Bilâl, Habeşistanlı bir köleydi. Ümeyye bin Halefin kölesi… Bilal’in yüksek ruhu bir hakikat arıyordu. Aradığı, İslam nurundan başka bir şey değildi. Peygamber Efendimiz, İslam dinini yaymaya başlayınca Bilâl-i Habeşî bu kutsi kervanın ilkler halkasında yer almakta gecikmedi. Ruhunun ezelî ihtiyacını İslamiyet’le giderdi. Efendisinin işlerini aksatmamak üzere zaman zaman Resûlullah’a gider, mübarek sohbetini dinlerdi. Efendisi Ümeyye bin Halef, İslamiyet’e şiddetle karşıydı. Bilâl’in Müslüman olmasını kesinlikle kabul etmezdi. Bilâl’in İslam’a girdiğini duyunca çılgına döndü. Yeni girdiği dinden caydırmak için her türlü baskıya başvurdu. Akıl almaz işkenceler tatbik etti. Ellerini ayaklarını bağlayarak kızgın kumların üzerine yatırır, karnının üzerine koca koca taşlar koyardı. Bu hâlde günlerce aç ve susuz bırakırdı. “Ya Muhammed’i inkâr eder, putlarımıza taparsın yahut ölünceye kadar bu hâl üzere kalırsın!” derdi.
Bilâl şayet dininden vazgeçer, Peygamber’e dil uzatırsa bütün işkenceler sona erecek, azat bile edecekti. Fakat o sabır kahramanı Hz. Bilâl, bu zalim efendisine boyun eğmedi. Arzularının hiçbirini yerine getirmedi. “Allah” dedi, “Peygamber” dedi. Hattâ işkencelerin şiddetinden inlerken bile bir an olsun Allah’ı unutmadı. Daima Allah’ın birliğini haykırarak “Ehad, Ehad!” dedi. Azılı müşrik Ümeyye bu işkencelerle de yetinmedi. Taşkınlığını daha da artırdı. Hz. Bilâl’in boynuna ip takıp, Mekke şaşkınlarının ellerine teslim etti. Onlar da Mekke etrafında dağ tepe demeden dolaştırıp işkence ettiler. Ümeyye, imanı zorbalıkla boğacağını sandı, fakat aldandı. Bilâl’in imanı daha da parladı. O işkencelerinin şiddetini artırdıkça Bilâl hep “Ehad, Ehad!” dedi.
Bilâl’in yanında bütün bu işkencelerin hiçbir değeri yoktu. Onu asıl üzen, yoluna canını koyduğu zattan, Resûlullah’tan uzak kalmaktı. Resûlullah’ın hasretine dayanamıyordu. [1]
Bir gün yine böyle işkenceler altında inlerken yanından Hz. Ebû Bekir geçti. Bilâl’in bu içler acısı hâlini görünce çok üzüldü. Dayanamayarak, “Ümeyye, Allah’tan kork! Bu zorbalığa ne zamana kadar devam edeceksin?!” diye çıkıştı. Ümeyye utanmaz bir tavırla, “Onu bozan sensin, putlarımızdan sen soğuttun! Çok acıyorsan, gel de kurtar!” diye küstahça karşılık verdi.
Hz. Ebû Bekir bir müddet düşündü. Sonra, “Tabii ki kurtarırım. Benim Müslüman olmayan bir kölem vardır. İstersen Bilâl’le değişelim. Hem o, Bilâl’den daha güçlü ve kuvvetlidir.” diye teklifte bulundu. Uzun bir pazarlıktan sonra nihayet Ümeyye teklifi kabul etti. Hz. Ebû Bekir böylece Hz. Bilâl’i bu işkencelerden kurtardı ve Allah için azat etti.
Bilâl (r.a.) kendisini azat eden Hz. Ebû Bekir’e teşekkür ettikten sonra ona şöyle dedi:
“Eğea çalışmar beni Allah rızası için azat ettiyseniz, Allah yolundm için beni serbest bırakın. Yok beni kendinize hizmetkâr yapmak için bu iyiliği yaptıysanız, çalışacağım yeri gösterin ki çalışayım.”
Bu sözler karşısında son derece duygulanan Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle dedi:
“Evet, seni sadece ve sadece Allah rızası için azat ettim. Allah rızası için çalış. Onun rızasını kazansan bana yeter.” [2]
Resûlullah ve sahabiler, müminleri namaza çağırmak için müzakerede buluyorlardı. Nihayet birçok sahabinin gördüğü bir rüya üzerine müminlerin namaza çağırılması için ezanın bugünkü şekli benimsendi. Ve ezanı okuma vazifesi de Hz. Bilâl’e verildi. Günde beş defa işittiğimiz ezanın ilki Hz. Bilâl tarafından okundu. Sabahın erken saatlerinde yanık sesiyle okuduğu ezan-ı Muhammedî, kalplerde derin izler bıraktı. Benî Neccar’dan bir kadın, Bilâl’in ezanıyla ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor:
“Bizim ev mescidin etrafındaki evlerin en yükseğiydi. Bilâl buraya erkenden gelir, tan ağarmasını beklerdi. Tan ağarınca ezan okurdu.”
Onun ezanıyla müminler namaz kılmak üzere camiye akın ederdi. Ezan okunması emredildiği günden itibaren Resûlullah’ın vefatına kadar ezanı hep o okumuştur.
Bilâl’in en çok sevdiği şeylerden biri, Resûlullah’ın kendisine, “Bilâl, kalk ezan oku!” hitabıydı. Resûlullah, “Ne mutlu Bilâl’e! O, müezzinlerin efendisidir.” beyanıyla Bilâl’e olan sevgisini dile getirmişti. Bilâl Hazretleri bütün İslam tarihinde müezzinlerin efendisi manasında “Seyyidü’l-Müezzinîn” unvanıyla yâd edildi.
Peygamber Efendimizin Bilâl’e ezanı okuma vazifesini vermesi, İslam düşmanlarını çılgına çevirdi. Eskiden köleleri olan biri, bugün kalkıp onları açıktan açığa Allah’a çağırıyordu. Mekke’nin Fethi’nden sonra Hz. Bilâl, Kâbe’de ezan okurken kendi aralarında konuşan İslam’ın amansız düşmanları, “Muhammed, ezan okutacak şu kara kargadan başka kimse bulamadı mı?!” diyecek küstahlığı gösteriyorlardı. Fakirlerin, zayıfların böylesine şeref kazanmalarını, İslamiyet’le yücelmelerini bir türlü hazmedemiyorlardı. Hattâ Hz. Peygamber’e, “Şu Bilâl gibi fakir ve kimsesiz kişileri yanından kovarsan sana iman edeceğiz. Bunlarla eşit olamayız.” diyorlardı.
İslam düşmanlarının kin ve nefretlerine karşı Hz. Resûlullah’ın sıcak sevgisini kazanan, kutsi medih ve senalarına mazhar olan Hz. Bilâl, müşriklerin söylediklerine aldırmazdı. İman zevki, Resûlullah sevgisi, mutluluğunun kaynağıydı. Maddi refahı yoktu. Kâinatın Efendisi olan Hz. Peygamber’le (a.s.m.) o da aç dolaştı. Kalp ve ruhu huzur ve saadet içindeydi. Okuduğu ezanlarda o hazzı tattı, tattırdı.
Resûlullah Efendimiz bir gün Hz. Bilâl’e, “Yâ Bilâl, [Mirac Gecesi’nde] Cebrail’le birlikte cennete girerken arkamda ayak seslerini duydum. Cebrail’e, ‘Bu ayak sesleri kimindir?’ diye sordum. Cebrail bana, ‘Bilâl’indir.’ dedi. Sen hangi hayırlı işleri yapıyorsun ki bu dereceye vardın?” diye sordu. Hz. Bilâl şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah, farzları yerine getiriyorum. Bir de her zaman abdestli bulunmaya dikkat ediyorum.”
İşte, Hz. Bilâl’in manevi mertebesini yücelten hasletlerden birkaçı bunlardı: Farzları yerine getirmek, haramlardan kaçınmak, müminin manevi silahı olan abdestli olmaya çalışmak…
Peygamberimizin (a.s.m.) hakkındaki senası Bilâl’i gurura sevk etmedi. Daima tevazu ve mahviyet içinde bulundu. Kendisine faziletleri, Peygamber Efendimizin hakkındaki senaları hatırlatıldığında, “Daha dün Habeşli bir köle değil miydim?” derdi. Tevazu gösterdiğinden Cenâb-ı Hak onun manevi makamını yüceltmişti. Cennette Resûlullah’a komşu eylemişti.
Hz. Bilâl, Resûlullah ile birlikte Bedir, Hendek ve Uhud gibi birçok savaşa katıldı. Cihat etti, Allah’ın kelamını yüceltmek için çarpıştı.
Resûlullah’ın vefatı, ruhunda derin bir yara açtı. Artık Medine’de kalamayacaktı. Çünkü Medine’nin dağları taşları ona Resûlullah’ı hatırlatıyordu. Hz. Ebû Bekir beraber kalması için çok ısrar ettiyse de ikna edemedi. Hz. Bilâl, Şam’a gitti. Şam’da Hz. Ömer’in teşrifleri esnasında okuduğu bir ezanla bütün mücahitleri ağlattı.
Şam’da gördüğü bir rüya üzerine Medine’yi ziyarete geldi. Hz. Hasan ve Hüseyin’i Resûlullah’ın kabr-i saadeti yanında gördü. Eski hatıraları tazelendi. Resûlullah’ın vefatından sonra Medine’de hiç ezan okumamıştı. O büyük Peygamber bu fâni dünyadan gittikten sonra ezan okuyamıyordu. Resûlullah’tan, “Bilâl, kalk ezan oku!” emrini almaya öylesine alışmıştı ki, ondan sonra ezan okumaya dayanamıyordu. Fakat son olarak Medine’de bir ezan okumaya karar verdi. Okuduğu sabah ezanıyla Medine’de dağ taş, âdetâ Resûlullah’ın hasretiyle tutuştu. Sokaklar insan seli oldu. Bütün ahali sokağa dökülmüştü. Resûlullah’ın devrini hatırlıyor, ağlaşıyorlardı. Sanki Resûlullah kalkmış, Bilâl’e ezan okutmuştu… O gün Medine’de ağlamayan kalmamıştı. Herkes Resûlullah’a olan hasretini bir derece gidermişti.
Hz. Bilâl tekrar Şam’a döndü. Hicret’in 20. senesinde Şam’da vefat etti.
Allah ondan razı olsun!
[1]Üsdü’l-Gàbe, 1: 206; Tabakât, 3: 232; Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 208-9.