Cenâb-ı Hak, kullarından her an “istikâmet” üzere bulunmalarını, yani “emrolundukları gibi dosdoğru” olmalarını istemektedir. Peki bizlere düşen vazifeler nelerdir? Doğru bir istikamette gidebilmek için yol rehberlerimiz kimlerdir? Sırât-ı müstakîm üzere bir hayatın önemi...Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Doğruluk, Allâh’ın rızâsını mûciptir. Sırât-ı müstakîm üzerinde yürüyenin kaybolduğu görülmemiştir.”
[İnsanı insan kılan; şahsiyet, karakter ve ahlâkıdır.
Cenâb-ı Hak, kullarından her an “istikâmet” üzere bulunmalarını, yani “emrolundukları gibi dosdoğru” olmalarını istemektedir.[1] Bunun için de insanlara örnek alacakları en doğru şahsiyetler olarak peygamberleri lûtfetmiştir. O peygamberleri güzel ahlâkın zirve tezâhürleriyle donatmıştır.
Nitekim peygamberler tarihine bakıldığında, hiçbir peygamberde bir ahlâk zaafına rastlanamaz. Çünkü onlar; doğruluk, sadâkat ve fazîlette, insanlığa numûne-i imtisâl olmak üzere gönderilmiş mümtaz şahsiyetlerdir.
Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i de, daha peygamberliğinden önce, ilâhî terbiyesiyle yüce bir ahlâka mazhar kıldı. Kırk yaşına geldiğinde ise O’nu, hayatın her safhasında “güzel ahlâkı tamamlamak” ve tevzî etmekle vazifelendirdi. Yine O’nu, “üsve-i hasene” yani “emsalsiz bir örnek şahsiyet” kılarak kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa armağan etti.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ilâhî hakîkatleri âdeta pırlanta sözlerle tebliğ etti. Fakat sözlü beyanla yetinmedi. Hayranlık veren şahsiyet ve karakteriyle, insanlara “hâl”iyle de tebliğde bulundu. Söylediklerini bizzat kendi hayatında tatbik etti. Kavlini fiiliyle, sözünü davranışlarıyla te’yid ve tasdik etti. Böylece hakkın ve hayrın, canlı bir misâli oldu. Toplumun en alt kademesinden en üst kademesindeki her insana ve kıyâmete kadar bütün asırlara fiilî bir kıstas teşkil etti.
Çünkü insan; şahsiyet ve karaktere hayrandır. Sözüyle özü bir olmayan, şahsiyet ve ahlâk zaafı içerisinde bulunan bir kimseye îtibar edilmez. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de İslâm’ı tebliğe başlamadan evvel, ilk olarak insanlara şahsiyetini tescil ettirdi:
“–Ey Kureyş cemaati! Şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?” diye sordu.
Kureyşliler hiç düşünmeden:
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.[2]
Düşmanları bile Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ne kadar emîn, güvenilir, vaadine sâdık, dosdoğru bir insan olduğu hususunda ittifak etti. Fakat dünyevî menfaatlerine ters düştüğü için, O’nun hidâyet davetini -vicdânen kabul ettikleri hâlde- nefsâniyetleri îcâbı reddettiler.
Nitekim Allah ve Rasûlü’nün azılı düşmanı Ebû Cehil ve arkadaşları bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Ey Muhammed! Vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz; Sen bizim yanımızda son derece sâdık bir insansın. Fakat biz, Sen’in getirmiş olduğunu istemiyoruz.” dediler.[3]
Peygamber Efendimiz’i dosdoğru yolundan döndürmek için önüne dünyaları serdiler. İnsanın irâdesini eriten üç büyük zaaf, yani “servet, şehvet ve şöhret”e dâir en câzip tekliflerle, O’nu dâvâsından vazgeçirmeye çalıştılar.
Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” karşılığını verdi.[4]
Bu uğurda nice çilelere mâruz kalacağını bile bile Rabbine sığınıp O’nun dosdoğru yolundan aslâ ayrılmadı. Böylece kıyamete kadar gelecek ümmetine, İslâm şahsiyet ve vakârını korumak için her hâlükârda gerekli olan “istikâmet”in zirve bir örneğini sergiledi.
Bu itibarla Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i örnek alan gerçek bir mü’min de, fânî dünyanın üç günlük rahatı için ilâhî ölçülerden tâviz veremez. Yeri geldiğinde hiç çekinmeden menfaatlerinden ferâgat etmesini bilir. Cenâb-ı Hak da rızâsı uğrunda fedakârlığı göze alabilen böyle sâlih kullarına, gerek dünyada gerekse âhirette, şân-ı ulûhiyyetine göre müstesnâ ikramlarda bulunur.
“Doğruluk, Allâh’ın rızâsını mûciptir. Sırât-ı müstakîm üzerinde yürüyenin kaybolduğu görülmemiştir.”
[İnsanı insan kılan; şahsiyet, karakter ve ahlâkıdır.
Cenâb-ı Hak, kullarından her an “istikâmet” üzere bulunmalarını, yani “emrolundukları gibi dosdoğru” olmalarını istemektedir.[1] Bunun için de insanlara örnek alacakları en doğru şahsiyetler olarak peygamberleri lûtfetmiştir. O peygamberleri güzel ahlâkın zirve tezâhürleriyle donatmıştır.
Nitekim peygamberler tarihine bakıldığında, hiçbir peygamberde bir ahlâk zaafına rastlanamaz. Çünkü onlar; doğruluk, sadâkat ve fazîlette, insanlığa numûne-i imtisâl olmak üzere gönderilmiş mümtaz şahsiyetlerdir.
Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i de, daha peygamberliğinden önce, ilâhî terbiyesiyle yüce bir ahlâka mazhar kıldı. Kırk yaşına geldiğinde ise O’nu, hayatın her safhasında “güzel ahlâkı tamamlamak” ve tevzî etmekle vazifelendirdi. Yine O’nu, “üsve-i hasene” yani “emsalsiz bir örnek şahsiyet” kılarak kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa armağan etti.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ilâhî hakîkatleri âdeta pırlanta sözlerle tebliğ etti. Fakat sözlü beyanla yetinmedi. Hayranlık veren şahsiyet ve karakteriyle, insanlara “hâl”iyle de tebliğde bulundu. Söylediklerini bizzat kendi hayatında tatbik etti. Kavlini fiiliyle, sözünü davranışlarıyla te’yid ve tasdik etti. Böylece hakkın ve hayrın, canlı bir misâli oldu. Toplumun en alt kademesinden en üst kademesindeki her insana ve kıyâmete kadar bütün asırlara fiilî bir kıstas teşkil etti.
Çünkü insan; şahsiyet ve karaktere hayrandır. Sözüyle özü bir olmayan, şahsiyet ve ahlâk zaafı içerisinde bulunan bir kimseye îtibar edilmez. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de İslâm’ı tebliğe başlamadan evvel, ilk olarak insanlara şahsiyetini tescil ettirdi:
“–Ey Kureyş cemaati! Şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?” diye sordu.
Kureyşliler hiç düşünmeden:
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.[2]
Düşmanları bile Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ne kadar emîn, güvenilir, vaadine sâdık, dosdoğru bir insan olduğu hususunda ittifak etti. Fakat dünyevî menfaatlerine ters düştüğü için, O’nun hidâyet davetini -vicdânen kabul ettikleri hâlde- nefsâniyetleri îcâbı reddettiler.
Nitekim Allah ve Rasûlü’nün azılı düşmanı Ebû Cehil ve arkadaşları bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Ey Muhammed! Vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz; Sen bizim yanımızda son derece sâdık bir insansın. Fakat biz, Sen’in getirmiş olduğunu istemiyoruz.” dediler.[3]
Peygamber Efendimiz’i dosdoğru yolundan döndürmek için önüne dünyaları serdiler. İnsanın irâdesini eriten üç büyük zaaf, yani “servet, şehvet ve şöhret”e dâir en câzip tekliflerle, O’nu dâvâsından vazgeçirmeye çalıştılar.
Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” karşılığını verdi.[4]
Bu uğurda nice çilelere mâruz kalacağını bile bile Rabbine sığınıp O’nun dosdoğru yolundan aslâ ayrılmadı. Böylece kıyamete kadar gelecek ümmetine, İslâm şahsiyet ve vakârını korumak için her hâlükârda gerekli olan “istikâmet”in zirve bir örneğini sergiledi.
Bu itibarla Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i örnek alan gerçek bir mü’min de, fânî dünyanın üç günlük rahatı için ilâhî ölçülerden tâviz veremez. Yeri geldiğinde hiç çekinmeden menfaatlerinden ferâgat etmesini bilir. Cenâb-ı Hak da rızâsı uğrunda fedakârlığı göze alabilen böyle sâlih kullarına, gerek dünyada gerekse âhirette, şân-ı ulûhiyyetine göre müstesnâ ikramlarda bulunur.