Mekke’nin fethiyle Kureyş’in hemen hemen tamamı İslamiyetle şereflenmişti. Fetih, aynı zamanda civar kabileler, bilhassa Kureyşlilere taraftar bulunan kabileler üzerinde müspet tesirler bırakmış ve onların İslam ve Müslümanlara karşı gönüllerinde sevgi dolu sıcak bir alâka duymasına sebep olmuştu. Bu ciddi alâka, onların bundan böyle Resûl-i Ekrem safında yer alacaklarının bir işareti sayılıyordu.
Bununla birlikte gönülleri hâlâ bu sıcak ilgiden mahrum bulunan ve mahrumiyetten sıyrılmak arzusu taşımayanlar da vardı: Sakif ve Havazin kabileleri, bunların başında yer alıyordu. Bunlar, eskiden beri Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla biliniyorlardı. Birçok Arap kabilesi gelip Resûl-i Ekrem’e sadâkat elini uzattığı halde, bunlar düşmanlıklarını bir türlü yenemiyorlardı. O civarın en güçlü kabileleri oluşu kendilerini aldatıyor ve yersiz bir gurura sevkediyordu.
Resûl-i Ekrem, Mekke’yi fethedip Kureyşlilerle birlikte birçok kabilenin de gönlünü kazanınca, bunların endişeleri daha da kabardı. Büyüyen endişeleri, onları, hazırlanıp Mekke üzerine yürüme kararını almaya kadar götürdü. Gayeleri, Peygamberimizin üzerlerine gelmesine fırsat tanımadan Mekke’ye ansızın baskında bulunmaktı.
Bu maksatlarını, her iki kabilenin ileri gelenleri, kendi aralarında yaptıkları konuşmalarla izhar ediyorlardı: “Muhammed’in bizimle savaşmaya gelmesine herhangi bir engel kalmamıştır. En uygun olan, o üzerimize yürümeden, bizim onun üzerine yürümemizdir!”[1]
Nitekim kısa zamanda etraftaki bazı kabilelerin de katılmasıyla Havazinlilerin lideri Mâlik b. Avf’ın kumandasında yirmi bin kişilik bir ordu teşkil ettiler. Kumandan Mâlik b. Avf, askerlerin cesaretle çarpışmaları, dönüp geri kaçmamaları için bütün kadın, çocuk ve davarların da orduya katılmasını temin etmişti.
Yirmi bin kişilik düşman ordusu, kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla, gelip Evtâs mevkiinde karargâhını kurdu.[2]
Peygamberimizin Durumu Haber Alması
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Havazin ve Sakiflilerin İslam topraklarına saldırmak için bir araya geldiklerini haber alınca, derhal Abdullah b. Ebî Hadred’i bilgi almak üzere düşman topluluğun arasına gönderdi.
Tebdil-i kıyafetle düşman ordusu arasında birkaç gün dolaşan bu sahabe, gereken bilgileri topladı. Ordu kumandanı Mâlik b. Avf’ın diğer kumandanlara söylediği şu sözleri bizzat kulağıyla duydu:
“Bu, Muhammed’in son çarpışması olacaktır. Onun şimdiye kadar karşılaştığı kimseler, harp bilgisinden mahrum bulunan kimselerdi. Onun için onlara galebe çalıyordu.
“Seher vakti olunca, hayvanlarınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı arkanızda sıralayacaksınız! Sonra askerleri sıralayacaksınız!
“Müslümanlarla karşılaşınca hücuma kalkacaksınız!
“Kılıçlarınızın kınlarını kırınız ve tek bir adam gibi hep birden saldırınız! Biliniz ki zafer ilk saldırıya geçenindir!”
Bu bilgileri topladıktan sonra, görevli sahabe, Mekke’ye döndü ve Peygamberimize duyduklarını olduğu gibi haber verdi.
Peygamberimizin, Ordusunu Hazırlaması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendi aleyhinde böyle büyük bir ordunun toplandığını haber alınca, onları yerinde bastırmak için süratle hazırlığa geçti.
Bu arada, yanında zırhlar ve silahlar bulunan, henüz Müslüman olmamış Safvan b. Ümeyye’ye, “Ey Ebû Ümeyye! Yarın gidip düşmanla karşılaşacağız! Şu silahlarını bize emanet olarak ver!” dedi.
Safvan, “Yâ Muhammed! Zorla almak, geri vermemek üzere mi istiyorsun?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Hayır... Emanet olarak, kırılan ve yitirilenleri tazmin etmek üzere istiyorum!” buyurdu.
Bunun üzerine Safvan, yüz tane zırh ile onlara yetecek silah verdi; hatta bunları harp yerine kadar taşımayı da Efendimizin teklifiyle üzerine aldı.[3]
Peygamber Efendimiz, Mekke’nin fethi günü Müslüman olan ve henüz yirmi yaşında bir genç olan Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vâli tayin etti. İslam ve Kur’an’ı öğretmek üzere de Muaz b. Cebel Hazretlerini şehirde vazifelendirdi.[4]
İslam Ordusunun Mekke’den Ayrılışı
Tarih, Hicret’in 8. senesi Şevval ayının beşinci günü idi.
On iki bin kişilik İslam ordusu, Hz. Resûlullah’ın kumandasında Mekke’den, düşmanın toplandığı mevkiye doğru hareket etti. Ordunun iki binini Mekkeliler teşkil ediyordu. Ayrıca orduda seksen kadar da müşrik vardı. Kureyş’in birçok ileri geleni bu seksen kişinin arasında bulunuyordu. Maksatları, hangi tarafın galip geleceğini bizzat görmek ve elde edilen ganimetten istifade etmekti.
Peygamber Efendimiz, o âna kadar böylesine kalabalık bir ordunun başında yola çıkmış değildi. Fakat o, sadece kalabalığın zafer getirmeyeceğini biliyordu. Zaferi ihsan edenin de, hezimete uğratanın da Cenab-ı Hak olduğunun, insanın sadece zaferi netice verecek sebepleri mükemmel bir şekilde hazırlamakla vazifeli bulunduğunun derin idraki içindeydi. Bu sebepledir ki bu kadar kalabalık, azametli ve ihtişamlı bir ordunun başında bulunmasına rağmen, tavrında en küçük bir büyüklenme sezilmiyordu.
Ancak bu muhteşem kalabalığa güvenen bazı mücahitler şöyle dediler:
“Artık bugün azlık yüzünden mağlup olmayız!”[5]
Hâlbuki onlar, Allah’ın yardımıyla, birçok kere az bir kuvvetle kendilerinden hem sayıca hem silahça kat kat üstün bulunan birçok kalabalığı mağlup etmişlerdi. Bedir Zaferi, bunun apaçık bir misâliydi; Hendek ve Mu’te, bunun gözle görünür örnekleriydi. Buna rağmen, sanki zaferleri getiren tek unsurun kalabalık insan yığınları olduğu havasında konuşmuşlardı!
Haliyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu sözden hoşlanmadı ve bunu tavrıyla ihsas etti.
Huneyn’e Varış
Şevval ayının 11’i Salı günü idi.
Resûl-i Ekrem, ordusuyla inişli çıkışlı, birçok dar geçidi ve gizli yolu bulunan Huneyn vadisine vardı.
Seher vakti, ordusunu saf düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara bayrak ve sancaklarını teslim etti.
Muhacir Müslümanların sancağı Hz. Ali’nin, bayrakları ise Sa’d b. Ebî Vakkas ile Hz. Ömer’in elinde bulunuyordu. Ensar Müslümanların iki sancağından birini Hübab b. Münzir, diğerini ise Üseyd b. Hudayr taşıyordu.
Hâlid b. Velid’in (r.a.) kumandasındaki Süleymoğulları, İslam ordusunun öncü kuvvetlerini teşkil ediyorlardı.
Resûl-i Ekrem, tedbirde asla kusur etmiyordu. Düldül’ün üzerinde bulunuyordu. Sırtına iki zırh gömlek, başına takye giymiş ve takyenin üzerine ise miğfer geçirmişti.[6]
Herkesten ziyade yüce yaratıcısından korkan, herkesten fazla ibadet ve taate düşkün bulunan Fahr-i Âlem Efendimiz, Cenab-ı Hakk’ın “Adetullah” tâbir edilen hayattaki maddî kanunlarına da herkesten ziyade riayet ediyor, onlara uymada gayet titiz davranıyordu. Düşman karşısındaki bu vaziyetiyle de bu durumunu açıkça ortaya koyuyordu. Allah’ın hıfz ve inayeti altında bulunmasına rağmen, herkes bir zırh giymişken o iki zırh giyiyor ve başındaki takyesinin üzerine de miğfer geçiriyordu.
İlk Çarpışma
Sabahın alacakaranlığı henüz çevreye hâkimdi.
Peygamberimiz, düşmanı gafil avlamak maksadıyla, ordusuna Huneyn vadisine inme emrini verdi. Vadiye, önce düşmanın tertibat ve harekâtından habersiz olan Hz. Hâlid, emrindeki öncü kuvvetlerle daldı. Bu dalışla birlikte, vadinin iki hâkim yerinde pusu kurmuş düşmanın oklarına hedef oldular. Askerî manevraya elverişli olmayan dar vadide, ok yağmuru mücahitleri şaşkına çevirdi. Etrafın henüz karanlık olması ise işi bütün bütün güçleştiriyordu. Neye uğradıklarını anlamayan mücahitler, geri çekilmek zorunda kaldılar. Öncü kuvvetlerin geri çekilişini, orduya gönüllü olarak katılan Mekkeli yeni Müslümanların geri çekilişi takip etti. Geri çekilme, artık bir nevi bozguna dönme istidadı gösterir gibi oldu.
Durum oldukça nâzik, manzara oldukça acıklı ve ibretli idi.
Hz. Resûlullah’ın etrafında sadece yüz kadar mücahidin bulunduğu görülüyordu. Düşman ise yirmi bin kişilik kuvvetiyle o tarafa doğru ilerliyordu. Efendimiz, iki tarafından kaçışan mücahitlere, “Ey insanlar! Nereye gidiyorsunuz? Bana doğru geliniz! Ben, Allah’ın Resûlüyüm! Ben, Muhammed b. Abdullah’ım!” diye sesleniyordu.
Harp meydanı bir ana baba gününe dönmüştü. Develer birbirine giriyor, at kişnemeleri toza dumana karışarak etrafa korku saçıyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, herkesin kendisini bırakıp gerisingeri kaçtığı, düşman kuvvetlerin ise sel gibi üzerine akıp geldiği bu sırada Düldül’ün üzerinde bir cesaret âbidesi gibi duruyordu. Tek adım geri çekilmediği gibi, zerre kadar korku eseri de göstermiyor, cesaretini, ümit ve metanetini kaybetmiyordu. Bu kan ve ateş deryasında böylesine sebat ederek durmak, düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetine karşı mukavemet göstermek, ancak o kahramanlar kahramanının şânı idi.
Kalplerdeki Kin ve Düşmanlığın Açığa Vurulması
İslam ordusunun böylesine beklenmedik bir bozgunla karşı karşıya kalması ânında Kureyşlilerden bazı kimseler ileri geri konuşmaya başladılar.
Ebû Süfyan b. Harb, “Bu bozgunun, denize kadar arkası alınmaz!” dedi.
Safvan b. Ümeyye, o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Ebû Süfyan’ın bu sözlerinden hoşlanmadı. “Ağzına taş toprak dolsun senin!” diye karşılık verdi.
Yine o sırada Safvan b. Ümeyye’nin kardeşi gelip ona, “Müjdeler olsun! Bugün sihir bozuldu, tesirini kaybetti!” deyince, Safvan b. Ümeyye’den şu cevabı aldı:
“Sus! Allah senin ağzını yırtsın! Bana Havazinlilerden birinin hâkim olmasından, Kureyşli birinin hâkim olması daha hoş gelir.”
Süheyl b. Amr ise, “Muhammed ve ashabı, bir daha toparlanamazlar, savaşamazlar” diye konuştu.
Henüz yeni Müslüman olmuş Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Böyle söylemen doğru değil!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“İşler, ancak Allah’ın elindedir; Muhammed’in elinde bir şey yoktur. Bugün savaş onun aleyhinde ise, yarın muhakkak onun lehinde olacaktır!”
Süheyl, İkrime’nin bu sözlerini hayretle karşıladı: “Sen, daha önce, bu sözlerin tersini söyler, dururdun!”
İkrime şu cevabı verdi:
“Vallahi, biz, uygun olmayan şeyler üzerinde ısrar ediyormuşuz. Aklımızı çalıştırmamış, ne zarar ve ne de fayda veren birtakım taşlara tapmış durmuşuz!”[7]
Cenab-ı Hakk’ın, Peygamberimizi Bir Suikastten Koruması
Bu bozgun sırasında Kureyşlilerin henüz Müslüman olmayanlarından, Peygamber Efendimizin hayatını ortadan kaldırmayı düşünenler bile oldu. Şeybe b. Osman, bunlardan biri idi.
Uhud Harbi’nde babası öldürülmüş, içi intikam ve kinle doluydu. Kılıcını sıyırdı. Sağ tarafından Peygamber Efendimize doğru varmak istedi. Bu sırada sağında amcası Hz. Abbas’ın, elinde pırıl pırıl parlayan kılıcıyla durduğunu gördü. “Amcası oradayken ben yanına varamam” diyerek Peygamber Efendimizin sol tarafına geçti. Oradan hücum etmek istiyordu. Fakat o tarafında da amcasının oğlu Ebû Süfyan b. Haris’in durduğunu gördü. “Amcasının oğlu da onu yardımsız bırakmaz” diyerek bu sefer Efendimizin arkasından yanına varmak istedi. Efendimize oldukça yaklaşmıştı. Kılıcını kaldırmak istedi. Kılıcını kaldırıp vurması için de hiçbir engel kalmamıştı. Tam o esnada aralarında birdenbire bir ateş yalımı peydâ oldu. Şeybe birden ürperdi, korktu. Ateş yalımının kendisini yakıp kavuracağını sandı. Korkusundan gözlerini elleriyle kapayıp geri çekildi. Ancak o zaman, Peygamberimizin Allah tarafından korunduğunu anlamıştı!
Geri çekildiği sırada, Resûl-i Kibriya Efendimiz, ona doğru mübarek başını çevirip gülümsedi ve “Ey Şeybe! Yanıma gel!” buyurdu.
Kâinatın Efendisinin hayatına kastetme cesaretini kendisinde az evvel bulan Şeybe, o anda tir tir titriyordu; kalbi korkuyla ürperiyordu. Efendimizin yanına geldi. Peygamberimiz, mübarek ellerini göğsüne koydu ve “Allahım, bundan şeytanın vesvese ve desiselerini gider!” diye dua etti.
Bir anda Şeybe’nin kalbindeki intikam ve kin duygusu yok oluvermiş, yerini imana ve Peygamberimize karşı sevgiye terk etmişti. O ânı Şeybe, “Vallahi, elini göğsümden kaldırmamıştı ki Allah’ın yaratıklarından ondan daha sevgili olan bir kimse kalmamıştı” diyerek ifade eder.
Daha sonra Peygamber Efendimiz, “Ey Şeybe! Haydi, artık kâfirlerle savaş!” diye buyurdu.
Şeybe der ki:
“Resûlullah’ın önünde kılıç vurup savaştım. Vallahi, canımla ve her şeyimle onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım; hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm!”[8]
Böylece, “Gerek Arap gerekse Arap olmayanlardan Muhammed’e tâbi olmadık hiç kimse kalmasa bile, ben yine ona tâbi olmam!” diyen biri daha, Hz. Resûlullah’ın getirdiği nurun câzibesinden kendisini kurtaramayıp İslam’ın saadetli sînesine kavuşmuş oluyordu.
İslam Ordusu Toparlanıyor
Etrafında bir avuç mücahitle kalan Resûl-i Ekrem, düşmanın bir sel gibi üzerine akıp gelmekte olduğunu görünce onlarla çarpışmak için boz Düldül’ü mahmuzlamak istiyor, ancak amcası Hz. Abbas, Düldül’ün dizginini, Ebû Süfyan b. Haris ise üzengisini tutup buna mani olmaya çalışıyordu.
Bu dehşetli hengâmede, Resûl-i Kibriya, Düldül’ün dizginini tutan amcası Hz. Abbas’a, “‘Ey ensar cemaati! Ey Semûre Ağacı’nın altında bîat etmiş bulunan sahabeler topluluğu! Neredesiniz?’ diye seslen!” emrini verdi. Hz. Abbas, gür sesiyle nidâ etti.[9]
Gür sadâ, dalga dalga vadiyi çınlattı. Kaçan mücahitler, durdular. Etraf alacakaranlıktan sıyrılıp aydınlığa kavuştuğu gibi, mücahitler de yüreklerini kaplayan ürkeklikten sıyrılıp kendilerine geldiler. Zihinlerinde artık şimşekler çakıyordu: “Nereye gidiyoruz? Resûlullah’ı kime terk edip gidiyoruz?”
Sanki daldıkları derin bir uykudan uyanır gibi olmuşlardı. Resûl-i Ekrem’e verdikleri vaatleri bir anda hatırlıyorlar ve toparlanmaya başlıyorlardı. Kaçan ayaklar, şimdi kan ve ölüm deryasında cesaret âbidesini andıran Peygamberimizin etrafına koşuşuyordu! Uhud’da da aynı durum vuku bulmuştu. O zaman da Resûl-i Kibriya’nın cesareti, metaneti, düşman karşısındaki sebatı, İslam ordusunu çok daha feci bir duruma düşmekten kurtarmıştı!
Bir anda Efendimizin etrafını saran mücahitler, kılıçlarını sıyırıp cesaret ve var güçleriyle düşmanın üzerine saldırdılar. Kılıç şakırtılarına, mücahitlerin tekbir sadâları karıştı. Düşman bir anda dehşet ve korku içinde kaldı.
Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücâne gibi kahraman sahabeler, o dehşetli hengâmede Resûl-i Kibriya’nın önünde düşmana göğüslerini siper ederek çarpışıyorlardı. Hz. Ali, çevikliği ve cesaretiyle düşman askerlerinin cesaretini kırıyordu.
Harbin bu en şiddetli ânında Fahr-i Âlem, üzerinde bulunduğu Düldül’ün üzengisine basarak, dikildi ve “İşte, şimdi fırın tutuştu, harp kızıştı!”[10]diye buyurdu; sonra da dehşetli manzarayı seyrederek, “Ben, Allah’ın Resûlüyüm. Yalan yok!”[11]diye seslendi.
Bu sözleriyle o, peygamberlikle yalanın bir araya gelemeyeceğini ifade ediyordu ve bütün kalbiyle Allah’ın vadettiği yardımına inandığını haykırıyordu. Bu sesleniş, sabrın ve sebatın mükâfatı olan zaferin müjdesiydi!
Bu arada, Hz. Ali ile Ebû Dücâne (r.a.), düşman bayraktarlarından birini yere serdiler. Bayraktarlarının yere serildiğini gören Havazinliler, korkmaya başladılar.
Peygamberimizin Duası
Mücahitleri çarpışma şevkinin sardığı, düşmanın da ürkmeye başladığı bir anda, Resûl-i Ekrem Düldül’ünden indi ve Yüce Rabbine şöyle yalvardı:
“Allahım, bize, yardımını indir! Muhakkak sen, onların bize galip gelmesini istemezsin!”[12]
Cenab-ı Hakk’a böylesine gönülden yalvarıp zafer niyaz eden Efendimiz, sonra da eline bir avuç kum aldı, “Yüzleri kara olsun!” diyerek düşman askerlerine doğru attı.[13]
O anda, Resûl-i Zîşan Efendimizin bir mucizesi olarak, düşman askerlerinden gözlerine bu bir avuç kumdan dolmadık hiç kimse kalmadı!
Artık düşman ordusunda bozgun başlamıştı!
Meleklerin mücahitlerin imdadına gelmesi ise, düşman askerin geri kalan çarpışma güçlerini de alıp götürdü ve gerisingeri kaçmalarını sağladı.
Hz. Abbas, o ânı sonradan şöyle tasvir edecektir:
“Vallahi, Resûlullah’ın, çakıl taşlarını (kumu) onlara doğru savurmasından sonradır ki güçlerini yitirdiklerini, işlerinin tersine döndüğünü gördüm! Sonunda Allah, onları bozguna uğrattı. Allah Resûlünün, Düldül’ü tepip onları takibe koyulduğunu, hâlâ gözlerimle görür gibiyim!”[14]
Cenab-ı Hak, mücahitlerin gönlünde meydana gelen bir anlık bozgun burukluğundan sonra ihsan ettiği parlak zaferi, Kur’an-ı Kerim’inde şöyle beyan buyurur:
“Şüphe yok ki Allah, size birçok savaş yerinde zafer verdi ve Huneyn gününde size yardım etti. O vakit, Huneyn’de çokluğunuz size güven vermişti de, bir fayda olmamıştı. Yeryüzü o genişliğiyle başınıza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanıza dönmüştünüz.
“Sonra Allah, Resûlünün ve mü’minlerin üzerine rahmetini indirdi, görmediğiniz (meleklerden) ordular indirdi de, küfredenleri azaplandırdı. İşte bu da, kâfirlerin cezasıdır.”[15]
Bozguna uğrayan düşman ordusu, birkaç kısma ayrılarak savaş meydanını üzgün üzgün terk etti. Bir kısmı Taif’e gitti, bir kısmı Evtâs’ta toplandı; diğer bir kısmı ise, Nahle taraflarına doğru yol aldı.
Şehit ve Ölü Sayısı
Çarpışma sonunda, Müslümanların dört şehit, düşmanın ise yetmiş ölü verdiği görüldü.
Düşman, harp meydanına çoluk çocuğuyla geldiği için, geride esir olarak birçok kadın ve çocuk da bıraktı. Bu savaşta, mücahitlere, o âna kadar elde edemedikleri bol miktarda ganimet kalmıştı.
Bir Kadirşinaslık Örneği
Alınan esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt kardeşi, Sa’doğullarından Şeyma da vardı. Kendisine karşı yapılan bazı sert hareketler üzerine, “Bilin ki ben Efendinizin süt kardeşiyim!” diyerek bu sert davranışlarından vazgeçmelerini söyledi. Ancak mücahitler, sözünde doğru olup olmadığını öğrenmek için onu alıp huzur-u Risâlete getirdiler.
Şeyma, “Yâ Muhammed! Ben, senin süt kardeşinim!” deyince, Efendimiz, “Bunu neyle ispatlarsın?” diye sordu.
Şeyma, “Omuzumda bulunan diş iziyle; ki onu sen ısırmıştın!” dedi.[16]
İzi gören Kâinatın Efendisi, süt kardeşi Şeyma’yı tanıdı. Kendisiyle Sa’doğulları yurdunda koşuştukları, oynadıkları, gezdikleri Şeyma idi bu! İnsan kadrini çok iyi bilen, kendisine yapılan en ufak bir yardım ve iyiliği seneler sonra da olsa unutmayan Kâinatın Serveri, süt kardeşi olan bu çocukluk arkadaşına ridâsını serip üzerinde oturttu. Bir anda, o çocukluk günleri hafızasında canlandı. Gözleri dolu dolu oldu. Sonra da süt anne ve babasını sordu. Şeyma, onların ikisinin de çoktan ölüp gittiklerini söyledi.
Daha sonra Şeyma’ya, “İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur; istersen, faydalanacağın bazı mallar verip, seni kavmin ve kabilenin yanına döndüreyim.”
Şeyma’nın cevabı şu oldu:
“Sen bana mal verip, beni kavmimin yanına döndür!”[17]
O sırada Müslüman olan[18]Şeyma’ya, Peygamberimiz, bir erkek, bir de kadın köle verdi; sonra da Ci’râne mevkiine gidip beklemesini söyledi. Taif dönüşünde ise, ona ve aile halkından hayatta bulunanlara deve ve davarlar verdi.
Düşmanın Takip Edilmesi
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bozguna uğrayan Havazinlilerin takip edilmesini mücahitlere emretti. Ordunun öncü kuvvetlerini yine Süleymoğulları teşkil ediyordu ve Hâlid b. Velid’in kumandası altında bulunuyorlardı.
Takip esnasında Resûl-i Ekrem Efendimiz bir kadın cesedine rastladı. Kadının Hâlid b. Velid tarafından öldürüldüğü söylenince, bir mücahitle derhal ona haber gönderdi: “Hâlid’e yetiş ve ona, ‘Allah Resûlü, seni çocuk, kadın ve hizmetçi öldürmekten menediyor’ de.”[19]
Bu arada, çocukların da öldürüldüğü haberi üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir!”
Sahabenin biri, “Yâ Resûlallah! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?” diye sorunca, Fahr-i Kâinat’tan şu cevabı aldı:
“Sizler de müşriklerin çocukları değiller miydiniz? Her çocuk, İslam yaratılışı üzere doğar; dili dönünceye kadar öyle devam eder. Sonra anne babaları, onu ya Yahudileştirir ya da Hıristiyanlaştırır.”[20]
Evtâs’ta Çarpışma
Huneyn vadisinde mücahitler tarafından bozguna uğratılan Havazinlilerden bir kısmının Evtâs vadisinde toplandıkları görülüyordu. Resûl-i Ekrem, Ebû Âmir el-Eş’arî Hazretlerine bir sancak vererek, bazı mücahitlerle toplanan düşman üzerine yolladı. Evtâs’ta mevzilenen düşman, kendisini savunmaya geçti.
Teke tek yapılan dövüş ve vuruşmada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), Havazinlilerden birçoğunu yere serdi. Sonra da mızraklarla vuruşma başladı. Bu sırada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), atılan bir okla ağır yara aldı ve sancağı yeğeni Ebû Musa el-Eş’arî’ye vererek onu kumandan tayin etti. Bir müddet sonra da aldığı ağır yaranın tesiriyle şehit olarak hayata gözlerini yumdu.[21]
Kumandanlığa geçen Ebû Musa, savaşa girişti ve düşman kuvvetlerini dağıtmaya muvaffak oldu. Düşman, oradan doğruca Taif’e gidip sığındı. Daha önce de kumandanları Mâlik b. Avf gidip oraya sığınmıştı.
Esir ve Ganimetlerin Ci’râne’ye Gönderilişi
Peygamber Efendimiz, çarpışmadan kesin netice almak istiyordu. Huneyn’deki çarpışmayla bu kat’î netice henüz elde edilmiş değildi. Düşman, Taif’e sığınmıştı. Bu sebeple Taif üzerine yürümek gerekiyordu.
Buna binaen, Huneyn Savaşı’nda elde edilen ganimetler ve alınan esirleri Ci’râne mevkiine gönderdi ve orada muhafaza edilmesini, vazifelendirdiği sahabelere emretti.[22]
Bir Kan Davasının Hükme Bağlanışı
Resûl-i Ekrem, henüz Huneyn mevkiinden ayrılmış değildi.
Öğle namazını kılmış ve istirahat etmek üzere bir ağacın gölgesinde oturuyordu.
Bu sırada iki kişinin huzuruna gittiği fark edildi. Bunlar, Gatafanların Reisi Uyeyne b. Hısn ile Akra b. Hâbis idi. Uyeyne, Peygamberimizden, haksız yere öldürülen Âmir b. Azbat’ın kanını dava ediyor ve katil Muhallim b. Cessame’nin kendilerine teslimini istiyordu.[23]
Uyeyne b. Hısn, “Vallahi, yâ Resûlallah! O benim kabilemin kadınlarına ölüm acısını tattırıp canlarını yaktığı gibi, ben de onun kadınlarına ölüm acısını tattırıp canlarını yakmadıkça yakasını bırakmam!” diyerek Muhallim b. Cessame’nin kısas için kendisine teslimini isterken, Aka b. Habis ise Muhallim’i müdafaa ediyordu.
Resûl-i Ekrem’in “Onun diyetini [kan bedelini] alsan olmaz mı?” diye yaptığı teklife, Uyeyne b. Hısn yanaşmadı. Bu sırada sesler yükseldi, gürültüler çoğaldı.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Hayır, bu seferimiz sırasında elli deve, dönüşümüzde de elli deve diyet alacaksın” diye teklifte bulundu. Ancak Uyeyne aynı şekilde bu teklifi de kabule yanaşmadı.
Uzun uzun konuşulduktan sonra, Uyeyne b. Hısn, teklif edildiği şekilde diyet almayı kabul etti.[24]
Böylece, Resûl-i Ekrem, halk arasında az da olsa gerginliğe sebep olan bir kan davasını halletti.
Fakat işin, ibret alınması gereken tarafı bundan sonra cereyan etti: Müslümanlar, Muhallim b. Cessame’ye, “Resûlullah’ın huzuruna çık, yaptığın bu hareketinden dolayı senin için Allah’tan mağrifet dilesin!” deyince, uzun boylu, üzerine yeni bir elbise giymiş ve kısasa kendisini hazırlamış bulunan Muhallim, huzur-u Risâlete vardı. Efendimizin önüne diz çöktü. Mahzundu, üzgündü, gözlerinden yaşlar akıyordu. Yaptığı şeyden pişmanlık duyduğunu ve Allah’a tevbe ettiğini söyleyerek, Resûlullah’tan, Allah’tan mağrifet dilemesini istiyordu: “Yâ Resûlallah! Pişmanım, Allah’a tevbe ediyorum! Benim için Allah’tan mağrifet dile!”
Resûl-i Ekrem, “Kimsin sen?” diye sordu.
“Muhallim b. Cessame!” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem, “Demek sen, ona (Âmir’e) Allah’ın emanıyla eman verdin (selamına karşılık selam verdin), sonra da onu vurup öldürdün, öyle mi?” diye buyurunca, Muhallim b. Cessame başını önüne eğdi ve sustu.
Efendimiz, sonra ellerini kaldırarak, yüksek sesle, “Allahım, Muhallim b. Cessame’yi affetme!” diye beddua etti.
Bedduayı duyan Muhallim’in tüyleri diken diken oldu; uğrayacağı âkıbetin dehşetini düşünerek tir tir titremeye başladı. Tekrar yalvardı: “Yâ Resûlallah! Pişmanım! Allah’a tevbe ediyorum! Ne olur, benim için Allah’tan af dile!”
Ne var ki Muhallim’in bu yakarışı da pek fayda etmiyor ve aynı şekilde Hz. Resûlullah’ın bedduasına uğruyordu. Sonra da huzurdan kovuluyordu.
Yapılan bedduanın üzüntüsü ve uğrayacağı âkıbetin dehşeti Muallim’i ancak bir hafta kadar ayakta tutabildi. Ölünce, onu gömdüler. Ne var ki yer, ölüsünü kabul etmiyordu; defalarca gömdükleri halde, yer, yine cesedini dışarı attı.[25]Sonunda kavmi, üzerine taş yığarak onu iki dağ arasında bıraktı.[26]
Durumu Efendimize ilettiklerinde, şöyle buyurdular:
“Vallahi, yer, ondan çok daha kötülerin üzerini örtmüştür. Fakat Allah, aranızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında, size, gösterdiği bu hadiseyle öğüt ve ibret vermek istemiştir.”[27]
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 149.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 83; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 127.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 83; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 127.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 87.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 150.
[7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 70.
[8] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 208; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 191.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 87; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 128.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 87; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 151; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 129.
[11] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 151.
[12] Müslim, Sahih, c. 3, s. 1401; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 69.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 151; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 402.
[14] Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1399.
[15] Tevbe, 25-26
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 100-101; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 131-132.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 101; İbn Hacer, el-İsabe, c. 4, s. 344.
[18] İbn Hacer, c. 4, s. 344.
[19] İbn Hacer, a.g.e., c. 4, s. 100.
[20] Vakidî, Megazi, c. 3, s. 903.
[21] Buharî, Sahih, c. 3, s. 68.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s.101.
[23] Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Mekke fethine çıkıldığı sırada Peygamberimiz, hedef şaşırtmak gayesiyle, Ebû Katâde kumandasında bir birliği Batn-ı İzam tarafına göndermişti. Mücahitler, yolda Âmir b. Azbat’a rastlamışlardı. Âmir, mücahitleri İslam selamıyla selamladığı hâlde, şahsî bir düşmanlık ve kinden dolayı, Muhallim b. Cessame tarafından öldürülmüştü. İşte, Uyeyne b. Hısn’ın istediği, bu kan davası idi.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 276.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 277.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 277.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 277.