyle yaparsa yani mal ve evlat ile uğraşacağım diye Allah düşüncesinden gaflet ederse işte onlar hüsrana düşenlerdir. Çok zarara uğramış, dünyayı ahirete tercih etmiş ve sonunda sonsuzluğun izzetinden mahrum kalmış kimselerdir. Mal ve evlat, dünya ve hayat gider, Allah yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmaz. Çünkü “Mal ve oğullar dünya hayatınınn süsüdür. Baki kalacak güzel işler ise, Rabbinin katında sevabça daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır.” (Kehf, 18/46) buyurulmuştur. Onun için Allah’ı unutmayın ve size verdiğimiz rızıktan infak edin! Burada müminleri izzete erdirmek hususunda iki özellik gösteriliyor: Birisi Allah’ı zikretmekten gaflet etmemek, diğeri de infaktır. Bunlardan birincisi Cuma Sûresi’nde ihtar edilen ruhu te’yid etmek, ikincisi de onun fiilî meyvesini temin etmek ve kıyamet günü olan yeniden dirilme gününü hazırlamaktır. Bu iki husus, “Sâd” sûresinde geçtiği üzere Tirmizî ve diğer kaynakların rivayet ettikleri “Mele-i A’la’nın ihtisamı” (melekler topluluğunun tartışmaları) hadisindeki keffâret ve derecelerin mânâlarını hatırlatır. Zira o hadis ile anlatılmıştır ki, en yüksek topluluk olan meleklerin bütün tartışmaları iki şey üzerinedir. Birisi keffâretler, diğeri ise derecelerdir. Bilinmektedir ki, keffâret, kusurları örten, günahların affına vesile olan güzel amellerdir. Dereceler de, Allah katında makamları yükselten büyük amellerdir. Keffâret şöyle özetlenmiştir. Ayakların güzel işlere, bir rivayete göre cemaata gitmesi, namazlardan sonra mescidlerde oturmak ve çirkin hallerden abdest alıp temizlenmektir. Dereceler de şunlardan ibarettir: Yemek yedirmek, selamı yaymak ve herkesin uyuduğu bir zamanda namaz kılmaktır. Bundan sonra Allah Teâlâ, Resulü’ne buyurmuştur ki: “Ya Muhammed benden dilekte bulun ve şöyle söyle: “Allah’ım! Ben senden hayırlar yapmayı, yasaklanan şeyleri işlememeyi, fakirleri sevmeyi, bana mağfiret ve rahmet buyurmanı dilerim. Bir kavmi fitneye düşürmek istediğin zaman beni düşürmeksizin ruhumu al. Senden sevgini, seni sevenleri sevmeyi ve senin muhabbetine yaklaştıran ameli sevmeyi dilerim.” Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: “Bu gerçektir, bunu ders edinin ve belleyin.” Buna göre bütün güzel ameller Allah sevgisiyle yapılan işlerdir. Bunların bir kısmı keffaret bir kısmı da derecelerdir. Keffaretlerin başında abdeste, namaza ve cemaata devam ile güzel amellere doğru yürümek, derecelerin başında da yemek yedirmek, yani infak ederek toplumdaki muhtaçları doyurmak, âlemde selamı yaymakla güven temin etmek, herkesin uyuduğu ve gaflette bulunduğu gecede kalkıp namaz kılmak gelir. Allah hem Evvel hem Âhir olduğu için Allah’ı zikretmenin en önemli unsuru olan namaz da, hem keffâretlerin başında hem de derecelerin sonunda yer almaktadır. Fakat insan ne kadar namaz kılarsa kılsın, zekat ve sadaka vermedikçe yani Allah için infak yapmadıkça izzet görünümünden efendilik derecesine yükselemez. Onun için “Zekat İslâm’ın köprüsüdür.” denilmesinin mânâsı, derecelere yükselmek için infakın köprü ve geçit mesabesinde olduğunu anlatmaktır. Mamafih farzların sevabı çok olmakla beraber onlar bir borç olduğu için Allah’a yaklaşmak en fazla nafilelerle olur. Bundan dolayı infakta da asıl dereceleri kazandıran, borçlar ödendikten sonra Allah yolunda verilen nafile sadakalar ve yapılan yardımlardır. Onun için bu âyetten de anlaşılıyor ki, müminler yalnız mal ve evlatlarıyla uğraşmamalı, çalışıp kazanıp Allah’ın verdiğinden O’nun yolunda harcayıp, ölmeden evvel efendilik derecesine yükselmek üzere gayret etmeli ve Allah’a böyle bir yüzle gitmelidir.

Hakikaten asıl izzet, yemekte değil, yedirmektedir. Kendileri patlıyasıya yiyip de Allah için yedirmekten, vergi vermekten kaçınan, yanıbaşındaki komşusunun, cemaatındaki muhtaçların ihtiyacını düşünmeyen tamahkarlar, insanlıkla alakası olmayan, gerçek zarara uğrayanlardan başkası değillerdir. Böylelerinin yüzündendir ki sedler yıkılır, ye’cüc ve me’cüc yer yüzünü tahrip eder. Dünyada insan topluluklarını en fazla yoran, boğuşturup çarpıştıran kavgaların kökü de, bu infak meselesidir. Mele-i esfelin, yani en alçak toplulukların düşmanlık ve mücadeleleri hep yemek davası üzerinde dönüp dolaşır. Onlar hep başkalarının kazancından yemek isterler. Güçleri yeterse zor ve zulüm ile yahut hırsızlıkla almaya çalışırlar, olmazsa dilencilik zilletini âdet edinirler. Bütün bunlar, ben yiyeyim sen yeme diye kavga ederler. Yükseklerin ve yüksek toplumların münakaşaları ise yedirmek, infak etmek ve muhtaç olanların ihtiyaçlarına yetişerek Allah’a kullukta yükselme yarışı üzerinde cereyan eder. Bu insanlar bir taraftan çirkinlikleri, ayıpları, günahları örtüp eksiklikleri tamamlamak, diğer taraftan da ihtiyacı olanlara muhtaç oldukları şeyleri birbirinden daha iyi daha faydalı bir surette yetiştirmek ve bu şekilde Allah katında derecelere ermek için birbirleriyle iddialaşır, münakaşa ve müsabaka ederler. İşte yüksek melekler topluluğunun yarışları da böyle keffâret ve dereceler konusundadır. Yaratılışta devamlı olarak pisliklerin temizlenip durması, yaraların iyileşmesi, ihtiyaç ve rızıkların en küçük canlılar kadar yetiştirilip dağıtılması, meleklerin hepsinin ilâhî emirleri yerine getirme hususundaki çalışma ve müsabakalarıyla ilgilidir. Allah Teâlâ İslâm dini ile mümin kullarını da böyle yüksek şerefe ulaştırmak için bu sûrenin sonunda da Allah’ın zikrinden gaflet etmeyip infak etmelerini emretmiştir. Şüphe yok ki infak ile emretmek, ona uygun şartları hazırlamayı da emretmek demektir. Bu maksatla çalışıp kazanmak, çoluk çocuk endişesiyle çalışmaktan, çok daha yüksek bir gayrettir. Böyle bir gayret ile vazifeli olan mümin ise çok fazla zor durumda olmadıkça başkasından isteme zilletine düşmekten elbette uzaktır. Nitekim öyle çok fazla ihtiyaçlı durumda olan fakir müslümanlar hakkında “Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı onları zengin sanır. Sen onların simalarından (yüzlerinden) tanırsın. Yüzsüzlük edip insanlardan istemezler..” (Bakara, 2/273) buyurulmuştur. Şu halde nehyedilen, mal kazanmak, mal ve evlat idare ve terbiyesiyle uğraşmak değil, mal ve evlat endişesiyle Allah’ı unutmak ve Allah için harcamayı düşünmemektir. Ancak mümin olan kimsenin kazanmış olduğu malı da, sırf kendinin, kendi bilgi ve kuvvetinin ürünü bilmeyip Allah’ın kendisine rızık olarak verdiği İlâhî bir bağış şeklinde görmesi ve o suretle Allah yolunda fedakarlık etmekten çekinmemesi gereğine tenbih için de “Size verdiğimiz rızıktan infak edin…” buyurulmuştur.

11. Allah bir nefsi eceli geldiği vakit de asla geriye bırakmaz, binaenaleyh o zaman duanın faydası olmaz. Her ne de yaparsanız Allah haberdardır. Binaenaleyh Allah’ın zikrinden gaflet etmeyip Allah için infak edenlerin de yaptıklarını bilir ve mükafatlarını verir. Allah’ı unutup da dünyaya dalanların da yaptıklarını bilir ve cezalarını verir. Bu da kâr ve zarar günü olan hesab ve aldanma gününde belli olacaktır. Onun için bu sûreyi de Teğabun Sûresi takip edecektir.

Daha yeni Daha eski