KURAN’I KERİM TEFSİRİ
ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR
Hûd Suresi Tefsiri, Türkçe Meali ve Açıklaması
Elif-Lâm- Ra, (bunun anlamı için Yunus Sûresi’nin baş tarafına bakınız.) Bir kitap ki, âyetleri muhkem kılınmış, ihkam edilmiştir. Muhkem, yani her bakımdan boşluktan uzak, bozulmak ihtimali olmayan, gayet sağlam ve muntazam veya hakîm, yani yüce hikmetleri içeren, hikmet nizamı ile düzenlenmiş, sonra tafsil de olunmuştur.
Tafsil: Aslında bir şeyi fasıl fasıl bölmek, belli ve farklı bölümlere ayırmak demektir. Bu mânâda, mesela, bir inci dizisine ara ara, yer yer iri daneler geçirildiği, veya bir tesbih dizisinin taneleri aradaki imamelerle ayrıldığı gibi diziye fasıla geçirmek anlamına gelir, denilir ki, “yani, içine fasıla yerleştirdi,” demek olur. Ve bir şeyi beyan eylemek açıklamak anlamına gelir: denilir ki, “açıkladı” demek olur. Kamus Şarihi der ki, “İcmal karşıtı olarak tafsil bu kökten gelmektedir. Zira asıl tafsil, bir şeyi, belli ve belirgin özelliklerine ayırmak demektir. Bunun gereği de uzatmak ve çoğaltmaktır. Bundan dolayı, tafsil, özet söylenen bir sözü çoğaltarak açıklamak anlamına kullanılmıştır. Kur’ân’ın tafsilatlı, yani, mufassal olması da birçok vecihler iledir: Bir kerre âyetleri nesrin seci’inden, şiirin kâfiyesinden bambaşka bir güzellik sergileyen fasılalar ile birbirinden ayrılmıştır. Ayrıca sûre sûre bölümlere ayrılmıştır. Nitekim âyetleri kısa kısa olan sûrelere bu mânâ ile “Mufassal” denilir ki, fasılaları çok demektir. Ancak bu anlamda fasıla her âyetin sonunda mevcut olduğu ve muhkem olan âyetleri de ilgilendirdiği için burada ‘deki tafsilden murad, daha aşağı mertebede bir fasıl ve fasıla ile başka bir anlamda olması gerekir. Onun için tefsir alimleri başlıca şu anlamları tercih etmişlerdir:
1- Kur’ân’ın kelimeleri muhkem bir nazımla dizilip fasılalar ile âyet âyet ayrıldığı gibi, âyetleri de yer yer tevhid delilleri, peygamberlik delilleri, ahkam, öğüt, kıssa, emsal ve ahbar gibi metalib ve çeşitli faydaları olan kısımlardan dikkat çekici fasılalarla ayırd edilip fasıl fasıl, bölüm bölüm kılınmış, ince ilişkiler ve hoş geçişler ile konudan konuya, kıssadan kıssaya geçen bir sanatlı üslup üzerine kurulmuş ve bu arada bazan terkibi, bazan da tercii andıran, bir cihetten fasıl, diğer cihetten vasıl, bir bakıma bir mukaddime, bir bakıma bir hatime gibi bend âyetleriyle bezenmiş ve düzenlenmiş ve bu minval üzere sûre sûre bölünmüş ve birçok mesele ve kıssalar çeşitli yerlere ve sûrelere serpiştirilerek, tevhid inancı, uluhiyet ve ubudiyet konuları üzerinde çeşitli ve değişik açılardan ilişkiler söz konusu edilmiştir. Böylesine ayrıntılı ve geniş serpiştirmelere rağmen gerek ayrıntılar, gerek ana konu sapasağlam ve muhkem olarak kalmıştır. Onun muhkemliğine ve metanetine asla halel gelmemiştir. Ki, bu anlamda tafsil, inci dizisine fasıla geçirmek anlamından alınmıştır.
2- Beyan mânâsınadır. Çünkü Kur’ân âyetlerinde insanların geçim çabaları ve gelecekleri için muhtaç oldukları ve olabilecekleri şeyler hem asılları, hem de ayrıntıları ile beyan olunmuştur. Bu beyanın hayat gibi, yaratılıştan gelen doğal gelişme ile icmalden tafsile, tafsilden telhise doğru giden akışı hakkında Fatiha Sûresi’nde biraz açıklama yapılmıştı, (oraya bakınız.)
3- Kur’ân âyetleri değişik suretle nazil olmuştur. Velhasıl bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri bir bakıma muhkem, bir bakıma mufassaldır. Ne ihkamı tafsilini engeller, ne de tafsili muhkemliğini ihlal eder.
Bir hakim-i habir tarafından yani, bu öyle bir kitaptır ki, ilim ve hikmette eşi, benzeri olmayan, olma imkân ve ihtimali de bulunmayan Hak Teâlâ tarafındandır. O’nun hikmetiyle ihkam edilmiş, O’nun bilgisiyle tafsil olunmuştur. Kur’ân’ın nazmı Allah tarafından böyle icazkâr bir hikmetli yapıya kavuşturulmuş, muhkem ve mufassal kılınmış, özene bezene işlenip gönderilmiştir.
2- Şunun için ki: Allah’dan başkasına ibadet etmeyesiniz, O’ndan başkasını mabud tanımayasınız diye Hiç şüphesiz ben size O’nun tarafından bir uyarıcı ve bir müjdeciyim,
3- Ayrıca Rabbinize istiğfar eyleyesiniz diye. O’nun mağfiretini isteyiniz ki, Rabbiniz Allah Teâlâ, günahlarınızı bağışlasın, ayıplarınızı örtsün. Biraz ileride “Ancak iman edip iyi ameller işleyenler başkadır, onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.” (Hûd 11/11) buyurulmasından da anlaşılır ki, bu mağfiret dileme ve bağışlanma isteme işi, iman ve amel-i salih ile olacaktır. Onun için kuru bir istekle kalmayıp sonra da O’na tevbe ediniz. Sizi O’ndan çevirmiş ve uzaklaştırmış olan günahlarınıza pişmanlık duyup O’na tam bir samimiyetle yöneliniz, O’na dönünüz. Çünkü hak yolundan yüz çevirmiş olanlar, yine hak yoluna dönmedikçe muradlarına eremezler. O’nun bağışlanma isteğine de tevbe ile birlikte tevessül etmek, tevbe ile varmak lazımdır. Ki, sizi bir ecel-i müsemmaya kadar güzel bir temettü ile faydalandırsın. Yani, belli bir zamana kadar, takdir edilmiş olan ömürlerinizin sonuna, eceliniz gelinceye kadar güzel güzel yaşamanızı sağlasın, sizi güven ve huzur içinde yaşatsın, hayattan faydalandırsın. Yani şirk ve isyanda, taşkınlıkta ısrar hayattan güzel güzel yararlanmaya engel olan şeylerdir. Şirk ve günahta ısrar, edenlerden bir kısmının hayattan faydalanmaları söz konusu olsa da, aslında bu güzel ve hakiki bir faydalanma sayılmaz. İsyan ve günah ehlinin hayatı hiçbir zaman “hayat-ı tayyibe” olmaz. İsyanda direnen günahkârlar, dünya nimetleri içinde yüzseler bile kalb huzurundan, gönül rahatlığından mahrum kalırlar ve durumları daima tehlikelidir. İman ve amel-i salih ehli olanlar, ne kadar sıkıntı çekseler, ne kadar iptilalara uğrasalar yine de gönülleri huzur içindedir. Bundan dolayıdır ki, bir isyankâr, tevbeye muvaffak olduğu zaman vicdanı büyük bir huzura kavuşur, sevinçle dolar. Mesela, bir sarhoş içkiden tevbakâr olup kurtulsa, yeniden hayata gelmiş gibi neşe bulur. Fert açısından böyle olduğu gibi, cemiyet açısından da mesele daha büyük ve önemli boyutlara sahiptir. Bir kişinin, ilâhî emre isyan edip elde edeceği herhangi bir dünya menfaatı, toplum için bir zarar demektir. Toplumun zararı ise haddi zatında o isyankârın da zararını içermektedir. Ki, tevbe ve istiğfar etmeyip, günahta ısrar ettiği takdirde o, bu zararı bugün duymazsa bile yarın mutlaka duyar. Halbuki her tevbe eden fert ile toplum, bir işe yarar kişi kazanmış olur. Böylece hayattan güzel faydalanma yolunda bir adım daha atılmış olur. İşte “sizi güzel güzel faydalandırır.” şeklinde “hasen=güzel” yaşamaya dikkat çekilmesi bu gibi inceliklerden dolayıdır. Dahası var:
Ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Yani, taat ve amelde daha ziyadesini yapan, veya mükellef olduğundan fazlasıyla, mesela nafile ibadetlerle Allah’a yakınlaşmaya çalışan veya vazifesinden fazla çaba ve gayret gösterip “İnsanların hayırlısı insanlara faydası dokunandır.” hadisi şerifi gereğince Allah için insanların menfaatına hizmet eden fazıl ve fazilet sahiplerinin hepsine kendi Rabbani fazlından fazlasıyla mükafatını versin. Görülüyor ki, burada “belli bir ecele kadar” kaydı yoktur. Cümlenin böylece herhangi bir kayıttan uzak tutuluşu ise ahirette veya hem dünyada, hem ahirette anlamlarını içine almaktadır. Binaenaleyh bu durumda birçok fazilet ehlinin dünyada mükafat görmemeleri ile ilgili bir soruya da yer kalmaz. Bununla beraber bu ifade şunu da hatıra getiriyor ki, küfür ve isyan ile fazilet birleşemeyeceği gibi, isyankâr bir toplum içinde de fazilet takdir edilemez; bu yüzden de fazilet sahibi kimseler harcanır gider. İstiğfar ve tevbe ise günahtan iğrenmeyi gerektirdiği gibi faziletin gelişmesini de gerektirir. Tevbekâr olanlar çoğaldıkça fazilete karşı ilgi ve temayül artar, fazilet sahipleri kendi derecelerine göre takdir edilmiş, ve faziletli olmanın bir anlamda karşılığını görmüş olurlar. Çünkü fazilet ehlinin en büyük arzusu, hakkın rızası ve halk arasında fazilet duygu ve sevgisinin gelişip yayılmasıdır. Bunun böyle olduğu düşünülünce, çevrede iyilik ve faziletin revaç bulduğunu görmek bütün fazilet ehli için dünyada en büyük zevk ve mükafat demek olduğu muhakkaktır, ancak onların asıl mükafatları ise ahiretteki mükafat olduğu derhal anlaşılır.
İşin müjde tarafı böyledir. İnzar, yani uyarı tarafına gelince:
Ve eğer yüz çevirirseniz, yani şu emrolunan tevhid, istiğfar ve tevbeden dönerseniz. Muhakkak ki, ben bir peygamber olarak sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum, yani başınıza gelecek azaptan dolayı size acıyorum. Ki, o büyük gün kıyamettir.
4-Zira nihayet dönüşünüz ancak Allah’adır. Siz isteseniz de, istemeseniz de, tevbe etseniz de, etmeseniz de akıbet ölümden sonra dönüp varacağınız, ba’s olunup huzurunda toplanacağınız son merci, başkası değil, sadece ve sadece Allah’dır. O da herşeye kadirdir.” Şu halde O’nun huzuruna imansız, tevbesiz varmak ne korkunç bir şeydir.
5- Evet amma, muhakkak ki, onlar göğüslerini bükerler ondan gizlenmeleri için. Bizim dilimizde “göğüs bükmek” şeklinde bir deyim bilinen bir şey değildir. Fakat bilinmektedir ki, kalabalık bir mecliste başkalarından gizli birşeyler yapmak isteyen bir kimse göğsünü öne doğru eğer veya yan tarafa çevirir veya sırtını döner. Aynı şekilde gocunduğu bir kimseye rastgeldiği zaman yüzünü gizlemek isteyen de bunu yapar. Rivayet olunduğuna göre, Mekkeli müşriklerden bir kısımları, Resulullah geçerken böyle göğsünü büker, sırtını döner, elbiselerini başlarına çeker de bürünürlerdi. Allah’ın Resulünden böyle gizlenmekten maksatları da Allah kelâmını işitmekten kaçınmak, bu da bir anlamda Allah’dan gizlenmeye çalışmak demek olduğu için burada buna işaret olunmakta, kâfirlerin haktan yüz çevirmelerinden kinaye olarak bu deyim kullanılmaktadır. Yani, “göğüs bükmek” mecaz ve kinaye olarak, Allah’dan gizlenmek, O’ndan yan çizip kaçınmak anlamına gelmektedir. Ayrıca “göğüs bükmek” deyimi, kalb çarpıklığından, dıştan iyi görünüp, dost görünüp içten içe münafıklık etmek mânâsından da kinaye olabilir. Nitekim yine rivayet olunduğuna göre; müşriklerden bir kısmı, “Kapılarımızı kilitler, perdelerimizi indirir, örtülerimize bürünür de sinelerimizi Muhammed’e kin ve düşmanlık üzere dürer bükersek o bizi nasıl tanıyabilecek” demişlerdi. Ki, bu tabirlerin hepsi kalblerindeki kin ve düşmanlığı son derece gizlemekten kinayedir. Bu mânâyı şu da teyid eder ki, Abdullah b. Abbas’tan gelen bir rivayete göre, bu âyet, Ahnes b. Şurayk sebebi ile nazil olmuştur. Bu Ahnes çok tatlı dilli, güzel söz söyleyen bir adamdı. Resulullah’a sevgi ve muhabbet gösterir, kalbinde de zıddını gizlermiş.
Evet amma onlar örtülerine bürünürlerken, yani sadece göğüslerini büktükleri zaman değil, bütün bütün gizlenmek için örtülerine büründükleri zaman bile ne sır saklar, neyi açığa vururlarsa Allah hepsini bilir. Çünkü O, hiç şüphesiz zatussüduru bilir. Sinelerde gizli olanı veya sinelerin sahibi olan nefislerin zatını, özünü bilir.
Meâl-i Şerifi
6- Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar kıldıkları yerleri de, emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi apaçık bir kitaptadır.
7- O, öyle bir Allah’dır ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arşı da su üstündeydi. Onlara “öldükten sonra tekrar dirileceksiniz” dersen, o kâfirler de kesinlikle sana: ” Bu apaçık bir sihirden başka birşey değildir.” diyecekler.
8- Ve eğer bunlardan bir kısmının göreceği azabı belli bir süreye kadar erteleyecek olursak, o zaman da “onu engelleyen nedir ki?” diyecekler. İyi bilin ki, o azap onlara geldiği gün kendilerinden geri çevrilecek değildir. Ve o alay ettikleri şey kendilerini kuşatmış olacaktır.
6- Yeryüzünde hiçbir dâbbe, yani deprenip duran hiçbir canlı yoktur ki, kesinlikle onun rızkı Allah’a ait olmasın. Burada “yerde” ifadesi tahsis için değildir, “dâbbe” yalnızca dört ayaklı canlılar zannedilmesin diye bütün canlılara ait bir genelleme yapmak içindir ki, insan da bunlar arasındadır. Yani, gerek insan, gerek diğer canlıların rızkı, kuvveti, gıdası ve beslenmesi, yaşamak için gerekli olan bütün şartlar ve sebepler Allah’a aittir, O’ndandır. Tabii veya iradi olarak o canlının o rızka kavuşması Allah’ın yükümlülüğü altındadır. Gerçi yaşatmak istemediği vakit, rızkını kesiverir ve O kesince kimsenin vermesine imkân ve ihtimal yoktur. Fakat yaşatmak istediği sürece de bütün âlem onu önlemeye ve engellemeye çalışsa yine de göndereceği rızkı gönderir. Ve herbirinin müstekarrını ve müstevdaını bilir. Karar ettiği yeri de bilir, emaneten bulunduğu yeri de bilir. Durduğu, oturduğu yeri de bilir, gezdiği dolaştığı yeri de bilir. Sulbü de, rahimi de bilir. Yattığı yeri de bilir, öleceği yeri de bilir, veya öleceği vakti de bilir. Bütün bunları bilir ve ona göre rızkını verir. Hepsi bir kitab-ı mübindedir. Bütün o kımıldayan canlılar, rızıkları, müstekarları ve müstevda’ları takdir olunup, levh-i mahfuza yazılmış, Allah’ın bilgisinden yaratılış alanına çıkarılmıştır ki, bu kitabı görebilen melekler oradaki yazıyı açıktan okur ve anlarlar. İşte Allah’ın ilim ve kudreti böyle geniş ve fazl-u keremi ile rablığı böyle kapsamlıdır. Şu halde insan rızkını Allah’dan istemeli ve rızık için değil, Allah için çalışmalıdır. Rızık meselesi o kadar endişe edilecek bir şey değildir. Allah’dan başkasından rızık beklemek boşunadır.
7- O, öyle bir yaratıcıdır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Bu konu için A’raf Sûresi 7/54. âyetin tefsirine bkz.) Ve O’nun Arşı su üzerinde idi. “Asam tafsiri”nde “arşın su üzerinde olması göğün yer üzerinde olması kabilindendir, bitişik anlamına değildir” denilmiş. Galiba âlemde mevcut olan suyun arşın altındaki bütün kâinatı doldurabilecek kadar çok olmadığı düşünülmüş ve bundan kâinattaki boşluğun boyutlarına istidlal edilmiştir. Fakat diğer taraftan “arş suyun sırtı üzerinde idi” diye de eser varid olmuş bulunduğundan Keşşaf ve izleyicileri ifadenin her iki anlama gelme ihtimalini göstererek “Arş ile su arasında hiçbir mahluk, hiçbir şey yoktu” diye tefsir etmişlerdi ki, bu mânâ aralarının açık olup olmamasından daha geniş kapsamlıdır. Göklerin ve yerin yaratıldığı günlerde, arşın altında sudan başka şeyler de yaratılmış bulunacağı için arşın ve suyun yaratılması, göklerin ve yerin yaratılmasından önce olduğu söylenmiş ve bu görüş birçoklarınca daha yerinde görülmüştür. Oysa âyetteki ifadeye göre bu ihtimal dahilinde olsa da o kadar açık ve yerinde değildir. Belki aksi doğrudur. Bir de bunlar arşın herşeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir. Fakat Ebu Müslim İsfehani, burada kelimesini masdar olmak üzere bina etmek mânâsına hamlederek “Onun binası, yapısı su üzerine kurulmuş idi” diye te’vil eylemiştir ki, Allah’ın gökleri ve yeri binası su üzerine vaki oldu, demektir. Bu da göklerle yerin yaratılışına yakın olmuş olur. Bu bakımdan bu tevil ifadenin dış görünüşüne uygun düşüyor ise de “arş” ismine göre biraz uzak kalıyor. (Arş ve kürsî hakkında Bakara Sûresi (âyet 255) ve A’râf Sûresi (âyet 54)’e bakınız.) Acizane kendi anlayışıma göre “O’nun Arşı su üzerinde idi.” ifadesini “Sonra O, arş üzerine istiva etti.” (A’râf 7/54) âyetiyle karşılaştırarak ele almak gerekir. Her ikisinde de arş, saltanat tahtı anlamından alınmış hükümdarlık ve saltanattan kinayedir. Allah’ın arşı demek, O’nun hükümranlığı ve saltanatı, hakimiyet ve iktidarı demektir. Şu halde arşın su üzerinde olması mekana ve cisme bağlı bir anlam ile değildir. Ve “Sonra O, arş üzerine istiva etti.” karşılığında “arşın su üzerinde olması” da söz konusu istivaya karşılık olarak bir başka açıdan ifadedir. Nitekim bu saltanatın cereyanı mânâsını Fahreddin Razi, Fatiha Sûresi’nin tefsirinde dile getirmiştir. Âyette göklerin ve yerin yaratılmasından maksat, yücelikleriyle ve aşağılık yanlarıyla bütün âlem olması zahirdir. “Arz” altımızdaki yerin kara parçaları ve denizleriyle bütününe şamil olduğu gibi, “semavat” da yerin üstünde bulunan irili ufaklı gökcisimleri ve üzerlerindeki her şeyin hepsine şamildir. Buradaki konu da “ilk yaratılış” meselesidir. İlk yaratılış olayından önce ise “Allah vardı ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu”. Bundan dolayı “O’nun arşı su üstündeydi.” ifadesine bakarak arşın yaratılmasının âlemin yaratılmasının dışında ve ondan önce olduğu ihtimali yoktur. Âyette açıkça görülen de bunun âlemin yaratılması günleri demek olan altı gün sırasında yaratılmış olmasıdır ki, daha sonra “arş üzerine istiva etmiş.” olabilsin. A’râf sûresinde de açıklamaya çalıştığımız üzere, ilk yaratılış olayında altı gün, hiçbir şekilde tabiatın tekdüzelik ilkesiyle ilgili olmayan çeşitli yaratılış şekillerinin ilk ve değişken anlarını, aşamalarını ifade ettiği için, o vakitlere göre, ilâhî kudret ve saltanatın cereyan şeklinde bugün için “sünnetullah, âdetullah” dediğimiz tekdüzelik ve sürgit olarak periyodik akışlar şeklindeki tabiat kanunlarının hiçbirinden söz edilemez. Çünkü o ilk yaratılış günleri, daha önce hiçbir benzeri olmayan mutlak anlamda yoktan var ediş aşamalarından ibarettir. Her birinde ilâhî hüküm ve kudret yeniden yeniye bir ibda ile tecelli eylemekteydi. O günlerde tabiat kanunları dediğimiz şeyler de hep harika, hep mucize dediğimiz eşsiz, benzersiz oluşumlar vardı. İlke veya kanun dediğimiz kuralların hepsi ancak uzun süreli tekrarlar sonucunda bilim açısından “ilke” adını alırlar. Bunlarda düzenli tekerrür yoksa “kanun”, yada “ilke” adını alamazlar. İşte tabiat olaylarındaki tekdüzelik ve tekrarlanma konusu, ancak ilk yaratılıştan sonra ve ondan itibaren söz konusu edilebilir. Levh ve kalem yaratılmadan kitab-ı mübindeki yazılar yazılmış olmaz. İnsan yaratılmadan insan tabiatından söz edilemez. İşte bütün bunlardan dolayı “arş su üzerinde idi” demek, “Göklerin ve yerin ilk yaratılış günleri demek olan o sıralarda ilâhî saltanat âdetsiz cereyan ediyordu.” demektir. zira diğer âyetlerde de varid olduğu üzere “sonra arş üzerine istiva etti.” bundan sonra düzenli tecellilerle saltanatını sürdürdü. Yani Allah’ın yaratılışla ilgili kanun ve kuralları ancak yaratılıştan sonra açığa çıktı. Gerçi ilk yaratılış olayından sonra da her zaman için ilâhî kudreti gösteren, kural dışı ve mucize olaylar yine mevcuttur. Fakat bununla, henüz hiç bir tabiat kanununun bulunmadığı durumlar arasında büyük fark vardır. İlk yaratılış sırasında âlem (cosmos) sırf bir tufan halinde idi, denilebilir. Bu sebeple “Arşı su üstündeydi.” ifadesinin sözlük anlamı değil, kinaye yoluyla ifade etmek istediği mecaz anlamı alınmalıdır. Bunu böyle anlamanın “Sonra arş üzerine istiva etti.” ifadesindeki karşılığıyla birlikte bütün yönlerden uyum sağladığı ortaya çıktıktan sonra şunları da kaydedelim:
Evvela gaflet edilmemeli ki, bu saltanat cereyanı, kinaye olarak suyun özelliğinden çıkan bir anlamdır ve onun gerektirdiği bir mülahaza şeklidir. Bunun doğrudan doğruya suyun akışı ile ilgisi yoktur. Bundan dolayı olsa gerek ki, eserde yani “suyun sırtı üzerinde”(2) tabiri varid olmuş ve böylece kinaye anlamına yardımcı olan bir kaynak gösterilmiştir. Öbür açıdan da yine bunun hakikat anlamına olmadığını göstermek faydalı olacaktır:
Ayrıca bilinen bir husustur ki, kinayeler, gerekli olan düz ve doğrudan mânânın anlaşılmasına engel değilse de onun mutlaka söylendiği gibi olması da şart değildir. Bundan dolayı ilk yaratılış sırasında suyun bilfiil mevcut olması gerekmez. Fakat bu saltanat cereyanı, çeşitli ve değişken anlamına gelebilecek şeylerden, mesela rüzgardan kinaye yapılmayıp da özellikle suyun seçilmiş olmasında elbette suyun önemine işaret eden bir incelik ve faydalarını düşünmeye yönelik bir nükte bulunmaktadır. Bunu her zaman için hesaba katmak gerekir. Biz bunda “Biz her canlı şeyi sudan yarattık..” (Enbiya, 21/30) ifadesinin altında yatan mânâya bir işaret buluyoruz. Bazı hadislerden ve eserden anlaşıldığına göre, ilk yaratılışın altıncı günü, yani son aşaması canlıların yaratıldığı devirdir ki, Âdem aleyhisselam bunun ikindi vaktinde, yani sonuna doğru yaratılmıştır. Demek ki, o gün ilâhî saltanat su üzerindeydi ve hayatı yaratma olayı üzerinde cereyan ediyordu. Ve bu cereyanın tecelli ettiği yer de su idi. Bakınız bu nükteyi şu ta’lil ve hikmet ne güzel destekliyor ve açıklıyor.
Bu yaratma şunun içindir ki, bakalım hanginiz en güzel amel yapacaksınız, sizi imtihan etsin diye. İşte o yaratma veya arşın cereyanı olayının başlıca hedefi ve hikmeti, sonunda sizin yaratılmanız ve yeryüzünde yaşamanızdır. Bu dünyanın size sorumluluk ve görev yeri yapılmasıdır ki, burada bakalım en güzel ameli hanginiz yapacaksınız? Sizi buradaki hayatınızdan imtihana çekip daha sonra size ona göre muamele edilmek içindir.
“Arşın su üzerinde” olmasını göklerin ve yerin yaratılmasından önce olan bir olay şeklinde gören tefsir bilginleri, işbu ‘deki “lâm”ın yani yaratmak fiiline müteallik olduğunu söylüyorlar. O zaman bütün göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılması ve imtihana çekilmesi hikmeti ve sonucu ile ilişkili olur. Ancak izah ettiğimiz mânâ ve nükteye göre bu “lâm”ın fiiline müteallik olması daha yakın ve daha münasip olur. (Yunus Sûresi’nde 14. âyetin tefsirine bakınız.)
Bu konuda Hz. Peygamber’den şöyle bir tefsir rivayet edilmektedir “Sizi imtihana çekmek için ki, hanginiz akılca en güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun taatine koşmakta en hızlı olacak?”. Görülüyor ki, bunda en güzel amel tarif ve tefsir buyurulmuştur. Bunun da birinci şartının güzel akıl, yani iyiyi kötüyü birbirinden ayıran, hayrı şerri seçen akıl olduğu anlatılmıştır. Şu halde akıl, yiyeceği rızkı değil yaratılışın esas hikmeti olan en güzel amelin hangisi olduğunu düşünmeli ve onu yapmaya çalışmalıdır. Allah Teâlâ’nın rızasına uygun en güzel ameli yapsın ki, kendini kurtarabilsin.
Bununla beraber yemin olsun ki, sen onlara “siz öldükten sonra muhakkak yeniden ba’solunacaksınız.” dersen, burada belağatlı bir icaz vardır. Uzun uzun anlatılacak bir söz kısaca anlatılmıştır: Yani sorumluluk ve imtihanın gereği, bu dünyanın sonunda bir ahiret olması ve insanların burada yaptıklarından orada Allah huzurunda hesap vermeleri, amellerinin iyiliğine ve kötülüğüne göre sevap veya ceza ile karşılık görmeleridir. Hiç şüphesiz insanlar öldükten sonra tekrar ba’solunacaklardır. Bununla beraber ey Allah’ın Resulü, emin ol ki, sen insanlara bunu tebliğ edip, “Siz ister güzel amel yapın, ister çirkin işler işleyin, her hal ü kârda öldükten sonra dirilecek, yani ba’solunacaksınız.” dedin mi, o kâfirler, akıl ve iradelerini imansızlıkla örtbas etmiş olanlar, elbette ve elbette diyecekler ki … açık bir büyüden başka bir şey değildir, yani bu söz düpedüz adam aldatmaktan, göz boyamaktan ibarettir, diyecekler. Ahiret, öldükten sonra dirilmek, sorumluluk, din sözünü veya bunlar gibi iman konularını anlatan Kur’ân-ı Kerîm’i, cahil halkı aldatmak, onları dünya zevklerinden ve hürriyetlerden yoksun bırakmak suretiyle üzerlerinde baskı kurmak için uydurulmuş bir hile, bir oyun ve bir büyü, hem de apaçık bir büyü sayacaklar, “Hiç ölen dirilir mi! ÉÊ}Bu da artık açıktan açığa hurafe değil mi?” deyip gavurluk edecekler, ki bunların hepsine azap vaad olunmuştur.
8- Ve eğer bunlardan sayılı (yani sayısı belli olan az bir kısmına, yahut belli) bir süreye kadar azabı ertelersek, o zaman da kesinlikle: “Onu ne durduruyor?” diyecekler. Yani “Allah kâfirlere azap edecekmiş de peki şu birkaç azılı kâfire ne diye azap etmiyor?” diyecekler. Azap etmediğine göre, “Eğer siz tevbeden yüz çevirirseniz sizin için o büyük günün azabından korkarım.” gibi tehditler demek ki, boş şeylermiş, diyerek ve zaman zaman da alay ederek o azabın acele olmasını istiyecekler. İyi bil ki, o azap onlara geleceği gün, geri çevrilecek değildir, gelip çattıktan sonra onlardan uzaklaştırılacak değildir. Ve alay edip durdukları o şey kendilerini kuşatmış olacaktır.
Meâl-i Şerifi
9- Ve şayet insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra da onu kendisinden geri alırsak, şüphesiz o ümitsiz ve nankör bir kimse olur.
10- Ve şayet ona dokunan bir sıkıntıdan sonra bir nimet tattırırsak, “Artık benden bütün kötülükler silinip gitti.” der, mutlaka böbürlenir ve şımarır.
11- Ancak (her iki halde de) sabır gösterip iyi ameller işleyenler müstesnadır. İşte onlara bir mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.
12- (Ey Resulüm!) Şimdi belki sen, “Ona bir hazine indirilse, ya da beraberinde bir melek gezip dolaşsa ya!” diyorlar diye sana vahyolunan vahyin bir kısmını terkedecek olursun ve bundan dolayı da göğsün daralır. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir.
13- Yoksa “onu kendi uydurdu” mu diyorlar? O halde sen de onlara de ki: “Haydi siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin. Allah’dan başka çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız” (bunu yaparsınız).
14- Yok eğer bunun üzerine size cevap vermedilerse, artık bilin ki, bu Kur’ân ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir. O’ndan başka ilâh yoktur. Artık müslüman oluyorsunuz, değil mi?
15- Her kim dünya hayatını ve güzelliklerini isterse biz onlara amellerinin karşılığını orada tamamen öderiz. Bu hususta kendilerine bir densizlik yapılmaz.
16- Fakat onlar öyle kimselerdir ki, ahirette kendilerine ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşuna gitmiştir. Zaten bütün yaptıkları da batıldır.
17- O dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan kimse gibi midir? O belgeyi yine Allah’dan gelen bir şahid olarak Kur’ân izliyor, ondan önce de bir rehber ve rahmet olan kitap, Musa’nın kitabı yine onu destekliyor. Böyle olanlar Kur’ân’a inanırlar. Hangi hizipten olursa olsun kim onu inkâr ederse, ona vaad edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de bu Kur’ân’dan şüphe içinde olma. Kesinlikle o haktır, Rabbindendir. Fakat insanların çoğu iman etmezler.
18- Üstelik bir yalanı Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bunlar Rablerinin huzuruna arzolunacaklar, şahitler de şöyle diyecekler: “İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir”. İyi bilin ki: Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.
19- Onlar ki, Allah yolundan döndürmeye çalışırlar ve o yolu eğri büğrü yapmak isterler. Üstelik onlar, evet onlar ahirete de inanmazlar.
20- Onlar yeryüzünde (herkesi) yıldıracak değillerdir. Kendilerini koruyacak Allah’dan başka kimseleri de yoktur. Onların azabı kat kat olacaktır. Üstelik onlar hakkı işitmeye tahammül edemiyorlardı ve de görmüyorlardı.
21- Onlar kendilerine yazık etmiş olan kimselerdir. O iftira edip uydurdukları da kendilerinden yüz çevirip gitmişlerdir.
22- Kesinlikle bunlar ahirette de en ziyade hüsrana uğrayacak olanlardır.
23- Fakat iman edip salih amel işleyenler ve Rablerine karşı edepli olanlar, güvenen ve itaat edenler var ya, işte bunlar da cennet ehlidirler. Onlar orada ebedi kalırlar.
24- Bu iki ayrı grubun meseli, kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Bunlar hiç eşit olabilirler mi? Hâlâ düşünmeyecek misiniz?
9- Gerçekten Biz, insana (yani en iyi işi ortaya koymak için imtihan vermek üzere yaratılmış olan insan cinsinden herhangi birine) tarafımızdan bir nimet, bir rahmet tattırır da sonra onu ondan çekip alırsak şüphe yok ki, o insan ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. Gelecek hakkında bütün ümidini yitirir. “Allah yine verir.” demez. Geçmişi de hemen unutur. “Bugün vermediyse dün vermişti.” deyip şükretmez. Büsbütün nankör biri oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini toptan inkâr etmeye varıncaya kadar ileri gider. Günaha girer, tevbe ve istiğfar etmek hatırına gelmez.
10- Ve şayet ona dokunmuş olan bir sıkıntıdan sonra ona hoş bir nimet tattırıverirsek, mesela hasta iken iyileşir, fakir iken zenginleşiverir, zayıf iken güçlenir, vazifeden azledilmiş iken yeniden önemli bir göreve atanırsa Kesinlikle şunu der: “Bütün o kötülükler benden uzaklaşıp gitti”. Bir daha başına hiç sıkıntı gelmeyecek zanneder. Artık o ferih ve fahurdur. Sevinçlidir ve şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır. Verilen nimetin hakkını eda edecek ve şükredecek yerde, onunla şuna buna caka yapmaya başlar. Hasılı insan dünyada nimetten veya zorluktan boş kalmaz, bolluk veya yokluk içinde ömür sürer: Bazan yoklukla imtihan olur, bazan bollukla imtihan olur. Ve insanoğlu yaratılıştan gelen bir özellikle rahmetten, nimetten hazzeder, onun kaybından dolayı da üzüntü duyar, acı çeker. Her iki halde rahmetten Rahmân’ı, rahmetin elden gidişinden de yine Rabbin gazap ve azabını düşünerek, gereğince hareket edip ahiretini düşünmek, en iyi davranışı ortaya koymak lazım gelirken, insan cinsinde öyle “zalum ve cehul” bir ruh hali vardır ki, çokları nimeti düşünür de nimeti vereni düşünmez. Nimet veya sıkıntının esas gayesini ve hikmetini gözardı eder. Onun hikmetiyle ilgilenmez, nimet tecrübesi gördüğü halde o nimet elinden alınınca hemencecik her şeyi unutur, bir karamsar ve bir nankör oluverir çıkar. Buna karşılık yokluk ve sıkıntı tecrübesi gördüğü halde bir nimet tadınca, bir daha hiç acı görmeyecekmiş gibi ve o nimet sırf kendisinin emeği ve icadı imiş gibi, artık geleceğinden emin olarak ferahlanır, iftihar eder, şımarır, kibirlenir ve böbürlenir. İşte daha yukarıda sözü edilen, Kur’ân’la ve kutsal şeylerle alay etme psikolojisi de bu ruh hali ile ilgilidir.
11- Ancak sabreden, sıkıntıdan dolayı ümitsizliğe düşmeyen, nimetlerden dolayı şımarıp kibre kapılmayan, yani her iki halde de sabreden ve salih salih, (yani Allah’a yaraşır, Allah’ın rızasına uygun) ameller işleyenler bambaşkadır. İşte bunlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır. Öbürlerine de yukarıda bildirildiği gibi, azab.
12- İmdi sen belki, öyle inkârcı, alaycı, nankör ve şımarık insanlara karşı sana vahy olunanların bir kısmını terkedecek olursun, yani nübüvvet ve risaletini ispat edecek olan âyetleri onlara okumayıp bırakacak olursun. Onunla göğsün daralır, yani o vahy olunan âyetlerin bir kısmını onlara okuyup tebliğ ederken belki sıkılırsın. Ona bir hazine indirilseydi veya beraberinde bir melek gelseydi ya, diyorlar diye. Yani haktan göğüslerini çeviren o nankör ve şımarık kâfirlerin bir kısmı: “O, Allah’ın resulü ise neye uğraşıyor, üzerine gökten bir hazine indiriliverse ya.” diyorlar. Nitekim Mekke’nin ileri gelenleri “Şu Mekke dağları altın oluverse ya.” demişlerdi. Diğer bir kısımları da “Beraberinde bir melek gelip onun peygamberliğine şahitlik etse de görsek ya.” diyorlardı. Böyle diyorlar diye beşerî bir duygu ve düşünceyle insanın sıkılıp çekinmesi ise tabii olmakla beşeriyet icabı senin de sıkılman ve bundan dolayı bazı âyetleri onlara okuyup tebliğ etmekten çekinmen ihtimali vardır. Fakat sakın sıkılma ve bırakma. Sana ne vahy olunuyorsa onlara oku ve tebliğ et. Onların ileri geri konuşmalarına hiç önem verme. Sen ancak bir nezirsin, uyarıcısın. Allah da herşeye karşı vekildir. Her hususta ona tevekkül et ve güven. O seni korur, dilerse hazine de gönderir, melek de gönderir. Nitekim daha sonra Bedir Savaşı’nda bir tane değil, binlerce melek gönderdi ve melek neymiş onlara gösterdi: “Boyunlarının üstüne ve parmaklarına vurun!” (Enfâl, 8/12) diye emreyledi.
13- Yoksa onu, (o Kur’ân’ı Muhammed’in kendisi) uydurdu, da Allah’tan diyerek Allah’a iftira etti mi diyorlar? Öyle ise, haydi siz de buna benzer uydurulmuş on sûre getirin, ve Allah’dan başka kimi yardıma çağırabilirseniz çağırın. Yani kendisine güvendiğiniz, tanıdığınız şair ve ediplerinizden, sözünüzün geçtiğine inandığınız putlardan ilâhlardan gücünüzün yettiğine başvurunuz, eğer sadık kimseler, doğru ve sözüne inanılır kimseler iseniz, böyle yapmanız gerekir. Yani, Muhammed Kur’ân’ı kendisi uydurdu da Allah’a isnad ve iftira ediyor diye iddianızda doğru söylüyorsanız, her hal ü kârda kendiniz bizzat olmasa bile dilediğiniz kimselere ve tapmakta olduğunuz putlarınıza başvurup bu Kur’ân sûrelerine benzer en azından on sûre kadar birşey ortaya koymanız gerekir. Hepsine eşdeğer olarak büyük bir kitap değil, üçer dörder âyetli kısa sûrelerden on sûre bile ortaya koymanız yeter. İşte böyle diyerek onlara meydan oku ve onları yarışmaya davet et! Allah’dan başka herkese meydan oku, hiç sıkılma ve çekinme!
14- Bunun üzerine size cevap vermezlerse, yani Kur’ân’ın on sûresine bile nazire olabilecek bir şey ortaya koymaktan aciz kalırlarsa ki, Bakara Sûresi’nde (âyet 23, 24) bu teklif bir sûreye kadar indirilmiş, böyle olduğu halde yine aciz kalmışlardır. O halde hepiniz şunu bilin ki:
1- O hiç şüphesiz Allah’ın ilmiyle indirilmiştir. Kur’ân, gerek açık Arapça olan nazmı, yani sözleri, gerek mânâsında içerdiği gaybe ait haberleri, emirleri ve yasakları, müjdeleri ve uyarıları ile bütün akılların ve anlayışların üstünde Allah Teâlâ’nın özel bilgisiyle indirilmiş olan bir mucize, bir ilâhî belgedir.
2- Ve ondan başka ilâh yoktur. Tanrılıkta ve Tanrılığa ait hükümlerde Allah Teâlâ’nın eşi, benzeri ve ortağı yoktur. Onun yapabildiğini kimse yapamaz. Yapmak şöyle dursun akıl bile erdiremez. Artık müslüman mısınız? Yani İslâm dininde karar kılıyor musunuz? İhlas ile Allah’a teslim oluyor, şüphe ve tereddütleri bir yana bırakıp, peygamberle didişmekten vazgeçip selamet yoluna giren halis muhlis, mümin ve muvahhid olmaya kararlı mısınız? Öyle amma, dünyada lüks ve ihtişam içinde ferih fahur yaşayan bunca kâfir var. “Bunlar bu kadar malı mülkü nereden buluyor?” diye bir şüphe akla gelecek olursa şunu da bilmelidir ki:
15- Her kim dünya hayatını ve ziynetini isterse, yani muradı ve niyeti dünya nimetleri olur ve hep buna çalışırsa dünyada amellerinin karşılığını kendilerine öderiz, ne kadar çalışmış, neyi hak etmişlerse eksiksiz veririz. Ve onlar bu dünyada hiç mağdur edilmezler. Yani hakları yenmez, emek ve çalışmalarının bedelinden hiç bir şey eksik verilmez, bekletilmez ve ertelenmez. Hepsi emeklerinin karşılığını bu dünyada muhakkak alır. Hasılı uluhiyetin şanı, kullarının istediklerini çalıştıklarından daha aşağı olmamak üzere vermeyi gerektirir. Ameller de niyetlere göredir. Onun için muradı sırf dünya olanların çalışma ve gayretlerinin karşılığı bütün değeriyle, hatta fazlasıyla bu dünyada kendilerine verilir, alacak verecek kalmaz, hesap kesilir ve iş bitirilir. Bundan “Onların hepsinin eşit olarak bütün dünya muratları hasıl olur.” gibi mânâ çıkarılmamalı ve böyle bir vehme kapılmamalıdır. Zira onlara ödenen muratları ve emelleri değil, amelleridir. Bundan anlaşılacak olan şudur ki, dünyada insanlar güzel amellerde yarış yapmak ve imtihan vermek için yaratılmış olduklarından, her amelin üzerine gerekecek iyi ve kötü bir ürün vardır. Her çalışan, çaba ve çalışması ölçüsünde mutlaka bir yere gelir, bir sonuca, bir ürüne kavuşur. “Ve emeği ilerde görülür.” (Necm, 53/40) ki, söz konusu ürün kendi muradı ve arzusu kadar olmasa bile Muhakkak ki, ameli ve çalışması kadardır. Verdiği emekten daha az, daha aşağı olmaz. Mesela bir inci bulmak niyetiyle denize dalan bir kimse arzu ettiği inciyi bulamazsa da denize dalıp çıkarak dalgıçlığı öğrenir. Denize dalmayı öğrenme niyetine erer. Buna da acı veya tatlı bir sonuç bir semere terettüp eder. Ya inci avcılığına devam eder, belki beklediğinden de fazla inci daneleri elde eder, ya da bir kazaya uğrar, ölür veya sakatlanır. İşte her amelin asıl semeresi ve akıbeti Allah’ın ona takdir ve tayin etmiş olduğu neticesidir. Bunun azami hakkı da bundan amel sahibinin gözetmiş olduğu maksat ve hedefi geçmemektir. Bundan dolayı en büyük muradları, fani olan bu dünya hayatının lüksünden ibaret olan kimselerin emek ve çalışmalarının ecri de dünya hayatından ileri geçmez. Baki olan ahiret hayatına birşey kalmaz. Bunlar maksat ve niyetlerine göre emek ve gayretlerinin bütün mükafatını dünyada iken almış tüketmişlerdir. Sonuna gelince:
16- Bunlar, yani, dünya hayatının nimetini ve lüksünü gaye edinmiş bulunanlar o kimselerdir ki, ahirette kendilerine ateşten başka hiç bir şey yoktur. Ve bütün yaptıkları orada yok olmuş olur. Yani dünya hayatında bir iyilik de işlemiş olsalar, ahiret sevabı elde etmek gibi bir niyetleri bulunmadığı, bütün çabalarını ve niyetlerini dünya hayatına yöneltmiş bulundukları için ahirette hepsinin eli boş kalır; amelleri, fani olan dünya hayatı ile birlikte yok olup gitmiştir. Ahirette durum böyle tezahür eder. Ve yaptıkları herşey batıldır. Hadd-i zatında boştur, temelsizdir, sonu yoktur. Çünkü zaten dünya hayatı fanidir, onu tutmak veya donatmak için her ne yapılsa boştur. Ecel gelince hepsini siler, süpürür götürür. Açıkçası Allah’dan başkası fani olduğundan, sırf Allah için yapılmış olmayan her amel batıldır. Çünkü “Yeryüzünde ne varsa hepsi fanidir, baki kalacak olan yalnızca celal ve ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır”. (Rahmân, 55/26-27).
17- İmdi Rabbinden bir beyyine, bir belge üzerinde olan, yani aklı ve iz’anı olan ve onu O’ndan bir şahit izleyen, yani yine Rabbinden bir şahit olarak gelen Kur’ân mucizesinin şahitliği ile de ayrıca doğruluğu desteklenen ve belgelenen, yine ayrıca ondan daha önce bir rehber ve rahmet olarak indirilmiş olan Musa’nın kitabı da onun şahidi olan kimse artık onlarla bir tutulur mu? Yani o şımarık ve alaycı kâfirlerle bütün bu iman özelliklerine sahip olan kimse benzer olabilir mi?
İşte bunlar, bu vasıflara sahip olanlar, yani yanında Rabbinden bir belgesi, parlak bir delili, irfanı, iz’anı, önünde ve ardında iki mukaddes şahidi bulunan kimseler, yani Hz. Muhammed ve ashabı ona iman ederler, yani İslâm dinini tasdik ederler, ve muhtelif hiziplerden, (farklı görüşlere sahip değişik cemaatlerden gruplardan) her kim buna inanmaz, kâfirlik ederse, O’nun vaad olunan yeri ateştir. İşte bundan dolayı bunda, (yani bu kitapta) hiç şüphen olmasın. Lâkin insanların çoğu iman etmezler. Çünkü akl-ı selimleri ve vicdanları doğruya çalışmaz. Dünya hırsı ile kalbleri kararmış, akılları karışmıştır. 18-24- âyetinden âyetine kadar, yani âyet
18-24- Arasındaki âyetler sözkonusu kâfirlerin Allah yolundan caydırmak için ortaya koydukları çeşitli çaba ve taktikleri bildiriyor, onların bütün çalışmalarının körü körüne ve şuursuzca yapılmış işler olduğunu sergiliyor ve müminlere yılmamaları ve sabır göstermeleri öğütleniyor. Şimdi gelecek âyetlerde daha önceki peygamberlere karşı imansızların giriştikleri mücadeleden bazı önemli misaller veriliyor:
Birinci misal Hz. Nuh ve kavmi arasında geçen olaylardır:
Meâl-i Şerifi
25- Andolsun ki, vaktiyle Nuh’u da kavmine gönderdik, O, onlara şöyle dedi: “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”
26- “Allah’dan başkasına ibadet etmeyin! Ben, size gelecek acı bir günün azabından korkarım.”
27- Buna karşılık, kavminin ileri gelen kâfirlerinden bir kısmı dediler ki: “Biz seni bizim gibi insanlardan biri olarak görüyoruz, başka değil. İlk bakışta bizim ayak takımımızdan başkasının senin arkana düştüğünü görmüyoruz. Sizin bizden fazla bir meziyetinizi de görmüyoruz. Aksine sizi yalancılar sanıyoruz.”
28- Nuh dedi ki; “Ey kavmim! Peki şu söyleyeceğime ne diyeceksiniz? Ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve O, bana kendi tarafından bir rahmet bahşetmişse, size de onu görecek göz verilmemişse biz, istemediğiniz halde onu size zorla mı kabul ettireceğiz?”
29- “Ey kavmim! Ben sizden herhangi bir mal mülk istemiyorum. Benim mükafatım ancak Allah’a aittir. Ve ben ona iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rablerine kavuşacaklar. Fakat ben de sizi cahillik eden bir kavim görüyorum.”
30- “Ey kavmim, ben onları etrafımdan kovacak olursam, Allah’dan beni kim kurtarabilir? Siz hiç düşünmez misiniz?”
31- Ben size “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır.” demiyorum ki. Ben size “Ben bir meleğim.” de demiyorum. O sizin kendinize göre, hor gördükleriniz hakkında “Allah onlara hiçbir hayır vermez.” de demiyorum. Onların içlerindeki niyeti, en iyi Allah bilir. (Bu söylediklerimin aksini iddia etseydim) asıl o zaman zalimlerden olurdum.
32- Dediler ki; “Ey Nuh! Bizimle didişip durdun, didişmende de çok ileri gittin. Eğer doğru söylüyorsan, bizi tehdit ettiğin şu azabı getir de görelim.”
33- Nuh dedi ki; “Onu ancak Allah dilerse getirir. Ve siz O’nu yıldıracak değilsiniz.”
34- Ben size öğüt vermek istemiş olsam da, eğer Allah sizi helâk etmeyi murad ediyorsa, zaten öğüt vermemin size bir faydası olmaz. Rabbiniz O’dur ve nihayet O’na döndürüleceksiniz.
35- Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki; “Eğer uydurdumsa vebali benim boynumadır. Bense sizin yüklendiğiniz vebalden uzağım”.
36- Ayrıca Nuh’a şöyle vahyettik: “Bil ki kavminden şimdiye kadar iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için yaptıkları şeylerden dolayı kederlenme.”
37- Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar kesinlikle suda boğulacaklardır.
38- Gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelen gruplar, onun yanından gelip geçtikçe, onunla alay ediyorlardı. Nuh dedi ki: “Bizimle eğleniyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle eğlendiğiniz gibi alay edip eğleneceğiz.”
39- O perişan edici azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin başına ineceğini ilerde bileceksiniz.
40- Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır veya geminin kazanı) tutuşup parladığı zaman dedik ki; “Erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle”. Zaten beraberinde iman edenler çok az idi.
41- Nuh dedi ki; “Allah’ın adıyla binin içine. Onun akışı da, duruşu da (O’nun adıyladır). Hiç şüphesiz Rabbim gerçekten çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.
42- Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı: “Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber olma!”
43- O, dedi ki; “Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım”. Nuh da “Bu gün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur.” dedi. Derken dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu.
44- Allah tarafından denildi ki: “Ey yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de suyunu kes! Ve sular çekildi. Emir yerine gelmiş oldu. Gemi de Cudi dağı üzerine oturdu. O zalim kavme böylece dünyadan uzak olun denildi.
45- Nuh Rabbine niyaz edip dedi ki: “Ey Rabbim! Oğlum benim ehlimdendi senin vaadin de elbette haktır ve gerçektir. Ve sen hakimler hakimisin.”
46- Allah: “Ey Nuh! O kesinlikle senin ehlin (âilen)’den değildir. Çünkü o salih olmayan bir amelin sahibidir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım.”
47- Nuh: “Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum.
48- “Ey Nuh!” denildi, ” Bizden bir selâm sana ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere, kutluluk dileğiyle gemiden in. İlerde kendilerini bir çok nimetten faydalandıracağımız, sonra da bu yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice ümmetler olacaktır.”
25-37- And olsun ki, vaktiyle de resul yaptık gönderdik. Nuh’u kavmine… Bu sûrenin kıssaları da A’raf Sûresi’nin kıssalarına benzer. Bunda da onda olduğu gibi önce Nuh ile başlanmış, sonra Hud, sonra Salih, sonra Lut, şu farkla ki, burada buna İbrahim ile bir giriş yapılmıştır. Sonra Şuayb, Sonra da Musa ve Harun kıssaları anlatılmıştır. Fakat bunlar oradaki kıssaların aynen tekrarı değildir. Başka başka açılardan nükteleri ve hikmetleri, ibretleri içermekte ve açıklamaktadırlar. Konu ve gaye aynı olmakla beraber, altında yatan mânâların ayrı özellikleri bulunmaktadır. Bu kıssalar o kadar güzel ve canlı hikmetleri, ibretleri ve öğütleri içermektedir ki, her biri ciltlerle ayrıntıları ilham edecek birer hikmet çekirdeği gibidirler. Lâkin biz bunların böyle özetlenmiş olarak bildirilmesindeki hikmeti ve beyan güzelliğini ihlal etmemek için bir çoğunda sadece misallerle yetiniyoruz. Bununla beraber tavsiye ederiz bunları basit birer hikâye gözüyle okuyup geçmemeli, üzerinde iyice düşünmeli, çok yönlü ibret ve ilham almak için okumalıdır:
38-39- Gemiyi yapıyordu. Hz. Nuh’un gemisinin vasıfları hakkında bazı sözler nakledilmiştir. Bu arada denilmiştir ki, boyu üçyüz arşın, eni elli arşın, su kesiminin üstünde kalan yüksekliği otuz arşın, sactan yapılmış üç ambarlı bir gemi idi. Hasen’den naklen rivayet olunduğuna göre, boyu bin iki yüz, genişliği altı yüz arşın imiş. Fakat bu gibi ayrıntılara girişmek boşuna uğraşmak olur, doğrusunu tayin imkânsızdır. Bu konuda Kur’ân’dan öğrenilen şudur ki, kavmin müminlerini ve ihtiyaçları olan yiyecekleri ve her çeşit hayvanattan iki taneyi, yani birer çifti sığacak genişlikte imiş. Ancak bu geminin yelkenli olmayıp, vapur gibi, ocaklı ve istim gibi feveranlı, yani kaynayıp fışkıran bir kuvvetle harekete geçtiğini hatırlatan şu cümle çok dikkat çekicidir:
40-41-42- Ta ki emrimiz geldi ve tennur feveran etti. Yani bu gayeye gelinceye kadar Nuh gemisinin yapımına devam ediyordu. Kavmi de kendisiyle alay ediyordu. O vakit yükle dedik ona…
Tennur: Lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki, dilimizde “tandır” olarak kullanılır. Leys demiştir ki; “tennur” genellikle bütün dillere gelmiş olan bir kelimedir. Bir benzeri de “tennar” teleffuzudur. Ezheri de demiştir ki; “Bu gösterir ki, isim bazan A’cemi olur, Arap onu Arapçalaştırır da sonra Arapça olur. Ve buna delil aslı tennar olmasıdır. Bundan önce Arapça’da “tennur”, bilinen bir şey değildir. Bunun benzeri başka dillerden Arapça’ya geçmiş olan dîbâc, dinar, sündüs, istebrak gibi kelimelerdir. Arap bunları konuşmaya başlayınca artık Arapça olmuşlardır.”
Feveran kelimesi de biliniyor ki, kuvvet ve şiddetle kaynamak ve fışkırmaktır. Şimdi biz gemiden söz edilirken tam ocak feveran ettiği sırada yük emri verildiğini işittiğimiz zaman o geminin hareket etmeye hazır bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz. Lakin vapuru görmemiş olanlar bunu anlayamazlar ve “Acaba bu ocağın feveranı da ne demektir? Bu olsa olsa bir işaret olacaktır.” diye düşünmekte mazur olurlar.
İlk devir müfessirleri (eslaf) bunun hakkında muhtelif mânâlar kayd ve nakletmişlerdir ki, bunları burada özetleyelim:
1- Müfessirlerin çoğu, “tennur”un gerçekten bir ocak anlamına geldiğinde görüş birliği içindedir. Ancak kimisi Nuh’a mahsus bir tennur idi demiş, bir çoğu da ekmek pişirilen bir fırın idi demişler. Kimi Âdem’den kalma idi, kimi de Hz. Nuh’un zevcesinin ekmek pişirdiği bir tandır idi, demiş. Kimi taştan idi, kimi Kûfe tarafında idi demiş ve hatta Hz. Ali’den Kûfe mescidinin yerinde idi diye bir söz de nakledilmiştir. Kimi Şam diyarında “Ayn-i Verdan” denilen mevkide, kimi de Hint diyarında idi demişler. Ve bütün bunlar, feveranı suyun kazanda kaynar gibi fırından kaynayıp fışkırmasıyla izah etmişlerdir. Böyle bir feveran âyette niçin geminin inşasına bir sonuç ve yüklenmesi emrine bir şart ve başlangıç olarak gösterilmiş? Bunun çeşitli açılardan yorumuna gelince de, Allah Teâlâ, bunu Hz. Nuh’a tufanın başlayacağına bir alâmet olmak üzere tayin buyurup önce haber vermiş ve böylece bu alâmet ve mucize zuhur ettiği vakit yüklemek emrini vermiş demişler. Fakat bir kısım müfessirler, bu izahı kabul edilebilir bulmamışlar ve başka mânâlar vermişlerdir.
2- Araplar arasında bazan yeryüzüne de “tennur” denildiği görüldüğünden, tennurun feveranı yer yüzünden suların fışkırması olacaktır. Nitekim Kamer Sûresi’nde “Bunun üzerine şakır şakır akan sularıyla göğün kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık. Ezelde takdir edilmiş bir emir üzere sular birleşti.” (Kamer, 54/11-12) buyurulmuştur, demişler. Yer kürenin bir büyük fırın anlamında olduğunu hatırlatan bu görüş dahi dikkate değer ise de bu şekilde feverana yakışan mânâsı su fışkırması değil, ateş püskürmesi olurdu. Çünkü tandır ateş yakılan bir yerdir, bir su kuyusu değildir.
3- Tennur’dan murad yeryüzünün yüksek ve şerefli mevkileri demektir ki, harikulade bir olay olarak oralara bile sular fışkırmıştır, demişlerdir.
4- “Farettennur”, şafak attı, tan yeri ağardı, sabah oldu mânâsına gelir, denilmiş ve bunun Hz. Ali’den menkul bir tefsir olduğu söylenmiş.
5- İş kızıştı, şiddetlendi mânâsına “fırın kızdı” denildiği gibi, “farettennur” da böyledir, denilmiştir. Lâkin bu dört mânânın dördü de mecazdır. Ancak meselenin özü, harikulade bir olaya ait olduğundan tefsir âlimlerinin hemen hepsi (cumhur), bu mânâları, tennur kelimesinin gerçek ve lügat mânâsından saymaya sebep teşkil etmediğini söylemektedirler.
6- Ebu Hayyan, tefsirinde Hasen’den rivayetle “tennur”un “gemide suyun toplandığı yer” olduğunu nakletmiştir, ki bu ifade hemen hemen geminin kazanını andırıyor.
Görülüyor ki, tefsir âlimlerinin rivayetlerinin bazı noktaları yukarıda arzettiğimiz mânâya değinir yapıdadır. Yani geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır niteliktedir. Rivayetlerdeki bu ayrıntılar da görüldükten sonra biz şimdi hakkıyla diyebiliriz ki, tennurun gerçek anlamıyla bir ocak olması, aynı zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olmasına da engel değildir. Cumhurun ocak olduğu hakkındaki rivayetiyle bu rivayet arasında çelişki de yoktur. Harf-i tarif ile “ettennur” buyurulması, bunun gemiye ait bir tandır, bir ocak olmasını açıkça belli eder. Ayı zamanda Hz. Nuh’a ait bir tennur olması da buna engel değildir. Çünkü bu onun bir mucizesidir. “Keşşaf” sahibinin, sarahatle belirttiği üzere, âyette gayesi yukarıdaki fiiline müteallik olup, mânâ demek olduğundan, tennurun feveranı gemideki yapım işinin sona ermesi, yükleme ve hareket emrinin de başlangıcı ve şartı olarak gösterilmiştir. Bunun böyle olduğu göz önünde bulundurulursa, tennurun feveranı gemiyi harekete geçiren kuvvetin kendisini ifade ettiği anlaşılır. Bu günkü söylenişi ile “nihayet emrimiz gelip gemi ateşlendiği vakit” demek olur. Ve bunda tennur ve feveran kelimeleri gerçek anlamda kullanıldığı ve âyetin bu mânâda gayet zahir olduğu da şüphesizdir. Şu halde nassta hakikat anlamını ve zahiri bırakıp da te’vil aramaya hiç de sebep yoktur. Geminin yapımı tamam olup “fayrap” haline gelmesi, ilâhî emir olan tufanın başlayacağına bir alâmet olmasına da engel olan bir durum değildir. Âyetin bu zahirine karşı, “O zaman öyle bir vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutulur mu idi?” gibi vehim ifade eden bir iki sual akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir takım sanatların olduğu bile tarihi misallerle sabittir. Kaldı ki Nuh, gemisini beşerin bilgi ve tecrübe birikimiyle değil, doğrudan doğruya “Bu gemiyi Bizim gözetimimizde ve vahyimize göre yap!” âyetinde de ifade buyurulduğu gibi, Allah’ın vahyi ile ve yine O’nun gözetiminde yapmıştır. Her çiftten iki tane, yani erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane ki, bunun miktarını Allah bilir, gemiye alınmıştır. Bu kadar canlıyı alabilen ve bunlarla beraber Hz. Nuh’un bir oğlunun dışında bütün aile fertlerini ve az da kavminden kendisine iman etmiş olanları, gerek insanlar, gerek diğer hayvanlar için gerekli olan yiyecekleri dahi yüklenerek, dağlar gibi dalgalar içinde akıp giden bir geminin harikulade bir gemi olması ve bunun basit bir yelkenli gemi gibi düşünülmemesi gerekiyor. “O devirde böyle bir gemi yapılabilir miydi?” sorusuna karşılık, “Öyle fırtınalı ve dalgalı bir tufanda bu kadar yükü küçük bir yelkenli taşıyabilir mi?” sorusuyla cevap vermek gerekir.
43- Bu gün Allah’ın emrinden kurtaracak yoktur. Yani, bu gün bazı basit tedbirlerle bu afetten kurtulmaya imkân yoktur. Bu gün başka yağışlı günlere benzemez ve bu olay senin zannettiğin gibi basit yağmur ve fırtına olayı değildir. Allah’ın emriyle kesinleşmiş olan büyük bir azap ve helâk günüdür. Bundan sen değil, dağlar bile kurtulamaz. Ancak Allah’ın merhamet ettikleri müstesna, ki bunlar da gemide bulunanlardır. Bu ifadeden söz konusu tufanın umumi olduğu, yani bölgesel ve yerel bir tufan değil, bütün dünyaya yaygın bir tufan olduğu anlaşılıyor ki, meşhur olan da budur. Fakat bu umumiliğin yerkürenin dışındaki âlemlerle ilişkili olmadığı da kesindir. Nitekim Nuh Sûresi’nde Hz. Nuh’un duası “Ey Rabbim , kâfirlerden hiçbirine yeryüzünde adım atacak bir yer bırakma!” (Nuh, 71/26) şeklindedir. Buna göre, tufanın yerküre üzerindeki alanı da, kutup bölgeleri de dahil olmak üzere bütünü ve her tarafı değildir. O devirde insan ile meskun olan kısımlarını hesaba almak gerekecektir. O devirde Hz. Nuh’un bütün insanlara mı yoksa, kendi kavmine mi peygamber gönderildiği bahis konusu edilecektir, ki, bu noktada ihtilaf vardır. O devirde henüz insanlar Âdem’den beri bir tek kavim halinde miydiler, yoksa değişik kavimlere ayrılmış ve çeşitli bölgelere dağılmış mıydılar? Şurası kesindir ki, Hz. Nuh’un peygamber olarak gönderildiği kendi kavminin bulunduğu yerde tufanın umumiliği kesin, bunun ötesi zan ve tahmindir. Nuh Sûresi’ne (sûre 71) bakınız.
44-47- Derken aralarına dalga giriverdi, bunun üzerine o da boğulanlardan oluverdi. Ve denildi. Ey yer, suyunu yut! Ey gök, sen de kes artık! Bu emirlerin ifade ettiği heybeti ve kudreti tasavvur etmeli. Yere, göğe böyle emir veren ve onlara hükmeden ilâhî saltanatın azamet ve büyüklüğünü düşünmeli. Bu kudrete kim karşı durabilir? Sular çekildi ve emir icra edildi. Yani azap emri, azap hükmü yerine getirildi. Boğulacaklar boğuldu, kurtulacaklar kurtuldu. İş bitirildi. Gemi de Cudi üzerine oturdu.
Cudi: Engince bir dağdır ki, Musul’da denilmiş, El-Cezîre’de, Âmid’de, Şam’da denilmiş. Ebu Hayyan diyor ki, Cezire’de veya Âmid’de denilmesi Musul’a yakınlığı dolayısıyladır. Bir de denilmiş ki, Cudi her dağa söylenilebilen bir cins ismidir. Nitekim Zeyd b. Amr b. Nufeyl’in şu beyti bu kabildendir:
“Sübhanellah, sübhanellah diyerek tekrar tekrar O’nu tesbih ederiz.
Bizden önce O’nu dağ da, buz da tesbih etti.”
Ve o zalim kavme, defolun denildi. Nuh’a karşı tavır alan ve yukarıda da açıklandığı gibi, sürekli alay eden ve haklarında Allah tarafından “O zalimler hakkında bana bir niyazda bulunma.” diye onlar hakkında hayır dua edilmesine bile izin verilmeyen işte o zalim kavim böylece helâk edilmiş oldu.
48- Ey Nuh! denildi. in, Bizden selamet ve bereketlerle in. Sana ve seninle beraber olanlardan gelecek nice ümmetler, daha nice ümmetler de olacak ki, Biz onları faydalandıracağız, dünya nimetleri ile nimetlendireceğiz, sonra da kendilerine bizden acı bir azap dokunacak. Yukarıda “Yanında ona iman edenler ancak çok az kimselerdi.” buyurulduğu için Hz. Nuh’un aile fertlerinden başka yanında çok az mümin vardı. Allah Teâlâ bunlara öyle bir selamet ve bereket ihsan buyurdu ki, bunlar çoğaldıkça çoğalacaklar ve kendilerinden bir çok ümmetler gelecekti. İşte Hz. Nuh’a bu durum önceden haber veriliyor ve “Acaba az sayıda bu müminlerin ve aile fertlerinin akıbeti ne olacak?” şeklindeki endişesi gideriliyordu. Bu endişeyi Hz. Nuh, kendi içinde duymuş olmalı ki ona, içe dönük bir ifade tarzıyla “denildi” meçhul fiili ile hitap ediliyor. Hz. Nuh’un soyundan gelecek olan ümmetler de iki kısım olacak. Bunlardan birinci kısım yine o selamet ve berekâta nail olup kıyamete kadar üremeye devam edecek, diğer bir kısmı da bir müddet dünya nimetlerinden istifade ettikten sonra yine acı bir azaba çarptırılacak ve ahiret selametine eremeyecek. Görülüyor ki, bu âyet eski zamanlarda yaygın olan bir kanaata da açıklık kazandırıyor: Demek oluyor ki, tufandan sonraki insanlar yalnızca Hz. Nuh’un üç oğlunun soyundan ibaret değildir. Hz. Nuh’un yanında bulunan az sayıda müminlerin sülâleleri de berekâta mazhar olmuşlardır. Zira Hz. Nuh’un yanında bulunan oğulları “ve ehleke” ifadesinden de anlaşılacağı üzere ailesine dahildir. Yani onunla birlikte olup ona iman edenler ise aile fertlerinin dışında kalan müminlerdir ki, selamet ve berekât ile ayrıca taltif edilen “Yani seninle beraber olanlardan üreyecek ümmetler.” ifadesi gayet açık olarak diğerlerini kapsamına alır. O halde bütün ümmetlerin Hz. Nuh evlatlarından üremiş oldukları hakkındaki tarihi görüş, mutlak bir hakikat değil, çoğunluğu Nuh’un soyundan anlamına gelir. Zira bu selamet ve berekâtta en büyük hisse Hz. Nuh ile evlatlarına aittir. Rivayet olunduğuna göre Hz. Nuh Recep ayının onunda gemiye binmiş ve Muharrem ayının onunda inmiş, o gün şükür orucu tutmuş ve bu orucu tutmak sünnet olmuştur.
Ya Muhammed!
Meâl-i Şerifi
49- İşte bunlar gayb haberlerindendir. Bunları sana vahiyle bildiriyoruz. Bundan önce bunları ne sen bilirdin, ne de kavmin. O halde sabret, akıbet muhakkak muttakilerindir.
49-Burada Nuh kıssasından alınacak ibret ihtar olunurken, Yunus Sûresi’nin sonuna da bir işaret ve te’yid yapılmış ve böylece sûreye adını veren Hud kıssasına geçilmiştir. Bu kıssaların burada böyle ardarda anlatılması, her birisi bir başka yönden Hz. Muhammed’in Mekkeli müşriklere karşı verdiği mücadeleyi andırmasından dolayıdır. Bir de o müşriklere, yaptıkları hırçınlıkların daha önceki devirlerde kâfirlerin tutumlarına benzediğini ihtar etmek içindir. Hûd Aleyhisselam’a karşı direnenlerin kıssasına gelince:
Meâl-i Şerifi
50- Âd kavmine de kardeşleri Hud’u gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur. Siz sadece iftira edip duruyorsunuz.”
51- “Ey kavmim! Bu iş için sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak beni yaratana aittir. Artık akıllanmayacak mısınız?”
52- “Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O’na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol bereket indirsin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak çoğaltsın. Gelin günahkâr olarak dönüp gitmeyin.”
53- Dediler ki; “Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle tanrılarımızı terk etmeyiz. Ve biz sana inanmayız.”
54- “Ancak şu kadarını diyebiliriz ki; “tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış”. O da dedi ki; “Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahid olun ki ben, Allah’a koştuğunuz ortaklardan uzağım.”
55- “O’ndan başka herşeyden uzağım, artık hepiniz toplanın bana istediğiniz tuzağı kurun, sonra hiç bekletmeyin.
56- “Ben muhakkak ki, hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah’a dayanmaktayım. Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, idaresi ve yönetimi O’nun elinde olmasın. Benim Rabbim, hiç şüphe yok ki, doğru yoldadır.”
57- “Eğer, yine de yüz çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Ayrıca Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi getirir de siz O’na zerrece zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz O, herşeyi koruyup gözetendir.
58- Ne zaman ki emrimiz geldi, Hud’u ve beraberindeki iman edenleri, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık, ayrıca onları çok ağır bir azaptan da kurtardık.
59. İşte Âd kavmi buydu. Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr ettiler ve peygamberlerine isyan ettiler. Başa geçen her zorbanın emrine uyup arkasından gittiler.
60- Hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde bir lânetle izlendiler. Bilin ki, Âd kavmi, gerçekten Rablerini inkâr ettiler. Yine bilin ki, Hud’un kavmi olan Âd, defolup gittiler.
50- Ad’e de kardeşleri Hud’u peygamber gönderdik. Yani Hud aleyhisselam soy bakımından başka bir kavminden değil, gönderildiği Ad kavminin bir ferdi idi.
Tefsir kitaplarında Hud’un nesebi hakkında iki rivayet vardır.
Birincisi: Nuh’un oğlu Sam, Sam’ın oğlu İrem, İrem’in oğlu Avs, Avs’ın oğlu Hulud, Hulud’un oğlu Rebah, Rebah’ın oğlu Abdullah, Abdullah’ın oğlu Hud’dur.
İkincisi: Nuh’un oğlu Sam, Sam’ın oğlu Erfahşad, Erfahşad’ın oğlu Salih, Salih’in oğlu Hud’dur. Ad ise Nuh’un amcası oğlunun oğlu imiş. Buna göre Hud’un atası ile Ad kavminin atası olan Ad kardeş olmuş olur. Hud aleyhisselam için “kardeş” sözünün kullanılması, kardeş bir kavme gönderildiğine işaret eder. Ancak bu yorum, Kur’ân’da bildirilen genel teâmüle; yani her kavme kendi içinden peygamber gönderilmesi geleneğine aykırı olur. Zaten bu bölümün en son âyetinde (âyet 60) de açıkça belirtildiği gibi, “Hud’un kavmi olan Ad defolup gittiler.” ifadesinde “Hud’un kavmi” denilmektedir. Hasılı bu kardeşliği iki kabilenin kardeşliği açısından ele almak, her yönüyle ifadeyi zora koşmak olur. Aslında burada Hud’a kardeşleri denmesinin sebebi, onun kendi kavmine dostça, kardeşçe yaklaşımını bildirmek, yani baş olmak ve onlara hükmetmek arzu ve niyetinde olmadığını vurgulamak, onun kardeşçe tavrını ve tutumunu belirlemek içindir.
Hud onlara gönderildi de ne dedi bilir misiniz? Ey benim kavmim, dedi. Allah’a ibadet edin. Ancak O’nu mabud olarak tanıyın, ancak O’na kulluk edin. Size O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Siz iftiracılardan başka birşey değilsiniz. İlâh diye başkalarına tapıyorsunuz.
51- Ey kavmim! Buna karşılık ben sizden bir ücret istemem. Yani bu sözüm sizden garaz ve fayda gözeterek söylenmiş bir söz değildir. Halis muhlis bir nasihattır. Bu ihtarı hemen her peygamberin kıssasında görürüz. Çünkü samimiyet, ihlas ve doğruluk, peygamberliğin ve nasihatın birinci şartı ve hak ile batılın en esaslı farkıdır. Tevhid inancının da gereği bu olduğundan, her peygamber kendi ümmetine bu uyarıyı yapmıştır. “O halde ihlas nedir?” denecek olursa benim ecrim ancak beni yaratana aittir. Bana bu yüce fıtratı veren yaratıcıma aittir. Bana ne verecekse O verecektir. Artık siz akıl etmez misiniz? Aklınızı kullanıp, böyle halisane söylenen ve doğrudan doğruya sizin yararınıza olan bu hak öğüdü tutarak Allah hakkında iftiradan vazgeçmez misiniz?
52- Ey kavmim! Rabbinize istiğfar edin, O’na karşı günahlarınızı itiraf edip af ve mağfiret dileyip sonra da O’na tevbe edin, şirk ve isyandan pişmanlık duyup, imana ve doğru yola gelerek O’na yönelin, O’na kulluk edin, ki, üzerinize gökten bol bol rahmet ve bereket göndersin. Size kuraklık ve kıtlık çektirmesin, hayatınızı kuru maddelerin baskısından kurtarıp yüceltsin. Ve kuvvetinize kuvvet katsın. Bilinen cismani kuvvetinizi, henüz tanımadığınız manevi kuvvetle ikiye katlasın, kat kat arttırsın. Ve mücrim mücrim yüz çevirmeyin. Yani günahlarınızda ısrar ederek, bu güzel öğütleri dinlemekten yüz çevirmeyin, dinlememezlik etmeyin.
Görülüyor ki, Hz. Hud’un bu tebliğatı, bu sûrenin başındaki ilkelerdir. Hud Aleyhisselam’ın bu nasihatlarında. “Ben size şu mucize ile geldim” gibisinden kesin bir açıklama yoksa da doğuştan gelen akıl ve kalbe hitap eden deliller vardır. Kur’ân’da sürekli üzerinde durulan şey de bu çeşit deliller ve belgelerdir. Aslında bunlar Salih Aleyhisselam’ın devesinden ve Hz. Musa’nın asasından daha kesin ve daha kuvvetli belgelerdir. Zira asıl mesele, akla uygun olan tevhid inancıdır.
53-Fakat Hud kavmi, fiilen imana zorlayacak ve ona mecbur edecek bir kuvvet olmadıkça o gibi akli belgelere önem vermediklerinden, dediler ki; ey Hud, sen bize bir beyyine ile gelmedin, bizi inanmaya mecbur bırakacak bir açık delil, bir mucize getirmedin. Bu tıpkı Mekke müşriklerinin Resulullah’a indirilen âyetleri âyet ve delil saymayıp “Ne olurdu ona bir başka âyet indirilseydi.” (Yunus 10/20) ve “Ne olurdu ona bir hazine indirilseydi ve beraberinde bir melek gelseydi…” (Hud 11/12) demelerine benzer.
Ve biz, senin sözünden dolayı ilâhlarımızı terketmeyiz, ve biz sana inanmayız.
54-55- Ancak deriz ki: İlâhlarımızdan bazıları her halde seni fenalıkla çarpmış. Yani onlara dil uzattığın için seni delirtmiş, aklına fenalık getirmiştir. Burada bazısı demelerinin sebebi, putlardan her birine başka başka özellikler vermiş olmalarıdır: Şu filan hususun tanrısı bu filan işin tanrısı gibi isimler uydurduklarından dolayıdır.
Bu inkâr ve inada, bu hezeyana karşılık Hz. Hud bizzat kendisinin en büyük ilâhî belgelerden birisi olduğunu anlatan şu gerçekleri öne sürerek cevap verdi ve dedi ki, ben Allah’ı şahit tutarım siz de şahit olunuz ki, O’ndan başka sizin uydurduğunuz şeriklerden ben kesinlikle uzağım. İmdi siz hepiniz toplanarak bana istediğiniz oyunu oynayabilirsiniz Yani bundan daha açık ne gibi bir belge arıyorsunuz? Yalnızca bana fenalık yaptığını iddia ettiğiniz bazı ilâhlarınız değil, bütün şerikleriniz ve sizin hepiniz toplanarak bana fenalık yapmak için dilediğiniz planı yapıp uygulayabilirsiniz, istediğiniz oyunu yapabilirsiniz. Sonra bana hiç süre de tanımayınız. Yani elinizden geleni geri koymayın, ne kötülük biliyorsanız hemen yapın, ne sizden ne de tanrı diye taptığınız putlardan hiç korkmuyorum.
56- Ben Allah’a tevekkül ettim, O’na güveniyorum, O’nun beni koruyacağına inanıyorum, ki, O Rabbim ve Rabbinizdir. Benim de malikim ve efendim, sizin de Rabbiniz ve malikiniz. O’nun iradesi ve dilemesi olmadan ne siz bana birşey yapabilirsiniz, ne de başkaları. Çünkü hiçbir kımıldayan canlı yoktur ki, Rabbim onun alnını tutmuş olmasın. Yani hepsinin alın yazısı, yaşaması ve yönetilmesi O’nun kudret elindedir. Bütün ipler O’nun elindedir. Herşey onun mülkiyetinde ve tasarrufundadır. Hiçbirini kaçırmaz, isterse hiçbirini kımıldatmaz. Alnından tutmak, perçeminden yakalamak, zapt u rapt altına almak anlamına deyimdir. Şüphe yok ki, Rabbim doğru yol üzerindedir. Doğruluğun himayecisi, doğruların yardımcısıdır. Rızası hak, doğruluk ve adalettedir.
57- Artık siz yine de yüz çevirirseniz, yani bu açık ve kesin hakikatleri dinlemez ve doğruluğun yolu olan tevhid yolunu tutmazsanız ben size tebliğ için gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Ben kendi vazifemi yaptım. Rabbim -beni sorumlu tutmaz fakat sizin yerinize başka bir kavmi getirir. Yani sizi helâk eder, yerinize başka bir kavmi halef yapar. Hilafeti, yani yönetimi onlara verir. Ve siz de O’na hiçbir zarar veremezsiniz. O’nun emrinden yüz çevirmenizin bütün zararı kendinize ait olur. Çünkü benim Rabb’im herşey üzerinde gözetici ve koruyucudur. Hiç bir şeyi gözden kaçırmaz ve yaptıklarınız O’ndan gizli kalmaz. Şu halde O’na hiç bir zarar verme ihtimali olmaksızın cezanızı bulursunuz.
Şimdi “Acaba işin sonu ne oldu? Hud’un dedikleri gerçekleşti mi?” denilecek olursa, bakınız ne oldu?
58- Ne zaman ki, emrimiz geldi, yani Hud’u dinlemediler, direndiler ve azabı hak ettiler. Sonunda azap emrimiz geldi çattı, işte o vakit Hud’u ve beraberinde iman edenleri tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. ‘deki harfi sebebiyyedir ve rahmetin tenvini de “tefhim” içindir, tarafımızdan büyük bir rahmet sebebiyle demektir. Ve büyük rahmetten murad da iman nimetine hidayet etmek ve muvaffak kılmaktır. Ve Biz bunları koyu, katı bir azaptan kurtardık. Yani, iman etmeyenler şiddetli ve şumullü ağır bir azap ile helâk edilirlerken Hud ile müminler böyle büyük bir rahmetle o tehlikeden kurtuldular. Söz konusu galiz azap “Semum” azabıdır ki, bu bir “rîh-i sarsar” idi: Kâfirlerin burnundan giriyor kıçlarından çıkıyordu, evlerini, mallarını yıkıp, sürükleyip götürüyordu, herşeyi silip süpürüyordu. Her parçasını bir tarafa atıp savuruyordu. Bununla beraber bazı müfessirler burada başka bir mânâ daha olduğunu söylemişler: “Kurtardık” fiili iki defa tekrar edildiğine göre, bunun birisi Ad kavmini helâk eden kum fırtınasından, diğeri de ahirette cehennem azabından kurtarmaktır demişler ki, bu çok yerinde ve güzel bir mânâdır. Nitekim bundan sonraki âyette hem dünya, hem ahiret açıkça tasrih olunmuştur. Buna göre, esas mânâ şu demek olur: Biz bunları koyu bir azapdan da kurtardık”.
59-Ey dinleyen! İşte onlar, bugün gider oralarda dolaşırsanız görürsünüz ki, o harabeler, o yıkıntılar ve kabirlerdir Ad kavmi. Bunlar ne diye böyle oldular, neden o katı azaba uğradılar bilir misiniz? Rabblerinin, (yani Allah’ın) âyetlerini inkâr ettiler ve Allah’ın Resullerine isyan ettiler. Bu kavme gönderilen Hud peygamber olmakla beraber bunun öğretileri esas itibariyle evvelki peygamberlerin de öğretilerine uygun olduğundan ona isyan etmekle bütün peygamberlere isyan etmiş durumuna düştüler. Ve her inatçı zorbanın arkasına düştüler
60- kendileri de hem bu dünyada lanetle izlendiler hem de kıyamet gününde. Evet, Ad kavmi, gerçekten de Rab’lerine küfür ettiler, O’nu inkâr edip kâfir oldular. Evet, defolup gitti Ad, o Hud’un kavmi. İşte “Onlardan bir ümmet ki, onları bir süre dünya nimetlerinden faydalandırır, sonra da tarafımızdan bir azaba uğratırız.” (Hud 11/48) âyetinde bildirilen ümmetlerden biri bu Ad kavmi idi ki, bunlara “Onu helâk etti, önce gelen Ad’i.” (Necm 53/50) âyetinde de bildirildiği üzere yani “Önceki Ad” denilir.
Üçüncüsü Semud kavminin durumudur: O da şöyleydi:
Meâl-i Şerifi
61- Semud kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik. Dedi ki, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O’nun mağfiretini isteyin, sonra O’na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.”
62- Dediler: “Ey Salih,! Bundan önce sen bizim içimizde ümit beslenir bir zat idin. Şimdi bizi babalarımızın taptıklarına tapmaktan mı engelliyorsun?
Biz, doğrusunu istersen bizi davet ettiğin şeyden kuşkulandıran bir şüphe içindeyiz.”
63- Salih dedi: “Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden açık bir mucize üzerinde isem ve o bana tarafından bir rahmet bahşetmiş ise, ben Allah’a isyan ettiğim takdirde beni O’ndan kim kurtarabilir? Demek ki, siz bana zarar vermekten başka bir şey yapmıyorsunuz.”
64- “Ey kavmim! İşte şu, Allah’ın dişi devesi, size bir mucizedir. Bırakın onu Allah’ın yer yüzünde (otlaklarında) otlasın. Ve ona kötü bir maksatla el sürmeyin, sonra sizi yakın bir azap yakalar.”
65- Derken, o deveyi kestiler. Bunun üzerine Salih dedi ki: “Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte bu, yalan çıkmayacak olan kesin bir vaaddir.”
66- Ne zaman ki, azap emrimiz geldi, Salih’i ve beraberindeki iman edenleri, tarafımızdan bir rahmet sayesinde kurtardık, üstelik o günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz Rabbin güçlüdür, mutlak üstündür.
67- O zalimleri, korkunç bir gürültü yakalayıverdi de oldukları yerde çöküp kaldılar. 68- Sanki orada güzel güzel yaşayıp durmamışlardı. Bak işte Semud, gerçekten de Rablerine küfretmişlerdi. Bak işte nasıl yok olup gittiler.
61-68- “Semud’a da kardeşleri Salih’i gönderdik.” Semud, kadim Arap kabilelerinden bir kavim olup esas ataları “Sam’ın oğlu İrem’in oğlu Amir’in oğlu Semud”dur. Diğer bir kavle göre de az su anlamına gelen “semed” den alınmış bir kelimedir. Yaşadıkları yerin suyunun az olması sebebiyle bu ismi almışlardır. Salih Aleyhisselam’ın nesebi ise “Semud’un oğlu Cader’in oğlu Ubeyd’in oğlu Maşih’in oğlu Esef’in oğlu Ubeyd’in oğlu Salih” olarak geçmektedir. Kendisi Semud kavminin ileri gelenlerinden imiş. “İşte size Allah’ın şu dişi devesi bir mucizedir.” (Âyetin tefsiri için Şuara Sûresi 155-159. âyetlerin tefsirine bkz.)
Dördüncü misal Lut Kavmi’nin akıbetidir:
Meâl-i Şerifi
69- Andolsun ki, İbrahim’e de elçilerimiz (melekler) müjde ile geldiler ve “selâm” dediler, o da “selâm” dedi ve hemen gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi.
70- Fakat onların o buzağıya el sürmediklerini görünce, tuhafına gitti ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar da “Korkma, biz Lut’un kavmine gönderildik.” dediler.
71- İbrahim’in karısı ayakta duruyordu bunun üzerine yüzü güldü. Ona İshak’ı ve İshak’ın arkasından da Ya’kub’u müjdeledik.
72- “Vay başıma gelene!” dedi, “Ben bir kocakarıyım, kocam da yaşlı bir adam. Bu gerçekten çok tuhaf bir şey!” 7
3- Dediler: “Sen Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve berekâtı üzerinizdedir. Ey ev halkı! Muhakkak ki O, hamiddir (övülmeye lâyıktır), meciddir (cömertliği boldur).”
74- İbrahim’den korku iyice geçip gidince, bu müjde de kendisine gelince, bizim (meleklerimiz)le Lut kavmi hakkında tartışmaya girişti:
75- Çünkü İbrahim, çok yumuşak huylu ve çok yufka yürekli (yanık kalbli) idi.
76- Melekler: “Ey İbrahim! Bu konuda bizimle tartışmaktan vazgeç. Çünkü Rabbinin emri kesin olarak geldi ve onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.
77- Ne zaman ki, elçilerimiz Lut’a geldiler, bunların gelişleri yüzünden Lut fenalaştı, eli ayağı birbirine dolaştı ve “Bu gün çetin bir gündür.” dedi.
78- Daha önceleri çirkin işler yapmış olan kavmi harıl harıl koşup geldiler. Lut onlara: “Ey kavmim! İşte size kızlarım, onlar sizin için daha temizdirler. Gelin Allah’tan korkun, beni misafirlerime rezil rüsvay etmeyin. İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?” dedi.
79- Onlar: “Sen de bilirsin ki, bizim senin kızlarınla bir ilgimiz yoktur. Sen bizim ne istediğimizi gayet iyi biliyorsun.” dediler.
80- Lut dedi: “Ne olurdu size karşı bir kuvvetim olsaydı, ya da çok sarp bir yere sığınabilseydim.”
81- Melekler dediler: “Ey Lut! Şundan emin ol ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla zarar veremezler. Sen, gecenin bir kısmı olunca ailenle birlikte hemen buradan çık git. İçinizden hiç kimse geri kalmasın, eşin başka. Çünkü ona da onlara gelecek olan musibet gelecektir. Haberin olsun, helâk zamanları sabah vaktidir. Zaten sabah yakın değil mi?”
82- Ne zaman ki, emrimiz geldi, o ülkenin altını üstüne getirdik ve üzerlerine istif edilip pişirilmiş çamurdan taşlar yağdırdık.
83- Bu taşlar Rabbinin katında damgalanmışlardı. Bunlar zalimlerden uzak şeyler değildir.
69-76- Andolsun ki, gerçekten de elçilikle görevlendirilmiş olan meleklerimiz İbrahim’e müjde ile vardılar. Burada elçi meleklerden maksat Cebrail ile diğer iki melek diye rivayet edilmiştir. Bu iki meleğin de Mikail ve İsrafil oldukları da ayrıca nakledilmiştir.
Muhammed b. Kâ’b’den gelen rivayette Cebrail ile birlikte yedi tane daha, Dahhak’tan gelen bir rivayette dokuz, Suddi’den gelen bir rivayette, yüzleri parlak genç oğlanlar suretinde onbir, Mukatil’den gelen bir rivayette ise oniki oldukları söylenmiştir. Görülüyor ki, bu kıssanın başında ifadenin üslubu değişmiştir. Zira bu kıssaların anlatılış sebebi helâk olan kavimlerin durumunu bildirmektir. Bu kıssada anlatılan da helâk olmuş olan Lut kavmidir. Halbuki Lut aleyhisselam Hz. İbrahim’in yakın akrabasından ve onun şeriatı üzere gönderilmiş olan bir peygamberdi. Bundan dolayı olay Hz. İbrahim’i de ilgilendireceğinden önce İbrahim’in durumuyla ilgili bir kıssa ile konuya giriş yapılmıştır. Peygamberler atası olan Hz.İbrahim anlatılınca da O’nun Allah katındaki değerinin yüceliğini belirtmek için kıssa, ta yukarıdaki cümlesinin benzeri olan bir cümle ile diye başlamıştır. Nitekim Musa kıssası da böyledir. Burada söz konusu elçi melekler Lut kavmine gönderilmiş olduklarından, Hz. İbrahim’e gelişleri, dolayısıyla bir geliş demek olduğundan buyurulmuştur ki, selamet ve evlad müjdesi için gelmişlerdi.
77- Ne zaman ki, elçilerimiz Lut’a geldiler, Hz. İbrahim’in bulunduğu kasabaya dört fersah uzaklıkta olan ve Lut kavminin bulunduğu bölgenin en büyük şehri olan bu kasabanın adı “Sedum” veya “Sodom” imiş.
Melekler Hz. Lut’a gayet güzel yüzlü gençler şeklinde gelmişlerdi. Onun için âyette Lut onların gelişinden fena halde sıkıldı, ve eli, ayağı dolaştı, telaşa kapıldı.
78-81- Kavmi de ona harıl harıl koşup geldiler. Rivayet olunduğuna göre, karısı o azgınlara haber göndermiş. Ve onlar daha önceden kötülük yapıyorlardı. Yani utanıp sıkılmıyorlardı, çirkin işler yapageliyorlardı, buna alışmışlardı. Utanma duyguları silinmişti, hayaları kalmamıştı. Onun için hiç utanmadan ve arlanmadan fenalık niyetiyle koşup Lut’a kadar gelmişlerdi.
İşte şunlar kızlarım. Bunlar sizin için gayet temizdirler. Yani onlardan istediğinizi nikah edip güzel güzel alırsınız, pisliğe ve günaha bulaşmazsınız. Katade, “kızlarım” tabirinden maksat Hz. Lut’un kendi öz kızları olduğunu söylemiş ise de, Mücahid ve Said b. Cübeyr’den rivayet olunduğu üzere, kavmin kızlarıdır, muhtar olan görüş de budur. Bir peygamber ümmetinin babası durumunda olduğundan sevgi ve şefkatten dolayı kızlarım, demiştir. Nitekim “Peygamberin hanımları ümmetin analarıdır.” (Ahzab 33/6) buyurulmuştur.
82- Ne zaman ki, emrimiz geldi, yani azap vakti gelip çattığında o ülkenin üstünü altına çevirdik ve üzerlerine taş yağdırdık. Öyle taşlar ki, siccildendir.
83- Kil taşından, yani kumla, çamurdan yapılmış dondurulmuş, cehennemde pişirilmiş ve taşlaşmış, Rabbin katında damgalanarak istif edilmiştir. Yani, her taşın kime ve nereye isabet edeceği ezelde takdir edilmiş, suretine nakşedilip işlenmiş idi. Ve bunu Allah’dan başka bilen yoktu. Yaratılışta böylece yapılmış, kendi özel yerlerine istif edilmiş, hazırlanmıştı. Yani bu gibi olayları tesadüfen meydana gelmiş, durup dururken kendiliğinden meydana gelmiş bir tabiat olayı gözüyle görüp geçmemek gerekir. Çünkü gerçekte tesadüf diye birşey yoktur. Âlemleri yaratan yüce kudretin tasarrufu vardır.
Ve bunlar zalimlerden uzak değildir. Yani, böyle taşlar, genellikle, zalim olan kimselerden, özellikle de sûrenin başında geçtiği üzere haktan göğüs büken ve yüz çeviren, sıkışınca “Bu bir sihir” diyen, “peki o azabı engelleyen nedir?” diyerek küstahlık eden Mekke müşrikleri içindeki zalimlerden ve kıyamete kadar gelecek olan öteki zalimlerden uzak değildir.
Beşinci misal de Medyen ahalisidir:
Meâl-i Şerifi
84- Medyen’e de kardeşleri Şu’ayb’i gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçeği de, teraziyi de eksik tutmayın. Ben sizi hayır (bolluk) içinde görüyorum. Bununla beraber yine de sizi kuşatacak bir günün azabından korkuyorum.”
85- “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık etmeyin.”
86- Eğer mümin iseniz, Allah’ın helâlinden size ihsan ettiği kâr sizin için daha hayırlıdır. Bununla beraber ben sizin üzerinize gözcü değilim.”
87- Dediler ki; “Ey Şu’ayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa ki sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.”
88- Şu’ayb dedi ki: “Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden ispat edici bir delil üzerinde bulunuyorsam ve şayet bana, O kendi katından güzel bir rızık ihsan etmişse, söyleyin bakalım ben ne yapmalıyım? Ben size karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmeye çalışıyorum. Muvaffakiyetim de ancak Allah’ın yardımı ile olacaktır. Ben yalnızca O’na dayandım ve ancak O’na döneceğim.”
89- “Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Lut kavmi de sizden uzak değildir.
90- Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe ile yönelin. Şüphesiz ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.
91- Dediler ki: “Ey Şu’ayb! Biz senin söylediklerinin çoğundan birşey anlamıyoruz. Ayrıca seni içimizde çok zayıf biri olarak görüyoruz. Eğer akrabaların olmasaydı mutlaka seni recmederdik (taşa tutardık). Senin bize hiçbir üstünlüğün yoktur.”
92- Şu’ayb dedi: “Ey kavmim! Benim akrabalarım size Allah’dan daha mı değerli ki, Allah’a sırt çevirip, onu unuttunuz? Muhakkak ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır.”
93- “Ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Ben de görevimi yapmaya devam edeceğim. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu ilerde anlayacaksınız. Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyeceğim.”
94- Ne zaman ki, emrimiz geldi, Şu’ayb ve beraberindeki müminler, tarafımızdan bir rahmet sayesinde kurtuldular. Ve o zalimleri korkunç bir gürültü yakaladı da oldukları yerde çöküp kaldılar.
95- Sanki orada hiç güzel gün görmemişlerdi. Dikkat edin, Semud kavmi nasıl helâk olup gittiyse Medyen de öyle yok olup gitti.
84- Medyen’e de kardeşleri Şu’ayb’i gönderdik. Medyen Hz. İbrahim evladlarından Medyen’in nesli olan bir kavim olup, merkezleri Şap Denizi kıyısında onun kurduğu bir şehir imiş. Şu’ayb Aleyhisselam da bu kavmin soylularındandır. Bildirildiğine göre nesebi: Medyen oğlu Yeşcür oğlu Mekil oğlu Şu’ayb’dir. Ve kavmine karşı güzellikle yaptığı uyarılardan ve öğütlerden dolayı Peygamberlerin hatibi ünvanıyla anılır: kendisine “Hatibü’l-enbiya” adı verilmiştir. Kasas Sûresi’nde geleceği üzere Musa Aleyhisselam, Şu’ayb peygambere hizmet etmiş ve kendisine damat olmuştur. Şu’ayb Aleyhisselam’ın kıssalarına dikkat edilirse zamanımız medeniyetinin genel ahlâk anlayışına değinen önemli noktalar görülür. Şu’ayb Peygamber de diğer peygamberler gibi tevhid emriyle başlayarak:
Ey benim kavmim, dedi. Allah’a ibadet edin, O’ndan başka tanrınız yoktur. Ölçeği ve tartıyı eksik tutmayın. Bundan anlaşılır ki, Medyen halkının en önemli işleri ticarettir. Şüphesiz ben sizi bir hayır ile görüyorum. Yani nimet ve bolluk içinde görünüyorsunuz, bu da hakkınızda hayırdır. Bunun gereği haksızlık etmek değil, insanların hakkını hukukunu gözetmektir, halkın yararına hizmet etmektir ve Allah’a şükretmektir. Şu halde ölçüyü ve tartıyı noksan yapıp da hayrı berbat etmeyin. Bununla beraber hiç şüphesiz ben hepinizi içine alacak, topunuzu birden kuşatacak bir günün azabından korkarım. Yani böyle devam eder giderseniz, noksan ölçü ve tartı ile haksızlığı sürdürürseniz, elinizdeki hayrı yitirdikten başka, bir gün gelecek ki, onun azabı hepinizi kuşatacak, hiçbiriniz ondan kurtulamayacaksınız. Sizin böyle topyekün bir azaba uğramanızdan korktuğum size acıdığım için bu nasihatları yapıyorum.
85- Ve ey kavmim, o günün azabına uğramamak için ölçüyü ve tartıyı adalet ile yapın ve insanların malına, eşyasına haksızlık etmeyin ve fesatçılık yaparak yeryüzünde karışıklık çıkartmayın. Bu bölümlerde verilen öğütler, onların dahili ve harici siyasetlerini ve iş ahlâklarını dahi açıkça göstermektedir. Nitekim A’raf Sûresi’nde “Her yolun başını tutup da tehdit ederek, Allah’a iman edenleri Allah yolundan çevirmeyin ve o yolun eğriliğini arzu etmeyin.” (A’raf, 7/86) diye özellikle açıklık kazandırılmıştır. Dini ve dünyevî her çeşit fesatçılığı ve bozgunculuğu içine alır. Durum böyle iken bir de “fesatçılar” diye hâl ile kayıtlanması, Hızır’ın gemiyi delmesi ve çocuğu öldürmesi gibi cidden iyilik için yapılan hareketleri, bunun dışında tutmak hedefine yöneliktir. Bunların yaptıkları bozgunculuk, iyi yapıyoruz diyerek yapılan ve kötü sonuç veren yanlışlıklar cinsinden bozgunculuk değildir. Kötü olduğunu, fenalık olduğunu bile bile yapılan bozgunculuktur.
Doğru amma, ticarette ve siyasette biz böyle hakka, hukuka riayet ederek adaletle hareket ettiğimiz takdirde, doğru dürüst iş yaptığımız takdirde fazla bir şey kazanamayız, diyecek olursanız:
86- Allah’ın bakıyyesi, haramını attıktan sonra Allah’ın helâlinden size ihsan edeceği o temiz ve helâl bakıyye, helâl kazançtan size kalan sizin için daha hayırlıdır. Müfsitlikle, haksızlıkla, eksik ölçüp yanlış tartmakla toplayacağınız haram fazlalardan netice itibariyle daha kârlı, daha faydalıdır, eğer mümin iseniz yani bunun daha hayırlı olduğuna inanıyorsanız bu böyledir. Yani hayır, iman şartına bağlıdır. İnanıyorsanız hayır görürsünüz. Yoksa ben üzerinize bekçi değilim. Siz iman edip korunmadıktan sonra ben sizi koruyamam. Velhasıl bu öğütleri iyi dinleyin ve tutun, yoksa karışmam ha!
87-Buna karşılık Medyen ahalisi ne dediler bilir misiniz?
Ey Şu’ayb, dediler atalarımızın taptığı şeyleri terketmemizi, veya mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Aslında sen hakikaten çok yumuşak huylu, çok akıllı ve dirayetli bir adamsın. Şu’ayb Aleyhisselam çok namaz kılardı ve öyle tanınıyordu. İbadetler içinde dinin direği olan namaz ise “Gerçekten de namaz Allah’a saygılı olanların dışındakilere ağır gelir.” (Bakara, 2/45) âyeti gereğince huşu ehlinden olmayanlara pek ağır gelen, Allah’dan başkasını bir yana bıkarıp, Allah huzurunda divan durmanın, secdelere varmanın zevk ve ulviyyetini idrak edemeyenlere boş ve faydasız bir uğraş gibi geldiğinden, namaz kılanlarla alay edip eğlenmek küfrün gereği ve azgın kâfirlerin ötedenberi âdetleridir. Bundan dolayı Şu’ayb Aleyhisselam’ın kavmi de onun tevhid inancına, hukuk ve ahlâka ilişkin bildirilerini doğrudan doğruya red ve inkâr edemedikleri için, özellikle dolaylı yoldan değersiz göstermek üzere bütün bunları onun kıldığı namaza bağlayarak, geçersiz ve değersiz göstermeye çalışıyorlar, onun peygamberliğiyle alay etmek üzere namazıyla alay ediyorlar.
Yalnızca Allah’a ibadet edip, türlü türlü mabudlara kul olmaktan kurtulmayı ve ticaretle siyasette hukuk ve ahlâk kurallarına riayet etmeyi, hürriyete engel ya da budalalık sayıyorlardı. Hz. Şu’ayb onlara, mallarınızda istediğiniz gibi tasarruf etmeyin, demiş değildi, “İnsanların mallarına haksızlık etmeyin” demişti. Bu ise hürriyeti engellemek değildi, tam aksine hakları ve hürriyetleri tesbit ve teyid etmekti. Çünkü herkesin malları ve hakları güvence altına alınmadıkça kimse hakkından emin olamaz, mallarında dilediği gibi zaten tasarruf edemezdi. Fakat onlar insanların mallarını kendi malları imiş gibi kabul ediyor, güçlerinin yetebildiği kadar haksızlık yapmaktan geri kalmıyorlardı. Hakka, hukuka ve adalete riayet etmiyorlar, haramdan sakınmıyorlardı. Fesatçılıktan çekinmeleri gerektiği konusunda Şu’ayb Aleyhisselam’ın uyarılarını da kendi serbestliklerine engel sayıyorlar, “Malımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi bu kıldığın namaz mı emrediyor? Sofu sen ne akıllı adamsın be!” gibi demagojilerle söz dokundurmaya ve alaya yelteniyorlardı. İşte böyle bir taraftan putlara tapıyor, bir taraftan da Allah’a karşı kibir ve gurur taslayıp namazı hor görüyorlardı. Bir başka taraftan da hürriyet ve ticaret adı altında hilekârlık, haklara saygısızlık, terbiyesizlik ve küstahlık ederek vahiy ve nübüvvete ukalâlık demek günümüz kâfirlerinde de en çok görülen cahiliyet devri hastalıklarındandır. Bu bakımdan günümüz insanları Şu’ayb kıssasını ve Medyen ahalisinin akıbetini çok dikkatle ve ibretle dinlemelidirler.
Bakınız Şu’ayb, bunlara ne kadar nazikane, ne kadar dikkatli ve ince bir cevap ile karşılık veriyor:
88- Ey kavmim dedi gördünüz mü, yani şu halinizi görüp beğendiniz mi? Gördünüzse söyleyin bakalım ya ben Rabb’imden bir belge, bir beyyine üzerinde isem, “sen o sensin” dediğiniz ben, Rabb’im Teâlâ’dan kesin ve açık bir bürhan, bir belge üzerinde bulunuyorsam, söylediklerimi de vahiy ve nübüvvet bilgisiyle söylüyorsam ne dersiniz? Ben Rabb’imin vahyine ve emrine karşı gelebilir miyim? Oysa Rabbim beni kendi tarafından güzel bir rızıkla rızıklandırmıştır. Yani benim kendi çabamla değil, sırf Allah’dan bir ihsan olarak, lütuf ve kerem hazinesinden beni maddeten ve manen güzel bir şekilde rızıklandırmıştır. Hem helâlinden mal mülk vermiş, ebedi hayatı sağlayan peygamberlik ve hikmet nasip eylemiştir. Ve ben sizi engellemeye çalıştığım şeylere kendim konmak maksadıyla size karşı çıkıyor değilim. Yani, sizi şirkten, başkalarının hakkını yemekten, fesatçılıktan engelliyor; tevhide, tam ölçü ve tartı ile hak ve adaleti gözetmeye davet ediyorsam, gelenek ve alışkanlıklarınızın tersine olan bu nasihatlerden, tekliflerden asıl muradım ve maksadım, hürriyetlerinizi elinizden alıp, sizi onlardan uzaklaştırdıktan sonra o yasakları kendim işlemek değildir. Allah’a karşı siz günaha girmeyin de ben gireyim, siz aldatmayın da ben aldatayım, halkın malını siz yemeyin de ben yiyeyim, siz istediğiniz gibi, zevk u safa sürmeyin de ben süreyim diye bunu yapmıyorum. Size bir oyun yapmak, elinizdeki nimetleri kendime mal etmek maksadıyla hareket etmiyorum, maksadım sadece ve sadece gücümün yettiği kadar ıslaha çalışmaktan ibarettir. Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir, ancak O’nun yardımı sayesindedir. Onun hidayeti ve inayetiyledir. Ben ancak O’na tevekkül ettim ve ancak O’na inabe ederim, hep O’na yönelirim, her işimde O’na sığınırım, O’na teslim olurum.
89- Ve ey benim kavmim, sakın bana karşı direnmeniz, menimle didişip, bana düşmanlık yapmanız, sizi Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih kavminin başına gelen bir musibet ile cezalandırmasın. Zaten Lut kavmi sizden uzak değildir, yakın zamandadır. Veya yakın bölgededir. Veyahut yakın zaman ve mekanda olduğu gibi, küfür ve fesatçılık bakımından da siz onlara yakınsınız. Görülüyor ki Lut kıssasının sonuna eklenen “Bu zalimlere hiç de uzak değildir.” fâsılasına benzer bir fâsılayla, adeta “terci” yapılarak o olay ihtar edilmektedir.
90-Hasılı bunları sakın unutmayın Rabbinizden mağfiret dileyin ve O’na tevbe ile yönelin, çünkü o benim Rabbim çok merhametli, çok sevgilidir, çok şefkatlidir. Binaenaleyh günahlarınız ne kadar çok olursa olsun, vazgeçer de bağışlanma dilerseniz, tevbe ederseniz, rahmetine erer, sevgisine ve muhabbetine nail olursunuz.
91-İşte bu güzel öğütlere kavmi ne dedi bilir misiniz?
Ey Şu’ayb, dediler söylediklerinden çoğunu pek anlamıyoruz. Anlamıyorlardı, çünkü kulak vermiyorlardı, dikkatle dinlemiyorlardı, vahiy ve nübüvvete önem vermiyorlardı. Genellikle bütün fena insanlarda olduğu gibi, herkesin arzularını kendi arzu ve istekleri gibi zannettiklerinden dolayı, bir insanın dünya çıkarlarından ve kişisel duygulardan kurtularak, sırf Allah rızası için çalışıp çabalayacağını “Ben ıslahtan başka bir şey istemiyorum.” sözünde samimi olacağını kafalarına sığdıramıyorlardı. İhlas ve tevekkülün ne olduğunu anlayabilmeleri için kendilerinde de biraz ihlas ve tevekkül bulunması gerekiyordu. Kendilerinde böyle bir duygu bulamadıkları, özellikle tevhid inancını tanımadıkları için kör bir tabiatçı kafayla düşündüklerinden, beşerin işlediği günahlarla birtakım semavi afetler arasında bir ilişki bulunabileceğine ihtimal vermiyorlardı. Allah’ı bırakıp, şuna buna tapmakla, ölçüyü, teraziyi, eksik yapmakla, fitne fesat çıkarmakla dünyadaki düzenin bozulacağını, tufanlar ve zelzeleler olacağını anlamıyorlardı. Velhasıl sarih ve apaçık olan bu sözlere inanmak istemiyorlar, bu gibi sözlerin arkasında gizli niyetler, art düşünceler ve başka maksatlar aramaya çalışıyorlar, bu sözlerden gocunuyorlar da “biz senin söylediklerinin çoğundan bir şey anlamıyoruz”, “sen ne demek istiyorsun?” “Ben neye güvenip de bizi böyle tehdit ediyorsun?” Kesinlikle biz seni kendi içimizde zayıf biri olarak görüyoruz, eğer rahtın (yani hısım akrabandan, saygı duyduğumuz yakınlarından beş on kişi) olmasaydı muhakkak ki seni recmederdik, taşa tutar, öldürürdük. Sen bize karşı güçlü biri değilsin, aziz değilsin. Yani bizim gözümüzde şahsen senin bir değerin, bir önemin yoktur, bize göre sen hatırı sayılan, kıymet verilen biri değilsin. Yani sana saygımızdan dolayı değil, senin yakınlarından olup da bizimle beraber olan, sana uymayıp bizim dinimizde bulunan bir kaç hısım akraban var ki, işte biz onların hatırı için şimdiye kadar sana dokunmadık.
92-Hz. Şu’ayb, bunlara şöyle cevap verdi:
Ey Kavmim, dedi benim hısım akrabam, size Allah’dan daha mı değerli? Yani, ben size ancak Allah’a dayandığımı, O’na güvendiğimi ve muvaffakiyetimi yalnızca O’ndan beklediğimi söylemiş ve binaenaleyh değer ve kuvvetimin başkasıyla değil, yalnız Allah ile olduğunu anlatmış iken size göre benim birkaç yakınım mı Allah’dan daha değerli oluyor da “eğer rahtın olmasa” diyorsunuz. Oysa siz Allah’ı unutup arkanıza attınız. Arkaya atılmış, unutulmuş, kıymetsiz, geçersiz bir şey gibi hiçe saydınız, hesaba katmadınız, O’na ve emirlerine hiç değer vermediniz. Çünkü ancak O’na dayanan ve ancak O’nun emriyle hareket eden bana da önem vermediniz ve O’nun beyyinesiyle, O’nun vahyi ile bildirdiğim açık öğütlerime kulak vermediniz. Allah’ı düşünmediğiniz için söylediklerimi de anlamak istemediniz, “birşey anlamıyoruz” deyip çıktınız. Üstelik yakınların olmasaydı seni recmederdik diyerek tehdide kalkıştınız. Şunu iyi bilin ki, Rabb’im yaptığınız ve yapacağınız her şeyi kuşatmıştır. O’ndan hiçbir şey gizli kalmaz, hiçbir şey O’nun kudretinin dışında kalmaz ve hiçbir kuvvet O’nun izzet ve şanına, değer ve önemine gölge düşüremez. Şu halde her ne yaparsanız mutlaka cezanızı verir.
93- Ve ey kavmim, haydi bütün gücünüzle bildiğinizi yapınız. Muhakkak ki, ben de bildiğimi yapmaya devam edeceğim. Allah’a güvenerek, O’na sığınarak, gücümün yettiğince ıslaha çalışacağım ve irşada devam edeceğim. Yakında bilip anlayacaksınız ki, o rezil ve rüsvay eden, o perişan edecek olan azap kime gelecek. Ve yalancı kimdir? Şu halde gözleyiniz, hiç şüphesiz ben de sizinle beraber gözleyeceğim.
94- Ne zaman ki, emrimiz geldi. Şu’ayb’i ve beraberindeki iman ehlini, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık, o zulüm edenleri de çığlık yakaladı. A’râf ve Ankebût sûrelerinde ise “Onları zelzele yakaladı.” (7/91 ve 29/37) buyurulmuştur ki, “racfe” zelzele, deprem demektir. Demek ki, müthiş bir çığlık ile zelzeleye yakalandılar. Veya zelzeleye yakalandıkları için çığlıklar kopardılar. Diyarlarında, oldukları yerde bir çöküntü gibi yığılıp kaldılar.
95- Sanki o diyarda hiç yaşamamış gibi oldular. Evet, defolup gitti o Medyen Semud’un defolup gittiği gibi, zira Semud kavmi de böyle bir çığlık ve zelzele ile helâk edilmişti. Ancak deniliyor ki, Semud’un çığlığı üstlerinden, Medyen’in çığlığı altlarından gelmişti.
Burada fiilinin sarahaten gelmesi ile yukarıdan beri devam ede gelen masdarının da mânâsı açıklık kazanmıştır. Zira masdarı “kurb”ün (yakın) zıt anlamlısı olarak uzak olmak anlamına geldiği gibi, bir de yok olmak, helâk olmak anlamına gelir. Çünkü helâk olan dünyadan ve bulunduğu yerden uzak olmuş olur. Ve aralarındaki farkı belirtmek için öncekinin fiili “ayn”ın zammiyle beşinci baptan kullanıldığı halde, helâk mânâsına olanın mazi sigasında “ayn”ın kesri ve muzaride fethi ile dördüncü baptan kullanılır.
Binaenaleyh burada buyurulmakla kıssaların sonunda tekrar olunagelen masdarlarının dua maksadıyla ve helâk anlamında söylenmiş olduğu da açıklık kazanmıştır ki, aslında bu tasrih de o bedduayı bir tekid gibidir.
Bu misallerden altıncısı da Musa ile Firavun örneğidir:
Meâl-i Şerifi
96- Andolsun Musa’yı da âyetlerimizle ve apaçık bir belge ile gönderdik.
97- Firavun’a ve cemaatine. Bunlar Firavun’un emrine uydular. Halbuki Firavun’un emri hak değildir.
98- Kıyamet günü, kavminin önüne düşer. Artık o bunları ateşe götürmüştür. O varılan yer, ne kötü bir yerdir.
99- Hem burada, hem de kıyamet gününde lanetle izlendiler. Onlara verilen bu karşı destek ne fena bir destektir!
96- Ve andolsun ki, Musa’yı da âyetlerimizle ve bir açık belge ile Firavun’a ve adamlarına gönderdik. Görülüyor ki, burada da atfın üslubu değiştirilmiş “biz gönderdik” diyerek kasem ve fiil tekrarlanmış, ayrıca tasrih olunarak konu vurgulanmıştır. Böylece Hz. Musa’nın da Hz. Nuh ve Hz. İbrahim gibi bir tarih başlangıcı, bir dönüm noktası olduğuna dikkat çekilmiş ve işaret edilmiştir. Özellikle doğrudan doğruya Nuh kıssasına bağlanmasıyla da onun bir benzeri olduğuna dolaylı bir telmih yapılmıştır. Çünkü bu olayda da bir tufan ve suda boğulma meydana gelmiştir.
Burada Hz. Musa’nın Firavun’a gönderilmesi meselesi söz konusu olduğundan, buradaki “âyetlerimizle” ifadesinden murad Tevrat değil, A’raf Sûresi’nde geçen dokuz mucizedir ki, bunlar asâ, beyaz el, tufan, çekirge, böcek, kurbağa, kan, kıtlık ve ölet olaylarıdır.
Sultan: Aslında üstün gelmek, galip olmak ve istila edip saltanat kurmak anlamına mastardır. Belge, burhan ve hüccet anlamına da gelir. Vali veya hükümdara da sultan dendiği bilinmektedir. Fakat bu mânâya geldiği zaman kelime müennes olur. Kur’ân’da genellikle burhan, delil ve belge anlamında kullanılmıştır. Burada da kuvvetli burhan, kesin belge diye tefsir edilmiştir. Bununla da Hz. Musa’nın en açık mucizesi olan asaya da özellikle işaret edildiği söylenmiş ise de asanın âyetlere dahil olması gerektiğinden “Ve ikinize öyle bir yetki vereceğiz.” (Kasas, 28/35) âyetinde olduğu gibi, galebe, üstünlük ve hakimiyet mânâsı olması ve Hz. Musa’nın Firavun’a karşı ortaya çıkan üstünlüğünü ifade etmesi daha uygun görülüyor. Bununla beraber asa ve beyaz el mucizesi bu anlamı ifade ettiğinden önceki tefsir de sıhhatli sayılır.
Mübin: Bilindiği gibi ibaneden ism-i faildir. “İbane” ise hem lazım, hem de müteaddi olur. Lazım olunca mübin açık demektir. Müteaddi olunca mübeyyin anlamına gelir, açıklayıcı, aydınlatıcı veya furkan anlamına ayırıcı demek olur.
97- Firavun’un emrine tabi oldular, onun emrine uydular Halbuki Firavun’un emri reşid değildir. Firavun’un kumandası veya işi ve hükumet işlerini yürütüş şekli, sonu hayra çıkan isabetli bir emir ve karar değildir. Burası aslında zamir mevkii iken “Onun emri değildir.” denilmeyip de doğrudan doğruya Firavun’un isminin sarahatle ifade edilmesi çok anlamlıdır. Zira öncekinde Firavun’un şahsı, bu ikincide vasfı kastolunmuştur. Çünkü Firavun ismi fesada, bozgunculuğa, zorbalık ve zulme, sapmaya ve saptırmaya delalet etmesiyle meşhurdur. Bundan dolayı önceki özellikle Firavun’un emri demek olduğu halde, ikincisi genellikle Firavun emri, yani Firavun kısmının emri demek olur.
Ebu Hayyan, tefsirinde der ki: Firavun Yaratan’ı ve ahireti inkâr eden bir dehri idi. Diyordu ki, âlemin ilâhı yoktur. Her belde ahalisinin görevi kendi sultanına itaatla meşgul olmaktan ibarettir. Bundan dolayı Firavun’un emri olgunluktan tamamıyla uzaktı. Naziat Suresi’nde de geleceği üzere Firavun “Ben sizin en yüce Rabbinizim.” (Naziat, 79/24) diyor ve kendinden üstün bir Rabb’in varlığını kabul etmiyordu. Onun için verdiğim emir, doğru mudur, gerçekten de Allah’ın emrine uygun mudur, değil midir? diye düşünmüyordu. Hak Teâlâ’nın emirlerine ve hükümlerine uymakla kendini bağımlı görmüyordu. Yalnızca kendi açısına, kendi eğilimlerine, kendi arzu ve isteklerine göre emir veriyor, ne emrederse hakikatın öyle oluvereceğini sanıyordu. Kendisini asaleten ve mutlak hakim sayıyor, kendi emrinde melei, yani danışma meclisi ve onların arkasında da kavmi bulunuyordu, hepsi birden Firavun’a uyuyorlardı. İşte böyle hakkın hakimiyetini hesaba katmayarak asalet ve mutlakıyet iddiasıyla verilmiş emirlere “Firavun emri” adı verilir. Böyle emirlerin ise reşid olmayacağı açıktır. Zira insanlığın kaderi de dahil olmak üzere bütün kâinatı idare eden hakkın kanunlarının bir şahsın veya belli bir cemaatın emir ve iradesiyle değişmeyeceği bellidir. Böyle iken Firavun kısmı kendisinin Hakk’a boyun eğmek zorunda olduğunu düşünmez. Hakk’ın bir memuru gibi hareket etmek istemez de kendi emriyle hak ve hukuk ortaya koymaya kalkar, Hakk’ın kanunlarını değiştirip bozmaya hayra şer, şerre hayır iyiye kötü, kötüye iyi demeye kalkar. Allah’ın “ateştir” dediğine kendisi “su” deyip saldırmak ister ve nihayet hem kendisini, hem de kendisine uyan yandaşlarını yakar. Nitekim bunu açıklamak üzere buyuruluyor ki:
98- Kıyamet günü kavminin önüne düşer, bir de bakarlar ki, su diye kendilerini ateşe götürmüştür. Ve ne fena virddir o mevrud. Tuh, ne kötü sudur o varılan ateş!… Çünkü suya hararet söndürmek, ciğer soğutmak için gidilir, ateş ise bunun zıddıdır. İşte Firavun emrinin akıbeti böyle ciğer yakan bir sonuçtur. Ve Firavun’a uyanlar böyle bedbaht kimselerdir. Musa’ya bakmadılar da sonucu böylesine fena olan bir emre, Firavun’un emrine uydular, onun arkasına düşüp gittiler.
99- Ve böylece hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde bir lanete metbu kılındılar. Yani lanetle izlendiler ve lanetlilerin başında gelenlerden oldular. Ne fena rifttir bu merfud. Ne kötü ianedir bu yapılan iane, yani şu lanetle anılma işi, lanetle anılma bahşişi. Veya ne kötü bir ücret, ne kötü bir ödüldür şu lânetle anılma ödülü.
Rifd: Aslında dayansın diye bir başkasına sağlanan destektir. Mesela eğerin veya semerin altına vurulan keçe, birine yapılan yardım, verilen atıyye ve ihsan rifdtir. Burada cehennem ateşine vird, lanete de rifd denilmesi tehekküm yani ciddi görünür gibi yapılan alay ve istihzadır, gayet veciz ve belagatli bir istiaredir.
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
100. İşte bu helâk olmuş memleketlerin önemli haberlerindendir. Sana onu kıssa olarak anlatıyoruz. Onlardan yerinde duranlar da var, biçilenler (yok olup gidenler) de.
101. Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah’ı bırakıp da taptıkları tanrılar, Rabbinin emri gelince kendilerine hiçbir fayda sağlayamadılar. Hasarlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadılar.
102. İşte Rabbin, zalim memleketleri cezalandırdığı zaman böyle cezalandırır. Çünkü O’nun cezası çok acı, çok çetindir.
103. Ahiret azabından korkanlar için bunda muhakkak ki, bir ibret vardır. O, öyle bir gündür ki, bütün insanlar onun için toplanacaktır ve o, öyle bir gündür ki, mutlaka görülecektir.
104. Biz onu sadece belli bir süreye kadar geciktiriyoruz.
105. O gün gelince Allah’ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onların kimi bedbaht, kimi de mutludur.
106. Bedbaht olanlar ateştedirler. Onlar orada başka türlü soluyacak, başka türlü haykıracaklar.
107. Onlar orada gökler ve yer durdukça duracaklar. Ancak Rabb’inin diledikleri başka. Çünkü Rabbin dilediğini yapandır.
108. Mutlu olanlar ise cennettedirler. Orada gökler ve yer durdukça duracaklar, ancak Rabbinin diledikleri başka. (Bu) ardı arası kesilmeyen bir ihsan olacak.
109. O halde sakın şunların ibadet edişlerinden şüpheye düşme. Daha önce ataları nasıl ibadet ediyor idiyseler bunlar da öyle ibadet ediyorlar. Biz de kendilerine nasiplerini elbette eksiksiz olarak öderiz.
100- İşte bunlar, yani ta baştan beri anlatılanlar, O sitelerin haberlerinden önemli kısımlardır ki, onu sana kıssa (öykü) olarak anlatıyoruz. Yani ayrıntılara girmeden, sözü uzatmadan, yalnızca ibret noktalarını özetleyerek dillere destan olacak şekilde açıklıyor ve hikaye ediyoruz. Onlardan, (yani o şehir medeniyetlerinden) bir kısmı ayaktadır, kalıntıları durmaktadır bir kısmı da hasad edilmiş ekin gibidir. Silinip gitmiş, yıkılıp, yok olup gitmiştir. Ve Biz onlara, (o helak olan kavimlere) zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah’ı bırakıp, yalvara geldikleri o sürü sürü tanrıları, Rabbinin emri geldiği vakit onlara hiçbir fayda vermedi. Allah’ın emrinden zerrece birşeyi önleyemedi. Üstelik onların helak ve hüsranlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.
101- İşte bunlar, yani ta baştan beri anlatılanlar, O sitelerin haberlerinden önemli kısımlardır ki, onu sana kıssa (öykü) olarak anlatıyoruz. Yani ayrıntılara girmeden, sözü uzatmadan, yalnızca ibret noktalarını özetleyerek dillere destan olacak şekilde açıklıyor ve hikaye ediyoruz. Onlardan, (yani o şehir medeniyetlerinden) bir kısmı ayaktadır, kalıntıları durmaktadır bir kısmı da hasad edilmiş ekin gibidir. Silinip gitmiş, yıkılıp, yok olup gitmiştir. Ve Biz onlara, (o helak olan kavimlere) zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah’ı bırakıp, yalvara geldikleri o sürü sürü tanrıları, Rabbinin emri geldiği vakit onlara hiçbir fayda vermedi. Allah’ın emrinden zerrece birşeyi önleyemedi. Üstelik onların helak ve hüsranlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.
102-103- Ve Rabbinin yakalaması işte böyledir. O memleketleri zulme dalmış gitmiş bir halde yakaladığı vakit gerçekten O’nun yakalaması acı ve çetin bir yakalama olur. Muhakkak ki onda, yani o yakalamada veya anlatılan her kıssada ahiret azabından korkan herkes için elbette birer âyet vardır. Yani ibret alacak, ders alacak açık seçik noktalar vardır. Adam sen de, ben bugünümü geçireyim de sonra ne olursa olsun diye, ilerisini düşünmeyen, ahireti hatırına getirmeyen saygısızlar, bu gibi olayları kulların işlediği günahlarla ilişkili görmezler, tesadüflere ve tabiata yükleyip geçerlerse de cidden aklı ve izanı olan ve ahiret korkusu bulunan kimseler bunda ahirete bir delil bulacaklar ve bu dünyada yapılan zulüm ve haksızlıkların oradaki sonucunun korkunç olduğunu anlayacaklar. İşte bu düşüncelerle Allah Teâlâ’nın azgınlara hazırladığı ahiret azabının ne kadar çetin, ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edeceklerdir.
Ayrıca peygamberlerin, dünya azabına ve helakine ilişkin olarak verdikleri haberlerin gerçekleşmesinden, peygamberliğin Allah’ın emriyle olmuş bir iş olduğunu daha iyi anlayacak ve onların ahiretle ilgili haberlerine de akıl ve mantık yorup yakîn hasıl edecektir. Gerçekten de dünyaya ait cezalardan anlaşılır ki, bunları önceden haber veren peygamberler doğru, peygamberlik ise emri vakidir. Ve bundan dolayı peygamberlere haksızlık edip bildirdiklerine inanmamanın ve ahiret azabından korkmamanın akıbeti, Nuh kavminin, Ad ve Semud kavimlerinin, Lut kavminin, Medyen halkının, Firavun ile adamlarının akıbetleri gibi çok acı, çok korkunç bir akıbettir.
İşte o, ahiret azabının olacağı kıyamet günü, Öyle bir gün ki, bütün insanlar onda toplanacak, haşr olacak. Ve o toplanış günü, öyle bir gün ki, muhakkak görülecek. Yani olmamak ihtimali yoktur, mutlaka olacak ve herkes toplanıp onu gözüyle görecek, müşahede edecektir. Yahud o günde her şeye şehadet edilerek, çok şahit bulunacak. Çünkü bütün canlılar, bütün varlıklar, yerde ve göklerde bulunanlar orada şahit olacak. Bütün diller, eller ve ayaklar kendi yaptıklarına şahitlik edecektir. Bu ikinci mânâya göre “meşhud” meşhudun fihin muhaffefidir ki, birçok müfessir, bunu tercih etmişlerdir.
104- Ve biz onu ancak sayılı ve belli bir süreye kadar tehir ediyoruz. Yani sonsuza dek tahir edip geciktirmiyoruz. Ancak sayısı belli olan bir süreye kadar erteleyip geciktiriyoruz. Dünyanın ömrü sonsuz ve sınırsız olarak devam edip gitmeyecektir. O, haddi zatında sayılı, sınırlı az bir süreden ibarettir. Bir gün olup son bulacak ve o vakit ahiret gelip çatacaktır. Onun için o kıyamet günü az bir süre sonra mutlaka görülecek, yani meşhud olacaktır, sonsuza kadar gecikmeyecektir.
105- O gün gelir ki, kimse söz söyleyemez. Ancak O’nun izni olursa, (yani Allah’ın izniyle) konuşacaklar müstesnadır. “Rahman’ın izin verdiklerinden başka hiç kimse konuşmayacak.” (Nebe’, 78/38). Bununla beraber bu izin de herkese ve her yere ait bir izin değildir. “Bu gün, konuşamayacakları ve özür dilemek üzere kendilerine izin de verilmeyeceği bir gündür.” (Mürselat, 77/35, 36) buyurulduğu üzere, bu günün öyle yerleri de vardır ki, bütün insanların nutku tutulur, bir özür dilemek için izin verilmez. İşte o gün kimi bedbaht, kimi mutludur. Bir kısmı şakî, bir kısmı saiddir. Hiç konuşturulmayanlar bedbaht, sefil ve perişandırlar; konuşmasına izin verilenler de mutlu ve bahtiyardırlar.
106- O şakî olanlara gelince, işte onlar ateştedirler. Orada onlara düşen şey zefir ve şahiktir. Tıp dilinde “zefir” nefes almak, “şehik” de nefes vermektir. Fakat asıl lügatta zefir, soluğu uzun uzadıya içeri çektikten sonra dışarı vermektir. Dertli ve sıkıntılı olanın halidir ki, iç çekmek, göğüs geçirmek deyimleri ile ifade edilen haldir. Şehik de ağlarken hıçkırmaktır ki, bu da fazla acıdan kaynaklanır. Ve çocukların ağlaması hıçkıra hıçkıra olur. Bundan başka bir de eşeğin anırmasının evveline zefir, sonuna şehik denilir ki, biri içeri doğru çekilerek, diğeri dışarı doğru verilerek ses çıkarmaktır. Hasılı lügat açısından zefir ve şehik normal nefes alıp verme değildir, ıstıraplı, acılı bir nefes alıp vermedir. Ayrıca zefir ve şehikteki tenvinler tenkir ve tehvil içindir ki, o zaman mânâ şu demek olur: Bambaşka ve feci bir soluk alıp vermeleri, solurken göğüs geçirip hıçkırmaları vardır. Görülmemiş şekilde nefes alıp vereceklerdir. Hasen’den nakledilen bir mânâya göre, zefir cehennem alevinin yükselmesidir. Cehennem alevleri kabarıp yükselecek ve içindekiler, fırlatılıp atılacak gibi tam cehennemin en yüksek tabakasına varıp çıkmak ümidine düştükleri vakit, melekler öyle bir çarpacaklar ki, derhal gerisin geri en derinlere ve diplere doğru yutuluverilecekler ve bu mânâ “Ondan her çıkmak istedikleri zaman geriye döndürülürler” (Secde, 32/20) âyetinde bildirilen bir husustur. Şu halde cehennem alevlerinin köpürüp kabarması zefir, geriye bükülüp dibe doğru kıvrılması şehikdir.
107-Ateş içinde işte böyle bir yukarı, bir aşağı inip çıkacaklar, hepsi orada muhalled olarak kalacaklar. gökler ve yer daim olup durdukça, onlar da orda duracaklar. Bu ifadede bir vakit tayini yok mudur, şu halde bu söz diğer âyetlerdeki ebedî kaydına aykırı değil midir? gibisinden bazı münakaşalar vardır. Ancak bu “gökler ve yer durdukça” deyiminin Arapçada “yıldız ışıdıkça”, “gece gündüz karşılıklı sürüp gittikçe”, “denizde su oldukça” ve bizim dilimizde “dünya durdukça” gibi deyimler ebediyetten kinaye olarak kullanılır, şeklinde cevaplar da verilmiştir. Lâkin bu suretle ebediyyet anlamına olduğu, ve dil geleneğinde bunun ebediyyet demek olduğu yolundaki cevaplar, ifadenin lügat anlamına da alınabileceği ihtimalini tamamen ortadan kaldırmadığı için, bunun bu yoldaki münakaşayı sona erdireceği hayli su götürür bir meseledir. Halbuki bu âyetlerde söz konusu “ecel-i ma’dud” un, yani belli sonun gelmesinden sonra gelecek olan kıyamet gününden ve bunu takip edecek olan ahiret hallerinden sözedilmektedir. Bundan dolayı buradaki gökler ve yerden murad bu dünya ve bu gökler değil. “O gün yeryüzü, başka yeryüzüne çevrilir, gökler de başkalaşır” (İbrahim, 14/48) âyetiyle haber verilen yer ve göklerdir. Ahiret hayatının da kendine göre gökleri ve yeri olacağı açıkça bellidir. Onun ise bu dünyadaki gibi sayılı bir eceli olmayıp, devamı da ahiret hayatının devamı gibi sonsuz olduğundan, binaenaleyh bu kaydın örfi ve mecazi anlamda bir ebediyyet değil, gerçek anlamda bir ebediyyet ifade ettiğinde şüphe yoktur. Nitekim bundan sonraki âyette kesintisiz ihsan olarak “Öyle bir ihsan ki kesilmesiz” buyurulduğuna göre, bu sürekliliğin kesintisiz olacağı da açıkça ortaya konulmuştur. Bir de Abdullah b. Abbas hazretlerinden nakledilmiştir ki, “Gökler ve yer ahirette kaynakları olan nura dönüşeceklerdir”. Binaenaleyh arşın nurunda ebedî olacaklar demektir.
Fakat bu sonsuza dek sürecek olan devam ve huludun, Allah’ın zatına mahsus olan ebediliğe benzer bir ebediyyet şeklinde düşünülmemesi ve öyle vehmedilmemesi için buyuruluyor ki:
Ancak Rabbin dilediği vakit müstesnadır. Yahut Rabbinin dilediğinden başka. Şayet dilerse devam etmeyenler, muhalled olmayanlar, ateşte kalmayanlar veya daha başka şekilde azaplara çarptırılacak olanlar bulunabilir. Muhakkak ki, Rabb’in dilediğini yapandır. Ne dilerse onu yapar. O dilerse huludun devamını engeller veya zefir ve şehiki keser, dilerse cehennemin aynı tabakasında tutmaz da başka başka tabakalarına veya ateşten alıp zemherire nakleder ve daha başka yollarla azap eder veya dilediğini cehennemden çıkarır cennete koyar, bedbahtlıktan kurtarıp mutluluğa erdirir. Diler mi, dilemez mi? İşin o tarafı başka. Onu yalnızca kendisi bilir, ancak dilediği takdirde O’na engel olabilecek bir güç yoktur. Ancak genellikle bildiriyor ki, ahiret âleminin ebedî olarak devamını ve o devam süresince de azgınların ateşte ebedî kalmalarını dilemiştir. Ve bu arada bazıları hakkında istisnai olarak birtakım meşiyyetleri ve özel muameleleri de olabilecektir ki, bu da kiminin lehine, kiminin aleyhine olabilir. Yine bir hadisi şerifte varid olduğuna göre, cehennemin günahkar müminlere mahsus olan bir tabakası bir zaman gelip boşalacaktır.
108- Mesud olanlara gelince işte onlar da cennettedirler. Öyle ki, gökler ve yer daim oldukça, (yani, yerinde durdukça, yani sonsuza kadar,) hepsi orada muhalled olarak kalacaklar. Ancak Rabb’inin dilediği başka. Yani cennetin devamı ve ebediliği, Allah’ın vücub-i zatisi gibi kendinden değildir, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Allah dilerse böyle olmayabilir. Nitekim cehenneme giren herkes orada ebedî kalmayacaktır, günahkar müminler bir müddet cehennemde kaldıktan sonra cennete girecekler ve saadete erecekler. Veya Allah katında burada sözü edilen cennet saadetinden daha büyük saadetler de olabilecektir. Nitekim bir kısım bahtiyarlar cennetten daha ileri mertebelere yükselecek, “Allah’dan gelen Rıdvan en büyüktür.” (Tevbe, 9/72) ve “Ve nice yüzler de o gün ışıl ışıl ışıldar ve Rabbine bakakalır.” (Kıyamet, 75/ 22,23) âyetlerinin sırrına mazhar olacaklardır. Fakat bu gibi istisnalarla cennetin genel gidişinde bir son veya bir kesinti olacakmış vehmine düşülmesin. “Öyle bir ata ve ihsan olacak ki, kesilmesiz.” Dünyadaki gibi belli bir süre ile sınırlı ve sonlu değil, kesintisiz sürüp giden bir ata ve ihsan, sonsuz bir Allah vergisidir.
Bu kayıt, ya cümlesinden hâl veya cümlesinden temyizdir. Cennetin hâli olduğu takdirde, cennet nimetlerinin kesintisiz olduğunu açıkça belli eder: Nitekim “Yiyecekleri de, gölgesi de süreklidir.” (Ra’d, 13/35) âyeti de bunu destekler. Temyiz olduğu takdirde cennetin üstünde ve müstesna bir surette ilâhî meşiyetle ilgili olan rıdvan nimetinin kesintisiz olduğunu açıklar, aynı zamanda cennetin sonsuz olduğuna da işaret eder. Zira bundan anlaşılır ki, ahiret hayatında böyle sürekli ve kesintisiz bir ihsan vardır. O halde buna karşılık bazı kesintili kişiler olsa bile, kesintisiz bir ihsanın gerçekleşebilmesi için dahi, ahiretin sonsuz ve ebedî olması gerekir. Bu ise cenneti kaplayan ahiret göklerinin ve yerinin sonsuza dek devamlı olmasını gerektirir. Şu halde “kesintisiz ihsan” işaretiyle “gökler ve yer durdukça” ifadesindeki ebediliği de tefsir etmiş, açıklamış olur. O halde âyetteki “”gökler ve yer durdukça” kaydının da sonsuza dek demek olduğu kendiliğinden anlaşılır ki, genellikle âyetlerde “ebeden” kayıtları da bunda açıktır. Şu halde “kesintisizlik” kaydının cehennemle ilgili âyette değil de cennetle ilgili olan ikinci âyette vurgulanmasından dolayı, bazı kimselerin “cennet sevabı ebedidir, fakat cehennem azabı genellikle bir yerden sonra bitecektir, kesilecektir” şeklinde zannetmeleri doğru değildir.
Velhasıl yukarıdan beri anlatılagelen kıssalar iyice düşünülünce anlaşılır ki, sûrenin baş tarafında geçtiği üzere, “Bu dünya hayatını ve nimetlerini isteyenler.” (11/15) sayılı ve belli bir eceli bulunan bu dünya hayatında nasipleri ne ise onu tamamiyle alırlar. Sonra da “Ahirette kendilerine ateşten başka birşey kalmaz” (Hud, 11/16). Böyle ebedî bedbahtlardan olurlar. Bunlara karşılık “İman edip salih ameller işleyenler ve Rablerine karşı terbiyeli” kimselerden olanlar da “Cennet ehlidirler, orada ebedî kalırlar.” (Hud, 11/23). Böylece ebedî mutluluğa ererler. İşte iki grup arasındaki fark bu kadar büyüktür. Bir de şakî olan bedbahtlar grubunun Firavunları ve elebaşıları gibi, said olan bahtiyarlar grubunun da peygamberleri, sıddıkları ve önde gelenleri vardır. Her iki grubun ileri gelenleri vardır ki, bunların azap ve sevapları da belli ölçüde öbürlerinden farklıdır. Azgınların elebaşılarına cehennem ehli içinde ötekilerden farklı olarak Allah Teâlâ’nın dilediği öyle müthiş bir azap vardır ki, bunun ne kadar korkunç olduğu hayal dahi edilemez. Şu halde bunlar sıradan bedbahtlardan daha bedbaht bir durumdadırlar. Mesutların önde gelenlerine de Allah Teâlâ’nın, cennet ehli içinde özel olarak hazırlamış olduğu öyle saadetler vardır ki, “Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, beşer cinsinden hiçbir kalbin hissetmediği.” nimetlerdir ki, bunları tarif etmek için cennet tabiri bile az gelir. Bu artık bütün nimetlerin ve istihkak edilmiş bütün mükafatların üstünde sırf Allah’ın fazlı ve keremi ile olan rabbani ihsanlar, kesintisiz ihsanlardır. Şu halde buna nail olacak olanlar da bahtiyarlar bahtiyarıdırlar.
109-Şimdi geçmişteki o kıssalar, gelecekteki bu akıbetler sana bildirilmekle ey Muhammed! Artık şunların, şu yukarıdan beri anlatılan müşriklerin tanrı diye taptıkları şeylerden hiçbir şüphen olmasın, hepsi boştur. Bundan önce ataları nasıl tapıyor idiyseler bunlar da başka değil, aynen öyle tapıyorlar. Yani boşu boşuna tapmaya devam ediyorlar. Yukarıda beyan olunduğu üzere “Allah’ı bırakıp da taptıkları o şeyler kendilerine zerre kadar fayda sağlamadı.” (Hud, 11/101) âyetinde bildirildiği şekilde, bunların ataları putlara tapmakla nasıl zarardan başka birşey görmedilerse, bunlar da tıpkı öyle olacaktır. Ve elbette biz, bunların nasiplerini eksiksiz olarak kendilerine ödeyeceğiz. Yani ecelleri gelinceye kadar dünya hayatındaki kısmetlerini kesmeyeceğiz, sonra da ahirette hak ettikleri cezalarını da vereceğiz.
Meâl-i Şerifi
110. Andolsun ki, Musa’ya kitabı verdik, yine de onda ihtilafa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir karar olmasa idi, elbette haklarında hüküm verilmiş bitmişti. Muhakkak ki onlar, bundan kuşkulu bir şüphe içindedirler.
111. Gerçekten de onların her biri öyle kimselerdir ki, yaptıklarının karşılığını Rabbin kendilerine hakkiyle ödeyecektir. Çünkü O, onların yaptıkları her şeyden haberdardır.
112. İşte bundan dolayı emrolunduğun gibi doğru ol! Beraberindeki tevbe edenler de (doğru olsunlar). Aşırı gitmeyin! Muhakkak ki O, bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır.
113. Ve zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın. Allah’dan başka yardımcılarınız da yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.
114. Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. Bu ise, düşünebilenlere bir öğüttür.
115. Ve sabret! Çünkü Allah iyilik edenlerin mükafatını yitirmez.
110- Andolsun ki, Musa’ya da kitap verdik de çok geçmeden üzerinde ihtilaf edildi. Yani merak etme ya Muhammed! Yalnızca sana ve sana verilen kitaba karşı anlaşmazlık çıkarılmıyor. Yukarıda da bildirildiği üzere Firavun’a galebe çalan, üstünlük sağlayan Musa’ya da kitap verildiği zaman ümmeti olan İsrailoğulları tarafından ihtilaf çıkarıldı. Oysa Musa’ya kitabın verilmesi, Tevrat’ın inzal olunması, onun, Firavun ile adamlarına üstün gelmesinden, hatta onların suda boğulmasından ve İsrailoğulları’nın kurtarılmasından sonra olmuştu. Böylece İsrailoğulları Tevrat gelmeden önce bütün bunları gözleriyle görmüş ve Musa’nın peygamberliğini kabul etmişlerdir. Böyle olmasına rağmen Tevrat nazil olunca hepsi birden hemen iman etmediler de onun Allah’dan olup olmadığında ihtilaf ettiler. Bir kısmı iman etti, bir kısmı da iman etmedi, direndi. (Bakara, 2/40-150 ve A’raf, 7/100-188 arasındaki âyetlere bkz.). Sana gelince ya Muhammed, önce kitap nazil oluyor, şu halde sana gönderdiğimiz kitap hakkında kavminden bazılarının “ona bir hazine indirilse ya” veya “onunla beraber bir melek dolaşsa” veyahut “onu sen uyduruyorsun” diyerek inkâr edenlere, Allah kelâmı olduğunu inkâr ederek ihtilaf çıkarmalarına önem verme! Eğer Rabbinden bir kelime sebketmiş olmasa idi, yani hikmet gereği olarak bir ecel takdir edilmemiş olsa idi, derhal haklarında hüküm icra edilirdi. Yani, kavminden ihtilaf çıkaranların hepsi için hemen şimdi aleyhlerinde hüküm verilir ve icra edilirdi, hiç beklemeden işleri bitirilirdi. Ve şüphe yok ki, onlar bundan dolayı kuşku dolu bir şüphe içindedirler. Yani bu sûrenin baş tarafında geçtiği üzere, “Kur’ân’ı Muhammed’in kendisi uydurdu” diye inkâr eden iftiracılar, yaptıkları bu iftiraya kendileri bile inanmıyorlar. Kur’ân’dan dolayı onlar öylesine derin bir şüphe içindedirler ki, bu şüpheleri kendi içlerini yiyip bitirmekte, yüreklerini kemirmektedir.
111- Ve hiç şüphe yok ki, onlardan her biri o takımdandır ki, Rabbin amellerinin karşılığını kendilerine kesinkes ödeyecektir. İşlerini bitirecek, yaptıklarını kafalarına çalacaktır. Yani bunların hepsi, sûrenin baş tarafında bildirildiği üzere “Her kim dünya hayatını ve ziynetini dilerse, biz onlara burada amellerinin karşılığını tamamen öderiz. Bu hususta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.” (11/15), “Fakat onlar öyle kimselerdir ki, ahirette onlara ateşten başka birşey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten bütün yaptıkları batıldır” (11/16) âyetleri ile durumları ve akıbetleri açıkça ortaya konulan ve yalnızca dünya hayatı ve lüksü peşinde koşan körler kısmındandırlar. Gerçekler hakkındaki şek ve şüpheleri hep dünya çıkarları yüzündendir. İşte bu şüphe ve tereddüt içinde sürüp gidecek, dünya hayatlarında ne yapacaklarsa yapacaklar, dünyadan ne zevk alacaklarsa alacaklar ve sonra bütün yaptıklarının cezasını çekecekler. Çünkü muhakkak ki O, (yani Rabbin) her ne yapıyorlarsa hepsinden haberdardır. Yaptıklarının hiç birini karşılıksız bırakmaz.
112-İşte bundan dolayı sen emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Hakkiyle doğru ve dürüst ol! Bu emrin “fa” harfiyle öncesine bağlanması şu anlamı ifade eder: Sen her hususta doğruluk ile emrolunmuş bulunuyorsun. Ve senin, her işte Kur’ân’da emrolunduğun gibi, sıratı müstakim üzere tam bir doğrulukla hareket etmen ve her hususta aldığın vahye uyman, Kur’ân ahlâkı ve ahkamı uyarınca hareket edip bilfiil canlı bir doğruluk örneği olman gerekmektedir ki, hakkında hiçbir şüpheye ve tereddüde yer kalmayacaktır. Doğruluğun ve dürüstlüğün senin peygamberliğine ve başarılı olmana en büyük delil ve belge olacaktır. Bundan dolayı sen sana karşı çıkanların laflarına bakma, onları Allah’a havale et de gerek müminlerle müşterek olan inanç ve amele ilişkin genel görevlerinde, gerek özellikle peygamberlik görevleriyle ilgili olarak yalnızca sana ait olan özel görevlerinde tam emrolunduğun gibi, hakkiyle doğru ol, doğruluktan ayrılma! Şu halde sûrenin baş tarafında “Belki sen, sana yapılan ithamlardan dolayı, sana vahyolunanların bazısını terkedecek olursun ve bundan da üzüntü duyarsın” (11/12) geçtiği üzere vahyolunan emrin yerine getirilmesi ne kadar ağır olursa olsun; ne o emrin tebliğinde, ne de icra ve uygulamasında hiçbir engelden yılmayarak emrolunduğun gibi dosdoğru olmaya devam et.
Abdullah b. Abbas demiştir ki. Bütün Kur’ân içinde Resulullah’a bu âyetten daha ağır ve daha çetin bir âyet nazil olmamıştır: Ve bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Hud Sûresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı” ve bazı rivayette “Beni Hud Sûresi ihtiyarlattı.” buyurmuştur.
Demek ki, Hakk’a vasıl olmak için istikametten başka yol olmadığı gibi, her hususta istikamet kadar yüksek bir makam ve onun kadar zor hiçbir emir yoktur. Herhangi iş olursa olsun, herhangi hedef olursa olsun ona ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur. Böyle olmakla beraber her şeyden önce, bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin ve tespit etmek çok zordur; ayrıca onunla ilgili çeşitli noktalardan ilişkisini kesip, sarsılmadan dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek daha zordur. Ve yine istenilen hedefe ulaştıktan sonra aynı şekilde o doğruluk üzere, hiç eğilmeden devam ve sebat edebilmek büsbütün zordur. Bununla beraber şu kadarını hatırlatmalıyız ki, bu âyette Resulullah’a “beni ihtiyarlattı” dedirtecek kadar zor gelen nokta, istikamet emrinin asıl kendisiyle ilgili olan kısmından ziyade, ümmetiyle ilgili olan kısmı olsa gerektir. Zira buyuruluyor ki: Seninle beraber tevbe edenler de. Yani şirkten tevbe edip de imanda seninle beraber bulunan, müslüman olan herkes de tıpkı senin gibi dosdoğru olsun. Ve azmayın, yani Allah’ın tayin ettiği sınırı aşıp da onun dışına çıkmayın, doğruluktan ayrılıp da ifrat veya tefrite sapmayın, aşırı gitmeyin ey müslümanlar Çünkü muhakkak ki O, (yani Rabb’in) bütün yapacağınızı görür. Gözünden hiçbir şey kaçmaz. Görür ve ona göre karşılığını verir; ceza veya mükafat, karşılıksız bırakmaz.
113- Ve zulüm yapmış olanlara rükun etmeyin, yani, zulüm ve haksızlık yapanlara herhangi bir şekilde destek vermek, yakınlık gösterip yaltaklanmak şöyle dursun, meyil bile etmeyin, yüz vermeyin, ilgi göstermeyin ki sonra size ateş dokunur. Ve sizin Allah’dan başka dostlarınız yoktur, sonra mansur da olmazsınız, Allah’ın yardımına nail olamazsınız. Size dokunacak olan ateşten kendinizi kurtaramaz, kurtarıcı da bulamazsınız.
114- Ve namazı kıl, ve kıldır, gündüzün her iki tarafında ve gecenin zülfelerinde yani gündüzün başlıca değişme saatlerinin ikisinde ve gecenin zülfeleri, saçakları demek olan eteklerinde, gündüze yakın olan saatlerinde.
Zülef: Zülfe’nin çoğuludur ve Arapça’da çoğul en az üç sayıdan oluştuğu için bu âyetteki ifadeden anlaşılan sonuç, ikisi gündüzün taraflarında, üçü de gecenin eteklerinde olmak üzere tam beş vakit namaz emredilmiş olduğu açıkça bellidir. Gündüz namazlarının kırâetinde cehir (sesli okuma) meselesinde sabah namazı gece namazlarından sayıldığı için “tarafeyi’n-nehar” dan murad öğle ve ikindi vakitleri, “zülefen mine’l-leyl”den maksat da akşam, yatsı ve sabah namazları olmak lazımgelir ki, İsra Sûresi’nde de “Güneşin öğle vakti zevalinden, gecenin karanlığına kadar namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı gerçekten de şahitlidir.” (İsra, 17/78) diye buyurulmuştur. Böylece öğle ile ikindiye tarafeyi’n-nehar denilmesinin sebebi şudur: Sabah gündüzün kökü, güneşin doğuşundan öğleye kadar geçen vakit ise gövdesidir. Zevalden sonra öğle ile ikindi de, ta batıncaya kadar olan kısım da taraflarıdır. Şer’an de gündüz vaktinin sabah, öğle ve ikindi olmak üzere başlıca, üç bölümü, üç tarafı vardır. Nitekim bir başka âyette “Gündüzün tarafları” (Tâhâ, 20/130) diye gündüzün üç tarafından söz edilmiştir. Sabah namazı güneş doğmadan önce olduğu için, sabah ve akşam namazları “zülefen mine’l-leyl” in kapsamı içinde kalmış olurlar. Böylece gündüz namazına iki taraf kalmış olur. Bununla beraber mutlak anlamda “gündüzün iki tarafı” tabiri gündüzün iki ucu veya ortasının iki yanı mânâsına geldiğinden, şer’î anlamda gündüz de fecir vaktinden geçerli olduğundan birçok âlim, bunun “Güneş doğmadan önce ve batmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et.” (Tâhâ, 20/130) âyetini örnek alarak sabah namazı ile ikindi namazı olması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Fakat bu şekilde tefsir edildiği takdirde, başka âyetlerde sarahatle yer almış olan öğle vakti burada hiç zikredilmemiş olur. Keşşaf sahibi gibi, birçokları da iki taraftan maksadın bir tarafın öğleden önce, bir tarafın da öğleden sonra demek olduğunu ifade etmişler, yani “gudüvv ve aşiyy” şeklinde anlamışlardır. Böyle alındığı takdirde birinci tarafta sabah namazı, ikinci tarafta da öğle ve ikindi namazları yer almış olur ki, böylece gündüz namazı olarak üç vakit namaz bulunmuş olur. Bu şekilde “tara-feyi’n-nehar” ifadesi ile diğer âyetteki aynı anlama gelmiş olur. Ve sabah namazı onun biri olur, diğer ikisi de öğle ve ikindi namazları olmuş olur. Gündüzün iki tarafında üç namaz yer almış olursa “zülefen mine’l-leyl” sözü de çoğul olduğudan ve en az üç namazı ifade etmesi gerektiğinden, o takdirde farz namazların sayısı beş değil, altı vakit olmuş olur, ki, bu altı vaktin biri bizzat peygamber efendimiz hakkında “Ve gece namazından olmak üzere teheccüd namazını da kıl, sırf sana mahsus nafileten bir namaz olarak.” (İsrâ, 17/79) uyarınca fazla olarak teheccüd, ümmet hakkında da vitir altıncı namaz olmuş olur. Nitekim “Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında da tesbih et.” (Tâhâ, 20/130) ifadeleri de en az altı sayıyı içerir. Şu kadar var ki, beş, bütün vecihlerce kesin, altıncısı ihtimal olarak vitir itikadi farz değil, ameli farzdır, başka bir deyişle vaciptir. Gerçekten de mutlak anlamda gündüzün iki tarafı denildiği zaman sabah ve ikindi, hatta sabah ve akşam dahi açıklık kazanırsa da burada bu iki tarafın karşılığı olan “zülefen mine’l-leyl” den olmadığı da belli olmak karinesiyle “tarafeyi’n-nehar” ifadesinden gündüzün iki ucu veya ortasının iki yanı demek olmayıp örfte başlıca üç kısım sayılan etrafı nehardan ikisi demek olması bizce bütün açılardan tercih edilmesi gereken bir tefsirdir. Gündüzün taraflarından iki taraf: Öğle ile ikindi ve geceden üç zülfe: Akşam, yatsı ve sabah olmak üzere hepsi tam beş vakit namazdır ki, ikamet aynı zamanda namaz kıldırmak anlamına da geldiğinden bunlar cemaatle kılınan namazlardır, ikamet sünnet, cemaat vaciptir.
Hasılı işte bu beş vakit namazı ikame et. Zira şurası kesindir ki, iyilikler kötülükleri giderir. Yani her namaz bir hasenedir, beş vakit ise hasenattır. Hasenata devam edildikçe seyyiat, yani kötülükler silinir gider, işte bu muhakkaktır. Binaenaleyh beş vakit namaza devam edildikçe arada beşeriyet icabı işlenen bazı seyyiat da silinir gider. Beş vakit namaz, arada meydana gelebilecek küçük günahlara keffaret olur. Nitekim bir hadisi şerifte de varid olmuştur ki “Namazdan namaza kadar ikisi arasındakilere keffarettir, büyük günahlardan uzak durulduğu sürece”. Ayrıca “Muhakkak ki, namaz, çirkin ve kötü şeylerden uzak tutar.” (Ankebut, 29/45) buyurulduğundan, namaza devam edildikçe, genellikle namaz kılanda kötülüklere ve günahlara karşı nefret duygusu gelişir. Böylece namaz insanları büyük günanlardan da uzaklaştırmaya, şayet alıştığı şeyler varsa onda pişmanlık uyandırıp tevbeye de sebep olur.
O, (yani) namaz, yahut “doğru ol!” emrinden buraya kadar anlatılanlarla ilgili bu bölüm, düşünmeyi bilenlere bir hatırlatmadır. Yani aklıbaşında olan ve düşünebilen herkese bir öğüttür, bir vaaz ve nasihattır. Bu âyetlerde geçen emirler ve nehiyler bakınız ne kadar dikkat çekicidir: Emirler ve diye dış görünüşte müfred olarak yalnızca Hz. Peygamber’e hitap edilmiştir, oysa mânâ itibariyle umuma, yani bütün ümmete aittir. Nehiylerde ise “azmayın” ve “zulmedenlere arka vermeyin.” diye yalnızca ümmete yöneltilmiştir. Ne ince, ne zarif bir ifade tarzıdır ki, hayır olan fiillerde Hz. Peygamber muhatap tutulmuş da ümmete ondan sirayet ettirilmiştir. Sakınca teşkil eden işlerden, yasaklanmış fiillerden nehye gelince de Hz. Peygamber’e hitaptan çekinilip ümmete geçilmiş ve bunun Peygambere ancak ümmeti dolayısıyla zımmen bir ilişkisi bulunduğu anlatılmıştır. Ve Hz. Peygamber’in şahsı bu gibi işlerden uzak tutulmuştur. Çünkü usul ilminde beyan olunduğu üzere, bir fiilden nehiy, o fiilin muhataptan sadır olması düşünülür ve tasavvur edilir olmasına bağlıdır. Vukuu ihtimali olmayan fiil nehyedilmez. Bundan dolayı nehiylerinin Peygamber’e yöneltilmeyip de ümmete yöneltilmesi ve ümmetin muhatap kabul edilmesi, bu gibi işlerin Hz. Peygamber hakkında asla düşünülemiyeceği ve ihtimal dahilinde bile olmadığı gerçeğini ortaya koyar. Şu halde Hz. Peygamber’e verilen doğruluk emrinin doğrulukta devam ve sebat etmesini temin demek olduğunu ve fakat buna rağmen ümmette doğruluktan ayrılmanın ve zalimlere meyil etmenin yine de mümkün ve muhtemel bulunduğunu ihtar vardır. Ve işte Hz. Peygamber’e “Hud Sûresi beni kocalttı” dedirten de âyetin bu ince belagati ile ümmetin doğruluktan sapma tehlikesinin bulunmasıdır. “Düşünmeyi bilenlere bir hatırlatmadır.” O halde bunlara iyi dikkat et.
115- Ve sabreyle, bu emirlerin icra ve ifası sırasında karşı karşıya kalacağın acılara katlan ve zalimlere karşı nusreti ve başarıyı hiç acele etmeden bekle. Çünkü muhakkak ki, Allah iyilik edenlerin ecrini zayi etmez. İyilik yapanların emeğini boşa çıkarmaz, bu muhakkak. Görülüyor ki buradaki sabır emri ile Yunus Sûresi’nin sonundaki “Sen sana vayolunan şeye uy ve sabret.” (Yunus 10/109) emrine bir defa daha vurgu yapılarak, burası o icmalin bir tafsili ve bir tavzihi (bir ayrıntısı ve açıklaması) olduğu anlatılmıştır. Bunun üzerine geçmiş ümmetlerin ardarda azaba uğratılmalarının sebepleri özetle bir kere daha hatırlatılıyor. Böylece Muhammed ümmetini aydınlatmak ve Resululah’ı teselli etmek siyakında buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
116. Sizden önceki devirlerden bakıyye sahipleri (kitap ehli) yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı ne iyi olurdu. Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O zulmedenler ise şımartıldıkları refahın peşine düştüler ve hepsi de suçlu oldular.
117. Senin Rabbin, halkları iyi ve ıslahatçı iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir.
118. Eğer Rabbin dileseydi elbette bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Halbuki yine de ihtilaf edip duracaklardı.
119. Ancak Rabbinin rahmetle yarlığadığı kimseler başka. Onun içindir ki, onları yarattı. Ve Rabbinin “Andolsun ki cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım” sözü böylece tamam oldu.
116- Şimdi sizden önceki çağlardan yeryüzünde fesattan engelleyen bazı bakiyye sahipleri bulunsaydı (yani, Musevi ve İsevi gibi eski dinlere mensup olanlardan bakiyyeye hizmet eden, dindar, hayra yarar, faziletli gruplar bulunsaydı) da yeryüzünde bozgunculuğa engel olsalard Ancak içlerinden kurtuluşa erdirdiğimiz pek az kimselerden başkası yoktur. İçlerinden o zulüm yapanlar ise, (yani, azınlıkta olan o kurtulmuşları dinlemeyip bilfiil fesat yaparak veya kötülükten vazgeçirme görevini terkederek, kendilerine zulmetmiş, kendi helaklerine sebep olmuş olanlar ise) refahla zevk arkasına düştüler. hep mücrim oldular. İşte daha önceki çağlarda helak olan kavimlerin helaklerine sebep olan şey başlıca bu ikisidir: Birincisi içlerinde fesattan engelleyecek faziletli bir cemaatın bulunmayışı, bulunsa bile yetersiz kalışıdır. Birisi de refaha ermiş olanların zevk ve safa düşkünlüğü ve bu suretle halkın baştan çıkmasına sebep olmaları.
117- Yoksa ahalisi muslihler, (yani salih ve ıslahtan yana kişiler) olan bir memleketi durup dururken, Rabbinin haksız olarak helak etmesi olur şey değil. Hak etmeden helak olmaz. Yani, bir memleketin gerek idare eden ve gerek edilen ahalisi, zulme ve bozgunculuğa meydan vermeyen salih ve ıslahatçı kimseler iken, Allah herhangi bir zulüm ile o memleketi helak etmez. Böyle bir ihtimal yoktur. Allah’ın kendisi zalim olmaktan münezzeh olduğu gibi, ahali iyiliği ve ıslahatı sürdürdüğü müddetçe zaten zulmetme niyetinde olanlar da zulüm ve haksızlık için meydan bulamaz. Bunun için salih olmak kâfi gelmez, ayrıca muslih olmak da gerekir. Allah, memleketleri, ancak halkları ıslahkar “ahalisi ıslahat yapan kimseler” oldukları sürece helak etmez. Hakkın ihlak edişi, ancak memleket ahalisinin ıslahattaki eksiklikleri, zulüm ile fesadın meydan almasına sebebiyyet vermeleri yüzündendir. Nitekim “İçimizde salihler varken yine de helak olur muyuz?” diye Resulullah’a sorulduğunda, o da “Evet, eğer hubüs, (yani pislik) çoğalırsa” diye cevap vermiştir. (Maide, Sûresi’nde “Ey iman edenler, size düşen kendinizi düzeltmektir. siz doğru yolda olduğunuz sürece yolunu şaşırmışlar size zarar veremezler.” (5/105), Enfal Sûresi’nde “Öyle bir fitneden korkun ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz…(8/25) âyetlerine bkz.) Hud Sûresi’ndeki bu âyetin bir benzeri de En’âm Sûresi’nde geçmişti, fakat orada “Bunun sebebi, Rabbinin, bir memleket halkını gaflette oldukları bir halde, haksız yere helak etmeyişidir.” (6/131) buyurulmaktadır. Bunun bir benzeri de ilerde Kasas Sûresi’nde gelecektir ki, orada da “Rabbin memleketlerin ana merkezine, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe onları helak etmiş değildir. Biz o memleketleri, halkı zalim olmadıkça helak edecek değildik.” (Kasas, 28/59). Bu son âyet gafletin mânâsını açıkladığı gibi, ıslahatın karşıtının da zulüm ve haksızlık yapılması demek olduğunu ortaya koyar.
118- Bununla beraber Rabbin dileseydi, elbette insanların hepsini bir tek ümmet yapardı. “İnsanlar bir tek ümmetten başka bir şey değillerdi” (Yunus, 10/19) âyeti gereğince zaten balangıçta hepsi bir tek ümmet ve bir tek aile idi. Âdem ailesi idi. Sonra dileseydi hepsini hakka hidayet ederdi, İslâm üzerinde birlik ve beraberlik halinde tutardı, ihtilafa, anlaşmazlığa, bölünüp parçalanmaya izin vermezdi. Sonuna kadar bir tek millet, tevhid inancı üzere giden bir tek cemaat yapardı. Halbuki öyle yapmamış da sürekli olarak anlaşmazlıklar çıkarıp duruyorlar. Demek ki, Allah Teâlâ, hepsinin bir ümmet olmasını dilememiş. Hepsine tevhid inancını ve doğruluğu emretmekle beraber, ihtilaflara imkân bırakmış da çeşitli zevkler, çeşitli tutkular ve farklı isteklerle Hakk’a karşı çıkıp duruyorlar.
119- Ancak Rabbi’nin merhamet ettikleri, rahmetine mazhar kıldıkları müstesnadır. Ki bunlar, ihtilafa düşmezler, Hakk’a karşı gelmezler. Tevhidden ve istikametten ayrılmazlar, birlik ve beraberlik içinde bir ümmet olurlar. Ve zaten onları bunun için halketti, yani tevhidden ayrılmasınlar, anlaşmazlıklara düşmesinler ve bir tek ümmet olsunlar diye yarattı. İşte bu müstesnaları bunun için yarattı veya rahmet kılınmış olanların dışında kalanları ihtilafa düşsünler diye yarattı. Veyahut bütününü “Bakalım hanginiz daha güzel ameller işleyecek.” (Mülk, 67/2) hikmetiyle imtihan ve yarışma gerçekleşsin, muhalif ve muvafık ayrılsın diye yarattı. Ve böylece ihtilaf edip duranlar hakkında Rabbinin işte şu kelimesi tastamam yerini buldu: Bir kısmı cinlerden ve bir kısmı insanlardan olmak üzere cehennemi elbet dolduracağım. (Bakara, 2/253. âyetin tefsirine bkz.)
Meâl-i Şerifi
120. Peygamberlere ait haberlerden kalbini yatıştıracak olanlardan her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da sana bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.
121. İmana gelmeyen o kâfirlere de ki: “Elinizden geleni geri koymayın! Biz de yapacağımızı yapacağız.”
122. Siz bekleyin görün, biz de bekleyip göreceğiz.
123. Göklerin ve yerin gaybını bilmek yalnızca Allah’a mahsustur. Her iş O’na döndürülür. Sen yalnızca O’na ibadet et ve yalnızca O’na dayan. Rabbin yaptıklarınızın hiçbirinden gafil değildir.
120- Sana peygamberlerin hayatlarıyla ilgili bilgilerden bazı önemli kısımları, kalbini onlarla yatıştırmak, onlarla pekiştirmek için hikaye ediyoruz. Önemli kısımların her türlüsünü sana anlatıyoruz ve daha anlatacağız. Bunda, (yani bu sûrede) de sana hak geldi. Anlaşmazlık ihtimali olmayan hakikatın kendisi geldi. Aynı zamanda müminler için bir mev’iza ve muhtıra, (yani bir öğüt ve ibret niteliğindeki bilgiler) geldi.
121- İmana gelmeyen o kâfirlere de de ki: Halinize ve gücünüze göre yapabileceğinizi yapın. Yani sizin bütün gücünüz imansızlığa yetiyor, o imansızlıkta da istediğiniz kâfirliği yapın. Yapabileceğinizi yapmaktan geri kalmayın bakalım. Muhakkak ki, biz de yapacağımızı yapacağız. Şurası kesindir ki, hakkı tasdik edeceğiz ve Rabbimizden gelen emir ve uyarıları kabul edip iman yolunda çalışmaya devam edeceğiz. Ve gözleyin. Şu müminlere felaket gelecek diye bekleyip durun, muhakkak ki, biz de gözlemekteyiz. Yani Rabbimizin vaatlerini ve sizin gibi imansızların başına gelebilecek kötü akıbetleri, sizin korkunç sonunuzu biz de inançla gözleyip durmaktayız.
122- İmana gelmeyen o kâfirlere de de ki: Halinize ve gücünüze göre yapabileceğinizi yapın. Yani sizin bütün gücünüz imansızlığa yetiyor, o imansızlıkta da istediğiniz kâfirliği yapın. Yapabileceğinizi yapmaktan geri kalmayın bakalım. Muhakkak ki, biz de yapacağımızı yapacağız. Şurası kesindir ki, hakkı tasdik edeceğiz ve Rabbimizden gelen emir ve uyarıları kabul edip iman yolunda çalışmaya devam edeceğiz. Ve gözleyin. Şu müminlere felaket gelecek diye bekleyip durun, muhakkak ki, biz de gözlemekteyiz. Yani Rabbimizin vaatlerini ve sizin gibi imansızların başına gelebilecek kötü akıbetleri, sizin korkunç sonunuzu biz de inançla gözleyip durmaktayız.
123-Bakalım kim zararlı çıkacak göreceğiz. Onlara şunu da haber ver ve de ki: Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır. Göklerdeki ve yerdeki bütün gizlilikler, bütün sırlar yalnızca Allah’a aittir. Onları bilmek de Allah’a mahsustur. Yani gayb olan gizli sırları yaratmak, icad etmek, bilmek ve bildirmek, zamanı gelince açığa çıkarmak vs. bütün bu hususlar, gayb ile ilgili bütün işlemler Allah’a mahsustur. Bütün külli varlıkları, bütün cüz’i parçacıkları, varı ve yoğu, hazırları ve gaipleri, olmuşları ve olacakları bilen ancak O’dur. O’na gizli olan hiçbir şey yoktur. Ve emir, bütünüyle O’na irca olunur. Bütün emirler, kararlar, hükümler ve işler, hepsi, hepsi O’na döndürülür. Hazırda veya gaipte hiçbir emir yoktur ki, O’na dayanmasın. O’na dayandırılmadan hakkında bir hüküm verilmek mümkün olabilsin. O’na dayandırılmadan iki kere iki dört eder demek bile mümkün olmaz. İşte bundan dolayı, sen yalnızca O’na ibadet et, O’na kulluk eyle! Ve O’na tevekkül eyle! Her işte emir ve kumandayı, yetkiyi O’na verip, O’na güvenip, O’nun emirlerine uygun hareket eyle! Yani, ibadetsiz ve amelsiz kuru kuruya tevekkülün de faydası yoktur. Sen kulluğunu yap, O’nun emrini yerine getir ve öyle tevekkül eyle. Rabbin amellerinizin hiçbirinden gafil değildir.
Bu sûrenin sonu ile Tevbe Sûresinin sonu arasında belagatlı bir tekrar ve teyid bulunmaktadır. Zira onun son emri de yalnızca Allah’la yetinmek ve yalnızca O’na güvenmek gerektiğini vurguluyordu.
Bu sûrenin bu şekildeki hatimesi, bundan sonra gelecek olan Yusuf Sûresi’ne de bir geçiş, bir hazırlık özelliği taşır. zira Yusuf Sûresi, Allah’a tevekkül eden bir kulun, ne kadar çok yönlü haksızlığa uğrarsa uğrasın, Allah’ın yardımıyla hepsinden kurtulup düze çıkacağını göstermektedir.