Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslamiyet Medine’de daha yaygın bir hale geldi. Medineliler grup halinde Müslüman oldular. Bu arada Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu.
İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı: Kalben inanmadıkları halde Müslüman gözüken bir grup münafık!
Peygamberimizin Medine’ye teşriflerinden az önce, aralarında senelerce süren dâhilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine’nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah b. Übey b. Selûl’ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hatta başına giydirecekleri hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.[1]
Fakat Abdullah b. Übey’in hükümdar olma hayalleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve imanlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı.
Bu durum, reislik hayalleri suya düşen Abdullah b. Übey b. Selûl’ün fazlasıyla ağırına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü.[2]
Zâhiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de ifade etmiştir. Müreysi Gazâsı esnasında muhacirle ensarı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve “Bir Medine’ye dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zayıf olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır” diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münafıklar hakkında Münafıkûn Suresi nâzil olmuştu.
Surenin nâzil olması üzerine Abdullah b. Übey’e, “Ey Ebû Hubab![3]Senin hakkında pek şiddetli ayetler nâzil oldu. Resûlullah’a (a.s.m.) git de, senin için Allah’tan af dilesin!” denilince şu cevabı vermişti:
“Benim iman etmemi emrettiniz, iman ettim. Malımın zekâtını vermemi emrettiniz, verdim. Muhammed’e secde etmemden başka hiçbir şey kalmadı!”[4]
Abdullah b. Übey’in reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hadise de açıkça gösterir:
Bir gün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa’d b. Ubâde Hazretlerini ziyarete gidiyordu. Yolda, Abdullah b. Übey’in, evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve Yahudilerden birtakım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selam verip yanlarına oturdu. Onlara Kur’an’dan bir parça okudu; iyi hareketlerden dolayı cennete kavuşulacağını müjdeledi, kötü hareketlerden dolayı da cehenneme girileceğini anlatarak korkuttu.
Peygamber Efendimiz sözlerini bitirince, Abdullah b. Übey, “Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel bir şey olmaz. Fakat sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!” dedi.
Peygamber Efendimiz bundan müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa’d b. Ubâde Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa’d b. Ubâde Hazretleri, “Yâ Resûlallah! Sen İbni Übey’in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur’an’ı indiren Allah’a yemin ederim ki Allah’ın iradesi sana peygamberlik vermek suretiyle tecelli etti. Hâlbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey’in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle onların bu tasavvurunu gerçekleşemez hale getirince, İbni Übey bundan son derece müteessir olmuş, o gördüğün çirkin hareketi bunun için yapmıştır.[5]
Münafıkların reisliğini Abdullah b. Übey b. Selûl yapıyordu. Etrafında birçok avanesi vardı. Bunun yanında, akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körükörüne bunlara uyan, sıradan birçok kimse de vardı. Sayıları hakkında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak Uhud Harbi sırasında Abdullah b. Übey’e uyarak ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yani, bin kişilik İslam ordusunun üçte biri kadar... Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve bu, Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbi’nden muzaffer olarak Medine’ye dönünce, İslam dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine’deki bir kısım Yahudi, “Tevrat’ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galip gelir!” diyerek iman ettiler. Bazıları ise zâhiren Müslüman oldu. Böylece, Yahudilerden de münafıklar türedi. Yahudi münafıklarının çoğu, Yahudi âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslam’ı küçük düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtida etmelerine mani olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkil duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla birçok karışık ve dolaşık soru sorarlardı.[6]
“Bedevî” diye adlandırılan çöl Arapları arasında da münafıkların bulunduğunu Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz: “Çevrenizdeki bedevîlerden ve Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır ki onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır. Sen, bunları bilmezsin. Onları biz biliriz.”[7]
Bütün bu münafıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hatta ırken ayrı olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları, “kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylemekti.”[8]Yani, içten inanmadıkları halde, inanmış gibi görünmeleriydi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece, Müslümanların birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle zaafa uğratmak gayesini güdüyorlardı.
Bütün maksat ve gayeleri, Müslümanlar arasına fesat ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve bin bir türlü iftirayla Müslümanlar nazarında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyorlar, her şeyi mübah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri âdilik ve sahtekârlık yoktu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takip ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir. İslam kalesini içten sarsmak sinsi gayesine mâtuf faaliyetleri Peygamber Efendimize birçok defa intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar, her defasında, hiçbir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehâdet getirerek mü’min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Nitekim Abdullah b. Übey’in, “Medine’ye varırsak, en şerefli ve kuvvetli olan, en zelil ve güçsüz olanı oradan sürüp çıkaracaktır” sözünü Hz. Zeyd b. Erkam, Peygamber Efendimize nakledince, Efendimiz, İbni Übey’i huzuruna çağırmış ve “Bana haber verilen sözleri sen mi söyledin?” diye sormuştu.
Abdullah b. Übey’in cevabı aynen şu olmuştu:
“Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah’a yemin ederim ki ben, o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak yalancıdır!”
Kur’an-ı Kerim, münafıkların bu tarz davranışlarına şu ayetiyle işaret eder:
“Münafıklar, sana geldikleri zaman ‘Şehâdet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah’ın peygamberisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette ve elbette O’nun peygamberisin. (Fakat) Allah, o münafıkların hiç şüphesiz, yalancılar olduğunu da biliyor!”[9]
Onlar suçlarını inkâr ederken inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve af ile mukabele ediyordu.
Daha önce de bahsettiğiniz gibi, Peygamber Efendimiz, Abdullah b. Übey’le birlikte oturan bir kısım kimseye Kur’an-ı Kerim’den bir parça okuyup onlara nasihat edince, Abdullah b. Übey buna dayanamamış ve “Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme!” demişti.
Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa’d b. Ubâde Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa’d da “Yâ Resûlallah, sen onun kusurunu affet” deyince, Peygamber Efendimiz de affetmişti.[10]
Münafıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de, Müslümanlara rastgeldikleri zaman riyakârlık ederek ve yaltaklanarak, “İman ettik” demeleri, şeytanlarıyla başbaşa kaldıkları zaman ise, “Emin olun ki biz sizinle beraberiz. Biz ancak (onlarla) alay edicileriz” demeleriydi.[11]Yaptıkları bu ikiyüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi.
Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misâli, bizzat reisleri olan Abdullah b. Übey göstermiştir. Bir gün avanesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı kiramdan birkaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey, “Bakınız, ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım” der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Bekir’in elini tutar, “Merhaba Benî Tamim Efendisi! Resûlullah’ın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını Resûlullah uğrunda seve seve sarf etmiş bulunan sıddık!” der. Sonra Hz. Ömer’in elini tutar, “Merhaba Benî Adiyy Efendisi! Dininde kuvvetli, nefis ve malını Resûlullah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!” der.
Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp, “Abdullah! Allah’tan kork, münafıklık etme! Çünkü münafıklar Allah’ın en şerir mahlûklarıdır” diye konuşur.
Bunun üzerine İbni Übey, “Ey Ebu’l-Hasan! Benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim imanımız sizin imanınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir” deyip ayrılır.
Sonra Abdullah b. Übey arkadaşlarına dönerek, “Gördünüz mü nasıl yaptım? İşte, siz de bunları görünce benim gibi yapınız!” der.[12]
Bir rivayete göre, Bakara Suresi’nin 14. ayeti, bu hadise üzerine nâzil olmuştur.[13]
Münafıklar, Müslümanların ibadetlerine ve dinî hayatlarına âit bütün hususlara zâhiren iştirak ederlerdi; fakat el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Dikkati çeken bir husustur ki bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye gayret ederler ve zâhirde Müslüman göründüklerinden İslam cemaatinden tard olunamazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dâhilî düşmanlara karşı İslam’ın tesanüt ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü dâhilî düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira, içteki düşman, kuvveti dağıtır, cesareti azaltır; hâriçteki düşman ise, aksine tesanüt ve salâbeti artırır. Bu sebeple Kur’an-ı Azîmüşşan, münafıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü’min ve Müslümanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda birçok ikaz yapılmıştır.
Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyor ve bazı sahabelere de bildiriyordu. Fakat umuma açıklanamıyordu. Kabahatlerini de açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.
İslam’ın ve Müslümanların menfaatine bu daha uygundu. Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde bulundurduğu mühim bir husus daha vardı. O da, onların işledikleri kötülüklerden, fesat ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü bazen kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması ihtimali vardır; fakat teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder, fenalığı daha fazla yapmasına sebep olur.[14]
Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur’an’ın bu hususta ortaya koyduğu, münafıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi muamelede bulunup, İslam cemaati hâricinde tutmamasında şu hususları da göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:
1) İslam muhitinde ve İslamî hükümler altında büyüyecek olan evlatlarından ciddi mü’minlerin yetişmesine imkân bırakmak.
2) Onları, kalben inanmadıkları İlâhî hükümleri zâhiren yaşamak suretiyle duydukları mânevî sıkıntıyla başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü’minlerin safına geçmelerini temin edebilmek.[15]
Münafıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü’min ve Müslümanlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta birçok hadise cereyan etmiştir.
Mirba b. Kayziyy’in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud’a ordusuyla giderken bu azılı münafık onu bostanından geçirmek istememiş ve “Yâ Muhammed! Şayet sen bir peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz” demiş, sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilave etmişti: “Vallahi, bu toprağın başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!”
Azılı münafığın bu küstahça hareketine sabredemeyen birkaç Müslüman, onu öldürmek istedilerse de, Peygamber Efendimiz, “Bırakınız onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalp gözü kördür.”
Peygamber Efendimizin bu müdahalesinden önce, bu azılı münafık, Saîd b. Zeyd’den de bir darbe yer.
Münafıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misâl de, Tebük Harbi esnasında cereyan eder.
Bir konaklama ânında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunamaz. Münafıklar derhal harekete geçerek, “Eğer Muhammed gerçekten bir peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi!” derler.
Bu sözlerini duyan Efendimiz, “Evet... Vallahi, ben ancak Allah’ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi, devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve filanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip arayın” buyurur.
Resûl-i Kibriya Efendimizin dediği vadide ve tarif ettiği şekilde deve bulunur.[16]
Peygamberimiz zamanındaki münafıklar zümresinin göze çarpan belli başlı muzır bir faaliyetleri, en kritik anlarda Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zayıf ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apaçık bir örneği, Uhud Harbi esnasında İslam ordusunu terk etmeleridir. Baş münafık Abdullah b. Übey’in reisliğinde İslam ordusunu terk eden bu münafıklar, üç yüz kadar idiler. Yani, İslam ordusunun üçte biri. Münafıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücahitlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hasıl olmuştu; hatta geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak Resûl‑i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenab-ı Hakk’ın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi.[17]
Aynı şekilde, Hendek Harbi’nin en kritik ânında bu münafıklar, “Bize izin ver, evlerimize gidelim; çünkü evlerimiz müdafaasızdır” diyerek Peygamberimize müracaat etmişlerdi.
O sırada Sa’d b. Muaz Hazretleri, Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, “Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme! Vallahi, biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak, onlar hep böyle yaparlar” diye konuşmuştu.
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullah’ı ve Müslümanları bir nevi zor durumda bırakmak için İslam ordusunu terk etme yoluna gitmişlerdir.
Tebük Seferi’nde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaat, “Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın!” diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya çalıştıkları gibi, Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi. Kur’an-ı Kerim, onların bu durumlarından şöyle bahseder:
“Tebük Savaşı’na iştirak etmeyip geri kalan münafıklar, Resûlullah’a muhalefet ederek oturup kalmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele etmeyi çirkin gördüler ve ‘Bu sıcakta harbe çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennemin ateşi daha sıcaktır. Fakat gidecekleri yeri bilseler!’ Artık kazandıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar!”[18]
Yine aynı seferde Abdullah b. Übey, münafıklar ve Yahudi müttefikleriyle birlikte İslam ordusuna katılıp Seniyyetü’l-Veda tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan İslam ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine’ye döndü. Kendisine tâbi olan münafıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, mücahitlerin de cihat aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu:
“Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Benî Asfarlarla [Bizanslılarla] savaşacak! Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor! Vallahi, onun ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!”
Bütün bu yıkıcı, Müslümanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat tohumu atıcı, Müslümanları ve Resûl-i Ekrem’i küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah b. Übey’i toplantılara çağırmış ve onunla istişare etmiştir.
Onlara karşı muamelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve müsamahalı davranışına rağmen, ihtiyatı da hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.
Benî Müstalık Gazâsı’nda, reisleri Abdullah b. Übey, Resûlullah ve Müslümanları kastederek hakaretvârî konuşunca, bu duruma dayanamayan Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da İbni Übey’in boynunu vurayım!” dediği zaman, Resûlullah’ın cevabı şu olmuştu:
“Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk, ‘Muhammed, ashabını öldürüyor!’ diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?”
Bir başka rivayette ise, Resûlullah’ın şu cevabı verdiği kaydedilir:
“Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat çok geçmeden de Yesrib (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!”
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz, küçümsenmeyecek bir sayıda olan münafıkların Müslümanlar arasında dâhilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. Bunun için de, yaptıklarına sabır ve tahammül gösteriyordu.
Yine Benî Müstalık Seferi esnasında İbni Übey’in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah, Resûlullah’ın huzuruna gelip, “Yâ Resûlallah! Babamı öldüreceğini haber aldım! Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak, onu ben öldüreyim!” diye teklifte bulunduğu zaman da Efendimizin cevabı şu olmuştu:
“Hayır... Ona karşı yumuşak davranırız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz.”
Gerçekten de, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hatta ölümü ânında bile, ona iyilik etmekten geri durmamış, gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım sahabenin itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, hem Abdullah b. Übey’e, hem de sâir münafıklara karşı takip ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Übey’in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münafık, hulûs-ı kalple gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.
Peygamber Efendimiz, münafıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komplolar vahiyle bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutulduğu korkusunu veriyordu.
Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp, “Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz, şunları söylediniz. Kalkın, Allah’tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum” demişti.
Bu sebeple onlar, hilelerini Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne bildirecek diye her zaman korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı. Kur’an-ı Kerim, onların bu durumlarını da bize haber verir:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söz söylerse, dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar, duvara dayanmış idraksiz odun kütükleri gibidirler. Her gürültüyü (korkularından) kendi aleyhlerinde sanırlar.”[19]
Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mani olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermemek gayesine mâtuftu.
Mescid-i Dırâr’ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi aslında içinde ibadet etmek için değil, İslam cemaatinin aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı plânların serbestçe kurulması için inşa etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti.
Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münafıklar zümresine karşı takip ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sâyesinde, onların İslam cemaatinden koparak müşriklerin safına iltihaklarına mani oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.
[1]Müslim, Sahih, c. 5. s. 182-183.
[3]Hubab, Abdullah b. Übey’in samimî Müslüman olan oğlunun ismi idi. Peygamber Efendimiz, “Sen Abdullah’sın; Hubab, Şeytan ismidir” diyerek, onun ismini “Abdullah” diye değiştirmişti.
[4]Taberî, Tefsir, c. 28, s. 116.
[5]Müslim, Sahih, c. 5. s. 183; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5. s. 203.
[6]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 174-175; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 174; Müslim, Sahih, c. 8, s. 128-129; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 239-240.
[7]Tevbe, 101.
[8]Âl-i İmrân, 167; Bakara, 8-9.
[9]Münafıkûn, 1.
[10]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5. s. 203.
[11]Bakara, 14.
[12]M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 237-238.
[13]M. Hamdi Yazır, a.g.e., c. 1, s. 238.
[14]Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 35.
[15]M. Hamdi Yazır, Tefsir, c. 1, s. 241.
[16]İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 289.
[17]Taberî, Tefsir, c. 4. s. 73.
[18]Tevbe, 81-82.
[19]Münafıkûn, 4