Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, bütün insanlara karşı bir şefkat ve merhamet kaynağını andırıyordu. Mini mini yavrulara, şipşirin çocuklara karşı ise bambaşka bir muhabbet, apayrı bir şefkat besliyordu. Hele kendi çocuklarına karşı adeta bir şefkat ve sevgi deryasıydı.
Hz. Hatice’den dünyaya gelen iki oğlu Kàsım ve Abdullah’ı, henüz Mekke’de iken ve bebek yaşta ebedî âleme uğurlamıştı. Onların ebedî âleme göçüyle mübarek kalpleri oldukça teessür duymuştu. Fakat Hz. Mâriye’den sevgili oğlu İbrahim’in dünyaya gelişi onu bir derece teselli ediyordu. Bu sebeple, bu biricik oğlunu fazlasıyla seviyordu. Mübarek elleriyle başını okşuyor, kucağına alıp göğsüne basarak bu sevgi ve şefkatini izhar ediyordu.
Evet, şefkat, “rahmet-i İlâhiyye’nin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cilverindendir.” Şefkatin en şirini de evlada karşı duyulanıdır. Çocuk ise, Cenab-ı Hakk’ın, anne babaya muvakkaten teslim edilmiş bir emanetidir.
İşte, Resûl-i Kibriya Efendimiz, her emanet gibi, bu emanete karşı da gereken alâkayı esirgemiyordu. Çocuğunu, Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin bir cilvesi olarak görüyor ve onun için seviyor, bağrına basıyordu.
Hz. İbrahim, 16. ayına henüz ayak basmıştı.
Bu sırada Peygamber Efendimiz, onun hastalandığı haberini aldı. Sevgili oğlunun annesi Hz. Mâriye ile birlikte oturdukları bağ içindeki evine gitti.
Peygamber Efendimiz, hasta yatan nurtopu oğlunun gözlerinde eski parlaklığı ve hareketli bakışları göremiyordu. Gürbüz ve hareketli İbrahim, bir anda sessiz, sâkin ve dünyadan küsmüş gibi duruyordu. Bu haliyle ebedî âleme yolcu olduğunu adeta ifade etmek istiyordu.
Bunu fark eden Efendimiz, kucağında tuttuğu sevgili oğlunun yavaş yavaş kayan gözlerine bakarak, “Allah’ın takdirine karşı elden ne gelir, ey İbrahim?” diye buyurdu.
Az sonra İbrahim, fani dünyaya gözlerini yumdu.
Bu esnada Efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı.
Hz. Abdurrahman b. Avf, “Yâ Resûlallah! Siz de mi ağlıyorsunuz? Böyle ağlamaktan halkı menetmemiş miydiniz?” deyince, Efendimiz şöyle buyurdular:
“Ey İbni Avf! Ben size günah ve ahmaklığın ifadesi olan iki ağlayış ve bağırışı yasakladım: Nimete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışından ve musibet ve felâket sırasındaki bağırışıyla yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmaktan... Benim bu ağlamam ise, şefkatin eseridir, acımadan ibarettir. Merhamet etmeyene, merhamet edilmez!”[1]
“Göz Ağlar, Kalp Üzülür”
Peygamber Efendimiz, yukarıdaki dersinden sonra da gözyaşlarına hâkim olamadı. Gözleri yaşla dolunca, “Göz yaş döker, kalp teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz”[2]buyurdu ve ilave etti: “Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın, bizi fazlasıyla mahzun etti!”[3]
Bir erkek evlada doyamamanın hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak, “Ey dağ! Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak, yıkılmış, gitmiştin! Fakat biz, Allah’ın bize emrettiğini söyleriz: ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn.’”[4]
Kabri Başında
Teçhiz ve tekfininden sonra, en mûtena ve mübarek eller üzerinde Hz. İbrahim Bâkî Kabristanı’na götürüldü. Efendimiz orada cenaze namazını kıldırdı.
Kabir hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz, kabirde bir delik gördü. Kabri kazanın dikkatini çekti ve oranın kapatılmasını emretti.
Kabirci, “Yâ Resûlallah! O delik mevtaya ne zarar verir, ne de fayda!” deyince, Kâinatın Efendisi şu dersi verdi:
“Evet, o, ölüye fayda da vermez, zarar da; ancak dirinin gözüne zarar verir, onu rahatsız eder! Allah, kul bir iş yapınca onu mükemmel yapmasını ister.”[5]
Bundan sonra Hz. İbrahim kabre kondu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşları arasında kabrin üzerine toprak serpti, su serpti.
Peygamberimizin Müslümanları İkazı
Hz. İbrahim’in vefat ettiği gün güneş tutulmuştu.
Halk bunun, onun vefatıyla ilgili olduğunu sanarak, “İbrahim’in ölümü sebebiyle güneş tutuldu!” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz bunu duyunca, Mescid-i Şerif’e vardı ve Allah’a hamd ve senâdan sonra ashab-ı kirama şu dersini verdi:
“Ey insanlar! Biliniz ki güneş ve ay, Allah’ın kudret alâmetlerinden ikisidir. Bir kimsenin vefatı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar. Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescitlere sığınınız; onlar açılıncaya kadar da Allah’a dua ediniz, namaz kılınız!”[6]
Bir İşaret
Hz. İbrahim’in ölümüyle Peygamber Efendimizin çocuklarından sadece kızı Fâtıma hayatta kalmış oluyordu. Bu da onun neslinin hikmete binaen erkekten değil, kadından devam edeceğinin ifadesiydi. Böylece, “Muhammed, erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur”[7]ayet-i kerimesinin işarî manası da anlaşılmış oluyordu: “Bir kısım, şu ayetten şöyle bir işaret-i gaybiyeyi fehmeder ki: Peygamberin (a.s.m.) evlad-ı zükûru [erkek çocukları], ricâl derecesinde kalmayıp, ricâl olarak nesli bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız ‘ricâl’ tâbirinin ifadesiyle nisânın [kadınların] pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam edecektir. Felillahilhamd, Hz. Fâtıma’nın (r.anha) nesl-i Mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, Şems-i Nübüvvet’in mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar.”[8]
[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 138.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 138; Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1808.
[4]Belâzurî, Ensabü’l-Eşref, c. 1, s. 452.
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 142.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 142; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 630.
[7]Ahzab, 40.
[8]Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 384.