Bu sırada Kureyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira, yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, yapı itibarıyla pek sağlam olmayan bu mâbedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bulunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binayı adeta harab bir hale getirmişti.
Son olarak gelen büyük bir sel, Kâbe’yi bütün bütün sarsmış ve duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı.
Bu arada, bir hadise daha oldu: Kadının biri Harem’de ateş yaktı. Ateşin korundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe’nin örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına sebep oldu.
Bütün bunların üzerine bir de Kâbe’nin içinde bulunan bir definenin çalınması eklenince, Mekkeliler, artık verdikleri kararı bir an evvel gerçekleştirme gayretine girdiler.[1]
İnşaat Malzemesi Yüklü Gemi
Kureyşliler, Kâbe’yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp, iştişâre ediyorlardı.
Bu sırada, Cidde’ye gitmek üzere Mısır’dan yola çıkmış bulunan bir Bizans gemisi, Cidde yakınlarında karaya oturdu.
Bunu haber alan Kureyş, olay yerine bir heyet gönderdi. Geminin yükü, yumuşak aktaş, tahta, direk ve demir idi. Bunlar, Kureyş’in arayıp da bulamadıkları şeylerdi!
Heyet, gemide bulunanlarla anlaşarak keresteyi satın aldı. Bunun yanında, gemideki tüccara, Mekke’ye serbestçe girebilme ve mallarını gümrüksüz satabilme garantisi de verdiler. Hâlbuki, daha evvel Mekkeliler, şehirde ticaret eşyası satanlardan öşür alırlardı.
Gemide ayrıca Bâkûm adında Bizanslı bir mimar da bulunuyordu. Kâbe yapımında kendisinden istifade etmek üzere bu mimarla da anlaştılar.
Buna göre, duvarlarını yeniden tamire karar verdikleri Kâbe’nin mimarlığını Bizanslı Bâkûm, marangozluğunu ise Mekke’de oturan Kıbtî bir usta yapacaktı.[2]
Duvarların Taksimi
Kâbe duvarlarının taşlarla örülmesi işi, kur’ayla kabileler arasında dörde taksim edildi. Buna göre, Abdi Menaf ile Zühreoğullarına Kâbe’nin Şam cephesi (Hatiym, Hıcır tarafı); Şehm, Cehm (Cümah) ve Amiroğulları payına Kâbe’nin Yemen köşesi ile Hacerü’l-Esved köşesi arası; Mahzum ve Teymoğullarına ise, Safâ ile Ecyad’a bitişik olan Yemen cephesi düştü.[3]
Mekke’nin Sarsılması
Her kabile, kendisine düşen tarafı yıkıyordu. Hz. İbrahim’in attığı temele kadar inildi. Bundan sonra, birbiriyle kaynaşmış deve sırtı gibi yeşil yeşil taşlar görülmeye başlandı!
Niyetleri, daha da aşağı inmekti. Ne var ki buna muvaffak olamadılar. İçlerinden biri bu yeşil taşlara kazmayı sallayınca, birden zelzeleye uğramış gibi Mekke’nin sarsıldığını gördüler. Herkeste bir korku ve telâş başladı. Bundan sonrasını yıkmaya müsaade bulunmadığını anlayıp, kazdıklarıyla iktifa ettiler.[4]
Kabileler Arasında Anlaşmazlık Çıkması
Herkes kendisine düşen taraf için taş taşıyor ve duvarlar örülüyordu. Bina, Hacerü’l-Esved’in konulacağı yere kadar yükseltilmişti. Ancak bu mübarek taşı yerine koymada kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Her kabile, kendisini diğer kabilelerden bu hususta daha lâyık görüyordu. Kabile taassubunun bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir zamanda, hangi kabile bu şerefi başkasına kaptırmak isterdi? İş kızıştı, tartışma ve münakaşa son derece sertleşti. Öyle ki birbirleriyle vuruşacaklarına dair yemin bile ettiler.[5]
Ortalığı bir kargaşalık kaplamıştı. Her an çarpışma bekleniyordu. Çarpışma vuku bulursa, çok kişi hayatını kaybedebilir, çok mal telef olabilirdi!
Bu duruma bir çare bulmak gerekiyordu!
Dört beş gün, Kâbe’nin duvarlarına tek taş koymadan, Kureyş kabileleri bekleyip durdular! Sonra tekrar Mescid-i Haram’da toplandılar, birbirleriyle konuştular, tartıştılar.
Bu arada, kabileleri uzlaşmaya davet edenler de vardı.
Uzlaşmayı Sağlayan Teklif!
Kanlı bir hadisenin kopması her an beklenirken, Kureyş’in en yaşlılarından Ebû Ümeyye diye bilinen Huzeyfe b. Muğîre, ortaya atıldı ve taraflara şu teklifi sundu:
“Ey Kureyşliler! Anlaşamadığınız şu işte, mâbedin şu kapısından (Benî Şeybe Kapısını eliyle işaret ederek) ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın; o kimse bu işi bir neticeye bağlasın!”[6]
Ebû Ümeyye’nin beklenmedik bu teklifi, taraflarca tereddütsüz kabul gördü.
“Muhammedü’l-Emin” Geliyor!
Artık bütün gözler Benî Şeybe kapısındaydı!
Acaba kim çıkacaktı ve kabilelerin anlaşmazlığına nasıl bir çareyle son verecekti? Hiçbir kabilenin gönlünü kırmadan bu işi nasıl halledecekti?
Merak dolu bakışlar, mescidin mezkûr kapısını dikkatle süzmekte idi.
Kapıdan bir zât belirdi!
Uzaktan fark ettiler, kendisine mahsus boyu posu ve yürüyüşüyle vakar içinde gelen bu zâtı derhal tanıdılar ve sevinç içinde bağırdılar: “El-Emin o! Muhammed o! Onun aramızda vereceği hükme râzıyız!”[7]
Evet, gelen Muhammedü’l-Emin’di (a.s.m.). Herkesin itimadını kazanmış olan dürüst insandı.
Bu sebeple, merak dolu bakışlar, birden sevinç bakışlarına döndü. Çünkü âdil karar vereceğinden hepsi tereddütsüz emindi.
Evet, isabetli karar vermekten şaşmayan Efendimizin gelişi, elbette tesadüfî değildi. Vereceği hükümle onlara, peygamberliğinden önce de, isabetli görüşe, derin düşünceye sahip olduğunu tasdik ettirecekti.
Kureyş, durumu kendilerine anlattı.
Kalbi gibi zihni de tertemizdi Efendimizin... İsabetli kararı vermekte gecikmedi ve şu emri verdi:
“Hemen bana bir örtü getiriniz!”
Ânında getirdiler. Bir rivayete göre bu Velid b. Muğîre’nin elbisesiydi. Diğer bir rivayete göre ise, Efendimiz, bizzat kendi ridâsını bu işte kullandı.[8]
Kâinatın Efendisi, getirilen örtüyü yere serdi.
Küçük büyük herkesin dikkatli bakışları, Efendimizin üzerinde toplanmıştı. O örtüyle ne yapacaktı?
Merakları fazla sürmedi ve Sevgili Peygamberimiz, Hacerü’l-Esved’i bu örtünün ortasına koydu; sonra da, “Her kabileden bir kişi bunun birer köşesinden tutsun” diye emretti.
Öyle yaptılar. Hacerü’l-Esved’i örtüyle, konulacak yere kadar kaldırdılar.
...Ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, bizzat Hacerü’l-Esved’i kendi eliyle yerine koyarak, bu şerefe nâil oldu!
Bundan sonra duvar örülmeye başlandı ve kısa zamanda tamamlandı.[9]
Böylece, Allah Resûlü, İlâhî mevhibenin bir eseri olan isabetli kararıyla, kabileler arasında büyük bir kanlı çarpışmayı önlemiş oldu.
Bu kararıyla Sevgili Peygamberimiz, kendisinden çok daha yaşlı ve haliyle tecrübeli bulunanlardan bile daha isabetli görüşe, daha kuvvetli muhakemeye ve daha ziyade zekâya sahip bulunduğunu, aynı zamanda İlâhî bir kuvvetle teyit edildiğini ortaya koymuş oluyordu!
İbni Abbas Hazretlerinin bir rivayetine göre, Efendimizin, Hacerü’l-Esved’i[10]yerine koyduğu gün, Pazartesi günü idi.[11]
PEYGAMBERİMİZİN, HZ. ALİ’Yİ YANINA ALMASI
Efendiler Efendisi otuz altı yaşında.
Milâdî 607 senesi.
Mekke’de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık başgöstermişti. Çoğu aile, geçim sıkıntısından perişan bir durumda idi.
Geçim sıkıntısı içinde bulunan ailelerden biri de,Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in ailesiydi.
Efendiler Efendisinin kalbi, şefkat ve merhamet kaynağıydı sanki... Zâtına yapılan iyilikleri asla unutmuyordu. Kendisine karşı gösterilen kadîrşinaslıkları asla karşılıksız bırakmak istemiyordu! Böylesi güzel ve eşsiz bir mizaca sahip bulunuyordu!
İşte, şimdi geçim sıkıntısı çeken biri vardı. Kendisine elinden gelen yardımı esirgemeyen biri. Çocukluğundan beri, şefkatli kanatları arasında büyüdüğü biri: Ebû Tâlib...
Amcası geçim sıkıntısı içindeyken, o nasıl rahat edebilir ve nasıl yardımına koşmazdı?
Derhal harekete geçti. Hali vakti yerinde olan diğer amcası Hz. Abbas’a koştu, durumu kendisine arz etti. Sıkıntı içinde kıvranan Ebû Tâlib’e yardım ellerini uzatmaları, yükünü bir nebze de olsa hafifletmeleri gerektiğini anlattı.
Hz. Abbas, Efendimizin bu davetini memmuniyetle karşıladı ve birlikte Ebû Tâlib’e vardılar.
Maksatları, Ebû Tâlib’in evindeki kalabalığı biraz azaltmak, hiç olmazsa birkaçının nafaka yükünü omuzundan kaldırmaktı!
Maksatlarını Ebû Tâlib’e açınca, o bundan memnuniyet duydu ve sonunda Efendimiz ismini bizzat koyduğu Hz. Ali’yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer’i himâyesine aldı.[12]
O sırada Hz. Ali, dört veya beş yaşında bulunuyordu. Henüz bu yaşta, “Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuran Resûl-i Kibriya’nın himâyesine girmesi, Hz. Ali için eşsiz bir mazhariyetti. Bu yaşından itibaren onun terbiye süzgecinden geçecek, davet edildiğinde ise, derhal iman edecektir! Bu imanı sırasında dokuz on yaşlarında bulunan Hz. Ali, aynı zamanda “ilk Müslüman çocuk” şerefini de kazanmış olacaktır.[13]
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 205; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 145; Taberî, Tarih, c. 2, s. 198.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 207; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 1, s. 200.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 207-208; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 201.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 209; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. ?
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 99.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 209-210; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 146; Taberî, Tarih, c. 2, s. 201.
[10] Renginin siyah olması sebebiyle “Hacerü’l-Esved (Siyah Taş)” diye adlandırılmış bulunan bu mübarek taş, Kâbe’nin şark köşesinde olup yerden bir buçuk metre yükseklikte, kapıya yakın bir yere yerleştirilmiş, üç büyük ve birkaç tane de küçük parçadan müteşekkildir. Etrafı gümüş bir halkayla çevrilidir. Bir başka ismi “Ruhü’l-Esved”dir.
Bu mübarek taş, semâvî bir taş olup, Hz. İbrahim’e (a.s.) Hz. Cebrail tarafından getirilmiştir. Kâbe duvarına yerleştirilmeden evvel, Ebû Kubeys dağında muhâfaza edilmekteydi. Bir rivâyete göre, Peygamber Efendimizin “Ben peygamber gönderilmeden evvel, Mekke’de bana selam veren taşı, hâlâ biliyor ve tanıyorum!” ifadelerinin işaret ettiği taş, bu Hacerü’l-Esved’dir.
Bir gün, bu taşa yaklaşıp öpen Hz. Ömer, şöyle demişti:
“Çok iyi bilirim ki sen zararı ve menfaati olmayan bir taş parçasısın! Eğer Resûlullah’ın seni takbil ettiğini (öptüğünü) görmeseydim asla seni takbil etmezdim!”
[11] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 129.
[12] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 263.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 262; Taberî, Tarih, c. 2, s. 213.