Habeşistan’a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, ülkenin hükümdarı tarafından iyi karşılanmış, dinî ibadetlerini serbestçe ve gönül huzuru içinde ifa edebilme imkânına kavuşmuşlardı.
Bu durumu haber alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de kalan Müslümanlara da Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.
Resûl-i Ekrem’in amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Cafer’in başkanlığında Habeş ülkesine doğru yola çıkan ikinci kafile, önceki kafileden daha kalabalıktı. On tanesi kadın doksan iki kişilik bu topluluk da sağ sâlim, sırf dinlerini emniyet altına almak, ibadetlerini huzur-u kalp ile ifa edebilmek gayesiyle Mekke’den ayrılıp Habeş ülkesine vardılar.
Müslümanlar göç ederken, Peygamber Efendimiz her şeye rağmen Mekke’den ayrılmadı. Müşriklerin eziyet ve işkencelerine göğüs germeye devam etti. Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve inayeti altında kutsî ve ulvî hizmetini sürdürdü.[1]
Kureyşliler, Muhacirlerin Peşinde!
Kureyş müşrikleri, Müslümanların art arda Habeş ülkesine hicret etmelerinden telâşa kapıldılar! Gurbet diyarında da garip Müslümanların peşini bırakmak niyetinde değillerdi. İslamiyetin bu gibi ülkelerde de yayılması ve artık karşısına çıkılmayacak bir kuvvet haline gelmesi endişesini taşıyorlardı. Zira Müslümanlar, Habeş hükümdarından himâye gördükleri takdirde Arabistan’ın İslam sînesine koşması daha da kolaylaşabilirdi! Böylece, İslam’ın önüne çekmek istedikleri setleri de yerle bir olacaktı!
Bu duruma tahammül edemeyen Kureyşli müşrikler aralarında konuştular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanları Habeş hükümdarından geri istemeye karar verdiler.[2]
Elçi olarak Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’yı vazifelendirdiler. Plânları şu idi:
Başta Necâşî olmak üzere ülkenin diğer ileri gelenlerinin hepsine kıymetli hediyeler götürülecek. Önce hükûmet adamlarına hediyeleri verilecek ve arzuları arz edilecek. Sonra da hükümdara hediyesi takdim edilecek.
Bu plânı tatbik etmelerindeki maksatları ise şu idi:
Devlet erkânının kendilerini desteklemeleri, Habeş Necâşîsinin mülteci Müslümanlarla görüşmesine fırsat ve imkân verilmeden arzularını yerine getirmelerini kolayca sağlamaları.
Habeş ülkesine varan elçiler, aynı plânı tatbik ettiler.
Devlet adamlarına kıymetli hediyeleri takdim ederek maksatlarını şöylece arz ettiler:
“Bizden bazı aklı ermez gençler, atalarının yolundan ayrıldılar. Sizin dininize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Şu anda hükümdarınıza sığınmış bulunmaktadırlar. Biz onları geri istemek üzere kavmimiz tarafından gönderildik. Hükümdara bu arzumuzu ilettiğimiz zaman, bu hususta bize yardımcı olun ve ona Müslümanlarla görüşme fırsatını tanımayın. Onların teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin ki: ‘Bunlar elbette kendilerinden olanları daha iyi tanır ve bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler.’”
Saray adamları kıymetli hediyelere aldandılar ve kendilerini destekleyeceklerine dair söz verdiler.
Elçiler, bu sefer hükümdarın huzuruna çıktılar ve arzularını şöyle dile getirdiler:
“Ey Hükümdar! Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan bu adamlar, şimdi de buraya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için gelmişlerdir. Seni bu hususta ikaz etmeye geldik. Bunlar Meryemoğlu İsa’yı ilâh tanımazlar. Senin huzuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onları bize iade et, biz onların hakkından geliriz.”[3]
Görüldüğü gibi, elçiler isteklerini gayet kurnazca ifade ediyorlardı. Hükümdarın Hıristiyan olduğunu bildikleri için, o noktadan da kendisini kazanmak istiyor ve “Onlar, Meryemoğlu İsa’yı ilâh olarak tanımazlar” diyerek mülteci Müslümanlar hakkında hiddete gelmesini istiyorlardı.
Önceden ayarlanan saray adamları da elçilerin söylediklerini tasdik ettiler. “Ey Hükümdar!” dediler. “Bunlar doğru söylüyorlar. Elbette onları başkalarından daha iyi bilir ve tanırlar; hangi kusurlarının olduğunu da daha iyi görürler. Onları kendilerine teslim edelim! Yurtlarına, kavimlerine geri götürsünler.”
Elçiler, isteklerine “evet” denileceğini ümitle beklerken, Necâşî hiddetli hiddetli, “Vallahi, hayır” dedi. “Çaresiz kalmış, yurduma gelip yerleşmiş, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben hiçbir kimseye teslim etmem! Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan hiçbir zaman kararımı vermem! Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. Şayet iş bunun aksi olursa, kendilerini korur, en güzel şekilde görür gözetirim.”[4]
Daha sonra Necâşî, Müslümanların yanına gelmesi için davetçi gönderdi. Muhacirler, aralarında Hz. Cafer’i kendilerine temsilci seçtiler ve hep beraber saraya gittiler.
İçeride Kureyş elçileriyle birlikte Necâşînin çağırttığı rahipler de vardı.
Hz. Cafer, Necâşînin huzuruna girince, selam verdi, fakat secde etmedi.
Saray adamları, Hz. Cafer’e, “Sen ne diye hükümdara secde etmedin?” diye sorunca şu cevabı verdi:
“Biz ancak Allah’a secde ederiz!”
Tekrar, “Niçin?” diye sordular.
“Çünkü” dedi. “Allah bize resûlünü gönderdi. O da Allah’tan başkasına secde etmemizi men’etti.”
Bunun üzerine elçiler, “Ey Hükümdar! Biz, bunların halini sana bildirmemiş miydik?” dediler.
Necâşî, Müslümanlara, “Siz ülkeme niçin geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir istediğiniz de yok. O halde bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hali nedir? Hem bana söyleyiniz: Ne diye, memleketiniz halkından bana gelenlerin selam verdikleri gibi selam vermiyorsunuz?” diye sordu.
Hz. Cafer, bu soruları cevaplandırmaya geçmeden, “Ey Hükümdar!” dedi. “Ben üç söz söyleyeceğim. Eğer doğru söylersem beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın! İlk önce emret ki şu adamlardan (elçilerden) sadece biri konuşsun, öbürü sussun!”
Elçilerden Amr b. Âs, konuşacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Cafer, Necâşîye hitaben, “Söyle şu adama” dedi. “Biz, tutulup efendilerimize iade edilecek köleler miyiz?”
Necâşî, “Ey Amr!” dedi. “Onlar köle midirler?”
Amr, “Hayır...” dedi. “Onlar şerefli ve hürdürler!”
Bu sefer Hz. Cafer, Necâşîye, “Sor şu adama” dedi. “Biz, haksız yere birinin kanını mı döktük ki kanı dökülenlere geri verileceğiz?”
Necâşî, “Ey Amr!” dedi. “Bunlar haksız yere harhangi birinizin kanını mı döktüler?”
Amr, “Hayır...” dedi. “Onlar, bir damla kan bile dökmediler.”
“Hz. Cafer, yine Necâşîye, “Sor şu adama” dedi. “Halkın mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef bulunduğumuz mallar mı var?”
Necâşî, “Ey Amr!” dedi. “Eğer şu adamcağızların, ödeyecekleri bir kantar altın borçları varsa, onu ben ödeyeceğim.”
Amr, “Hayır!” dedi. “Onların bir kırat borçları bile yok!”
Bunun üzerine Necâşî, “O halde, siz bu adamlardan ne istiyorsunuz?” dedi.
Amr, “Onlar ve biz bir dinde idik. Onlar, dinimizi bıraktılar. Muhammed’e ve dinine tâbi oldular!” diye cevap verdi.
Bu sefer, Necâşî, Hz. Cafer’e döndü ve “Siz sâlik bulunduğunuz şeyi ne diye bırakıp başkasına tâbi oldunuz? Kavminizin dininden ayrıldığınıza ne benim dinimde, ne de şu milletlerden herhangi birisinin dininde olmadığınıza göre sizin edindiğiniz bu din, ne dindir?” diye sordu.
Hz. Cafer meseleyi baştan almanın daha uygun olacağını düşünerek, “Ey Hükümdar!” dedi. “Biz Câhiliyyet üzere olan bir millet idik. Putlara tapar, lâşeler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik. Hısım ve akrabalarımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur, zayıfleri ezerdik. Bizler bu hal üzere iken, Allah, içimizden birini bize peygaber gönderdi. Nesebini, asâletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir peygamber! O, bizi Allah’ın varlık ve birliğine inanmaya, O’na ibadete, bizim ve atalarımızın Allah’tan başka tapınageldiğimiz putları ve taşları terk etmeye davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi menetti. Biz de ona iman ettik ve davasını tasdik ettik. Onun Allah’tan getirip bildirdiği şeylere tâbi olduk. Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah’a ibadetten alıkoyup putlara taptırmak için türlü türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Biz de bütün bu sebeplerden dolayı yurdumuzu, yuvamızı terk ederek ülkene geldik. Sana sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümit etmekteyiz.”[5]
Hz. Cafer, hükümdarın selam verme ve secde etmeme hususundaki sorusuna da şöyle cevap verdi:
“Selam verme meselesine gelince... Biz seni, Resûlullah’ın selamıyla selamladık. Biz birbirimizi hep böyle selamlarız. Cennete gireceklerin selamlaşmalarının da bu şekilde olacağını Peygamberimizden öğrendik. Bu yüzden seni böyle selamladık. Secde etme hususuna gelince... Biz, Allah’tan başkasına secde etmekten yine Allah’a sığınırız!”[6]
Hz. Cafer’in bu sözleri, Necâşînin üzerinde derin tesir icra etti. Müşrikler ise, durdukları yerde sus pus kesildiler.
Necâşî, bir müddet düşündükten sonra Hz. Cafer’e, “Yanında bu bahsettiklerinden bir şey var mı?” diye sordu.
Hz. Cafer, “Evet, var” dedi ve Meryem Suresi’nin baş taraflarını okudu: “Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd... Bu, sana okuyacağımız ayetler, Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan rahmetini bir zikirdir. O, Rabbine gizli yalvardığı zaman, şöyle demişti: ‘Ey Rabbim! Doğrusu ben (öyle bir kimseyim ki), kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle ey Rabbim, hiçbir zaman mahrum olmadım.”[7]
Sonraki ayetlerde, Hz. Meryem’in İsa’ya (a.s.) nasıl hamile kaldığı, Hz. İsa’nın dünyaya nasıl geldiği, bir mucize olarak beşikte nasıl konuştuğu ve sonra da Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği anlatılıyordu.
Okunan ayetler, Necâşînin ruh dünyasına, gözlerinden yaşlar akıtacak kadar tesir etti; hatta akan yaşlar sakalını bile ıslattı. Hazır bulunan rahipler de gözyaşlarını tutamadılar.
Kur’an-ı Kerim’in mânevî câzibesine kapılan iç âlemi bir nebze teskin olduktan sonra Necâşî, “Vallahi” dedi. “Bu, aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki Mûsa da, İsa da onunla gelmişti!”[8]
Bu haklı itirafından sonra da müşrik elçilere dönerek, “Vallahi, ben ne onları size teslim ederim, ne de onlar hakkında herhangi bir kötülük düşünürüm!”[9]dedi.
Necâşînin bu beklenmedik kararı karşısında, elçilerin, boyunlarını bükerek sarayı terk etmelerinden başka çareleri kalmadı.
Buna rağmen elçiler, bilhassa Arabların siyaset dâhisi kabul ettikleri Amr b. Âs, bu işin peşini bırakmayacağını söyledi ve yeni bir taktik uygulamaya karar verdi.
Ertesi gün tekrar Necâşînin huzuruna çıkarak, Müslümanların Hz. İsa hakkında çok garip şeyler söylediklerini anlattı.
Hükümdar, yine Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve onları yanına çağırttı. Temsilci olan Hz. Cafer’e, “Hz. İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Hz. Cafer şu cevabı verdi:
“Biz, Hz. İsa hakkında, Peygamberimizin bize Allah’tan getirip bildirdiğini söyleriz: ‘O, Allah’ın kulu, Resûlü ve Allah’ın (sâir ruhlar gibi yarattığı ve) gönderdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli bir kız olan Meryem’e ilka edilmiş olan Allah’ın bir kelimesidir (Yani, Cenab-ı Hakk’ın [Kün] emriyle babasız dünyaya gelmiştir).’ Meryemoğlu İsa’nın hali ve şânı bundan ibarettir.”[10]
Müslümanların Hz. İsa hakkındaki bu kanaatleri Necâşîyi oldukça sevindirdi. Eline bir çubuk aldı ve yere bir çizgi çizerek, “Bizimle sizin aranızda bu hususta şu çizgi kadarcık bir fark var. Zaten biz de onu, sizin söylediğinizden başka bir şekilde telâkki etmiyoruz.” dedi.[11]
Elçiler, Necâşînin himâyeden vazgeçmesini beklerken bu himâyesini daha da güçlendirdiğini görünce, bir kere daha hayal kırıklığına uğradılar!
Necâşî, Müslümanlara da, “Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim ki o, Allah’ın Resûlüdür. Zaten biz, onun vasıflarını kitabımız olan İncil’de okumuştuk. O peygamberi, Meryemoğlu İsa da insanlığa müjdelemişti. Allah’a yemin olsun ki eğer o, ülkemde bulunmuş olsaydı, ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım!”[12]dedi.
Hak ve hakikati görüp idrak eden Necâşî, Peygamberimizin risâletini tasdik eden sözlerinden sonra, bundan böyle Müslümanlara karşı takınacağı tavrı da şu sözleriyle ifade etti:
“Gidiniz; ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecavüzden mahfuz, emniyet ve huzur içinde yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur! (Bu sözlerini üç kere tekrarladı.) Ben sizden herhangi birinizi üzüp de bir dağ kadar altına sahip olacağımı bilsem, yine de buna teşebbüs etmem!”[13]
Necâşînin bu kesin ve kararlı sözlerinden sonra, elçilere elbette gerisingeri Mekke’ye dönmekten başka bir şey kalmamıştı. Hatta Necâşî, kendilerine getirdikleri hediyelerini bile iade etti.
Bu haberi duyan Kureyş müşrikleri, büyük bir sarsıntı geçirdiler. Korktukları, başlarına gelmiş sayılırdı!
MUHACİRLERİN MEKKE’YE DÖNÜŞÜ
Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar, her ne kadar müşriklerin eziyet ve hakaretlerinden kurtulmuşlar ve dinî vazifelerini rahatlıkla yerine getirme imkânını elde etmişlerse de doğup büyüdükleri ana baba vatanından uzakta gurbet hayatı yaşıyorlardı. Bu durum haliyle kendilerini üzüyordu.
Son kafilenin hicretinden üç ay gibi kısa bir zaman sonra, Kureyş ileri gelenlerinden birkaçının Müslüman olduğu yolunda haberler aldılar. İleri gelenlerinin Müslüman olması demek, müşriklerin toptan İslam’a teslim olması demekti.
Bu haberler üzerine, “Mekke’nin artık kendileri için bir eziyet ve hakaret diyarı olmaktan çıkmış bulunduğu” zannıyla altısı kadın otuz dokuz kişilik bir kafile, anayurtlarına dönmek üzere yola çıktılar. Ancak Mekke’ye yaklaştıklarında bu haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Ne var ki artık geri dönmek bir hayli zordu.
Mekke’ye girebilmek içinse, ya müşrik olan akraba ve dostlarının himâyesine sığınmaları veya kimseye görünmemeleri gerekiyordu. Şehre serbestçe girmeye kalkmaları, kendilerini düşmanın insafsız ellerine teslim etmek olurdu. Bu bakımdan, muvakkat da olsa bir kısmı müşrik akraba ve dostlarının himâyesine sığınmayı tercih ettiler; bir kısmı ise, himâyeye lüzum görmeden, gizlice şehre girdiler.
Bu arada, Habeş ülkesine geri dönenler de oldu. Bunlar, Müslümanların Medine’ye hicretlerine kadar orada kaldılar. Sonra bir kısmı Hicret’in hemen akabinde Medine’ye gelip Müslümanlara katıldılar; bir kısmı ise, uzun müddet Habeşistan’da ikamet ettiler.
Mekke’ye yerleşenler, Medine’ye hicrete kadar buradan ayrılmadılar. Müşriklerin her türlü eziyet ve işkencelerine imanlı göğüslerini siper ederek iman-küfür mücadelesinde azimle sebat ettiler.[14]
[1] İbn Hîşam, Sîre, c. 1, s. 345-346; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 207; Taberî, Tarih, c. 2, s. 222.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 358.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 359.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 359-360; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 20-21.
[6] İbn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 19.
[7] Meryem, 1-4.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 360; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 21.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, 360; İbn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 21.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 261.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 261.
[12] İsfahanî, Delâil, s. 207; İnsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 341.
[13] İbn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 22.
[14] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 3; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 207.