Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Şüphesiz ki ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allâh’a gizli kalmaz.” (Âl-i İmrân, 5)
“De ki: İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allâh onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allâh her şeye kâdirdir.” (Âl-i İmrân, 29)
“O, göklerde ve yerde tek Allâh’tır. Gizlinizi, açığınızı bilir. (Hayır ve şerden) ne kazanacağınızı da bilir.” (el-En’âm, 3)
“... O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.) O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler...” (el-Bakara, 255)
Bu itibarladır ki birçok gaybî hakîkatlerde: “Allâhu a‘lem” yâni “En iyi bilen, Allâh’tır.” denilir.
Zîrâ insanın bilgisi, muazzam ve engin kâinatta belki okyanustan bir toplu iğne ucu kadar bile değildir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Size ilimden ancak az bir nasîb verildi.” (el-İsrâ, 85)
Dolayısıyla insanoğluna ilimde nice hârikulâde kapılar açık tutulmakla birlikte birçok meselede de önüne beşer ilminin aşamayacağı sır duvarları konulmuştur. Bunun hikmeti, kulun acziyetini bilmesi ve Allâh’a muhtaçlığını idrâk ederek O’nun ilmine teslîm olmasıdır. Âyette buyurulur:
“(Nice) hoşlanmadığınız şey (vardır ki) sizin iyiliğinizedir ve (nice) sevdiğiniz şey (vardır ki) sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allâh bilir.” (el-Bakara, 216)
Gerçekten de insanoğlu, hikmetini bilemediği nice kahır sûretindeki tecellîlere başlangıçta pek üzülür. Onda saklı olan rahmeti göremez. Bazen de lutuf sûretindeki tecellîlere kendini kaptırır ve onların içinde gizli olan kahrın farkında olmaz.
Rivâyet edilir ki, içlerinde sâlih bir zâtın bulunduğu bir Arap kabîlesi vardı. Bu kabîle, o zâtın sohbet, irşâd ve nasîhatlerini dinler ve gönüllerini buna göre istikâmetlendirirlerdi. Bir sabah kalktıklarında bütün köpekleri ölmüş buldular. Doğruca o sâlih zâta gidip durumu anlattılar. O da kısa bir murâkabeden sonra tevekkülle:
“–Onların ölümü, umulur ki sizin için bir kurtuluştur!” dedi.
Ertesi gece bütün horozlar öldü. Yine bu zâta geldiler. Aldıkları cevap aynı oldu:
“–Onların ölümü, umulur ki sizin için bir kurtuluştur!”
Bunun üzerine içlerinden biri sordu:
“–Efendim, köpekler bekçilerimiz, horozlar da müezzinlerimiz idi. Bunların ölümünde bizim için nasıl bir fayda olabilir ki?”
O sâlih zât da:
“–Bütün sır ve gizlilikleri bilen Allâh Teâlâ’dır. Elbette ki O, bu hâdisenin içine bizim aklımızın ermeyeceği büyük bir hakîkat gizlemiştir.” dedi.
Bundan bir sonraki gece de kabîlede kimsenin ateşi yanmadı. Herkes, «Acaba nasıl bir belâ geldi?» şeklinde düşüncelere kapıldı.
Fakat sabahleyin kalkınca yaşadıkları muammâlı hâdiselerin hakîkati anlaşıldı. Meğer son gece o havâlîyi düşman basmış ve şehirleri yağmalamıştı. Bu kabilenin civarına da gelmişler, fakat herhangi bir köpek sesi, horoz ötüşü duyamadıkları ve en küçük bir ateş ışığı da göremedikleri için oradakilerin farkına varamadan geçip gitmişlerdi. Böylece halk, büyük bir yağma ve katliâmdan kurtulmuştu. (Silkü’s-Sülûk)
İşte insanın ilminin acziyyeti ve işte kahır gibi görünen bir lutuf! İbrâhîm Hakkı Erzurumî Hazretleri ne güzel söyler:
Deme şu niçin şöyle,
Yerincedir ol öyle.
Bak sonunu seyreyle;
Mevlâ’m görelim neyler,
Neylerse güzel eyler!..
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
“Kul hastalandığı zaman Allâh Teâlâ ona iki melek gönderir ve onlara: «–Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!» diye emreder.
Eğer o kul, melekler geldiği zaman Allâh’a hamdediyor ve senâlarda bulunuyor ise, onlar bunu, her şeyi en iyi bilmekte olan Allâh’a yükseltirler. (Meleklerini sırf kulunun ameline şâhid olsunlar diye gönderen) Allâh Teâlâ:
«–Kulumun ruhunu kabzedersem, onu cennete koymam kulumun benim üzerimdeki hakkı olmuştur. Şayet şifâ verirsem, onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmem ve günâhlarını da afvetmem, üzerimde hakkı olmuştur.» buyurur.” (Muvatta, Ayn, 5)
Bu hadîs-i şerîf de, bizler için zâhiren elem verici görünen nice hâdiselerin sadece ilâhî bir imtihân olarak takdîr edildiğini ve o kederin arkasında büyük mükâfâtların gizli olduğunu bildirmektedir.
Tarihte böyle nice zâhiren kahır sûretinde olup bâtınen lutuf ile neticelenen hâdiseler olduğu gibi bazen bunun aksi de vukû bulmuş, lutuf zannedilen nice işler kahırla neticelenmiştir. Meselâ Hûd -aleyhisselâm-’a îmân etmeyen Âd kavmi, üzerlerine gelmekte olan azâb bulutlarını görünce onları rahmet bulutu zannederek sevinmişlerdi. Ancak başlarına o bulutlardan yağmur değil de ateş yağmaya başlayınca hakîkati idrâk ettiler. Ama ne fayda!..
Bunun içindir ki kula düşen «Biz bilemeyiz, ancak Allâh bilir.» şuûruyla ilm-i ilâhîye teslîm olarak yaşamaktır. Bu teslîmiyet de, hiç şüphesiz mârifetullâh, yâni Allâh’ı yakînen bilmekle olur. Zîrâ hiçbir ilim bu husustaki cehâletin getireceği kötü neticeleri bertaraf etmeye yetmez. Lâkin bu husustaki ilim, diğerlerinin eksikliğini bertaraf edebilir. Nitekim nice ümmî kimseler vardır ki, mârifetullâh bereketiyle Allâh tarafından husûsî ve pek mümtaz lutuflara mazhar olmuşlardır.
Bunun için Yûnus Emre Hazretleri, aslolan ilmin mârifetullâh olduğuna işâreten şöyle seslenir:
Yigirmi dokuz hece,
Okursun uçtan uca,
Sen elif dersin hoca,
Mânâsı ne demektir?
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?
Cenâb-ı Hakk, kendi ilmi karşısında beşerin bu hâlini şu âyet-i kerîmeler ile ne güzel sergiler:
“Hiçbir nefis yarın ne kazanacağını bilemez.” (Lokman, 34)
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Hiç şüphesiz ilim ancak Allâh’ın katındadır...” (el-Mülk, 26)
İlim, Allâh katındadır. Yâni mutlak mânâda ilim, Allâh’a âiddir. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. İlm-i ilâhî, bu bakımdan bir aynaya benzer. Ona aksedenler ne kadar değişseler de ayna hepsini ihâta eder ve herhangi bir değişikliğe uğramaz.
İlm-i ilâhî, düşünce ve fikir mahsûlü olmaktan münezzehtir. Şu kâinâtta görülen hiçbir akıl ve irâdenin erişemeyeceği derecede ince ve hassas nizâm u âhenk, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar sonsuz bir ilim sahibi olduğunun en sâdık delîlidir. Öyle ki bu kâinâtta insanoğlu, küçücük bir buluşa bile sayısız kişi ve asırlarca zamanın birbirine ilâvesinin yardımıyla nice ilim ve kaideler neticesinde ulaşabilmektedir. Meselâ bugün pek yaygınlaşan cep telefonlarıyla irtibat husûsiyeti, insanın yaratılışından ne kadar sonra ve nice tecrübelerin üstüste birikmesi ile ancak gerçekleşebilmiştir. Diğer terakkîler de böyledir. Hâlbuki bu keşf, îcâd ve henüz çözülememiş sonsuz sırlar, Cenâb-ı Hakk’ın, kâinâtın nizâmına bir anda ilm-i ilâhîsi ile yerleştirdiği husûsiyetlerdir. Bu gerçeği hatırlatmak üzere Cenâb-ı Hakk insanoğluna şöyle buyurur:
“(Ey insanlar!) Yaratan (Allâh) hiç bilmez mi? Hiç şüphesiz Allâh, her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Mülk, 14)
İlim, Allâh katındadır. Yâni mutlak mânâda ilim, Allâh’a âiddir. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. İlm-i ilâhî, bu bakımdan bir aynaya benzer. Ona aksedenler ne kadar değişseler de ayna hepsini ihâta eder ve herhangi bir değişikliğe uğramaz.
İlm-i ilâhî, düşünce ve fikir mahsûlü olmaktan münezzehtir. Şu kâinâtta görülen hiçbir akıl ve irâdenin erişemeyeceği derecede ince ve hassas nizâm u âhenk, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar sonsuz bir ilim sahibi olduğunun en sâdık delîlidir. Öyle ki bu kâinâtta insanoğlu, küçücük bir buluşa bile sayısız kişi ve asırlarca zamanın birbirine ilâvesinin yardımıyla nice ilim ve kaideler neticesinde ulaşabilmektedir. Meselâ bugün pek yaygınlaşan cep telefonlarıyla irtibat husûsiyeti, insanın yaratılışından ne kadar sonra ve nice tecrübelerin üstüste birikmesi ile ancak gerçekleşebilmiştir. Diğer terakkîler de böyledir. Hâlbuki bu keşf, îcâd ve henüz çözülememiş sonsuz sırlar, Cenâb-ı Hakk’ın, kâinâtın nizâmına bir anda ilm-i ilâhîsi ile yerleştirdiği husûsiyetlerdir. Bu gerçeği hatırlatmak üzere Cenâb-ı Hakk insanoğluna şöyle buyurur:
“(Ey insanlar!) Yaratan (Allâh) hiç bilmez mi? Hiç şüphesiz Allâh, her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Mülk, 14)