Peygamber Efendimiz, Cahiliye Devri’nde yapılan yanlış âdetleri birer birer kaldırıyor, insanlara meşru olan yolu gösteriyordu. Böylece batılın ve haksızlıkların yerini hak ve adalet alıyordu.
İşte, Cahiliye Devri’nin yanlış âdetlerinden birisi de, köle veya azatlı kölelerin “aşağı bir sınıf” olarak telakki edilmesiydi. İslamiyet ise bütün insanları eşit sayıyor, “Sizin Allah indinde en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır.”[1]hükmüyle üstünlüğün ancak takva ile olduğunu haykırıyordu. O hâlde bu yanlış âdetin de ortadan kaldırılması gerekiyordu. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz, Kureyş gibi soylu bir aileye mensup olan halası Umeyme bint-i Abdülmuttâlib’in kızı Zeyneb’e, azatlı kölesi Zeyd için dünür oldu.
Zeyneb’in annesi de, kardeşleri de bunu kabul etmediler. Fakat Peygamberimizi de kıramadılar. İsteğine razı oldular. Peygamber Efendimiz de Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb’i nikâhladı.[2]
Böylece Cahiliye Devri’nin yanlış bir âdeti daha tarihe karışıyor, eşitlik prensibi yerleştiriliyordu.
Ancak Hz. Zeyd ile Zeyneb arasında hiçbir zaman tam bir kaynaşma meydana gelmedi. Aralarında geçimsizlik başgösterdi. Öyle ki artık Zeyneb, Zeyd’in kalbini kırmaya başladı. Bir gün Zeyd, Peygamberimize gelerek, “Yâ Resûlallah, ben ailemden ayrılmak istiyorum, bana eza ediyor!” dedi. Peygamber Efendimizin, kurulmasına kendisinin vesile olduğu bir aile yuvasının bozulmasına gönlü razı olmadı. Zeyd’e “Hanımını tut, boşama, Allah’tan kork!” buyurdu.[3]
Fakat şiddetli geçimsizlik yüzünden Zeyd, Hz. Zeyneb’i boşadı. Beraberlikleri ancak bir yıl kadar devam edebildi.
Peygamberimiz, Zeyd ile Zeyneb’in ayrılmalarına çok üzüldü. Çünkü bu evliliğe kendisi vesile olmuştu. Durumun düzeltilmesi, Hz. Zeyneb’in ve ailesinin gönlünün alınması icap ediyordu.
Aslında Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd’e “Zevceni tut, boşama.” dediği zaman onun Zeyneb’i mutlaka boşayacağını ve iddeti dolduktan sonra da onun kendisiyle evleneceğini biliyordu. Bunu Cenâb-ı Hak kendisine bildirmişti.[4]Zaten Hz. Zeyneb de bir Peygamber hanımı olacak fıtrattaydı.
Ancak Peygamberimiz, münafıkların dedikodularından çekindiği için, Zeyd’den boşanan ve iddeti dolan Hz. Zeyneb’e evlenme teklifinde bulunamıyordu. Çünkü Arapların âdetine göre, bir kimse evlatlığının hanımıyla evlenemezdi. Fakat diğer Cahiliye âdetleri gibi bu yanlış âdetin de kaldırılması icap ediyordu. Çünkü evlatlık, hakiki evlat sayılmazdı.
Nitekim Peygamber Efendimiz bir gün Hz. Âişe’nin yanında iken vahiy geldi. Nazil olan âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:
“Hani Allah’ın iman nasip ederek ikramda bulunduğu ve senin de azat edip evlatlık edinerek ikramda bulunduğun kimseye, sen, ‘Hanımını bırakma, Allah’tan kork!’ diyordun… Sen o zaman, Allah’ın açıklayacağı bir şeyi bildiğin hâlde insanların dedikodusundan korkuyordun! Hâlbuki asıl korkulacak olan Allah’tır… Sonra Zeyd o hanımla alakasını kesince Biz onu sana nikâhladık; tâ ki evlatlıklarının boşadığı hanımlarla evlenmenin müminler için günah olmadığı anlaşılsın... Allah’ın emri işte böylece yerine getirilmiştir.
“Allah’ın kendisi için takdir ettiği şeyi yerine getirmesinde Peygamber için bir vebal yoktur.”[5]
Vahiy tamam olunca Peygamberimiz tebessüm etti ve “Allah’ın, Zeyneb’i bana nikâhladığını kim gidip ona müjdeler?” buyurdu. Ve daha sonra da dünürlük yapması için Hz. Zeyd’i görevlendirdi. Hz. Zeyd sevinçle Zeyneb’e gitti ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisini Peygamberimize nikâhladığını müjdeledi. Hz. Zeyneb buna sevindi. Şükür secdesi yaptı. Üzerinde bulunan takısını, kendisine bu müjdeyi getiren Hz. Zeyd’e hediye etti.
Böylece Hz. Zeyneb, Hicret’in 5. yılında 35 yaşındayken Peygamberimizle nikâhlandı. Allah tarafından nikâhlandığı için kendisine mehir olarak bir şey verilmedi.
Peygamber Efendimiz evliliklerinde düğün ziyafeti verdiği gibi, bunu Müslümanlara da emretmiştir. Bu sebeple düğün yemeği vermek sünnettir.
Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyneb için de düğün yemeği verdi. Ancak bu ziyafette diğerlerinden farklı olarak Peygamberimizin bir mucizesi tezahür etti.
Enes bin Mâlik anlatıyor: “Annem Ümmü Süleym bana, ‘Ey Enes! Resûlullah bugün evlenecek. Yanlarında yiyeceklerinin olmadığını sanıyorum. Şu yağ tulumunu buraya getir.’ dedi. Tulumu götürdüm. Annem yalnız Resûlullah ile zevcesine yetecek kadar hâlis Medine hurmasını yağ ile karıştırdı. Sonra bana, ‘Ey Enes! Bunu Resûlullah’a götür. Bunu size annem gönderdi. Kendisinin selamı var. Bu bizim tarafımızdan size ufak bir hediyedir, diyor, de!’ diye tembihte bulundu.
“Ben de onu alarak Resûlullah’a götürdüm. Annemin söylediklerini tekrarladım. Resûlullah bana, ‘Onu koy.’ buyurdu. Sonra da ‘Ebû Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı, Ali’yi davet et.’ diye emretti. Daha birçok sahabinin ismini saydı. Ben az bir yemek için Resûlullah’ın bu kadar kimseyi davet etmesine şaştım! Bununla beraber emrine aykırı hareket etmeyi uygun görmedim, herkesi davet ettim. Resûlullah, ‘Bak, mescitte kimse varsa onları da çağır.’ buyurdu. Ben de mescide gittim, oradaki herkese, ‘Resûlullah’ın düğün ziyafetine buyurunuz.’ dedim. Geldiler, nihayet sofra tamamen doldu. Bana ‘Mescitte kimse kaldı mı?’ diye sordu. ‘Hayır.’ dedim. ‘Bak, yolda kimi görürsen onları çağır.’ buyurdu. İstenileni yaptım. Sonra ‘Çanağı getir.’ buyurdu. Mübarek elini çanağın üstüne koyup, Allah’ın söylemesini istediği kadar kelimelerle bereket duası yaptı. Sonra da ‘10’ar 10’ar halka olsunlar ve herkes kendi önünden yesin.’ buyurdu. İlk defa 10 kişi geldi. Doyuncaya kadar yediler ve yiyip gittiler. Ben çanaktaki yemeğe bakıyordum; onlar tıpkı kaynak suları gibi çoğalıyor, kaynıyordu. Herkes yedikten sonra bana, ‘Haydi Enes, kaldır.’ buyurdu. Koyduğumda mı, kaldırdığımda mı daha fazlaydı, bilmiyorum! Eve gittiğimde, hayret ettiğim bu hadiseyi anneme anlattım. Annem, ‘Hiç şaşma! Eğer Allah ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yerler ve doyarlardı.’ dedi.”[6]
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Cahiliye Devri’nde evlatlık “öz oğul” gibi telakki edildiğinden, kendisini evlat edinen kimsenin onun boşadığı hanımla evlenmesi haram sayılıyordu. Peygamber Efendimiz, evlatlığı Zeyd’in boşadığı hanımla evlendiği için münafıklar bunu Peyamberimiz aleyhine dedikodu vesilesi yaptılar. “Muhammed, oğulun karısıyla evlenmeyi haram kıldı, kendisi ise oğlu Zeyd’in boşadığı karısıyla evlendi!” dediler. Öyle ki, onların bu dedikoduları Peygamber Efendimizi ve Müslümanları rahatsız etmeye başladı.[7]
Bunun üzerine Ahzab Sûresi’nin 4 ve 5. âyet-i kerimeleri nazil oldu. Bu âyetlerin meali ise şöyle idi:
“Allah kimsenin göğsüne iki kalp yerleştirmemiş, zıhar yaptığınız hanımlarınızı anneleriniz hükmünde, evlatlıklarınızı da evlatlarınız hükmünde kılmamıştır. Bunlar sizin ağzınızdaki manasız bir sözden ibarettir. Allah ise hakkı bildiriyor ve kullarını doğru yola iletiyor. Onları kendi babalarına nispet edin; Allah katında doğru olanı budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zaten onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bu hususta unutarak veya bilmeyerek yaptığınız hatadan dolayı sizin için bir günah yoktur; siz ancak kasten yaptıklarınızdan mesulsünüz. Allah ise çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”
Böylece Cahiliye Devri’nin bir yanlış âdeti daha ortadan kalkmış oluyordu...
Asrımız müfessirlerinden Bediüzzaman Hazretleri, bu âyet-i kerimeyi özetle şöyle tefsir eder:
Büyüklerin idaresi altındaki insanlara ve peygamberlerin ümmetlerine evlat nazarıyla bakmaları ve hitap etmeleri, peygamberlik vazifesi itibarıyladır. Büyük bir amir, idaresi altındakilere baba şefkatiyle bakar. Eğer o amir bir padişah-ı ruhani olsa, babanın merhametinden ve şefkatinden 100 derece fazla şefkat gösterdiği için, idaresi altındaki insanlar onun hakiki evladıymış gibi ona “baba” nazarıyla bakarlar. İşte Kur’ân bu yanlış düşünceyi ortadan kaldırmak için, “Evlatlıklarınızı da oğullarınız gibi tanımadı.” der. Peygamber, rahmet-i İlahiye ile size şefkat eder, babanız gibi muamele eder. Peygamberlik namına siz onun evladı gibisiniz. Fakat şahsiyet itibarıyla sizin babanız değildir ki, sizden bir kadını nikâhlaması uygun düşmesin… Peygamber size “Oğlum” dese, şeriatın hükümleri itibarıyla siz onun evladı olmazsınız.[8]
Şu hâlde, netice olarak söylemek gerekirse, bu evlilik tamamen Allah’ın emriyle vuku bulmuş, Hz. Zeyneb’i Peygamberimize Cenâb-ı Hak layık görmüş ve nikâhlamıştır. Böylece, evlatlığın hakiki evlat gibi nikâha mâni olmayacağı hükmü konulmuş, insanların haram diye telakki ettikleri bir hükmün helal olduğu gösterilmiştir.
Hz. Zeyneb, ibadete düşkün, takva sahibi biriydi. Nafile namaz kılar, sık sık oruç tutardı. Peygamberimiz bir defasında mescide girmişti. Orada iki direğin arasına çekilmiş bir ip gördü. “Bu ip nedir?” diye sordu. Zeyneb’in ipi olduğunu söylediler. “Zeyneb namazda durmaktan yorulunca bu ipe tutunur.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Hayır [İbadette böyle güçlük ihtiyar edilmez]. Bu ipi çözünüz. Sizin biriniz zinde oldukça [ayakta] kılsın.”[9]
Zeyneb validemiz çok cömertti. Kanaatkârdı. Dünya malına ehemmiyet vermezdi. Dikiş ve el işi yaparak kazandığı parayı Allah rızası için fakirlere ve kimsesizlere sadaka olarak dağıtmak gibi güzel vasıflara sahipti.
Bir gün Hz. Ömer ona tahsis ettiği yıllığı göndermişti. Hz. Zeyneb o kadar parayı bir arada görünce, “Allah, Ömer’i affetsin! Diğer kardeşlerimin hisseleri de bunun içinde mi?” diye sormaktan kendini alamadı. Bunların tamamının kendisinin olduğunu öğrenince de “Sübhanallah!” diyerek örtüsüyle yüzünü kapadı. Orada bulunan hizmetçisine şöyle dedi:
“Elini sok, o paradan bir avuç al, falana götür. Bir avuç al, filana götür.”
Böylece hizmetçi, Hz. Ömer’in gönderdiği parayı Zeyneb’in isteği üzerine dağıttı. Nihayet örtünün altında avuçlayacak bir şey kalmayınca Hz. Zeyneb’e, “Ey müminlerin annesi, Allah sizi affetsin! Allah’a yemin ederim ki, bunda bizim de hakkımız var.” dedi. Müminlerin annesi ona, örtünün altında kalanları almasını söyledi. Beş dirhem gümüş para kalmıştı, onu da hizmetçi aldı. Hz. Zeyneb kendisi için bir tek dirhem dahi ayırmamıştı. Ellerini açarak şöyle dua etti:
“Allah’ım, bundan sonra beni Ömer’in ihsanını almaya eriştirme! Çünkü bu dünya malı bir fitnedir.”[10]
Cenâb-ı Hak, onun bu duasını kabul etti. Hz. Zeyneb ikinci senenin tahsisatını alamadan vefat etti. Peygamberimizin vefatından sonra kendisine kavuşan ilk zevcesi oldu. Böylece Resûlullah’ın bir mucizesi daha tezahür ediyordu. Çünkü bir defasında, “İçinizden bana en çabuk kavuşacak olanınız, kolu en uzun olanınızdır.” buyurmuştu. O zaman müminlerin anneleri bundaki manayı anlayamadıklarından kollarını ölçüyorlardı. Fakat ilk vefat edenin Hz. Zeyneb olması üzerine, Peygamberimizin kolu uzun olandan kastının cömertlik olduğunu anladılar. Zira cömertlikte hiçbirisi Hz. Zeyneb’e yetişemiyordu.[11]
Zeyneb validemizden devamlı sitayiş ve senayla bahseden Hz. Âişe, onun cömertliği hakkında şöyle der:
“Ben dinde Zeyneb’den daha hayırlı, ondan daha çok Allah’tan korkan, ondan daha doğru sözlü, akraba hakkını ondan daha çok gözeten, Allah’ın rızasını kazanabilmek için fakirlere ondan daha çok sadaka veren bir kadın görmedim.”
Hz. Zeyneb validemiz, Hz. Ömer zamanında, Hicret’in 20. yılında 53 yaşındayken vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.
Allah onlardan razı olsun!
[1]Hucurât Sûresi, 13.
[3]Hilye, 2: 52; Tabakât, 8: 102; el-İsâbe, 4: 313; Nesefî, 3: 304.
[4]Nesefî, 3: 304; Tefsirü’l-Kebîr, 25: 212.
[5]Ahzâb Sûresi, 37-38.
[6]Müslim, Nikâh, 94; Tabakât, 104-105.
[7]Nesefî, 3: 392.
[8]Mektûbât, s. 26.
[9]Buhârî, Küsuf: 68.
[10]Hilye, 2: 54; Üsdü’l-Gàbe, 5: 465.
[11]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 101; Tabakât, 8: 108; el-İsâbe, 4: 313; Hilye, 2: 54.