Cenab-ı Hak, birçok ayet-i kerimede bu hususu beyan buyurmuştur:“(Resûlüm!) De ki: ‘Ey insanlar! Ben, sizin hepinize gelen, Allah’ın Peygamberiyim!”[1]
Buna binaen, Peygamber Efendimizin daveti elbette yalnız bazı Arap kabilelerine, birtakım insanlara ve belli bölgelere münhasır kalamazdı. Bütün insanlığa bu iman ve İslam daveti sesinin duyurulması gerekiyordu.
Bunun için, Hudeybiye Sulhü sonrası, en müsait bir zamandı. Zira antlaşma gereğince on yıl harp yapılmayacaktı.
Hicret’in 7. senesi, Muharrem ayı idi.
Peygamber Efendimiz, bir gün ashab-ı kiramı toplayarak, “Allah, beni bütün insanlara rahmet olarak gönderdi. İslam’ı yayma hususunda bana yardımcı olun! Havarilerin Meryemoğlu İsa’ya muhalefetleri gibi, siz de bana karşı muhalefette bulunmayın!” buyurdu.
Sahabeler, “Yâ Resûlallah! Havariler, İsa’ya (a.s.) nasıl muhalefet etmişlerdi?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem izah etti: “Benim sizi davet ettiğim vazifeye, o da havarilerini davet etmişti. Ancak onun yakın yere gönderdiği kimseler, isteyerek gidip selamete eriştiler; uzak yere göndermek istedikleri kimseler ise, gitmekten kaçındılar. İsa (a.s.), bu durumu Allah’a arz etti ve şikayette bulundu. Gitmeye üşenenlerin her biri, gönderilecekleri milletlerin dillerini konuşur oldukları halde sabahladılar. İsa (a.s.), onlara, ‘Bu, Allah’ın sizin için kesinleştirdiği ve ehemmiyet verdiği bir iştir. Haydi, gidiniz!’ demişti; onlar da gitmişlerdi!”[2]
Bunun üzerine sahabeler, “Yâ Resûlallah!” dediler. “Biz, sana bu hususta yardımcı olacağız: Bizi arzu ettiğin yere gönder!” dediler.[3]
Kim, Nereye ve Kime Gönderildi?
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, İslam’a davet maksadıyla ashabından
1) Dıhyetü’l-Kelbî’yi Rum Kayseri[4]Heraklius’a,
2) Amr b. Ümeyye ed-Demrî’yi, Habeş Necâşîsi Ashame’ye,
3) Abdullah b. Huzafe’yi, İran Kisrâsı Hüsrev Perviz’e,
4) Hâtıb b. Ebî Beltaa’yı, Mısır Firavunu Mukavkıs’a,
5) Salit b. Amr’ı, Yemame Vâlisi Havza b. Ali’ye,
6) Şuca b. Vehb’i, Gassan Meliki Münzir b. Hâris b. Ebî Şemir’e gönderdi.[5]
Gönderilen elçilerin hepsi de, gönderildikleri memleketlerin dillerini biliyorlardı. Peygamber Efendimiz, bu elçilerine, mezkûr hükümdarlara verilmek üzere birer mektup da yazarak teslim etti.
Mektupları yazdığı sırada, sahabeler, hükümdarların mühürsüz mektup okumadıklarını bildirince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, gümüşten bir mühür yüzük üzerine alt alta gelmek suretiyle şu şekilde imzasını da yazdırdı:
“Allah
Resûlü
Muhammed”[6]
Kâinatın Efendisi, bu yüzüğünü vefatına kadar takmıştır. Vefatından sonra sırasıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman takmışlardır. Günün birinde Hz. Osman’ın elinden Eriş Kuyusu’na düşerek kaybolmuştur. Kuyunun bütün suyu çektirildiği halde bir türlü bulunamamıştır.[7]
[1]A’raf, 158. Konuyla ilgili diğer âyetler için bkz. Nisâ, 79, 170, 174; Tevbe, 33; Sebe, 28; Hac, 67; Ahzab, 40.
[3]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 507.
[4]O zamanlar Rum (Bizans) devlet başkanına Kayser, İran şahına Kisrâ, Mısır devlet başkanına Firavun, Yemen hükümdarına Tübba’, Habeş hükümdarına ise Necaşî denilmekteydi.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 254; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 258; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 531; Taberî, Tarih, c. 3, s. 84; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 343.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 258.
[7]Buharî, Sahih, c. 7, s. 54; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1656.