(Hicret’in 6. senesi Zilkade ayı / Milâdî 628)
Sulh Heyeti:
Rıdvân Biatı, Kureyşlileri fazlasıyla korkutmuştu. Peygamberimizin üzerlerine yürüyeceği endişesine kapılarak, alelacele sulh teklifinde bulunmak gayesiyle bir heyet gönderdiler. Heyette şu isimler vardı:
Süheyl b. Amr (başkan), Huveytip b. Abdü’l-Uzzâ ve Mikrez b. Hafs...
Kureyş müşrikleri, üç kişilik bu heyete, “Gidin, Muhammed’le sulh antlaşmasında bulunun. Fakat bu yıl buradan dönüp gitmek şartıyla! Eğer bu şartı kabul etmezse anlaşmaya yanaşmayın!” direktifini vermişlerdi.[1]
Peygamber Efendimiz, Süheyl’in gelişini, isminin kolaylık ifade etmesinden dolayı hayra yorarak, sahabelerine, “Artık işiniz bir derece kolaylaştı! Kureyşliler, sulh yapmak istedikleri zaman hep bu adamı gönderirler”[2]diye buyurdu.
Sulh Heyeti, Peygamberimizin Huzurunda
Kureyş elçisi Süheyl b. Amr, Resûlullah’ın huzuruna vardı. Önünde iki dizinin üzerinde yere çöktü. Peygamber Efendimiz ise, bağdaş kurmuştu. Müslümanlar da çevresinde oturmuşlardı.
Süheyl b. Amr, uzun uzadıya konuştu, sonra Peygamber Efendimize sulh teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz, sulh tekliflerini kabul etti.
Bundan sonra, sulh şartlarının müzakeresi yapıldı. Onlarda da anlaşmaya varıldı. Sıra, anlaşma şartlarının yazılmasına gelmişti. Hz. Ali, musalahanın şartlarını yazmak üzere kâtip tayin edildi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Yaz!” dedi. “Bismillahirrahmânirrahîm!”
Süheyl b. Amr, buna itiraz etti: “Biz, Bismillahirrahmânirrahîm’i bilmiyoruz! Sen böyle yazma!”
Resûl-i Ekrem, “Öyle ise nasıl yazalım?” diye sordu.
Süheyl, “‘Bismike Allahümme’ diye yaz” dedi.
Kureyşliler, eskiden beri “Bismillahirrahmânirrahîm” yerine “Bismike Allahümme “yi kullanırlardı.[3]
Peygamber Efendimiz, “‘Bismike Allahümme’ de güzeldir!” buyurduktan sonra Hz. Ali’ye, “Haydi yaz! Bismike Allahümme” diye emretti.
Hz. Ali de aynı şekilde yazdı.[4]
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bu, Muhammed Resûlullah’ın, Süheyl b. Amr’la üzerinde anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesini kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir!” diye yazmasını emretti.
Kureyş heyeti başkanı Süheyl, yine itiraz etti. “Vallahi, biz senin gerçekten Allah’ın Resûlü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullah’ı ziyaretine mani’ olmaz ve seninle çarpışmaya kalkmazdık!” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Peki nasıl yazalım?” buyurdu.
Süheyl, “Muhammed b. Abdullah diye kendi ismini ve babanın ismini yaz” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Bu da güzeldir!” buyurduktan sonra, Hz. Ali’ye:
“Yâ Ali! Sil onu! Sil de Muhammed b. Abdullah yaz” diye emretti.[5]
Hz. Ali, “Hayır! Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem!” diye yemin etti.[6]
Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahr-i Âlem’e karşı besledikleri muhabbet ve hürmetlerinin eseri olarak, “Biz, Resûlullah Muhammed’den başkasını yazdırmayınız! Ne diye dininiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyoruz?” diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Müslümanlara seslerini kısmalarını ve susmalarını mübarek elleriyle işaret buyurdu. Birden sustular.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bana onların yerini göster” dedi.
Hz. Ali, “Resûlullah” kelimesinin bulunduğu yeri gösterdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise “İbn-u Abdullah (Abdullah’ın oğlu)” kelimelerini yazdırdı.[7]
Peygamber Efendimizin sulhe ciddi taraftar olduğunu, sulhe giden yoldaki manileri ortadan kaldırmaya ne kadar gayret gösterdiğini, bu bir iki numuneden de anlamak mümkündür.
Musalaha Maddeleri
Müşrik heyetinin yukarıdaki itirazları, Müslümanların bu itirazları kabul etmek istemeyişleri ve Peygamber Efendimizin her iki tarafı yatıştırması sonunda sıra musalaha maddelerinin yazılmasına gelmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ile müşrik murahhas heyeti arasında geçen konuşmalardan sonra, şu maddeler üzerinde anlaşmaya varıldı:
1) Müslümanlarla müşrikler, huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için, birbirleriyle on yıl harp etmeyeceklerdir!
2) Peygamberimiz ve sahabeler, bu yıl Mekke’ye girmeyip geri dönecekler, ancak gelecek yıl yanlarına yalnız yolcu silahı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe’yi tavaf edecekler ve ancak Mekke’de üç gün kalacaklardır. Müşrikler ise, o sırada şehri boşaltacaklardır!
3) Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler Müslümanlara iade edilmeyecek, fakat Mekke’den Medine’ye velev Müslüman dahi olsalar iltica edenler istendiği takdirde geri verileceklerdir.
4) Arap kabilelerinden isteyen Hz. Peygamberle, isteyen de Kureyş’le birleşmekte serbest olacaklardır.[8]
Ashab-ı Kiramın Hiddet ve İtirazı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her ne suretle olursa olsun, Kureyş müşriklerini bir musalaha yazısıyla bağlamak ve bu suretle İslam’ın siyasî kudret ve mevcudiyetini hem onlara hem de bütün Arabistan halkına göstermek ve tanıtmak istiyordu.[9]Bu sebeple, Kureyş heyet başkanı Süheyl’in zâhiren Müslümanların aleyhinde görünen teklif ve maddelerini de kabul ediyordu. Bu inceliği bir anda kavrayamayan ashab-ı güzin, başından beri hem hiddetleniyor, hem de zaman zaman itiraz ediyorlardı.
Hatta Kureyş heyet başkanı Süheyl, Peygamberimize, “Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim; ama bizden size bir adam giderse, Müslüman olsa bile geri vereceksiniz” diye teklifte bulunduğu zaman, Müslümanlar birden hiddete gelerek, “Sübhanallah! Müslümanların yanına gelmiş bir Müslüman, müşriklere tekrar nasıl geri çevrilir?” diye itiraz etmişlerdi; sonra da Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabul edecek misin?” diye hayretle sormuşlardı.
Her şeye rağmen bir sulh akdedip, Kureyş müşriklerine İslam devletini resmen tanıtmak arzusunda olan Peygamber Efendimiz, Müslümanların bu itiraz ve suallerine şöyle cevap vermişti:
“Evet, bizden onlara gidecek olanları Allah bizden uzak etsin! Onlardan bize gelip geri çevireceğimiz kimseleri de muhakkak Allah biliyor! Onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol halkedilecektir!”[10]
Ebû Cendel Hadisesi
Antlaşma maddelerinin yazılması bitmişti. Fakat taraflarca henüz imzalanmamıştı.
Tam o sırada, zincire vurulmuş birinin, kendini Müslümanların arasına attığı görüldü. Gariptir ki bu, Kureyş murahhas heyeti başkanı Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel idi! İslam şerefiyle şereflenmesine, müşrikler, ayaklarını zincire vurmakla karşılık vermiş ve onu hapsetmişlerdi. Ebû Cendel, hapsedildiği yerden bir fırsatını bularak kaçmış ve Mekke’nin alt tarafından, kimsenin göremeyeceği yollardan bin bir zorlukla Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkagelmişti. O sırada babası Süheyl, henüz Müslümanların karargâhında bulunuyordu.
Ebû Cendel, bizzat babasının kendisine revâ gördüğü dayanılmaz işkence ve eziyetlerden kurtulmak için kendisini Hz. Fahr-i Âlem’in ayakları dibine atmış, ona iltica etmişti. “Beni kurtar!” diyordu.
Ne var ki az evvel yapılan antlaşma buna imkân vermiyordu! Nitekim oğlunun geldiğini gören Süheyl, onu Peygamberimizden hemen istedi:
“İşte! Sulh şartları gereğince bana geri vereceğin kişilerin ilki budur!” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Biz, sulh sözleşmesini henüz imzalamış değiliz!” buyurdu.
Süheyl diretti. “Vallahi” dedi “Ben de seninle hiçbir madde üzerinde sulh olmam!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz bu sefer, “Haydi, bu seferlik buna bana bağışla ve yazıyı imza et” buyurdu.
Süheyl’in bunu kabule asla niyeti yoktu. “Ben, bunu asla antlaşma dışında tutamam ve sana bırakamam!” dedi.
Peygamber Efendimiz tekrar, “Hayır! Bunu benim hatırım için yapacaksın!” buyurdu.
Buna rağmen Süheyl, inadından vazgeçmedi: “Ben, bunu asla yapamam!”[11]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, iki müşkîl durumla karşı karşıya kalmıştı: Ebû Cendel’i geri vermek demek, onu bile bile eziyet ve işkence çemberi içine atmak demekti; vermediği takdirde, Kureyş heyeti antlaşmayı feshedecekti. Hâlbuki, birçok sebepten dolayı bunu istemiyordu.
Elinde başka çaresi kalmayan Peygamber Efendimiz, teessür içinde Ebû Cendel’i babasına teslim etmek zorunda kaldı.
Ebû Cendel’in feryadı Müslümanların gönlünü dağlıyordu: “Yâ Resûlallah! Ey Müslümanlar! Siz, beni, bana eziyet etsinler, işkencelere uğratsınlar diye mi bunlara teslim ediyorsunuz? Siz, benim eziyet çekmeme rıza mı gösteriyorsunuz?”[12]
Fakat ne çare, Ebû Cendel artık babasının merhametsiz pençesinde bulunuyordu. Acıklı feryadı, imdat dilemesi, Müslümanların gözlerini yaşlarla doldurdu. Ama Hz. Resûlullah teslim etti diye seslerini çıkaramıyorlar, yapılan zulmü sînelerine çekiyorlardı. Hz. Resûlullah teslim etmemiş olsaydı, Ebû Cendel’in bu feryat ve figanını imkânı yok cevapsız bırakmazlardı; canları pahasına da olsa onu insafsız ellerden kurtarırlardı!
Peygamber Efendimiz, babası tarafından alınan Ebû Cendel’e, “Biraz daha sabret, biraz daha maruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini, mükâfatını Allah’tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol halkedecektir” diyerek teselli verdi. Arkasından da, “Onlara vermiş olduğumuz söze vefasızlık edemeyiz”[13]buyurdu.
Hz. Ömer’in Peygamberimize Sorusu
Ebû Cendel, Kureyş müşrikleri tarafından geri alınırken, Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin huzuruna vardı ve “Yâ Resûlallah! Onu Kureyşlilere niçin geri veriyoruz? Dinimiz uğrunda bu hakareti ne diye kabul ediyoruz?” diye konuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz cevaben, “Biz bu iş hakkında onlarla antlaşma yapmış bulunuyoruz! Dinimizde ahde vefasızlık yoktur!”[14]buyurdu.
Efendimizden bu cevabı alan Hz. Ömer, bu sefer Ebû Cendel’in yanına sokuldu ve kılıcını ona doğru yaklaştırarak, “Ey Ebû Cendel! Şüphesiz, müşriklerin kanı, köpeklerin kanı gibi değersizdir! İnsan, Allah yolunda babasını da öldürebilir! Öldür gitsin şu babanı!” diye teklif etti.
Ebû Cendel, “Sen, neden öldürmüyorsun?” diye teklif etti.
Hz. Ömer, “Resûlullah (a.s.m.), onu ve başkalarını öldürmeyi bana yasakladı!” cevabını verince, Ebû Cendel, “Ben Resûlullah’a itaatte senden geride kalmak istemem!”[15]diye konuştu.
Müslümanların Sadâkat İmtihanı
Sahabeler, çok arzuladıkları halde, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret ve tavaftan alıkonmuşlardı. Bunun yanında, Hz. Resûlullah antlaşmayla, görünüşte aleyhlerinde olan birtakım ağır hükümlerine gereği gibi nüfuz edemediklerinden dolayı bu durum, sahabelerin son derece güçlerine gitti. Mânen rahatsızlık duydukları, hal ve davranışlarından belli oluyordu.
Kendi âleminde böylesine ağır şartlara evet demenin izahını bir türlü bulamayan Hz. Ömer, huzura varmadan edemedi ve Peygamberimize, “Sen, Allah’ın hak peygamberi değil misin?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Evet, ben Allah’ın peygamberiyim” buyurdu.
Hz. Ömer bu sefer, “Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Evet, öyledir” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, “Bu halde dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Hattab’ın oğlu! Ben, Allah’ın kulu ve Resûlüyüm. Allah’ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muahede maddelerini kabul etmekle de Allah’a isyan etmiş değilim. O, beni hiçbir zaman zarara uğratmayacaktır” buyurdu.
Bu sefer Hz. Ömer, “Sen, bize, Allah’ın nusret buyuracağını, gidip Kâbe’yi hep beraber tavaf edeceğimizi vadetmiş değil miydin?” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Evet, vadetmiştin. Ancak bu yıl gidip tavaf edeceğimizi söylemiş miydim?” buyurdu.
Hz. Ömer, “Hayır” dedi.
O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz, “O halde tekrar ediyorum: Sen muhakkak Mekke’ye gidecek ve Kâbe’yi tavaf edeceksin”[16]buyurdu.
Hz. Ömer’in, Hz. Ebû Bekir’le Konuşması
Hz. Ömer, buna rağmen iç âleminde kabarmış duygularını teskin edemiyordu.
Bu sefer Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı. “Ey Ebû Bekir!” dedi. “Bu zât, Allah’ın hak peygamberi değil midir?”
Hz. Ebû Bekir, “Evet, o, Allah’ın hak peygamberidir!” dedi.
“Peki, biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız olan müşrikler de bâtıl üzere değiller mi?”
“Evet, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise bâtıl üzeredirler!”
Bunun üzerine Hz. Ömer, “O halde, dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?” dedi.
Sadâkat timsâli Hz. Ebû Bekir, “Ey Ömer!” dedi. “O, Allah’ın Resûlüdür. Bu muahedeyi yapmakla Rabbine âsi olmuş değildir! Allah, onun yardımcısıdır! Sen, onun emrine itaat et!”
Hz. Ömer, tekrar, “O, bize Medine’de, ‘Beyt-i Şerif’e varacağız, tavaf edeceğiz’ demedi mi?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “Evet” dedi; arkasından da sordu: “Ama sana, ‘Beytullah’a bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin’ diye mi haber verdi?”
Hz. Ömer, “Hayır” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Sen, muhakkak yakın bir zamanda Beytullah’a gidecek ve onu tavaf edeceksin!” dedi.[17]
Hz. Ömer’in İtirafı ve Nedâmeti
Hz. Ömer, o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedâmeti şöyle anlatır:
“Ben, hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere (a.s.m.), hiçbir zaman başvurmadığım bir biçimde başvurmuştum. Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muahede yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların yanına varırdım! Nihayet, Allah Teâlâ, işin sonunu hayır ve rahmet kıldı. Resûlullah (a.s.m.) ise, işin böyle olacağını çok iyi biliyormuş. O gün, Resûlullah’a (a.s.m.) karşı sarfetmiş olduğum sözlerimden duyduğum korkudan dolayı neticenin hayır olmasını ümit ederek oruçlar tutmaktan, sadakalar vermekten, namazlar kılmaktan ve köleler azat etmekten geri durmadım!”[18]
Kurban Kesme ve Traş Olma
Resûl-i Ekrem Efendimiz, muahede ve musalaha işini bitirdikten sonra, sahabelere, “Artık kalkınız, kurbanlarınızı kesip sonra başlarınızı traş ediniz!” diye seslendi.[19]
Ne var ki Hz. Resûlullah’a sonsuz hürmet ve muhabbetlerine rağmen sahabelerin hiçbirinde bu emir karşısında bir hareket görülmedi. Peygamber Efendimiz, emrini ikinci kere tekrarlamak zorunda kaldı: “Kalkınız, kurbanlarınızı kesip, sonra başlarınızı traş ediniz!”
Fakat aynı şekilde sahabeler, sanki bu emri duymamış gibi davranıyorlar, kurban kesme ve traş olma işine başlamıyorlardı.
Resûl-i Ekrem, emrini üçüncü kere tekrarladı: “Kalkınız, kurbanlarınız kesip, sonra başlarınızı traş ediniz!”[20]
Yine sahabelerden bu konuda bir hareket görülmedi.
Emrini üç kere tekrarlamasına rağmen, ashaptan kimsenin kalkmadığını gören Hz. Fahr-i Âlem, dönüp Ezvac-ı Tâhirat’tan Hz. Ümmü Seleme’nin yanına gitti:
“Ey Ümmü Seleme! Nedir şu halkın tutumu? Onlara, ‘Kurbanlarınızı kesiniz, başlarınızı traş ediniz’ diye tekrar tekrar söylüyorum; fakat hiçbiri emrime icabet etmiyor!” diyerek sahabelerin bu durumundan şikayet etti.[21]
Müstesna zekâ ve fazilet sahibi olan Hz. Ümmü Seleme, “Yâ Nebiyyallah! Bu işi yapmak istiyor musunuz? O halde, şimdi dışarı çıkınız; sonra, ta kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırtıp o seni traş edinceye kadar ashaptan hiçbirisine bir kelime bile söylemeyiniz” dedi; arkasından da ilave etti: “Çünkü sen kurbanını kesecek ve traş olacak olursan halk da öyle yapar!”[22]
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz dışarı çıktı. Hiç kimseyle görüşmeden ve hiç kimseye bir şey söylemeden, ihramını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna attı; kurbanlık develerini kesti ve berberi Huzaalı Hırâş b. Ümeyye’yi çağırıp traş oldu.[23]
Bunun üzerine sahabeler de derhal kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını traş ettirmeye başladılar.
Hz. Ümmü Seleme der ki:
“Kurbanlıklara öylesine koştular, öylesine yığıldılar ki neredeyse birbirlerini ezeceklerdi!”[24]
Sahabelerin, Resûlullah’a muhalefet etmek için tekrarlanan emrini yerine getirmeyip bekledikleri elbette söylenemez. Belki onlar, çok ağır buldukları muahede ve musalaha hükümlerinin vahiyle ortadan kaldırılacağını düşünüyor ve bu vahiyle, Hz. Resûlullah’ın verdiği emirden vazgeçeceğini umuyorlardı. En azından, umre amellerini tamamlayabilmek için Mekke’ye girmelerinin temin edileceğini ümit ediyorlardı. Ve bunun gerçekleşmesi için de bekliyorlardı. Nitekim bu hususta herhangi bir vahyin inmediğini ve Hz. Resûlullah’ın da kurbanlık develerini kesip, mübarek başlarını traş ettirdiğini görünce, onların da Resûl-i Kibriya’ya muhalefet etmiş duruma düşmemek için süratle kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını traş ettirmeye başladıkları görülüyordu.
Bu hadiseden, ayrıca Hz. Ümmü Seleme’nin de müstesna bir zekâ ve fazilete sahip olduğunu açıkça anlıyoruz. Hatta “Ümmü Seleme’nin Hudeybiye’de gösterdiği dirayet ve fetâneti İslam tarihinde hiçbir kadın göstermemiştir”[25]denilmiştir.
Peygamberimizin Dua Etmesi
Sahabelerden bir kısmı başını kazıttırıyor, kimisi de kısalttırıyordu. Bunu gören Efendimiz, “Allah, başlarını kazıttıranlara rahmet etsin!”[26]diye dua etti.
Saçlarını kısalttıran sahabeler, bu dua karşısında bir an tereddüt geçirdiler. Aynı duayı kendilerine de yapmalarını Efendimizden rica ettiler. Peygamberimiz yine “Allah, başını kazıttıranlara rahmet etsin!” diye dua etti.
Sahabeler üçüncü kere, “Yâ Resûlallah! Kırptıran, kısalttıranlara da dua et” deyince, Resûl-i Ekrem, “Allah, saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da rahmet etsin!”[27]diyerek onları da duasının içine dâhil etti.
Sahabeler, “Yâ Resûlallah! Neden saçlarını kırptıran, kısalttıranları hâriç tutup, saçlarını kazıttıranlara rahmet diledin?” diye sordular.
Resûl-i Kibriya Efendimiz cevaben şöyle buyurdu:
“Çünkü saçlarını kazıttıranlar, emre tam uyup, diğerleri gibi şüpheye düşmediler!”[28]
Sahabeler traş olduktan sonra, Allah tarafından estirilen bir rüzgâr, saçlarını Harem-i Şerif’e doğru uçurup götürdü. Onlar bunu umrelerinin kabulüne bir işaret sayarak birbirlerini müjdelediler.
Hudeybiye’den Ayrılış
Server-i Kâinat Efendimiz, ashabıyla birlikte yirmi gün kadar kaldıktan sonra, Medine’ye dönmek üzere Hudeybiye’den ayrıldı.
Ashab-ı kiram, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret edemeyip döndüklerinden dolayı çok üzgün idiler.
Bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimize, Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü’l-Gamim mevkiinde, Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Suresi nâzil oldu:“Ey Resûlüm! (Mekke’nin ve diğer memleketlerin fethine sebep olacak Hudeybiye Sulhü’yle) Biz, sana gerçekten apaçık bir zafer verdik!”[29]
Cenab-ı Hak, indirdiği aynı surede, ayrıca Server-i Kâinat Efendimizle Müslümanların, kısa zaman sonra gidip Kâbe’yi tavaf edeceklerini de haber veriyor ve Resûlünün gördüğü rüyayı tasdik ediyordu:
“Andolsun ki Allah, gerçekten Peygamberine o rüyayı hak olarak, doğru gösterdi. Andolsun ki inşallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarını traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızın mutlaka Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de Mekke fethinden önce, yakın bir fetih (Hayber’in fethi) yaptı!”[30]
Hz. Ömer’in Durumu
Hz. Ömer, Medine’ye dönüşte, yol esnasındaki halet-i ruhiyesini ve Fetih Suresi’nin nâzil oluşunu şöyle anlatmıştır:
“Hudeybiye’den dönerken, Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında gidiyordum. Ona bir şey sordum; bana cevap vermedi. Tekrar sordum; yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum; yine cevap vermedi. Kendi kendime, ‘Ey Hattab’ın oğlu! Annen seni kaybetsin de yok olasın! Bak, Resûlullah’a (a.s.m.) üç kere sordun durdun da, Resûlullah sorularına hiçbir cevap vermedi! Sen, aleyhinde Kur’an’dan ayet inmesini hakettin!’ dedim. Aleyhimde ayet inmesinden korkarak devemi sürüp halkın ta önüne geçtim.
“Sanki her şey beni tutup sıkıyordu. Aradan çok geçmeden, bir münâdînin, ‘Ey Ömer b. Hattab!’ diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime, ‘Ben, zaten aleyhimde Kur’an inmiş olmasından korkmuştum!’ dedim. Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki onu ancak Allah bilir! Hemen döndüm. Resûlullah’ın huzuruna vardım. Selam verdim. Selamıma karşılık verdi. Oldukça sevinçli idi:
“‘Ey Hattab’ın oğlu! Bana bu gece bir sure indi ki o, bana üstünde güneş doğan her şeyden daha sevgilidir’ buyurduktan sonra, onu,
‘Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık!’ diyerek okudu.”[31]
Müslümanların Korkusu
Resûl-i Kibriya Efendimize, Fetih Suresi’nin nâzil olması sırasında sâir Müslümanlar da oldukça korkuya kapılmışlardı; inen vahyin, davranışlarıyla ilgili olduğunu sanarak endişe etmişlerdi.
Mücemmi’ b. Cariye, o ânı şöyle anlatır:
“Halk, korka korka develerinin yanına dağılmıştı. Herkes birbirine soruyordu; ‘Halka ne oluyor?’ diye.
“‘Resûlullah’a (a.s.m.) vahiy gelmiş!’ dediler.
“Biz de, halkla birlikte korka korka Resûlullah’ın yanına doğru vardık. Resûlullah (a.s.m.) ayakta duruyordu. Halk, etrafında toplanınca, onlara, ‘İnnâ fetehna leke fethan mübînen’ diye Fetih Suresi’nin ayetlerini okudu.
“O esnada sahabelerden birisi, ‘Yâ Resûlallah! Bu muahede bir fetih midir?’ diye sordu.
“Resûlullah (a.s.m.), ‘Evet, hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu muahede, muhakkak bir fetihtir!’ buyurdu.”[32]
Peygamberimizin, Musalahanın Büyük Bir Fetih Olduğunu Tekrarlaması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’ye doğru ashabıyla gelirken, yine içlerinden birinin, “Beytullah’ı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın Harem’de kurban edilmelerine de mani olunmuştur! Müslüman olarak da bize gelip sığınanları, Resûlullah, onlara geri çevirmiştir. Bu, nasıl ve ne biçim fetihtir?” diye söylendiği, kendisine haber verildi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Bu, ne kötü bir sözdür!” buyurduktan sonra, Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu şöylece izah etti:
“Evet! Hudeybiye Muahedesi, en büyük fetihtir! Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet içinde bulunmanızı istemişlerdir. Onlar, şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslamiyeti de böylece sizlerden görecek, öğreneceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Bu ise, fetihlerin en büyüğüdür!”[33]
Hz. Resûlullah’ın böylesine kesin konuşmasından sonra sahabelerin de gönlüne bir ferahlık geldi. “Allah ve Resûlünün söyledikleri doğrudur! O muahede, fetihlerin en büyüğüdür! Vallahi, yâ Resûlallah, bizler bunu senin düşündüğün gibi düşünmemiştik! Muhakkak ki sen, Allah’ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin!”[34]diyerek, Hudeybiye’nin en büyük fetih olduğunu itiraf ettiler.
Medine’ye Dönüş
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashabıyla birlikte bir ay süren seferden sonra Zilhicce ayı başında Medine’ye geldi.[35]
Hudeybiye Antlaşması’na Kısa Bir Bakış
Kendilerini Kâbe’yi ziyarete ve tavafa hazırlamış olan, hakikate ve doğruluğa müştak sahabeler, maddelerin dış görünüşüne bakıp, Hudeybiye Muahede ve Musalahasının aleyhlerinde olduğu kanaatine varmışlardı. Fakat zamanla sulhün müspet neticeleri görülmeye başlayınca, Resûl-i Ekrem Efendimizin kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar!
Her şeyden evvel, İslam’ın amansız düşmanı olan Kureyş müşrikleri, bu muahede ve musalaha ile İslam devletini resmen tanımış oluyorlardı.
Ayrıca bu anlaşma, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim bu sulhü, daha doğrusu bu mânevî fethi kısa bir zaman sonra Hayber’in fethi ve ondan sonra da Mekke fethinin takip ettiğini görüyoruz.
Yine bu muahede ve musalaha sâyesinde, Müslümanlar için mânevî tebliğlerini harpten ve darptan uzak, emniyet ve huzur içinde yerine getirebilecek bir zemin ve imkân doğmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında birbirlerinin vücudunu ortadan kaldırmak için cereyan eden harpler sebebiyle kimse kimseyle temas edip görüşme imkânı bulamıyordu. Bu sulh devresiyle İslam’ın ve Müslümanların işine yarayacak bu geniş imkân meydana geldi.
Her ne kadar maddî kılıç bir müddet kınına sokulu durduysa da, Kur’an-ı Hakîm’in parlak mânevî kılıcı ortaya çıktı, kalp ve akılları fethe başladı. Anlaşma sâyesinde Müslümanlarla müşrikler birbirleriyle serbest görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslam’ın güzellikleri, onları kendilerine cezbetti. Kur’an’ın sönmez nurları, kavim ve kabilelerinden inat ve taassublarını kırıp, mânevî hükmünü icra etti. Mesela, bir harp dâhîsi olan Hâlid b. Velid ve bir siyaset dâhîsi bulunan Amr b. Âs gibi, maddî kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen zâtlar, bu sulh sâyesinde Kur’an’ın mânevî kılıcının câzibesinden kendilerini kurtaramayıp, Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır.
Aynı şekilde, muahede ve musalahanın tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke’den Medine’ye, Medine’den de Mekke’ye ziyaretler, ticarî münâsebetler başladı. Kureyş müşrikleri, Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular: Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahit oldular; Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takip ettiler. Bu arada, Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle, birçok müşrik, iman dairesine girdi. Kimisi de iman ve İslam’a karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imana karşı meyil gösterdi.
Hudeybiye Sulhü’nden Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamber olarak gönderilişinden sulh gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur. Umre maksadıyla yola çıkan sahabelerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke’nin fethine gidildiğinde bu sayı on bini buluyordu! Bu da, Hudeybiye Sulhü’nün ne kadar yerinde yapılmış bir antlaşma olduğunu açıkça göstermektedir.
Kur’an’ın Hudeybiye Sulhü’nü “Feth-i Mübîn=apaçık bir fetih” olarak tavsif etmesi de dikkat çekicidir. Hâlbuki, Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat Kur’an’ın, bunları değil de, Hudeybiye Sulhü’nü “Feth-i Mübîn” olarak nitelendirmesi, İslamiyet için asıl hakikî zaferin mânevî sahada olduğu gerçeğine işaret içindi. Nitekim İmam-ı Zührî, buna işaretle, “İslam’da, Hudeybiye Musalahası’ndan önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır”[36]demiştir.
İbni Mes’ûd’un rivayeti de aynı meâldedir: “Siz fetih olarak Mekke’nin fethini kabul ediyorsunuz; Hâlbuki, biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Sulhü’nü sayıyoruz!”[37]
Hudeybiye Muahede ve Musalahası, aynı zamanda, büyük bir siyasî zaferdi. Çünkü Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla, buranın fethi de, bu sâyede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim Resûl-i Ekrem, Medine’ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber’in fethine muvaffak olmuştur.
Bütün bu neticeler görüldükten sonra, Hudeybiye Sulhü için Kur’an’ın, “(Ey Resûlüm!) Biz sana, gerçekten açık bir zafer verdik!” haber ve hükmünün ne kadar mûcizâne ve veciz olduğu açıkça anlaşılıyordu!
Kur’an-ı Kerim’in şu ayetini de hatırlatalım:
“Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken, sizin için o hayırlı olur ve bir şeyi istediğiniz halde, o hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilemezsiniz!”[38]
Sulh Heyeti:
Rıdvân Biatı, Kureyşlileri fazlasıyla korkutmuştu. Peygamberimizin üzerlerine yürüyeceği endişesine kapılarak, alelacele sulh teklifinde bulunmak gayesiyle bir heyet gönderdiler. Heyette şu isimler vardı:
Süheyl b. Amr (başkan), Huveytip b. Abdü’l-Uzzâ ve Mikrez b. Hafs...
Kureyş müşrikleri, üç kişilik bu heyete, “Gidin, Muhammed’le sulh antlaşmasında bulunun. Fakat bu yıl buradan dönüp gitmek şartıyla! Eğer bu şartı kabul etmezse anlaşmaya yanaşmayın!” direktifini vermişlerdi.[1]
Peygamber Efendimiz, Süheyl’in gelişini, isminin kolaylık ifade etmesinden dolayı hayra yorarak, sahabelerine, “Artık işiniz bir derece kolaylaştı! Kureyşliler, sulh yapmak istedikleri zaman hep bu adamı gönderirler”[2]diye buyurdu.
Sulh Heyeti, Peygamberimizin Huzurunda
Kureyş elçisi Süheyl b. Amr, Resûlullah’ın huzuruna vardı. Önünde iki dizinin üzerinde yere çöktü. Peygamber Efendimiz ise, bağdaş kurmuştu. Müslümanlar da çevresinde oturmuşlardı.
Süheyl b. Amr, uzun uzadıya konuştu, sonra Peygamber Efendimize sulh teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz, sulh tekliflerini kabul etti.
Bundan sonra, sulh şartlarının müzakeresi yapıldı. Onlarda da anlaşmaya varıldı. Sıra, anlaşma şartlarının yazılmasına gelmişti. Hz. Ali, musalahanın şartlarını yazmak üzere kâtip tayin edildi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Yaz!” dedi. “Bismillahirrahmânirrahîm!”
Süheyl b. Amr, buna itiraz etti: “Biz, Bismillahirrahmânirrahîm’i bilmiyoruz! Sen böyle yazma!”
Resûl-i Ekrem, “Öyle ise nasıl yazalım?” diye sordu.
Süheyl, “‘Bismike Allahümme’ diye yaz” dedi.
Kureyşliler, eskiden beri “Bismillahirrahmânirrahîm” yerine “Bismike Allahümme “yi kullanırlardı.[3]
Peygamber Efendimiz, “‘Bismike Allahümme’ de güzeldir!” buyurduktan sonra Hz. Ali’ye, “Haydi yaz! Bismike Allahümme” diye emretti.
Hz. Ali de aynı şekilde yazdı.[4]
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bu, Muhammed Resûlullah’ın, Süheyl b. Amr’la üzerinde anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesini kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir!” diye yazmasını emretti.
Kureyş heyeti başkanı Süheyl, yine itiraz etti. “Vallahi, biz senin gerçekten Allah’ın Resûlü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullah’ı ziyaretine mani’ olmaz ve seninle çarpışmaya kalkmazdık!” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Peki nasıl yazalım?” buyurdu.
Süheyl, “Muhammed b. Abdullah diye kendi ismini ve babanın ismini yaz” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Bu da güzeldir!” buyurduktan sonra, Hz. Ali’ye:
“Yâ Ali! Sil onu! Sil de Muhammed b. Abdullah yaz” diye emretti.[5]
Hz. Ali, “Hayır! Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem!” diye yemin etti.[6]
Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahr-i Âlem’e karşı besledikleri muhabbet ve hürmetlerinin eseri olarak, “Biz, Resûlullah Muhammed’den başkasını yazdırmayınız! Ne diye dininiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyoruz?” diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Müslümanlara seslerini kısmalarını ve susmalarını mübarek elleriyle işaret buyurdu. Birden sustular.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bana onların yerini göster” dedi.
Hz. Ali, “Resûlullah” kelimesinin bulunduğu yeri gösterdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise “İbn-u Abdullah (Abdullah’ın oğlu)” kelimelerini yazdırdı.[7]
Peygamber Efendimizin sulhe ciddi taraftar olduğunu, sulhe giden yoldaki manileri ortadan kaldırmaya ne kadar gayret gösterdiğini, bu bir iki numuneden de anlamak mümkündür.
Musalaha Maddeleri
Müşrik heyetinin yukarıdaki itirazları, Müslümanların bu itirazları kabul etmek istemeyişleri ve Peygamber Efendimizin her iki tarafı yatıştırması sonunda sıra musalaha maddelerinin yazılmasına gelmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ile müşrik murahhas heyeti arasında geçen konuşmalardan sonra, şu maddeler üzerinde anlaşmaya varıldı:
1) Müslümanlarla müşrikler, huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için, birbirleriyle on yıl harp etmeyeceklerdir!
2) Peygamberimiz ve sahabeler, bu yıl Mekke’ye girmeyip geri dönecekler, ancak gelecek yıl yanlarına yalnız yolcu silahı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe’yi tavaf edecekler ve ancak Mekke’de üç gün kalacaklardır. Müşrikler ise, o sırada şehri boşaltacaklardır!
3) Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler Müslümanlara iade edilmeyecek, fakat Mekke’den Medine’ye velev Müslüman dahi olsalar iltica edenler istendiği takdirde geri verileceklerdir.
4) Arap kabilelerinden isteyen Hz. Peygamberle, isteyen de Kureyş’le birleşmekte serbest olacaklardır.[8]
Ashab-ı Kiramın Hiddet ve İtirazı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her ne suretle olursa olsun, Kureyş müşriklerini bir musalaha yazısıyla bağlamak ve bu suretle İslam’ın siyasî kudret ve mevcudiyetini hem onlara hem de bütün Arabistan halkına göstermek ve tanıtmak istiyordu.[9]Bu sebeple, Kureyş heyet başkanı Süheyl’in zâhiren Müslümanların aleyhinde görünen teklif ve maddelerini de kabul ediyordu. Bu inceliği bir anda kavrayamayan ashab-ı güzin, başından beri hem hiddetleniyor, hem de zaman zaman itiraz ediyorlardı.
Hatta Kureyş heyet başkanı Süheyl, Peygamberimize, “Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim; ama bizden size bir adam giderse, Müslüman olsa bile geri vereceksiniz” diye teklifte bulunduğu zaman, Müslümanlar birden hiddete gelerek, “Sübhanallah! Müslümanların yanına gelmiş bir Müslüman, müşriklere tekrar nasıl geri çevrilir?” diye itiraz etmişlerdi; sonra da Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabul edecek misin?” diye hayretle sormuşlardı.
Her şeye rağmen bir sulh akdedip, Kureyş müşriklerine İslam devletini resmen tanıtmak arzusunda olan Peygamber Efendimiz, Müslümanların bu itiraz ve suallerine şöyle cevap vermişti:
“Evet, bizden onlara gidecek olanları Allah bizden uzak etsin! Onlardan bize gelip geri çevireceğimiz kimseleri de muhakkak Allah biliyor! Onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol halkedilecektir!”[10]
Ebû Cendel Hadisesi
Antlaşma maddelerinin yazılması bitmişti. Fakat taraflarca henüz imzalanmamıştı.
Tam o sırada, zincire vurulmuş birinin, kendini Müslümanların arasına attığı görüldü. Gariptir ki bu, Kureyş murahhas heyeti başkanı Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel idi! İslam şerefiyle şereflenmesine, müşrikler, ayaklarını zincire vurmakla karşılık vermiş ve onu hapsetmişlerdi. Ebû Cendel, hapsedildiği yerden bir fırsatını bularak kaçmış ve Mekke’nin alt tarafından, kimsenin göremeyeceği yollardan bin bir zorlukla Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkagelmişti. O sırada babası Süheyl, henüz Müslümanların karargâhında bulunuyordu.
Ebû Cendel, bizzat babasının kendisine revâ gördüğü dayanılmaz işkence ve eziyetlerden kurtulmak için kendisini Hz. Fahr-i Âlem’in ayakları dibine atmış, ona iltica etmişti. “Beni kurtar!” diyordu.
Ne var ki az evvel yapılan antlaşma buna imkân vermiyordu! Nitekim oğlunun geldiğini gören Süheyl, onu Peygamberimizden hemen istedi:
“İşte! Sulh şartları gereğince bana geri vereceğin kişilerin ilki budur!” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Biz, sulh sözleşmesini henüz imzalamış değiliz!” buyurdu.
Süheyl diretti. “Vallahi” dedi “Ben de seninle hiçbir madde üzerinde sulh olmam!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz bu sefer, “Haydi, bu seferlik buna bana bağışla ve yazıyı imza et” buyurdu.
Süheyl’in bunu kabule asla niyeti yoktu. “Ben, bunu asla antlaşma dışında tutamam ve sana bırakamam!” dedi.
Peygamber Efendimiz tekrar, “Hayır! Bunu benim hatırım için yapacaksın!” buyurdu.
Buna rağmen Süheyl, inadından vazgeçmedi: “Ben, bunu asla yapamam!”[11]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, iki müşkîl durumla karşı karşıya kalmıştı: Ebû Cendel’i geri vermek demek, onu bile bile eziyet ve işkence çemberi içine atmak demekti; vermediği takdirde, Kureyş heyeti antlaşmayı feshedecekti. Hâlbuki, birçok sebepten dolayı bunu istemiyordu.
Elinde başka çaresi kalmayan Peygamber Efendimiz, teessür içinde Ebû Cendel’i babasına teslim etmek zorunda kaldı.
Ebû Cendel’in feryadı Müslümanların gönlünü dağlıyordu: “Yâ Resûlallah! Ey Müslümanlar! Siz, beni, bana eziyet etsinler, işkencelere uğratsınlar diye mi bunlara teslim ediyorsunuz? Siz, benim eziyet çekmeme rıza mı gösteriyorsunuz?”[12]
Fakat ne çare, Ebû Cendel artık babasının merhametsiz pençesinde bulunuyordu. Acıklı feryadı, imdat dilemesi, Müslümanların gözlerini yaşlarla doldurdu. Ama Hz. Resûlullah teslim etti diye seslerini çıkaramıyorlar, yapılan zulmü sînelerine çekiyorlardı. Hz. Resûlullah teslim etmemiş olsaydı, Ebû Cendel’in bu feryat ve figanını imkânı yok cevapsız bırakmazlardı; canları pahasına da olsa onu insafsız ellerden kurtarırlardı!
Peygamber Efendimiz, babası tarafından alınan Ebû Cendel’e, “Biraz daha sabret, biraz daha maruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini, mükâfatını Allah’tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol halkedecektir” diyerek teselli verdi. Arkasından da, “Onlara vermiş olduğumuz söze vefasızlık edemeyiz”[13]buyurdu.
Hz. Ömer’in Peygamberimize Sorusu
Ebû Cendel, Kureyş müşrikleri tarafından geri alınırken, Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin huzuruna vardı ve “Yâ Resûlallah! Onu Kureyşlilere niçin geri veriyoruz? Dinimiz uğrunda bu hakareti ne diye kabul ediyoruz?” diye konuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz cevaben, “Biz bu iş hakkında onlarla antlaşma yapmış bulunuyoruz! Dinimizde ahde vefasızlık yoktur!”[14]buyurdu.
Efendimizden bu cevabı alan Hz. Ömer, bu sefer Ebû Cendel’in yanına sokuldu ve kılıcını ona doğru yaklaştırarak, “Ey Ebû Cendel! Şüphesiz, müşriklerin kanı, köpeklerin kanı gibi değersizdir! İnsan, Allah yolunda babasını da öldürebilir! Öldür gitsin şu babanı!” diye teklif etti.
Ebû Cendel, “Sen, neden öldürmüyorsun?” diye teklif etti.
Hz. Ömer, “Resûlullah (a.s.m.), onu ve başkalarını öldürmeyi bana yasakladı!” cevabını verince, Ebû Cendel, “Ben Resûlullah’a itaatte senden geride kalmak istemem!”[15]diye konuştu.
Müslümanların Sadâkat İmtihanı
Sahabeler, çok arzuladıkları halde, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret ve tavaftan alıkonmuşlardı. Bunun yanında, Hz. Resûlullah antlaşmayla, görünüşte aleyhlerinde olan birtakım ağır hükümlerine gereği gibi nüfuz edemediklerinden dolayı bu durum, sahabelerin son derece güçlerine gitti. Mânen rahatsızlık duydukları, hal ve davranışlarından belli oluyordu.
Kendi âleminde böylesine ağır şartlara evet demenin izahını bir türlü bulamayan Hz. Ömer, huzura varmadan edemedi ve Peygamberimize, “Sen, Allah’ın hak peygamberi değil misin?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Evet, ben Allah’ın peygamberiyim” buyurdu.
Hz. Ömer bu sefer, “Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Evet, öyledir” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, “Bu halde dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Hattab’ın oğlu! Ben, Allah’ın kulu ve Resûlüyüm. Allah’ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muahede maddelerini kabul etmekle de Allah’a isyan etmiş değilim. O, beni hiçbir zaman zarara uğratmayacaktır” buyurdu.
Bu sefer Hz. Ömer, “Sen, bize, Allah’ın nusret buyuracağını, gidip Kâbe’yi hep beraber tavaf edeceğimizi vadetmiş değil miydin?” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Evet, vadetmiştin. Ancak bu yıl gidip tavaf edeceğimizi söylemiş miydim?” buyurdu.
Hz. Ömer, “Hayır” dedi.
O zaman Resûl-i Ekrem Efendimiz, “O halde tekrar ediyorum: Sen muhakkak Mekke’ye gidecek ve Kâbe’yi tavaf edeceksin”[16]buyurdu.
Hz. Ömer’in, Hz. Ebû Bekir’le Konuşması
Hz. Ömer, buna rağmen iç âleminde kabarmış duygularını teskin edemiyordu.
Bu sefer Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı. “Ey Ebû Bekir!” dedi. “Bu zât, Allah’ın hak peygamberi değil midir?”
Hz. Ebû Bekir, “Evet, o, Allah’ın hak peygamberidir!” dedi.
“Peki, biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız olan müşrikler de bâtıl üzere değiller mi?”
“Evet, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise bâtıl üzeredirler!”
Bunun üzerine Hz. Ömer, “O halde, dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?” dedi.
Sadâkat timsâli Hz. Ebû Bekir, “Ey Ömer!” dedi. “O, Allah’ın Resûlüdür. Bu muahedeyi yapmakla Rabbine âsi olmuş değildir! Allah, onun yardımcısıdır! Sen, onun emrine itaat et!”
Hz. Ömer, tekrar, “O, bize Medine’de, ‘Beyt-i Şerif’e varacağız, tavaf edeceğiz’ demedi mi?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “Evet” dedi; arkasından da sordu: “Ama sana, ‘Beytullah’a bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin’ diye mi haber verdi?”
Hz. Ömer, “Hayır” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Sen, muhakkak yakın bir zamanda Beytullah’a gidecek ve onu tavaf edeceksin!” dedi.[17]
Hz. Ömer’in İtirafı ve Nedâmeti
Hz. Ömer, o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedâmeti şöyle anlatır:
“Ben, hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere (a.s.m.), hiçbir zaman başvurmadığım bir biçimde başvurmuştum. Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muahede yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların yanına varırdım! Nihayet, Allah Teâlâ, işin sonunu hayır ve rahmet kıldı. Resûlullah (a.s.m.) ise, işin böyle olacağını çok iyi biliyormuş. O gün, Resûlullah’a (a.s.m.) karşı sarfetmiş olduğum sözlerimden duyduğum korkudan dolayı neticenin hayır olmasını ümit ederek oruçlar tutmaktan, sadakalar vermekten, namazlar kılmaktan ve köleler azat etmekten geri durmadım!”[18]
Kurban Kesme ve Traş Olma
Resûl-i Ekrem Efendimiz, muahede ve musalaha işini bitirdikten sonra, sahabelere, “Artık kalkınız, kurbanlarınızı kesip sonra başlarınızı traş ediniz!” diye seslendi.[19]
Ne var ki Hz. Resûlullah’a sonsuz hürmet ve muhabbetlerine rağmen sahabelerin hiçbirinde bu emir karşısında bir hareket görülmedi. Peygamber Efendimiz, emrini ikinci kere tekrarlamak zorunda kaldı: “Kalkınız, kurbanlarınızı kesip, sonra başlarınızı traş ediniz!”
Fakat aynı şekilde sahabeler, sanki bu emri duymamış gibi davranıyorlar, kurban kesme ve traş olma işine başlamıyorlardı.
Resûl-i Ekrem, emrini üçüncü kere tekrarladı: “Kalkınız, kurbanlarınız kesip, sonra başlarınızı traş ediniz!”[20]
Yine sahabelerden bu konuda bir hareket görülmedi.
Emrini üç kere tekrarlamasına rağmen, ashaptan kimsenin kalkmadığını gören Hz. Fahr-i Âlem, dönüp Ezvac-ı Tâhirat’tan Hz. Ümmü Seleme’nin yanına gitti:
“Ey Ümmü Seleme! Nedir şu halkın tutumu? Onlara, ‘Kurbanlarınızı kesiniz, başlarınızı traş ediniz’ diye tekrar tekrar söylüyorum; fakat hiçbiri emrime icabet etmiyor!” diyerek sahabelerin bu durumundan şikayet etti.[21]
Müstesna zekâ ve fazilet sahibi olan Hz. Ümmü Seleme, “Yâ Nebiyyallah! Bu işi yapmak istiyor musunuz? O halde, şimdi dışarı çıkınız; sonra, ta kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırtıp o seni traş edinceye kadar ashaptan hiçbirisine bir kelime bile söylemeyiniz” dedi; arkasından da ilave etti: “Çünkü sen kurbanını kesecek ve traş olacak olursan halk da öyle yapar!”[22]
Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz dışarı çıktı. Hiç kimseyle görüşmeden ve hiç kimseye bir şey söylemeden, ihramını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna attı; kurbanlık develerini kesti ve berberi Huzaalı Hırâş b. Ümeyye’yi çağırıp traş oldu.[23]
Bunun üzerine sahabeler de derhal kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını traş ettirmeye başladılar.
Hz. Ümmü Seleme der ki:
“Kurbanlıklara öylesine koştular, öylesine yığıldılar ki neredeyse birbirlerini ezeceklerdi!”[24]
Sahabelerin, Resûlullah’a muhalefet etmek için tekrarlanan emrini yerine getirmeyip bekledikleri elbette söylenemez. Belki onlar, çok ağır buldukları muahede ve musalaha hükümlerinin vahiyle ortadan kaldırılacağını düşünüyor ve bu vahiyle, Hz. Resûlullah’ın verdiği emirden vazgeçeceğini umuyorlardı. En azından, umre amellerini tamamlayabilmek için Mekke’ye girmelerinin temin edileceğini ümit ediyorlardı. Ve bunun gerçekleşmesi için de bekliyorlardı. Nitekim bu hususta herhangi bir vahyin inmediğini ve Hz. Resûlullah’ın da kurbanlık develerini kesip, mübarek başlarını traş ettirdiğini görünce, onların da Resûl-i Kibriya’ya muhalefet etmiş duruma düşmemek için süratle kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını traş ettirmeye başladıkları görülüyordu.
Bu hadiseden, ayrıca Hz. Ümmü Seleme’nin de müstesna bir zekâ ve fazilete sahip olduğunu açıkça anlıyoruz. Hatta “Ümmü Seleme’nin Hudeybiye’de gösterdiği dirayet ve fetâneti İslam tarihinde hiçbir kadın göstermemiştir”[25]denilmiştir.
Peygamberimizin Dua Etmesi
Sahabelerden bir kısmı başını kazıttırıyor, kimisi de kısalttırıyordu. Bunu gören Efendimiz, “Allah, başlarını kazıttıranlara rahmet etsin!”[26]diye dua etti.
Saçlarını kısalttıran sahabeler, bu dua karşısında bir an tereddüt geçirdiler. Aynı duayı kendilerine de yapmalarını Efendimizden rica ettiler. Peygamberimiz yine “Allah, başını kazıttıranlara rahmet etsin!” diye dua etti.
Sahabeler üçüncü kere, “Yâ Resûlallah! Kırptıran, kısalttıranlara da dua et” deyince, Resûl-i Ekrem, “Allah, saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da rahmet etsin!”[27]diyerek onları da duasının içine dâhil etti.
Sahabeler, “Yâ Resûlallah! Neden saçlarını kırptıran, kısalttıranları hâriç tutup, saçlarını kazıttıranlara rahmet diledin?” diye sordular.
Resûl-i Kibriya Efendimiz cevaben şöyle buyurdu:
“Çünkü saçlarını kazıttıranlar, emre tam uyup, diğerleri gibi şüpheye düşmediler!”[28]
Sahabeler traş olduktan sonra, Allah tarafından estirilen bir rüzgâr, saçlarını Harem-i Şerif’e doğru uçurup götürdü. Onlar bunu umrelerinin kabulüne bir işaret sayarak birbirlerini müjdelediler.
Hudeybiye’den Ayrılış
Server-i Kâinat Efendimiz, ashabıyla birlikte yirmi gün kadar kaldıktan sonra, Medine’ye dönmek üzere Hudeybiye’den ayrıldı.
Ashab-ı kiram, Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret edemeyip döndüklerinden dolayı çok üzgün idiler.
Bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimize, Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü’l-Gamim mevkiinde, Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Suresi nâzil oldu:“Ey Resûlüm! (Mekke’nin ve diğer memleketlerin fethine sebep olacak Hudeybiye Sulhü’yle) Biz, sana gerçekten apaçık bir zafer verdik!”[29]
Cenab-ı Hak, indirdiği aynı surede, ayrıca Server-i Kâinat Efendimizle Müslümanların, kısa zaman sonra gidip Kâbe’yi tavaf edeceklerini de haber veriyor ve Resûlünün gördüğü rüyayı tasdik ediyordu:
“Andolsun ki Allah, gerçekten Peygamberine o rüyayı hak olarak, doğru gösterdi. Andolsun ki inşallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarını traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızın mutlaka Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de Mekke fethinden önce, yakın bir fetih (Hayber’in fethi) yaptı!”[30]
Hz. Ömer’in Durumu
Hz. Ömer, Medine’ye dönüşte, yol esnasındaki halet-i ruhiyesini ve Fetih Suresi’nin nâzil oluşunu şöyle anlatmıştır:
“Hudeybiye’den dönerken, Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında gidiyordum. Ona bir şey sordum; bana cevap vermedi. Tekrar sordum; yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum; yine cevap vermedi. Kendi kendime, ‘Ey Hattab’ın oğlu! Annen seni kaybetsin de yok olasın! Bak, Resûlullah’a (a.s.m.) üç kere sordun durdun da, Resûlullah sorularına hiçbir cevap vermedi! Sen, aleyhinde Kur’an’dan ayet inmesini hakettin!’ dedim. Aleyhimde ayet inmesinden korkarak devemi sürüp halkın ta önüne geçtim.
“Sanki her şey beni tutup sıkıyordu. Aradan çok geçmeden, bir münâdînin, ‘Ey Ömer b. Hattab!’ diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime, ‘Ben, zaten aleyhimde Kur’an inmiş olmasından korkmuştum!’ dedim. Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki onu ancak Allah bilir! Hemen döndüm. Resûlullah’ın huzuruna vardım. Selam verdim. Selamıma karşılık verdi. Oldukça sevinçli idi:
“‘Ey Hattab’ın oğlu! Bana bu gece bir sure indi ki o, bana üstünde güneş doğan her şeyden daha sevgilidir’ buyurduktan sonra, onu,
‘Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık!’ diyerek okudu.”[31]
Müslümanların Korkusu
Resûl-i Kibriya Efendimize, Fetih Suresi’nin nâzil olması sırasında sâir Müslümanlar da oldukça korkuya kapılmışlardı; inen vahyin, davranışlarıyla ilgili olduğunu sanarak endişe etmişlerdi.
Mücemmi’ b. Cariye, o ânı şöyle anlatır:
“Halk, korka korka develerinin yanına dağılmıştı. Herkes birbirine soruyordu; ‘Halka ne oluyor?’ diye.
“‘Resûlullah’a (a.s.m.) vahiy gelmiş!’ dediler.
“Biz de, halkla birlikte korka korka Resûlullah’ın yanına doğru vardık. Resûlullah (a.s.m.) ayakta duruyordu. Halk, etrafında toplanınca, onlara, ‘İnnâ fetehna leke fethan mübînen’ diye Fetih Suresi’nin ayetlerini okudu.
“O esnada sahabelerden birisi, ‘Yâ Resûlallah! Bu muahede bir fetih midir?’ diye sordu.
“Resûlullah (a.s.m.), ‘Evet, hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu muahede, muhakkak bir fetihtir!’ buyurdu.”[32]
Peygamberimizin, Musalahanın Büyük Bir Fetih Olduğunu Tekrarlaması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’ye doğru ashabıyla gelirken, yine içlerinden birinin, “Beytullah’ı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın Harem’de kurban edilmelerine de mani olunmuştur! Müslüman olarak da bize gelip sığınanları, Resûlullah, onlara geri çevirmiştir. Bu, nasıl ve ne biçim fetihtir?” diye söylendiği, kendisine haber verildi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Bu, ne kötü bir sözdür!” buyurduktan sonra, Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu şöylece izah etti:
“Evet! Hudeybiye Muahedesi, en büyük fetihtir! Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet içinde bulunmanızı istemişlerdir. Onlar, şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslamiyeti de böylece sizlerden görecek, öğreneceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Bu ise, fetihlerin en büyüğüdür!”[33]
Hz. Resûlullah’ın böylesine kesin konuşmasından sonra sahabelerin de gönlüne bir ferahlık geldi. “Allah ve Resûlünün söyledikleri doğrudur! O muahede, fetihlerin en büyüğüdür! Vallahi, yâ Resûlallah, bizler bunu senin düşündüğün gibi düşünmemiştik! Muhakkak ki sen, Allah’ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin!”[34]diyerek, Hudeybiye’nin en büyük fetih olduğunu itiraf ettiler.
Medine’ye Dönüş
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashabıyla birlikte bir ay süren seferden sonra Zilhicce ayı başında Medine’ye geldi.[35]
Hudeybiye Antlaşması’na Kısa Bir Bakış
Kendilerini Kâbe’yi ziyarete ve tavafa hazırlamış olan, hakikate ve doğruluğa müştak sahabeler, maddelerin dış görünüşüne bakıp, Hudeybiye Muahede ve Musalahasının aleyhlerinde olduğu kanaatine varmışlardı. Fakat zamanla sulhün müspet neticeleri görülmeye başlayınca, Resûl-i Ekrem Efendimizin kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar!
Her şeyden evvel, İslam’ın amansız düşmanı olan Kureyş müşrikleri, bu muahede ve musalaha ile İslam devletini resmen tanımış oluyorlardı.
Ayrıca bu anlaşma, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim bu sulhü, daha doğrusu bu mânevî fethi kısa bir zaman sonra Hayber’in fethi ve ondan sonra da Mekke fethinin takip ettiğini görüyoruz.
Yine bu muahede ve musalaha sâyesinde, Müslümanlar için mânevî tebliğlerini harpten ve darptan uzak, emniyet ve huzur içinde yerine getirebilecek bir zemin ve imkân doğmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında birbirlerinin vücudunu ortadan kaldırmak için cereyan eden harpler sebebiyle kimse kimseyle temas edip görüşme imkânı bulamıyordu. Bu sulh devresiyle İslam’ın ve Müslümanların işine yarayacak bu geniş imkân meydana geldi.
Her ne kadar maddî kılıç bir müddet kınına sokulu durduysa da, Kur’an-ı Hakîm’in parlak mânevî kılıcı ortaya çıktı, kalp ve akılları fethe başladı. Anlaşma sâyesinde Müslümanlarla müşrikler birbirleriyle serbest görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslam’ın güzellikleri, onları kendilerine cezbetti. Kur’an’ın sönmez nurları, kavim ve kabilelerinden inat ve taassublarını kırıp, mânevî hükmünü icra etti. Mesela, bir harp dâhîsi olan Hâlid b. Velid ve bir siyaset dâhîsi bulunan Amr b. Âs gibi, maddî kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen zâtlar, bu sulh sâyesinde Kur’an’ın mânevî kılıcının câzibesinden kendilerini kurtaramayıp, Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır.
Aynı şekilde, muahede ve musalahanın tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke’den Medine’ye, Medine’den de Mekke’ye ziyaretler, ticarî münâsebetler başladı. Kureyş müşrikleri, Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular: Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahit oldular; Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takip ettiler. Bu arada, Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle, birçok müşrik, iman dairesine girdi. Kimisi de iman ve İslam’a karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imana karşı meyil gösterdi.
Hudeybiye Sulhü’nden Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamber olarak gönderilişinden sulh gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur. Umre maksadıyla yola çıkan sahabelerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke’nin fethine gidildiğinde bu sayı on bini buluyordu! Bu da, Hudeybiye Sulhü’nün ne kadar yerinde yapılmış bir antlaşma olduğunu açıkça göstermektedir.
Kur’an’ın Hudeybiye Sulhü’nü “Feth-i Mübîn=apaçık bir fetih” olarak tavsif etmesi de dikkat çekicidir. Hâlbuki, Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat Kur’an’ın, bunları değil de, Hudeybiye Sulhü’nü “Feth-i Mübîn” olarak nitelendirmesi, İslamiyet için asıl hakikî zaferin mânevî sahada olduğu gerçeğine işaret içindi. Nitekim İmam-ı Zührî, buna işaretle, “İslam’da, Hudeybiye Musalahası’ndan önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır”[36]demiştir.
İbni Mes’ûd’un rivayeti de aynı meâldedir: “Siz fetih olarak Mekke’nin fethini kabul ediyorsunuz; Hâlbuki, biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Sulhü’nü sayıyoruz!”[37]
Hudeybiye Muahede ve Musalahası, aynı zamanda, büyük bir siyasî zaferdi. Çünkü Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla, buranın fethi de, bu sâyede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim Resûl-i Ekrem, Medine’ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber’in fethine muvaffak olmuştur.
Bütün bu neticeler görüldükten sonra, Hudeybiye Sulhü için Kur’an’ın, “(Ey Resûlüm!) Biz sana, gerçekten açık bir zafer verdik!” haber ve hükmünün ne kadar mûcizâne ve veciz olduğu açıkça anlaşılıyordu!
Kur’an-ı Kerim’in şu ayetini de hatırlatalım:
“Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken, sizin için o hayırlı olur ve bir şeyi istediğiniz halde, o hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilemezsiniz!”[38]
[1] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 331; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 325.
[3] Rivâyete göre, “Bismike Allahümme” kelâmını ilk söyleyen, Tâif halkının reislerinden Arapların meşhur şâiri Ümeyye b. Ebî Salt idi. Sonra bu tâbir Arapların da hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline yazmaya başlamışlardır (Geniş malumat için eserimizin birinci cildine bakınız).
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 332; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 325.
[5] Müslim, Sahih, c. 3, s. 1410; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 342.
[6] Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1410; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 291.
[7] Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1411.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 3,s. ?; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 97; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 325; Taberî, Tarih, c. 3, s. 79.
[9] ez-Zebidî, Tecrid-i Sarih, Terc.: Kâmil Miras, c. 8, s. 164.
[10] Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1411; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 268.
[11] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 332; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 325.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 333; Taberî, Tarih, c. 3, s. 79.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 333.
[14] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 221.
[15] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 609.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 331; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 330; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1412.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 331; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 330; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1412.
[18] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 490; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 119.
[19] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 326; Buharî, Sahih, c. 3, s. 182.
[20] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 326; Buharî, Sahih, c. 3, s. 182.
[21] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 613.
[22] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 326; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 182.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 333.
[24] Vakidî, a.g.e., c. 2, s. 613.
[25] ez-Zebîdî, Tecrid-i Sarih, Terc.: Kâmil Miras, c. 8, s. 171.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 334.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 334.
[28] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 334; Taberî, Tarih, c. 3, s. 81.
[29] Fetih, 1.
[30] Fetih, 27.
[31] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 31; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 385.
[32] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 105.
[33] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 715.
[34] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 715.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 337; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 258.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 336; Taberî, Tarih, c. 3, s. 81.
[37] İbn Kesir, Tefsir, c. 4, s. 182.
[38] Bakara, 216.