(Hicret’in 3. senesi 7 Şevvâl / Milâdî 625)
Kureyş müşrikleri, Bedir’de uğradıkları hezimetin acısını bir türlü unutmak istemiyorlardı, daha doğrusu unutamıyorlardı. İleri gelenlerinden birçoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbeyle izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler nezdindeki prestijleri de haliyle sarsılmıştı.
Ayrıca sahilden giden Şam ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askerî ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam’a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı; ama burası da Peygamberimiz tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu.
Haliyle, bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husumetlerini artırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için adeta can atıyorlardı. Bedir’den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketi, onların bu kinlerini dindirme yerine, bozguna uğrayan kendileri olduğu için, daha da kabartmıştı.
Kureyş İleri Gelenlerinin Teklifi
Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam’a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı, Resûl-i Ekrem’in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke’ye zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbi’nin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi “Dâru’n-Nedve”de muhafaza edilmekteydi.[1]
Bu sırada, bilhassa Bedir Savaşı’nda yakınlarını kaybetmiş olanlar ve bunların da içinden Cübeyr b. Mut’im, Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebû Cehil gibi Kureyş’in ileri gelenleri sayılabilecek kimseler, Ebû Süfyan’a şu teklifte bulundular:
“Muhammed, büyüklerimizi öldürerek bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim, kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!”[2]
Teklif oy birliğiyle kabul edildi.
Mallar satılarak altına dönüştürüldü: Toplam yüz bin altın... Hisse sahiplerine sermayeleri olan elli bin altın verildi. Kârıyla da süratle harp hazırlığına başlandı.[3]
Bedir’den gözü korkan Mekkeli müşrikler, bu sefer büyük bir ordu hazırlamak kararında idiler. Sadece mahallî gönüllü askerler, hatta devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş[4]kabilesi askerleriyle de iktifa etmiyorlardı. Arabistan Yarımadası’ndaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler ve o kabileleri kandırmak için de özel bir fon ayırdılar. Bu fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.
Kendileri Mekke’de süratle harp hazırlıklarını sürdürürken, görevlendirdikleri, içlerinde birçok ünlü kişinin, şâirin, hatibin de bulunduğu propaganda heyeti ise, bütün Arabistan Yarımadası’nı karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelere, girişecekleri hareketin mahiyetini anlatarak, halkı Peygamberimize karşı ayaklandırmaya var güçleriyle uğraşıyorlardı. Bir şâirin tek bir sözü, bir hatibin tek bir hitabesi için kabilelerin icabında birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını kaydedersek, şâir ve hatiblerin bu harekete katılmaya teşvikte ne derece müessir oldukları kendiliğinden anlaşılmış olur.
Müşrik Ordusu Hazır
Civar kabilelerden gelenlerin ve parayla kiralanan askerlerin de katılmasıyla şirk ordusu tam üç bin kişiyi buldu. Yedi yüz zırhlı, iki yüz atlı ve üç bin de deve vardı.[5]
Askere moral vermek, onları harbe teşvik etmek, heyecanlarını devamlı diri tutmak için orduya kadınlar da katıldı. Türkü söyleyecek, def çalacak ve askerlerin moral gücünü takviye edeceklerdi!
Komutan, Ebû Süfyan Sahr b. Harp idi. Kadınlar kolu da Ebû Süfyan’ın karısı ve Bedir’de babasını kaybeden Hind’in kontrolü altında bulunuyordu. Gönlü kin dolu bu kadın, Bedir’de öldürülen yakınlarının intikamını alacaklarına dair kadınlara yemin bile ettirdi.
Kureyş ordusunun üç sancağı vardı. Birini Süfyan b. Uveyf, birini Talha b. Ebî Talha, üçüncüsünü de Ahâbiş kabilesinden biri taşıyordu.
Kureyş, hazırlıklarını böylece tamamlamış ve yirmi gün sürecek uzun bir sefere Mekke’den hareketle çıkmış bulunuyordu.
Medine’ye Gelen Haber
Medine’ye, Peygamber Efendimize bir haber geldi. Haberi getirmek üzere görevlendirilen adam, mektubu Resûl-i Ekrem’e heyecan ve telâş içinde uzattı. Açılan mektupta, Kureyş müşriklerinin hazırlıklarını tamamladıkları ve Medine üzerine yürümek için yola çıktıkları yazılıydı.
Mektubun altındaki imza, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’a âitti. Resûl-i Ekrem’in emriyle, hem oradaki Müslümanlara yardımcı olmak, hem de olup bitenlerden kendilerini haberdar etmek maksadıyla Mekke’de oturmaya devam ediyordu. Hatta bir ara Medine’ye gelmek arzusunu izhar edince, Resûl-i Ekrem, “Sen bulunduğun yerde daha güzel cihat etmektesin. Senin Mekke’de oturman daha hayırlıdır”[6]buyurmuştu.
Peygamber Efendimiz, ilk anda mektubun muhteviyatını gizli tuttu ve birkaç kişiden başkasına bildirmedi. Fakat “Kötü haber çabuk yayılır” hesabı, Kureyş’in Medine üzerine yürüdüğü haberi çarçabuk etrafa yayıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce Kureyş ordusunun durumunu gözetleyip tahkik etmek maksadıyla birkaç sahabeyi Mekke’ye doğru gönderdi. Mücahitler, yolda Kureyş ordusunu gördüler ve durumunu öğrendikten sonra Medine’ye gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdiler.
Mücahitlerin getirdiği haber, Hz. Abbas’ın mektupta yazdıklarına aynen uyuyordu.
Kureyş Ordusu Uhud’da
Mekke’den ayrılıp süratle yol alan Kureyş ordusu, Şevvâl ayının başlarında bir Çarşamba günü gelip Uhud dağının yakınında bulunan Ayneyn tepesi yanında karargâhını kurdu.
Peygamberimizin Rüyası
Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, gördüğü bir rüyayı ashabına anlattı: “Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikâr’ın ağzında ise, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm.”
Ashab-ı kiram, “Bunu ne şekilde tâbir ediyorsun yâ Resûlallah!” diye sordular.
Hz. Resûsullah’ın cevabı şu oldu:
“Sağlam zırh giymek Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğramayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, ashabımdan bir kısmının şehit edileceğine işarettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince... O, askerî bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir!”[7]
Bir başka rivayete göre, Peygamber Efendimiz rüyasını, “Rüyamda kılıcı yere çarptım; ağzı kırıldı. Bu, Uhud günü mü’minlerden bazılarının şehit düşeceklerine işarettir. Kılıcı tekrar yere çarptım; eski, düzgün haline döndü. Bu da, Allah’tan bir fetih geleceğine, mü’minlerin toplanacağına işarettir”[8]şeklinde anlatıp yorumlamıştır.
Peygamber Efendimizin bir Cuma gecesi gördüğü bu rüya, ashapla harp hususunda yapacakları istişareye de tesir edecektir.
Ashapla İstişâre
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ensar ve muhacirlerin ileri gelenlerini bir araya topladı ve kendileriyle bu hususta istişarede bulundu.
Peygamberimizin kanâati, gördüğü rüyanın da ilhamıyla, Medine’yi bizzat içeriden müdafaa etmekti. Buna rağmen Müslümanların da görüşlerine başvurup onların da kanaatlerini öğrenmek istiyordu.
Ashabın ileri gelenlerinin birçoğu da, Peygamber Efendimizin bu kanaatine iştirak etti. O âna kadar hiçbir toplantıya çağrılmayan münafıkların reisi Abdullah b. Übey de bu istişareye çağrılmıştı. O da Medine’de kalma fikrindeydi.
Ancak Bedir Gazâsı’nda bulunmayan kahraman ve genç sahabeler, Bedir’de bulunan gâzilerin nâil olduğu ecr ve sevabı, Bedir şehitlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Resûl-i Ekrem Efendimizden işitmekle, o harpte bulunmadıklarından dolayı son derece üzülmüşlerdi. Bu sebeple, düşmanı Medine dışında karşılama arzusunu taşıyor ve bu arzularında şiddetle ısrar ederek şöyle diyorlardı:
“Yâ Resûlallah! Vallahi, onların Câhiliyye devrinde bile Medine’ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslamiyet devrinde onların Medine’ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade buyrulur? Yâ Resûlallah! Biz, Allah’tan bu günü isterdik. Bizleri dışarı çıkar. Düşmanlarımızla göğüs göğüse cenk edelim!”[9]
Bir kısmı ise şöyle diyordu:
“Yâ Resûlallah! Eğer onları dışarıda karşılamazsak, düşman bu durumu korkaklığımıza ve zaafımıza hamlederek şımarır!”
Bu arzuyu taşıyanlara, cesur ve bahadır bir zât olan Hz. Hamza, Sa’d b. Übade, Nu’man b. Mâlik gibi hatırı sayılır, ashabın ileri gelenleri de katıldı. Kahraman Hz. Hamza, “Yâ Resûlallah! Sana kitabı indiren Allah’a yemin ederim ki bu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim!” diyerek, çıkıp düşman üzerine hücum etme arzu ve görüşünü izhar etti.
Hz. Hayseme’nin Konuşması
Hz. Hayseme, Bedir Muharebesi’ne katılmak için oğlu Sa’d ile kur’a çekmişti. Kur’a, Hz. Sa’d’a çıkmıştı. Bedir Harbi’ne katılan Sa’d ise, arzuladığı şehâdet mertebesine ulaşmıştı. İşte, şehit babası Hz. Hayseme de şöyle konuşuyordu:
“Yâ Resûlallah! Kureyşliler, çöl Araplarından ve müttefikleri olan Ahâbiş’ten asker topladılar. Develerine ve atlarına binip gelerek meydanlarımıza indiler. Bizi, evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacaklar, sonra da dönüp gideceklerdir. Aleyhimizde bir sürü söz söyleceklerdir. Bu, onların cesaretlerini artıracaktır. Görüp de karşılaşmazsak ve yurdumuzun ortasından onları kovmayacak olursak, çevremizdeki Araplar da bize göz dikeceklerdir!
“Allah Teâlâ’nın bizi, Kureyş müşriklerine karşı galip getireceği ümit edilir. Eğer ikincisi olursa —ki şehitliktir— Bedir, beni ondan mahrum kıldı. Hâlbuki, ben onu öylesine özlemiştim ki! Benim Bedir Muharebesi’ne çıkmayı arzuladığımı duyan oğlum, benimle kur’a çekmişti. Kur’a ona çıktı. Sonunda şehitlik mertebesine o ulaştı. Hâlbuki, ben şehit olmayı ne kadar arzu ediyorum! Dün gece oğlumu güzel bir surette gördüm: Cennet meyveleri ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana, ‘Cennette arkadaşlığa katıl! Ben, Rabbimin bana vadettiği gerçeği buldum!’ diyordu. Vallahi, yâ Resûlallah! Sabah gözlerimi açınca, oğluma cennette arkadaş olmayı candan özlemeye başladım. Yaşım, fazlasıyla ilerledi. Artık Rabbime kavuşmayı özlemekteyim. Yâ Resûlallah! Beni şehitlikle, cennette oğlum Sa’d’ın arkadaşlığıyla nasiplendirmesi için Allah’a dua et!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Hayseme’nin bu arzusunu yerine getirdi. Kendisi için dua etti.[10]
Ebû Said el-Hudrî’nin babası Mâlik b. Sinan ise, “Yâ Resûlallah! İki şeyden biri bizimdir: Ya Allah, bizi onlara galip ve muzaffer kılar —ki istediğimiz budur— ya da Allah, bize şehitlik nasip eder! Vallahi yâ Resûlallah! Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır!” dedi.
Yine kahraman bir sahabe olan Nu’man b. Mâlik ise, “Yâ Resûlallah! Ben şehâdet ederim ki rüyada boğazladığını gördüğün sığırın temsil ettiği ashabından birisi de benim! Bizi cennetten mahrum etme! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki ben cennete girsem gerektir!” diye konuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Ne ile?” diye sordu.
Hz. Numan, “Çünkü” dedi. “Ben, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, senin de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet eder, Allah’ı ve Resûlünü severim. Düşmanla karşılaştığım gün de yüz çevirip kaçmam!”
Peygamber Efendimiz, “Doğrusun ve gerçeği söyledin” buyurdu.[11]
Karar
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılamak arzu ve görüşünde olduğunu anlayınca, şehirden çıkıp muharebeyi açık arazide yapmayı kabul etmeye karar verdi. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:
“Sabır ve sebat ederseniz bu kere dahi Cenab-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen, azm ve gayret göstermektir!”
Kesin Karardan Sonra
Günlerden Cuma idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden, cihada nasıl hazırlanılacağından bahsetti ve “Cihatta geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebat gösterildiği zaman Allah’ın yardımı gelir. Sabır ve sebat ediniz! Sabır ve sebat ettiğiniz takdirde, Allah’ın yardımı sizinledir” buyurdu.[12]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, vakti giren ikindi namazını da cemaate kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte hâne-i saadetine girdi. Bu iki sahabe, Efendimizin hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.
Resûl-i Ekrem, içeride zırhını giymek, kılıcını kuşanmakla meşgulken, dışarıda toplanmış bulunan Müslümanları, Sa’d b. Muaz ile Üseyd b. Hudayr, “Medine’den çıkmak istemediği halde, siz, çıkmaları için Resûlullah’a ısrar edip durdunuz. Hâlbuki, ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakınız, onun istediğini yapınız!” diyerek ikaz ettiler.
Bu sözler, Medine dışında düşmanı karşılamak fikrinde olanları bir derece de olsa yumuşattı; hatta pişmanlık bile duyar oldular. Resûl-i Ekrem’in zırhını giyinmiş, kılıcını kuşanmış halde evinden çıktığını görünce, “Yâ Resûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz!” diye konuştular.
Hz. Resûlullah’ın cevabı şu oldu:
“Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah, onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden zırhını sırtından çıkarmak yakışmaz.”[13]
Arkasından da şöyle buyurdu:
“Süratle, size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah’ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebat gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir.”[14]
İslam Ordusu
Hazırlanan Müslümanlar bin kişi civarında idi.[15]Sayıca Kureyş ordusunun üçte biri kadar... İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı.[16]
Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus’ab b. Umeyr, muhacirlerin; Üsseyid b. Hudayr, Evslilerin; Hubâb b. Münzir ise, Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.
İslam ordusu, harekete hazırlanmıştı.
Peygamber Efendimiz, atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve mızrağını eline almıştı. Medine’de yerine, Abdullah b. Ümmî Mektum’u bırakmıştı. Zırhlı iki sahabe, Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde önünde, mücahitler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.
Cenneti Arzulayan Sahabe
İslam ordusunun Uhud’a doğru hareket edeceği sıradaydı.
Topal bir zât olan Amr b. Cemûh da, sefere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve “Beni de sefere çıkarınız!” dedi.
Oğulları, “Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsaade etti. Yüce Allah da seni mâzeretli saymıştır” diye konuştular.
Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi ve “Yazıklar olsun size! Siz, beni Bedir Seferi’nde cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud Seferi’nde de mi alıkoyacaksınız? Herkes cennete giderken, ben evde oturup kalamam!” dedi; sonra da, doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna vardı. “Yâ Resûlallah! Bu oğullarım, şunu bunu bahane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar! Vallahi, ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve cennette şu aksak halimle dolaşmayı arzu ediyorum!” dedi ve sordu: “Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehit düşüp şu aksak ayaklarımla cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?”
Uhud Dağı |
Bunun üzerine Amr b. Cemûh, derhal silahlandı ve kıbleye dönerek, “Allahım, bana şehitlik nasip et!” diye dua etti.[18]
Yahudi Yardımının Reddedilmesi
İslam ordusu, Seniyye tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askerî birlik gördü. “Kimdir bunlar?” diye sordu.
Mücahitler, “Abdullah b. Übey’in, Yahudi müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk” cevabını verdiler.
Resûl-i Ekrem, “Onlar Müslüman olmuşlar mı?” diye sordu.
“Hayır, yâ Resûlallah...” denilince, Efendimiz, “Gidip onlara söyleyiniz: Geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok!” diye emretti.[19]
Peygamberimizin Orduyu Teftişi
İslam ordusu, Şeyheyn tepelerine geldiği zaman, Resûl-i Ekrem durup ordusunu bizzat teftişten geçirdi. Bu sırada on beş kadar küçük yaşta çocuğu da geri çevirdi.
Fakat içlerinde mücahitler safından ayrılmak istemeyen, müşriklere karşı küçük yaşta da olsa savaşmak isteyenler vardı. Bunlardan biri de, Râfi’ b. Hadîc idi. Ayağındaki mestlerin ucuna basarak Resûl-i Ekrem’e uzun görünmek istiyordu. Sonradan bir sahabenin, “Yâ Resûlallah, Rafi iyi ok atar” demesi ve ordudan ayrılmasını istememesi üzerine, Peygamber Efendimiz onu da orduya aldı.
Arkadaşı Rafi’in orduya alındığını gören bir başka küçük sahabe Semüre b. Cündüb, babasına, “Babacığım, Resûlullah Rafi’e müsaade etti, beni ise geri çevirdi. Hâlbuki ben güreşte onu yenebilirim!” dedi.
Baba Mürey b. Sinan, teklifi Resûl-i Ekrem’e iletti. Peygamber Efendimiz, güreşmelerini istedi. Güreşte Semüre’nin Rafi’i yıktığını görünce, onun da orduya katılmasına izin verdi. Henüz on beş yaşlarında bulunan bu gencecik sahabeler, işte böylesine büyük bir şevkle mücahitler safında müşriklere karşı savaşmak istiyorlardı.[20]
Şeyheyn’de Geçen Gece
Peygamber Efendimizin ordusunu teftişi sona erdiği zaman, güneş de o günkü vazifesini bitirip guruba doğru kaymıştı. Az sonra Bilâl-i Habeşî, akşam ezanını okudu. Resûl-i Ekrem, mücahitlere namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsı namazı da eda edildi. Peygamber Efendimiz, geceyi burada geçirecekti. Muhammed b. Mesleme kumandasındaki elli kişilik bir devriye birliğini de, orduyu muhafaza altında bulundurmak ve etrafı kontrol etmekle vazifelendirdi.
Bir Sahabenin, Peygamberimizi Gece Beklemesi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlere yatsı namazını kıldırdıktan sonra, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.
Mücahitler arasından bir ses geldi: “Ben, yâ Resûlallah!”
Peygamber Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu.
Aynı sesin sahibi, “Zekvan b. Abdi Kays’ım, ben...” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem, ona, “Sen otur!” diye emretti:
Aradan az bir zaman geçtikten sonra Peygamber Efendimiz tekrar, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.
Yine mücahitler arasından bir ses yükseldi: “Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu.
Sesin sahibi, “Ben, Ebû Seb’im” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi.
Bir müddet bekledikten sonra, Peygamber Efendimiz, sorusunu üçüncü sefer tekrarladı: “Bu gece bizi kim bekleyecek?”
Yine Müslümanlar arasından bir ses yükseldi: “Ben beklerim yâ Resûlallah!”
Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu.
“Ben, İbni Kays’ım” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Üçünüz de kalkınız” buyurdu.
Yalnız bir kişi ayağa kalktı. Bu, Zekvan b. Abdi Kays’tı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Diğer arkadaşların nerede?” diye sorunca, Zekvan, “Yâ Resûlallah! Üç seferinde de sorunuza cevap veren bendim!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ona, “Git, sen bize muhâfızlık et! Allah da seni muhafaza etsin!” dedi.
Zekvan, hemen zırhını giyindi, kalkanını aldı; bütün gece Peygamber Efendimizin yanında nöbet tuttu.[21]
Bu sahabe, önce kendi ismiyle, sonra oğlunun, sonra da babasının ismiyle kendisini tanıtmıştı!
İslam Ordusu Uhud’da
Sabaha yakın, Peygamber Efendimiz, ordusuyla birlikte Şeyheyn’den ayrıldı ve Uhud’a doğru yürüdü. Artık her iki ordu da birbirini fark edebiliyordu.
Düşman karşıda görünüyordu. Mücahitler cephesinde sabah ezanı göklere dalga dalga yayılıyordu. Saf bağlayan Müslümanlar, Hz. Resûlullah’ın arkasında silahlarını çıkarmadan düşmanlarının gözleri önünde namazlarını eda ettiler.
Bu arada Peygamber Efendimiz, tedbir babında, zırhının üzerine ikinci bir zırh, takyesinin üzerine ise miğfer giydi.[22]
Münafıkların Ordudan Ayrılması
Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Her biri harp nizamıyla meşgul oluyordu.
Bu sırada oraya kadar çekine çekine korku içinde gelmiş bulunan Abdullah b. Übey b. Selûl, ortaya atıldı ve “Muhammed, rey ve görüş sahibi olmayan gençlerin sözünü dinledi, benim sözümü dinlemedi! Ey ahali! Bir türlü anlayamıyorum; şuracıkta biz ne diye canımızı vereceğiz?”[23]deyip, kavminden ve münafıklardan üç yüz kadar askerle geri döndü.
Münafıkların ayrılmasıyla, İslam ordusu yedi yüz kişiden ibaret kaldı. Kureyş ordusunun dörtte biri kadar...
Abdullah b. Übey, münafıklardan bir grupla İslam ordusundan ayrılmakla kalmadı; sâir Müslümanları da tesir altına almaya çalıştı. Onun geri döndüğünü gören Hazreç kabilesine mensup Selimeoğulları ile Evs kabilesine mensup Hariseoğulları da geri dönmeye niyetlendiler. Fakat Allah’ın inayeti yetişti ve onları bu tereddütlerinden kurtardı.
Kur’an-ı Azîmüşşan’da bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulur:
“O zaman içinizden iki birlik zaaf göstermek istemişti. Hâlbuki, onların yardımcısı Allah’tı (Allah, rahmetiyle, onlardan bu gevşekliği giderdi). Mü’minler, ancak Allah’a güvenip dayanmalıdır.”[24]
Münafıklarla İlgili İnen Ayet
Münafıkların, harp meydanında İslam ordusundan ayrılıp Medine’ye geri dönmeleri üzerine ise, şu meâldeki ayetler nâzil oldu:
“İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah’ın emriyle geldi. Bu, Allah’ın mü’minleri ayırt etmesi, münafık olanları da açığa vurması içindi. Onlara, ‘Geliniz, Allah yolunda muharebe edin yahut (hiç olmazsa düşmanın kendinize ve ailenize saldırmasını) önleyin’ denildi de, ‘Biz muharebe etmeyi bilseydik elbette arkanızdan gelirdik!’ dediler. Onlar, o gün imandan ziyade küfre yakındılar. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Onlar ne gizlerse, Allah çok iyi bilendir!”[25]
Muhayrık’ın İslam Ordusuna Katılışı
Muhayrık, büyük bir Yahudi âlimi idi. Medine’de bol serveti vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimizi, mukaddes kitaplardaki sıfatlarıyla tanırdı. Fakat kavminden çekindiği ve dininin tesirinden kendisini bir türlü kurtaramadığı için bu sıfatları açıklamıyordu. Bu durumu Uhud Harbi’ne çıkışa kadar devam etti.[26]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitlerle Uhud Gazâsı’na çıktığı sıradaydı.
O âna kadar bildiğini açıklamayan Muhayrık, “Ey Yahudi cemaati! Vallahi, siz Muhammed’in peygamber olduğunu, ona yardım etmenin, üzerinize düşen bir vazife ve yerine getirmeniz gereken bir hak olduğunu pekâla bilirsiniz!” dedi.
Yahudiler, “Bugün, Cumartesi günüdür! Hiçbir şeyle meşgul olunmaz” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Muhayrık, kılıcını ve harçlığını yanına aldı. Akrabasından birisine, “Eğer bugün öldürülürsem, mallarımın hepsi Muhammed’indir! O dilediğini yapmaya serbesttir” diyerek vasiyette bulundu ve gidip İslam ordusuna katıldı. Şehit düşünceye kadar da müşriklerle çarpıştı.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Muhayrık, Yahudi ırkından, hayırlı bir kişidir” buyurdu.[27]
Muhayrık’ın vasiyeti üzerine, Peygamber Efendimize kalan mülkleri, Bisab, Safiye, Delâl, Hüsna, Avaf, Bürka ve Meşrebe adlarını taşıyan yedi bahçe ve bostan idi.[28]
Muhayrık’ın mallarını teslim alan Efendimiz, onların hepsini vakfetti. Medine’deki vakıfları umumîyetle Muhayrık’ın mallarındandı.[29]
İslam Ordusu Karargâhı
Günlerden Cumartesi idi.
Peygamberimiz atından indi, yürüyerek sayıca az, iman ve cesarette büyük ordusunun saflarını bizzat tanzim etti. Sağ ve sol kanadı düzene soktu. İslam ordusunun arkasında Uhud dağı vardı. Yüzü ise Medine’ye doğru idi.[30]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu arada, oldukça mühim bir yer olan Ayneyn tepesine elli muharipten teşekkül eden bir okçu müfrezesini vaziyet almak üzere vazifelendirdi.
Başlarına Abdullah b. Cübeyr’i tayin etti. Vazifeleri, Uhud ile Ayneyn tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşmanın burada İslam ordusunu arkadan sarmasına fırsat vermemekti.[31]
Resûl-i Ekrem, okçulara şu emri verdi:
“Düşmanı yendiğimizi görseniz de, size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız. Düşmanın bizi mağlup ettiğini görseniz de, yine kesinlikle yerinizi terk edip, ‘Yardımlarına koşalım’ demeyiniz.”[32]
Bu emir ve tâlimatını iki sefer tekrarlayan Peygamber Efendimiz, daha sonra okçulara, “Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız”[33]emrini verdi.
Resûl-i Kibriya’nın emri ve tâlimatı böylesine net ve kesindi.
İki Ordu Karşı Karşıya
İki ordu da artık harp nizamına girmiş ve karşılıklı bekliyorlardı.
İslam ordusunda, Zübeyr b. Avvam zırhlı kuvvetlerin, Hz. Hamza ise zırhsız askerlerin başında vazifeliydi.
Müşrik ordusunun sağ ve sol kumandanı Hâlid b. Velid, sol kol kumandanı ise Ebû Cehil’in oğlu İkrime idi. Süvari birliklerinin başında Safvan b. Ümeyye, okçuların başında ise Abdullah b. Ebî Rebîa bulunuyordu.[34]
Müşrik ordusu cephesinde gürültü ve şamatanın bini bir paraydı. Gönülleri intikam hırsıyla dolu kadınlar, türküler, şarkılar söyleyerek ve defler çalarak müşrikleri coşturmaya çalışıyorlardı.
İslam ordusu cephesi ise dualar, tekbirler, âminlerle inliyordu. Allah’tan yardım dileniyor, nusretini ihsan etmesi niyaz ediliyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, hitabesinde, onları cihada, Allah yolunda savaşa, bu yolda sabır ve sebata, her şeye rağmen gayretle çalışmaya teşvik ve davet ediyordu. Gönülleri imanla dolu, gözlerinden cesaret kıvılcımları sıçrayan mücahitler, bir an evvel “hücum” emrini heyecanla bekliyorlardı. Ya vurulup şehit olarak Allah’ın huzuruna çıkmak ya da müşrik topluluğunu yerle bir etmek için adeta yerlerinde duramıyorlardı.
Tek Tek Vuruşma
Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı.
Bu sırada Kureyş ordusunun sancaktarı Talha b. Ebî Talha ortaya atılarak, kendinden emin, mağrurane bir eda ile seslendi:
“Benimle çarpışmaya er meydanına kim çıkar?”
Karşısına “Esedullah” unvanının sahibi Hz. Ali çıktı ve “Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki seni kılıcımla cehenneme göndermedikçe veya kılıcınla cennete girmedikçe seni bırakmayacağım!” diyerek hasmına şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Başını çenesine kadar yarıp ikiye ayırdı. Talha yere yıkılınca, Hz. Ali geri döndü. Mücahitler, “Neden onun başını gövdesinden ayırmadın?” diye sordular.
Hz. Ali, “Yere düşünce, edep yeri bana taraf açıldı. Ondan hemen yüzümü çevirdim. İyi biliyorum ki Allah, onu yaşatmayacak, öldürecektir” diye cevap verdi.
Kureyş sancaktarının yere serilmesine Peygamber Efendimiz ve mücahitler son derece sevindiler ve bu sevinçlerini tekbirler getirerek izhar ettiler.
Hz. Hamza’nın, İkinci Sancaktarı Yere Sermesi
Talha yere serilince, Kureyş müşriklerinin sancağını kardeşi Osman b. Ebî Talha aldı. Ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve omuzundan kılıçla vurup kolunu kesti.
Bu sefer sancağı yine Abduddaroğullarından Ebû Sa’d b. Ebî Talha aldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Sa’d’a karşı da Hz. Ali’yi çıkardı. Çarpışmadan galip çıkan, yine Hz. Ali oldu. Ebû Sa’d, “Esedullah”ın kılıç darbeleri arasında can verdi.
Sa’d öldürülünce Kureyş sancağını hemen Müsâfi’ b. Talha b. Ebî Talha eline aldı. Onu da Âsım b. Sâbit Hazretleri okla vurup öldürdü. Ondan sonra Kureyş müşriklerinin sancağını Hâris b. Ebî Talha aldı. Âsım b. Sâbit Hazretleri, onu da bir okla yere serdi.[35]
Haris’ten sonra sancağı Kilâb b. Talha aldı. Onu da, Zübeyr b. Avvam (r.a.), bir hamlede yere serdi.
Bu sefer sancağı Cülâs b. Talha aldı. Onu da Talha b. Ubeydullah Hazretleri öldürdü.
Abduddaroğullarından baba, oğul, kardeş ve amca olan tam yedi kişi, Kureyş müşriklerinin sancağı altında iken, kahraman mücahitler tarafından böylece yere serildiler.
Bundan sonra sancağı yine Abduddaroğullarından Ertat b. Şürahbil aldı. O da Hz. Ali’nin amansız darbeleriyle yere yıkıldı. Sonra sancağı Şurayh b. Kâriz aldı. O da ashab-ı kiramdan biri tarafından öldürüldü.
Sancaktarlarının bir bir yere serildiğini gören Kureyş müşriklerini bir dehşet ve korku sardı. Öyle ki sancaklarının yanına bile kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda onu Alkame kızı Amre yerden alıp Kureyşlilere teslim etti.[36]Abduddaroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından, yine onların kölelerinden Suvab sancağı taşıdı. Kuzman, vurup onun sağ elini kesti. Suvap sancağı sol eline aldı. Kuzman sol elini de kesti. Bunun üzerine Suvab sancağı kol ve pazılarıyla tutmaya çalıştı; fakat daha fazla dayanamayıp arkaüstü yere yıkıldı.
Artık iki tarafın da beklemeye tahammülü kalmamıştı. Çapışma, bir anda şimşek hızıyla başladı. Kılıç şakırtısı, ok vınlaması, at kişnemesi ve deve böğürmesi ortalığı kapladı. Allah yolunda savaşmaya can atan mücahitler, kahramanca dövüşmeye başladılar.
Ebû Dücâne’nin Peygamberimizden Kılıcı Alması
Resûl-i Ekrem’in elinde bir kılıç vardı. Üzerinde, “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var! İnsan korkaklıkla kaderden kurtulamaz!” meâlindeki beyit yazılı idi.
“Bu kılıcı benden kim alır?” diye sordu.
Birçok sahabe birden atıldı. “Ben, ben yâ Resûlallah!” diyerek ellerini uzattılar.
Bu sefer Peygamberimiz, “Bunu, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sordu.
Yine hararetle isteyenler çıktı. Aralarında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Zübeyr b. Avvam da vardı. Hz. Resûlullah vermek istemedi.
Bu sırada korkusuz, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri ortaya atıldı. Ebû Dücâne’ydi bu! Hz. Resûlullah’a, “Nedir onun hakkı yâ Resûlallah?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Hakkı, eğilip bükülünceye kadar onu düşmana sallamandır!” buyurdu.
Bunun üzerine Ebû Dücâne, “Yâ Resûlallah! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum!” dedi ve Hz. Resûlullah’tan kılıcı teslim aldı.
Ebû Dücâne, elinde Resûl-i Ekrem’in şartlı teslim ettiği kılıcı, başında ise kırmızı sarığı olduğu halde müşriklere doğru çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz, ashabına şu ölçüyü ders verdi:
“Bu öyle bir yürüyüştür ki Allah onu, şu yerin (harp halinin) dışında hiçbir zaman sevmez!”[37]
Ebû Dücâne, şimşek süratinde düşman safları arasına girdi, kılıcını var kuvvetiyle hakkını vermek için sallamaya başladı. Önüne geleni bir iki darbede yere seriyor, durmadan ilerliyordu. Bir ara dağın eteğinde deflerle müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların yanına kadar vardığını fark etti. Orada biri müşriklere hiddetli hiddetli bağırıyor, onları vuruşmaya teşvik ediyordu. Yanına yaklaştı, kılıcını kaldırıp vuracakken, hasmından bir çığlık koptu. Bu, Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in çığlığı idi. Ebû Dücâne, ona kılıç sallamaktan geri durdu. Kendisini o sırada gören Hz. Zübeyr b. Avvam, sonradan, neden o kadına kılıç sallamadığını soracak, Ebû Dücâne ise şu cevabı verecektir:
“Resûlullah’ın kılıcına hürmetimden, o kadının kanına bulaştırmak istemedim!”[38]
Diğer taraftan, Hz. Hamza, elinde iki kılıç, “Ben, Allah’ın Arslanıyım!” diye diye bir öne bir arkaya dönerek kılıcını sallıyor, müşriklerin üzerine cesaretle saldırıyordu.
Mücahitlerin hepsi de düşmanla cesurca dövüşüyor ve kıyasıya mücadele veriyorlardı!
Düşmanın Bozguna Uğraması
Şirk ordusu, mücahitlerin bu kahramanca dövüş ve çarpışması karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini bir korku ve dehşet sardı. Gerisingeri kaçışmaya başladılar. Müşrik kadınlar defler çalıyor, şarkılar söylüyor ve paniğe kapılıp kaçan askerleri geri çağırıyorlardı. Ancak cesaretin kaynağı imandan mahrum kalbe deflerin çalınması, şarkıların söylenmesi ve şiirlerin okunması bir fayda veremiyor, müşrik askerleri gerisingeri her şeylerini, canlarını kurtarmak uğrunda terk ederek kaçıyorlardı.
Harbin ilk safhası, işte böylesine mücahitlerin üstün çarpışmaları ve Allah’ın yardımıyla Müslümanlar lehine neticelendi.
Uhud’un İlk Şehidi
İslam ordusu henüz bozulmamıştı. Bu esnada bir müşrik tarafından Abdullah b. Amr b. Harâm şehit edildi. Uhud’un ilk şehidi, bu mücahit oldu.
Oğlu Hz. Cabirder ki:
“Babam Uhud Seferi’ne çıkmak için hazırlandığı sırada, geceleyin beni yanına çağırdı ve ‘Yavrucuğum! Belli olmaz. Belki de yarın Uhud günü ilk şehit ben olurum! Kız kardeşlerine iyi davranmanı vasiyet ederim. Üzerimde borç var. Borcumu öde!’ dedi. Gerçekten, dediği gibi, ilk şehit kendisi oldu.”[39]
Harbin Seyrini Değiştiren Hadise
Düşman ikiye bölünüp süratle harp yerinden uzaklaşırken, mücahitler de geride terk edilen ganimetleri toplamaya başlamışlardı. Ayneyn tepesinde vazifeli okçular ise, Uhud Meydanı’ndaki manzarayı seyrediyorlardı.
Bu arada, okçularda, yerlerinden ayrılıp mücahitlere katılma isteği uyandı. Onlar, harp bitmiş, kendilerinin görevi ise sona ermiştir düşüncesini taşıyorlardı. Ayrılmak isteyen okçulara, kumanları Abdullah b. Cübeyr, verilen emri hatırlattı: “Resûlullah’ın size söylediklerini, verdiği emri ve tâlimatı unuttunuz mu?” Fakat bu hatırlatmaya rağmen, kumandanlarıyla birlikte kalan birkaçı müstesna, diğerleri Ayneyn tepesini terk ederek harp sahasındaki mücahitlerin yanına vardılar. Onlarla birlikte ganimet toplamaya başladılar.
Hâlid b. Velid’in Fırsatı Değerlendirmesi
Birçok okçunun yerini terk etmesiyle İslam ordusunun arka cephesi müdafaasız kaldı. Harp dâhîsi ve Kureyş ordusunun süvari kumandanı Hâlid b. Velid de, zaten böyle bir fırsat kolluyordu. Harbin en hararetli zamanında da bu geçitten girmek istemiş, ancak okçular tarafından püskürtülmüştü.
Hâlid b. Velid, emrindeki kuvvetlerle tepede kalan on kadar okçuyu şehit ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldı. Hücum, ani ve beklenmedik bir anda olmuştu. Her şey birden değişiverdi. Mücahitler, düşman bozguna uğrayıp gitti diye gayet rahat idiler. Hatta bazıları silahlarını bile bırakmıştı.
Bu durumu görünce, kaçan Kureyş kuvvetleri de geri döndü.
Bu durumda mücahitler, iki ateş arasında kalmışlardı. Beklenmedik bir hücuma maruz kaldıklarından şaşırmışlardı. İki taraftan sarılınca kuvvetlerini haliyle kaybetmişlerdi.
Beklenmedik bir anda beklenmedik bir hücum, beklenmedik bir netice doğuruyordu.
İslam Ordusunun Dağılması!
Önden ve arkadan hücuma maruz kalıp sıkıştırılan mücahitler, bir anda kendilerini toparlayamadılar ve ister istemez dağılmak zorunda kaldılar. Peygamber Efendimizin çevresinde her şeye rağmen 10-15 kadar sahabe kalmıştı. Bu bir avuç mücahit, canını dişine takarak, müşriklerden gelen oklara, mızrak ve kılıç darbelerine göğüs geriyor, vücutlarını siper ederek Kâinatın Efendisini korumaya çalışıyorlardı. Bu arada küfür ordusundan atılan taşlardan biri, Hz. Resûlullah’ın sağ alt çenesindeki mübarek dişlerinden birini şehit etti; bir diğer taş ise, alnını ve alt dudağını yardı. Abdullah İbni Kamîe adındaki kâfirin kılıç darbesiyle de, elmacık kemiği yara aldı. Darbenin şiddetiyle miğfer parçalandı ve iki halkası mübarek yüzüne battı.[40]
Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzüne miğferin iki halkasının battığını gören Ebû Ubeyde b. Cerrâh, bir anda kendisini onun önüne atıverdi ve yanından bir an dahi olsun ayrılmayan Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebû Bekir! Allah aşkına olsun, Resûlullah’la aramızdan çekil. Bırak da mübarek yüzünden halkaları çıkarayım!” diyerek halkaların her birini dişleriyle çekip çıkardı. Bu arada kendisi de iki dişinden oldu.[41]
Öte taraftan, Mâlik b. Sinan (r.a.) ise, Fahr-i Âlem’in yüzünden akan kanları diliyle temizledi. Bu hareketi üzerine, Efendimizin, “Kanım kanına dokunan ve karışan kimseye cehennem ateşi erişmez” müjdesine muhatab oldu.[42]
Bir müşrik tarafından, Müslümanların düşürülmesi için kazılmış bir çukur vardı. İslam ordusunun bozulmaya yüz tuttuğu o dehşetli anda harbin şiddetinden dolayı farkına varamayarak, Resûl-i Ekrem, kazılmış olan çukura yanı üzerine düştü. Çukurun etrafı derhal mücahitler tarafından sarıldı ve düşman askerlerinin yaklaşmasına müsaade edilmedi.
Çukurdan çıkmaya muvaffak olan Kâinatın Efendisinin yüzü gözü kanlar içinde kalmıştı. Elini, kanayan yüzüne sürdü. “Kendilerini Rablerine imana davet ederken, Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felâh bulabilir?” dedi.
Bu, bir sitemdi, bir serzenişti.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu sitemi üzerine şu meâldeki ayetleri indirdi:
“Ey Resûlüm! Kulların işinden hiçbir şey sana âit değildir (senin elinde bir şey yoktur). “Allah, ya onlara (rahmetiyle) tevbe nasip eder, yahut zalim oldukları için onları azaba çarpar.
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; O dilediğini bağışlar, dilediğini azaba uğratır. Allah, kulları hakkında çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”[43]
“Zülfikâr Gibi Kılıç, Ali Gibi Yiğit Bulunmaz!”
Çok az sayıda Müslümanın, müşriklere karşı direndiği sıradaydı.
Peygamber Efendimiz, bir grup müşriğin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Yanından ayrılmayıp kahramanca çarpışan Hz. Ali’ye, “Hücum et onlara!” diye emretti.
Allah’ın Arslanı Hz. Ali, cesaretle müşrik birliğinin üzerine yürüdü; onları püskürtüp, içlerinden birini de yere serdi.
Bu esnada Cebrail (a.s.), “Yâ Resûlallah! Bu, sizin için yapılan iyilik ve civanmertliktir” diye seslendi.
Peygamber Efendimiz cevaben, “O, bendendir, ben de ondanım” buyurdu.
Tam o esnada bir ses işittiler: “Zülfikâr gibi kılıç, Ali gibi yiğit bulunmaz!”[44]
Sa’d b. Ebî Vakkas’ın Müşriklere Ok Yağdırması
Mücahitlerin, Resûl-i Ekrem Efendimizin etrafından dağıldıkları esnada, Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş, kararsız duruyordu. Kendi kendine, “İçimden ne şehitlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu atabiliyorum!” diyordu.
O sırada mücahidin biri ona, “Yâ Sa’d! Resûlullah seni çağırıyor” dedi.
Hz. Sa’d, derhal Hz. Resûlullah’ın yanına vardı.
Sonrasını Hz. Sa’d şöyle anlatır:
“Resûlullah, beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta, ‘Allahım! Bu senin okundur. Onunla düşmanını vur!’ diyordum. Resûlullah da (a.s.m.), ‘Allahım, Sa’d’ın duasını kabul et! Allahım, Sa’d’ın atışını, okunu doğrult! Devam, devam Sa’d! Babam, annem sana feda olsun!’ buyuruyordu. Her ok atışımda Resûlullah (a.s.m.) aynı duayı tekrarlıyordu.
“Ok çantam boşalınca, Resûlullah (a.s.m.), kendi çantasında bulunan okları da birer birer yayıma yerleştirip attırdı. Okları yaya yerleştirmekte, o, herkesten daha çabuk ve süratli idi.”
Hz. Ali der ki:
“Resûlullah (a.s.m.), anne ve babasını, Sa’d’dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek ‘feda olsun’ dememiştir. Uhud günü, ona, ‘At, ey Sa’d! Annem babam sana feda olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!’ buyurdu. Nebi’nin (a.s.m.) ondan başkasına böyle söylediğini bilmiyorum.”[45]
Hz. Talha b. Ubeydullah’ın Kahramanlığı
Harbin en nâzik ve dehşetli ânı idi. Müslümanlar, önden ve arkadan hücuma geçen müşrik kuvvetlerinden kendilerini kurtarmak için tepelere doğru çıkıyorlardı. Hz. Resûlullah’ın etrafında kala kala on beş kadar mücahit kalmıştı. Bunlar, Peygamber Efendimizle birlikte sabır ve sebat göstererek müşriklere karşı kahramanca savaşıyorlardı. Bunlardan biri de Hz. Talha b. Ubeydullah idi.
Müşriklerin Resûlullah’ın dört tarafını sardıkları sırada, Hz. Talha sağa sola dönerek kılıcıyla onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Bir ara, müşriklerin keskin nişancı okçularından Mâlik b. Züheyr, Efendimize nişan alıp bir ok attı. Hz. Talha, bu okun Kâinatın Efendisine isabet edeceğini anlayınca, buna mani olmak için, elini oka hedef tuttu. Son süratle gelen ok, parmağını delip, elini çolak yaptı.[46]
Peygamber Efendimiz, “Yeryüzünde gezen cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha b. Ubeydullah’a baksın!” buyurdu.[47]
Hz. Resûlullah’ı korumak uğrunda müşriklerden gelen kılıç darbelerine ve oklara vücudunu siper eden Hz. Talha’nın baş ve gövde damarlarından biri kesildi. Gövdesi yaralar içinde kaldı. Fazla kan kaybından bayılıp yere düştü. O sırada Hz. Ebû Bekir, Peygamberimizin yanına geldi. Resûl-i Ekrem, ona, “Amcanın oğluyla ilgilen” dedi.
Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince, Hz. Talha kendine geldi. Yaralarının acısı sızısı umurunda değildi. Şahsını düşünmüyordu; uğrunda bunca fedakârlığa katlandığı zâtın durumunu merak ediyordu. Başucunda duran Hz. Ebû Bekir’e, “Resûlullah ne yapıyor?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “İyidir. Beni sana o gönderdi” diye cevap verince, bu kahraman ve fedakâr sahabe, “Allah’a şükürler olsun! Resûlullah sağ olduktan sonra her musibet bizim için hiçtir!” diye konuştu.[48]
İ’lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği bunca kahramanlık ve fedakârlıktan dolayı, Hz. Resûlullah tarafından bu harpte “Talhatü’l-Hayr (Hayırlı Talha)” olarak adlandırılan Hz. Talha’nın, Uhud’dan döndüğü zaman vücudunda tam yetmiş beş yarası vardı. Başı dört köşeli yarılmış, uyluk damarı baştan aşağı kesilmişti. Eli ise çolak olmuştu.[49]
Hz. Hamza’nın Şehâdeti
Müslümanların tepelere doğru dağıldıkları karışık hengâmede idi.
Hz. Hamza, var gücüyle müşriklere karşı direniyor ve “Allahım! Müslümanların şu hallerinden dolayı sana sığınır, senden af dilerim” diye dua ediyordu.
Müşrikler, onun yanına pek yaklaşamıyorlardı. Onu uzaktan vurup düşürmenin çaresini arıyorlardı.
Mekke’de, “Vahşî” adında bir köle vardı. Habeş usûlüne göre kargı atmakta oldukça maharetli ve becerekli idi. Tespit ettiği hedefe isabet edemediği pek az olurdu.
Kureyş ordusu Mekke’den ayrılmadan önce idi. Efendisi Cübeyr b. Mut’im, kölesi Vahşî’yi yanına çağırmış ve “Orduya katıl. Eğer Muhammed’in amcası Hamza’yı, amcam Tuayme b. Adiyy yerine öldürürsen hür ve azatsın” demişti.[50]
Bedir’de babası öldürülen Ebû Süfyan’ın karısı Hind de, bunun için Vahşî’ye birçok mükâfat vadetmişti.
Bu sebeple Vahşî, harp boyunca Hz. Hamza’yı gözetip duruyordu.
Hz. Hamza’nın müşrikleri kasıp kavurduğu, kılıcıyla biçtiği bir sıradaydı. Vahşî, fırsat kollamak için bir kayanın arkasına gizlenmiş, bekliyordu.
Düşmanın üzerine doludizgin yürüyen Hz. Hamza’nın bir ara ayakları kaydı ve arkaüstü yere yıkıldı. Keskin bir nişancı olan Vahşî, mızrağını fırlattığı gibi bu kahraman sahabenin böğrüne sapladı ve onu şehit etti. Vahşî, bununla da yetinmedi; Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in gönlünü yapmak için, göğsünü yararak ciğerini alıp ona götürdü. Üzerindeki kıymetli eşyaları, başardığı bu büyük işten dolayı Vahşî’ye çıkarıp veren Hind, intikam hırsıyla, bu aziz şehidin ciğerini çiğnedi.[51]Bununla da intikam hırsı dinmeyince, bizzat Hz. Hamza’nın başucuna vardı; burnunu, kulağını, kendine bilezik, pazubent ve halhal yapmak niyetiyle kesti.[52]
Mus’ab b. Umeyr’in Şehit Düşmesi
Mücahitlerin birçoğu oraya buraya dağılmıştı.
Her şeye rağmen Resûlullah’ın yanından ayrılmayan mücahitler de vardı. Bunlardan biri de, İslam ordusunun sancaktarı Hz. Mus’ab b. Umeyr idi.
İbni Kamîe denilen kâfir, bir ara atlı olduğu halde Resûl-i Ekrem Efendimize yaklaştı. “Gösteriniz bana Muhammed’i! O kurtulursa, ben kurtulmayayım” diyerek haykırıyordu.
Hz. Mus’ab, mücahitlerden birkaç kişi ve Nesibe Hâtun ile İbni Kamîe’ye karşı çıktı. Bu kâfir, Hz. Resûlullah’ı korumaya çalışan Hz. Nesibe’nin omuzuna bir kılıç darbesi indirdi. Nesibe Hâtun da, cesurca ona birçok darbe indirdi. Fakat bu müşriğin üzerinde iki kat zırh bulunduğundan darbeler pek tesir etmedi.
İbni Kamîe, önüne çıkan Hz. Mus’ab’ın sağ elini bir kılıç darbesiyle kesti. Hz. Mus’ab, İslam’ın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol eline aldı. İbni Kamîe, bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti. Bu sefer Hz. Mus’ab, sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu zındığın Resûlullah’a ulaşmasına mani olmak ve İslam sancağını yere düşmekten korumaktı. İbni Kamîe, bu sefer mızrağıyla vücudunu deldi. Hz. Mus’ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehâdet şerbetini içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü.[53]
Hz. Mus’ab şehit düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali’ye verdi. Hz. Ali çarpışmaya gidince de, sancağı sonuna kadar Ebürrum taşıdı.
“Muhammed Öldürüldü” Yaygarası
Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, zırhını giydiği zaman, Resûl-i Kibriya Efendimize pek benzerdi. İbni Kamîe de, Hz. Mus’ab’ı şehit etmekle, Peygamber Efendimizi öldürdüğünü zannetmişti. Derhal müşriklerin yanına vararak, “Muhammed’i öldürdüm!” dedi.[54]
Bunu duyan müşrikler, sevinç çığlıkları attılar. Onlardan birisi de, dağ başına çıkarak, “Muhammed öldürüldü!” diye yaygarayı bastı.
Bu dehşetli yaygarayı duyan mücahitlerin birden kolu kanadı kırılıverdi. İslam ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası başladı. Her biri başka başka istikametlerden harp sahasını terk ediyordu. Bu dehşetli hengâmede, farkına varmadan, düşman askeri diye din kardeşlerine kılıç sallamaya kalkanlar bile oluyordu. Hatta bu karışıklık esnasında Huzayl b. Cabir, bir başka sahabe tarafından yanlışlıkla şehit edildi.
Mücahitlerin Hz. Resûlullah’ı Araması
Müşriklerin kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen mücahitler, Hz. Resûlullah’ı aramaya koyuldular. Bunlardan Hz. Ali, hem önüne gelen düşman askerine kılıç sallıyor, hem de etrafa göz gezdirerek Peygamberimizi arıyordu. Harp sahasında bulunan mücahitlerin o anda en büyük ve tek arzusu, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi bulmak olmuştu!
Bu esnada, yürekleri ferahlatıcı bir ses yükseldi: “Ey Müslüman! Müjde size: İşte Resûlullah!”
Bu sesin sahibi, Ka’b b. Mâlik’ti. Resûl-i Ekrem Efendimizi Şi’b mevkiinde, miğferinin altında pırıl pırıl parlayan mübarek gözlerinden tanımıştı. Müslümanlara seslenirken, eliyle de Resûl-i Ekrem’in bulunduğu yeri gösteriyordu.[55]
Peygamber Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka’b’a, eliyle, “Sus, sus!”[56]diye işaret verdi.
Artık Hz. Resûlullah’ın yeri tespit edilmiş ve etrafa yayılan haberin bir şayiadan ibaret olduğu anlaşılmıştı. Mücahitler, derhal Resûl-i Ekrem’in bulunduğu yere doğru koştular ve kendisini emniyet çemberi içine aldılar. O anda mücahitlerin bir tek gayesi vardı: Hz. Resûlullah’ın vücudunu muhafaza etmek. Bunu başardılar.
Nesibe Hâtun’un Kahramanlığı
Ümmü Umare Nesibe bint-i Ka’b...
Kocası ve iki oğluyla birlikte İslam ordusuna katılıp Uhud’a gelmiş; kocasıyla oğulları müşriklerle çarpışacak, kendisi de yaralanan Müslümanlara yardım edip su yetiştirecekti.
Ancak harbin ikinci safhasında Müslümanlar bozulmaya başlayıp Resûlullah’ın etrafında çok az sayıda mücahidin kaldığını gören Nesibe Hâtun, derhal Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına vardı ve çarpışmaya koyuldu. Kılıçla, okla, Resûl-i Zîşan Efendimizi, müşriklerden korumaya çalıştı. Bu sırada yaralandı. Peygamber Efendimiz, sağına soluna baktıkça hep Nesibe Hâtun’un müşriklere karşı koyduğunu görüyordu. Şöyle buyurdu:
“Ey Ümmü Umare! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye, herkes dayanamaz ve katlanamaz!”
Peygamber Efendimiz, Nesibe Hâtun’un omuzundan aldığı yarayı görünce, oğlu Abdullah’a, “Annenin yarasını sar!” dedi.
Sonra da şöyle buyurdu:
“Ev halkınıza Allah mübarek kılsın: Senin annenin makamı, filanca ve filancaların makamından hayırlıdır! Babanın makamı da filan ve filanların makamından hayırlıdır! Senin makamın da filan ve filanların makamından hayırlıdır! Allah, sizin ev halkınıza rahmet etsin!”
O esnada imanın verdiği cesaretle müşriklere karşı cesurca kılıç sallayan Nesibe Hâtun da, “Yâ Resûlallah! Allah’a dua et de, cennette sana komşu olalım!” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allahım! Bunları cennette bana komşu ve arkadaş et!” diye dua etti.
Bunun üzerine, Nesibe Hâtun, sevinç içinde, “Bana artık dünyada ne musibet gelirse gelsin gam çekmem; bu bana yeter!”[57]diyerek Allah ve Resûlullah’a karşı olan muhabbet ve bağlılığını ortaya koydu.
“O, Cehennemliktir!”
Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın üzerine hücum eden biri vardı. Hatta Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok yağdıran da o olmuştu.
Gariptir ki Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse, Efendimiz “O, cehennemliktir” derdi. Sahabeler, bunun sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
Kuzman, harbin en şiddetli ânında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hatta İslam ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı ve “Ölmek, kaçmaktan hayırlıdır! Ey Evs Hanedanı! Siz de benim gibi, şeref ve şan için çarpışınız” diye seslenerek müşriklerin arasına daldı. Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında yaralanıp kan revan içinde kaldı.
Sahabeler hâlâ Efendimizin, “O, cehennemliktir” sözünün manasını anlamış değillerdi: Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında gösteren Kuzman, nasıl cehennemlik olabilirdi?
Ancak Hz. Resûlullah, Kuzman’ın gerçek yüzünü Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle biliyordu.
Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman’ı, sahabeler, “Tebrikler ey Kuzman! Cenneti müjdeleriz sana!” diyerek tebrik ettiler.
Kuzman ise, verdiği cevapla, gerçek mahiyetini ortaya koydu: “Ne diye beni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir. Ben, kavmimin gayreti için ve Kureyşliler, Medine hurmalıklarına zarar vermesin diye çarpıştım!”[58]Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti.[59]
Sahabeler, bundan sonra, Resûl-i Kibriya Efendimizin sözünün hakikatini anladılar. Kuzman’ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı, Allah yolunda, Allah için değil de, kavminin ve kabilesinin şan ve şerefi ile Medine’deki hurmalıklarını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.
“Kuzman’ın kendi kendisini öldürdüğü” haberini alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah’ın Resûlü olduğuma şüphesiz şehâdet ederim!” dedi. Sonra da, “Şüphe yok ki Allah, isterse, bu dini fâcir bir adamla da teyit eder!”[60]diye buyurdu.
Amellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir; yani, amelin Allah’ın rızası gözetilerek yapılmış olmasıdır.
İhlâsla söylenmeyen bir sözün, yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen bir kahramanlığın Allah katında hiçbir kıymeti ve değeri yoktur. İşte, bunun apaçık bir misâli Kuzman hadisesidir.
Resûl-i Ekrem’in, Kavmine Duası
Çok az sayıda mücahidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı, kendisini korumaya çalışırken, Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu:
“Allahım, kavmimi affet, onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.”[61]
Hazin Netice
Müşrikler, daha fazlasını yapamayacakları kanaatine varınca, derlenip toparlanan mücahitler karşısında tekrar bir hezimetle karşı karşıya gelmemek için, en uygun yolun geri çekilmek olacağını hesapladılar ve mağrur bir eda ile geri çekildiler.
Netice, gerçekten hazin, ibretli ve düşündürücü idi.
Harpte, mücahitlerden yetmiş şehit düşmüştü. Bunlar arasında Hz. Hamza, Hz. Mus’ab b. Umeyr gibi çok güzide sahabeler de bulunuyordu. Ebû Dücâne, Nesibe Hâtun gibiler, Resûl-i Kibriya’yı muhafaza etmeye çalışırlarken vücudları delik deşik olmuştu.
Harbin ilk safhasında mücahitlere gülen parlak muzafferiyet, Hz. Resûlullah’ın emir ve tâlimatına riayet etmeyen okçulardan bir kısmının yerlerini terk etmeleriyle bir anda hazin ve acı bir mağlubiyete inkılâb etmiş, Uhud, Müslümanların kanıyla boyanmıştı. Peygamber Efendimizin, “O bizi sever, biz de onu severiz” buyurduğu Uhud’u bir hüzün bulutu kaplamıştı.
Peygamberimizin Kayalığa Doğru Çıkması
Peygamber Efendimiz yaralıydı, yorgundu. Kendi başına yürüyecek kuvveti kalmamıştı. Sa’d b. Muaz ve Sa’d b. Ubâde’ye dayanarak, Müslümanların sığındığı Şi’b’deki kayalığa doğru çıktı. Burada dinlenmek, yorgunluğunu gidermek istiyordu. Bir müddet yürüdükten sonra, bu takatten de mahrum kaldı. Üzerindeki iki zırh ise, oldukça ağırlık yapıyordu. Bu sırada Talha b. Ubeydullah yere çöktü. “Buyur yâ Resûlallah... Ben kuvvetliyim” diyerek Peygamber Efendimizi sırtına aldı ve kayalığa kadar taşıdı.
Resûl-i Ekrem, kanlar içinde kalan yüzünü gözünü burada suyla yıkadı ve başına su döktürdü.
Peygamberimizin, Ubey b. Halef’i Öldürmesi
Bedir Harbi’nden önceydi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz harp sahasında dolaşırken, “Burası Ebû Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, buralar da filan ve filanın öldürülecekleri yerlerdir. Ubey b. Halef’i de, ben kendi elimle öldüreceğim!” buyurmuştu.
Uhud Dağında Peygamberimizin Sığındığı Mağara |
Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu oluyordu:
“Belki, inşallah, ben seni öldürürüm!”[62]
İşte, Ubey b. Halef, Bedir’de mücahitler tarafından canı cehenneme yollanan kardeşi Ümeyye’nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek Uhud’a çıkıp gelmişti.
Hz. Resûlullah’ın Şib’e doğru çıktığı sırada idi.
Übey’in gelmekte olduğu görüldü. Mekke’de günde on altı okka darıyla beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Peygamberimize yaklaşıyordu. Bunu fark eden sahabeler, önüne çıkıp hesabını görmek istediler. Ancak Hz. Resûlullah, “Bırakın, gelsin” diyerek, mücahitlerin karşı çıkmasına mani oldu. Resûl-i Ekrem’e oldukça yaklaşan bu azgın müşriğin ağzından, “Ey Muhammed! Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!” lâfları dökülüyordu.
Bu sözleri duyan Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla, heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übey, bir anda şaşkına döndü. Hz. Resûlullah’ın heybet ve haşyet verici tavrı karşısında duramayıp geri kaçmaya başladı. Peygamber Efendimiz peşini bırakmıyor ve arkasından, “Nereye kaçıyorsun ey yalancı?” diye sesleniyordu.
Bu kaçışla Übey kendini kurtaramadı. Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übey, sığır böğürmesi gibi böğürerek atından yere yuvarlandı.
Müşrikler, yaralı halde onu alıp götürdüler, Yarasından kan akmıyordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına, “Vallahi, Muhammed beni öldürdü!” diyordu.
Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki Übey, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına, “O bana (Mekke’de) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. Vallahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür!”[63]dedi.
Ubey b. Halef, bir gün bile yaşamadan “Susadım, susadım!” çığlıkları arasında ölüp gitti. Resûl-i Kibriya’nın, Allah’ın izniyle, istikbâlden haber verdiği bir mucizesi de böylece tahakkuk etmiş oldu.
Peygamberimizin Vücudunu Ortadan Kaldırmak İçin And İçenlerin Belâlarını Bulmaları
Müslümanların bozulup dağılmaya yüz tuttukları bir sıradaydı.
Azılı müşriklerden Abdullah b. Şihâb-ı Zührî, Utbe b. Ebî Vakkas, Abdullah İbni Kamîe ve Ubey b. Halef, bir araya gelerek, Peygamber Efendimizin hayatına son vermek için sözleşip ant içmişlerdi.[64]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkında, “Allahım, onların hiçbirisi senesine ulaşmasın!” diye dua etti.
Sa’d b. Ebî Vakkas der ki:
“Vallahi, Resûlullah’ı vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üzerinden yıl geçmedi.”
Bunlardan biri olan İbni Şihab’ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü.
Ubey b. Halef’i, Peygamber Efendimiz bizzat kendi eliyle öldürdü.
Utbe b. Ebî Vakkas’ı, Hâtıb b. Ebî Beltea öldürdü.
Resûl-i Kibriya Efendimizin yüzünü yaralayan İbni Kamîe ise, Uhud’dan Mekke’ye döndükten sonra davarlarının yanına gitti. Dağın en yüksek tepesinde davarını buldu. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip parçaladı.[65]
Ebû Süfyan’ın Seslenişi
Müşrik ordusu, harp sahasından yavaş yavaş çekiliyordu. Kumandan Ebû Süfyan, muharebe meydanında bir tur attıktan sonra, kayalıklara çıkmış bulunan mücahitlerin yanına geldi ve “Müslümanlar arasında Muhammed var mı?” diye seslendi. Bu sorusunu üç kere tekrarladığı halde Peygamber Efendimiz, “Cevap vermeyiniz” buyurdu. Bu sefer Ebû Süfyan, “Aranızda Ebû Bekir var mı?” diye sordu. Hz. Resûlullah yine cevap verilmesine müsaade etmedi. Kureyş reisi bu sefer, “Aranızda Ömer yok mu?” diye sordu. Peygamber Efendimiz yine cevap verilmesini istemedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan adamlarına dönerek, “Herhalde bunların hepsi öldürülmüş. Sağ olsalardı elbette cevap verirlerdi” diye bağırdı.
Son konuşması karşısında Hz. Ömer dayanamadı ve ayağa kalkarak yüksek sesle, “Yalan söylüyorsun, ey Allah’ın düşmanı, vallahi yalan! Söylediklerinin hepsi sağdırlar ve işte buradadırlar” dedi.
Bundan sonra Ebû Süfyan ile Hz. Ömer arasında şu konuşma geçti:
Ebû Süfyan: “Hübel’in şânı yüce olsun!”
Hz. Ömer (Peygamberimizin emriyle): “En büyük ve en yüce olan, Allah’tır!”
“Bizim Uzzâ’mız var, sizin yok!”
“Bizim Mevlâmız Allah’tır. Sizin Mevlânız yok!”
“Bir gün yenildik, bir gün yendik!
“Bir gün üzüldük, bir gün güldük! Hanzala’yı Hanzala’ya karşı, filanı filana karşı öldürdük!”
“Biz sizinle bir değiliz. Bizim öldürülenlerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir.”
Bu sefer Ebû Süfyan tekrar asıl maksadına geldi ve Hz. Ömer’e, “Ey Ömer! Allah aşkına doğru söyle! Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu.
Hz. Ömer:
“Hayır... Vallahi, onu öldürmediniz. O şimdi söylediklerinizi dinliyor!” diye cevap verdi.
Hz. Ömer’e itimadı olan Ebû Süfyan, Peygamberimizin hayatta olduğuna inanmıştı artık... Ayrılıp gidecekleri sırada ise şöyle bağırdı:
“Gelecek yıl, sizinle Bedir’de buluşup çarpışmaya söz veriyoruz!”
Hz. Ömer, Allah Resûlüne baktı. Kanaatini beyan etmesini bekledi. Kendisinden, “Olur! İnşallah, orası bizimle sizin buluşma yerimiz olsun” emri gelince, Hz. Ömer,
“Olur!” diye cevap verdi.[66]
Peygamberimizin, Şehitler Arasında Dolaşması
Düşman kuvvetler, harp meydanını terk edip Mekke’ye doğru hareket edince, Peygamber Efendimiz mücahitlerle birlikte çıktığı kayalıktan indi.
Cesetleriyle yerde yatan, fakat ruhlarıyla yüksek âlemlerde pervaz eden şehitler arasında dolaştı.
Gönlü hüzünle doluydu. Kadere teslimiyetin verdiği inşirah olmasaydı manzara seyredilecek gibi değildi. En güzide sahabelerini kaybetmişti. Kureyş müşrikleri şehitler hakkında vahşîce muamelelerde bulunmuşlardı. Çoğunu parça parça ederek tanınmaz hale getirmişlerdi.
Onların arasında durdu.
İçler parçalayıcı manzarayı bir müddet hüzünle seyrettikten sonra, “Ben, kıyamet gününde, şu şehitlerin Allah yolunda canlarını feda ettiklerine şahitlik edeceğim” buyurdu.
Daha sonra ashabına dönerek:
“Bunları, kanlarıyla sarıp gömünüz! Allah yolunda çarpışarak yara alanlar, kıyamet gününde mahşere yaraları kanayarak geleceklerdir. Kanlarının rengi kan rengi, ama kokuları misk kokusu gibi olacaktır” diye ferman etti.[67]
Peygamberimiz, Hz. Hamza’nın Cesedi Başında
Şehitler arasında Efendimizin amcası kahraman sahabe Hz. Hamza da vardı.
Karnı yarılmış, ciğeri çıkarılmış, burnu ve kulakları kesilmiş, cesedi parça parça edilmişti. Zor tanınıyordu.
Onun mübarek cismini gören Resûl-i Kibriya Efendimiz, öylesine üzüldü, öylesine elem duydu ki bir anda gözlerinden yaşlar boşandı.
O âna kadar öylesine mahzun olduğu görülmemişti. “Seyyidü’ş-Şüheda [Şehitlerin Efendisi]” olan bu cesaret âbidesi sahabenin cesedi başında durdu.
Gözyaşları arasında ona şöyle seslendi:
“Ey Hamza! Hiçbir zaman, hiçbir kimse senin gibi böyle bir musibete uğramamış ve uğramayacaktır! Benim için bundan daha büyük bir musibet olamaz!
“Ey Resûlullah’ın amcası Hamza! Ey Allah’ın ve Resûlünün arslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Resûlullah’a koruyucu olan Hamza! Allah, sana rahmet etsin! Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi, sevinmeyi bırakıp sana yas tutardım!”[68]
O esnada, Medine tarafından, tozu dumana kata kata birinin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaşan, bir kadın idi. Hz. Hamza’nın anne baba bir kardeşi olan Hz. Safiyye idi bu... Kardeşinin durumunu öğrenmek istiyordu. Önüne gelene Hz. Hamza’nın nerede olduğunu, kendisine nelerin yapıldığını soruyordu.
Hz. Resûlullah, yaklaşmakta olduğunu görünce, oğlu Hz. Zübeyr b. Avvam’a, “Annene söyle; geri dönsün, kardeşinin cesedini görmesin” diye emretti.
Hz. Zübeyr, annesini karşıladı. “Anneciğim! Resûlullah, ‘Geri dönsün’ diye emretti!” dedi.
Hz. Safiyye, “Eğer ona yapılanı görmemek için döneceksem, ben zaten kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmişim. O, bu musibete Allah yolunda uğramıştır. Biz, Allah yolunda bundan daha beterine de râzıyız. Sevabını Allah’tan bekleyeceğiz. İnşallah sabredip katlanacağız”[69]diye kahramanca cevap verdi.
Hz. Zübeyr, gelip durumu haber verince, Efendimiz, Hz. Safiyye’nin, kardeşi Hz. Hamza’yı görmesine müsaade buyurdu.
Hz. Safiyye, Şehitlerin Efendisi olan kardeşinin yanına vardı, başucunda oturdu, sessizce ağlamaya başladı. Yanında duran Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bu hazin ve ibretli manzaraya Hz. Fâtıma da gelip gözyaşlarıyla katılınca, ortalığı bir başka duygulu, içli ve acıklı hava kapladı. Allah’ın kaderine gönülden tereddütsüz teslim olmuş Hz. Safiyye, musibete karşı sabrın ifadesi olan “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” ayet-i kerimesini okudu, aziz kardeşine de Allah’tan rahmet ve mağrifet dileğinde bulundu.[70]
O esnada Hz. Cebrail geldi; Peygamber Efendimize, Hz. Hamza’nın göklerde, “Allah’ın ve Resûlullah’ın Arslanı” diye yazılmış olduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem, bu müjdeyi Hz. Safiyye’ye iletti.[71]
Abdullah b. Cahş’ın Başına Gelenler
Muharebenin şiddetli gününde Abdullah b. Cahş ile Sa’d b. Ebî Vakkas Hazretleri, bir kenara çekilip Cenab-ı Hakk’a dua etmişlerdi. Sa’d, “Yâ Rabbi! Bir büyük düşmana rastgelip cenk ederek ona galip ve muzaffer olayım!” diye dua etmişti. Abdullah b. Cahş (r.a.) ise, onun duasına “Âmin” dedikten sonra, “Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım, onunla çarpışayım ve sonunda şehit olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın mahşer gününde Cenab-ı Hak bana, ‘Burnun ve kulakların nerede kesildi?’ diye sorunca, ‘Yâ Rabbi! Senin ve Resûlünün yolunda kesildi’ diye cevap vereyim” şeklinde dua etmişti.
Şehitler arasında Abdullah b. Cahş da vardı ve aynen, dua ettiği gibi burnu ve kulakları kesilmişti. Bunu gören Sa’d b. Ebî Vakkas hayretini gizleyemedi.
Peygamberimiz, Mus’ab b. Umeyr’in Cesedi Başında
Şehitler arasında İslam ordusunun sancaktarı Hz. Mus’ab b. Umeyr de vardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun yanına vardı, “Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki onlar Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” meâlindeki ayet-i kerimeyi okudu.[72]
Hz. Mus’ab’a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaftanı vardı. Sahabeler, bu kaftanını baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayak tarafına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu durumu görünce, “Baş tarafını kaftanı, ayaklarını ise ızhır otu (bir çeşit kokulu ot) ile örtünüz” diye emretti.
Allah yolunda, Resûlullah ve İslam uğrunda her fedakârlığı göstermek, her meşakkati göze almak ve sonunda şehit olmak, şehit olduktan sonra ise örtülecek kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak! İbret ve şeref dolu bir sahne!
Bütün bunlardan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, şehitlerin namazlarını kıldı. O zaman, Uhud şehitlerinin namazlarının kılınmadığı, defnedildikten sekiz sene sonra kılındığı da rivayet edilmiştir.[73]
Daha sonra Peygamber Efendimiz, üzerlerindeki silah ve zırhları çıkarıldıktan sonra şehitlerin kanları ve kanlı elbiseleri ile gömülmelerini emretti. Sahabeler, “Yâ Resûlallah, önce hangilerini defnedelim?” diye sordular. Resûl-i Ekrem, “En çok Kur’an bileni önce defnediniz” buyurdu.[74]
Hz. Ali’nin Keşfe Gönderilmesi
Resûl-i Ekrem, müşriklerin Medine üzerine yürüyüp, kadınlarla çocukları yok etmelerinden endişe duyuyordu. Bunun için düşmanın gerçekten Mekke’ye gidip gitmediğini öğrenmek istiyordu. Hz. Ali’yi huzuruna çağırdı ve “Git, müşrikleri takip et! Gör bakalım, ne yapıyorlar, ne yapmak istiyorlar? Eğer onlar develerine biniyor, atlarını ise yedeklerine alıyorlarsa, Mekke’ye dönmek istiyorlar demekti; şayet, atlara biniyor, develeri sürüyorlarsa, niyetleri Medine’ye yürümektir” diyerek kendisini keşfe memur kıldı.
Müşrikleri takibe çıkan Hz. Ali, develere bindiklerini, atlarını ise yedekte götürdüklerini gördü. Gelip durumu Resûl-i Ekrem’e haber verdi.
Peygamberimizin Harp Sonrası Duası
Şehit sahabeler defnedildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle birlikte Medine’ye dönmek üzere harekete geçti. Harre mevkiine geldiğinde, ordusunu durdurarak Rabb-i Rahîm’ine şu içli niyazı yaptı:
“Allahım! Hamd ve senâ ancak sanadır.
“Allahım! Senin açıp yaydığını dürecek, senin dürdüğünü de açıp yayacak, hiçbir kuvvet yoktur. Senin dalâlette bıraktığını hidayete erdirecek yok, senin hidayete erdirdiğini de saptıracak yoktur. Senin vermediğini kimse veremez ve senin verdiğini de kimse engelleyemez.
“Allahım! Rahmet ve bereketini, fazl ve keremini bize aç, yay üzerimize!
“Allahım! Ben, yoksul olduğum günde senden nimet, korkulu olan günde de emniyet dilerim!
“...
“Allahım! İmanı sevdir bize! Kalplerimizi imanla süsle! Küfür, isyan ve tuğyandan nefret ettir bizi! Din ve dünyamıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle bizi!
“Allahım! Bizleri, Müslüman olarak yaşat, Müslüman olarak öldür! Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine kat; ki onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenler ve ne de dinlerinden dönenlerdir.
“Allahım! Senin Peygamberini yalanlayan, senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle savaşan kâfirlerin cezalarını ver, onlara hak ve gerçek olan azabı indir!”[75]
Fahr-i Kâinat’ın bu içli, hazin ve düşündürücü duasına mücahitler de “âmin”lerle katılıyorlardı.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu duasını kabul buyuracak, İslam dininin düşmanlarını kısa zamanda mahv-ü perişan edecektir!
Medine’ye Dönüş ve Karşılanış
Ensar kadınları Medine sokaklarına dökülmüşlerdi; gelen orduyu seyrediyorlar, Hz. Resûlullah’ın sağ salim gelip gelmediğini öğrenmek ve görmek istiyorlardı. İslam ordusu 7 Şevvâl Cumartesi günü akşamüzeri Medine’ye giriyordu. Kadınlar, şehit olan erkekleri için ağlıyorlardı. Bunu duyan Resûl-i Ekrem’in de gözlerinden yaşlar aktı.
Sadâkatin Böylesi
Atı üzerinde bulunan Peygamber Efendimize bir kadın yaklaştı. Bu kadın, Efendimizin atının dizginini elinde tutan Sa’d b. Muaz’ın annesi Ubeyd kızı Kebşe idi. Uhud’da oğlu Amr b. Muaz’ı şehit vermişti. İçi acıyla buruk buruktu. Resûl-i Ekrem’e iyice yaklaştı, onun nurani simasına başını kaldırıp baktı ve “Babam anam sana feda olsun yâ Resûlallah! Seni sağ sâlim gördüm. Sen sağ sâlim olunca hangi felâkete uğrarsam uğrayayım bana hiç gelir!” diye konuştu.
Bu cümleler, gerçek imanın ve Resûl-i Ekrem Efendimize sonsuz sadâkatin ifadesiydi. Şehit düşen oğlunu sormuyor, Hz. Resûlullah’ın sağ salim dönmesinden dolayı hadsiz sevinç duyuyordu.
Resûl-i Ekrem de, bu kahraman İslam kadınına şehit olan oğlundan dolayı taziye diledi ve “Ey Sa’d’ın annesi (Sa’d b. Muaz)! Sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki onlardan şehit düşenlerin hepsi cennette toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halklarına da şefaat edeceklerdir” buyurdu; sonra da, Kebşe Hâtun’un arzusu üzerine, ev halkına şu duada bulundu:
“Allahım! Onların kalplerinde bulunan üzüntüleri yok et; geri kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı kıl!”
Kalbi, nübüvvet iksiriyle temas halinde olan sahabenin, Allah ve Resûlü için göze alamayacağı fedakârlık, zahmet ve meşakkat yoktu. Öz evladını da kaybetse, bu yolda yine sabırlı, yine mütehammil olurdu. Zira, İslam davasının ancak fedakârlıklar, feragat ve meşakkatlerle yücelebileceğini gayet iyi biliyordu. İslam uğrunda, Resûlullah uğrunda gösterilecek fedakârlıkların, Allah katında en makbul fedakârlık olduğunun derin şuurunda idiler. Onun içindir ki Kâinatın Efendisi, onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“Cenab-ı Hak, ashabımı —nebi ve resûller hâriç— bütün âlemin üzerine üstün ve seçkin kıldı!”[76]
Peygamberimiz Hâne-i Saadetinde
Uhud’dan dönen sahabeler, mağlubiyetin kalplerinde meydana getirdiği acı ve buruk bir hava içinde evlerine dağılırken, Peygamber Efendimiz de hâne-i saadetine gitti. Kızı Hz. Fâtıma’ya kılıcı Zülfikâr’ı uzatarak, “Yavrucuğum, al bunun kınını yıka. Vallahi, o, bugün yapacağı vazifeyi bîhakkın yaptı!” buyurdu.[77]
Kâinatın Efendisi, ümitli idi. Tattığı bu acı mağlubiyetten dolayı asla me’yus değildi. Hak ve hakikatin er geç şerre ve bâtıla galip geleceğini çok iyi biliyordu. Kızı Hz. Fâtıma’ya söylediği, “Allah, fethi bize nasip edinceye kadar, müşrikler bizi bir daha böyle bir musibete uğratamayacaklardır”[78]sözü bu gerçeği aksettiriyordu.
Medine’ye gelen Peygamberimiz, hâlâ müşrik tehlikesinden emin değildi. Yarı yoldan dönüp şehre ani baskın yapma tehlikesi her an muhtemeldi. Bu sebeple bütün gece Müslümanlar, hâne-i saadetin kapısında nöbet tuttular.
Peygamberimizin Bir Yetimi Evlat Edinmesi!
Uhud mağlubiyeti neticesinde birçok Müslüman kadın dul kalmış, birçok anne ciğerpârelerini kaybetmiş ve birçok çocuk da yetim kalmıştı. Hepsi de, acılarını dindirmek, üzüntülerini giderip ruhlarını teselliye kavuşturmak için Peygamber Efendimize koşuyorlardı. O da, onların dertlerine derman olmaya çalışıyordu.
Büceyr isminde melek yüzlü bir çocuk da, yarasının sarılması için Efendimize koşanlar arasındaydı. Uhud’da babası Akrabe şehit olmuştu. Hz. Resûlullah’ın huzuruna babasız kalmanın verdiği ızdıraptan ağlayarak girmiş, onun şefkat ve merhamet duygularını coşturmuştu.
Resûl-i Ekrem, Büceyr’in derdine derman oldu. “Ey sevimli çocuk! Ne diye ağlayıp duruyorsun? Sus, ağlama! Baban ben, annen de Âişe olursa râzı olmaz mısın?” dedi.
Bu teklif karşısında henüz şefkate muhtaç yaşta bulunan Büceyr’in gözlerinin içi güldü. Üzüntüsünü, kederini unuttu ve babasız kalmanın verdiği eziklik duygusundan kurtularak, “Babam anam sana feda olsun yâ Resûlallah! Râzı olurum elbet!”[79]diyerek sevincini izhar etti.
Resûl-i Ekrem, şefkatli elleriyle sevimli çocuğun başını okşadı ve “Adın ne?” diye sordu.
Çocuk, “Büceyr...” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hayır! Sen, Beşir’sin!” buyurarak ismini değiştirdi.
Peygamberimizin kendisine verdiği yeni ismiyle Beşir, sonradan şöyle diyecektir:
“Başımda Resûlullah’ın elinin değdiği yerlerdeki saçlarım siyah kaldı, diğer taraftaki saçlarım ağardı. Dilimde pelteklik vardı; peltekliğim de o andan itibaren geçti gitti!”[80]
HAMRAÜ’L-ESED SEFERİ
Uhud’dan Medine’ye dönen Peygamber Efendimizin gönlü bir türlü rahat değildi. Kureyş müşriklerinin geri dönüp Medine’ye saldırmaları ihtimalini göz önünde bulunduruyordu.
Ayrıca Uhud mağlubiyetinin Müslümanlar aleyhinde gerek içte ve gerekse dışta meydana getirdiği bir menfi hava vardı. Bu havanın da bir an evvel bertaraf edilmesi gerekiyordu. Müslümanların eski güç ve cesaretlerini korudukları, etrafa gösterilmeliydi.
Peygamber Efendimiz, Uhud’dan Medine’ye Cumartesi günü dönmüş idi. Pazar günü sabah namazını kıldırdıktan sonra Hz. Bilâl’i huzuruna çağırdı ve “Resûlullah, düşmanınızı takip etmenizi size emrediyor! Dün, Uhud’da bizimle birlikte çarpışmada bulunmayanlar gelmeyeceklerdir. Sadece, Uhud’a katılanlar geleceklerdir!” diye seslenmesini kendisine emretti.[81]
Sahabelerin çoğu Uhud’dan yaralı dönmüşlerdi. Buna rağmen Resûlullah’ın İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda çarpışmak için yaptığı davete icabet etmede asla tereddüt göstermediler.
Yaralı İki Kardeşte Cihat Aşkı
Abdü’l-Eşheloğullarından iki kardeş olan Abdullah ile Râfi’ b. Sehl, ağır yaralı idiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyunca bir anda yaralarının ağrı sızısını sanki unutuverdiler ve “Ne yapıp da bu davete katılabiliriz?” diye düşünmeye başladılar. “Binecek bir bineğimiz bile yok! Yoksa Resûlullah’la gazâya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız?” diyorlardı.
Abdullah, Rafi’e, “Haydi, gidelim” deyince, Rafi, “Vallahi, benim yürümeğe takatim yok!” diye cevap verdi.
Abdullah diretti:
“Haydi, gel! Olmazsa, bir hayvan kiralarız!”
Sonunda yola çıktılar. Rafi takatten kesilince, Abdullah onu sırtlıyordu. Böylece mücahitlere katıldılar.[82]
Ağır yaralılardan biri de, Üseyd b. Hudayr adındaki sahabeydi. Yedi ağır yarası vardı. Onların tedavisiyle meşgul olmak istiyordu. Fakat Resûl-i Ekrem’in emrini duyunca, yaralarının tedavisini bir tarafa bırakarak mücahitlere katıldı.
Medine’den Ayrılış
Resûl-i Ekrem Efendimiz de bizzat yaralı idi. Yüzünde iki halka yarası vardı; alnı yarılmıştı; azı dişi kırılmış, dudağı yarılmıştı; sağ omuzu yaralanmıştı. Bu haliyle sefere çıkıyordu. Mescide girip iki rekât namaz kıldı. Sonra da zırhlı gömleğini giydi ve miğferini başına geçirdi. Gözlerinden başka yeri görünmüyordu. Bu haliyle ordusunun başına geçti. Sancağı Hz. Ali’ye verdi, yerine de Abdullah b. Ümmî Mektum’u vekil bırakarak Medine’den ayrıldı.
Keşif Kolu
Peygamber Efendimiz önden üç kişilik bir keşif kolu gönderdi. Biri yorulup yolda kaldı. Kureyşliler, diğer iki gözcüyü fark ettiler ve fırsat kollayarak onları yakalayıp şehit ettiler.
Resûl-i Ekrem, Hamraü’l-Esed mevkiine vardı, karargâhını orada kurdu. Şehit edilen gözcülerden ikisini de orada bir kabre defnetti. Sonra geceleyin yakmak üzere mücahitlere odun toplamalarını emir buyurdu. Gece olunca bütün ateşler yakıldı. Yakılan beş yüze yakın ateş, etrafa bir korku ve dehşet saldı. Müşrik ordusu ortalıkta görünmüyordu. Sadece uyuyup kalan biri yakalandı. Bu adam, Bedir’de Müslümanların eline düşen, fakat bundan sonra Peygamberimize ve Müslümanlara şiirleriyle eziyet ve hakaret etmeyeceğine dair söz verince fidyesiz salıverilen şâir Ebû Azze idi. Verdiği sözünde durmamış ve tekrar Uhud’a gelerek müşrikleri şiirleriyle Müslümanların aleyhinde tahrik edip durmuştu.
Ebû Azme, yine Peygamber Efendimizden, serbest bırakılması için dilekte bulundu. Ancak bu sefer aldığı cevap sert ve kesin oldu: “Mü’min, bir yılanın deliğinden iki kere sokulmaz. Vallahi, bundan sonra seni serbest bırakarak Mekke’de ellerini yanaklarına sürüp ‘İki kere Muhammed’i aldattım, onunla gönül eğlendirdim!’ dedirtmem!” Emir üzerine, boynu vuruldu.[83]
Huzaalı Mabed’in Peygamberimizle Konuşması
Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz Hamraü’l-Esed mevkiinden ayrılmış değildi. Bu sırada Tihame bölgesinde oturan Huzaalılardan Ma’bed b. Ebî Ma’bed huzuruna geldi. Huzaalıların Müslümanları kadar müşrik olanları da Peygamber Efendimize son derece bağlı idiler; olup bitenlerden hiçbir şeyi ondan gizlemezlerdi.
Mabed, henüz Müslümanlığı kabul etmemişti, ama Resûl-i Ekrem Efendimize sâdık biri idi.
“Yâ Muhammed! Uhud musibeti bizim de gücümüze gitti. Allah’ın onlara karşı sana sıhhat ve âfiyet vermesini dileriz!” diyerek Peygamber Efendimize bir nevi teselli vermeye çalıştı.
Mabed, Peygamber Efendimizle bu konuşmasından sonra yoluna devam etti. Revha denilen mevkide müşriklerin toplantı halinde olduklarını gördü. Onlar, Müslümanların üzerine yürümek maksadıyla bu toplantıyı tertiplemişlerdi. Şöyle diyorlardı:
“Muhammed’in sahabelerini, en şerefli ve en cesur adamlarını öldürdük, fakat onların köklerini tamamıyla kazımadık. Bu durumda Mekke’ye nasıl gideceğiz? Onlardan geri kalanlarının da üzerine yürüyüp işlerini bitirmeliyiz!”
Görüldüğü gibi, gelişmeler, Peygamber Efendimizin kanaatini doğruluyordu. Müşrikler dönüp Medine üzerine yürümeyi düşünüyorlardı.
Mabed’le Ebû Süfyan Arasında Geçen Konuşma
Kureyş’in reisi Ebû Süfyan, Mabed’le karşılaşınca, “Ey Mabed! Geldiğin yerden ne haber?” diye sordu.
Mabed, “Muhammed ve sahabeleri, şimdiye kadar bir benzeri daha görülmemiş sayıda askerle takibinize çıktılar!” diye cevap verdi.
Ebû Süfyan hayretle, “Eyvah! Neler söylüyorsun sen?” dedi.
Mabed gayet sâkin bir eda ile “Vallahi, sen buradan ayrılmadan, atların alınlarını görürsün” diye konuştu. Ebû Süfyan, hiddetli hiddetli, “Vallahi, biz de onlara saldırmak için bir araya gelmişiz. Geri kalanlarının da köklerini kazıyacağız!” dedi.
Mabed, Ebû Süfyan’ın hiddetine aldırmadan, “Ben” dedi. “Sana, böyle tehlikeli bir işe girişmemeni tavsiye ederim! Vallahi, ben o kalabalığı görünce, haklarında bazı beyitler söylemekten kendimi alamadım.”
Ebû Süfyan’ın hiddeti meraka döndü. “Neler söyledin bakayım!” dedi. Mabed şiirine başladı:
“Çokluklarından ve dehşetli gürültülerinden, az kalsın hayvanım korkusundan yere düşecekti!
“Sanki, yeryüzünde insan ve at seli akıyordu. Yanlarında mızrak ve kalkanları bulunmayan, silahsız, bodur ve şanlı arslanlar koşuşuyorlardı sanki!
“Ağırlıklarından yeryüzü çökecek sandım!
“Acele yanlarından uzaklaştım.
“Onlar, yalnız olmayan ve yardımsız kalmayan reisleriyle yükselmişler!
“Onlar, sizinle karşılaşınca, Betha vadisi, sâkinleriyle beraber sallanacak!
“‘Yazık oldu!’ dedim, ‘Ebû Süfyan b. Harb’a!’
“Ben, güneşin altında kavrulan Mekkeliler ve onlardan her düşünen kimse için, neticenin dehşetli olacağını haber veren ikazcıyım!
“Anlatmaya çalıştığım ordu Ahmed’in ordusudur ki o ordu bayağı insanlardan teşekkül etmemiştir!
“Tavsiflerim ve ikazlarım da boş lâflardan ibaret değildir.”[84]
Mabed’in şiirini beğenip öven Ebû Süfyan’la arkadaşlarının kalplerine korku düştü. Müslümanlar üzerine yürüme kararından vazgeçip Mekke’nin yolunu tuttular. Müslümanlar lehine büyük bir hizmet ifa etmiş olan Mabed ise, kabilesinden biriyle durumu Peygamber Efendimize bildirdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hamraü’l-Esed’de üç gece kaldı; düşmandan herhangi bir hareket görmeyince Medine’ye döndü.
Bu sefer, mevkiin adına nisbetle Hamraü’l-Esed Seferi olarak da anılır. Bu sefer münâsebetiyle inen ayet-i kerimelerin birkaçında meâlen şöyle buyruldu:
“Yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Resûlünün davetine icabet edenler ve hele onlardan iyilik edip fenalıktan sakınanlar için çok büyük mükâfat vardır.
“Onlar öyle kimselerdir ki halk, kendilerine ‘Düşmanlarınız, size karşı ordu hazırladılar; o halde onlardan korkun’ dedi de, bu söz onların imanlarını artırdı ve üstelik ‘Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!’ dediler.”[85]
UHUD MAĞLUBİYETİNİN BAZI HİKMETLERİ
Uhud Muharebesi’nde Müslümanların mağlup duruma düşmeleri, bir kısmının yaralanması, diğer bir kısmının şehit olmasının birtakım hikmetleri vardı:
1) Allah ve Resûlünün emirlerine en ufak bir muhalefetin Müslümanları büyük bir felâketle karşı karşıya getirebileceği, bu musibetle gayet açık bir surette anlaşılmıştır. Zira, Peygamber Efendimiz, Ayneyn tepesine yerleştirdiği okçulara, yerlerinden ayrılmamaları için şiddetli emir verip tembihlediği halde, onlar, “Müslümanlar galip geldiler” düşüncesiyle yerlerini terk ederek bu emre muhalefet ettiler. Yerlerini terk etmeleri neticesinde ise, Müslümanların elde ettikleri parlak muzafferiyet bir anda acı bir mağlubiyete döndü.
2) Peygamberlerin de dünya mihnet ve meşakkatinden uzak kalmayacakları dersi verilmiştir. Zira, onlar, insanlara her hususta rehber gönderilmişlerdir. Peygamber Efendimiz de, bütün insanlığa mutlak rehber ve imam olarak gönderilmiştir; ta ki insanlar, gerek şahsî ve gerekse içtimaî hayatlarını alâkadar eden düsturları ondan öğrensin. Eğer İlâhî yardıma mazhar olup, her halinde harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit mutlak imam ve insanlığın en büyük rehberi olamazdı.
Bu hikmete binaendir ki Peygamber Efendimiz, yalnız davasını tasdik ettirmek için ara sıra ihtiyaç duyulduğunda, münkirlerin inkârlarını kırmak için mucize göstermiştir; sâir zamanlarda o da diğer insanlar gibi Cenab-ı Hakk’ın kâinata koyduğu adetullah kanunları çerçevesinde hareket ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “sipere girmeyi” emrederdi. Uhud’da olduğu gibi de yara alır, zahmet çekerdi. Ayrıca şayet Peygamber Efendimiz, her zaman İlâhî yardıma mazhar olup mucizeler göstermiş olsaydı, o zaman aklı bir nevi imana icbar etmiş duruma girerdi. Bu ise, dünyadaki imtihanın sırrına aykırı olurdu. O zaman, ister istemez Ebû Cehil de, Ebû Leheb de iman edip Hz. Ebû Bekir es-Sıddık safına geçecekti. Gerçek Müslümanlarla münafıkların birbirlerinden ayırt edilmesi bu durumda mümkün olmazdı.
Bilhassa, muharebeler esnasında, İlâhî yardımların zaman zaman gecikmesi neticesinde, kalben iman etmemiş münafıklar, sözleri ve davranışları ile kendilerini açığa vuruyorlardı. Böylece, onları tanıyabilme imkânı da doğmuş oluyordu.
3) Müşrikler içinde, o zamanda, sahabeler safında bulunan büyük sahabelere istikbâlde mukabil gelecek Hz. Hâlid b. Velid, Amr b. Âs gibi birçok zât vardı. Denilebilir ki hikmet-i İlâhîyye, istikbâlde sahabeler safında yer alıp büyük hizmetler görecek olan bu zâtların şanlı ve şerefli olan istikbâlleri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, istikbâlde elde edecekleri hasenatlarına bir peşin mükâfat olsun diye, bu galibiyeti onlara vermiş.
“Demek, mâzideki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlup olmuşlar; ta o müstakbel sahabeler, berk-i süyûf [kılıç] korkusuyla değil, belki barika-i hakikat şevkiyle İslamiyete girsin ve o şehamet-i fıtrîyeleri çok zillet çekmesin!”[86]
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 37.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 64; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 37
[4] Benî Mustalık’la Benî Hevnb. Huzeyme, Mekke’nin alt tarafındaki Hubşa dağı eteklerinde toplanıp düşmanlarına karşı, sonuna kadar birlikte hareket edecekleri hakkında Mekkeli müşriklerle anlaşmış oldukları için, toplantı yerlerine nisbetle bu kabîlelere “Ahabiş” adı verilmiştir.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 37; Taberî, Tarih, c. 3, s. 12.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 31.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 66-67; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 37-38.
[8] Buharî, Sahih, c. 3, s. 27; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 22.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 45; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 24.
[10] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 1. s. 353.
[11] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 24.
[12] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 315.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 68; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 38.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 63; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 63; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[17] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 349; İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 206; Beyhakî, Sünen, c. 9, s. 24.
[18] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1168.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 232.
[20] Taberî, Tarih, c. 3, s. 12-13.
[21] Vakidî, Megazi, s. 169-170.
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 68; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[24] Âl-i İmrân, 122.
[25] Âl-i İmrân, 166-167.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 164-165.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 165.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 502-503.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 165.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 69; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[31] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70.
[32] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 40.
[33] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 40.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70-71; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 40.
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 41.
[36] Taberî, Tarih, c. 3, s. 17.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 71.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 73; Taberî, Tarih, c. 3, s. 15.
[39] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 87; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 3, s. 232.
[40] İbn Hişam, a.g.e., c. s. 84; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 410.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 410.
[42] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85.
[43] Âl-i İmrân, 128-129.
[44] Taberî, Tarih, c. 3, s. 17.
[45] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 141; Buharî, Sahih, c. 3, s. 22-23, İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 290.
[46] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 217.
[47] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 644.
[48] Vakidî, Megazi, s. 199.
[49] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 218.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 3. s. 76.
[51] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 76.
[52] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 275.
[53] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 42.
[54] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 77.
[55] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 46.
[56] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 88.
[57] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 84-86; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 413-415.
[58] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 171-172; Taberî, Tarih, c. 3. s. 26.
[59] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 172; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[60] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[61] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 24.
[62] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 89.
[63] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89.
[64] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 125.
[65] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 324; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 13.
[66] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 99-100; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Taberî, Tarih, c. 3, s. 24.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14.
[68] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102; İbn- Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 360.
[69] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103.
[70] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102.
[71] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.13-14.
[72] Ahzab, 23.
[73] Buharî, Sahih, c. 2, s. 26.
[74] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 174; Nesaî, Sünen, c. 4, s. 83.
[75] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 424.
[76] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 2, s. 119.
[77] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 106.
[78] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 106.
[79] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 176.
[80] İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 154.
[81] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 49.
[82] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 107.
[83] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 110-111; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 108-109.
[85] Âl-i İmrân, 172-173.
[86] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 26. 3, s. 99-100; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Taberî, Tarih, c. 3, s. 24.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14.
[68] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102; İbn- Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 360.
[69] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103.
[70] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102.
[71] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.13-14.
[72] Ahzab, 23.
[73] Buharî, Sahih, c. 2, s. 26.
[74] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 174; Nesaî, Sünen, c. 4, s. 83.
[75] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 424.
[76] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 2, s. 119.
[77] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 106.
[78] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 106.
[79] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 176.
[80] İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 154.
[81] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 49.
[82] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 107.
[83] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 110-111; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 108-109.
[85] Âl-i İmrân, 172-173.
[86] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 26.