Resûl-i Ekrem, Medine’ye teşrif buyurduklarında, içinde cemaatle namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini konuşabilecekleri bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu mühim vazifeler için merkez teşkil edecek bir mescit gerekiyordu.
Efendimiz, Medine’de ilk olarak bu mescidi inşa etmekle işe başladı.
Şehre ilk girdiklerinde devesi, Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetimin, üzerinde hurma kuruttukları arsalarına çökmüştü. Bu iki yetim, Medineli Müslümanlardan Muâz b. Afrâ’nın (r.a.) himâyesinde bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem, bu arsayı satın almak istediğini, Muaz Hazretlerine bildirdi.
Mescid-i Nebevi |
Fakat Peygamberimiz kabul etmedi. Sonra da arsa sahibi iki yetimi çağırarak, arsalarının bedelini öğrenmek istedi. İki genç yetim de, “Yâ Resûlallah! Biz onun bedelini ancak Allah’tan bekleriz. Sana onu Allah rızası için bağışlarız!” dediler.
Resûl-i Ekrem, gençlerin bu tekliflerini de kabul etmedi ve bedeli olan on miskal altına arsayı satın aldı. Bu miktarı, Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle Hz. Ebû Bekir onlara hemen ödedi.[1]
Fedakâr sahabeler tarafından arsa kısa zamanda tertemiz hale getirildi ve Resûlullah’ın emriyle kerpiçler kesilip hazırlandı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mescidin temelini atacağı sırada yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali bulunuyordu.
Müslümanlardan oraya uğrayan biri, “Yâ Resûlallah! Yanında sadece şu birkaç kişi mi var?” diye sordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz cevaben, “Onlar, benden sonra işi yönetecek olanlardır” buyurdu. Onu takiben sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali, temele birer taş koydular. Böylece, Mescid-i Nebevî’nin temelleriyle birlikte Dört Halife devrinin mânevî temelleri de atılmış oluyordu.
Mescidin inşasında Peygamber Efendimiz, bilfiil durmadan dinlenmeden çalıştı. Bir taraftan mübarek elleriyle kerpiçler taşırken, diğer taraftan Müslümanları şevk ve gayrete getirici şu sözleri söylüyordu:
Taşıdığımız şu yük ey Rabbimiz!
Hayber’in yükünden daha hayırlı, daha temiz!
Yâ Rab! Hayır, ancak ahiret hayrı!
Sen, muhacirle ensara acı![2]
Durup dinlenmeden yapılan çalışma neticesinde, Mescid-i Nebevî’nin inşası kısa zamanda tamamlandı. Her türlü süsten uzak, dört duvarı kerpiçten olan bu kutsî mâbedin tavanı yoktu. Henüz Kâbe kıble olarak tayin edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs’e doğru idi. Dörtgen şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab yerine sıra halinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sadece Resûlullah’ın hutbe irad buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu. Sonraları, sahabelerin arzusu üzerine, üç basamaklı bir minber yapıldı.[3]Mescid-i Nebevî, değişik tarihlerde tadilâtlar görerek bugünkü şeklini almıştır!
Mescid-i Nebevî, sadece cemaatle namaz kılmak için kullanılmıyordu; bunun yanında, Müslüman nüfusun dinî ihtiyaçları da burada karşılanıyordu. Ayrıca burada öğretim yapılıyor, elçi ve kabile temsilcileri de (ileride görüleceği gibi) kabul ediliyordu!
Ezvac-ı Tâhirat İçin Odalar Yapılması
Mescid-i Nebevî’nin yanına ayrıca kerpiçten, önce biri Hz. Sevde, diğeri Hz. Âişe’ye mahsus olmak üzere iki oda yapıldı. Odaların üzerleri hurma kütüğü ve dalları ile örtüldü. Sonraları Resûl-i Ekrem başka zevceler alınca odalar artırıldı. Dördü kerpiçten olan odaların beşi ise taştandı. Hepsinin üzeri hurma dallarıyla tavanlanmıştı.
Mescid-i Nebevî’ye bitişik odalar yapılınca, Peygamber Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evinden oraya taşındı.[4]
HANÎNÜ’L-CİZ’ MÛCİZESİ
Mescid-i Nebevî ilk yapıldığı sırada minbersizdi. Resûl-i Ekrem, hutbe irad buyurduklarında kuru bir hurma kütüğüne dayanırdı.
Uzun müddet böyle devam etti. Bilâhare, ashabın isteği üzerine üç basamaklı bir minber yapıldı. Artık Efendimiz buraya çıkıp halka hitapta bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem, yapılan minbere çıkıp ilk hutbesini okuduklarında, hamile deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyuldu. Baktılar; ortalıkta ne hamile deve ne de deve yavrusu vardı. Ağlayan, o kuru direkti!
Kütüğün deve gibi ağlayışını, Peygamber Efendimizle birlikte ashab-ı güzin de duyuyordu. Bir türlü susmuyordu. Fahr-ı Âlem, minberden inip yanına geldi. Elini üstüne koyup teselli edince sustu. Hatta hurma kütüğünün deve gibi sızlamasını işiten sahabeler de gözyaşlarını tutamamışlar, hüngür hüngür ağlamışlardı.
Evet, kuru direk Hz. Resûlullah’tan uzak kaldı diye ses verip ağlıyordu. Üzerinde yapılan “zikrullah”tan ayrı kaldı diye hamile deve gibi enin ediyordu.
Kuru direği teselli edip susturan Resûl-i Ekrem, ashabına da dönerek, “Eğer ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resûlullah’ın ayrılığından kıyamete kadar ağlaması böyle devam edecekti!”[5]buyurdu.
Resûl-i Ekrem’in emriyle bu kütük, minberin altına kazılan bir çukura gömüldü. Sonraları Hz. Osman devrinde mescit yıktırılıp yeniden tamir edildiğinde, Übey b. Ka’b Hazretleri onu evine aldı ve çürüyünceye kadar sakladı.[6]
Kuru hurma kütüğünün cemaatin gözleri önünde ağlayıp sızlaması, Hz. Resûlullah’ın parlak bir mucizesiydi. Evet, cin ve ins Peygamberler Peygamberini tanıdıkları gibi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor, vazifesini biliyor ve davasını halleriyle tasdik ediyorlardı!
Hasan-ı Basrî Ne Derdi?
Hasan-ı Basrî Hazretleri, bu mucizeyi talebelerine ders verirken, kendisini tutamaz, gözyaşları arasında şöyle derdi:
“Ağaç, Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) meyl ve iştiyak gösteriyor! Sizler, o Resûle meyl ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız!”[7]
Kuru, câmid ağaçlar Kâinatın Efendisine meyl ve muhabbet gösterirlerken biz şuurlu akıllı insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o kuru direklerden daha aşağı bir derekeye düşmüş olmaz mıyız?
Ona iştiyak ve muhabbet ise, ancak sünnet-i seniyyesine ittiba etmekle mümkündür!
Bir Başka Rivayet
Diğer bir rivayete göre, kuru direk ağlayınca Resûl-i Ekrem Efendimiz elini üstüne koydu ve “İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye göndereyim; köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve meyvelerin yenilenip tazelensin. Ve eğer istersen, evliyaullahın meyvenden yemesi için seni cennete dikeyim” diye sordu.
Kuru ağaç, arzusunu şöyle dile getirdi:
“Beni cennete dik ki meyvelerimden Cenab-ı Hakk’ın sevgili kulları yesin. Hem orası öyle bir mekândır ki orada çürüme yoktur; beka bulayım!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, arzusunu yerine getirdiğini ifade buyurdu ve sonra da ashabına dönerek şu dersi verdi:
“Ebedî âlemi, fani âleme tercih etti!”[8]
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 239.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 240.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 143.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 134.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 252.
[7] Bediüzzaman Said, Nursî, a.g.e., s. 135.
[8] Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 135.