Dostlukların kıymetinin zor anlaşıldığı, çoğu zaman vefanın unutulduğu şu demlerde, örnek olacak küçük bir kuşla dev cüsseli bir adamın dostluğunun hikâyesi.
Yıllar önce Cağaloğlu‘ndaki bir söyleşide, yazar Gürbüz Azak Bey’den çok güzel ve etkileyici bir hatıra dinlemiştim. O gün bu gündür vefa ve dostluk deyince bu hatıra aklıma gelir. Dostlukların kıymetinin zor anlaşıldığı, çoğu zaman vefanın unutulduğu şu demlerde, küçük bir kuşla dev cüsseli bir adamın dostluğunun anlatıldığı bu hikâye oldukça manidar olsa gerektir. Şöyle anlatıyor Gürbüz Bey:
1954 yılıydı. Besim Bey isminde bir resim öğretmenimiz vardı. 1.90 boyunda dev gibi heybetli bir adamdı. İri yapılıydı ama çok yufka yürekliydi. Öğrencilerine zayıf not vermez, kimseyi de kırmazdı. Bir gün Besim Bey’i aceleyle eve giderken gördüm. Kendisi hiç evlenmemiş, yalnız yaşayan birisiydi. “Evde onu bekleyen kimse yok ki acaba neden acele ediyor” diye aklımdan geçidim. Kendimi alamadım sormaktan;
- “Hocam, bu telaşınız nedir, evde sizi bekleyen misafiriniz mi var?”
- “Vaktin varsa gel de gör. Hem neden acele ettiğimi anlamış olursun,” dedi.
Beraber hızlı adımlarla yürüyüp evine gittik. İki katlı müstakil bir binanın üst katında oturuyordu. Eve girince ilk olarak kocaman bir salona geçtik. İçeride yüz kadar kanarya vardı. Her bir çiftin tavana yakın bir yerde özel bir yuvası bulunuyordu. Öyle bir cıvıldaşıyorlardı ki sanki sesten ev yıkılacaktı. Başımızın üstünde yüz kadar kanarya hem uçuşuyor hem de ötüşüyorlardı. Besim Hoca işaret parmağını kaldırdı ve sinirli bir ses tonuyla onlara bağırdı:
- “Terbiyesizler! Utanmazlar! Hiç utanmıyor musunuz? Size misafir getirdim, sizin şu yaptığınıza bakın. Kesin şu gürültüyü.”
O çığlık çığlığa bağıran kuşlar bir anda sus pus olup yuvalarına kaçıştılar. Her bir çift kendi kafesine çekildi. Kuşların bir anda susmasına ve hareketsiz bir şekilde beklemesine şaşırmıştım. Besim Hoca kızgınlığına biraz da gülümseme katarak sözüne devam etti:
- “Misafirimiz Besim Hoca’nın kuşları ne kadar da yaramaz diyecek sonra! Neyse ki sustunuz.”
DERTLİ KANARYA
Besim Hoca bunları söylerken hâlâ işaret parmağı havadaydı. Kanaryaların içlerinden bir tanesi önce başımızın üzerinde bir kaç tur attıktan sonra gelip Hoca’nın işaret parmağının üzerine kondu. Kanarya feryat edercesine ötüyor sanki Hoca’ya bir şeyler anlatıyordu. Her bir kuşun bir eşi varken onun bir eşi yoktu. Besim Hoca da ona bir şeyler söyleyerek sanki onu teselli ediyordu. 1.90 boyunda dev bir adamla minicik bir kuşun dostluğuna şahitlik ediyordum. Önce buna bir anlam veremedim. Hocam hayretimi anlamış olacak ki bana dönerek;
- “Gürbüz! Bu kuşcağız diğerlerinden farklı. Her birisinin bir eşi var. Bu ise şu fani dünyada yapayalnız. Benden başka kimsesi yok,” dedi.
Kuşa dikkatli bakmamı istedi. Dikkatli baktığımda kanaryanın tek bacağının olmadığını gördüm. O an Besim Hoca’nın gözleri dolmuş, ağlamaklı bir hal almıştı. Şöyle devam etti sözlerine:
- “Bacağının birisi kırıldıktan sonra diğer kuşlar onu dışladılar, onu dost edinmediler. O da benim gibi yapayalnız. Onun tek dostu ben olduğum için her akşam beni sabırsızlıkla bekliyor. Akşam olunca da bana gün boyu çektiği sıkıntıları, dertlerini anlatıyor. Bazen kendisini dışlayan diğer kuşları bana şikâyet ediyor. Şimdi neden eve gelmek için acele ettiğimi anladın mı?”
Bir mahcubiyet haliyle boynumu bükmekten başka bir şey yapamadım. O gün bana şöyle nasihat etti:
- “Gürbüz, bütün mahlûkatı sev, hayvanları ve kuşları sev. Onları sevmeyen insanları da sevemez.”
Besim Hoca bunları söylerken hâlâ işaret parmağı havadaydı. Kanaryaların içlerinden bir tanesi önce başımızın üzerinde bir kaç tur attıktan sonra gelip Hoca’nın işaret parmağının üzerine kondu. Kanarya feryat edercesine ötüyor sanki Hoca’ya bir şeyler anlatıyordu. Her bir kuşun bir eşi varken onun bir eşi yoktu. Besim Hoca da ona bir şeyler söyleyerek sanki onu teselli ediyordu. 1.90 boyunda dev bir adamla minicik bir kuşun dostluğuna şahitlik ediyordum. Önce buna bir anlam veremedim. Hocam hayretimi anlamış olacak ki bana dönerek;
- “Gürbüz! Bu kuşcağız diğerlerinden farklı. Her birisinin bir eşi var. Bu ise şu fani dünyada yapayalnız. Benden başka kimsesi yok,” dedi.
Kuşa dikkatli bakmamı istedi. Dikkatli baktığımda kanaryanın tek bacağının olmadığını gördüm. O an Besim Hoca’nın gözleri dolmuş, ağlamaklı bir hal almıştı. Şöyle devam etti sözlerine:
- “Bacağının birisi kırıldıktan sonra diğer kuşlar onu dışladılar, onu dost edinmediler. O da benim gibi yapayalnız. Onun tek dostu ben olduğum için her akşam beni sabırsızlıkla bekliyor. Akşam olunca da bana gün boyu çektiği sıkıntıları, dertlerini anlatıyor. Bazen kendisini dışlayan diğer kuşları bana şikâyet ediyor. Şimdi neden eve gelmek için acele ettiğimi anladın mı?”
Bir mahcubiyet haliyle boynumu bükmekten başka bir şey yapamadım. O gün bana şöyle nasihat etti:
- “Gürbüz, bütün mahlûkatı sev, hayvanları ve kuşları sev. Onları sevmeyen insanları da sevemez.”
ÜRPERTEN MEKTUP
Bu görüşmeden sonra Besim Hoca ile ara sıra görüşmeye devam ettik. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra lise bitince İstanbul’a okumaya gidecektim. Gitmeden önce “Allahaısmarladık” demek için Besim Hoca’ya uğradım. Bana bir mektup uzattı. “Bunu Güzel Sanatlar Akademisi müdürüne ver,” dedi. Anladığım kadarıyla bu bir referans mektubuydu. O yıllarda akademiye yerleşirken bu tür referanslara ihtiyaç olurdu. Elini öptüm, vedalaştık ve huzurundan ayrıldım.
İstanbul’a döndüğümde o referans mektubunu kullanmadım. Mimarlık fakültesini kazanmak nasip oldu. Besim Hoca’dan ayrılalı da epey bir zaman geçmişti. Yakınındayken kendisinden daha fazla istifade etmediğim için hayıflanıyor, böyle bir değerin keşke daha fazla kıymetini bilseydim diye düşünüyordum.
Vezneciler‘de bir öğrenci yurdunda kalıyordum. Bir kış günü akşama doğru Denizli’den bir arkadaşımın gönderdiği bir mektubu arkadaşlarım elime tutuşturdular. Mektubu okuyup sonuna geldiğimde derin bir ürpertinin ortasında buldum kendimi. Ardından içten içe akan gözyaşlarıma hâkim olamadım. Şöyle bitiyordu mektup:
“Gürbüz, Hani bizim Besim Hocamız vardı ya! Hani o çok sevdiğimiz Besim Hocamız! Bir iki gündür onun evinden dışarı çıkmadığını görünce arkadaşlarla birlikte Hocamızın evine gittik. Birkaç sefer kapıyı çaldık ama kimse açmadı. İçerden cıvıldaşan çok sayıda kuş sesi geliyordu. Telaşlandık ve kapıyı kırmak zorunda kaldık. Bir salon dolusu kuşun arasından geçip evin küçük odasına geçtik. Bir de ne görelim? 1.90 boyundaki o dev cüsseli güzel insan, o yumuşak yürekli gönül eri, yani Besim Hocamız, odasında bir seccadenin üzerinde alnı secdedeyken ruhunu teslim etmiş… İşaret parmağının üzerinde ise tek bacaklı bir kanarya vardı. Durmadan cıvıldaşıp ona bir şeyler anlatıyordu.”
Bu görüşmeden sonra Besim Hoca ile ara sıra görüşmeye devam ettik. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra lise bitince İstanbul’a okumaya gidecektim. Gitmeden önce “Allahaısmarladık” demek için Besim Hoca’ya uğradım. Bana bir mektup uzattı. “Bunu Güzel Sanatlar Akademisi müdürüne ver,” dedi. Anladığım kadarıyla bu bir referans mektubuydu. O yıllarda akademiye yerleşirken bu tür referanslara ihtiyaç olurdu. Elini öptüm, vedalaştık ve huzurundan ayrıldım.
İstanbul’a döndüğümde o referans mektubunu kullanmadım. Mimarlık fakültesini kazanmak nasip oldu. Besim Hoca’dan ayrılalı da epey bir zaman geçmişti. Yakınındayken kendisinden daha fazla istifade etmediğim için hayıflanıyor, böyle bir değerin keşke daha fazla kıymetini bilseydim diye düşünüyordum.
Vezneciler‘de bir öğrenci yurdunda kalıyordum. Bir kış günü akşama doğru Denizli’den bir arkadaşımın gönderdiği bir mektubu arkadaşlarım elime tutuşturdular. Mektubu okuyup sonuna geldiğimde derin bir ürpertinin ortasında buldum kendimi. Ardından içten içe akan gözyaşlarıma hâkim olamadım. Şöyle bitiyordu mektup:
“Gürbüz, Hani bizim Besim Hocamız vardı ya! Hani o çok sevdiğimiz Besim Hocamız! Bir iki gündür onun evinden dışarı çıkmadığını görünce arkadaşlarla birlikte Hocamızın evine gittik. Birkaç sefer kapıyı çaldık ama kimse açmadı. İçerden cıvıldaşan çok sayıda kuş sesi geliyordu. Telaşlandık ve kapıyı kırmak zorunda kaldık. Bir salon dolusu kuşun arasından geçip evin küçük odasına geçtik. Bir de ne görelim? 1.90 boyundaki o dev cüsseli güzel insan, o yumuşak yürekli gönül eri, yani Besim Hocamız, odasında bir seccadenin üzerinde alnı secdedeyken ruhunu teslim etmiş… İşaret parmağının üzerinde ise tek bacaklı bir kanarya vardı. Durmadan cıvıldaşıp ona bir şeyler anlatıyordu.”
BUNUN ADI VEFADIR
Gürbüz Bey’den dinlediklerim bu kadar. Onun bu yaşanmış hikâyesi beni çok etkiledi. Vefayı ve dostluğu bu kadar güzel anlatan ikinci bir hikâye bilmiyorum. Değerli okuyucular, demek ki dostluk, cisim, şekil, boy, soy, sop tanımıyor. Dostluk, başlı başına güzel görme, meselesi. “Uhud dağı bizi sever, biz de onu severiz” diyen Sevgili Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bunu ne güzel özetlemiş.
Varlık âleminde her şey esasında birbiriyle dosttur. Bu dostluğu kavrayabilenler, kâinattaki bu dostluğun farkına varabilenler, gönül insanı olmayı başarabilirler. Dostluk için tariflere, cümlelere, sınırlara da ihtiyaç yoktur. Gönül sahibi olmak yeterlidir. İnsanın güzel bir gönlü olmaya görsün, işte o zaman 1.90 boyunda dev bir cüssesi olsa bile minicik bir kuşla dost olabilir. Hem de öyle güzel bir dost olur ki öldüğü gün bile dost dostunu yalnız bırakmaz. İşaret parmağının üzerinde onunla konuşmaya, onunla dertleşmeye devam eder.
Bu güzel hatıra bize fani dünyada paylarına yalnızlık düşen iki güzel varlığın dostluğunu anlatıyor. Bize gerçek dostluğu öğretiyor. Ne dersiniz? Biz de bu küçük kuş gibi dostlarımıza böyle gönülden bağlı kalabilir miyiz? Veya onlara böylesine kıymet verebilir miyiz? Allah cümlemize gerçek dostlukları yaşamayı ve vefa duygusunu idrak edebilmeyi nasip eylesin.
Aydın Başar, Altınoluk Dergisi, Sayı: 433
Gürbüz Bey’den dinlediklerim bu kadar. Onun bu yaşanmış hikâyesi beni çok etkiledi. Vefayı ve dostluğu bu kadar güzel anlatan ikinci bir hikâye bilmiyorum. Değerli okuyucular, demek ki dostluk, cisim, şekil, boy, soy, sop tanımıyor. Dostluk, başlı başına güzel görme, meselesi. “Uhud dağı bizi sever, biz de onu severiz” diyen Sevgili Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bunu ne güzel özetlemiş.
Varlık âleminde her şey esasında birbiriyle dosttur. Bu dostluğu kavrayabilenler, kâinattaki bu dostluğun farkına varabilenler, gönül insanı olmayı başarabilirler. Dostluk için tariflere, cümlelere, sınırlara da ihtiyaç yoktur. Gönül sahibi olmak yeterlidir. İnsanın güzel bir gönlü olmaya görsün, işte o zaman 1.90 boyunda dev bir cüssesi olsa bile minicik bir kuşla dost olabilir. Hem de öyle güzel bir dost olur ki öldüğü gün bile dost dostunu yalnız bırakmaz. İşaret parmağının üzerinde onunla konuşmaya, onunla dertleşmeye devam eder.
Bu güzel hatıra bize fani dünyada paylarına yalnızlık düşen iki güzel varlığın dostluğunu anlatıyor. Bize gerçek dostluğu öğretiyor. Ne dersiniz? Biz de bu küçük kuş gibi dostlarımıza böyle gönülden bağlı kalabilir miyiz? Veya onlara böylesine kıymet verebilir miyiz? Allah cümlemize gerçek dostlukları yaşamayı ve vefa duygusunu idrak edebilmeyi nasip eylesin.
Aydın Başar, Altınoluk Dergisi, Sayı: 433