Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve ashab-ı kiramın Kâbe’yi ziyaret edip umre yapmalarına, Kureyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzalanan Hudeybiye Antlaşması’yla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve arzularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.
Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla, Peygamber Efendimiz, bu bir sene zarfında birçok muvaffakiyet elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslam’dan haberdar etmiş ve onları İslam’a davette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslamiyetle müşerref olmuşlardı. Ayrıca Hayber’i fethederek, hemen hemen Arabistan Yarımadası’nda bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine İslamiyetin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da birçok kabileye askerî birlik göndererek onları itaat altına almıştı.
Bütün bunlardan sonra, Kâbe’yi ziyaret ve umrenin ifası zamanı gelmiş bulunuyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Zilkade ayı girince, ashabına umre için hazırlanmalarını emretti. Bu emre göre, Hudeybiye Seferi’ne katılmış bulunanlardan hayatta olanların hiçbiri geri kalmayacaktı.[1]
O sırada Medine’ye taşradan gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç birçok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, “Yâ Resûlallah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var” diyerek durumlarını arz ettiler.
Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Medine halkına duyurdu. Bunun üzerine ashab-ı kiram, “Yâ Resûlallah!” dediler. “Biz, sadaka olarak neyi verelim? Verecek hiçbir şey bulamıyoruz ki!”
Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ne olursa... İsterse yarım hurma olsun!” buyurdu.
Medine’den Ayrılış
Server-i Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf b. Azbat’ı vekil bırakıp, umre için hazırlanmış bulunan iki bin civarındaki Müslümanla Medine’den Mekke’ye, Beytullah’a doğru yola çıktı.[2]Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve sürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca Kureyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Hâlbuki, yapılan anlaşma gereği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak ve o da kınına sokulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise vaadinde hiçbir zaman hulf etmeyen Hz. Resûlullah, neden böyle hareket ediyordu? Bu husus, sahabelerin nazarından kaçmadı. Sordular: “Yâ Resûlallah! Müşriklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dair ahdin vardı. Hâlbuki, sen silah taşımaktasın!”
Hz. Fahr-i Âlem, sebebini izah etti: “Biz, bu silahları Harem’e, Kureyşlilerin yanına götürmeyeceğiz; fakat her ihtimale karşı yanımızda bulunduracağız!”[3]
Peygamberimizin İhrama Girişi
Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Muhacirlerin duydukları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi: Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret edeceklerdi! Hepsinden de mühimi, kendilerini hakir gören, kendilerine olmadık eziyet ve işkencelerde bulunan Kureyş müşriklerine İslam’ın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu!
Zülhuleyfe mevkiine varılınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Muhammed b. Mesleme’nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurbanlık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.[4]
Artık etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadâlarıyla adeta sarsılıyordu:
“Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk! İnnel hamde ven’nimete leke ve’l-Mülk! Lâ şerike leke.”[5]
Müşriklerin Korku ve Telâşı
Önden giden Muhammed b. Mesleme komutansındaki yüz atlı birliği ve beraberinde götürdükleri silahlar, Merru’z-Zehran mevkiinde müşriklerin birkaç adamı tarafından görüldü.
“Nedir bunlar?” diye sordular.
Muhammed b. Mesleme, “Resûlullah’ın (a.s.m.) süvarileridir” dedi ve devam etti: “Kendileri de inşallah yarın sabah burada olacaklardır!”[6]
Adamlar şaşkına döndüler ve son sürat yol alarak haberi Mekke’ye ulaştırdılar. Müşrikleri, bir korku ve telâş sardı. “Muhammed, üzerimize yürüyor!” diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.
Gerçi Hz. Resûlullah, Hendek Harbi’nden sonra, “Artık onlar bizim üzerimize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz!” buyurmuşlardı; ama bu sefer, o gayeyle tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi, Kâbe’yi tavaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.
Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adamlarını gönderdiler.
Peygamber Efendimiz, Merru’z-Zehran’da
Telbiye sadâlarıyla Zülhuleyfe’den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslümanlarla birlikte Merru’z-Zehran’a geldi. Oradan bütün silahları Batn-ı Ye’cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs b. Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi.[7]
Resûl-i Ekrem, Batn-ı Ye’cec’de
Daha sonra Peygamber Efendimiz, ashabıyla yol alarak oradan Mekke’nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye’cec mevkiine vardı.
Bu sırada Kureyş temsilcileri çıkıp geldi. “Yâ Muhammed!” dediler. “Herhalde sana, bizim küçük veya büyük herhangi bir hıyanetimiz, vefasızlığımız haber verilmiş değildir. Buna rağmen, Harem’e, kavminin yanına, böyle silahlı mı gireceksin? Hâlbuki, oraya, yolcu silahı olan kınlarına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin.”
Peygamber Efendimiz, meseleyi izah etti: “Harem’e kınlarında sokulu kılıçlardan başka silahla girecek değiliz! Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişimdir! Fakat silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim!”
Kureyş Baştemsilcisi Mikrez b. Hafs, aynı sözleri tasdik etti: “Senden beklenen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır!”[8]
Mekke’nin Boşaltılması
Durum, temsilciler tarafından süratle Kureyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemiren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nurani bayramlarını yakından temâşâ etmemek için, Kureyşliler, Mekke’yi boşalttılar.[9]
Peygamber Efendimiz, Mekke’de
Hz. Resûlullah, müstesna bir ihtişam ve vakarla, devesi Kasvâ’nın üzerinde Mekke’ye girdi. Müslümanlar, etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları andırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz, bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe-i Muazzama’ya, Beytullah’a yaklaşıyorlardı. “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!” nidâları Mekke’nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nurani sadâya cevap veriyorlardı. Müşrikler ise bu kuytu yerlerde, dağ başlarında adeta bu ulvî sadâya kulaklarını tıkamış, bu haşmetli manzara karşısında gözlerini kapatmışlardı.
Kasvâ’nın yuları Şâir Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Hz. Resûlullah’ın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:
“Ey kâfir oğulları! Resûlullah’ın yolundan çekiliniz!
“Rahmân olan Allah, onun hak peygamber olduğuna dair ayetler indirdi.
“Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır.
“En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!”[10]
Bu ulvî ve nurani manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar, telbiyelerle Beytullah’a vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Haram’a girince, omuz ihramının bir ucunu sağ koltuğunun altından alıp sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve “Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde gösterecek olan kahramanları, Allah rahmetiyle yarlıgasın, esirgesin!”[11]buyurdu.
Sonra, sahabelere, Kâbe-i Muazzama’yı üç kere koşa koşa ve omuzlarını silke silke tavaf etmelerini emretti[12]Zira, Kureyş müşrikleri, “Yanımızdan çıkıp gittikten sonra Muhammed ve ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır!” şeklinde dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı.
Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da ashab-ı kirama güçlü ve kuvvetli görünmelerini emrediyordu.
Kâbe’yi Tavaf
Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, Kasvâ’nın üzerinde idi. Kasvâ’nın yuları ise Abdullah b. Revâha’nın elindeydi. Sahabeler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.
Peygamber Efendimiz, Hacerü’l-Esved’in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istîlâm etti; sonra da değneği öptü. Ashab-ı kiram da aynı şeyi yaptı.
Ashab-ı güzin, tavafın ilk üç devresinde, Peygamberimizin emri gereği, hızlı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.
Abdullah b. Revâha, hem Kâbe’yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye devam ediyordu:
“O Allah’ın ismiyle başlarım ki dininden başka gerçek din yoktur O’nun...
“O Allah’ın ismiyle başlarım ki Muhammed Resûlüdür O’nun!
“Çekilin, ey kâfir oğulları, Resûlullah’ın yolundan!”[13]
Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:
“Ey İbni Ravaha! Sen, Resûlullah’ın önünde, Allah’ın Harem’inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” diyerek susmasını istedi.
Hz. Ömer’e şâirine bedel Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Ey Ömer! Ona mani olma! Vallahi, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok tesirlidir”[14]diyerek cevap verdi; sonra da Abdullah b. Revâha’ya dönerek, “Devam et, devam et, ey İbni Ravaha!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer sustu.[15]
Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zîşan Efendimiz, Abdullah b. Revâha’ya, “Allah’tan başka ilâh ve mâbud yoktur. bir olan O’dur, vaadini gerçekleştiren O’dur, bu kuluna nusret veren O’dur, askerlerine kuvvet veren O’dur, toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız O’dur”[16]meâlindeki duayı okumasını emretti.
Ashab-ı kiram da, Hz. Resûlullah’ın öğrettiği bu duayı hep bir ağızdan söylemeye başladılar.
Müşriklerin Şaşkınlığı
Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Resûlullah Efendimizle ashab-ı kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çıkmışlardı.
Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzama’yı üç kere tavaf ettiklerini görünce, “Demek, Medine’nin humması, sıtması onları zayıf düşürmemiş! Baksanıza, yürümeye kanaat etmeyip, silkine silkine koşuyorlar!” diyerek şaşkınlık ve hayretlerini izhar etmekten kendilerini alamadılar.[17]
Sa’y Yapılması
Peygamber Efendimiz, Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim’de iki rekât tavaf namazı kıldı; daha sonra sa’y yapmak üzere Safâ tepesine çıktı. Yine devesi Kasvâ’nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa’y yaptı. Merve’de, sa’y tamamlandıktan sonra da kurbanların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve’de Hz. Resûlullah’la birlikte kurbanlarını kestiler. Yine burada, ashaptan Hırâş b. Ümeyye, Resûl-i Ekrem Efendimizin başını kazıdı. Sahabeler de başlarını traş ettiler.[18]
Böylece, Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye Seferi’nden önce görmüş olduğu rüya aynen çıkmış oluyordu!
Hz. Bilâl’in Ezan Okuması
Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe’nin içine girmek istedi. Ancak müşrikler, “Bu, anlaşmamızda yoktu!” diyerek müsaade etmediler.
Öyle vakti girmişti. Kâbe’ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl’in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünüyorlardı. Her birinin ağzından çeşit çeşit nâhoş lâflar çıkıyordu: Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Allah, Ebû Cehil’e, bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsanında bulunmuştur!” dedi. Müşrik Safvan b. Ümeyye, “Şükür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü!” diyerek tedirginliğini ifade ediyordu. Hâlid b. Esid ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, “Şükürler olsun Allah’a ki babamı öldürdü de, Bilâl’in Kâbe üzerine dikilip bağırdığı bu zamanı görmedi!” diyerek ifade ediyordu. Bu arada, ezanı işitince hiçbir şey söylemeden yüzünü kapayanlar da görülüyordu.[19]
Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar ederken, ashab-ı kiram ise saf bağlamış, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle namazı burada eda edildi.
Hz. Meymûne’nin Peygamberimize Nikâhlanışı
Asıl ismi “Berre” olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ile Hz. Cafer’in hanımı Esmâ’nın kız kardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı.[20]
Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu sebeple Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirle bahsederdi. Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine’den yola çıkıp Cuhfe’ye gelip konduğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O arada Efendimize, “Yâ Resûlallah! Meymûne bint-i Haris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?” diye teklifte bulundu. Peygamber Efendimiz de bu teklifi kabul etti.[21]
Resûl-i Ekrem, henüz Mekke’den ayrılmamıştı. Hz. Resûlullah’ın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, “Deve de, üzerindeki de Resûlullah’ındır!” diyerek memnuniyet ve sevincini izhar edip kendisini Efendimize bağışladı.[22]
Hz. Abbas da, bunun üzerine, Peygamberimizden dört yüz dirhem mehir alan Hz. Meymûne’yi ona nikâhladı.[23]
Peygamberimizin, Mekke’de Biraz Daha Kalmak İsteyişi
Peygamber Efendimizin, Hz. Meymûne’yle evlenmesinde Kureyş müşrikleriyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zira, bir müddet daha kalıp Kureyşlilerle konuşma fırsatını elde etmek için bunu vesile kılmak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muahedesi’ne göre tespit edilen kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendimiz, Kureyş ileri gelenlerine, “İsterseniz, ailemle evlenme merasimini yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve tertipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de davet edeyim” diye teklifte bulundu. Fakat Kureyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Peygamberimizden Mekke’den çıkıp gitmesini istediler.
O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubâde vardı. Kureyş temsilcilerinin Resûl-i Kibriya Efendimize sert konuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl b. Amr’a, “Burası ne senin, ne de babanın toprağıdır. Vallahi, Resûlullah (a.s.m.) buradan ancak anlaşma hükmü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez” diyerek çıkıştı.
Bunun üzerine Kureyş’in iki temsilcisi seslerini kestiler.
Peygamber Efendimiz ise, bu manzaraya tebessüm buyurdular.[24]
Mekke’de Kalma Müddeti Dolunca!
Hudeybiye Antlaşması gereğince, Mekke’de kalma müddeti olarak tayin edilen üç gün dolmuştu.
Hayatı boyunca düşmanıyla dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine muhalif düşmemek için Mekke’yi, Kâbe-i Muazzama’yı terk etmek zorunda kalıyordu. Aslında bu bir manada uzaklaşmak değil, Mekke’yi fethetme zamanına günbegün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke’nin fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.
Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke’deki birçok akrabasıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlerini ve İslam ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslamiyeti ve İslamiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nurani bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hâriç, halktan birçok kimsenin gönlünde iman ve İslam’a karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Adeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından birçoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti!
“Amca! Amca!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldığı sırada, arkasından masum bir ses duydu: “Amca! Amca!”
Dönüp baktılar. Sesin sahibi, “Şehitlerin Efendisi” Hz. Hamza’nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke’de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir “Beni kurtarın bu şirk diyarından!” ifadesi ve manası vardı! Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, “Beni bırakma!” diye bu biricik yavruyla birlikte imdat diliyordu.
Kalbi şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine’ye beraberinde getirdi.[25]
Peygamberimiz, Serif’te
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Meymûne’yle evlendi.[26]
Medine’ye Dönüş
Peygamber Efendimiz, akşamleyin Serif’ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine’ye geldi.[27]
Hz. Hamza’nın Kızı Ümâme’nin Hz. Cafer’e Teslim Edilmesi
Hz. Hamza’nın Selma binti Ümeys’ten doğan kızı Ümâme, Medine’ye getirilince, üzerinde münakaşa çıktı.
Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd b. Hârise ile Hz. Hamza’yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetinden sonra Hz. Hamza’nın çocuklarının velisi ve vasîsinin kendisi olduğunu söyledi ve “Kardeşimin kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım!” dedi.
Hz. Cafer bunu duyunca itiraz etti: “Teyze de bir annedir. Zevcem Esmâ bint-i Ümeys, Ümâme’nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım!”
Hz. Ali ise, buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. “Amcamın kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim” dedi. “Siz ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!”
Meseleyi neticeye bağlamak, Hz. Resûlullah’a kalmıştı:
“Ey Zeyd! Sen, Allah’ın ve Resûlünün dostusun! Ey Ali, sen de benim kardeşim ve arkadaşımsın! Ey Cafer, sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin!” dedikten sonra, kararı şöyle verdi:
“Ey Cafer! Ümâme’yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın; çünkü onun teyzesiyle evli bulunuyorsun! Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikâhlanıp gelemez!”[28]
Hz. Resûlullah bu hükmü verince, Hz. Cafer sevincinden birden ayağa kalktı; Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeye başladı.
Resûl-i Ekrem, “Ey Cafer! Nedir bu yaptığın?” diye sorunca, Hz. Cafer izah etti: “Yâ Resûlallah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necâşî de bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi!”[29]
[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 120.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[4]İhrama girme yerleri şunlardır: Medinelilerin Zülhuleyfe, Şamlıların Cuhfe, Iraklıların Zât-ı Irk, Necidlilerin Karn, Yemenlilerinki ise Yelemlem...
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 435.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121.
[8]Taberî, Tarih, c. 3, s. 101; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 436.
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 121; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 436; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 780.
[10]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
[11]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 12-13.
[12](Şeriat örfünde buna “remi” denir.) İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 123; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 306; Müslim, Sahih, c. 2, s. 923.
[13]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 432.
[14]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 123; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 784.
[15]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[16]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[17]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[18]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[19]Vakidî, Megazi, c. 2, s. 738.
[20]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 137; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 1915-1916.
[21]İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., c. 4, s. 1916.
[22]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 132; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 439.
[23]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 439.
[24]İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 433; Halebî, a.g.e., c. 2, s. 783.
[25]İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 171; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 443.
[26]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 14; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 122, c. 8, s. 133-134.
[27]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 122.
[28]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 159-160.
[29]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 160