Resûl-i Ekrem Efendimiz, Milâdî 610 yılında Cenab-ı Hak tarafından peygamber olarak vazifelendirildiği zaman, o günün Arap cemiyeti bütün dünyayla birlikte tarihinin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu. İçinde bulunduğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.
Onu peygamber olarak gönderen Cenab-ı Hak, aynı zamanda İslam’ı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildiriyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tayin ve tespit ediyordu.
Hayata her yönüyle yepyeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir tebligatın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşî âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde bu işin daha da güç olacağında şüphe yoktu.
İçinde yaşadığı cemiyetin hususîyetlerini, mizaç ve efkârını çok iyi bilen Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu sebeple peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendirilmez ortaya atılıp açıktan davete girişmedi; peygamberliğini ve İslam dinini açıktan ilan etmedi. Bunun yapılabilmesi için zamana ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartların doğması gerekiyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, iman ve İslam’a davete ilk önce en yakınlarından başladı. İlk defa davasını zevcesi Hz. Hatice-i Kübra’ya anlattı. Hz. Hatice, onun peygamberliğini tasdik ederek derhal Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali’yi İslam’a davet etti. O da İslam’la müşerref oldu. Bundan sonra ailesi dışında en çok güvendiği kimselere iman ve İslam’ı anlattı. Bunların başında Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslam’a girdi.
Gizli davet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göstermelerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû Zerr-i Gıfarî Müslüman olduğu zaman, ona tavsiyesi şu olmuştu:
“Yâ Ebâ Zerr! Sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dön git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”[1]
Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, imanından gelen coşkunlukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken, Mescid-i Haram’a gidip açıktan açığa Müslümanlığını ilan ederken, müşriklerin öldürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas’ın yardımıyla kurtulabilmişti.[2]
Hz. Resûlullah, tam üç sene böyle gizlice tebligatına devam etti. Bu zaman zarfında, safında yer alanların sayısı ancak otuz kadardı.
Bu devre, “En yakın akrabalarını ahiret azabıyla korkut!”[3]meâlindeki ayet-i kerimenin nâzil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emr-i İlâhî gereğince en yakın akrabalarını İslam ve imana davet etmeye başladı. Önce, Abdülmuttaliboğullarını bir araya toplayıp onlara davasını anlattı.
Bundan sonra tebliğ dairesini biraz daha genişletti ve ilk defa Safâ tepesinden Mekkelilere seslendi. Onları Allah’ın birliğine imana ve peygamberliğini tasdike davet etti. Bu davete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb, işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yeltendi. Fakat Peygamber Efendimiz, iman ve İslam’ı anlatmaktan, insanları Allah’ın birliğine imana ve risâletini tasdike davete ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.
Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerle, İslam’ı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde Peygamberimizin hareket tarzını da tespit ediyordu.
Mekke’de nâzil olan ayetlerin özellikle iki ana hedefi vardı: 1) Allah’ın varlık ve birliğine, 2) Ba’se, yani öldükten sonra tekrar dirilmeye imanı akıl, kalp ve ruhlara nakşetmek...
Peygamber Efendimiz de, mesaisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah’ın varlık ve birliğine imana davet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını haber veriyordu.
Bunlardan başka da, Peygamberimizin karşı karşıya bulunduğu ve halletmesi gerekli meseleler vardı. Fakat en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilmedikçe, halkın zihninde, kalp ve ruhunda bu iki muazzam mesele tespit edilmedikçe diğer içtimaî meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim o, bilâhare bu meseleleri teker teker halletmek yolunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.
Peygamberimiz, her şeyden önce Allah’tan aldığı emir gereği bütün enerjisini, cemiyetin esasında noksan bulunan temel anlayışı tesis etmeye, bütün insanlığı Allah’a imana ve O’na mutlak itaate hasretti. Çünkü şirk inancını kafalardan sökmedikçe hak ve hakikati kalplere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiçbir İslam davası muvaffak olamazdı.
Bunun içindir ki Hz. Resûl-i Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitap ederek, bu kâinatın yegâne Hâlık ve Mâlik’inin Allah olduğunu telkinle işe başladı. O’nun iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiçbir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken de davasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâkim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi. Doğrudan doğruya insanlığa “tevhid” inancını sundu. “‘Lâ ilâhe illallah’ deyiniz, kurtulunuz” diye insanlığa hitap etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu daveti, haliyle cemiyete hâkim durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zâhiren tatlı, fakat mânen zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru lezzetlerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Açıkçası, menfaatlerinin devamını, eski yaşayışlarının idamesinde görüyorlardı. Bu sebeple Efendimize muhalefete başladılar.
Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bırakmak, anlattıklarını ciddiye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki onun telkin ettiği muazzam hakikatlerin etrafındaki mü’minler halkası günden güne genişliyordu. Bunu görünce telâşlandılar. Bu sefer taktik değiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü iftira ve isnatlara kalkıştılar. Resûl-i Ekrem Efendimize “sâhir, kâhin, şâir” dediler. Fakat bunların hiçbirisi tutmadı. Bu iftira ve isnatlarına rağmen hak ve hakikate inanmışların saflarının sıklaştığını gördüler.
Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler. Peygamber Efendimizle Müslümanları Kâbe’de namaz kılmaktan menediyorlar; üzerlerine murdar şeyler atıyor; namaz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yollara dikenler saçıyorlardı. Zayıf, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, işkence altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler altında can vererek yüce şehâdet mertebesine ulaşıyordu.
Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere karşı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını netice verebilirdi.
Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz. Resûlullah, durmadan dinlenmeden İslam dinini tebliğ ediyordu. Sâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine maruz kalıyordu. Fakat buna rağmen Allah’tan aldığı emir gereği sabrediyor ve davasını tebliğden asla vazgeçmiyordu.
Cenab-ı Hak, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne maruz kalan Müslümanlara, gönderdiği ayet-i kerimelerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu. Mesela, ilk nâzil olan surelerden biri, Asr Suresi’dir. Bu surede “birbirlerine hak ve hakikatle birlikte sabrı da tavsiye edenler” övülür.
Bazen Cenab-ı Hak, doğrudan doğruya Resûl-i Kibriya Efendimize sabrı emir ve tavsiye ediyordu: “(Ey Habibim!) Sen, şimdi sabret! Şüphe yok ki Allah’ın vaadi mutlaka tahakkuk edecektir! Sakın, ahirete imanı olmayanlar (seni sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler.”[4]
Bir başka ayet-i kerimede, Efendimize şöyle hitap ediliyordu:
“(Ey Resûlüm!) Sen şimdilik (o kâfirlerin eziyetlerine karşı) güzel bir sabırla mukabele et.”[5]
Bütün bu emirler gereği, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Mekke devrinde kendisine yapılan haksız muamelelere aynıyla cevap vermediği, mukabele-i bilmisilde bulunmadığı gibi, mü’minlere de uğradıkları eziyetlerden dolayı fevrî hareket etmemelerini ve herhangi bir maddî mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu. Bunun en açık bir misâli, Yasir ailesine yaptığı tavsiyedir.
Bir gün, Yasir ailesine toptan işkence ediliyordu. O sırada Efendimiz, onları görünce, “Sabredin ey Yasir ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir”[6]demişti. Yine bir gün, uğradığı eziyet ve işkencelerden adeta bunalan Habbâb b. Eret (r.a.), kendisine şikayette bulunduğunda, Efendimiz şu cevabı vermişti:
“Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardır ki bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara yine de sabrettiler, imanlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak, İslamiyeti tamamlayacak ve üstün kılacaktır! Öyle ki hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiçbir korku duymayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz!”[7]
Yine İkinci Akabe Biatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, “Yâ Resûlallah! İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır, Mina’da bulunan halkın üzerine yürürüz!” dediği zaman Peygamber Efendimiz, “Hayır! Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı” cevabını vermişti.
Görülüyor ki Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silahları her şeye rağmen “sabır”dı. Nitekim bu sabrın müspet neticeleri kısa zamanda görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müspet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslam’la şereflenmişti.
Bir gün Ebû Cehil ve birkaç müşriğin, Peygamberimize hakaret ettiğini duymuştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kâbe’nin yanında bir topluluk içinde oturan Ebû Cehil’in yanına vararak, yayını kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve “Sen misin ona sövüp sayan? İşte, ben de onun dinindeyim! Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıklarını bana da yap, göreyim!” demişti. Sonra, Peygamberimizin yanına varmış ve Müslüman olmuştu.[8]
Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini öylesine artırdılar ki Peygamber Efendimiz, Mekke’nin münasip bir yerinde ibadetlerini rahatça yapabilecek ve İslamiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zorunda kaldı. Bunun için Erkâm b. Ebî’l-Erkâm’ın evini merkez yaparak hizmetine burada devam etti. Burada birçok kimse Müslüman oldu.
Peygamber Efendimizin herşeye rağmen davasını anlatmaktan vazgeçmediğini gören müşrik ileri gelenleri, bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla işi halletme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, “Yâ Ebâ Tâlib! Kardeşinin oğlunu ya bu davasından vazgeçir, bizim ilâhlarımızı kötülemesin ya da onunla aramızdan çekil!” dediler. Ebû Tâlib durumu anlatınca Kâinatın Efendisi şu cevabı verdi:
“Amca! Vallahi, bu işi bırakmak için Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam! Ya Allah Teâlâ onu bütün cihana yayar, vazifem biter ya da bu yolda ölür, giderim!”[9]
Müşrikler, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla davasından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı. Yine taktik değiştirdiler. Efendimize, mal mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat Resûlullah’ın bunların hiçbirine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslamiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.
Resûl-i Ekrem ve Müslümanların, başından beri müşriklerin eziyet, hakaret, işkence ve suikastlerine sabırla mukabele ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki sabrın da bir hududu vardı. Müslümanlara revâ görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma raddesine gelmişti. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz, Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu: “Habeşistan’a gidin; zira, orada çok âdil bir hükümdar var. Onun yanında kimseye zulmedilmez. Orası adâlet ve doğruluk diyarıdır. Allah bu durumdan bir çıkış yolu yaratıncaya kadar orada kalın!”[10]
Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle, Müslümanlar iki kafile halinde Habeşistan’a hicret ettiler. Her zaman olduğu gibi, bu safhada da Peygamber Efendimiz, kemmiyetten ziyade keyfiyete, tâbiri câizse vasıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: “Allahım! Bu dini Ömer İbni Hattab veya Amr b. Hişam’la [Ebû Cehil] kuvvetlendir” duaları, bunun açık bir misâlidir.
İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer b. Hattab da, Ebû Cehil de İslamiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, İslam davası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim bu duadan kısa zaman sonra Hz. Ömer, Müslümanlar safında yer alınca, İslamiyetin ilan ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kaldılar. Müslümanlar da, artık kenarda köşede saklanmaya, ibadetlerini korku içinde gizli gizli yapmaya lüzum hissetmemeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, Efendimizi himâyesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib’in vefatını, müşrikler fırsat bildiler. Tecavüzlerini kat kat artırdılar. Hz. Resûlullah’ın durumu, aleyhinde artan bu gayretler neticesinde son derece müşkîl bir hal almıştı. Evinden nâdiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neşretmek için, Mekke’den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taif’e gitti. Ne var ki buradaki bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Davetine icabet etmeyen Taifliler, üstelik onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, onlara beddua etmedi ve “Rabbimden istediğim, müşriklerin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir” diye niyazda bulundu.
Peygamber Efendimizin Mekke’de, İslam’ın ilk senelerinde göze çarpan mühim diğer bir hareketi, her yıl hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabilelerle gizlice görüşerek, onlara Kur’an okuması ve İslam dininin esaslarını telkin etmesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da Kureyşli müşrikler yine peşini bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnatlarla halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı.
Fakat onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Resûlullah’ın gönüllerin fethiyle büyüyen davası gittikçe yayılıp Mekke’nin dışına taştı ve ve Medine ufuklarında parlamaya başladı.
Hicretle de Müslümanlar için yepyeni bir devir başlamış oldu.
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 214-219; Müslim, Sahih, c. 7, s. 156.
[3] Şuarâ, 214.
[4] Rum, 60.
[5] Mearic, 5.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 342.
[7] Buharî, Sahih, c. 2, s. 321.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 311-312; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 9-12.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 244-245; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 170-171.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 344; Taberî, c. 2, s. 222.