Babası Züheyr, sayılı Arap edip ve şâirleri arasında yer alırdı. İki oğlu Ka’b ile Büceyr’i de kendisi gibi edip ve şâir yetiştirmişti.
Şâir Züheyr b. Ebî Sülma, ehl-i kitap kimselerin sohbetine devam ederken, ahir zamanda bir peygamberin geleceğini onlardan işitmişti.
Bir gece rüyasında gökten bir ip uzatıldığını, ipe yapışmak için elini uzattığı halde, onu tutamadığını görmüştü. Bu rüyasını, ahir zamanda gelecek olan peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yormuştu.
Bu sebeple, vefatından önce oğullarına, “Gelecek olan peygambere iman ediniz!” diye vasiyette bulunmuştu.[1]
Kur’an’ın fesahat ve belâgati karşısında gözleri kamaşan birçok kuvvetli edip, şâir ve hatib, İslamiyetle müşerref olmuştu. Bununla beraber şirke direnen, Peygamberimizle Müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlığı şiir ve hitabeleriyle dile getirmekten geri durmayanlar da vardı. İşte, Ka’b b. Züheyr, bunlardan biri idi.
Babasının ölümü üzerine, şöhretine kendisi vâris olmuştu.
Kardeşi Büceyr, Resûl-i Ekrem safında yer almışken, Ka’b bir türlü şirkten vazgeçmiyordu. Zaman zaman yazdığı şiirleriyle Efendimizi ve Müslümanları hicvederek, onları üzüyordu.
Bir gün, yine kardeşi Büceyr’e, Müslüman olmasından dolayı duyduğu kin ve kızgınlıkla inkâr saçan bir şiir yazıp göndermişti. Büceyr (r.a.), şiiri Peygamber Efendimize okuyunca, son derece müteessir oldular. Ka’b’ın şiirleriyle Müslümanlara hakareti artık tahammül sınırı aşmıştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, ashabına şöyle ilan etti:
“Kim Ka’b b. Züheyr’e rastgelirse, onu öldürsün! Kanı şu andan itibaren heder edilmiştir [mübah kılınmıştır].”[2]
Bu müsaadenin verilmesinden sonra, Ka’b’ın uğrayacağı âkıbet, şüphesiz, dehşetli olacaktı. Bunu düşünen kardeşi Büceyr, son bir defa kendisini ikaz edip nasihatte bulunmak üzere bir mektup yazdı. Mektubunda, hakkında verilen kararı da haber verdi. Bundan kurtulabilmenin tek çaresinin de ancak Hz. Resûlullah’a gelip af dilemek olduğunu bildirdi.[3]
Mektubu alan Ka’b, yerinde duramaz hale gelmişti. Adeta kocaman yeryüzü kendisine dar gelmeye başlamıştı. Her an son nefesini verecekmiş gibi ecel teri döküyordu. Aleyhinde verilen bu karar üzerine, kurtulamayacağını anlamıştı. İki şeyden birini tercih etmek zorundaydı: Ya şirkte devam edecek ve ele geçmemek üzere köşe bucak kaçacaktı veyahut Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkarak sadâkat elini uzatıp, o âna kadar yaptıklarından pişmanlık duyduğunu itiraf edecek ve af dileyecekti.
Ka’b, akıllı davranıp ikinci yolu tercih etti. Zaten kardeşinden mektup gelir gelmez de, iç âlemini bir pişmanlık duygusu kaplamıştı.
Uzun mesafeyi kısa zamanda kat’edip Medine’ye gelen Ka’b, Resûl-i Ekrem’in huzuruna vardı. Peygamberimiz, onu şahsen tanımıyordu. Ka’b, bu durumu akıllıca kullandı. Efendimizin huzurunda diz çöküp mübarek elini tuttuktan sonra, “Ka’b b. Züheyr, tevbe etmiş ve Müslüman olarak huzur-u saadetinize gelmek isitiyor. Ben, onu size getirsem, ona eman verir, tevbesini ve Müslümanlığını kabul eder misin?” diye zekice teklifte bulundu.
Ka’b, şiirleriyle Müslümanları üzmekten vazgeçer ve bunda pişmanlık duyup Müslüman olursa, artık Resûl-i Kibriya ile arasında bir mesele kalmamış demekti. Nitekim Resûl-i Ekrem, bu teklife, “Evet” cevabında bulunarak bu kanâatini izhar buyurdu.
Bu cevap üzerine, Ka’b’ın mana âlemi birdenbire parladı ve elini Hz. Resûlullah’ın elinden ayırmadan şehâdet getirdi:
“Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur! Ve yine şehâdet ederim ki Muhammed, Allah’ın Resûlüdür.”
Resûl-i Ekrem ile etrafında bulunan sahabeler, bir anlık bir hayrete kapıldıktan sonra, Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ka’b, “Ben, Ka’b b. Züheyr’im yâ Resûlallah!” diye cevap verdi.
O sırada ashaptan biri ortaya atıldı. “Yâ Resûlallah! Bırak da şu Allah düşmanının boynunu vurayım!” diye konuşunca, Efendimiz, “Bırak onu! O, şu âna kadar içinde bulunduğu durumdan pişmanlık duymuş ve Hakk’a dönmüş olarak gelmiştir!”[4]buyurdu.
Gönül ülkesi İslam’ın mânevî kılıcıyla fethedilen Ka’b, hemen o anda Arap edebiyatında şaheser parçalar arasında yer alan “Banet Süâdü” isimli kasidesini Hz. Resûlullah’a sundu.
“...
“Suad’ın ayrılığı yetmiyormuş gibi, iki taraf arasında söz taşıyanlar, bana, ‘Ey Ebû Sülmâ’nın oğlu! Sen, artık kendini ölmüş bil!’ dediler.
“Kendilerine güvenip de başvurduğum her dost ise bana, ‘Seni oyalayıp teselli edemem; başının çaresine bak!’ dedi.
“Ben de ‘Çekilin yolumdan!’ dedim. Rahmân’ın takdir ettiği her şey elbette olacaktır.
“İnsanoğlunun mesut hayatı ne kadar uzun olursa olsun, mutlaka bir gün bir tabutta taşınacaktır.
“Resûlullah’ın beni öldüreceğini haber aldım!
“Resûlullah’ın yanında bağışlanmak en çok umulan şeydir.
“Özür beyan ederek Allah Elçisinin yanına geldim.
“Resûlullah’ın katında özür daima kabule şâyandır:
“Merhamet ve teennî ile muamele et bana!
“İçinde birçok nasihat ve hüküm bulunan Kur’an hediyesini sana ihsan eden Allah, hidayetini artırsın!
“Rakiplerimin dedikodusuyla beni muaheze etme!
“Hakkımda birçok dedikodu yapılmışsa da, ben pek o kadar suçlu değilimdir.
“Ben şimdi öyle bir makamda bulunuyorum ki burada gördüğüm ve işittiğim şeyleri bir fil görüp işitseydi muhakkak titrerdi!
“Burada, beni ancak Allah’ın izniyle Peygamberin affına nâil olmak kurtarabilir.
“Ben, Yüce Peygambere karşı hiçbir itirazda bulunmadan sağ elimi, onun adaletli eline uzatıyorum.
“Şimdi, söz onun sözüdür!
“...
“Şüphe yok ki Resûlullah doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah’ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır.”[5]
Kâ’b, Resûl-i Ekrem ve Müslümanların kahramanlık ve yiğitliklerinden bahsederek kasidesine devam ediyordu.
Kaside içinde bir beyit vardı ki Resûl-i Kibriya Efendimiz ondan son derece memnun olmuştu. O “Tâc Beyit” şuydu:
“Şüphe yok ki Resûlullah, doğru yolu gösteren bir nur, kötülükleri yok etmek için Allah’ın sıyrılmış keskin ve yalın kılıçlarından bir kılıçtır.”
Bu beyti duyan Hz. Resûlullah, o anda üzerinde bulunan mübarek bürdesini [hırkasını] çıkarıp bu büyük şâire hediye ederek memnuniyeti yanında tebrik ve takdirlerini izhar etti.
Bundan sonra “Banet Süâdü” adlı kaside “Kasîde-i Bürde” olarak anılmaya başlandı.
Ka’b. b. Züheyr, Hz. Resûlullah’ın bu hediyesiyle her zaman, her yerde iftihar ederdi. Ömrünün sonuna kadar onu yanında muhafaza etti.
Bir seferinde Hz. Muaviye, on bin dirhem vererek onu almak istemişti. Ka’b, “Resûlullah’ın hırkasını giymek hususunda kimseyi nefsime tercih etmem!”[6]diye cevap vermişti.
Fakat Hz. Muaviye, Ka’b’ın vefatından sonra bu arzusuna nâil oldu. Mirasçılarına yirmi bin dirhem göndererek, Hz. Resûlullah’ın bu mübarek Hırka-i Saadetlerini kendilerinden aldı.[7]
Daha sonra bu mübarek hırka Emevîlerden Abbasîlere, onlardan da Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti.[8]
Bugün, Hz. Resûlullah’ın bu mübarek hırkası mukaddes emanetleri arasında Topkapı Sarayı’nın Hırka-i Saadet Dairesi’nde muhafaza altında bulundurulmaktadır.[9]
“Hırka-i Saadet, 1,24 boyunda geniş kollu olup siyah yünlü kumaştan yapılmıştır. İçi, kaba dokunmuş krem renk yünlü kumaş kaplıdır. Önünde, sağ tarafında 0,23 x 0,30 ebadında bir parçası noksandır. Sağ kolunda bir eksiklik vardır. Yer yer haraptır.
“... Hırka-i Saadet, müteaddit bohçalara sarılmış olduğu halde (0,57 x 0, 45 x 0,21) ebadında üstten açılır çifte kapaklı altın bir çekmece içindedir.[10]Bunun üzerinde, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırıldığı ve şefaat talebini hâvî uzunca bir kitâbe de bulunmaktadır.
“İşbu çekmece ayrıca bohçalar içinde olarak büyük bir altın sandukaya konulur. Bu da Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılmış olup üzerinde ‘Lâ ilâhe illallah. Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lilâlemin. Lâ ilâhe illallah el-Melikü’l-Hakkü’l-Mübîn-Muhammedün Resûlullah Sâdıku’l-Va’di’l-Emîn’ yazılıdır.
“Dört ayaklı kaidesi de altın kaplamalıdır.”[11]
Topkapı Sarayı Müzesi sâbık müdürü Tahsin Öz, daha sonra kitabında şu satırlara yer verir:
“Saltanat devrinde, hükümdar, Ramazan’ın 15. günü, Topkapı Sarayı’na gelir. Hırka-i Saadet, merasim-i mahsusa ile açılır ve başucunda bizzat hükümdar bulunduğu halde devlet ricâli ve saray memurları tarafından ziyaret olunur ve destimaller hediye olunurdu. Bilâhare saray kadınları da ziyaret ederlerdi.
“Hırka-i Saadet’in başmuhâfızı hükümdar olup, onun gaybubetinde bu vazife Tülbent Ağasına âittir. Hırka-i Saadet hademe teşkilâtı, Topkapı Sarayı müze haline intikal edinceye kadar (3 Nisan 1924) aynı an’aneyle devam etmiştir.”[12]
[1]Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 238.
[3]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 144; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 699.
[4]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 146-147; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 700-705; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 209-212.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 147-156; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 701-705; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 209-212.
[6]Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 222; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 240.
[7]Kastalani, a.g.e., c. 1, s. 222; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 240.
[8]İ. Hâmî Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 2, s. 43.
[9]Tahsin Öz, Hırka-i Saadet Dairesi ve Emanat-ı Mukaddese, s. 23.
[10]Hırka-i Saadet’in bu ebadda Sultan Murad tarafından yaptırılmış olan altın bir mahfazası daha mevcuttur. Bu, san’at itibarıyla fevkalâde olup, ayrıca zümrütlerle de bezenmiştir. Fakat Sultan Azîz yeni mahfazayı yaptırınca, birincisi boş kalmış ve şimdi hazinenin üçüncü salonunda teşhirdedir (Tahsin Öz, a.g.e., s. 23. Dipnot: 10).
[11]Tahsin Öz, a.g.e., c. 23-24.
[12]Tahsin Öz, a.g.e., s. 24.