İnsana verilen belki en güzel dua, Yaratana en güzel sesleniş ve insanın ağzından dökülen en güzel istek... İnsan toplumsal bir varlık olması hasebiyle elbette ki etkileşim için birbirine muhtaç ve birbiriyle bir bütündür. Yalnız insanoğluna bahşedilen büyük bir nimet olan İslam, ihtiyaç karşısında kul kimden istemelidir ve nasıl istemelidir? sorularına cevap vermiştir.
İnsanoğlunu yaratan, rızıklandıran, ona ihtiyaç duyduğu maddî-mânevî türlü nimetleri bahşeden; Cenâb-ı Hak’tır. Rabbi; bütün yarattıkları gibi, insanın da rızkını tekellüf etmiştir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. (Rızkını kendisi temin edemiyor.) Onlara da size de rızık veren Allah’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60)
Meselâ bebekler, kendi rızıklarını kendileri elde edemiyor. Allah onlara anneleri vesilesiyle rızık veriyor. Hasta ve yavru hayvanâtın da kezâ rızıkları önlerine geliyor. Hâsılı;
Her canlının rızkı Allâh’a aittir.
Bu hakikatlere rağmen insan; üryan olarak geldiği ve bir kefene sarılıp gittiği bu âlemde, sanki rızıksız kalacakmış telâşesi ile bin bir ihtiyaç içinde çırpınır durur. Bu çırpınışın sebebi, nefsin vesveseleri ve fısıltılarıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kāf, 16)
Nefs problemini halledemeyen insanın içi; bu mânâda vesveselerle, vehimlerle ve endişelerle doludur. Şeyh Sâdî bu hakikati şöyle ifade eder:
Yek katre-i hûnest, sad hezârân endîşe!
“İnsan bir damla kan, bin bir endişe!”
Bu vesveselere kapılan gafil insan; bâkî hayatı kazanması için verilen fânî ömrünü, fânî şeyleri elde etmek için elinden çıkarır. Maddiyat yüzünden; birçok nâdan ve gafil kişi, mâneviyâtından taviz verir. Bu çok hazin bir aldanıştır. Hattâ ahmaklıktır. Zira damlayı elde etmek için deryâyı vermek, ancak hamâkat ile tarif edilebilir.
Dünya hayatı insan için bir imtihan mekânıdır. Menfaatine düşkün, nefsinin arzularını yerine getirmeye meyyal, aceleci ve bir de zayıf yaratılışlı olan insan; dünya hayatının fânî fakat aldatıcı zevklerine ve keyiflerine kapılarak, âhiret yurdunu berbat eder.
İnsanlığı bu vahim hataya karşı îkāz etmek için, Cenâb-ı Hak; kitaplar ve rasûller göndermiştir. Son ilâhî kelâm olan Kur’ân-ı Kerîm’in üçte biri, âhireti anlatır. İnsanlığı; âhireti tercih etmeye, cehennemden korunmaya ve cennet için gerekli uhrevî hazırlığı yapmaya davet eder.
Peygamberler ve Hak dostları da, hâlleri ve yaşayışlarıyla âhiretin üstünlüğünün canlı şahitleri olmuşlardır. Kimsenin erişemeyeceği bir saltanata ermiş olan Hazret-i Süleyman dahî; dünyaya gönül bağlamamıştır. O, Cenâb-ı Hakk’a muhtaçlığını hiç unutmamış ve kendisini fakir addetmiştir. O, sabahleyin kalkınca; fakir ve garip kimselerin yanına gider, büyük bir tevâzu ile onlarla oturur;
“Fakir, fakirlere yakışır.” derdi.
Sâmi Efendi Hazretleri pek çok sohbetlerinde şu hakikatten sıkça bahsederdi:
Kendisine Cenâb-ı Hak tarafından büyük tasarruf imkânları lutfedilmiş olan Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-; cinler, insanlar ve kuşlardan oluşan muhteşem ordusuyla bir mahalden geçiyordu. Orada bir karınca vadisi vardı. Karıncaların reisi, Hazret-i Süleyman ve ordusunu görünce;
“–Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin! Hazret-i Süleyman’ın saltanatı, çok büyük bir saltanattır; çiğnenirsiniz! Yuvalarınıza çekilin!” dedi. (Bkz. en-Neml, 17-18)
Cenâb-ı Hakk‘ın lutfuyla hayvanâtın lisânını da bilen Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- bu sözleri duydu ve fânîliği derinden idrâk ettiğini gösteren şu cevabı verdi:
“–Hayır, benim saltanatım geçicidir! Bir kelime-i tevhîdin getireceği saâdet ve saltanat ise ebedîdir!..”
İnsanoğlunu yaratan, rızıklandıran, ona ihtiyaç duyduğu maddî-mânevî türlü nimetleri bahşeden; Cenâb-ı Hak’tır. Rabbi; bütün yarattıkları gibi, insanın da rızkını tekellüf etmiştir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. (Rızkını kendisi temin edemiyor.) Onlara da size de rızık veren Allah’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60)
Meselâ bebekler, kendi rızıklarını kendileri elde edemiyor. Allah onlara anneleri vesilesiyle rızık veriyor. Hasta ve yavru hayvanâtın da kezâ rızıkları önlerine geliyor. Hâsılı;
Her canlının rızkı Allâh’a aittir.
Bu hakikatlere rağmen insan; üryan olarak geldiği ve bir kefene sarılıp gittiği bu âlemde, sanki rızıksız kalacakmış telâşesi ile bin bir ihtiyaç içinde çırpınır durur. Bu çırpınışın sebebi, nefsin vesveseleri ve fısıltılarıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kāf, 16)
Nefs problemini halledemeyen insanın içi; bu mânâda vesveselerle, vehimlerle ve endişelerle doludur. Şeyh Sâdî bu hakikati şöyle ifade eder:
Yek katre-i hûnest, sad hezârân endîşe!
“İnsan bir damla kan, bin bir endişe!”
Bu vesveselere kapılan gafil insan; bâkî hayatı kazanması için verilen fânî ömrünü, fânî şeyleri elde etmek için elinden çıkarır. Maddiyat yüzünden; birçok nâdan ve gafil kişi, mâneviyâtından taviz verir. Bu çok hazin bir aldanıştır. Hattâ ahmaklıktır. Zira damlayı elde etmek için deryâyı vermek, ancak hamâkat ile tarif edilebilir.
Dünya hayatı insan için bir imtihan mekânıdır. Menfaatine düşkün, nefsinin arzularını yerine getirmeye meyyal, aceleci ve bir de zayıf yaratılışlı olan insan; dünya hayatının fânî fakat aldatıcı zevklerine ve keyiflerine kapılarak, âhiret yurdunu berbat eder.
İnsanlığı bu vahim hataya karşı îkāz etmek için, Cenâb-ı Hak; kitaplar ve rasûller göndermiştir. Son ilâhî kelâm olan Kur’ân-ı Kerîm’in üçte biri, âhireti anlatır. İnsanlığı; âhireti tercih etmeye, cehennemden korunmaya ve cennet için gerekli uhrevî hazırlığı yapmaya davet eder.
Peygamberler ve Hak dostları da, hâlleri ve yaşayışlarıyla âhiretin üstünlüğünün canlı şahitleri olmuşlardır. Kimsenin erişemeyeceği bir saltanata ermiş olan Hazret-i Süleyman dahî; dünyaya gönül bağlamamıştır. O, Cenâb-ı Hakk’a muhtaçlığını hiç unutmamış ve kendisini fakir addetmiştir. O, sabahleyin kalkınca; fakir ve garip kimselerin yanına gider, büyük bir tevâzu ile onlarla oturur;
“Fakir, fakirlere yakışır.” derdi.
Sâmi Efendi Hazretleri pek çok sohbetlerinde şu hakikatten sıkça bahsederdi:
Kendisine Cenâb-ı Hak tarafından büyük tasarruf imkânları lutfedilmiş olan Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-; cinler, insanlar ve kuşlardan oluşan muhteşem ordusuyla bir mahalden geçiyordu. Orada bir karınca vadisi vardı. Karıncaların reisi, Hazret-i Süleyman ve ordusunu görünce;
“–Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin! Hazret-i Süleyman’ın saltanatı, çok büyük bir saltanattır; çiğnenirsiniz! Yuvalarınıza çekilin!” dedi. (Bkz. en-Neml, 17-18)
Cenâb-ı Hakk‘ın lutfuyla hayvanâtın lisânını da bilen Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- bu sözleri duydu ve fânîliği derinden idrâk ettiğini gösteren şu cevabı verdi:
“–Hayır, benim saltanatım geçicidir! Bir kelime-i tevhîdin getireceği saâdet ve saltanat ise ebedîdir!..”