Hicret’in 9. senesi, İslam’ın Arabistan Yarımadası’nda bütün haşmetiyle yayıldığı senedir. Bir taraftan dalga dalga insanlar Medine’ye gelerek Resûl-i Ekrem’e İslamiyet üzerine bîat ediyor, diğer taraftan Müslüman olmuş kabilelerin dinî ve idarî işlerini tanzim etmek gayesiyle etrafa memurlar ve vâliler gönderiliyordu. Hülâsa, Asr-ı Saadet’te İslam, 9. Hicrî senede en şaşaalı ve ihtişamlı devrini yaşıyordu.
Ancak parlayan bu güneşin haşmetini çekemeyen devletler de vardı. Onlardan biri, o zamanın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans’tı. Başında Kayser Heraklius vardı. Çevredeki Hıristiyan Araplardan da gördüğü tahrik neticesinde Din-i Mübîn-i İslam’ı ve müntesiplerini ortadan kaldırmak maksadıyla büyük bir ordu hazırlıyordu. Bu maksatla Cüzam, Lahm, Âmile, Gassan v.s. kabileler de Heraklius’un bu ordusuna katılacaklardı.[1]Bir insan seli halinde Medine üzerine akacak ve güya Müslümanları imhâ edeceklerdi.
Durumu Resûlullah Efendimiz derhal haber aldı ve ânında hazırlığa başladı.
Peygamber Efendimiz, herhangi bir gazâya çıkarken, maksadını açıklamazdı; bir başka yere gidecekmiş gibi davranır ve konuşurdu.
Bu sefer öyle yapmadı. Halkın ona göre hazırlanması için, gidilecek yerin uzaklığını, zamanın kıtlık ve yokluk zamanı olduğunu, düşmanın da çokluğunu açıkça mücahitlere bildirdi.[2]
Medine içinde harp hazırlıkları başlarken, Peygamber Efendimiz, etraftaki Müslüman kabilelere de haber gönderdi ve harp için mücahit istedi.[3]
Zenginlerin Yardımı
Her tarafta kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Harbe iştirak edecek mücahitlerden birçoğunun silah satın alacak, harp hazırlığı için sarfedecek paraları yoktu.
Resûl-i Ekrem, Müslüman zenginleri, harp hazırlığı ve teçhizatı için yardıma çağırdı.
Hali vakti yerinde olan Müslümanlar, bu davete derhal icabet ettiler.
Hz. Ömer’in Yardımı
Hz. Ömer, Nebiyy-i Ekrem Efendimizin davetine koşanların başındaydı. Kendi kendine, “Bugün Ebû Bekir’i geçeceğim!” diyordu. Malının yarısını alıp Peygamber Efendimize getirdi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Ömer! Ev halkına ne bıraktın?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Size getirdiğimin bir mislini bıraktım” dedi.[4]
Hz. Ebû Bekir’in Yardımı
Hz. Ebû Bekir, bütün serveti olan dört bin dirhem[5]gümüşü alıp huzur-u Risâlete getirdi.
Hz. Ömer, onun ne getirmiş olduğunu merakla öğrenmek istiyordu.
Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Bekir! Ev halkına ne bıraktın?” diye sordu.
Sıddık-ı Ekber sevinçle, “Onlara, Allah ve Resûlünü bıraktım!”[6]cevabını verdi.
Bu fedakârlık karşısında Hz. Ömerü’l-Faruk’un gözleri yaşardı ve “Anam babam sana feda olsun ey Ebû Bekir!” dedi. “Hayır yolundaki her yarışta beni muhakkak geçiyorsun! Artık hiçbir şeyde seni geçemeyeceğimi iyice anladım!”[7]
Hz. Osman’ın Yardımı
“Zinnureyn” lakabının sahibi Hz. Osman, o sırada Şam’a göndermek üzere bir ticaret kervanı hazırlamıştı. Yardım daveti üzerine, kervanı Şam’a göndermekten vazgeçti ve üç yüz deveyi üzerindeki mallarla birlikte Hz. Resûlullah’a teslim etti. Ayrıca elli at ve bin altın nakit hibe etti.
Hz. Osman b. Affan’ın bu fedakârlığı karşısında Server-i Kâinat Efendimiz, “Allahım, ben Osman’dan râzıyım, sen de ondan râzı ol!”[8]buyurdu.
Hz. Abdurrahman b. Avf’ın Yardımı
Hz. Resûlullah’ın yardım davetine Abdurrahman b. Avf (r.a.), dört bin dirhemle koştu.
“Yâ Resûlallah!” dedi. “Bu dört bin dirhemi size takdim ediyorum; bir o kadarını da ev halkım için bıraktım.”
Resûl-i Ekrem, “Getirdiğin de, ev halkına bıraktığın da bereketli olsun!” buyurdu.[9]
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin bu duası bereketiyledir ki Abdurrahman b. Avf Hazretleri vefat ettiği zaman, dört hanımından sadece her birisinin miras hissesine on sekiz bin miskal altın düştüğünü görmüşlerdi.[10]
Daha birçok Müslüman, ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmadılar. Kimi hurma getiriyor, kimi devesini getirip ordunun hizmetine veriyordu. Hiçbiri, getireceği şeyin büyüklüğüne, azlığına, ehemmiyetsizliğine bakıp yardıma koşmaktan geri kalmıyordu.
Bir Sa’ Hurmayla Yardıma Koşan Zât
Ebû Akîl, elinde bir sa’ hurmayla Resûlullah’ın huzuruna geldi.
“Yâ Resûlallah!” dedi. “İki sa’ hurma karşılığında bütün gece sırtımla su çektim. Bu iki sa’dan birini ev halkım için bıraktım, diğerini de Rabbimin rızasını kazanmak için size getirdim!”
Bundan son derece mütehassis olan Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allah, senin getirdiğini de, ev halkına bıraktığını da bereketli kılsın!” diye buyurdu ve getirilen hurmaların sadakalar kısmına dökülmesini emretti.[11]
Bir başka fakir Müslüman olan Ulbe b. Zeyd, Allah Resûlünün bu davetine can-ü gönülden bir şeylerle katılmak istiyordu. Ama götürecek hemen hemen hiçbir şeyi yoktu. Allah’a yalvardı: “Ey Allahım! Sen, cihada çıkmayı emrettin. Hâlbuki beni, Resûlünle birlikte cihada çıkabilecek bir bineğe sahip kılmadın.” Sonra, kendilerinden yararlandığı bazı şeylerle Hz. Resûlullah’ın huzuruna geldi.
“Yâ Resûlallah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Kendisinden faydalandığım şu şeyleri tasadduk ediyorum” dedi ve ilave etti: “Bundan dolayı, beni üzen veya bana kötü söyleyen ya da benimle ‘Bu da tasadduk edilir mi?’ deyip eğlenecek kimseye hakkımı helâl ediyorum!”[12]
Peygamber Efendimiz, “Allah, sadakanı kabul buyursun!” dedi.
Ertesi gün, Peygamber Efendimiz, ashabına, “Şu gece tasaddukta bulunmuş kişi nerededir?” diye sordu.
Kimsede bir hareket görülmedi.
Bu sefer Efendimiz, “Gece sadakayı veren nerede ise ayağa kalksın!” buyurdu.
Ulbe ayağa kalktı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben, senin sadakanı kabul ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sen, sadakası kabul olunanların divânına yazıldın!”[13]buyurdu.
Ulbe, bundan son derece memnun oldu.
Müslüman Kadınların Fedakârlığı
Müslüman kadınların bu yolda gösterdikleri fedakârlıklar da takdire şâyandı. Boyunlarında, el ve kulaklarında ne kadar ziynet eşyası varsa, Allah yolunda cihada çıkacak olan ordunun hazırlığı için getirip onları Hz. Resûlullah’a seve seve teslim etmekte asla tereddüt göstermiyorlardı.
Eslem kabilesine mensup Ümmü Sinan der ki:
“Âişe’nin (r.anha) evinde, Resûlullah’ın (a.s.m.) önüne serilmiş bir örtü gördüm. Üzerinde fil dişinden bilezikler, pazubentler, yüzükler, halhallar, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak kayışlar ile kadınlar tarafından gönderilen ve Müslümanların savaşa hazırlanmalarına yarayan birtakım şeyler bulunuyordu.”[14]
İşte, bütün bu yardımlarla, kıtlık, yoksulluk ve fakirlik yüzünden harbe iştirak edecek durumdan mahrum bulunan birçok Müslümana da silah tedarik edildi, sefer hazırlığı yapıldı, harp teçhizatı sağlandı.
Bekkâun
Harbe iştirak etmek isteyenler öylesine çoktu ki zengin ashabın yardımları bile onların teçhizi için kâfi gelmiyordu. Durumları müsait olmayanlar, Resûlullah’a, sefere gönüllü olarak katılmak istediklerini belirtiyorlar, ancak kimine binecek deve, kimine silah, kimine ise yol azığı tedarik edilemediğinden kabul edilmiyordu.
Red cevabı alanlar arasında “Bekkâun,” yani “Ağlayanlar” diye meşhur yedi zât vardı ki şunlardı:
Salim b. Umeyr, Amr b. Hümam, Ulbe b. Zeyd, Irbez b. Sariyye, Ebû Leylâ Abdurrahman b. Ka’b, Abdullah b. Mugaffel ve Heremî b. Abdullah.[15]
Bu yedi zât, harp hazırlıkları sırasında Peygamberimizin huzuruna çıkarak, “Yâ Resûlallah! Sefere çıkmak isteriz; ancak binecek devemiz, yolda yiyecek azığımız yok!” diyerek durumlarını arz ettiler.
Resûl-i Ekrem, “Size verecek binek kalmadı” buyurunca, üzüntülerinden ağlayarak huzur-u Risâletten ayrıldılar.[16]
Cenab-ı Hak, bu fedakâr sahabeler hakkında şöyle buyurdu:
“Bir de o kimselere günah yoktur ki kendilerini bindirip savaşa sevkedesin diye sana geldikleri zaman (kendilerine), ‘Sizi bindirecek bir hayvan bulamıyorum’ demiştin. Bu uğurda sarfedecekleri şeyi bulamadıklarından dolayı kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler.”[17]
Harbe iştirak edemeyecekleri endişesiyle üzüntülerinden gözyaşı dökerek Peygamberimizin huzurundan ayrılan bu sahabeler, bu ayetin inmesiyle zengin sahabeler tarafından birer ikişer teçhiz edildiler. Böylece, harbe iştirak etme imkânı kendilerine tanınmış oldu. Rivayete göre, bunların üçünü Hz. Osman b. Affan, ikisini Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, ikisini de Yamin b. Umeyr harp için teçhiz etmişlerdir.[18]
Münafıklar Sahnede
Sıcaklık, kıtlık ve kuraklık her tarafı kasıp kavuruyordu. Bahçelerde meyvelerin tam olgunlaştığı bir zamandı. İnsanların, güneşin kavurucu sıcaklığından birazcık olsun uzak kalmak amacıyla bağ ve bahçelerindeki ağaçların gölgelerine oturmak için en şiddetli arzuyu duydukları bir mevsimdi. Ve böyle bir zamanda İslam ordusu, dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Bizans’a karşı harbe çıkacaktı. Gönüllerinde Allah muhabbeti yerine dünya, mal, mülk sevgisi bulunan kimseler, buna nasıl iştirak edebilirlerdi, bu sıkıntılara nasıl katlanabilirlerdi?
Nitekim dünyaya adeta kopmaz bağlarla bağlı bulunan ve dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden münafıkların yine ortalığı karıştırmaya başladığı görülüyordu. Reisleri Abdullah b. Übey, Müslümanlar arasına fitne sokmak, onlarda harbe karşı bir gevşeklik, bir çekingenlik meydana getirmek gayesiyle şöyle konuşuyordu:
“Muhammed, Roma devletini oyuncak mı zannediyor? Onun ve ashabının esir düşeceklerini şimdiden görür gibiyim!”[19]
Diğer münafıklar da, “Bu sıcakta harbe mi çıkılır?” diyorlardı.[20]
Cenab-ı Hak, münafıkların bu sözleri üzerine şu ayet-i kerimeyi inzâl buyurdu:
“Tebük Savaşı’na iştirak etmeyip geri kalan münafıklar, Resûlullah’a muhalefet ederek oturup kalmalarıyla sevindiler; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücadele etmeyi çirkin gördüler ve ‘Bu sıcakta harbe çıkmayın!’ dediler. De ki:
“‘Cehennem ateşi daha sıcaktır; fakat gidecekleri yeri bilseler...’”[21]
Bazıları da, kadınlara düşkünlüğünü, harbe iştirak etmemek için bahane ediyordu. Bunun üzerine de şu ayet-i celîle nâzil oldu:
“O münafıklardan kimi de şöyle diyecektir:
“‘Bana izin ver, beni fitne ve isyana düşürme!’
“Bilmiş ol ki onlar, fitneye düşmüşlerdir. Şüphe yok ki cehennem, kâfirleri kuşatıcıdır.”[22]
Daha birçok münafık, böylesine sudan bahanelerle Peygamber Efendimizden izin istediler. Bunun üzerine, seksenden fazla münâfığa izin verildi.
Onlar, Peygamber Efendimize beyan ettikleri özürlerinde yalancı idiler; Allah ve Resûlüne gönülden inanmış kimseler değillerdi. Cenab-ı Hak, şu ayetiyle de onların bu durumunu Resûlüne haber veriyordu:
“Senden izin isteyenler, ancak Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyenler, kalpleri şüpheye düşenlerdir. Onlar şüphe içinde bocalayıp dururlar.”[23]
Bir sonraki ayette de, Allahü Teâlâ, yerlerinde oturup kalanlara bakıp ümitsizliğe kapılmamaları için Müslümanları teselli ediyordu: “Eğer aranızda onlar da cihada çıksalardı, içinizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, bozgunculuğa koşarlardı!”[24]
Münafıklar gürûhunun sudan bahanelerle harbe iştirak etmeyişleri, Allah ve Resûlüne gönülden bağlı olan mücahitleri cihada çıkmak hususunda asla tereddüde düşürmedi.
İslam Ordusu Hazır
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her türlü sıkıntı ve imkânsızlıklara rağmen Seniyyetü’l-Veda ordugâhında ordusunu hazırladı. Ordu, otuz bin kişi idi. Bunun on binini süvariler teşkil ediyordu.[25]
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Medine’de yerine Muhammed b. Mesleme’yi (r.a.) vekil bıraktı.[26]
Hz. Ali de, İslam ordusuyla Seniyyetü’l-Veda’ya kadar gelmişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onu huzuruna çağırdı ve “Medine’de muhakkak ya ben kalacağım ya da sen kalacaksın”[27]buyurdu; sonra da onu, her iki ev halkının işleriyle meşgul olmak üzere Medine’de bırakacağını söyledi.
Hz. Ali ağladı. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Gittiğin her tarafta ben senin yanında bulunmak isterdim; tek arzum buydu. Beni çocuk ve kadınlar arasında vekil mi bırakıyorsun?”[28]
Peygamber Efendimiz cevaben, “Bana göre sen, Mûsa’ya göre Harun[29]gibi olmaya râzı olmaz mısın? Şu kadar farkla ki benden sonra peygamber gelmeyecektir!” buyurunca, Hz. Ali hiç beklemeden son sürat Medine’ye geri döndü.[30]
Peygamber Efendimiz, orduya hareket emrini vermeden önce, en büyük sancağı Hz. Ebû Bekir’e teslim etti;[31]en büyük bayrağı ise Zübeyr b. Sâbit’e verdi.
İslam Ordusunun Medine’den Hareketi
Receb ayının bir Perşembe günü idi.
Güneşin batışına yakındı. Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle İslam Ordusu Medine’den Tebük’e doğru harekete geçti. Gönüllü olarak Allah yolunda cihada çıkan mücahitlerde, bunca sıkıntı ve nâmüsait şartlara rağmen en ufak bir tereddüt ve gevşeme yoktu. Geçici sıcaklığa ve sıkıntılara karşılık ahiret âleminde sonsuz nimetlere kavuşacaklarını, Allah’ın cemâliyle müşerref olacaklarını biliyorlardı. Güneşin kavurucu sıcaklığı, imanlı gönüllerindeki serinliğe tesir edemiyordu. Maddî sıkıntı ve imkânsızlıklar İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda savaşmaya olan aşk ve şevklerini kıramıyordu. Bu ulvî ve kutsî duygularla yollarına devam ediyorlardı.
Hz. Ali’nin Arkadan İslam Ordusuna Yetişmesi
Peygamber Efendimiz tarafından Hz. Ali’nin Medine’de bırakılması üzerine de münafıklar, ileri geri konuşmaya başladılar. Maksatları, bunu vesile ederek İslam câmiasında bir huzursuzluk meydana getirmekti. Şöyle diyorlardı:
“Herhalde, onu yanında götürmek istemediğinden Medine’de bıraktı!”[32]
Hz. Ali bu sözleri duyar da durur mu? Derhal silahlanıp İslam ordusunun arkasına düştü; Cürf denilen mevkide Resûl-i Kibriya Efendimizle buluştu.
Peygamber Efendimiz, “Yâ Ali, neden dolayı çıkıp geldin?” diye sordu.
Hz. Ali, “Yâ Resûlallah! Münafıklar, senin bana kıymet vermediğini söylüyorlar, ‘bende görüp hoşlanmadığın bir şeyden dolayı beni yanında götürmediğinden’ söz ediyorlar!”[33]
Peygamber Efendimiz, işin mahiyetini anlamıştı. Güldü.
“Onlar, yalan söylemişlerdir. Ben seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Derhal geri dön! Gerek benim ev halkım ve gerek senin ev halkın içinde vekilim ol!” buyurdu.[34]
Hz. Ali, Efendimizin sözlerini tasdik edip derhal Medine’ye döndü.[35]
Medine’de birçok münafık kalmıştı. Bunların, herhangi bir karışıklığa ve bozgunculuğa tevessül edebileceklerini de göz önünde bulundurarak, Peygamber Efendimizin Hz. Ali’yi Medine’de bıraktığı da söylenebilir.
Meşhur Üç Kişi
Bir kısım münafığın sefere katılmayışı yanında, ne yazık ki samimi Müslümanlardan Ka’b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî’ de sırf ihmâlkârlıkları yüzünden Medine’de kaldılar.[36]
Bu meşhur üç kişi hakkında vâkî olacak muameleyi, Peygamber Efendimizin Medine’ye dönüşünden sonra anlatacağız.
Ebû Zerr’in Geride Kalışı ve Bir Mucizenin Zuhuru
Fahr-i Kâinat kumandasındaki İslam ordusu, güneşin sıcaklığına, çölün kavuruculuğuna aldırmadan yoluna devam ediyordu.
Bir ara mücahitler, “Yâ Resûlallah! Ebû Zerr, devesi yürümediğinden geride kalmış” dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Eğer onda bir hayır varsa, Yüce Allah, onu bize kavuşturur” buyurdu.[37]
Ebû Zerr (r.a.), devesi zayıf olduğu için geride kalmıştı; devesinin yürüyemeyeceğini anlayınca da eşyasını sırtına almış, şiddetli sıcaklar altında yaya olarak ordunun arkasına düşmüştü.
Ordu, bir konak yerinde istirahate çekilmişken, uzaktan birinin gelmekte olduğu görüldü; yaklaşan, Ebû Zerr’di. Mücahitler, Peygamber Efendimize haber verdiler. Şöyle buyurdular:
“Allah, Ebû Zerr’e merhamet etsin! O, yalnız yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur!”[38]
Bu ferman-ı Nebevî’den seneler sonra, Hz. Osman’ın hilâfeti sırasındaydı.
Şam’da ikamet etmekte olan Ebû Zerr, bir gün, “Altını ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte bunları, elem verici bir azapla müjdele!”[39]meâlindeki ayet-i kerimeyi okudu.
Hz. Muaviye, “Bu, biz Müslümanlar hakkında değil, ehl-i kitap hakkındadır!” deyince, Hz. Ebû Zerr, “Hayır; bu hem bizim, hem de ehl-i kitap hakkındadır!” cevabını verdi.
Bu sebeple aralarında tartışma ve münakaşa çıktı.
Hz. Muaviye, bunun üzerine, “Ebû Zerr, Şam halkını rahatsız ediyor” diye yazıp, onu Hz. Osman’a şikayet etti.
Hz. Osman da onu Şam’dan Medine’ye çağırdı.
Medine’ye gelen Hz. Ebû Zerr’e İslam Halifesi, “Yanımda kal, bütün ihtiyaçlarını karşılayayım” diye teklifte bulundu. Fakat o, “Dünyanızdaki şeylerin bana gereği yok” diyerek bu teklifi kabul etmedi.
Bu sefer Hz. Osman, “İstersen, yakın bir yere çekil, orada kal” diye teklif etti.
Ebû Zerr, bunu kabul etti ve “Rebeze’ye gitmeme izin ver” diye dilekte bulundu.
Hz. Osman’ın izin vermesi üzerine de Medine’ye üç konak uzaklıkta bulunan Rebeze’ye gitti.
Bir müddet sonra rahatsızlandı. Yanında sadece zevcesi ile hizmetçisi vardı. Onlara, “Ölünce beni yıkayınız, kefenleyiniz. Sonra da cenazemi yolun ortasına koyunuz! Yanınıza uğrayacak ilk binitli yolculara, ‘Bu, Resûlullah’ın (a.s.m.) sahabesi Ebû Zerr’dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz’ deyiniz” diye vasiyet etti.
Hanımı ağlamaya başlayınca, “Niye ağlıyorsun?” diye sordu.
Hanımı, “Sen, ölüp gidersen ben ne yaparım? Elimde avucumda hiçbir şey bulunmadığı gibi, seni saracak bir kefen bile yok!” dedi.
Bunun üzerine Ebû Zerr, “Ağlamayı bırak” dedikten sonra şöyle konuştu:
“Bir gün birkaç kişiyle birlikte Resûlullah’ın huzurunda idik. Şöyle buyurdular:
“‘İçinizden birisi kır bir yerde vefat edecek; cenazesinde mü’minlerden küçük bir cemaat hazır bulunacaktır.’
“O mecliste benimle birlikte bulunanların hepsi, cemaatler içinde vefat ettiler. Sağ kalan bir tek ben varım. Şimdi de ben, kır yerde ölüyorum! Yolu gözetle! Söylediklerimin doğru çıkacağını göreceksin!”[40]
Bu sözlerinden bir müddet sonra, Hicret’in 32. senesinde yanında sadece hanımı ve hizmetçisi bulunduğu halde vefat ederek, Hz. Resûlullah’ın yirmi sene önce verdiği haberi tasdik etti.
Vefat edince, zevcesi ile hizmetçisi onun vasiyetini yerine getirdiler; yıkayıp kefenledikten sonra cenazesini yolun ortasına koydular.
Tam o sırada, umre yapmak üzere Iraklılardan küçük bir kafile çıkageldi. İçlerinde meşhur fakih Abdullah b. Mes’ûd da vardı.
Hizmetçisi ayağa kalkıp, “Bu, Resûlullah’ın sahabesi Ebû Zerr’dir. Gömülmesi için bize yardım ediniz” deyince, Hz. Abdullah b. Mes’ûd kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı ve Resûl-i Kibriya’nın seneler önceki fermanını tekrarladı: “Ebû Zerr, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür ve yalnız başına haşrolur!”
Sonra da hep beraber bu büyük sahabenin cenazesini defnettiler.[41]
İslam Ordusu, Hıcr’da
İslam ordusu, Hıcr mevkiine vardı. Burası sekizinci konak yerleri idi.
Medine’den yedi merhale mesafede bulunan, Şam yolu üzerindeki Hıcr, Hz. Sâlih’in (a.s.) kavmi olan Semûd’un geceyarısından sonra Cenab-ı Hak tarafından estirilen bir toz bulutuyla helâk olduğu yerdi.[42]
Buraya varınca, Peygamber Efendimiz, “Şu, azaba uğratılmış olanların evlerine, onların uğradıkları azaba uğrayacağınızdan korkarak ve ağlayarak giriniz” buyurdu.[43]
Mücahitler, Hıcr’ın kuyusundan su aldılar; onunla hamurlarını yoğurdular.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “O kuyunun suyundan içmeyiniz; ondan namaz için abdest de almayınız! Onunla yoğurduğunuz hamuru da, develere yem yapınız! Ondan hiçbir şey yemeyiniz!”[44]diye emretti.
Peygamberimizin Yağmur Duası
Hıcr mevkiinde sabahlayan İslam ordusunda büyük bir susuzluk başgösterdi. Mücahitlerin su kaplarında su kalmamıştı. Hz. Ömer o ânı şöyle anlatır:
“O kadar susamıştık ki susuzluktan boynumuzun kopacağını zannettik! Herhangi birimiz gidiyor, yüklerimizin arasında su arıyor, ancak orada su bulamadığımız gibi düşüp kalıyorduk. Hatta içimizden biri, devesini kesmiş, hörgücündeki suyu içmişti!”[45]
Münafıkların Dedikoduları
Müslümanlar arasında bulunan münafıklardan bazıları, bunu fırsat bilerek dedikoduya başladılar: “Eğer Muhammed gerçekten bir peygamber olsaydı, Mûsa Peygamberin kavmine, Allah’tan yağmur dileyip yağmur yağdırdığı gibi, o da Allah’tan yağmur diler, yağmur yağdırırdı!”
Peygamber Efendimiz, bu ileri geri konuşmaları duyunca, “Demek onlar, böyle söylüyorlar, öyle mi? Allah’ın, size yağmur yağdıracağını umarım” buyurdu.[46]
Hz. Ömer, sözlerine devamla der ki:
“Bütün bu güçlük ve sıkıntılar karşısında, Ebû Bekir, dayanamayarak, Resûlullah’a (a.s.m.) şu ricada bulundu:
“Yâ Resûlallah! Allah, duanızı kabul eder. Ne olur, bizim için hayır duada bulunsanız...’
“Resûlullah (a.s.m.), ‘Bunu istiyor musunuz?’ buyurdu.
“Ebû Bekir, ‘Evet yâ Resûlallah!’ dedi.
“Bunun üzerine Resûlullah (a.s.m.), ellerini açarak dua etti. Daha duasını bitirmeden, hava birdenbire karardı. Önce yağmur çiselemeye başladı, sonra da sağanak halinde boşaldı. Bütün mücahitler ellerindeki kablarını doldurdular.
“Konakladığımız yerden ayrılınca bir de ne görelim? Yağmur sadece ordunun bulunduğu bölge içine yağmış, o bölgenin dışında bir tek damla düşmemiş!”[47]
İşte, Kâinatın Efendisi, böylesine bir dua, bir niyaz ve istek ile Allah’ın ikram ve ihsanına mazhar oluyordu.
Hz. Resûlullah, hayatında bu tarz birçok mucizeye, ikram ve ihsana mazhar olmuştur. Bu da onun peygamberliğinin delillerinden biridir. Bu ikram ve ihsanları gözleriyle gören Müslümanların ise imanları daha da kuvvetleniyor, daha fazla mertebe katediyordu.
Kasvâ’nın Kaybolması
Sefer sırasında bir ara Resûl-i Ekrem Efendimizin devesi Kasvâ kayboldu.[48]Ashab-ı kiram bir süre aradılarsa da onu bulamadılar.
Münafıklar, bunu da fırsat bilerek, Hz. Resûlullah’ı rahatsız edici söz söylemekten geri durmadılar. Onlardan biri olan Zeyd b. Lusayt, “Şaşılacak şey! Muhammed, peygamber olduğunu söyler, gökten haber verir, fakat devesinin nerede olduğunu bilmez!”[49]diye söylendi.
Münafığın âdice sarf ettiği bu söz, Kâinatın Efendisine ulaştırılınca, “Vallahi, ben ancak Allah’ın bana bildirdiğini bilirim, ondan başkasını asla bilemem!” diye buyurdu ve ilave etti: “Şimdi de Allah bana bildirdi ki Kasvâ, filan ve filan dağların arasındaki vadidedir; yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz, onu bana getiriniz.”[50]
Sahabeler, Hz. Resûlullah’ın tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış halde buldular ve alıp getirdiler.[51]
Resûl-i Ekrem, ancak Cenab-ı Hakk’ın kendisine bildirmesiyle gaybı bilir, insanlar için gayb hükmünde olan hadiseleri haber verirdi. Bu, onun mazhar olduğu mucizelerinin bir nev’idir.
Resûlullah’ın, Allah’ın bildirmesiyle haber verdiği istikbâle âit bütün haberler, ashabın şehâdetiyle teker teker zuhur etmiştir.[52]
İslam Ordusu, Tebük’te
Nihayet, kavurucu sıcaklar altında ve sıcaktan adeta kaynayan kumlar üzerinde yapılan yorucu bir yolculuktan sonra İslam ordusu on dokuzuncu konak yeri olan Tebük’e vardı.
Fakat ortada ne Bizans ordusu, ne de başkası vardı. Doğu Roma İmparatoru, giriştiği hazırlıktan, cesaretsizliği sebebiyle son anda vazgeçmişti!
Ebû Hayseme’nin Gelişi
Ebû Hayseme, samimi bir Müslümandı. Sırf ihmâlkârlığı yüzünden İslam ordusuna katılamayıp, Medine’de kalmıştı.
İslam ordusunun Medine’den ayrılışından günlerce sonra, bir gün işinden evine dönmüştü. Hanımlarının çardağı süpürmüş, temizlemiş ve soğuk şerbetleri hazırlamış olduğunu görmüştü. Bu manzara birden âlemini değiştirdi. Çardağın kapısı önüne dikildi. Kadınlarına ve kendisi için hazırlanan şeylere bakarak, “Sübhanallah! Resûlullah (a.s.m.), yakıcı güneşin, rüzgâr ve sıcağın altında silahını boynunda taşısın da, Ebû Hayseme serin gölgede, yemeği hazırlanmış, iki güzel kadının yanında, mal ve mülkünün içinde oturup dursun. İnsaf mı bu?” diye konuştu. Sonra da kadınlarına dönerek, “Vallahi, Resûlullah’a (a.s.m.) gidip kavuşmadıkça, hiçbirinizin çardağına girmeyeceğim! Derhal yol azığımı hazırlayınız” dedi.[53]
Yol azığı hazırlanan Ebû Hayseme, derhal Medine’den Tebük’e doğru yola çıktı. İslam ordusu, Tebük’te konakladığı esnada, mücahitler, uzaktan bir atlının geldiğini fark ettiler:
“İşte, bakınız bir süvari geliyor!” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Ebû Hayseme mi ola? Onun olmasını isterdim!” dediler.
Biraz daha yaklaşınca, sahabeler onu tanıdılar; “Yâ Resûlallah! Vallahi, gelen Ebû Hayseme’dir!” dediler.
Ebû Hayseme, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna varıp selam verdi.
Resûl-i Ekrem, “Ebû Hayseme! Sen, helâke yaklaşmıştın!” buyurdu.
Olup bitenleri haber verince, Resûl-i Kibriya Efendimiz ona hayırla dua buyurdu.[54]
Peygamberimizin Tebük’teki Hutbesi
İslam ordusunun Tebük’te beklediği sıradaydı.
Peygamber Efendimiz, bir ara ayağa kalktı. Arkasını bir hurma ağacına dayayarak şu hutbeyi irad buyurdu:
“Size, insanların en hayırlısını ve en şerlisini haber vereyim mi?
“İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında ya da iki ayağı üzerinde, son nefesine kadar Allah yolunda çalışan kimsedir! İnsanların en şerlisi de, Allah’ın kitabını okuyup ondan hiç faydalanmayan azgın kimsedir!
“İyi biliniz ki sözlerin en doğrusu Allah’ın kitabıdır; yapışılacak en sağlam halka, takva kelimesidir; dinlerin hayırlısı, İslamiyettir; sünnetlerin hayırlısı, Muhammed’in sünnetleridir; sözlerin şereflisi, zikrullahtır; kıssaların güzeli, Kur’an’da olan kıssalardır; amellerin hayırlısı, Allah’ın yapılmasını mecbur kıldığı farzlardır; amellerin kötüsü, bid’atler, sonradan ihdas edilmiş [hoş olmayan] şeylerdir; en güzel yol, güzel yaşayış, Peygamberin yolu ve yaşayışıdır; ölümlerin şereflisi, şehitlerin ölümüdür; körlüğün körü, doğru yolu bulduktan sonra dalâlete sapmaktır; amellerin hayırlısı, faydalı olanıdır; doğru yolun hayırlısı, kendisine uyulandır; körlüğün kötüsü, kalp körlüğüdür; üst el, alt elden (veren el, alan elden) hayırlıdır; az olup yetişen şey, çok olup Allah’a taatten alıkoyandan hayırlıdır; özür dilemenin en fenası, ölüm gelip çattığı zamankidir; pişmanlığın kötüsü, kıyamet günündekidir; yanlışları en çok olan, dili en çok yalan söyleyendir; zenginliğin hayırlısı, gönül zenginliğidir; hikmetin başı, mehafetullahtır [Allah korkusudur]; şarap, içki, günahların her çeşidini bir araya toplayandır; gençlik, delilikten bir bölümdür; kazançların kötüsü, faiz kazancıdır; yemelerin kötüsü, yetim malı yemektir; mesut kişi, başkasının halinden ders ve ibret alandır; amellerde esas olan, neticeleridir; düşüncelerin kötüsü, yalan, yanlış düşüncelerdir; mü’mine sövmek, günah işlemektir ve dinî emirlere hürmetsizliktir; mü’mini öldürmek küfürdür; mü’minin etini yemek (dedikodu ve gıybetini yapmak) Allah’ın emirlerine karşı koymaktır; yalan yere, Allah adıyla yemin eden kişi, yalanlanır; af dileyen kişi, Allah tarafından affolunur; kim öfkesini yenerse, Allah onu mükâfatlandırır; uğradığı zarara katlanan kişiye, Allah karşılığını verir; Allah, zorluklara sabredip katlanan kimsenin sevabını kat kat artırır.
“Allahım, beni ve ümmetimi mağrifet eyle! Allahım, beni ve ümmetimi mağrifet eyle! Allahım, beni ve ümmetimi mağrifet eyle!
“Kendim ve sizin için Allah’tan mağrifet dilerim!”[55]
Peygamberimizin Tâunla İlgili Emri
Peygamber Efendimiz, Tebük’te iken, Şam taraflarında bir yerde tâun [veba] hastalığının ortaya çıkmış olduğunu duydu. Bunun üzerine, ashabına hitaben, “Bulunduğunuz herhangi bir yerde tâun zuhur ettiği zaman oradan çıkmayınız, kaçmayınız; tâun zuhur eden yere de sakın yaklaşmayınız!” diye buyurdu.[56]
Tıp ilminde veba veya yumurcak olarak isimlendirilen tâun, bulaşıcı hastalıklardan biridir. Hatta Avrupa’da bir ara korkunç olması sebebiyle “Kara Ölüm” diye de adlandırılmıştı. İşte, Peygamber Efendimiz, yukarıdaki sözleriyle, bu hastalığa karşı insanlığın tedbirli davranması gerektiğine ta bin dört yüz küsur sene önceden dikkat çekmiştir. Yukarıdaki sözleriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz, aynı zamanda, tıpta mühim bir yer işgal eden “karantina” usûlüne de ta o zamandan işaret buyurmuştur.
Peygamberimizin, Ashab-ı Kiramın Görüşünü Alması
Tebük’te konaklayan Resûl-i Kibriya Efendimiz, Şam üzerine yürünüp yürünmemesi hususunda ashab-ı kiramın görüşünü sordu.
Hz. Ömer söz alıp, “Yâ Resûlallah! Eğer gitmekle Allah tarafından emrolundunsa git!” diye konuştu.
Peygamber Efendimiz, “Eğer o hususta Allah’tan herhangi bir emir almış olsaydım, o zaman sizin görüşlerinizi öğrenmek istemezdim!” diye buyurdu.
O zaman Hz. Ömer, fikrini şöyle beyan etti:
“Yâ Resûlallah! Rumlar, sayıca oldukça kalabalıktırlar. Oralarda Müslümanlardan tek kişi bile yoktur. Onların yakınlarına yeterince gelmiş bulunuyorsunuz! Bu derece yaklaşmanız onları korkutmuştur. Uygun görürseniz, bu yıl buradan geri dönünüz yahut Allah Teâlâ, size bu husustaki emrini bildirir.”[57]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer’in bu görüşünü uygun buldu ve Tebük’ten ileri gitmedi.
Yalnız Peygamberimize Verilen Beş Şey
İslam ordusu, Tebük’te beklemeye devam ediyordu.
Peygamber Efendimiz bir gece teheccüd namazını kıldıktan sonra, çevresinde kendisini bekleyen sahabelere dönerek şöyle buyurdu:
“Daha önce hiçbir peygambere verilmeyen şu beş şey bana verildi:
“1) Benden önceki peygamberlerin her biri yalnız kendi kavimlerine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim.
“2) Yeryüzü bana mescit [namazgâh] ve temizlik vasıtası kılındı. Bunun için nerede olursam olayım, namaz vakti girince (su bulunmazsa) teyemmüm eder, namazımı orada kılarım. Ümmetimden herhangi biri, namaz vakti girince, bulunduğu yerde namazını kılsın. Benden önceki peygamberlerden hiçbirisine bu ihsan edilmemişti. Onların ümmetleri, namazlarını ancak kilise ve havralarında kılabilirlerdi.
“3) Ganimetler, bana helâl kılındı. Hâlbuki, benden önceki peygamberlerin hiçbirine helâl kılınmamıştı.
“4) Bana şefaat makamı verildi.
“5) Ben, bir aylık mesafedeki düşmanlarımın bile kalplerine korku salmakla yardım olundum.”[58]
Peygamberimizin, Hâlid b. Velid’i Dûmetü’l-Cendel’e Göndermesi
Tebük’ten ileri gitmeme kararı veren Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu esnada Hz. Hâlid b. Velid’i, yanına dört yüz süvari vererek Dûmetü’l-Cendel’de bulunan Kindelerin Kralı Hıristiyan Ükeydir b. Abdülmelik’e göndermek istedi.
Hz. Hâlid, “Yâ Resûlallah! Her tarafını iyice bilmediğim geniş memlekette, bu kadar az sayıda insanla gidip onu bulmam nasıl mümkün olur?” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Sen, muhakkak onu, yabanî sığır avlarken bulacak ve yakalayacaksın! Yakalayınca, onu öldürme, bana getir!” diye ferman etti.[59]
Bunun üzerine Hz. Hâlid, beraberindeki mücahitlerle Tebük’ten, Şam’ın Medine’ye en yakın beldelerinden olan Dûmetü’l-Cendel’e doğru hareket etti. Oraya vardığında, Resûl-i Kibriya Efendimizin haber verdiği gibi, Ükeydir’i yabanî sığır avlarken görüp yakaladı;[60]daha sonra, onu ve kardeşini alıp Hz. Resûlullah’ın huzuruna getirdi. Peygamber Efendimiz, onları Müslüman olmaya davet etti. Buna yanaşmadılar, fakat cizye vermeyi kabul ettiler. Bunun üzerine kanları bağışlandı. Onlar da Tebük’ten ayrılıp memleketlerine döndüler.[61]
Eyle Hükümdarının Peygamberimize Gelmesi
Peygamber Efendimiz, henüz Tebük’ten ayrılmadığı sırada, Eyle[62]Hükümdarı Yuhanne b. Ru’be, çıkıp huzura geldi; sulh yapmak istediğini belirtti. Her sene muayyen miktarda cizye vermek üzere, Peygamber Efendimiz onunla anlaşma yaptı.[63]
Peygamber Efendimiz, ayrıca Yuhanne ve Eyle halkı için şu yazıyı yazdırdı:
“Bismillahirrahmânirrahîm!
“Bu, Allah ve Allah’ın Resûlü Muhammed tarafından Yuhanne b. Ru’be ile Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezenleri için eman yazısıdır:
“Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah’ın ve Muhammed Peygamberin himâyesindedirler. Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki malı koruyamayacaktır. Gerek su almak isteyen, gerek denizde veya karada dilediği yola gitmek isteyene mani olmak helâl olmayacaktır.
“Bunu, Resûlullah’ın izniyle Cuheym b. Salt ve Şürahbil b. Hasene yazdı.”[64]
Cerba ve Ezruh Halkıyla Anlaşma
İslam ordusunun Tebük’te ikameti sırasında Şam ülkelerinden Yahudi olan Cerba ve Ezruh halkı da, Peygamber Efendimize gelerek, cizye vermek suretiyle eman dilediler. Peygamber Efendimiz tekliflerini kabul etti. Bir anlaşma metni yazılarak, kendilerine eman verildiği, kayıt altına alındı.[65]
Bir Parça Azığın Bir Orduya Yetmesi
Tebük’ten ayrılmak üzere hazırlıklar yapılıyordu. Bu esnada sahabelerden bazıları, mücahitlerin azıklarının tükenmiş olduğunu ve büyük sıkıntıya düştüklerini gelip şikayet suretinde Peygamberimize arz ettiler; sonra da, “Yâ Resûlallah! Müsaade buyursanız da, su taşıdığımız develerimizi boğazlasak, onların etini yesek olmaz mı?” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Olur, öyle yapınız” diyerek müsaade etti.
Onlar da bunun üzerine gidip develerini kesme hazırlığına koyuldular.
Bu esnada Hz. Ömer yanlarına geldi. Develerini kesmekten vazgeçmelerini söyledikten sonra, Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna vardı. “Yâ Resûlallah! Halkın bindikleri develerini kesmeye izin mi verdiniz?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Uğradıkları açlıktan bana şikayet ettiler. Ben de buna müsaade ettim” buyurdu.
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah” dedi. “Mücahitler böyle yaparlarsa, binilecek deve kalmaz! Sen, onların arta kalan azıklarını getirt, bir araya topla; onlar üzerinde bereket duası yap! Yüce Allah, herhalde senin duanı kabul eder ve o yiyeceklere bereket ihsan buyurur.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Olur” buyurdu.
Bunun üzerine mücahitler, ellerinde kalan azıklarını getirdiler; Peygamber Efendimizin serdiği deri bir yaygı üzerine bıraktılar. Kimisi bir avuç hurma, kimisi bir avuç un, kimisi bir avuç darı v.s. getirmişti.
Yaygının üzerinde toplanan, çok az bir şeydi. Üç sa’ (3.120 gram) var veya yoktu!
Peygamber Efendimiz, kalkıp abdest aldı, arkasından iki rekât namaz kıldı; sonra da, yiyeceklerin bereketlenmesi için Cenab-ı Hakk’a niyazda bulundu. Peşinden de sahabelere hitaben, “Kaplarınıza alınız” buyurdu.
Herkes getirdiği kabını doldurdu; hiçbir kap boş kalmadı. Doyuncaya kadar da, yaygının üzerindeki azıktan yediler. Sonunda gördüler ki yaygının üzerinde toplanan azık kadar hâlâ duruyor![66]
Tebük’ten Ayrılış
Peygamber Efendimiz yirmi gün kaldıktan sonra ashabıyla Tebük’ten Medine’ye doğru harekete geçti.[67]
Resûl-i Ekrem Efendimizin devesinin yuları, Ammar b. Yasir’in elindeydi; arkadan ise deveyi Huzeyfe b. Yeman sürüyordu.
Bu arada, “bir grup münafığın gece karanlığında kendisine suikastte bulunacağı” Resûl-i Kibriya Efendimize, Cenab-ı Hak tarafından haber verildi. Bu sebeple Resûl-i Ekrem devamlı etrafını gözetliyor, her an dikkatli bulunuyordu.
Bir ara karanlıkta bir grubun kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bunlar, suikasti plânlayan münafıklardı. Yoldaki dar boğazda Peygamber Efendimizi pusuya düşürmeyi plânlamışlardı.
Peygamberimiz, hemen Hz. Huzeyfe’ye onları dağıtma emri verdi. Hz. Huzeyfe üzerlerine yürüyerek, “Ey Allah’ın düşmanları!” diye bağırdı. Birden korkuya kapılarak ordunun içine karıştılar.[68]
Resûl-i Ekrem Efendimize münafıkların bu tarz bir suikaste teşebbüs ettiklerini öğrenen Hz. Üseyd b. Hudayr, fena halde hiddete geldi. Ordudaki münafıkların boyunlarını vurmak için izin istediyse de Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Halkın, ‘Müşriklerle arasındaki savaş sona erince, Muhammed, ashabını öldürmeye başladı’ diye yaygara yapmalarını hoş görmem” buyurdu.
Üseyd b. Hudayr, “Yâ Resûlallah, bunlar senin ashabın değiller ki!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Mademki dilleriyle kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olduklarını izhar etmişlerdir, şu halde onlara dokunamayız!” buyurdu.[69]
Mescid-i Dırâr
Peygamber Efendimiz, Tebük Seferi’ne hazırlandığı sıradaydı. Kubalı bir grup münafık huzura çıkarak, “Yâ Resûlallah! Yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve uzak yere gidemeyeceklerin namaz kılmaları için bir mescit yapmış bulunuyoruz” dedikten sonra ilave etmişlerdi: “Senin gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz.”[70]
Dillerinden dökülen bu cümleler, zâhire bakılırsa, masum bir niyetin ifadesi olarak görünüyordu. Ne var ki içlerinde gizledikleri menhus niyet başkaydı. Maksatları, küçük plânda dahi olsa Müslüman cemaati bölmek, İslam’ın ilk mescidi olan Kuba Mescidi’nden, inşa ettikleri mescide adam çekip kendi nifak saçan emellerine onları âlet etmeye çalışmaktı. Bu hususta, bizzat Peygamber Efendimizin “fâsık” diye adlandırdığı Ebû Âmir Rahib Abdi Amr[71]da, kendilerine yardım edeceğine söz vermişti: “Siz, bir mescit yapınız ve içine mümkün olduğu kadar silah depo ediniz. Ben de Rum Hükümdarı Kayser’e gideceğim. Rumlardan asker getirtip, Muhammed ve ashabını Medine’den çıkaracağım!”[72]
Ne var ki Resûl-i Kibriya Efendimiz, içlerinde gizledikleri bu menhus niyet ve çirkin maksatlarını bilmiyordu. Bu sebeple onlara, “Şu sırada Tebük Seferi’ne çıkmak üzereyim. Seferden dönersek ve Allah da dilerse, gelir mescidinizde size namaz kıldırırız” buyurmuştu.[73]
Hz. Resûlullah’ı çağırmalarındaki asıl maksat, inşa ettikleri mescidin bir nevi kutsîyet ve meşruiyetini tescildi. Bu gerçekleşirse, halkı oraya çekip meş’um gayelerine âlet etmeleri daha da kolaylaşacaktı.
Hakikat-i halde böyle bir mescide ihtiyaç var mıydı?
Hayır... Ama münafıklık tohumlarının intişârı için böyle bir yuvaya, böyle bir toplantı yerine kendilerince gerek duymuşlardı.
Nihayet, Tebük Seferi neticelenmiş, Peygamber Efendimiz ashabıyla Medine’ye dönüyordu. Medine yakınında bu münafıklar Peygamberimizin yoluna çıkarak kendilerine olan sözünü yerine getirmesini istediler.[74]
Fakat Cenab-ı Hak, onların bu art niyetlerinin tahakkuk etmesine fırsat vermedi; işin iç yüzünü, orada Resûlüne inzal buyurduğu şu ayetlerle bildirdi:
“Bir de, zarar vermek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak için ve bundan önce, Allah ve Resûlü ile harp edenin gelmesini beklemek için bir bina yapıp onu mescit edinenler ve ‘Bununla, iyilikten başka bir şey kastetmedik’ diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Fakat Allah şahit ki onlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar!
“Ey Resûlüm! Sen, orada (Mescid-i Dırâr’da) hiçbir zaman namaza durma! Ta ilk gününden beri temelleri takva üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içerisinde namaza durman elbette daha lâyıktır. Orada günahlardan ve kirlerden temizlenmeyi seven erler vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever.
“Binasını, Allah korkusu ve O’nun rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını, yıkılacak bir yerin kıyısına kurup da onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine çöküp giden kimse mi?
“Allah, zâlimler gürûhuna hidayet vermez. Onların kurdukları bina, kalplerinde temelli bir şek ve nifaka sebep olacaktır! Meğer ki kalpleri, ölümle parçalanmış olsun!
“Allah, her şeyi bilen, her yaptığını yerli yerince yapandır.”[75]
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Mâlik b. Duhşum ile Âsım b. Adiyy’i çağırıp şu emri verdi:
“Şu, halkı zalim olan mescide gidiniz; onu yıkınız, yakınız!”[76]
Peygamber Efendimizin bu emri derhal yerine getirildi. Kur’an’da “Mescid‑i Dırâr [Zarar Mescidi]” olarak vasıflandırılan malum bina yakılıp yıkıldı.[77]
Medine’ye Yaklaşırken...
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’ye yaklaştığı sırada, ashab-ı kirama hitaben, “Medine’de öyle kimseler vardır ki sizin gittiğiniz ve geçtiğiniz her yerde ve vadide onlar da sizinle birlikte bulunmuş gibidirler” buyurdu.
Ashab-ı kiram, “Yâ Resûlallah! Onlar Medine’de iken nasıl bizimle birlikte olabilirler?” diyerek hayretlerini izhar ettiler.
Peygamber Efendimiz meseleyi izah etti: “Onlar, ancak mâzeretleri sebebiyle Medine’de kalmışlardır. Allah Teâlâ, Kitabında, ‘Mü’minlerin hepsi, topyekûn muharebeye çıkacak değillerdir. O halde, onların her sınıfından yalnız birer zümre muharebeye gitmeli, kimisi de —din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri muharebeden dönüp kendilerine geldikleri zaman, onları Allah’ın azabıyla korkutmaları için— gitmeyip kalmalıdırlar. Olur ki (bu suretle mü’minler aykırı hareketlerden) kaçınırlar’ (Tevbe, 122) buyurmuyor mu? Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki onların duaları, düşmanımıza, silahlarımızdan daha tesirlidir.”[78]
Uhud’a Sevgi
Medine’ye doğru yaklaşırken, bir ara Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud dağına baktı ve “İşte Uhud dağı! O bizi sever, biz de onu severiz!” buyurdu.[79]
Seniyyetü’l-Veda’da Karşılayış
Peygamber Efendimizin gelmekte olduğunu duyan Medine’deki büyük küçük Müslümanlar, yola çıkıp onu Seniyyetü’l-Veda denilen tepede karşıladılar. Kadınlar, küçük çocuklar, Hz. Resûlullah’ı tekrar görmenin sevincini yaşıyorlardı. Bu sevinçlerini, “Seniyyetü’l-Veda’dan dolunay doğdu üstümüze / Yalvaran bulundukça, Allah’a hamdetmek düşer bize!” diyerek izhar ediyorlardı.[80]
Medine’ye Geliş
Nihayet, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla yorucu bir yolculuktan sonra Ramazan ayında Medine’ye geldi.[81]
Büyük Muvaffakiyet
İslam ordusu, Tebük’te kimseyle karşılaşmamıştı. Ancak böylesine uzun bir yolu en zor şartlar altında katedip düşmanı karşılamaya gitmesi bile büyük bir muvaffakiyetti. Bu sefere çıkış, aynı zamanda o günün en büyük devletlerinden biri olan Bizans İmparatorluğu’na açıktan açığa bir meydan okuyuştu. Bu meydan okuyuşa cevap verme cesaretinin gösterilmemesi ise ayrı bir ehemmiyetli manayı taşıyordu. Bu, artık İslam kuvvet ve kudretinin karşısında çıkacak bir gücün bulunmadığının bir ifadesiydi.
Dünya Başlarına Dar Gelen Üç Kişi
Ka’b b. Mâlik, Mürâre b. Rebi’ ve Hilâl b. Ümeyye, üçü de samimi, sağlam birer Müslümandı. Fakat üçü de, meşru bir özürleri olmaksızın, sırf ihmâlkârlıklarının eseri olarak Tebük Seferi’ne çıkan orduya katılmayıp Medine’de kalmışlardı.
Ka’b b. Mâlik, ensarın Hazreç kabilesinden olup, şâirdi. Akabe Biatı’nda bulunan üç şâirden biriydi. Harplerde kahramanlık duygularını harekete getiren hamasî şiirler söylerdi.[82]Tebük Seferi’ne kadar Bedir hâriç diğer bütün savaşlara katılmıştı. Hatta Uhud günü, her tarafın birbirine karıştığı o dehşetli anda Resûl-i Kibriya Efendimizi miğferi altında parlayan mübarek gözlerinden o tanıyıp ashaba haber vermiş, onların toparlanması için seslenmişti. O günkü çarpışmada on bir de yara almıştı.[83]
Mürâre b. Rebî’ ile Hilâl b. Ümeyye de Ashab-ı Bedir’den, örnek ahlâk ve fazilet sahibi iki sahabe idi.[84]
Neden Katılmamışlardı?
Bu üç kişiden biri olan Ka’b b. Mâlik (r.a.), geri kalışını şöyle anlatır:
“... Resûlullah (a.s.m.), bu savaşı (Tebük Savaşı’nı), meyvelerin olgunlaştığı ve ağaç gölgelerinin altında serinlenme arzusunun şiddetlendiği bir zamanda yaptı. Resûlullah’la beraber bütün Müslümanlar harbe hazırlandılar.
“Ben de onlarla birlikte sefere hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Fakat hiçbir iş görmeden (akşamüzeri) döner, geri gelirdim.
“Ve kendi kendime, ‘Hazırlanmaya imkânım, kudretim ve henüz zamanım da var’ derdim. Bu (ihmâlcilik) bende durmayıp devam etmişti. Nihayet herkes gerçekten hazırlandı. Ve bir sabah Resûlullah (a.s.m.) ile Müslümanlar sefere çıktılar. Hâlbuki ben, o âna kadar, savaş teçhizatımdan hiçbirini hazırlamamıştım! Yine kendi kendime, ‘Bir iki gün sonra hazırlanır, onlara yetişirim!’ diyordum.
“Ordu, Medine’den ayrılıp gittikten sonra, hazırlanmak için sabah erkenden kalktım. Fakat yine eskisi gibi bir türlü hazırlık yapamadım! Bu durumum Müslümanlar gidinceye ve savaş bitinceye kadar böyle devam etti. Binip gitmeyi, onlara yetişmeyi düşündüm; keşke bunu olsun yapsaydım! Fakat (bir türlü) muvaffak olamadım.”[85]
Geri kalan diğer iki sahabenin de durumları bundan farksızdı. Hiçbiri kötü niyetle geri kalmış değildi. Ancak ihmâlkâr davranmışlar ve ordudan geri kalmışlardı. Bu durum da onların acı bir imtihan ve sıkıntı geçirmelerine sebep oluyordu.
Af Dilemeye Gelmeleri
Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz mescid-i saadetlerinde iken bu üç sahabe af dilemeye geldiler. Ne için geri kaldıklarını açık açık anlattılar.
Hz. Ka’b b. Mâlik, af dilemeye gittikleri ânı şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.), sabahleyin geldi. Herhangi bir seferden döndüklerinde önce mescide gider, orada iki rekât namaz kılar, ondan sonra da Müslümanlarla otururdu.
“Yine aynı şekilde iki rekât namaz kılıp Müslümanlarla oturduğunda, harbe iştirak etmemiş olanlar ona gelerek yemin ettiler ve özür beyanında bulundular. Bunlar seksen kadardı. Allah Resûlü (a.s.m.), onların sözlerine ve zâhire bakarak beyan ettikleri özürlerini yerinde görüp, onlar için Allah’tan af diledi, işin iç yüzünü ve hakikatini Allah Teâlâ’ya havale etti.
“O sırada ben de huzura geldim. Resûlullah’a (a.s.m.) selam verince, acı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana, ‘Gel bakalım’ buyurdu.
“Yürüdüm, önüne oturdum.
“Bana, ‘Seni harpten alıkoyan sebep neydi? Sen (Akabe’de) bîat etmiş değil miydin?’ buyurdu.
“‘Evet, vallahi, yâ Resûlallah! Size her halükârda yardım etmeye söz verdim.
“Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki sizden başka şu dünyada insanlardan herhangi birisinin karşısında otursaydım, alelâde bir özür ileri sürerek onun gazabından kendimi kurtarmayı başarırdım! Çünkü ben, Allah’ın inayetiyle kuvvetli bir nâtıka sahibiyim. Bugün sana yalan söylesem şu anda beni mâzur görürsün; fakat bir gün Allah işin hakikatini bildirirse yine bana kızarsın. Eğer huzurunuzda doğruyu söylersem yine kızacaksınız. Ama ben bu hususta Allah’ın affını diliyorum. Hayır, hiçbir mâzeretim yoktu. Şunu da belirteyim ki hiçbir zaman bu sefere çıkıldığı andaki kadar kuvvetli ve varlıklı da olmamıştım.”[86]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ka’b Hazretlerinin bu konuşmasından sonra, “İşte, bu, doğruyu söyledi! Kalk, git; Allah, senin hakkında bir hüküm verinceye kadar bekle!” buyurdu.[87]
Diğer iki sahabe de, Ka’b Hazretleri gibi konuştular. Peygamber Efendimiz, onlara da gidip Allah’ın haklarında indireceği hükme kadar beklemelerini söyledi.[88]
Görüşme Yasağı
Resûl-i Ekrem, Allah’ın kendisine vahiyle bildireceği hükme kadar, diğer Müslümanların bu üç kişiyle görüşüp konuşmalarını da yasakladı.[89]
Bu yasak üzerine, artık herkes onlardan kaçıyordu. Görüşmek istedikleri kimseler, hatta akrabaları bile kendileriyle görüşmek, konuşmak istemiyorlardı; hatta selamlarını bile almıyorlardı. Artık yeryüzü, bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye, ruhlarını sıkmaya, kalplerini sıkıştırmaya başlamıştı.
Ka’b b. Mâlik, bu hazin ve sıkıntılı halini ise şöyle tasvir eder:
“Resûlullah (a.s.m.), harbe iştirak etmeyen ben ve diğer iki zâtla Müslümanların konuşmalarını yasakladı. İnsanlar bizden kaçıyorlardı. Bize karşı tutumları başkalaştı. Bu yüzden dünya beni sıkmaya başladı. Dünya, artık tanıdığım o dünya değildi sanki... Bu durumumuz tam elli gün devam etti.
“İki arkadaşım, kaderlerine rıza göstererek evlerinde oturup günlerini ağlayarak geçiriyorlardı; ben ise, onlardan daha genç ve güçlü idim. Dışarı çıkıyor, Müslümanlarla beraber namaz kılıyor, sokaklarda, çarşılarda dolaşıyordum. Fakat bir tek kişi bile benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra sahabeleriyle sohbete başlayan Resûlullah’a (a.s.m.) selam veriyordum ve kendi kendime, ‘Acaba selam almak için dudakları kımıldadı mı, kımıldamadı mı?’ diye soruyordum.
“Sonra Resûlullah’ın (a.s.m.) yakınında namaz kılıyor, yan gözle kendisini kolluyordum. Ben namaza durduğumda Resûlullah bana bakıyor, onun tarafına döndüğüm zaman da benden yüz çeviriyordu.”[90]
Evet, işte bu üç sahabe, böylesine acı ve ibretli bir imtihana tâbi tutulmuşlardı. Hatta oldukça ibret vericidir: Hiç kimsenin kendisiyle görüşmek istemediğini gören Ka’b Hazretleri, bir gün amcasının oğlu Ebû Katâde’nin yanına varır. Selam verir. Ebû Katâde onun selamını almaz. Hz. Resûlullah’ın selamını almadığı kimsenin selamını Ebû Katâde nasıl alabilir? İsterse en yakın akrabası, isterse öz kardeşi olsun! Ashab-ı kiramın, Hz. Resûlullah’a olan muhabbet ve sadâkatlerinin bâriz bir misâlidir bu...
Ka’b b. Mâlik, selamını almayan Ebû Katâde’ye, “Allah için olsun söyle: Allah’ı ve Resûlünü ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun, değil mi?” diye sorar.
Ebû Katâde tek kelime cevap vermez. İkinci kere sorar. Ebû Katâde yine tek kelime konuşmaz. Üçüncü sefer soruşunda sadece, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir!” diye cevap verir.
Çok sevdiği amcasının oğlu Ebû Katâde’den bu cevabı alan Ka’b, tabii ki gözyaşlarını tutamaz ve gözleri yaşlı yaşlı oradan uzaklaşır.[91]
Cebele’den Ka’b’a Gelen Mektup
Henüz Ka’b ve arkadaşları Allah’ın Resûlü ve Müslümanların kendilerine karşı tatbik ettikleri her türlü boykottan kurtulmuş değillerdi. Bu sırada Gassan Hükümdarı Hıristiyan Cebele b. Eyhem’den kendisine bir mektup geldi. Mektupta kendisine hitaben şöyle deniliyordu:
“Haber aldığıma göre, sahibin (Hz. Peygamber) sana cefa ve eza ediyormuş! Allah, seni hakaret görecek ve hakkın zâyî olacak bir mevkide (tahkir ve tezlil için) yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şânına lâyık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz.”[92]
Hz. Ka’b, mektubu okuyunca, kendi kendine, “Bu da bir başka imtihandır” dedi ve mektubu ânında yırtıp yakarak[93]Hz. Resûlullah’a olan sadâkatini bir kere daha ortaya koydu.
Bir Yasak Daha…
Ka’b (r.a.) ve iki sahabenin tutuldukları imtihan, çilelerinin kırkıncı günü bittikten sonra daha da şiddetlendi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara şu haberi gönderdi:
“Bundan böyle hanımlarına da asla yaklaşmayacaklardır!”[94]
Bu emri alan Hz. Ka’b, hanımına, “Bu hususta Allah’ın hükmü gelinceye kadar, git, babanın evinde otur, kal!” diye emretti.[95]
Gerçekten, Ka’b b. Mâlik ile diğer iki sahabe Mürâre b. Rebî’ ve Hilâl b. Ümeyye, çok çetin imtihanlara tâbi tutuluyorlardı ve bu imtihanlarla Allah’a ve Resûlüne karşı olan sadâkatlerinin derecesi ölçülüyordu. Görüldüğü gibi, onlar da kendilerine yakışan sadâkati göstermekte asla tereddüt göstermiyorlardı.
Sahabe Kadındaki Feraset
Üç kişiden biri olan Hilâl b. Ümeyye, hizmetini kendisini göremeyecek kadar yaşlıydı. Bu muameleye maruz kalışından dolayı durmadan ağlıyordu. Yemiyor, içmiyordu. İçtiği bir yudum su veya birazcık süt idi.
Kendisine bu emir tebliğ edilince hanımı çıkıp Hz. Resûlullah’ın huzuruna geldi.
“Yâ Resûlallah!” dedi. “Hilâl b. Ümeyye, kendi işini göremeyecek kadar yaşlanmış bir ihtiyardır. Hizmet edecek kimsesi de yoktur. Acaba, sadece ona hizmette bulunmama müsaade eder misiniz?”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kendine yaklaştırmamak şartıyla, hizmet edebilirsin” buyurdu.[96]
Kadın sahabe, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Vallahi, onun ne bana, ne de hiçbir şeye doğru kımıldayacak hali var! Vallahi, bu muameleye maruz kalışından beri de durmadan ağlıyor; gözlerini kaybedeceğinden korkuyorum!”[97]
Beklenen Hüküm
Nihayet, bu üç sahabenin çektikleri çilenin ellinci günü tamamlanmıştı. Cenab-ı Hak, Resûlüne onlar hakkındaki hükmünü göndererek şöyle buyurdu:
“Geri bırakılan üç kişiyi de Allah bağışladı! Çünkü o derece bunalmışlardı ki yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıkmıştı ve Allah’tan kurtuluşun ancak Allah’a sığınmakla olduğunu anlamışlardı. Bundan sonra Allah onları tevbekâr olmaya muvaffak kılıp tevbelerini kabul buyurdu. şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok çok kabul edicidir, çok merhametlidir.”[98]
Müjdeleniyorlar!
Cenab-ı Hakk’ın, kendilerini affetmiş olduğunu bildirmesiyle, bu üç zâtın elli gün süren acı ve ızdıraplı imtihanı bitmiş oluyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sabah namazını kıldıktan sonra, Cenab-ı Hakk’ın, malum üç kişinin tevbelerini kabul buyurduğunu, ashab-ı kirama bildirdi.
Bunun üzerine, Zübeyr b. Avvam (r.a.), atına atlayarak son sürat Ka’b b. Mâlik’i, Saîd b. Zeyd ise Hilâl b. Ümeyye’yi müjdelemeye gitti.
O sırada Ka’b b. Mâlik evinde oturuyordu. Düşünceliydi. Dünya bütün genişliğine rağmen ona dar geliyor ve ruhunu adeta tutmuş, sıkıyordu. Tam bu esnada Hz. Zübeyr yetişip müjdeyi verince, birden secdeye kapandı. Artık üzerindeki bütün sıkıntılar gitmişti. O küçücük evi sanki bir dünya gibi genişlemişti. Ruhundaki sıkıntı, yerini ferah ve sürura terk etmişti. Sevincinden üzerindeki elbisesini çıkarıp Hz. Zübeyr’e giydirdi.[99]
Tevbesinin kabul olunduğunu duyan Hilâl b. Ümeyye de, derhal secdeye kapandı. Uzun süre başını secdeden kaldırmadı. Müjdeyi veren sahabe der ki:
“Sevincinden can verdiğini sandım!”
Mürâre b. Rebî’’i de bir başka sahabe müjdeledi.
Ka’b, Peygamberimizin Huzurunda
Ka’b b. Mâlik, bizzat gidip tevbesinin kabul olunduğunu bir kere de Resûl-i Ekrem Efendimizden öğrenmek istiyordu. Bunun için Mescid-i Nebevî’nin yolunu tuttu. Her gören ona, “Allah, tevbeni kabul etti; müjdeler olsun sana ey Ka’b!” diyordu.
Ka’b, mescide vardı; selam verip, Hz. Resûlullah’ın huzurunda diz çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimizin de yüzü sevinçten gülüyordu. Ka’b’ın selamını tatlı bir tebessümle birlikte aldı. Sonra da, “Müjde, ey Ka’b! Bugün, annenden doğduğun günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı, en mesududur!” diye buyurdu.
Ka’b b. Mâlik, “Yâ Resûlallah! Bu müjde senden mi, yoksa Allah’tan mı?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Benden değil, doğrudan doğruya Allah katından” diye buyurdu.[100]
Mânevî sıkıntıdan kurtulan Ka’b, son derece memnun ve mesrurdu. “Yâ Resûlallah! Tevbem kabul olunduğu için Allah ve Resûlü yolunda sadaka olarak malımı dağıtmak istiyorum!” dedi.
Peygamber Efendimiz bu teklife, “Malının bir kısmını kendine alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır”[101]cevabını verdi.
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 165.[2] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 159; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 165.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 165.
[4] Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 615.
[5] Bir dirhem, üç gramdır.
[6] Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 615.
[7] Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 615; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 3, s. 327.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 161.
[9] Taberî, Tefsir, c. 10, s. 197.
[10] İbn Esîr, a.g.e., c. 3, s. 315-316.
[11] Taberî, a.g.e., c. 10, s. 194-195.
[12] İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 500.
[13] İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 9.
[14] Vakidî, Megazi, c. 3, s. 991-992.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 161; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 165.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 161; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 165.
[17] Tevbe, 93.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 161-162.
[19] Vakidî, a..e., c. 3, s. 1041.
[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 160.
[21] Tevbe, 81.
[22] Tevbe, 49.
[23] Tevbe, 45.
[24] Tevbe, 47.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 162; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 166.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 162; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 165.
[27] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 24
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 24; Buharî, Sahih, c. 3, s. 86.
[29] Hz. Musa, Tur dağına çıktığı zaman, geride kavminin idaresine bakmak üzere kardeşi Hz. Hârun’u bırakmıştı.
[30] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 24; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 86.
[31] Resûl-i Ekrem Efendimizin, bu son gazâlarında en büyük sancağı Hz. Ebû Bekir’e vermesinin, vefatlarından sonra onun ilk halife olacağına lâtif bir işaret olduğu zikredilmiştir.
[32] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 163.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 163; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 24-25.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 163; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 24.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 163; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 25.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 162; Taberî, Tarih, c. 3, s. 143.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 167; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 145.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 167; İbn Hacer, el-İsabe, c. 4, s. 64.
[39] Tevbe, 34.
[40] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 233-234.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 168; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 235.
[42] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 165.
[43] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 165; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 90; Müslim, Sahih, c. 4, s. 2286.
[44] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 164-165; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 144.
[45] İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 16.
[46] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 1, s. 156.
[47] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 165; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 144; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 16.
[48] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 166.
[49] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 166.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 166.
[51] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 167; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 16-17.
[52] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 650-651.
[53] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 163; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 144
[54] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 163; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 144.
[55] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 37; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 23-25.
[56] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 416; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1737-1738.
[57] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 119.
[58] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 304, c. 5, s. 248; Buharî, a.g.e., c. 1, s. 70; Müslim, a.g.e., c. 1, s. 370; Nesaî, Sünen, c. 1, s. 210-211.
[59] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 169-170; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 146.
[60] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 170; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 146.
[61] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 170; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 146.
[62] Eyle, ilk Yahudî şehirlerindendir. Hz. İbrahim’in (a.s.) torunu Eyle’den dolayı bu isimle anılmıştır. Hicaz’ın sonu ve Şam’ın başlangıcıdır.
[63] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 221.
[64] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 289.
[65] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 169; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 289-290.
[66] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 11; Müslim, a.g.e., c. 1, s. 57; İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 17.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 170; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 168; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 147.
[68] İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 36.
[69] Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 1043-1044.
[70] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 174; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 147.
[71] Ebû Amir, başmünafık Abdullah b. Übey b. Selûl’ün yakın akrabası idi. Câhiliyye devrinde ruhbanlığa özenirdi. Peygamber Efendimize peygamberlik verilince bunu kıskanmaya başladı. Peygamber Efendimiz hicretle Medine’ye gelince, o, etrafına topladığı birkaç adamla Mekke’ye gitti. Bedir Savaşı’nda Müslümanlara karşı savaştı. Bizzat Peygamber Efendimiz ona “Fâsık” adını taktı. Mekke’nin fethinden sonra Şam’a gitti.
[72] İbn Kayyim, a.g.e., c. 3, s. 12.
[73] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 174; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 147.
[74] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 174; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 147.
[75] Tevbe, 107-110.
[76] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 174; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 147.
[77] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 174; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 147.
[78] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 168; Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 1056-1057; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 341; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 3, s. 12.
[79] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 5, s. 425; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1011.
[80] İbn Kayyim, a.g.e., c. 3, s. 12; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 123.
[81] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 167.
[82] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 4, s. 248; İbn Hacer, a.g.e., c. 3, s. 302.
[83] İbn Esir, a.g.e., c. 4, s. 247.
[84] İbn Esir, a.g.e., c. 4, s. 343.
[85] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 176; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 87.
[86] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 177; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 87-88.
[87] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 177; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.[88] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 177; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[89] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 177; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[90] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 178; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[91] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 178; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 458; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[92] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 179; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 458; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[93] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 179; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[94] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 179; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[95] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 179; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[96] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 179; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 458; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[97] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 179; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 458; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 88.
[98] Tevbe, 118.
[99] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 180; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 89.
[100] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 180; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 89.
[101] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 180; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 459; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 89.