Allah Teâlâ, kullarının Kendisini bilmesini ve tanımasını istedi. Bu sebeple onlara her devirde peygamberler gönderdi. Son olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi görevlendirdi ve ondan insanlara şunu söylemesini istedi:
Ey insanlar! Ben Allah’ın elçisiyim; beni size O gönderdi. Sizden hem Kendisine, hem de bana îmân etmenizi istedi. Doğru yolu bulmak için bana uymanızı emretti. (A’raf, 158)
Allah Teâlâ, Peygamber Efendimize vazifesini bildirirken şöyle buyurdu:
“Sana, kendilerine gönderileni insanlara açıklaman, onların da üzerinde düşünmeleri için bu Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 44)
Demek ki Resûl-i Ekrem’in görevi insanlara sadece Kur’ân-ı Kerîm’i duyurmak değildi; aynı zamanda onlara dünyada nasıl yaşayacaklarını göstermek için, Kur’ân-ı Kerîm’i sözleri ve uygulamalarıyla açıklamaktı.
Allah’ın kitâbını açıklamak çok önemli bir görevdi. Bu görevi yapacak olan kimsenin hata etmemesi gerekti. Kâinâtın Rabbi, Peygamber aleyhisselâmın insanlara dini öğretirken ve Kur’ân-ı Kerîm’i açıklarken hatâ etmeyeceğini şöyle bildirdi:
“O Peygamber kendi hevâ-hevesine göre konuşmaz. Onun söyledikleri kendisine vahyolunandan başka bir şey değildir.” (Necm, 3-4)
Şu olay Resûl-i Ekrem’in yanlış bir şey söylemeyeceğini göstermektedir:
Abdullah ibni Amr ibni As radıyallahu anhümâ anlatıyor:
“Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden duyduğum her şeyi ezberlemek için yazıyordum. Kureyşliler bana:
“Sen Peygamber’den duyduğun her şeyi yazıyorsun. Hâlbuki o da bir beşerdir. Kızgın olduğu zaman da konuşur, memnun olduğu zaman da” dediler. Böylece hadisleri yazmama engel oldular. Ben de onların bu sözünü Allah’ın Resülü’ne ilettim. Bunun üzerine Fahr-i Alem sallallahu aleyhi ve sellem, parmağıyla ağzını göstererek şöyle buyurdu:
“Sen yazmaya bak! Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, buradan sadece hak söz çıkar.” (Ebu Davud, İlim, 3)
Demek oluyor ki, Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem’ini konuşurken hata etmekten korudu. O da bu güven içinde, Kur’ân-ı Kerîm’in açıklanması gereken âyetlerini ashabına açıkladı. Ashâb-ı kirâm efendilerimiz de, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri demek olan bu açıklamaları yazdılar ve ezberlediler. İşte hadîs-i şerifler böyle meydana geldi.
Nitekim İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe: “Sünnet olmasaydı hiçbirimiz Kur’an’ı anlamazdık” demiştir. (Zeynüddîn el-Irâkı, el-Müstahrec ale’l-Müstedrek li’l-Hâkim, s. 15;)
Demek oluyor ki, Kur’ân-ı Kerîm ile hadîs-i şerîfler birbirine ayrılmayacak şekilde bağlıdır. Hadîs-i şerîfler olmadan Allah’ın kitabını doğru anlamak mümkün değildir.