Îs Seferi

Îs Seferi

(Hicret’in 6. senesi Cemaziyelevvel ayı)

Ku­reyş müşriklerine âit bir ticaret kervanının Şam’dan Mekke’ye doğru gitmekte olduğu, Medine’de işitildi.


Peygamber Efendimiz, Ku­reyş müşriklerini iktisaden güç durumda bırak­mak maksadıyla, Hz. Zeyd b. Hârise kumandasında yüz yetmiş kişilik bir sü­vari birliğini bu kervanı ele geçirmek üzere yola çıkardı.

Mücahitler, İs denilen mevkide Ku­reyş kervanına rast­geldi­ler: Ker­vandaki mallara el koydular, adamları da esir aldılar. Resûl-i Ekrem Efendimizin keri­mesi Hz. Zey­neb’­in kocası olan Ebu’l-Âs b. Rebî de bu esirler arasındaydı.

Mücahitler, malları ve esirleri Medine’ye getirdiler. Peygamber Efendimiz, malları mücahitler arasında taksim etti.[1]

Ebu’l-Âs’ın Serbest Bırakılması

Ebu’l-Âs, Hz. Zeyneb’e, “Babandan, benim için eman al” diye ha­ber gönde­re­rek himâyesini istedi.


Hz. Zeyneb de, onu himâyesi altına aldığını Müslümanlara bildirdi. Pey­gam­ber Efendimiz de, kerimesine, “Senin himâyeye aldığın kimseyi, biz de hi­mâyemiz altına aldık!” diye buyurdu.[2]

Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizden, Ebu’l-Âs’ın ganimet alınan malla­rı­nın da geri verilmesini rica etti. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bunu mü­ca­hit­ler­den istedi. Mücahitler de, aldıkları malların tamamını getirip ona ge­ri ver­di­ler.

Ebu’l-Âs’ın, Müslüman Olduğunu Açıklaması

Ebu’l-Âs, geri aldığı mallarla Mekke’ye döndü, sahiplerine haklarını teslim et­ti; sonra, “Ey Ku­reyşliler! Kimsenin bende malı veya hakkı kaldı mı?” diye sordu.


“Hayır...” dediler. “Yanında hiçbir malımız ve hakkımız kal­madı!”

Başta Re­sû­lul­lah olmak üzere, zevcesi Hz. Zeyneb’ten ve Müslümanlardan gördüğü âlicenab muamele karşısında Ebu’l-Âs’ın mana âlemi değişmişti. Bu­nu Ku­reyş müşriklerine de şöylece açıkla­dı:

“Vallahi, yanınıza gelmeden önce, Müslüman olmamı engelleyen tek şey, ‘Mallarımızı götürmek için Müslüman oldu’ diye yapacağınız dedikodudan duyduğum endişeydi. Fakat şimdi mallarınızı teslim etmiş bulunuyorum. Şe­hâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şe­hâ­det ederim ki Mu­hammed, Allah’ın kulu ve Resûlüdür!”[3]

Daha sonra Ebu’l-Âs, Medine’ye İslamiyetle şereflenmiş halde döndü. Pey­gamber Efendimiz de yine Hz. Zey­neb’i ona verdi.[4]

ABDURRAHMAN B. AVF’IN DÛMETÜ’L-CENDEL’E GÖNDERİLMESİ
(Hicret’in 6. senesi Şâban ayı)

Bu tarihte Peygamber Efendimiz, Abdurrahman b. Avf Hazretleri kuman­dasında yedi yüz kişilik bir birlik hazırladı. Birliğin vazifesi, Dûmetü’l-Cendel beldesi halkını İslami­ye­te davet etmekti.


Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdurrahman b. Avf Hazretlerine sancağını tes­lim ettiği sırada Allah’a hamd ve senâda bulunduktan sonra, mücahitlere şöyle hitap etti:

“Hepiniz Allah yolunda, Allah’ın ismiyle gazâ ediniz! Kâfirlerle çarpışınız! Ganimet mallarına hıyanet etmeyiniz! Ahdinizi bozmayınız! Öldürdüklerini­zin burun, kulak gibi uzuvlarını kesmeyiniz! Küçük çocukları öldürmeyiniz!”[5]

Efendimiz, sonra da bütün Müslümanlara şu umumî dersini verdi:

“Ey insanlar! Zamanla size gelip çatacak beş musibetten Allah’a sı­ğınırım:

“Bir kavimde çirkin hareketler yayılıp açığa vurulunca, şüphesiz, kendile­rinden önce geçmiş kavimlerde görülmedik veba, acılar ve ağrılar onlar ara­sında ortaya çıkar!

“Bir kavim, ölçüde, tartıda eksiklik yaptı mı, muhakkak kuraklık ve kıtlık yıllarına, geçim sıkıntısına, hükümdar zulmüne uğrarlar!

“Mallarının zekâtını vermeyen kavimlerin, gökten yağan yağmurları kesilir!

“Allah ve Resûlünün ahdini bir kavim bozdu mu, muhakkak düşmanları onların üzerine salınır. Onlar da, kavmin el ve avuçlarındakilerden bir kısmını çekip alırlar!

“Bir kavmin idarecileri, Allah’ın kitabına uygun hareket etmediler mi, Al­lah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyi onurlarına yedirmediler mi, o zaman Allah da onların arasına tefrika ve harp sokar!”[6]

Bundan sonra Abdurrahman b. Avf Hazretleri, beraberindeki Müslüman­larla Dûmetü’l-Cendel’e hareket etti. Oraya varınca onları İslamiyete davet etti. Bu davetini üç gün tekrarladı.

Üçüncü günü Hıristiyan olan reisleri Esbağ b. Amr el-Kelbî, İslamiyetle mü­şerref oldu. Onunla birlikte birçok kimse de imana geldi.[7]Müslüman olma­yanlar ise cizye [vergi] vermek üzere orada kaldılar.

Peygamber Efendimiz, Medine’den uğurlarken Abdurrahman b. Avf Haz­retlerine, “Eğer onlar İslamiyeti kabul ederlerse, reislerinin kızıyla evlen” diye buyurmuştu.

Hz. Abdurrahman, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin bu emri üzerine reis­leri Asbağ’ın kızı Tümâdır’la evlendi ve onu da yanına alarak Müslümanlarla birlikte Medine’ye döndü.[8]

PEYGAMBERİMİZİN İLK YAĞMUR DUASI

Hicret’in 6. yılında büyük bir kuraklık ve kıtlık her tarafı sarmıştı.

Ramazan ayında bir Cuma günü, Resûl-i Ekrem Efendimiz hutbe irad bu­yururken kendisinden, “Allah’a dua et de bize yağmur versin” diye rica edildi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allahım, bize yağmur ver! Allahım, bize yağmur ver! Allahım, bize yağmur ver!” diyerek dua etti.[9]

Bir anda ayna gibi berrak olan gökyüzünde bulutlar belirdi ve yağmur yağmaya başladı.

Peygamber Efendimiz bu sefer, “Allahım, bu yağmuru bardaktan boşanır­casına yağdır ve hakkımızda hayırlı kıl!”[10]diye dua etti.

Enes b. Mâlik der ki:

“Üzerimize öyle yağmur yağdı ki neredeyse evlerimize gitme imkânı bula­mayacaktık! O gün, ertesi gün, daha ertesi gün, ta öteki Cuma’ya kadar yağ­mur yağmaya devam etti.”[11]

Cuma günü Peygamber Efendimiz yine hutbe irad ederken, bu sefer yağ­murun dinmesi için dua yapmasını rica ettiler.

“Yâ Re­sû­lal­lah! Evler, yağmurdan yıkılmaya başladı; yollar kapandı. Al­lah’a dua etsen de yağmuru kesse!”[12]

Resûl-i Kibriya Efendimiz, tebessüm buyurdular, sonra da ellerini kaldıra­rak, “Allahım, çevremize yağdır, üzerimize değil!”[13]diye dua etti.

Yine Enes b. Mâlik der ki:

“Re­sû­lul­lah (a.s.m.) dua ederken de eliyle, semânın neresine işaret ettiyse orası açıldı ve Medine üstü, açık bir meydan gibi oldu. Medine çevresine yağ­mur yağarken, Medine’ye bir damla bile düş­mü­yordu. Etraftan gelenler, ora­larda bol bol yağmur yağdığını haber vermekte idiler.”[14]

Bu, Resûl-i Ekrem Efendimizin yaptığı ilk yağmur duasıdır. Bun­dan başka çeşitli zamanlarda beş yağmur duası yapmışlardır.

[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 87.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 33; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 106.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 33; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 177.
[4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 33; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 5. s. 237; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 177.
[5]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 280; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 184.
[6]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 280.
[7]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 89.
[8]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 89, c. 3, s. 129; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 184.
[9]Buharî, Sahih, c. 1, s. 179; Müslim, Sahih, c. 2, s. 613.
[10]Buharî, a.g.e., c. 1, s. 179.
[11]Buharî, a.g.e., c. 1, s. 179; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 261.
[12]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 261.
[13]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 104; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 613.
[14]Müslim, a.g.e., c. 2, s. 614.
Daha yeni Daha eski