Allah nerededir? Allah yerde midir, gökte midir? Allah’ın rızası ve gadabının alameti nedir? Allah’ın mekândan münezzeh olduğunun delili nedir? Allah mekandan ve yönden münezzeh ise dua ederken elleri göğe kaldırmanın manası nedir? Allah ile ilgili ayet ve hadislerden bazıları.
Bir yerde, bir mekânda bulunmak yaratılmışlara ait bir özelliktir. Allah, yaratılmış bir varlık değil, Yaratıcı’dır. O hâlde O’na bir yer yahut bir mekân nispet etmek doğru değildir. Allah, varlık âlemini var eden, onların varlığını ve hükümranlığını elinde bulundurandır. (Mülk, 67/1) Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. (Zümer, 39/44) Göklerde ve yerde ne varsa O’na aittir (Yunus, 10/66) Dolayısıyla Allah’ı, yaratıp idare ettiği ve sahibi olduğu âlemde bir yere izafe etmek sağlıklı bir yaklaşım olamaz. Bazı Selefî âlimlerin “Allah arşı istiva etmiştir.” (Taha, 20/5, Hadid, 57/4) ve “Göktekinin sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz!” (Mülk, 67/16) gibi âyetlerden yola çıkarak Allah’ın gökte olduğu şeklindeki yorumları, çoğunluğa mensup âlimlerce doğru bulunmamıştır. Zira bu ve benzeri âyet ve hadisler mecazî anlatımlar olup Allah’ın yüceliğine işaret etmektedir. Diğer taraftan güneşin ışığıyla her yerde bulunması gibi Allah da tecelli eden isim ve sıfatlarıyla her yerdedir. Zâtına gelince O bütün idrak ve tasavvurlarımızın ötesindedir. Bize düşen iman ve amellerimizle O’na yönelip ibadet görevimizi yerine getirmeye çalışmaktır. (Kaynak: Diyanet)
Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbni Arabi’nin “Kitâbü’l-Müsâmera” adlı eserinde zikrettiğine göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Ey Rabbim! Sen gökte, biz yerdeyiz. Rızânın ve gadabının alâmeti nedir?” buyurdu. Allah Teâlâ: “Eğer sizin üzerinizde hayırlılarınızı idareci yaparsam bu rızâmın alâmetidir. Şerlilerinizi size musallat edersem bu da size gadabımın alâmetidir” buyurdu.” (Feyzü’l-Kadir, I, 262)“
ALLAH NEREDE?” HADİSİ - Cariye Hadisi
Muâviye İbni Hakem es-Sülemî -radıyallahu anh- Benî Süleym kabilesinde oturur, zaman zaman Medine’ye gelerek Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile görüşürdü. Onun koyunlarını güden bir câriyesi vardı. Kızcağız bir gün koyunlardan birini kurda kaptırdı. Bunu duyan Muâviye -radıyallahu anh- ona çok kızdı ve yüzüne fena bir tokat patlattı. Sonra da yaptığına pişman oldu. Resûl-i Ekrem ile sohbet ederken bu konuyu da anlattı. Peygamber Aleyhisselâm ona yaptığının haksızlık olduğunu söyleyince:
- Yâ Resûlallah, o halde câriyeyi âzat edeyim mi? diye sordu. Resûl-i Ekrem de:
- Hele sen onu bana bir getir, buyurdu. Muâviye de hemen gidip câriyeyi alıp getirdi.
Peygamber aleyhisselâm câriyeye:
- Allah nerede? diye sordu. O da:
- Gökte! dedi.
Resûl-i Ekrem tekrar sordu:
- Ben kimim?
Câriye:
- Resûlullah’sın, dedi.
O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz Muâviye’ye dönerek:
- Onu âzat et; çünkü mü’minedir, buyurdu. Muâviye de onu âzat etti. (Müslim, Mesâcid, 33; Ebû Dâvud, Salat, 167; Eyman, 16)
Bu rivâyetlerde olduğu gibi Allâh’ın mekânı olduğuna delâlet eden rivâyetler, zâhirî anlamlarına alınır, Allâh’ın yüce sıfatlarının eserlerinin zuhur mahalli mânâsına hamledilir. Bu sebeple hadiste “semâ / gök” özellikle zikredilmiştir. Çünkü semâ nurların indiği yer, nâzil olan âyetlerin ve hükümlerin mahallidir. Buradan anlaşılmış oldu ki, kim Allâh’a mekân isnâd etmek kasdıyla “Allah gökte âlimdir” derse kâfir olur. Böyle değil de haberlerin zâhirinde söylenenleri rivâyet şeklinde bu sözü söylerse kâfir olmaz. Çünkü bu söz te’vile açıktır. Selim zihinler ve doğru akıllar, tabîî olarak bu tür müteşâbih âyetlerden sadece tenzih
mânâsı çıkarırlar.
Muâviye İbni Hakem es-Sülemî -radıyallahu anh- Benî Süleym kabilesinde oturur, zaman zaman Medine’ye gelerek Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile görüşürdü. Onun koyunlarını güden bir câriyesi vardı. Kızcağız bir gün koyunlardan birini kurda kaptırdı. Bunu duyan Muâviye -radıyallahu anh- ona çok kızdı ve yüzüne fena bir tokat patlattı. Sonra da yaptığına pişman oldu. Resûl-i Ekrem ile sohbet ederken bu konuyu da anlattı. Peygamber Aleyhisselâm ona yaptığının haksızlık olduğunu söyleyince:
- Yâ Resûlallah, o halde câriyeyi âzat edeyim mi? diye sordu. Resûl-i Ekrem de:
- Hele sen onu bana bir getir, buyurdu. Muâviye de hemen gidip câriyeyi alıp getirdi.
Peygamber aleyhisselâm câriyeye:
- Allah nerede? diye sordu. O da:
- Gökte! dedi.
Resûl-i Ekrem tekrar sordu:
- Ben kimim?
Câriye:
- Resûlullah’sın, dedi.
O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz Muâviye’ye dönerek:
- Onu âzat et; çünkü mü’minedir, buyurdu. Muâviye de onu âzat etti. (Müslim, Mesâcid, 33; Ebû Dâvud, Salat, 167; Eyman, 16)
Bu rivâyetlerde olduğu gibi Allâh’ın mekânı olduğuna delâlet eden rivâyetler, zâhirî anlamlarına alınır, Allâh’ın yüce sıfatlarının eserlerinin zuhur mahalli mânâsına hamledilir. Bu sebeple hadiste “semâ / gök” özellikle zikredilmiştir. Çünkü semâ nurların indiği yer, nâzil olan âyetlerin ve hükümlerin mahallidir. Buradan anlaşılmış oldu ki, kim Allâh’a mekân isnâd etmek kasdıyla “Allah gökte âlimdir” derse kâfir olur. Böyle değil de haberlerin zâhirinde söylenenleri rivâyet şeklinde bu sözü söylerse kâfir olmaz. Çünkü bu söz te’vile açıktır. Selim zihinler ve doğru akıllar, tabîî olarak bu tür müteşâbih âyetlerden sadece tenzih
mânâsı çıkarırlar.
ALLAH’IN MEKANDAN MÜNEZZEH OLDUĞUNUN DELİLİ
Rivayete göre Allah iki dünyada derecesini yükseltsin İmâmü’l-Harameyn bir büyüğün yanına misafir oldu. Âlimler ve önde gelen kimseler onun yanında toplandılar. Aralarından biri kalkıp: “Allâh’ın mekândan münezzeh olduğunun delili nedir?” diye sordu. İmam: “O Rahmân, Arşı istivâ etmiştir” âyetini, sonra da Yunus Aleyhisselam’ın balığın karnındayken yaptığı istiğfârı okudu. “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zâlimlerden oldum.” (el-Enbiyâ, 21/87)
Dinleyenler iki âyetin mekândan münezzeh olmakla ilgisini anlayamadıklarından hayretler içinde kaldılar. Ziyâfet sahibi, imamdan konuyu açıklamasını istedi. İmam: “Burada bin dirhem borcu olan bir fakir var, borcunu ödersen sana bu meseleyi açıklarım.” dedi. Ziyâfet sahibi bu teklifi kabul edince imam meseleyi şöyle açıkladı: “Resûlullah Miraç’ta Allâh’ın dilediği kadar yüce bir yerde: “Ben seni övmekten âcizim. Sen kendini nasıl övmüşsen öylesin.” (Müslim, Salat, 222; Ebû Dâvud, Vitr, 5; Müsned, I, 58, 96, 118, 150, 162, 20) dedi. Yunus Aleyhisselam denizin dibinde, balığın karnında imtihan edildiğinde: “Senden başka ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zâlimlerden oldum.” (el-Enbiya, 21/87) dedi. İkisi de Allâh’a “sen” diye hitâb ettiler ki bu huzûrunda bulunulan kimseye hitaptır. Eğer Allah bir mekânda olsaydı bu doğru olmazdı. İşte bu Allâh’ın mekândan münezzeh olduğuna delildir.”
Eğer “Allah her yerdedir” dersen, buna şöyle cevap veririm: Daha önce güneşin vücûdu/varlığı ve kendisi ile değil ışığı ve zuhûru ile her yerde olması gibi, O’nun zâtı ile değil sıfatlarının eserleri ve zâtının nurları ile her yerde olduğuna işâret etmiştim. Bazı cahil mutasavvıfların kasdettiği mânâda O her yerde olsaydı ‘O zaman bu âlemleri yaratmadan önce O neredeydi? O’nun gerçek bir varlığı yok muydu?’ diye sorulurdu. Eğer bu soruya “Hayır yoktu” cevabını verirlerse kâfir olurlar. Hulûl ve intikali söylerseler yine aynı kapıya çıkarlar. Çünkü vâcib varlığı zorunlu olan hâdise / sonradan meydana gelene ancak te’sir, feyz ve kemâlâtının onda zuhûru ile yakın olur. Fakat bu hâdisin mutlak olarak hâdis olmasından değil, varlığının O’ndan müstefâz (feyz almış) olmasındandır. Anla! Eğer “Allah mekândan ve yönden münezzeh ise duâ ederken elleri göğe kaldırmanın mânâsı nedir?” diye sorarsan, buna şöyle cevap veririm: Bunun mânâsı Allâh’ın hazinelerinden istemektir. Çünkü O’nun hazineleri semâdadır. Nitekim âyetlerde: “Semâda da rızkınız ve size vadedilen başka şeyler vardır.” (ez-Zâriyât, 51/22) “Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (el-Hicr, 15/21) buyrulmaktadır.
Bundan anlaşılıyor ki arş, rahmânî sıfatın istivâsının mazharıdır. Kim de Allâh’a mekân isnâd ederse o Mücessime’dendir. Allâh’ın her yerde olduğunu söyleyen bazı cahil mutasavvıflar ile akıl, nakil ve keşf yolundan çıkan sapık bilginler de onlardandır. Onların mezhepleri ve pislikleri aynıdır. Cehâlet ve sapıklık kirleri ile kirlenmekten vehim ve hayallerden Allâh’a sığınırız. Hak Hak’tır, eşya da eşyadır. Hakk’a eşya gözüyle ancak utanma duygusu olmayan arsızlar bakar.
Diyanet Fetva Kurulu; Ruhul Beyan, Erkam Yayınları
Rivayete göre Allah iki dünyada derecesini yükseltsin İmâmü’l-Harameyn bir büyüğün yanına misafir oldu. Âlimler ve önde gelen kimseler onun yanında toplandılar. Aralarından biri kalkıp: “Allâh’ın mekândan münezzeh olduğunun delili nedir?” diye sordu. İmam: “O Rahmân, Arşı istivâ etmiştir” âyetini, sonra da Yunus Aleyhisselam’ın balığın karnındayken yaptığı istiğfârı okudu. “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zâlimlerden oldum.” (el-Enbiyâ, 21/87)
Dinleyenler iki âyetin mekândan münezzeh olmakla ilgisini anlayamadıklarından hayretler içinde kaldılar. Ziyâfet sahibi, imamdan konuyu açıklamasını istedi. İmam: “Burada bin dirhem borcu olan bir fakir var, borcunu ödersen sana bu meseleyi açıklarım.” dedi. Ziyâfet sahibi bu teklifi kabul edince imam meseleyi şöyle açıkladı: “Resûlullah Miraç’ta Allâh’ın dilediği kadar yüce bir yerde: “Ben seni övmekten âcizim. Sen kendini nasıl övmüşsen öylesin.” (Müslim, Salat, 222; Ebû Dâvud, Vitr, 5; Müsned, I, 58, 96, 118, 150, 162, 20) dedi. Yunus Aleyhisselam denizin dibinde, balığın karnında imtihan edildiğinde: “Senden başka ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zâlimlerden oldum.” (el-Enbiya, 21/87) dedi. İkisi de Allâh’a “sen” diye hitâb ettiler ki bu huzûrunda bulunulan kimseye hitaptır. Eğer Allah bir mekânda olsaydı bu doğru olmazdı. İşte bu Allâh’ın mekândan münezzeh olduğuna delildir.”
Eğer “Allah her yerdedir” dersen, buna şöyle cevap veririm: Daha önce güneşin vücûdu/varlığı ve kendisi ile değil ışığı ve zuhûru ile her yerde olması gibi, O’nun zâtı ile değil sıfatlarının eserleri ve zâtının nurları ile her yerde olduğuna işâret etmiştim. Bazı cahil mutasavvıfların kasdettiği mânâda O her yerde olsaydı ‘O zaman bu âlemleri yaratmadan önce O neredeydi? O’nun gerçek bir varlığı yok muydu?’ diye sorulurdu. Eğer bu soruya “Hayır yoktu” cevabını verirlerse kâfir olurlar. Hulûl ve intikali söylerseler yine aynı kapıya çıkarlar. Çünkü vâcib varlığı zorunlu olan hâdise / sonradan meydana gelene ancak te’sir, feyz ve kemâlâtının onda zuhûru ile yakın olur. Fakat bu hâdisin mutlak olarak hâdis olmasından değil, varlığının O’ndan müstefâz (feyz almış) olmasındandır. Anla! Eğer “Allah mekândan ve yönden münezzeh ise duâ ederken elleri göğe kaldırmanın mânâsı nedir?” diye sorarsan, buna şöyle cevap veririm: Bunun mânâsı Allâh’ın hazinelerinden istemektir. Çünkü O’nun hazineleri semâdadır. Nitekim âyetlerde: “Semâda da rızkınız ve size vadedilen başka şeyler vardır.” (ez-Zâriyât, 51/22) “Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (el-Hicr, 15/21) buyrulmaktadır.
Bundan anlaşılıyor ki arş, rahmânî sıfatın istivâsının mazharıdır. Kim de Allâh’a mekân isnâd ederse o Mücessime’dendir. Allâh’ın her yerde olduğunu söyleyen bazı cahil mutasavvıflar ile akıl, nakil ve keşf yolundan çıkan sapık bilginler de onlardandır. Onların mezhepleri ve pislikleri aynıdır. Cehâlet ve sapıklık kirleri ile kirlenmekten vehim ve hayallerden Allâh’a sığınırız. Hak Hak’tır, eşya da eşyadır. Hakk’a eşya gözüyle ancak utanma duygusu olmayan arsızlar bakar.
Diyanet Fetva Kurulu; Ruhul Beyan, Erkam Yayınları