Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Hz. Resûlullah sâde hayatından ayrılmıyor, mütevazı yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye iltifat etmiyordu.
Fakat Ezvac-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziynet ve dünya malına karşı meyli saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim kuşam ve ziynetinden, bol nimetler içinde yaşamaktan nasiplerini almak istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Peygamberimizin etrafında toplanarak, “Bizler de başka kadınların istedikleri ziynetleri isteriz!” derlerdi; sonra da her biri birtakım arzularda bulunurdu.
Fakat Peygamber Efendimiz, kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının da sâde bir hayat sürmelerini ve buna râzı olmalarını arzu ediyordu. Bunun için de isteklerine müspet cevap vermiyordu. Ayrıca Ezvac-ı Tâhirat’ın bu tarz isteklerde bulunmasından da mübarek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.
Efendimizin mûtad bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hal hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tespit ederdi. Akşam da sıra hangi hanımında ise, o hanımın odasında diğer bütün hanımları da toplanır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi.
Bu mûtad ziyaretlerinde Ezvac-ı Tâhirat’ın her biri, yanlarında bulunanlardan kendilerine ikram ederlerdi.
Günün birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş validemize bir tulum bal hediye getirilmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekrem’e çok sevdiği bu baldan şerbet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb’in yanında her zamankinden fazla kalırdı.
Bu durum Hz. Âişe’nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye başladı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şerbeti olduğunu öğrendi.[1]
Hz. Âişe’nin Tâlimatı
Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb arasında nedense bir rekabet vardı; hatta bu yüzden Peygamberimizin pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz. Sevde, Safiyye ve Hafsa (r. anhünne), Hz. Âişe’nin tarafını; Ümmü Seleme ile Ümmü Habibe, Meymûne ve Cüveyriye (r. anhünne) ise, Hz. Zeyneb bint-i Cahş’ın grubunu teşkil ediyorlardı.[2]
Resûl-i Ekrem’in, Hz. Zeyneb’in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Âişe, gayrete geldi. Taraftarı olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu tâlimatı verdi:
“Resûlullah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: ‘Yâ Resûlallah! Megâfir mi yediniz?’ Resûlullah, ‘Hayır’ diyecektir. Biz de o zaman, ‘O halde bu koku ne?’ diye soracağız. Tabii ki o; ‘Zeyneb bana bal şerbeti içirmişti’ cevabında bulunacaktır. O zamanda biz, ‘Demek, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış’ deriz.”[3]
Megâfir, “mağfur”un çoğuludur. Mağfur, fena kokulu urfut ağacının yapışkan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.
Kâinatın Efendisi, bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe bunu bildiği için bu tarz bir tâlimatta bulunmuştu.
Peygamber Efendimiz, bir gün Hz. Hafsa’nın odasına girerken, “Yâ Resûlallah! Megâfir mi yediniz?” sorusuyla karşılaştı.
Peygamber Efendimiz, “Hayır!” dedi.
Hz. Hafsa, “O halde bu koku ne?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Zeyneb bint-i Cahş’ın evinde bal şerbeti içmiştim” buyurdu.
O zaman Hz. Hafsa, “Demek ki o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onu bir daha içmem!” diyerek yemin etti. Sonra da, “İşte, yemin ettim! Sakın bunu (ne Âişe’ye ne de) başka bir kimseye duyurma” diye buyurdu.[4]
Böylece, Peygamber Efendimiz, sırf “hanımlarını memnun etmek ve aralarındaki iki hizb halinde hissolunan fıtrî kadınlık gayret ve kışkançlığının aile nizamı üzerine aksi tesir icrasından çekinmek maksadına mebni”[5]olarak, kendisine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş oluyordu.[6]
Bunu, verdiği birkaç sırla[7]birlikte gizli tutmasını Hz. Hafsa’ya sıkı sıkıya tembih eyledi. Hatta ondan bu hususta söz aldı.
Peygamberimizin baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu ayet-i kerime nâzil oldu:
“Ey Resûlüm! Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi, kadınlarının rızasını arayarak sen ne diye kendine haram edersin? Bununla birlikte üzülme! Allah, Gafûr’dur, Rahîm’dir.”[8]
Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem’in bu sırlarını gizlemedi; çok geçmeden, en çok anlaştıkları Hz. Âişe’ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali oldu.
Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıanın ifşa edildiğini Cenab-ı Hak, Resûlüne vahiyle bildirdi: “Hani Peygamber, kadınlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Vakta ki kadın o sırrı (gizlemeyip) haber verdi. Allah da onu Peygambere açıkladı. Artık Peygamber, zevcesine ifşa ettiklerinin bir kısmını bildirdiyse de bir kısmını yüzüne vurmaktan sarf-ı nazar etti. Resûlullah kadına ifşa ettiğini söyleyince kadın, ‘Onu sana kim haber verdi?’ diye sordu. O da, ‘Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah haber verdi!’ buyurdu.”[9]
Bunun üzerine Hz. Resûlullah, Hz. Hafsa’ya serzenişte bulundu. Hz. Âişe ise ona arka çıktı. Hep beraber dünya hayatının ziynet ve refahı ile ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular.
Peygamberimiz hem duruma üzüldü, hem de hanımlarının birbirlerini kıskanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.
Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizliğini anlatmak, hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki kıskançlık ve çekememezliğe bir derece mani olabilmek düşüncesiyle ve neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadâkatlerini ölçmek maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti;[10]bu yemininden sonra da, Meşrebe diye anılan çardakta tek başına yatıp kalkmaya başladı.[11]
İşte, bu hadiseye “İ’lâ Hadisesi” denir. “İ’lâ”nın lügat manası “mutlak yemin”dir; fıkıh dilinde ise, erkeğin, cinsî muamelede bulunmamak üzere hanımına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.
Ashab-ı Kiramın Telâşı
Peygamber Efendimizin Meşrebe’de yalnız başına kaldığını duyan sahabeler, “Hanımlarını boşamıştır” zannıyla telâşlandılar. Hz. Ömer, bu telâşını şöyle anlatır:
“Medine’nin Avali semtinde oturuyordum. Ensardan bir komşum vardı. İkimiz birer gün arayla Resûlullah’ı ziyaret ederdik. Ben inersem, o gün vahiy ve sâireye dair (ne duyarsam) haberini komşuma getirirdim. O indiği zaman da aynı şeyi yapardı.
“Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çaldı. Telâşla açtım.
“‘Ne var?’ diye sordum.
“‘Büyük bir felâket!’ dedi.
“‘Ne oldu?’ dedim, ‘Gassanîler, Medine’ye hücuma mı geçtiler?’
“‘Hayır!’ dedi. ‘Daha fena bir şey vuku buldu. Resûlullah, zevcelerini boşamış!’
“Bunun üzerine, sabah namazını kıldıktan sonra giyinip kuşandım ve Medine’ye indim. Hafsa’nın yanına vardım. Ağlıyordu.
“Ne diye ağlıyorsun?’ dedim, ‘Ben, seni bundan (Resûlullah’a karşılık vermekten, kendisinden bir şey istemekten) sakındırmamış mıydım?’
“Sonra sordum: ‘Allah Resûlü, sizleri boşadı mı?’
“‘Bilmiyorum’ dedi.
“‘Resûlullah şimdi nerede?’ diye sordum.
“‘Şuradaki Meşrebe’de... İnzivaya çekilmiş’ dedi.
“Kalktım, Resûlullah’ın bulunduğu yere yaklaştım. Kapıda hizmetçisi Rebah vardı.
“‘Ey Rebah!’ dedim, ‘Resûlullah’ın yanına girmem için izin iste!’
“Rebah içeri girip çıktı; ‘Arzunuzu arz ettim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.
“Dönüp mescide gittim. Ashab-ı kiramdan bazıları minberin etrafında üzgün üzgün oturuyorlardı, bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz oturdum. Fakat canımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Resûlullah’ın odasına tekrar yaklaştım.
“Rebah’a, ‘Ömer’in içeri girmesi için izin iste!’ dedim.
“Köle içeri girip çıktı; ‘Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.
“Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet oturdum. Endişe ve üzüntümden bir türlü kurtulamıyordum.
“Yine Resûlullah’ın bulunduğu odaya yaklaştım.
“Sesimi yükselterek, ‘Ey Rebah!’ dedim, ‘Ben, Resûlullah’ı görmek istiyorum! Müsaade iste! Şayet Resûlullah benim Hafsa lehinde tavassutta bulunacağımı zannediyorsa, yemin olsun ki eğer Resûlullah emrederse onun boynunu uçururum!’
“Rebah içeri girdi. Çıkınca, ‘Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.
“Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: ‘Gir, artık sana izin verdi!’
“İçeri girdim. Allah Resûlüne selam verdim. Hasırdan örülü bir yatak üzerinde idi. Hasır, derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyor idi. Etrafıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yanda asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı.
“Resûlullah, ‘Niçin ağlıyorsun?’ diye sordu.
“‘Yâ Resûlallah! Nasıl ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevkü sefasını sürerken, siz Allah’ın en sevgili kulu olduğunuz halde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!’
“Resûlullah, ‘Ey Hattab’ın oğlu Ömer!’ dedi. ‘Dünya nimetinin onların, ahiret saadetinin de bizim olmasına râzı değil misin?’
“Sonra, ‘Yâ Resûlallah! Kadınlarını boşadın mı?’ diye sordum.
“Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, ‘Hayır!’ buyurdular.
“Bu cevap karşısında birdenbire, ‘Allahü ekber!’ dedim, ‘Bütün ashap keder içindeler. Gidip kendilerine hakikati söyleyeyim mi?’
“Resûlullah, ‘Olur’ dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı.
“Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle bağırdım: ‘Resûlullah, kadınlarını boşamamıştır!”[12]
Resûlullah’ın Meşrebe’den Ayrılışı
Bir ay dolunca, Resûlullah inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye başladı. Bu sırada şu ayet-i kerime nâzil oldu:
“Ey Nebiyy-i Zîşan! Zevcelerine de ki:
“‘Eğer, siz dünya hayatını ve ziynetini murad ederseniz, gelin ben sizin râzı olacağınız şekil üzere boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim!
“‘Ve eğer, siz Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu murad ederseniz, Allah’ı ve Resûlünü râzı etmiş olursunuz. Zira, sizden Allah’ın rızasını dünya metaı üzerine tercih ederek ihsan edenlere, Allah büyük ecir hazırlamıştır.’”[13]
Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hanımlarını, dünya ve dünya ziyneti ile Allah ve Resûlünü tercihte serbest bırakmaya memur edilmiş oluyordu.
Ayet nâzil olduğu sırada, Efendimiz, hanımlarından Hz. Âişe’nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı; hatta bu konuda babasına anasına danışabileceğini de beyan etti.
Hz. Âişe derhal cevabını verdi: “Ben, bu hususta mı anneme babama danışacağım? Ben, elbette ki Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu tercih ediyorum!”[14]
Peygamber Efendimiz, bu cevaba gülümsedi.
Diğer Ezvac-ı Tâhirat da aynı şekilde Allah ve Resûlünün rızasını ve ahiret yurdunu, dünya ve ziynetine tercih ettiler; böylece, Fahr-i Kâinat Efendimize muhabbet ve sadâkatlerini ispatlamış oldular.
[1]Aynî, Umdetü’l-Kâri, c. 20, s. 244.
[3]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 85; Buharî, a.g.e., c. 4, s. 167; Müslim, Sahih, c. 2, s. 1101-1102.
[4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 85; Buharî, a.g.e., c. 6, s. 167; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1102.
[5]Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 11, s. 209.
[6]Burada Hz. Resûlullah’ın helâl olan şeyi haram kılmasından murad, nefsini o şeyle faydalanmaktan alıkoymaktır; yoksa, Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi hakikatte haram kılmak ve haram itikad etmek değildir. Zira, Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi kimse haram kılamaz, haram kıldığı bir şeyi de kimse helâl edemez. Ancak bir insan helâl olan bir şeyden faydalanmaktan kendisini alıkoyma müsaadesine sahiptir. Buna binaen Resûlullah, kendisine, helâl bir gıda olan balı veya şerbetini içmeyi yasaklamıştır. Dolayısıyla, “Allah’ın helâl kıldığını Resûlullah nasıl haram kılar?” diye bir soru akla gelmemelidir.
[7]Bir kısım rivâyetlere göre, Peygamberimiz, Hz. Hafsa’ya, kendisinden sonra Hz. Ebû Bekir’in, ondan sonra da Hz. Ömer ‘in halife olacağını haber vermişti (İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 390).
[8]Tahrim, 1.
[9]Tahrim, 3.
[10]Buharî, a.g.e., c. 7, s. 230; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 406.
[11]Buharî, a.g.e., c. 7, s. 230; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 406.
[12]Buharî, a.g.e., c. 1, s. 31-33; c. 6, s. 70; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 33; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1109; 1112; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 421; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 404.
[13]Ahzab, 28, 29.
[14]Buharî, a.g.e., c. 6, s. 23; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1113.