Emsâlsiz kahramanlardan biri olan Hz. Hamza’nın Müslümanlar safına katılması ve arkasından da bir grup Müslümanın Habeşistan’a hicretleri, Kureyş müşriklerini derin derin düşündürüyordu. Hayatlarına büyük bir tedirginlik ve endişe hâkim bulunuyordu.
Hepsinin zihninde karar kılmış fikir şu idi:
“Mutlaka, şu Ebû Tâlib’in yetimi Muhammed’in işi, bir an önce halledilmelidir!”
Bu konuyu görüşmek üzere, Dâru’n-Nedve’de toplanan Kureyş’in, hararetli ve ateşli konuşmalarından sonra, Ebû Cehil’in teklifi kabul edildi: “Muhammed’in vücudu ortadan kaldırılacaktır!”
Bu korkunç cinayeti işlemeye kim cesaret edebilirdi? İşin içinde Hâşimoğullarının böyle bir hal vukuunda kan davası gütmeleri de söz konusu idi.
Bu iş için bazıları büyük vaadlerde de bulunuyordu. Mesela, Ebû Cehil, “Muhammed’i öldürecek kimseye, benden yüz kızıl ve siyah deve, şu kadar altın, şu kadar gümüş v.s.” diyordu.
Kimse bu korkunç kararı tatbik etme cesaretini kendisinde göremiyordu. Ama içlerinde biri vardı; uzun boylu, iri yapılı, kimseye boyun eğmez, gözünü daldan budaktan sakınmaz, gözüpek biri... Ortaya atıldı. “Bunu ben yaparım!” dedi.
Bir anda bütün gözler, ortaya atılan bu cesur adamın üzerine çevrildi. Baktılar, Hattab Oğlu Ömer’di bu... Ömer’in bu işi yapabileceğinden emin olan Kureyşliler, hep bir ağızdan, “Evet, bunu ancak sen yapabilirsin! Görelim seni!” dediler.
Ömer, artık hedefini tespit etmişti: Doğruca “Dârü’l-Erkam”a giderek, orada Peygaber Efendimizi bulacak ve alınan kararı yerine getirecekti.
Kılıcını kuşanan Ömer, kan çanağına dönmüş gözleriyle etrafa öfkeli bakışlar savurduktan sonra, doğruca Kâbe’ye giderek tavafta bulundu. Sonra da kin, düşmanlık dolu sert adımlarla Safâ tepesinin yolunu tutup, Dârü’l-Erkam’a doğru yollandı.
Gidişinde bir mana vardı; bir hedefe doğru gittiği besbelli idi. Yolda, Müslüman olmuş, fakat imanını gizleyen akrabasından Nuaym b. Abdullah Hazretlerine rastladı. Hz. Nuaym, Ömer’in bu değişik tavrı karşısında sormadan edemedi: “Nereye gidiyorsun ey Ömer?”
“Şu, dinini bırakan, Kureyş’in arasına ayrılık düşüren Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırmaya gidiyorum!” cevabında bulunarak, maksadını gizlemeye bile lüzum görmedi.
Bu dehşetli karar karşısında tüyleri diken diken olan Hz. Nuaym, onu bu fikrinden caydırmanın yolunu aradı ve “Vallahi, çok zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed’in ashabı, onun başı ucundan bir an dahi olsun ayrılmıyor. Ona yol bulmak çok güç. Farzet ki bir yolunu bulup onu öldürdün. Zanneder misin ki Abdi Menafoğulları, senin yeryüzünde elini kolunu sallayarak dolaşmana müsaade eder?” diye konuştu.
Sert bakışlarını muhatabının üzerinde gezdiren Ömer, “Sen de mi ondan yana oluyorsun yoksa?” diye sordu.
Fakat beklenmedik bir cevapla karşılaştı: “Yâ Ömer! Sen beni bırak, önce ev halkına, aile efradına dön. Enişten ve amca oğlun Sid b. Zeud ile eşi, kız kardeşin Fâtıma, Müslüman olup, Muhammed’in dinine tâbi olmuşlardır. Git, önce onlarla uğraş!”
Ömer’de bir şaşkınlık, bir tereddüt... Duyduklarına önce inanmak istemedi; hatta araştırma ihtiyacını bile duymaz görünerek yoluna devam etti. Ancak içine düşen şüpheyi yenemedi ve yarı yolda fikrini değiştirerek kız kardeşinin evine doğru döndü.
Bu sırada, fedakâr sahabe Habbâb b. Eret, Hz. Said ile ailesi Hz. Fâtıma’ya, yeni nâzil olan Tâhâ Suresi’ni okumakta idi.
Evinin önüne yaklaşan Ömer, bu sesi duydu. Kapıyı hiddetli hiddetli bir iki defa çaldı. Açılmadığını görünce, omuz verip kapıya yüklendi ve hışımla içeri daldı.
Hz. Fâtıma, hiddetli hiddetli kapı çalanın kardeşi Ömer olduğunu anlamış ve Kur’an sahifelerini hemen bir tarafa kaldırmıştı. Bu arada Hz. Habbâb da bir köşeye saklanıvermişti.
Ömer, öfke dolu sesiyle, “Okuduğunuz ne idi?” diye sordu.
Eniştesi telâş ve heyecan dolu ifadelerle, “Bir şey yok; sadece aramızda konuşuyorduk” cevabını verince, Ömer’in öfke ve hiddeti bütün bütün arttı. Masum masum duran eniştesinin yakasına yapıştı ve “Demek, duyduklarım doğru imiş! Siz de Muhammed’in dinine girdiniz, öyle mi?” diyerek onu yere çarptı. Hz. Fâtıma, kocasını kurtarmaya kalktı. Sert bir tokatla o da kendini yerde buldu. Müslümanlığını gizlemenin artık bir mana ifade etmeyeceğini anlayan Hz. Fâtıma, ayağa kalktı ve “Elinden geleni yap ey Ömer! Ben ve kocam artık Müslümanız; Allah ve Resûlüne iman ettik!” diye haykırdı. Bu sözlerini, getirdiği “kelime-i şehâdet” takip etti. Ortalık bir anda bu kelimenin azamet ve haşyetiyle çınladı.
Manzara ibretli ve içler acısı idi. Bir insan, kız kardeşini “Rabbim Allah” dediği için nasıl böylesine insafsızca dövüp kan revan içinde bırakabilirdi? Kan revan içinde bırakılanın bu haline rağmen davasını haykırmaktan geri durmaması karşısında hangi katı kalp yumuşamaz ve hangi yürek insafa gelmezdi?
Ömer, şaşırdı birden! Kalbinde dalgalanmalar meydana geldiğini hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta durmadı ve yere oturdu. Derin derin düşündükten sonra, “Hele getirin şu okuduklarınızı; getirin de, Muhammed’e gelen şey ne imiş, göreyim!” dedi.
Hz. Fâtıma, önce tereddüt gösterdi. Kardeşinin mübarek Kur’an sahifelerine hakaret edebileceğinden korktu. Ancak Ömer, “Korkmayın” diyerek, onun bu endişesini yok etti.
Kur’an sahifeleri ancak temiz kimselere verilebilirdi. Hâlbuki Ömer, henüz şirk üzere bulunuyordu, dolayısıyla da mânen temiz sayılmıyordu.
Bunun için Hz. Fâtıma, “Kardeşim!” dedi. “Sen, Allah’a şerik koşulan bir inanç üzere bulunduğun için temiz sayılmazsın. Hâlbuki, O’na ancak temiz olanlar el sürebilir. Kalk, önce bir yıkan!”
Hz. Ömer, kalkıp gusletti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, koyduğu yerden Kur’an sahifesini hürmetle alıp ona verdi.
Hz. Ömer kâtipti, okuma yazma bilirdi. Eline aldığı sahifeyi başından okumaya başladı:
“Tâhâ! (Ey Resûlüm!) Biz, sana Kur’an’ı eziyet çekesin diye indirmedik. Ancak Allah’tan korkan kimseye bir öğüt için... Arzı ve yüce gökleri yaratandan, yavaş yavaş bir indirişle onu (Kur’an’ı) indirdik.”[1]
Ömer, hem okuyor, hem de okudukları üzerinde düşünüyordu. Kur’an’ın ebedî ve edebî belâgati karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki, az evvel kılıcının kabzasına yapışıp Peygamber Efendimizin vücudun ortadan kaldırmaya giden Ömer, o değildi! Kalbindeki katılık, yüzündeki öfke yok oluvermişti birden... Az evvel kan çanağını andıran gözleri, şimdi aydınlık saçıyordu; yüzüyle beraber, içi de gülüyordu. Surenin,"Gerçekten Ben, Allahım; Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için Bana ibadet et ve Beni anmak için namaz kıl!”[2]ayetini okuyunca haykırdı: “Bu ne güzel, ne şerefli, ne haşmetli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatlı bir kelâm olamaz!”
Bu ifadeler, Ömer’in kalbinin hidayet nuruyla sarıldığını, onun aydınlığına kavuştuğunun işaretiydi.
Hz. Ömer’in bu sözlerini işiten Kur’an hocası Hz. Habbâb, gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıkıverdi ve “Müjde ey Ömer!” dedi. “Dilerim ki Resûlullah’ın yaptığı dua, senin hakkında gerçekleşsin! Dün gece o, ‘Allahım, İslamiyeti ya Ebu’l-Hakem b. Hişam’la [Ebû Cehil] ya da Ömer b. Hattab’la kuvvetlendir’ diyerek dua etmişti!”
Ömer b. Hattab ve Ebu’l-Hakem Amr b. Hişam, yani Ebû Cehil... Biri Server-i Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmakla ancak İslam davasının önüne geçilebileceğini teklif eden Ebû Cehil, diğeri bu teklifi kabul edip kararı infaz etmeye kalkan Ömer!
Artık Ömer’in Resûlullah ve İslamiyet aleyhindeki düşünceleri tamamıyla aksine dönmüştü. Bir an evvel Fahr-i Âlem Efendimizin huzuruna varıp, hidayet nuruyla kucaklaşmak istiyordu. Hemen, “Resûlullah şimdi nerededir?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin, ashabından bazılarıyla Safâ tepesi eteğindeki Dârü’l-Erkam’da bulunduğunu öğrenince, Hz. Habbâb’la derhal yola koyuldu.
Gözcü, Ömer’in silah belde geldiğini içeriye haber verdi. Herkesi bir telâş ve heyecan havası sardı. Sadece biri müstesna: Hz. Hamza... Bu büyük İslam kahramanı, elini kılıcının kabzasına atarak, “Bırakın, gelsin. Korkulacak ne var? Eğer hayırlı bir maksatla gelmişse, kendisini hayırla ağırlarız; eğer kötü bir niyetle gelmişse, onu kendi kılıcıyla hallediriz!” diye konuştu.
Manzarayı seyreden Fahr-i Âlem’in yüzünde tebessümler belirdi. Ömer’in gönlünün hidayet nuruyla aydınlandığı haberini almıştı. Hiçbir telâşa ve endişeye kapılmadan, oturduğu yerden, “Telâş edilecek bir şey yok, bırakın gelsin! Eğer Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir” diye emir buyurdu.
Bu emir üzerine kapı açıldı. Kapı önünde bekleyen Ömer, heybetli görünüşü ve silahı ile içeri girdi. Yüzünde öfke değil, muhabbet parıltıları vardı. Gözleri, hak ve hakikati aramanın aydınlığı içindeydi. Resûl-i Ekrem’le bir an göz göze geldi. Kâinatın Serveri Efendimizin mânevî heybeti karşısında kendinden geçer gibi oldu. Her şeyini unutmuştu. Nebiyy-i Ekrem’in nurani bakışları, kalp ve ruhunu tesiri altına almış, adeta avuçlamıştı.
Bir müddet birbirlerine bakıştıktan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, sessizliği, heyecan ve telâş havasını, “Neye geldin ey Hattab’ın oğlu Ömer?” sorusuyla dağıttı; sonra da elini uzatıp, kılıcının bağından tuttu ve “Allahım, bu, Hattab Oğlu Ömer’dir. Allahım, İslam dinini Hattab Oğlu Ömer’le kuvvetlendir!” diye dua etti.
Hz. Ömer, ruhunu hidayet güneşinin câzibesine kaptırmıştı artık... Resûlullah Efendimizin sorusuna, “Allah ve Resûlüne ve O’nun Allah’tan getirdiklerine iman etmek için geldim” diye cevap verdi ve arkasından da,
اَشْهَدُ اَنْ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِdiyerek Müslüman oldu.[3]
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ile ashab-ı kiramın sevinçleri son haddine varmıştı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir getirdiler: “Allahü ekber, Allahü ekber!”
Mekke sokaklarından duyulan tekbir sesleri, ufukları çınlattı, oradan göklere doğru nurani dalgalar halinde yükseldi!
Artık Hz. Ömer, Müslümandı; kırkıncı Müslüman... Bundan böyle, cesaret, kuvvet ve kahramanlığını şirk için değil, İslam dini uğrunda kullanacaktı. Kureyşlilerin verdiği karar üzerine Server-i Kâinat’ın vücudunu ortadan kaldırmaya koşan Ömer, şimdi onun etrafında pervane olmuştu. Yiğitliğine imanın hadsiz kuvvetini de ekleyen Hz. Ömer, bundan böyle Allah için, Resûlullah için müşriklere gözdağı vermeye koşacaktı. Birdenbire parlayan bu ateşîn fıtrat, Hz. Muhammed güneşinden feyz ve ışık alarak dünya tarihine adalet timsâli “Âdil Ömer” unvanıyla geçecektir.
Saf Halinde Mescid-i Haram’a Gidiş
Cesaretin gerçek kaynağı olan imanı kalbine yerleştiren Hz. Ömer, artık yerinde duramaz olmuştu. Resûl-i Ekrem’e, “Yâ Resûlallah! Biz ölsek de yaşasak da hak din üzere değil miyiz?” diye sordu. Resûl-i Zîşan, “Evet, varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki siz kalsanız da, ölseniz de hak din üzeresiniz” diye cevap verince, “Öyle ise hâlâ ne diye gizleniyoruz?” dedi. “Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki korkmadan, çekinmeden, cesaretle bütün şirk meclislerine gidip İslamiyeti açıklayacağım!”
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz önde, sağında Hz. Ömer, solunda Hz. Hamza, diğer sahabeler arkalarında Dârü’l-Erkâm’dan çıkarak Kâbe’ye doğru yol aldılar. Vakur adımlarla, Mescid-i Haram’a girdiler.
Hz. Resûlullah’ın başını bekleyen müşrikler, bu manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Şaşkın, ürkek ve korkak bakışlarla bir Hz. Ömer’e, bir Hz. Hamza’ya bakıyorlardı. Bir ara cesaretlerini toparlayarak, “Ey Ömer! Arkanda ne var, neyle geldin?” diye sordular.
Hz. Ömer, “Lâ ilâhe İllâllah, Muhammedü’r-Resûlullah ile geldim” dedi ve ilave etti: “Kimse yerinden kımıldamasın; yoksa boynunu vururum!”
Müşriklerin sesi sedâsı kesildi. Sanki dilleri tutulmuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, serbestçe Kâbe’yi tavaf etti ve namaz kıldı. Müslümanlar da açıktan açığa namaz kıldılar.
Hz. Ömer der ki:
“İşte, o zaman Allah Resûlü, ‘Hak ile bâtıl olanın arasını ayırdı’ diye bana ‘Fârûk’ adını taktı.”[4]
Önce Hz. Hamza’nın, arkasından Hz. Ömer’in Müslüman olması, İslam’ın inkişafı ve Müslümanların müşriklerin baskılarından sıyrılarak ibadetlerini serbetçe ifa etmeleri hususunda büyük bir rahatlık sağladı. Bu bakımdan bilhassa Hz. Ömer’in mü’minler safında yer almasının, İslam tarihinde önemli bir yeri vardı. Bu ehemmiyeti, ashaptan Abdullah b. Mes’ud Hazretleri, “Ömer’in Müslüman olması, İslamiyet için bir fetih, Müslümanlar için bir şeref ve izzet idi. Medine’ye hicreti nusret, halifeliği de rahmet oldu. Ömer Müslüman oluncaya kadar bizler, Kâbe avlusunda açıktan açığa namaz kılamıyorduk”[5]diyerek ifade etmiştir.
[1] Tâhâ, 1-4.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 366-371; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 267-269; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 216-219.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 270.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 270; Süheylî, Ravdü’l-Ünf. c. 1. s. 219.