KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR
Mücâdele Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
1. “Allah işitmiştir.” Tahkik (kuvvetlendirmek) ve tevki’, yani vuku bulması beklenen anlamını ifade etmektedir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir. “Evet Allah işitti, hakikaten beklendiği gibi işitti ve dinleyip gereğini yaptı.” O kadının sözünü ki, kocası hakkında seninle mücadele ediyor ve Allah’a şikayette bulunuyordu. Gam ve kederini dile getiriyor, derdinin çaresini istiyordu. Rivayetlerden anlaşıldığına göre bu âyetlerin inmesine sebeb olan kadın, Ensar’dan Evs b. Sâmit’in karısı Havle binti Sâlebe idi. Hadise şöyle meydana gelmişti: “Havle’nin kocası olan Evs b. Sâmit -ki Ubâde b. Sâmit’in kardeşiydi ihtiyarlamış ve titiz bir yapıya sahip olmuştu. Bir gün karısı kendisinden birşey istemiş, o da öfkelenip “Sen bana anamın sırtı gibisin.” deyivermişti ki, buna zıhâr denilmektedir. Cahiliye âdetlerine göre bir adam karısına bu sözü söylediği zaman karısı ona haram olurdu. Onu bir daha alamazdı. Bu hadise İslâm’da ilk defa meydana gelen bir zıhâr olmuştu. Derken Evs çok geçmeden söylediğine pişman olup Havle’yi çağırmıştı. Ancak Havle, yanına gelmekten çekinmiş ve ona; “Canım kudret elinde bulunan Rabbime yemin ederim ki sen o sözü söyledikten sonra, Allah ve Resulü hükmünü verinceye kadar benim yanıma gelemezsin. Git Resulullah’a danış.” demişti. Koca, “Ben utanırım Resullullah’a bunu soramam.” cevabını vermişti. Bunun üzerine kadın, “Ben gider sorarım.” deyip Resulullah’ın huzuruna vardı ve, “Ya Resulullah! Evs beni eş olarak seçip evlendiğinde gençtim, çekici idim. Ancak yaşım ilerleyip birçok çocuğum olunca Evs beni anası gibi kıldı ve kimsesiz bırakıverdi. Eğer bana bir çare bulup onunla geçinmemi temin edersen, bunu beyan buyur ya Resulullah!” diye istekte bulundu. Hz. Peygamber de ona: “Ben şimdiye kadar bu konuda bir şeyle emrolunmadım, ictihadım ise senin ona haram olduğun şeklindedir.” dedi. Havle, “Vallahi o, talak zikretmedi.” dedi. Resulullah ise haram olmuşsun diye tekrar etti. Ancak kadın, “Kurbanın olayım nazar buyur Ya Resullullah” dedi ve bu hususta Resulullah ile defalarca mücâdelede bulundu. Havle daha sonra da şikayetini Allah’a arzederek, “Allah’ım yalnızlığımın şiddetinden ve bana zor gelecek olan ayrılık acısından sana şikayette bulunuyorum. Küçük çocuklarım var, onları ona (Evs’e) bıraksam zâyi’ olacaklar, yanıma alsam aç kalacaklar.” dedi ve başını göğe kaldırıp “Allah’ım sana şikayet ediyorum, Peygamberinin lisanına bir vahiy indir.” şeklinde yalvardı. Havle henüz oradan ayrılmamıştı ki, hakkında Kur’ân âyeti nazil oldu. Vahyin şiddeti geçtikten sonra Peygamber (s.a.v) Efendimiz, “Ya Havle müjde!” dedi ve arkasından âyetini okudu. Bunun üzerine Resulullah, kadının kocasını çağırttı, “O yaptığın yeminle kasdın ne idi?” diye sordu. Evs de, “Onun keffâreti var mı?” dedi. Buna karşılık Peygamberimiz, “Bir köle azad etmeye gücün yeter mi? ” şeklinde mukabelede bulundu. Evs cevabında, “Hayır Vallahi ya Resulullah, ona gücüm yetmez, malımın hepsi gider, köle pahalıdır, benim ise malım azdır.” dedi. Hz. Peygamber de “Ona gücün yetmezse iki ay peşpeşe aralıksız oruç tutabilir misin?” buyurdu. Evs ise, “Hayır vallahi ben günde üç kere yemezsem gözümün feri kaçar.” dedi. Hz. Peygamber, “O halde altmış fakiri doyurabilir misin?” diye sordu. Buna karşılık da Evs, “Hayır, vallahi buna da gücüm yetmez. Eğer bana yardımda bulunursanız, o zaman olabilir.” dedi. Resulullah da “Ben sana onbeş sa’ (on beş bin dirhem) yardımda bulunurum ve bereketi içinde dua ederim.” dedi. Ve bu şekilde aralarını düzeltti. Hz. Aişe’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “İşitmesi seslerin hepsini ihata eden O Allah, ne büyüktür!” Ne yücedir ki, kadın Hz. Peygamber (s.a.v)’e hâlini arzederken öyle yavaş fısıltı ile söylüyordu ki, yanlarında olduğum halde ben bile söylediklerinin bazılarını duyuyor, bazılarını duyamıyordum. O, Resulullah’a kocasından şikayet ediyor, “Ya Resulullah gençliğimi yedi, karnım ona saçıldı, yani ona çocuklar doğurdum. Nihayet yaşım ilerleyip çocuktan kesildiğim zaman bana zıhâr yaptı, Allah’ım sana şikayet ediyorum.” diyordu. Kadın daha yerinden ayrılmamıştı ki, Cebrail (a.s.) şu âyetleri getirdi. Yine rivayet edilir ki Hz. Ömer (ra) bu kadın yanına geldiği zaman ona ikramda bulunur ve “Allah Teâlâ onu dinledi.” derdi. İbnü Ebî Hâtim ve “el-Esmâ ve’s-sıfât”ta Beyhakî şöyle bir rivayeti nakletmişlerdir: “Bir gün Hz. Ömer (r.a.) insanlarla beraber yürürken bu kadın Ömer’in durmasını istedi, o da durdu ve kadına yaklaşıp elini omuzuna koydu ve onu dikkatle dinledi. Kadın söyleyeceklerini söyleyip gidince, Hz. Ömer’in yanında bulunanlardan biri “Ya Emir’el-Müminin! Şu kocakarının karşısında Kureyş’in adamlarını beklettin.” dedi. Hz. Ömer ona, “Yuh olsun sana, kim o biliyor musun?” dedi. O da, “Hayır bilmiyorum.” deyince, Hz. Ömer, “Bu, Allah Teâlâ’nın yedi kat göğün üstünden şikayetini dinlediği kadındır. Bu Havle binti Sa’lebe’dir. Vallahi geceye kadar gitmeseydi, ihtiyacını bitirmeden ben ayrılmazdım.” buyurdu. “Buharî’nin Tarih’inde konuyla ilgili naklettiği rivayet de şöyledir: “Söz konusu kadın Hz. Ömer’e, “Dur ey Ömer!” dedi, o da durdu. Kadın ona oldukça sert sözler söyledi. Oradakilerden biri, “Ey müminlerin emiri ben bu kadın gibisini görmedim.” dedi. Bunun üzerine Ömer de, “Nasıl dinlemem ki, onu Allah Teâlâ dinledi de hakkında âyetlerini indirdi.” dedi. Âyetlerin nüzul sebebine dair nakledilen bu rivayetlerden, örf ve âdetlerin yürürlükten kaldırılmadıkça muteber olduğu hususu anlaşılmaktadır. Nitekim zıhâr hakkında henüz bir hüküm nazil olmadığı için Resulullah örf ve adet gereği kadına, “Haram olmuşsun.” demiştir. Bu nevi delillerden dolayıdır ki, “âdet muhakkemdir (geçerli bir hükümdür.)” önermesi, fıkıhta genel bir kâide olarak kabul edilmiştir. Yukarıda da geçtiği üzere zıhâr İslâm’dan önce Araplar’ın âdetlerine göre kesin bir haramlık ifade ediyordu ve helale çevrilmesine dair bir çözüm yolu yoktu. Kur’ân, zıhâr olarak söylenen sözün İslâm’a yakışmayan, yadırganan ve çirkin bir yalan olduğunu beyan etmiş, evvela ondan sakınılması lazım geldiğini, söylendiği takdirde de hiç hükümsüz kalmayıp yine haram hükmünü ifade edeceğini belirtmiştir. Ancak münker olarak söylenen o sözü, bir keffaret ile telafi ederek geri alıp, o haramlığı kaldırmanın gerekli olacağını beyan ile, zikredilen âdeti kısmen bırakmış, kısmen ortadan kaldırarak değiştirmiş böylece çirkin âdetlerin ıslah edilmelerinin gerekli olduğunu da göstermiştir. Şöyle ki:
2. Kadınlarına zihâr yapan kimseler yani zıhâr denilen sözle kadınlarından uzaklaşan kimseler. Sırt ve arka mânâsındaki “zahr” kelimesinden alınan zıhâr veya müzâhere: Bir kimsenin karısına “Sen bana anamın sırtı gibisin.” demesi veya onun bir uzvunu kendine haram olan kadınlardan birinin karın, bel, ve kasık gibi bakılması haram olan bir uzvuna benzetmesidir ki, helalı haram kılan çirkin bir sözdür.> İlk önce bunun söylenmesi câiz olmayan çirkin bir davranış, bir cinayet olduğu anlatılmak üzere şöyle buyuruluyor. Cahiliyede o sözü söylemeyi âdet haline getirenler bilmelidirler ki, o zıhâr yaptıkları kadınlar onların anaları değildirler. Onların anaları, ancak onları doğurmuş olan vâlideleridir ki “…sizi emziren analarınız…” (Nisâ, 4/23) âyetinde ifade edilenlerle “Peygamber müminlere kendi canlarından üstündür. Eşleri onların analarıdır.” (Ahzâb, 33/6) âyetinde zikredilen Peygamber’in zevceleri dahi analar hükmündedir. Ve haberleri olsun ki onlar yani o zıhâr sözünü söyleyenler herhalde münker, yani meşru olmayan, çirkin bir lakırdı ve yalan bir söz söylüyorlardır. Yalandır çünkü kadınları, anaları değildir. Hem de başkalarına zarar veren bir yalan, bir günah, ve kadının gönlünü kıran, hukukunu zayi eden bir şeydir. Bununla beraber çirkin bir sözdür, çünkü zıhâr anasının veya mahreminin (kendisine nikahı haram olan yakınının) bir uzvunu ağzına almak demektir. Ayrıca Allah’ın helal kıldığını haram kılmak gibi bir küstahlıkla Allah Teâlâ’nın haklarına tecavüzdür. O halde ağza alınmaması lazım gelen bir cinayet, bir günahtır. Fakat söylenince de hükümsüz kalamaz. Haber vermek yalan olmakla beraber, gereği itibariyle bir haramlığa yol açmaktan da uzak değildir. Öyle ki erkeğin ağzından çıkan bu çirkin söz, kadının hayız zamanındaki eziyete benzer bir haramlık ifade eder. Bununla beraber şu da muhakkak ki Allah, affı çok bir mağfiret sahibidir. Onun için günahkârlara, tevbe ve günahlardan dönmekle o sözü geri alma ve bir keffaret ile o çirkinliği örtüp temizleterek af ve mağfiretine kavuşma yolunu açmış, bunu da şu şekilde öğretmiştir.
3. Kadınlarından zıhâra kalkışıp da sonra dediklerini telafi etmek için dönecek olanlar.> Yani söylediklerini geri alıp önceki gibi karısıyla geçinmek ve kocalık muamelesi yapmak isteyenler ki, bunu istemelidirler. Fakat kendilerini kirletmiş olan o çirkinliği telafi edip temizleyebilmek için, sırf niyet etmek veya sözü geri almak kâfi gelmeyip, ona keffaret olacak güzel bir amel yapmak da gerekir. Onun için, yani zıhârdan dönmek için çare bir rakabe azad etmektir. Rakabe, esasen boyun kökü demek ise de, mecazi anlamda insan için özellikle hür olmayan insan için kullanılmaktadır. Yani büyük veya küçük, erkek veya dişi bir kul azad edip hürriyete kavuşturmak keffaret olarak vacibtir. Buna göre Allah’ın yanında o çirkin sözü söylemek kadının şerefini ve varlığını yok etmek mânâsına gelmesi itibariyle, bir insanı hata sonucu öldürmek fiili kadar büyük bir günahtır. Böyle olduğu için zıhâr, ancak ona benzer bir keffaretle affedilebilir. İmam Şâfii buradaki mutlak mânâyı, katil keffaretindeki (Nisâ, 4/92) mümine kaydıyla yorumlayarak bu âyette azad edilmesi istenen kölenin de, mümin olmasını şart koşmuş ise de, Hanefiler meydana gelen hadiseler farklı olduğu zaman mutlakın mukayyede göre yorumlanmasını caiz görmeyip, onun mutlak anlamı üzere kalmasının lazım geleceğini ileri sürmüşler ve bu yüzden de burada azad edilmesi istenen kölenin mümin olmasını şart koşmamışlardır. Onlara göre bu, gayr-i müslim bir köle de olabilir. Önemli olan bir köle azad etmektir. Ancak, köle kör, elleri yahut ayakları yahut bir taraftan bir eliyle bir ayağı veya ellerinin baş parmakları kesik ise, keffaret için bunun kâfi olmadığını da beyan etmişlerdir. Hem bu köle azad etmeyi dokunmadan önce yapmak gerekmektedir. Bu kayıt, zıhârın haram olduğunu işaret yoluyla anlatmış olmaktadır. Yani zıhâr, kocanın karısına el sürmesine mâni bir günah olduğundan dolayı, zıhârdan dönmek isteyen kocanın temizlenmesi için keffaret olan bu köle azad etme işini, karısıyla karı-koca ilişkisine girmeden önce yapması gerekir. Köle azadından önce bu muamele gerçekleşirse haram işlemiş ve günaha girmiş olurlar. Gerçi nikah bâki olduğu için bu bir zina sayılmasa da, hayız halinde yaklaşmak gibi haram ve çirkinlik üstüne çirkinlik olur. Bu yani böyle temastan evvel bir köle azadı ile keffaret hükmünü duydunuz ya işte siz bununla öğütlenirsiniz nasihat alırsınız. Zıhâr denilen şeyin Allah’ın katında ne büyük bir cinayet olduğunu anlar, ibret alırsınız. Hem Allah, her ne yaparsanız haberdardır. Gerek zıhâr gibi çirkin ve gerek bir kula hürriyet kazandırmak gibi güzel amellerden gizli ve açık her ne yaparsanız onu bilir. Binaenaleyh, yaptıklarımızı gizleriz de haberi olmaz zannetmeyiniz.
4. Her kim güç yetiremezse, yani bir kul azad etme imkan ve kudretine sahip olamazsa; gerek malca kendisine yetecek miktardan fazla gücü bulunmaz ve gerek hür olmayan sahipli bir köle bulamazsa bu takdirde her ikisi birbirine dokunmadan önce ard arda iki ay oruç tutsun. Onun da keffareti budur. Buna da güç yetiremeyen yine birbirlerine temas etmeden evvel altmış fakiri doyursun. Fıtır sadakasında olduğu gibi, hadislerde izah edildiğine göre her fakir için, en azı buğdaydan yarım sa’, (bin dirhemin yarısı) arpadan veya hurmadan olursa bir sa’ takdir edilmiştir. Bunlardan elde edilen unlar da kendileri gibidir. (Daha geniş bilgi için fıkıh kitaplarına bkz.) Bu da onun keffaretidir. İşte Allah Teâlâ, kudretlerin derecesine göre böyle üç derece keffaret ile, zihâr çirkinliğinin telafi edilmesi için af ve mağfiretiyle yol göstermiştir. Bu beyan edilen husus Allah’a ve Resulüne iman etmeniz içindir. Zıhâr gibi cahiliye âdeti olan gayr-i meşrû işleri bırakıp Allah ve Resulü’nün koyduğu ve tebliğ ettiği güzel hükümlere iman edip gereğince amel etmeniz içindir. Çünkü bunda hem aile hayatı açısından kolaylık, hem de ahlâkî bir temizlik ve güzellik vardır. Ve bunlar, bu izah edilen hükümler, yani zıhârın çirkinliği, ondan dönmenin meşru olması ve kadına dokunmadan önce tâkat derecesine göre üç mertebe keffaretten birinin vücubu, Allah’ın tayin buyurduğu hudududur. Bunları aşmak caiz olmaz. Binaenaleyh haddinizi bilin ve bu sınırda durun. Bunun için fakihler demişlerdir ki kadın, zıhâr yapan kocasını keffarete ve geri dönmeye zorlar, keffaret yerine getirilmeyince de kendisini teslim etmez. Hâkim de, kadının zararını ortadan kaldırmak için kocaya hapis ve ta’zir (azarlama) cezası vermek suretiyle keffarete zorlayabilir. Şayet koca, “Keffaretimi yaptım.” derse yalancılıkla meşhur olmadıkça sözü doğru kabul edilir. Bunları tanımayıp haddi aşan kâfirlere de şiddetli bir azab vardır.
5. “Şüphesiz Allah’a ve Resulüne muhalefet edenler…” Bu âyet, Mücadele Sûresi’nin indirilişindeki hedefi demektir. Onun için bu âyet sûrenin başında ve sonunda tekrar etmektedir. Yani muhakkak ki Allah ve Resulü’ne karşı hudud yarışına kalkışanlar. Kadî Beydâvî’nin kısaca beyanına göre Allah ve Resulü’nün koyduğu sınırları tanımayıp onlara düşmanlık eden veya onların tayin ettiği sınırlardan başka hükümler koyan yahut tercihte bulunmaya kalkışan kimseler. Alûsî tefsirinde bu münasebetle meseleri çözüme kavuşturan ve akid yapan kimselerin kanun koyma ve selâhiyetlerinin sınırları hakkında bazı detaylı bilgiler vermiştir. Bu kaynağa bakılabilir. Kısacası, Allah ve Resulü ile rekabete yeltenen kimseler itildiler, yahut çarpıldılar, veya tepelendiler, ukâlalık yaparken yüzleri üstü kakıldılar. Onlardan öncekilerin itildikleri ve çarpıldıkları gibi halbuki biz açık açık âyetler de indirmiştik. Bu âyet, Peygamber (s.a.v)’in sıdkına delalet ettiği gibi doğru yolu göstermekte, Allah ve Resulü’ne karşı gelmenin fenalığını da anlatmaktadır. Bundan başka kâfirlere bir de mühîn, küçük düşürücü bir azab vardır. Fakat o dünyada değil, ahirettedir.
6. O gün ki, Allah onların hepsini birlikte diriltecek de yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Şahidler huzurunda zelil ve hakir bir duruma sokacaktır. Onlar onu unutmuşlarsa da, Allah onu bir bir saymış ve defterlerine kaydetmiştir. Ve Allah her şeye şahiddir. Hiçbir şey O’nun ilminin dışına çıkamaz .
Meâl-i Şerifi
7- Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.
8- Gizli konuşmaktan menedildikten sonra yine o menedildikleri şeyi yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve Peygamber’e karşı gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni, Allah’ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar. Kendi içlerinden de “bu söylediklerimiz yüzünden Allah’ın bize azap etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir, ne kötü dönüş yeridir orası!
9- Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı düşmanlığı ve Peygamber’e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik ve takvayı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun.
10- Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah’a dayanıp güvensinler.
11- Ey iman edenler! Size: “Meclislerde yer açın.” denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size “Kalkın.” denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.
12- Ey iman edenler! Peygamber ile gizli bir şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet bir şey bulamazsanız, artık Allah bağışlayan ve merhamet edendir..
13- Gizli (özel) bir şey konuşmanızdan önce sadaka vermekten korktunuz da mı yerine getirmediniz? Fakat Allah da sizi affetti. Şu halde namazı kılın, zekatı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
7. “Görmez misin ki Allah, göklerdekini ve yerdekini bilir.” Bu âyet Allah Teâlâ’nın her şeye şahid olduğunun delilidir. deki rü’yet, görülebilir delillerden çıkarılan ilim mânâsınadır. Yani görüp seyrettiğini göklerin ve yerin saltanatından, düzen ve idaresinden onlarda gerek sakin ve gerek hareket halinde olsun her ne varsa Allah Teâlâ’nın hepsini biliyor olduğuna sen kalbinle şehadet etmez misin? Ey muhatab Herhangi bir üçün necvâsı olmaz ki, mutlak onların dörtleyicileri O, olmasın, yani her halde O, onların beraberlerinde bulunur, onları dörtler. Necvâ, Enbiyâ Sûresi’nde geçtiği gibi sır söylemek gizli konuşmak, Türkçesi Kamus müterciminin de ifade ettiği şekilde fisildi, daha Türkçesi fısıltı demektir. Yüksek tepe mânâsına “Necveh”den, yahut kurtuluş anlamına gelen “necât”tan alınmıştır. Aralarında sır konuşmak isteyenlerin, herkesin çıkamayacağı yüksek yerlere çıkmak, yahut etraflarında bulunan kimselerin işitmelerinden kurtulmak istemeleri düşüncesiyle, fısıltıya bu ismin verildiğini söyleyenler de vardır.
Arapça’da üçten ona kadar râbi, hâmis gibi fâil veznindeki sayı isimleri iki şekilde kullanılmaktadır. Birisinde üçüncü, dördüncü, beşinci vb. mânâsında sıra sayıları dediğimiz sayı ismi olur. Bu durumda mensup olduğu sayının biri veya sonuncusu demek olup kendi derecesinden bir sayıya bağlanmış, olur. Mesela, sâlisuselâse, râbiuerbaa, üçün biri yahut üçüncü sırada bulunan, dördün biri veya dördüncü sırada bulunan mânâsını ifade eder. Diğerinde ise ism-i fâil olup türediği sayıdan bir eksiğine bağlanmış olur. Mesela, sâlis üçleyen, râbi dörtleyen, hâmis beşleyen, sâdis altılayan vb. demek olup, sâlisu isneyn, rabiu selâse, hâmusi erbaa, sâdisu hamse diye kullanılır. Âyete “râbi” üçe muzaf olduğu için ikinci anlamdadır. Yani dörtleyen veya dörtleyici demektir. Sâdis de bunun gibidir. Ne de bir beşin, fısıltısı olmaz ki mutlak O, altılayıcıları olmasın ve gerek ondan daha azın yani zikredilen üç veya beşten az ki, iki veya dörttür. Çünkü ikiden aşağı karşılıklı konuşma, müşâvere ve müzakere olmaz. Gerekse daha çoğun ki altı veya daha fazlanın fısıltısı olmaz ki mutlak O (Allah) beraberlerinde bulunmasın yani hepsiyle beraberdir. Her nerede olurlarsa olsunlar beraberlerindedir. Görülüyor ki bu âyette önce üçten başlanmış, sonra beşe geçilmiş, ikisinde de tek sayılar zikredilmiş, sonra da daha az veya daha çoğu şeklinde kısaca ifade edilmiştir. Bunun bir hayli nüktesi vardır. Evvela, âyetin nüzul sebebine işarettir. Zira rivayet olunmaktadır ki, “Rabia b. Amr ile biraderi Habib b. Amr, bir de Safvân b. Ümeyye bir gün tenhada konuşuyorlarmış. Birisi, “Allah bizim söylediklerimizi bilir mi dersiniz?” diye sormuş. İçlerinden biri, “Bazısını bilir, bazısını bilmez.” demişti. Üçüncü şahıs da, “Bazısını bilirse hepsini bilir.” demiş. İşte söz konusu âyetin inişine bu olay sebeb olmuştur.” İkincisi, sûrenin başında zikredilen mücâdeleci kadın Hz. Peygamber’le konuşurken yanlarında Hz. Aişe de vardı. Bunun için sayıları üçe ulaşmıştı. Üçüncüsü, gizli konuşmak çoğu defa müşâvere (danışma) için olur. Müşâvere iki kişi arasında olabilirse de, ihtilaf edildiği takdirde bir tarafın çoğunlukla tercih edilebilmesi için müzakerenin üç, beş, yedi, dokuz gibi tek sayı ile yapılmasının daha uygun olacağına işaret sayılabilir. Hz. Ömer’in vefatı sırasında danışma meclisini altı kişi yapması, aşere-i mübeşşere (cennetle müjdelenenler)den olan o altı zâtın belirlenmiş olmasından dolayıdır. Nitekim Hz. Ömer onlara, “Resullullah (s.a.v) sizden razı olarak vefat etti.” demiştir. Bununla beraber oğlu Abdullah’ın hilafetten hissesi olmamakla beraber icabında tercih noktasından hareketle onun da beraberlerinde bulunmalarını şart koşarak yine tek sayıya riayet etmiştir. Dördüncüsü, böyle gizli konuşacak komisyonların, toplulukların ekseriya üç, en fazla beş kişiden ibaret olmasına işarettir.
Mamafih daha aşağı, daha yukarı gizli cemiyetler de olabileceğinden ile hepsi ifade edilmiştir. Sonra bütün bunların yaptıkları amellerini kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Amelleriyle onları rezil edip azaba sokacaktır. Öyle ya Allah her şeyi bilicidir.
8. “Gizli konuşmaktan men edilip de yine o men edildikleri şeyi yapmaya kalkışanları görmedin mi?” Buradaki rü’yet (görme) fiili, ile kullanılmış olduğu için bakmak mânâsını ifade etmektedir. Bu âyet de yahudilerle münafıklar hakkında indirilmiştir. (Bakara, 2/14 âyetine bkz.) Hem de günah, vebal, müminlere karşı düşmanlık, tecavüz ve Peygamber’e isyan konusunda fısıldaşıyorlardı. Gizli cemiyetler yapıyor, gizli gizli konuşuyorlardı. “Onlar sana geldikleri zaman seni Allah’n selamlamadığı bir tarzda selamlıyor.” Tahiyye, Allah ömürler versin ve sabahınız hayır olsun gibi sağlık ve esenlik mânâsı ifade etmektedir ki, biz müslümanların tahiyyesi selamdır. Bu, “Orada birbirlerine sağlık dilekleri selamdır…” (Yûnus, 10/10) âyetinde görülmektedir. Peygamber’e verilecek selam da, “Selam senin üzerine olsun Ey Allahın Resulü.” “Salat ve selam senin üzerine olsun Ey Allah’ın Resulü.” “Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun Ey Allah’ın nebisi.” şeklindedir. Allah Teâlâ da peygamberini “Selam olsun seçkin kıldığı kullarına…” (Neml, 27/59), “Gönderilen bütün peygamberlere selam” (Saffât, 37/181),
9-10. “Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzâb, 33/56) gibi salât ve selam ile selamlamıştır. Buhari, Müslim ve diğer kaynaklarda Hz. Aişe’den nakledilen bir rivayete göre, yahudilerden bazıları Hz. Peygamber’in huzuruna geldiler ve ona “Ölüm senin üzerine olsun, Ey Kâsım’ın babası.” dediler. Peygamber de, “sizin üzerinize olsun” şeklinde karşılık verdi. Hz. Aişe diyor ki ben de onlara: “Ölüm size olsun, Allah size lanet etsin ve Allah’ın gadabına uğrayasınız.” dedim. Bir başka rivayette de, “Ölüm, kusur ve lanet size olsun.” Bundan dolayı Peygamber bana, “Ey Aişe Allah Teâlâ, gereğinden fazla söyleyeni sevmez.” buyurdu. Ben de ona, “Duymuyor musun? “Ölüm” diyorlar.” dedim. “Sen de işitmedin mi? ben de onlar için dedim.” buyurdu.” İbnü Esir der ki: ” ‘ın kullanılışında meşhur olan hemzesiz olmasıdır. Onlar bununla ölüm murad ediyorlardı. Ancak bazı rivayetlerde hemzeli olduğu görülmektedir ki bunun mânâsı da, dininizden bıkasınız demektir.” Ahmed b. Hanbel ve “Şuabu’l- iman”da Beyhakî Abdullah b. Ömer’den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: “Yahudiler Resulullah (s.a.v)’a diyorlar ve bununla sövmeyi kasdediyorlardı. Sonra da aralarında “Bu söylediklerimiz yüzünden Allah’ın bize azab etmesi gerekmez miydi?” (Mücâdele, 58/8) diyorlardı. İşte bunun üzerine âyeti nazil oldu. Ve nefislerinde, yani kendi aralarında veya gönüllerinde diyorlardı ki, Allah söylediğimizle bize azab etse ya!… Yani o Allah’ın Resulü ise ona tahiyye (selam) adına söylediğimiz söz sebebiyle Allah bize bir azab verse ya! diye dünyada azab istiyorlardı. Onlara cehennem yeter, bu dünyada azab edilmeyeceği mânâsına değildir, lakin ahiretteki cehennem azabı her azabdan da beterdir. Yani hepsinin yerine yetecek derecededir. Onlar ona yaslanacaklardır, (cehennemin) içine atılacaklardır. O ne kötü dönüş yeridir. O cehennem ne fena bir son, ne kötü akıbettir. Dönüp varılacak yerlerin en fenası, düşülecek değişim yerlerinin en kötüsüdür.
“Ey iman edenler! Gizli konuştuğunuz zaman…” Müminler gizli konuşmalardan, fısıldaşmalardan mutlak surette men edilmeyip, ancak günahtan, şuna buna zulüm ve tecavüz etmek ve Hz. Peygamber’e isyan mahiyetinde şeyler konuşmaktan nehyediliyorlar. Gizli görüşmeler yaptıkları zaman da hayra, hasenâta ve Allah’ın azabından korunma yollarına dair hususlarda konuşmakla emrolunuyorlar. Buhârî, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud’un İbnü Mes’ud’dan yaptıkları rivayette Hz. peygamber buyurmuştur ki, “Üç kişi bir arada bulunduğunuz zaman, insanlara karışıncaya kadar ikiniz diğerini bırakıp da fısıldaşmayın. Çünkü bu durum onu mahzun eder.” Âlimler demişlerdir ki, iki kişi bir üçüncü şahsın yanında onun anlamadığı bir lisanla konuştuklarında eğer o bundan üzüntü duyuyorsa, bu da tıpkı yukardaki gibidir.
11. Gizli konuşma hakkındaki bu öğretiden sonra açık meclislerdeki adâbla ilgili olarak buyuruluyor ki,
12. Ey iman edenler! Sizlere meclislerde, oturduğunuz yerlerde genişleyin denildiğinde genişleyiverin. Yani açılın, gelene yer verin denildiği zaman yer açın, ortalığı daraltmayın. İbnü Ebî Hâtim’in Mukâtil b. Hibbân’dan yaptığı nakle göre, Âlûsî bu âyetin nüzul sebebini şöyle anlatmıştır: “Hz. Peygamber (s.a.v) Muhâcir ve Ensâr içinden Bedir ehline ikramda bulunurdu. Sâbit b. Kays b. Şemmâs’ın içinde bulunduğu Bedir ehlinden bir grup meclise geldiğinde, meclis dolmuştu. Resulullah (s.a.v)’ın karşısında durarak ona: “Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey Nebi!” dediler. Resulullah da “Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi sizin üzerinize de olsun.” diye selamlarına karşılık verdi. Sonra meclistekilere selam verdiler, onlar da selam ile mukabelede bulundular. Böylece ayakta dikilip kaldılar ve kendilerine yer açılmasını beklediler. Ancak kimse onlara yer vermedi. Bu ise Resulullah (s.a.v)’ı üzdü. O da çevresinde bulunanlardan bazılarına, “Kalk ya filan, ya filan!” diyerek bir kaç kişiyi kaldırdı. Ancak, durumun hoşlarına gitmediği, kalkanların yüzlerinden belli oluyordu. Münafıklar bunu dedikodu vesilesi yaparak “Yakınına oturanı kaldırıp da sonra geleni oturtması adalet değildir.” dediler. İşte söz konusu âyet bu sebeble indirildi.” Hasan el-Basri ve Yezid b. Ebî Habîb gibi bazı zatlar ise, “Sahabiler harp saflarında, savaş alanlarında kıskançlık göstererek sıkı bir şekilde durur ve şehid olma arzusuyla birbirlerine yer açmazlardı. Bu âyet işte bu sebeble nazil oldu.” demişlerdir. Âyetteki mânânın kapsam itibarıyla bunu da içine aldığı kabul edilirse de çoğunluk, sözü edilen âyetin, Peygamber (s.a.v)’in meclisindeki izdiham nedeniyle indirildiğini söylemiştir. Kısacası hangisi olursa olsun bulunduğunuz meclislerde darlık yapmayın, etrafınızdakilere sıkıntı vermeyin, genişleyin. Ve açılın, yer verin denildiği zaman, ne suretle olursa olsun yer açın genişletin ki Allah size genişlik versin. Kalkın yahut yukarı geçin, denildiğinde de hemen kalkıverin ki Allah içinizden iman edenleri, yani hakikaten imanlı olan ve bu emirlere de temiz yürekle iman eden müminleri yükseltsin. İman ile emre boyun eğmelerinin mükafatı olarak dünyada başarı ve güzel ünvan, ahirette cennet köşklerinde makam ile üstünlük versin. Kendilerine ilim verilmiş olan zatları da derecelerle yükseltsin bilhassa ilim ile uğraşıp gereğince amel eden âlimleri de derecelerle daha yüksek makamlara geçirsin. Bu âyet, ilmin fazileti ve âlimlerin üstünlüğü hakkındaki açık delillerdendir. Bu konuda birçok hadis de vardır. Kısaca ifade etmek gerekirse denilebilir ki, imam-ı Azam Ebu Hanife’nin Müsned’inde İbnü Mesud’dan naklettiği şu hadis, bu hussutaki hadislerin en mühimlerindendir. Peygamber buyurmuştur ki: “Allah Teâlâ kıyamet günü âlimleri toplayıp da buyuracak ki: ‘Ben size sırf hayır istediğim cihetle hikmetimi kalplerinize koydum. Haydi cennete girin. Çünkü sizden ortaya çıkacak kusurlara karşı sizi affettim.” Tirmizi, Ebu Davûd ve Dârimî şu hadisi merfu olarak Ebu’d-Derdâ’dan rivayet etmişlerdir: “Âlimin âbid karşısındaki üstünlüğü, ayın dolunay gecesi diğer yıldızlar karşısındaki üstünlüğü gibidir.” Yine Tirmizi, Ebu Ümâme (r.a.)’den Resulullah (s.a.v)’ın şöyle dediğini nakletmiştir: “Âlimin âbide olan üstünlüğü benim, (derece itibariyle) sizin en aşağıda olanınıza karşı üstünlüğüm gibidir. Muhakkak ki Allah Teâlâ ve melekleri, gökler ve yerde bulunanlar hatta yuvasındaki karınca ve hatta balıklar, insanlara hayır öğreten kimseye salavat getirirler.” Dârimi’nin Hasan el Basri’den yaptığı rivayette Resulullah şöyle buyurmuştur: “Her kim İslâm’ı ihyâ etmek (yaşatmak) için ilim taleb ederken, kendisine ölüm gelirse, onunla peygamberler arasında tek bir derece vardır.” Şu hadisler de bu konuda pek önemlidir. Deylemi, “Firdevs” de Ümmühâni (r.a.) naklediyor: “Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: “İlim benim ve benden evvelki peygamberlerin mirasıdır.” İbnü Adiy Hz. Ali’den naklediyor: “Âlimler yerin ışıkları peygamberlerin halifeleri, benim varislerim ve peygamberlerin varisleridir?” İbnü’n-Neccâr Enes (r.a.)’den naklediyor: “Âlimler, Peygamberlerin varisleridir. Gök ehli onlara karşı muhabbet besler ve öldükleri zaman denizdeki balıklar kıyamete kadar onların günahlarının affı için dua ederler.” Ahmed b. Hanbel ve İbnü Hibbân, Ebü’d-Derdâ (r.a.)’dan naklediyor: “Her kim bir yola girer ve onda ilim taleb ederse, Allah Teâlâ onu cennet yollarından bir yola götürür ve melekler ilim taleb edenlere sanatlarından hoşlandıklarından dolayı kanat gererler. Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmadılar. Ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan, büyük bir pay almış olur.” İbnü’n-Neccâr Enes (r.a.)’den naklediyor: “Âlimler komutan, müttakiler efendidirler. Onlarla oturmak da kârlı bir iştir.” Hâtib, İbnü Ömer’den (r.a.) naklediyor: “Âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanıyla tartıldı da ondan ağır geldi.” Taberânî, “Evsât”da Ebu Hureyre (r.a.)’den naklediyor: “İlim elde edin ve ilim için kararlılık ve vekâr da öğrenin. Kendisinden ilim öğreneceğiniz kimseye karşı mütevazi olun.” Deylemî, “Firdevs”de Hz. Ali (r.a.)’den naklediyor: “Kendisinden istifade edilen âlim bir âbidden daha hayırlıdır.” İbnü Adi, Hatib, İbnü Asâkir, Ebu’d-Derdâ (r.a.)’dan naklediyor. “Öğrenmek istediğinizi öğrenin, fakat bildiğinizle amel etmediğiniz müddetçe ilmin size hiçbir faydası olmaz.” Ebu’l-Hasen İbnü Ahzemi el-Medinî, “Emâli”sinde Enes (r.a.)’den naklediyor: “İlimden istediğinizi öğrenin. Fakat amel etmedikçe vallahi ilim toplamakla sevab elde edemezsiniz.” Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim, Muaviye’den, yine Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî İbnü Abbas’tan ayrıca İbnü Mâce Ebu Hureyre (r.a.)’den naklediyor: “Her kime Allah hayır dilerse, onu dinde fakîh kılar.” Taberani, İbnü Ömer (r.a.)’den naklediyor: “İbadetin en faziletli olanı fıkıh, dinin en faziletlisi de takvadır.” Hatib, Câbir (r.a.)’den naklediyor: “Âlimlere ikram ediniz. Çünkü onlar Peygamberlerin mirasçılarıdır. Kim onlara ikram ederse Allah ve Resulü’ne ikram etmiş olur.” Rafii, Benz b. Hakim’den, o da babasından, dedesinden naklediyor: “Âlimleri karşılayan beni karşılamış, onları ziyaret eden beni ziyaret etmiş ve onların meclisinde bulunan, benim meclisimde bulunmuş olur. Benim meclisimde bulunan da sanki Rabbim’in meclisinde bulunmuş gibidir.” Deylemî, İbnü Mes’ud’dan ve Ebu Hureyre (r.a.)’den naklediyor: “İlim ortadan kaldırılmadan evvel ilim öğrenin. Çünkü her biriniz, yanındakine ne zaman muhtaç olacağını bilmez.” Ahmed b. Hanbel, Dârimî, Tâberânî, Ebu’ş-Şeyh (tefsirinde) ve İbnü Merdûye, Ebu Umâme (r.a.)’den naklediyor: “Ey insanlar ilim alınmadan, kaldırılmadan önce nasibinizi alın. Denildi ki: “Ya Resulullah Kur’ân bizim aramızdayken ilim nasıl kaldırılır? Buyurdu ki: “Hay seni anası yitesi! İşte yahudi ve hıristiyanlar, aralarında kitapları var. Fakat peygamberlerinin getirdiğinden bir harfe tutunmaz olmuşlardır. Haberiniz olsun ki ilmin gitmesi, hepsinin gitmesidir. İlmin gitmesi, cümlesinin gitmesidir. İlmin gitmesi, cümlesinin gitmesidir. (bu son kısmı üç defa tekrar etti.)”> Ahmed b. Hanbel, Buharî, Müslim, Nesâî ve İbnü Mâce, İbnü Ömer (r.a.)’den naklediyor: “Allah Teâlâ, ilmi kullardan soymak suretiyle çekip almaz. Ancak ilmi, âlimleri almak suretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir âlim bırakmayınca da, insanlar bir takım cahil başlar edinirler ve onlara sorular sorarlar, onlar da ilimsiz fetva verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.” Ebu Nuaym ve Deylemî, Ebu Hureyre (r.a.)’den naklediyor: “Ahir zamanda bir kavim ortaya çıkar. Cahiller başa geçerek insanlara fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.” İbnü Neccâr, Ebu Hureyre (r.a.)’den naklediyor: “Kötü âlimler kıyamet günü getirilir, cehennem ateşine atılır. Her biri, cehennemde bir kamış ile değirmen döndüren merkeb gibi dolaşır durur. Ona: “Vay sana, biz seninle doğru yolu bulmuştuk, bu halin de ne?” diye sorarlar. O da der ki: “Ben, sizi nehyettiğim şeyleri tutmaz aksini yapardım.” Deylemî, “Firdevs” de İbnü Abbas (r.a.)’tan naklediyor: “Dinin felaketine yol açan üç sebeb vardır: Günahkâr fakih, zalim devlet başkanı ve cahil müctehiddir.” Askerî, Hz. Ali (r.a.)’den naklediyor: “Fakihler, dünyaya dalmadıkları ve sultana uymadıkları müddetçe peygamberlerin güvenilir (vâris)leridirler. Ancak bunu yaparlarsa o zaman onlardan sakının.” Ahmed b. Hanbel, Hz. Ömer (r.a.)’den naklediyor: “Ümmetimin aleyhine korktuğumuz şeylerin en korkuncu, her dili bilen münafıktır.” Yine Ahmed b. Hanbel ve Ebu Nuaym “hilye” de Hz. Ömer (r.a.)’den naklediyor: “Ümmetimin aleyhine korktuğumun en korkuncu, saptırıcı liderlerdir.” Taberânî, İbnü Mesud (r.a.)’dan naklediyor: “Eğer bir kimseye Allah Teâlâ bir ilim vermiş de o da onu gizlemişse, Kıyamet günü Allah Teâlâ da ona ateşten bir gem vurur.” İbnü Asâkir Ebu Hureyre (r.a.)’den naklediyor: “Kıyamet gününde insanların en şiddetli azab çekeni, Allah’ın ilmiyle kendisine bir menfaat vermediği âlimdir.” Tirmizî, İbnü Ömer (r.a.)’den naklediyor:
“Her kim Allah’tan başkası için ilim elde ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” Ebu’ş-Şeyh Ubâde b. Sâmit (r.a.)’den naklediyor: “İlim amelden hayırlıdır, dinin kuvvetlenmesi ise, takva iledir. Âlim, az da olsa ilmiyle amel edendir.” İbnü Lâl, “Mekârimu’l-Ahlâk”da Hz. Ali (r.a.)’den naklediyor: “Size mükemmel bir fakihi haber vereyim mi? Allah’ın rahmetinden insanların ümidini kesmeyen ve merhametinden onları ümitsizliğe götürmeyen, Allah’ın tuzağından onları emin kılmayan ve dünyaya rağbet için Kur’ân’ı bırakmayan kimsedir. Haberiniz olsun ki ne anlaşılmayan bir ibadette, ne de üzerinde düşünülmeyen ilimde hayır yoktur.” Hatib, “el Müttefâk ve’l-müfterak”de Şeddâd b. Evs’den naklediyor: “Kul, Allah’ın zâtı hakkında insanlara ve herkesten fazla da kendi nefsine buğz etmedikçe mükemmel bir fakih olamaz.”
Kısacası, ilmin ve âlimlerin gerek fazileti ve gerekse musibeti hakkında, hadis kitaplarında pek çok hadis mevcuttur. Nitekim Kenzü’l-Ummâl’de yüzlercesi nakledilmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan husus ise, ilmin amelden fazilet ve meziyyet bakımından üstün olması ve Allah’ın yanında yüksek derecelere ulaşan âlimlerin, kendilerini ilme verip ilmiyle amel eden âlimler olmasıdır. Onun için âlimler, ilimleriyle amel etmeli, müminler de âlimlere hürmet ve ikrâmda bulunmalıdırlar. Âlimler, ilmin şerefini, konusunun şerefi, gayesinin şerefi ve meselelerinin kuvveti ile uygun olmak üzere üç açıdan çeşitli derecelere ayırmışlardır. Ahmet b. Kays demiştir ki: “İlimle desteklenmeyen üstünlük sonuçta bir perişanlığa dönüşür.
Ve Allah, bütün amellerinizden haberdardır. Ona göre mükafat veya ceza verecektir. Bu cümle, esasen ilimle kasdedilenin amel olduğunu ifade etmekte ve ilme saygı göstermeyenleri uyarmaktadır.
“Ey iman edenler! Peygamber ile gizli konuştuğunuz zaman…” Bu âyet de özellikle Resullullah (s.a.v)’ın meclisinde kendisine fısıltı ile bir şey arzetmek isteyenlerin adâbı hakkında nazil olmuştur.
İbnü Abbas’tan rivayet edildiğine göre, “Bazı sahabiler, Resulullah (s.a.v)’ın meclisinde kendilerini göstermek için lüzumlu, lüzumsuz fısıltı ile ona bir şeyler arzetmeğe kalkıyor ve bu, gittikçe çoğalıyordu. Hz. Peygamber de, lütuf ve hoşgörüsü sebebiyle hiç birisini reddetmiyordu. İşte bu yüzden söz konusu âyet indirildi.” Katâde’den yapılan rivayete göre de, “Zenginler Peygamber’in huzuruna geliyorlar ve sık sık dilekte bulunarak mecliste fakirlere galebe ediyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v) de bunların çok oturmalarından ve çok fısıldaşmaya kalkışmalarından sıkılıyordu. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi. “Böylece buyuruluyor ki: Ey iman edenler Peygamber’e bir şey fısıldamak istediğiniz vakit fısıltınızdan önce bir sadaka veriniz ki miktarı ne olursa olsun bu suretle bir sadaka verilmesi sizin için hayırlıdır. Muhtaçları sevindirecek ve size sevab kazandıracak bir hayırdır. Hem de daha ziyade bir temizliktir ve Peygamber’den dilekte bulunmak hususundaki niyetlerin samimiyetine, mallarınızda fakirlerin gözlerinin kalmamasına ve ahlâkın berraklaştırılmasıyla hayır ve iyilikleri âdet edinmeye sebeb olur. Şayet bulamazsanız sadaka vermeye gücünü yetmezse o halde de Allah, Gafûr’dur Rahim’dir. Öyle sadaka veremeyecek olan fakirlerin de fısıltı ile istekte bulunmasına izin verir. Burada Gafûr isminin zikredilmesi, emrinin ibâha değil vücub ifade ettiğini göstermektedir. Şunu da unutmamak lazımdır ki, Resulullah kendi adına hediye kabul ederdiyse de, sadaka kabul etmezdi. Hatta şunu da belirtmek gerekir ki Peygamber (s.a.v)’in aile fertlerinin bile sadaka ve zekat almaları haramdır. Onun için burada verilmesi emredilen sadakadan maksad, lüzumuna göre fâkirlere sarfedilmek üzere verilen sadakadır. Nitekim Nisâ Sûresi’nde “Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka verilmesini, yahut bir iyilik yapılmasını yahut da insanların arasının düzeltilmesini isteyenlerin fısıldaşması başka. Kim Allah’ın rızasını elde etmek için onu yaparsa, Biz ona yakında büyük bir mükafat vereceğiz.” (Nisâ, 4/114) buyurulmuştu. Bununla beraber burada emrolunan sadakanın vücûbiyyeti, çok geçmeden bundan sonra gelecek olan âyet ile nesh edilmiştir.
Hakim, İbnü Münzir, Abd b. Humeyde ve daha başkalarının yaptıkları rivayette Hz. Ali şöyle demiştir: “Allah’ın kitabında bir âyet vardır ki, onunla benden evvel kimse amel etmediği gibi, benden sonra da kimse amel etmeyecektir. Bu âyet, “Necvâ Ayeti”dir: yanımda bir dinar vardı onu on dirheme sattım. Peygamber (s.a.v)’den her ne zaman bir dilekte bulunduysam o fısıltıdan evvel bir dirhem sadaka verdim. Daha sonra da o âyet neshedildi, (yürürlükten kaldırıldı) artık kimse onunla amel etmedi, âyeti indirildi.”
13. Fısıltınızın önünde sadakalar vermekten korktunuz öyle mi? Bu âyetten anlaşıldığına göre, demek ki ondan sonra bir iki sadaka veren olmuşsa da, fazla olmamış, böylece fısıltı hevesinin arkası kesilmişti. Yani sadaka vermekle fakirliğe düşeriz diye korktunuz, fısıltıyla konuşmadan önce çok sadaka vermediniz de dileklerinizden vazgeçtiniz değil mi? Madem ki yapmadınız yapabileceğiniz halde yapmadınız Allah da size tevbe ile nazar buyurdu. Kusurunuzu affedip yine sadaka vermeksizin Peygamber’den dilekte bulunmanıza müsaade etti. Bunun bir şükür ifadesi olmak üzere o halde namaza devam edin ve zekatı verin, Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Gerek meclislerin adâbı ve gerek diğer emirlerde itaatsızlık yapmayın da gereğini yerine getirin ki Allah habirdir, haberdardır, bir an bile ilminden kaçırmaz. Her ne yapıyorsanız gerek açıkta gerek gizlide, gerek sevap gerek günah, gerek yapma gerek terk etme gibi hususların hepsini bilir ve ona göre karşılığını verir.
Meâl-i Şerifi
14- Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.
15- Allah onlara çetin bir azab hazırlamıştır. Onlar ne kötü işler yapıyorlar!
16- Yeminlerini kalkan yapıp Allah’ın yolundan çevirdiler. Onlar için küçük düşürücü bir azab vardır.
17- Onların ne malları, ne de evlatları, kendilerinden, Allah’dan hiçbir şey savamaz. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedî kalacaklardır.
18- Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi O’na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını, sanacaklardır. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
19- Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı unutturmuştur. Onlar, şeytanın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki şeytanın partisi kaybedecektir.
20- Allah’a ve Resulüne düşman olanlar var ya, onlar en alçaklar arasındadırlar.
21- Allah: “Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz.” diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galipdir.
22- Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’ın hizbi (dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah’ın hizbidir.
14. Bakmaz mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını çekmek için Peygamber’e veya hitab edilmesi gereken her muhataba hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu münafıklara Allah’ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler. Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile yalan yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: “Hz. Peygamber (s.a.v) odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı. Resulullah, “Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek.” dedi. Derken gök gözlü birisi çıktı geldi. Resulullah ona: “Sen ve arkadaşların bana niye sövüyorsunuz?” buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti ve Hz. Peygamber’e “Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim.” dedi. Gitti, arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi.” Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim, “Delâil” adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve Hâkim İbnü Abbas’tan isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda da “Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi, O’na da yemin ettiler..” (Haşr, 58/18) âyetinin ve sonraki âyetlerin nazil olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil’den nakledilen rivayette isim zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan, sûrenin sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî’nin kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi, bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b. Kaysı Ensâriyyi Evsi’dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de onun tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi de bu hususta şöyle der: “Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır.” Ancak bunun başka birisi olma ihtimali de vardır.
15. Bakmaz mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını çekmek için Peygamber’e veya hitab edilmesi gereken her muhataba hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu münafıklara Allah’ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler. Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile yalan yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: “Hz. Peygamber (s.a.v) odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı. Resulullah, “Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek.” dedi. Derken gök gözlü birisi çıktı geldi. Resulullah ona: “Sen ve arkadaşların bana niye sövüyorsunuz?” buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti ve Hz. Peygamber’e “Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim.” dedi. Gitti, arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi.” Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim, “Delâil” adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve Hâkim İbnü Abbas’tan isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda da “Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi, O’na da yemin ettiler..” (Haşr, 58/18) âyetinin ve sonraki âyetlerin nazil olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil’den nakledilen rivayette isim zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan, sûrenin sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî’nin kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi, bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b. Kaysı Ensâriyyi Evsi’dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de onun tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi de bu hususta şöyle der: “Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır.” Ancak bunun başka birisi olma ihtimali de vardır.
16-17-18. Bakmaz mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını çekmek için Peygamber’e veya hitab edilmesi gereken her muhataba hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu münafıklara Allah’ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler. Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile yalan yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: “Hz. Peygamber (s.a.v) odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı. Resulullah, “Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek.” dedi. Derken gök gözlü birisi çıktı geldi. Resulullah ona: “Sen ve arkadaşların bana niye sövüyorsunuz?” buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti ve Hz. Peygamber’e “Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim.” dedi. Gitti, arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi.” Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü Münzir, İbnü Ebî Hâtim, “Delâil” adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve Hâkim İbnü Abbas’tan isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda da “Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi, O’na da yemin ettiler..” (Haşr, 58/18) âyetinin ve sonraki âyetlerin nazil olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil’den nakledilen rivayette isim zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer, kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan, sûrenin sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî’nin kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi, bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b. Kaysı Ensâriyyi Evsi’dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de onun tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi de bu hususta şöyle der: “Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır.” Ancak bunun başka birisi olma ihtimali de vardır.
19. Onlar, yani yukarıdan beri özellikleri sayılan ve şeytanın da istilası altında kalıp Allah düşüncesini unutanlar hep şeytanın hizbi, şeytanın taraftarı ve şeytanın partisidir. Uyanık ol ki şeytanın partisi muhakkak zarara uğrayanlardır. Çünkü ebedi nimeti zayi edip kendilerini azaba düşürerek nefislerini ziyân etmişlerdir.
20. Şüphe yok ki Allah ve Resulü’ne karşı yarışa kalkan haddini bilmezler öyleleri bütün o gördükleriniz, hallerini dinledikleriniz hep en alçakların içindedirler. Öncekiler ve sonrakiler içinde halkın en aşağılık, en zillete layık alçaklarından sayılmaktadırlar. Çünkü iki düşman taraftan birinin zillet ve sefaletinin en aşağı basamağı, düşmanlık ettiği tarafın izzet ve kuvvetinin derecesi ile ters yönde bir uygunluk arzetmektedir.
21. Allah yazdı. Ezelde hükmünü verip silinmesi ve bozulması mümkün olmayan bir yazı ile levh-i mahfuzda tesbit etti. Katade’ye göre bu söz, yemin makamında söylenmiştir. Yazdı ki: Celâlim hakkı için her halde ben gâlibim ben ve elçilerim. Onun için peygamberler öldürülseler bile davalarında gerek delil ve gerek kılıç itibarıyla gâlib ve muzaffer olurlar. Çünkü Allah kuvvet ve izzetine nihayet olmayan, eşi ve ortağı bulunmayan çok kuvvetli bir azizdir. Kuvveti ile resullerine yardım eder, muradına karşı asla mağlub edilmez.
22. Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi Allah’a ve Resulü’ne karşı düşmanlık eden kimselerle sevişir bir halde bulamazsın. Öyle kimselerle sevişmek Allah’a ve ahirete imanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira, onlara o durumda dostluk yapmak küfre sevgi göstermektir. Çünkü Allah ve Resulü’ne düşmanlık etmek, küfrün en şiddetlisidir. Küfre muhabbet ise, iman ile bir arada bulunmaz. Âyetin zahirî anlamı için bu mânâ daha uygundur. Mamafih müfessirlerin bir çoğu kelâmi bir nükte üzerine oturtarak bunu şu mânâ ile tefsir etmişlerdir. “Sevmemeleri gerekir, sevmemelidirler.” “İsterse onlar, babaları veya oğulları veya kardeşleri, yahut hısımları olsun…” Bu âyetin anlamı ile ilgili olarak Mümtehine Sûresi’nin “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz..” (Mümtehine, 60/8), “Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zalimler onlardır.” (Mümtehine, 60/9) âyetlerini de burada düşünmek gerekmektedir. İşte onlar, o Allah ve Resulü’ne karşı yarışa kalkışan kimseleri sevmeyen müminler yok mu Allah onların kalplerine iman yazmıştır. Yalnız lisanlarında değil, kalplerinde de tesbit etmiş ve yerleştirmiştir. Bundan anlaşılır ki asıl iman kalp işidir. Ve kendilerini tarafından bir ruh ile güçlendirmiştir. Kalplerine hayat veren ilâhî bir irfan nuruyla kuvvetlendirmiştir. Onun için Allah’ı unutmazlar. Ahiret yolunu görür, sevilecek ve sevilmeyecek kimseleri tanırlar. Allah ve Resulü’ne itaat eder ve Allah yolunda her fedakârlığa katlanırlar. Hem Allah onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. O suretle ki içlerinde sonsuza dek kalmak üzere öyle ki Allah onlardan hoşnut, onlar da Allah’tan hoşnut oldular, hem kendilerinden razı olunmuş hem de kendileri ondan razı olmuş olarak Allah’ın rızasına erdiler. İşte bu özelliklerini işittiğin müminler, Allah’ın partisidir. Allah’ın askerleri, Allah dininin yardımcıları ve Allah yolunda cihad eden mücahidlerdir. Uyanık ol ki Allah’ın partisi, taraftarları, muhakkak hep felah bulanlardır. Dünya ve ahirette hayır ve isteklerine kavuşanlar ancak onlardır. “Allah’ım bizi de onlardan kıl.”
İşte Mücâdele Sûresi bu şekilde son bulmaktadır. Bunu aşağıda gelen Haşr Sûresi’nin tesbih ve tenzih ile başlayarak takib etmesi, ne kadar güzel ve ne kadar yerindedir. Bunu izah etmeye ihtiyaç bile yoktur. “Ey Allah’ım bizi de iyiler topluluğuna kat.”