Tövbe (Tevbe) ve İstiğfârla ilgili hadisler ve hadislerin açıklaması…
1. İbni Ömer’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Allah’a tövbe ediniz. Zira ben O’na günde yüz defa tövbe ediyorum.” (Müslim, Zikir, 42. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Vitir, 26; İbni Mâce, Edeb, 57)
2. Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ gündüz günah işleyenin tövbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tövbesini kabul etmek için de gündüz elini açar. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam edip gider.” (Müslim, Tevbe, 31; Ahmed, IV, 395, 404)
3. Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Kim, güneş battığı yerden doğmadan önce tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder.” (Müslim, Zikir, 43)
4. İbni Ömer’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Bir kul can çekişmeye başlamadığı sürece, Allah Teâlâ onun tövbesini kabul eder.” (Tirmizî, Deavât, 98/3537. Ayrıca bkz. İbni Mâce, Zühd, 30)
5. İbni Abbâs (r.a.) der ki: Resûlullah şöyle buyurdu:
“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu lûtfeder ve ona ummadığı yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518; İbni Mâce, Edeb, 57. Ayrıca bkz. Ahmed, I, 248; Hâkim, IV, 291/7677)
6. Ebû Mûsâ (r.a.) der ki: Resûlullah şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ ümmetim için bana iki emân indirdi:
«Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umumî bir) azap vermeyecektir. Onlar istiğfara devam ettiği müddetçe, Allah onlara azap etmeyecektir.» (Enfâl 8/33)
Ben aralarından ayrıldığımda, (Allah’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar aralarında bırakıyorum.” (Tirmizi, Tefsir, 8/3082)
7. Abdullah bin Büsr’den (r.a) rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“(Kıyâmet günü) amel defterinde çokça istiğfâr bulan kimselere müjdeler olsun!” (İbni Mâce, Edeb, 57)
8. Şeddâd bin Evs Hazretlerinden rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ek-rem şöyle buyurmuştur:
“İstiğfârın efendisi ve en üstünü şöyle demendir:
«Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Ezelde sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana lûtfettiğin nîmetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günahımı îtirâf ederim. Beni affet, şüphe yok ki günahları senden başka affedecek kimse yoktur.»”
Resûlullah sözlerine şöyle devam etti:
“Her kim, bu Seyyidü’l-İstiğfârı sevâbına ve faziletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse, o cennet ehlindendir. Yine her kim, sevâbına ve faziletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse, o kişi de cennet ehlindendir.” (Buhârî, Deavât, 2, 16. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101; Nesâî, İstiâze, 57/5519; Tirmizî, Deavât, 15/3393)
ALLAH’A TÖVBE EDİN
İnsan için günahsızlık söz konusu değildir. Bilerek veya bilmeyerek hatâ yapması ve günaha düşmesi mümkündür. Ancak o vaziyette kalması hiçbir zaman tasvîb edilemez. Akıllı bir mü’minin, hemen hatasını kabul ve îtirâf ederek günahtan yüz çevirip Allah’a yönelmesi îcâb eder. Nitekim Resûlullah:
“Her insan hatâ yapabilir. Fakat hatâ yapanların en hayırlısı çokça tövbe edenlerdir” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 49/2499; İbni Mâce, Zühd, 30)
Cenâb-ı Hak kullarının tövbeye sarılmalarını arzu ettiğinden şöyle buyurur:
“Hepiniz Allah’a tövbe edin ey mü’minler, ki felâha erebilesiniz!” (Nûr 24/31)
“Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle tövbe edin!” (Tahrîm 66/8)
İnsan için günahsızlık söz konusu değildir. Bilerek veya bilmeyerek hatâ yapması ve günaha düşmesi mümkündür. Ancak o vaziyette kalması hiçbir zaman tasvîb edilemez. Akıllı bir mü’minin, hemen hatasını kabul ve îtirâf ederek günahtan yüz çevirip Allah’a yönelmesi îcâb eder. Nitekim Resûlullah:
“Her insan hatâ yapabilir. Fakat hatâ yapanların en hayırlısı çokça tövbe edenlerdir” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 49/2499; İbni Mâce, Zühd, 30)
Cenâb-ı Hak kullarının tövbeye sarılmalarını arzu ettiğinden şöyle buyurur:
“Hepiniz Allah’a tövbe edin ey mü’minler, ki felâha erebilesiniz!” (Nûr 24/31)
“Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle tövbe edin!” (Tahrîm 66/8)
PEYGAMBERİMİZ NEDEN HER GÜN TÖVBE ETMİŞTİR?
Allah Resûlü de Cenâb-ı Hakk’ın bu emr-i ilâhîsine herkesten evvel kendisi itaat etmiş, her gün defâlarca tövbe ve istiğfârda bulunmuştur. Bunu günahları olduğu için değil, Allah’ın emrine itaat etmek, O’nu zikretmek ve ümmetine örnek olarak nasıl tövbe ve istiğfârda bulunmaları gerektiğini göstermek için yapmıştır. Yüce Rabbimize karşı acziyetini îtirâf ederek büyük bir tevâzu ile derin bir kulluk şuuruna bürünmeyi canına minnet bilmiştir. Bu hâlini birinci hadisimizde ümmetine de tavsiye ederek “Ey insanlar, Allah’a tövbe edin! Ben O’na günde yüz defâ tövbe ediyorum” buyurmuştur.
Buradaki “yüz” rakamı, tövbe ve istiğfârı belli bir sayıyla sınırlandırmak için değil, çokça yapılması gerektiğini ifade etmek içindir. Zira Peygamber Efendimiz’in sadece bir mecliste yüz defâ istiğfâr ettiği olurdu. İbni Ömer (r.a.) şöyle der:
“Biz, Resûlullah Efendimiz’in bir mecliste yüz defa:
«Allah’ım! Beni bağışla ve tövbemi kabul buyur! Çünkü sen tövbeleri çok kabûl eden ve çok merhamet edensin» dediğini sayardık.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1516; Tirmizî, Deavât, 38/3434)
İnsan ne kadar gücü yeterse o kadar tövbe etmelidir. Çünkü bu hâl kulu Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına eriştirmektedir.
Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Şüphesiz Allah, çok tövbe eden ve çok temizlenenleri sever.” (Bakara 2/222)
Kulunun tövbe etmesine Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar sevindiğini anlamamıza yardımcı olan şu hadis-i şerif, her insanı vakit kaybetmeden tövbeye sevketmelidir:
“Herhangi birinizin tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları fayda vermeyince ümîdini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine yatıp (ölümü beklemeye başlayan), derken yanına devesinin geldiğini görüp hemen yularına yapışan ve aşırı derecedeki sevincinden ne dediğini bilmeyerek:
«–Allah’ım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim!» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49; Deavât, 99)
Issız bir çölde her şeyini kaybederek çaresizlik içinde aç susuz ölümü beklerken, bütün eşyası başının ucuna gelen kimsenin sevinci üzerinde başka bir sevinç tasavvur edilebilir mi?! İşte Cenâb-ı Hak, günah çöllerinde kaybolarak helâke doğru sürüklenen kulunun, geri dönerek sâhil-i selâmete çıkması sebebiyle, bundan çok daha fazla sevinmektedir. Demek ki O, kulunu bu kadar çok sevmektedir.
Allah Resûlü de Cenâb-ı Hakk’ın bu emr-i ilâhîsine herkesten evvel kendisi itaat etmiş, her gün defâlarca tövbe ve istiğfârda bulunmuştur. Bunu günahları olduğu için değil, Allah’ın emrine itaat etmek, O’nu zikretmek ve ümmetine örnek olarak nasıl tövbe ve istiğfârda bulunmaları gerektiğini göstermek için yapmıştır. Yüce Rabbimize karşı acziyetini îtirâf ederek büyük bir tevâzu ile derin bir kulluk şuuruna bürünmeyi canına minnet bilmiştir. Bu hâlini birinci hadisimizde ümmetine de tavsiye ederek “Ey insanlar, Allah’a tövbe edin! Ben O’na günde yüz defâ tövbe ediyorum” buyurmuştur.
Buradaki “yüz” rakamı, tövbe ve istiğfârı belli bir sayıyla sınırlandırmak için değil, çokça yapılması gerektiğini ifade etmek içindir. Zira Peygamber Efendimiz’in sadece bir mecliste yüz defâ istiğfâr ettiği olurdu. İbni Ömer (r.a.) şöyle der:
“Biz, Resûlullah Efendimiz’in bir mecliste yüz defa:
«Allah’ım! Beni bağışla ve tövbemi kabul buyur! Çünkü sen tövbeleri çok kabûl eden ve çok merhamet edensin» dediğini sayardık.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1516; Tirmizî, Deavât, 38/3434)
İnsan ne kadar gücü yeterse o kadar tövbe etmelidir. Çünkü bu hâl kulu Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına eriştirmektedir.
Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Şüphesiz Allah, çok tövbe eden ve çok temizlenenleri sever.” (Bakara 2/222)
Kulunun tövbe etmesine Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar sevindiğini anlamamıza yardımcı olan şu hadis-i şerif, her insanı vakit kaybetmeden tövbeye sevketmelidir:
“Herhangi birinizin tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları fayda vermeyince ümîdini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine yatıp (ölümü beklemeye başlayan), derken yanına devesinin geldiğini görüp hemen yularına yapışan ve aşırı derecedeki sevincinden ne dediğini bilmeyerek:
«–Allah’ım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim!» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49; Deavât, 99)
Issız bir çölde her şeyini kaybederek çaresizlik içinde aç susuz ölümü beklerken, bütün eşyası başının ucuna gelen kimsenin sevinci üzerinde başka bir sevinç tasavvur edilebilir mi?! İşte Cenâb-ı Hak, günah çöllerinde kaybolarak helâke doğru sürüklenen kulunun, geri dönerek sâhil-i selâmete çıkması sebebiyle, bundan çok daha fazla sevinmektedir. Demek ki O, kulunu bu kadar çok sevmektedir.
TÖVBEYİ GECİKTİRMEYİN!
İkinci hadisimizde tövbeyi geciktirmemek gerektiği ve Allah’ın her zaman tövbeleri kabul ettiği anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hak, hata yapan kulunun hemen bunu fark ederek hatasından dönmesini bekler. Gündüz günah işleyenin, üzerinden bir gün bile geçmeden hemen gece tövbe etmesini arzu eder. Gece günah işleyenin de hemen gündüzünde tövbeye sarılmasını ister. Kur’ân-ı Kerim’de, tövbede acele eden kullarından övgüyle bahsederek şöyle buyurur:
“Onlar, bir kötülük yaptıkları veya kendilerine zulmettikleri zaman (küçük büyük herhangi bir günah işlediklerinde), Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tövbe ve istiğfâr ederler. Zâten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri günahta bile bile ısrâr etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)
Âyet-i kerimeden anlaşılan diğer bir husus da şudur: Günahları sadece Allah Teâlâ bağışlayabilir. Günahlar Allah’a karşı itaatsizlik mânâsı taşıdığından, ona verilecek cezayı Allah’tan başka hiç kimse affedemez. (Bkz. Âl-i İmrân 3/129, 135; A’râf 7/149)
Her zaman tövbe ve istiğfârda bulunmak mümkün olmakla birlikte, bu hususta seher vakitlerinin ayrı bir yeri vardır. Tövbe ve istiğfârın sabaha karşı yapılmasının daha güzel olduğuna dâir âyet ve hadislerde işaretler bulunmaktadır.
Allah’ın rızâsı, cennet ve nimetlerinin; seherlerde istiğfâr eden takvâ sahibi kullara âit olduğu bildirilir. (Âl-i İmrân 3/15-17)
Diğer bir âyet-i kerimede de:
“O müttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devam ederler” buyrulur. (Zâriyât 51/17-18)
Bu sebeple selef-i sâlihîn arasında seher ve fecir vakti, “İstiğfâr ve dua vakti” olarak bilinir ve ona göre îtinâ gösterilir. (Heysemî, VII, 47; Mubârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, II, 473-474; İbni Hacer, Telhîsu’l-habîr, IV, 206)
İkinci hadisimizde tövbeyi geciktirmemek gerektiği ve Allah’ın her zaman tövbeleri kabul ettiği anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hak, hata yapan kulunun hemen bunu fark ederek hatasından dönmesini bekler. Gündüz günah işleyenin, üzerinden bir gün bile geçmeden hemen gece tövbe etmesini arzu eder. Gece günah işleyenin de hemen gündüzünde tövbeye sarılmasını ister. Kur’ân-ı Kerim’de, tövbede acele eden kullarından övgüyle bahsederek şöyle buyurur:
“Onlar, bir kötülük yaptıkları veya kendilerine zulmettikleri zaman (küçük büyük herhangi bir günah işlediklerinde), Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tövbe ve istiğfâr ederler. Zâten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri günahta bile bile ısrâr etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)
Âyet-i kerimeden anlaşılan diğer bir husus da şudur: Günahları sadece Allah Teâlâ bağışlayabilir. Günahlar Allah’a karşı itaatsizlik mânâsı taşıdığından, ona verilecek cezayı Allah’tan başka hiç kimse affedemez. (Bkz. Âl-i İmrân 3/129, 135; A’râf 7/149)
Her zaman tövbe ve istiğfârda bulunmak mümkün olmakla birlikte, bu hususta seher vakitlerinin ayrı bir yeri vardır. Tövbe ve istiğfârın sabaha karşı yapılmasının daha güzel olduğuna dâir âyet ve hadislerde işaretler bulunmaktadır.
Allah’ın rızâsı, cennet ve nimetlerinin; seherlerde istiğfâr eden takvâ sahibi kullara âit olduğu bildirilir. (Âl-i İmrân 3/15-17)
Diğer bir âyet-i kerimede de:
“O müttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devam ederler” buyrulur. (Zâriyât 51/17-18)
Bu sebeple selef-i sâlihîn arasında seher ve fecir vakti, “İstiğfâr ve dua vakti” olarak bilinir ve ona göre îtinâ gösterilir. (Heysemî, VII, 47; Mubârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, II, 473-474; İbni Hacer, Telhîsu’l-habîr, IV, 206)
TÖVBE KAPISI NE ZAMANA KADAR AÇIK?
Üçüncü hadisimizde ifade edildiğine göre Cenâb-ı Hak, kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan “Güneş’in batıdan doğuşu”na kadar tövbeleri kabul etmeye devam eder. Güneş’in batıdan doğduğunu gördükten sonra tövbe eden insanları ise affetmez. Çünkü bu büyük hâdiseyi gördükten sonra Allah’a inanmayan kimse kalmaz. Dolayısıyla imtihan da bitmiş olur. Asıl mesele imtihan devam ederken tövbe edebilmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmayan veya imanıyla bir hayır kazanmayan kimseye artık imânı fayda vermez.” (En’âm 6/158)
Allah Resûlü, batı taraflarında bulunan bir kapıdan bahsetmiş ve genişliğinin süvâri gidişiyle yetmiş yıl olduğunu haber vermiştir.
Şamlı muhaddislerden Süfyân bin Uyeyne, bu kapıyı açıklayarak şöyle demiştir:
“Allah gökleri ve yeri yarattığı gün, bu kapıyı tövbe için açık olarak yarattı. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar o kapı kapanmayacaktır.” (Tirmizî, Deavât, 98/3535; Tahâret, 71; Ayrıca bkz. Nesâî, Tahâret, 97, 113; İbni Mâce, Fiten, 32)
Evet, “Tövbe Kapısı” kıyâmete kadar açık kalacaktır, lâkin herkesin kıyâmete kadar yaşama garantisi yoktur. Daha da önemlisi herkesin kıyâmeti kendi ölümüdür. Bu sebeple dördüncü hadisimizde canın boğaza gelmesi, âdeta Gü-neş’in batıdan doğmasına benzetilmiştir. Kişi öleceğini kesin bir şekilde anlayınca tövbe etmesinin bir anlamı kalmayacak, faydası da olmayacaktır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Kötülük işlemeye devam eden, ölüm gelip çatınca da «Artık tövbe ettim» diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerin tövbesi geçersizdir.” (Nisâ 4/18)
Eceli gelen kimseye zaman tanınmayacağı, vaktinin bir an bile geciktirilmeyeceği de birçok defâ Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmiştir. (A’râf 7/34; Yûnus 10/49; Hicr 15/5; Nahl 16/61; Mü’minûn 23/43; Münâfikûn 63/11)
Diğer taraftan insana tâyin edilen eceli Allah’tan başka kimse bilemez. Bütün insanların en fazla merak ettiği muammâ, ölüm meleği ile ne zaman karşılaşacakları meselesidir. Umûmiyetle ölüm onları âniden yakalar. Öyleyse tövbeyi aslâ geciktirmemelidir. Yapılan bir yanlışın ardından hemen tövbe ve istiğfâra sarılmalıdır. “Tövbemi bozmaktan korkuyorum. Onun için ileride tövbe ederim” şeklinde düşünmek çok yanlıştır. İnsan ne kadar tövbesini bozmuş da olsa yine tövbeye sarılmalıdır. Ancak bu hususta samîmî olmaya gayret etmelidir. Zira hem günah işleme niyeti taşıyıp hem de tövbe etmenin bir anlamı yoktur. İnsan her günahtan sonra, bir daha bozmamak niyetiyle tövbe etmelidir.
Üçüncü hadisimizde ifade edildiğine göre Cenâb-ı Hak, kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan “Güneş’in batıdan doğuşu”na kadar tövbeleri kabul etmeye devam eder. Güneş’in batıdan doğduğunu gördükten sonra tövbe eden insanları ise affetmez. Çünkü bu büyük hâdiseyi gördükten sonra Allah’a inanmayan kimse kalmaz. Dolayısıyla imtihan da bitmiş olur. Asıl mesele imtihan devam ederken tövbe edebilmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmayan veya imanıyla bir hayır kazanmayan kimseye artık imânı fayda vermez.” (En’âm 6/158)
Allah Resûlü, batı taraflarında bulunan bir kapıdan bahsetmiş ve genişliğinin süvâri gidişiyle yetmiş yıl olduğunu haber vermiştir.
Şamlı muhaddislerden Süfyân bin Uyeyne, bu kapıyı açıklayarak şöyle demiştir:
“Allah gökleri ve yeri yarattığı gün, bu kapıyı tövbe için açık olarak yarattı. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar o kapı kapanmayacaktır.” (Tirmizî, Deavât, 98/3535; Tahâret, 71; Ayrıca bkz. Nesâî, Tahâret, 97, 113; İbni Mâce, Fiten, 32)
Evet, “Tövbe Kapısı” kıyâmete kadar açık kalacaktır, lâkin herkesin kıyâmete kadar yaşama garantisi yoktur. Daha da önemlisi herkesin kıyâmeti kendi ölümüdür. Bu sebeple dördüncü hadisimizde canın boğaza gelmesi, âdeta Gü-neş’in batıdan doğmasına benzetilmiştir. Kişi öleceğini kesin bir şekilde anlayınca tövbe etmesinin bir anlamı kalmayacak, faydası da olmayacaktır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Kötülük işlemeye devam eden, ölüm gelip çatınca da «Artık tövbe ettim» diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerin tövbesi geçersizdir.” (Nisâ 4/18)
Eceli gelen kimseye zaman tanınmayacağı, vaktinin bir an bile geciktirilmeyeceği de birçok defâ Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmiştir. (A’râf 7/34; Yûnus 10/49; Hicr 15/5; Nahl 16/61; Mü’minûn 23/43; Münâfikûn 63/11)
Diğer taraftan insana tâyin edilen eceli Allah’tan başka kimse bilemez. Bütün insanların en fazla merak ettiği muammâ, ölüm meleği ile ne zaman karşılaşacakları meselesidir. Umûmiyetle ölüm onları âniden yakalar. Öyleyse tövbeyi aslâ geciktirmemelidir. Yapılan bir yanlışın ardından hemen tövbe ve istiğfâra sarılmalıdır. “Tövbemi bozmaktan korkuyorum. Onun için ileride tövbe ederim” şeklinde düşünmek çok yanlıştır. İnsan ne kadar tövbesini bozmuş da olsa yine tövbeye sarılmalıdır. Ancak bu hususta samîmî olmaya gayret etmelidir. Zira hem günah işleme niyeti taşıyıp hem de tövbe etmenin bir anlamı yoktur. İnsan her günahtan sonra, bir daha bozmamak niyetiyle tövbe etmelidir.
TÖVBENİN KABUL EDİLMESİNİN ŞARTLARI
Cenâb-ı Hak, günah işleyerek kendilerine zulmeden kullarını acele tövbe etmeye dâvet ederek şöyle buyuruyor:
“De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allah bütün günahları affeder. Muhakkak ki O, Gafûr ve Rahîm’dir. (Onun için ümidinizi kesmeyin de) başınıza azap gelmeden evvel tövbe ile Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Yoksa yardım göremezsiniz.” (Zümer 39/53-54)
Allah’ın rahmetinden ümit keserek serkeşlik yapmaya devam etmek veya azâbından emin olarak günaha aldırış etmemek doğru değildir. Mü’min ne kadar günah işlerse işlesin korku ve ümid arasında olmalı, Rabbinden yüz çevirmemeli ve bir an evvel tövbeye yönelmelidir. Zira:
“Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez!..” (Bakara 2/275-276)
Cenâb-ı Hak vakti geçmeden hakkıyla tövbe edenleri affettiği gibi günahlarını da sevaba çevirmektedir.
Âyet-i kerimede bu durum şöyle müjdelenir:
“Ancak tövbe ve iman edip sâlih ameller işleyenler başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Furkân 25/70)
Ancak âyetten şu da anlaşılıyor ki, tövbe ve istiğfâr sadece dilde ve gönülde kalmamalı, salih amellerle tasdîk ve takviye edilmelidir. Zira günahlardan sonra yapılan salih ameller, günahların menfi tesirini ortadan kaldırmaya yardımcı olur. (Hûd 11/114)
Nitekim Resûlullah, günahından tövbe etmek isteyen bir kişiye, annesine iyilikte bulunmasını tavsiye etmiştir. Annesinin hayatta olmadığını öğrenince de teyzenin anne makâmında olduğunu ifade ederek ona iyilikte bulunmasını söylemiştir. (Tirmizî, Birr, 6; Ahmed, II, 13-14)
Aynı şekilde, bazı gü¬nahlardan arınmanın bir yolu olan keffâ¬ret de, fakirleri doyurup giydirmek, kur¬ban kesmek veya oruç tutmak sûretiyle nefsi günah kirlerinden temizlemeyi hedefler. (Mâide 5/89, 95; Mücâdele 58/3-4)
- Tövbenin kabul edilebilmesi için koşulan şartlar da bunu göstermektedir:
- İşlenen günahı terk etmek.
- Onu yaptığına pişman olmak.
- Bir daha yapmamaya azmetmek.
- Kul hakkına girmişse, onu ödeyerek helalleşmek.
Cenâb-ı Hak, günah işleyerek kendilerine zulmeden kullarını acele tövbe etmeye dâvet ederek şöyle buyuruyor:
“De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allah bütün günahları affeder. Muhakkak ki O, Gafûr ve Rahîm’dir. (Onun için ümidinizi kesmeyin de) başınıza azap gelmeden evvel tövbe ile Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Yoksa yardım göremezsiniz.” (Zümer 39/53-54)
Allah’ın rahmetinden ümit keserek serkeşlik yapmaya devam etmek veya azâbından emin olarak günaha aldırış etmemek doğru değildir. Mü’min ne kadar günah işlerse işlesin korku ve ümid arasında olmalı, Rabbinden yüz çevirmemeli ve bir an evvel tövbeye yönelmelidir. Zira:
“Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez!..” (Bakara 2/275-276)
Cenâb-ı Hak vakti geçmeden hakkıyla tövbe edenleri affettiği gibi günahlarını da sevaba çevirmektedir.
Âyet-i kerimede bu durum şöyle müjdelenir:
“Ancak tövbe ve iman edip sâlih ameller işleyenler başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Furkân 25/70)
Ancak âyetten şu da anlaşılıyor ki, tövbe ve istiğfâr sadece dilde ve gönülde kalmamalı, salih amellerle tasdîk ve takviye edilmelidir. Zira günahlardan sonra yapılan salih ameller, günahların menfi tesirini ortadan kaldırmaya yardımcı olur. (Hûd 11/114)
Nitekim Resûlullah, günahından tövbe etmek isteyen bir kişiye, annesine iyilikte bulunmasını tavsiye etmiştir. Annesinin hayatta olmadığını öğrenince de teyzenin anne makâmında olduğunu ifade ederek ona iyilikte bulunmasını söylemiştir. (Tirmizî, Birr, 6; Ahmed, II, 13-14)
Aynı şekilde, bazı gü¬nahlardan arınmanın bir yolu olan keffâ¬ret de, fakirleri doyurup giydirmek, kur¬ban kesmek veya oruç tutmak sûretiyle nefsi günah kirlerinden temizlemeyi hedefler. (Mâide 5/89, 95; Mücâdele 58/3-4)
İSTİĞFAR ETMENİN FAZİLETİ VE FAYDALARI
Beşinci hadisimizde, istiğfârı dilden düşürmemenin fazileti ve faydaları beyan edilmektedir.
Allah’a çokça istiğfâr edildiği takdirde günahlar bağışlanacağından, Cenâb-ı Hak temiz kullarına rahmetini sağanak hâlinde yağdırmaya başlayacak, onları her türlü sıkıntı, belâ ve musîbetlerden kurtaracak ve kendilerine bol bol nimetler ihsân edecektir.
Hz. Ömer devrinde kuraklık olmuştu. İnsanlar kıtlığa mâruz kaldılar. Halîfe’ye yağmur duasına çıkmayı teklif ettiler. Herkes toplanınca Hz. Ömer yağmur duası yapmak üzere minbere çıktı. İstiğfar etmeye başladı. Sadece istiğfar ediyor, başka bir şey söylemiyordu. Bir müddet böyle devam ettikten sonra minberden indi. Orada bulunanlar şaşkınlık içinde:
“–Ey Mü’minlerin Emîri, yağmur duası için çıktınız, lâkin hiç dua yaptığınızı duymadık. Sadece istiğfar edip indiniz?!” dediler. Hz. Ömer:
“–İstediğiniz rahmeti, kendisiyle yağmurun indirildiği semâ anahtarlarıyla taleb ettim” buyurdu ve sözüne delil olarak şu âyet-i kerimeleri getirdi:
“Dedim ki: Rabbinize istiğfâr edin/bağışlanma dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (İstiğfâr edin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nûh 71/10-12)
“(Hûd -aleyhisselam- der ki:) Ey kavmim! Rabbinize istiğfâr edin; sonra da O’na tövbe edin ki, üzerinize semâyı (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günah işleyerek (Allah’tan) yüz çevirmeyin!” (Hûd 11/52)
“(Şuayb -aleyhisselam- şöyle der:) Rabbinize istiğfâr edin; sonra tövbe edip O’na yönelin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü’minleri) çok sever.” (Hûd 11/90)
Âyetleri okuyan Hz. Ömer, sözünü şöyle bağladı:
“–O hâlde Rabbinizden hatâlarınızı ve günahlarınızı affetmesini isteyin, samîmî bir şekilde tövbe edin ve Allah’a yönelin!” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 351-351)
Demek ki günahları bırakarak Allah’tan af istemek, semâları açan bir anahtardır. İnsanlar günahlarını bırakıp Cenâb-ı Hak ile aralarını düzelttiğinde, gök kapıları açılarak her türlü rahmet yağmaya başlayacaktır.
Bir defâsında Hasan-ı Basrî Hazretlerine dört kişi gelerek biri kuraklıktan, diğeri fakirlikten, öteki çocuklarının azlığından, bir başkası da tarlasının verimsizliğinden şikâyet etmişti. Büyük velî, onların her birine istiğfârı tavsiye etti. Yanındakiler:
“–Efendim, bu insanların dertleri farklı farklı olmasına rağmen, siz hepsine aynı şeyi tavsiye ettiniz?!” dediler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri de onlara Hz. Ömer gibi Nûh sûresinin 10-12. âyet-i kerimelerini okuyarak cevap verdi. (Aynî, Umdetü’l-Kârî, XXII, 277; İbni Hacer, Fethü’l-Bârî, XI, 98)
Altıncı hadisimizde insanların, istiğfâr ettikleri müddetçe ilâhî azâba mâruz kalmayacakları ifade edilmektedir. Çünkü istiğfâr, onlar için dünyevî azaplara siper olduğu gibi uhrevî azaptan da kurtuluş vesîlesidir. İlâhî bir eman ve emniyettir.
Beşinci hadisimizde, istiğfârı dilden düşürmemenin fazileti ve faydaları beyan edilmektedir.
Allah’a çokça istiğfâr edildiği takdirde günahlar bağışlanacağından, Cenâb-ı Hak temiz kullarına rahmetini sağanak hâlinde yağdırmaya başlayacak, onları her türlü sıkıntı, belâ ve musîbetlerden kurtaracak ve kendilerine bol bol nimetler ihsân edecektir.
Hz. Ömer devrinde kuraklık olmuştu. İnsanlar kıtlığa mâruz kaldılar. Halîfe’ye yağmur duasına çıkmayı teklif ettiler. Herkes toplanınca Hz. Ömer yağmur duası yapmak üzere minbere çıktı. İstiğfar etmeye başladı. Sadece istiğfar ediyor, başka bir şey söylemiyordu. Bir müddet böyle devam ettikten sonra minberden indi. Orada bulunanlar şaşkınlık içinde:
“–Ey Mü’minlerin Emîri, yağmur duası için çıktınız, lâkin hiç dua yaptığınızı duymadık. Sadece istiğfar edip indiniz?!” dediler. Hz. Ömer:
“–İstediğiniz rahmeti, kendisiyle yağmurun indirildiği semâ anahtarlarıyla taleb ettim” buyurdu ve sözüne delil olarak şu âyet-i kerimeleri getirdi:
“Dedim ki: Rabbinize istiğfâr edin/bağışlanma dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (İstiğfâr edin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nûh 71/10-12)
“(Hûd -aleyhisselam- der ki:) Ey kavmim! Rabbinize istiğfâr edin; sonra da O’na tövbe edin ki, üzerinize semâyı (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günah işleyerek (Allah’tan) yüz çevirmeyin!” (Hûd 11/52)
“(Şuayb -aleyhisselam- şöyle der:) Rabbinize istiğfâr edin; sonra tövbe edip O’na yönelin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü’minleri) çok sever.” (Hûd 11/90)
Âyetleri okuyan Hz. Ömer, sözünü şöyle bağladı:
“–O hâlde Rabbinizden hatâlarınızı ve günahlarınızı affetmesini isteyin, samîmî bir şekilde tövbe edin ve Allah’a yönelin!” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 351-351)
Demek ki günahları bırakarak Allah’tan af istemek, semâları açan bir anahtardır. İnsanlar günahlarını bırakıp Cenâb-ı Hak ile aralarını düzelttiğinde, gök kapıları açılarak her türlü rahmet yağmaya başlayacaktır.
Bir defâsında Hasan-ı Basrî Hazretlerine dört kişi gelerek biri kuraklıktan, diğeri fakirlikten, öteki çocuklarının azlığından, bir başkası da tarlasının verimsizliğinden şikâyet etmişti. Büyük velî, onların her birine istiğfârı tavsiye etti. Yanındakiler:
“–Efendim, bu insanların dertleri farklı farklı olmasına rağmen, siz hepsine aynı şeyi tavsiye ettiniz?!” dediler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri de onlara Hz. Ömer gibi Nûh sûresinin 10-12. âyet-i kerimelerini okuyarak cevap verdi. (Aynî, Umdetü’l-Kârî, XXII, 277; İbni Hacer, Fethü’l-Bârî, XI, 98)
Altıncı hadisimizde insanların, istiğfâr ettikleri müddetçe ilâhî azâba mâruz kalmayacakları ifade edilmektedir. Çünkü istiğfâr, onlar için dünyevî azaplara siper olduğu gibi uhrevî azaptan da kurtuluş vesîlesidir. İlâhî bir eman ve emniyettir.
TÖVBE EDENLERE VADEDİLEN MÜJDE
Yedinci hadisimizde kıyâmet günü amel defterinde çokça istiğfâr bulan kimseler müjdelenmekte, “Onlara ne mutlu!” denilmektedir.
Öyleyse ihlâs ve samîmiyetle istiğfâra devam etmeliyiz. Ancak istiğfâr dilde kalırsa kıyâmet günü amel defterinde görünmeyebilir. Bu sebeple istiğfara kalp ve gönlün iştiraki şarttır.
Sekizinci hadisimizde Allah Resûlü, dua ve tövbenin her nev’ini içine alan bir istiğfâr öğretmektedir. Ehemmiyetine binâen de onu “Seyyidü’l-İstiğfâr: İstiğfârların efendisi, en üstünü” diye isimlendirmektedir. Bu istiğfârı dilimize vird edinerek her gün okumamız, dünya ve âhiretimiz için büyük bir bereket vesîlesidir. Ezelde Allah’a verdiğimiz söz ve ahdin, her gün yenilenmesidir. Dolayısıyla böylesine faziletli dua ve istiğfarları, ecdâdımızın yaptığı gibi, camilerde namazlardan sonra okuyarak herkesin ezberlemesini sağlamak, ne güzel bir hayır olur. Hâlkımız başlarındaki dinî önderlerin bu tür yönlendirmelerine muhtaç durumdadır.
Yedinci hadisimizde kıyâmet günü amel defterinde çokça istiğfâr bulan kimseler müjdelenmekte, “Onlara ne mutlu!” denilmektedir.
Öyleyse ihlâs ve samîmiyetle istiğfâra devam etmeliyiz. Ancak istiğfâr dilde kalırsa kıyâmet günü amel defterinde görünmeyebilir. Bu sebeple istiğfara kalp ve gönlün iştiraki şarttır.
Sekizinci hadisimizde Allah Resûlü, dua ve tövbenin her nev’ini içine alan bir istiğfâr öğretmektedir. Ehemmiyetine binâen de onu “Seyyidü’l-İstiğfâr: İstiğfârların efendisi, en üstünü” diye isimlendirmektedir. Bu istiğfârı dilimize vird edinerek her gün okumamız, dünya ve âhiretimiz için büyük bir bereket vesîlesidir. Ezelde Allah’a verdiğimiz söz ve ahdin, her gün yenilenmesidir. Dolayısıyla böylesine faziletli dua ve istiğfarları, ecdâdımızın yaptığı gibi, camilerde namazlardan sonra okuyarak herkesin ezberlemesini sağlamak, ne güzel bir hayır olur. Hâlkımız başlarındaki dinî önderlerin bu tür yönlendirmelerine muhtaç durumdadır.
SEYYİDÜ’L İSTİĞFAR DUASI
Resûl-i Erkem Efendimiz, istiğfârın en güzel şeklini beyan sadedinde buyurmuşlardır ki:
“İstiğfârın efendisi ve en üstünü şöyle demendir:
«Allâh’ım! Sen benim Rabbimsin. Sen’den başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Sen’in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana lûtfettiğin nîmetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günahımı îtirâf ederim. Beni affet, şüphe yok ki günahları Sen’den başka affedecek kimse yoktur.»”
Allah Resûlü, sözlerine şöyle devam etmişlerdir:
“Her kim, bu Seyyidü’l-İstiğfâr’ı sevâbına ve fazîletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse, o Cennet ehlindendir. Yine her kim, sevâbına ve fazîletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse, o kişi de Cennet ehlindendir.” (Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101; Nesâî, İstiâze, 57/5519; Tirmizî, Deavât, 15/3393)
Şunu da hatırlatalım ki, insan tövbe ve istiğfâra güvenerek günah işleme gafletinde bulunmamalıdır. Bu tamamen şeytanın aldatmasıdır. “Allah affeder!” diye günaha giren kimse, ondan kurtulamayıp daha ileri gidebilir. Veya tövbe etmeye vakit bulamadan tövbelerin kabul edilmediği ölüm ânıyla yüz yüze gelebilir.
Yüce Rabbimiz bizi şöyle îkaz eder:
“…Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirmek sûretiyle sizi kandırmasın.” (Lokmân 31/33. Ayrıca bkz. Fâtır 35/5)
Şu bir gerçektir ki, günah olan bir davranışı hiç yapmamak, affedilmekten daha üstündür. Günahkâr bir insan tövbe edip affedilse bile, çok şeyler kaybeder. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifade eder:
“Evet, af vardır. Lâkin hırsız affedilse bile, canını kurtardığı için sevinir. Yoksa vezîr veya hazîne emîni olmak hırsız için mümkün müdür?” (Mesnevî, c. V, beyt no: 3153-3154)
Resûl-i Erkem Efendimiz, istiğfârın en güzel şeklini beyan sadedinde buyurmuşlardır ki:
“İstiğfârın efendisi ve en üstünü şöyle demendir:
«Allâh’ım! Sen benim Rabbimsin. Sen’den başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Sen’in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana lûtfettiğin nîmetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günahımı îtirâf ederim. Beni affet, şüphe yok ki günahları Sen’den başka affedecek kimse yoktur.»”
Allah Resûlü, sözlerine şöyle devam etmişlerdir:
“Her kim, bu Seyyidü’l-İstiğfâr’ı sevâbına ve fazîletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse, o Cennet ehlindendir. Yine her kim, sevâbına ve fazîletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse, o kişi de Cennet ehlindendir.” (Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101; Nesâî, İstiâze, 57/5519; Tirmizî, Deavât, 15/3393)
Şunu da hatırlatalım ki, insan tövbe ve istiğfâra güvenerek günah işleme gafletinde bulunmamalıdır. Bu tamamen şeytanın aldatmasıdır. “Allah affeder!” diye günaha giren kimse, ondan kurtulamayıp daha ileri gidebilir. Veya tövbe etmeye vakit bulamadan tövbelerin kabul edilmediği ölüm ânıyla yüz yüze gelebilir.
Yüce Rabbimiz bizi şöyle îkaz eder:
“…Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirmek sûretiyle sizi kandırmasın.” (Lokmân 31/33. Ayrıca bkz. Fâtır 35/5)
Şu bir gerçektir ki, günah olan bir davranışı hiç yapmamak, affedilmekten daha üstündür. Günahkâr bir insan tövbe edip affedilse bile, çok şeyler kaybeder. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifade eder:
“Evet, af vardır. Lâkin hırsız affedilse bile, canını kurtardığı için sevinir. Yoksa vezîr veya hazîne emîni olmak hırsız için mümkün müdür?” (Mesnevî, c. V, beyt no: 3153-3154)
Dr. Murat Kaya, Efendimiz’den Hayat Ölçüleri, Erkam Yayınları